3. BM VE ULUSLARARASI TOPLUMUN TUTUMU
3.1. BM Örgütü
Egemen devletlerin oluşturduğu BM, İkinci Dünya Savaşından sonra, Uluslararası barış ve güvenliği sağlamak; devletler arasındaki dostça ilişkileri ve sosyal ilerlemeleri geliştirmek; yaşam standartlarını iyileştirmek ve insan haklarını korumak amacıyla kurulmuş bir uluslararası örgüttür. BM’ye üye devletler, onlara hak ve yükümlülüklerini veren BM Kurucu Antlaşması’nın ilkeleriyle bağlıdırlar. BM Örgütü; Genel Kurul, Güvenlik Konseyi, Sekreterlik, Ekonomik ve Sosyal Konsey, Vesayet Konseyi ve Uluslararası Adalet Divanı (UAD) olmak üzere altı ana organdan oluşmaktadır. UAD haricinde tüm bu organlar BM’nin New York’taki merkezinde bulunmaktadır. Aynı zamanda sağlık, tarım, uluslararası havacılık ve meteoroloji gibi farklı alanlarda çalışan BM’ye bağlı uzmanlık kurumları da vardır ve tüm bunlar diğer fonlar ve programlarla beraber BM sistemini oluşturmaktadır[57].
BM Kurucu Antlaşmasında örgütün amaçları şu şekilde verilmektedir: Uluslararası barış ve güvenliği korumak; uluslararasında, halkların hak eşitliği ve kendi kaderlerini kendilerinin belirlemesi ilkesi üzerine kurulmuş olan dostça ilişkileri geliştirmek; ekonomik sosyal ve insani konularda ve insan hakları ve ona hürriyetlerine karşı saygıyı güçlendirmede uluslararası işbirliğini gerçekleştirmek ve tüm bu amaçlara ulaşılması yolunda ulusların giriştikleri eylemleri uyumlu hale getirmektir. Bu amaçlar içinde, BM’nin en önemli amacı, uluslararası barış ve güvenliği korumak ve devam ettirmektir[58].
BM, dünya barışının devletlerarası önlemlerle korunması amacıyla kurulmuş bir örgüttür. Bu anlamda, BM, MC gibi dünyada savaşın çıkmasını uluslararası ilişkiler mekanizmasında ve yönteminde değişiklikler yapmak suretiyle önlemeye çalışmaktadır[59].
BM Kurucu Antlaşması’nda “egemenlik” prensibine yer verilmiştir. BM Kurucu Antlaşmasında da ifade edildiği gibi, BM “bütün üyelerinin egemen eşitliği ilkesi” üzerine kurulmuştur[60].
BM Örgütü uluslararası barış ve güvenliği sağlama rolünde başlıca iki önemli tedbir öngörmektedir. BM Örgütü bir yandan üyeleri 2(3). Maddede “uluslararası nitelikteki uyuşmazlıklarını Uluslararası barış ve güvenliği tehlikeye düşürmeyecek biçimde barışçı yollarla çözmeyi” yüklerken, diğer yandan devletlerin siyasi bağımsızlığına ve toprak bütünlüğüne saygı gösterip kuvvet kullanmamalarını öngörmektedir[61].
BM Kurucu Anlaşması, Uluslararası hukukta kuvvet kullanımıyla ilgili iki istisna içerir. Bunlardan ilki, 51. maddede öngörülen silahlı bir saldırıya cevap olarak gerçekleştirilen meşru müdafaa hakkıdır. Diğer istisna ise sadece saldırı değil, Uluslararası barışı tehdit veya ihlal eden daha geniş durumlara cevap olarak BM Kurucu Andlaşması’nın VII. ve VIII. Bölümleri altında askeri önlemlerin yerine getirilmesinin, Güvenlik Konseyi tarafından yetkilendirilmesidir[62].
UAD uyuşmazlıkların çözümünde çok az kullanılmaktadır. Bunun en önemli sebebi divan’ın yetkilerinin sınırlandırılmasıdır. Kişiler ya da örgütler değil, yalnızca devletler UAD’nin önünde bir uyuşmazlığa taraf olabilir. Divan’ın kullanılmasında ikinci ve daha sert bir sınırlandırma, Divan’ın yalnızca tüm tarafların tanıması üzerine uyuşmazlıklara bakabilme yetkisinin olmasıdır[63].
Uluslararası olmayan çatışma olarak da tanımlanan bir iç çatışma, tek bir devlet içinde sınıfsal, ırksal, dinsel veya diğer sosyal gruplar arasında siyasi iktidarı ele geçirmek için yapılan silah mücadeledir[64].
İç çatışmaları önlemede temel uluslararası hukuk ilkesi, BM Kurucu Andlaşması’nın 2(4) maddesinde öngörülen dış devletlerin iç çatışmalara silahlı müdahalesinin yasaklanmasıdır. Bu ilke aynı zamanda geleneksel uluslararası hukukta bir Jus Copens kuralıdır. Bu geleneksel uluslararası hukuk kuralı aynı zamanda bir “devletin içişlerine karışmama” ilkesini de içerir. İçişlerine karışmama ilkesi Genel Kurul tarafından 1970, Dostça İlişkiler bildirisinde “hiçbir devlet ya da devletler grubunun, doğrudan ya da dolaylı olarak, her ne olursa olsun hiçbir sebeple, bir başka devletin iç ya da dış meselelerine karışma hakkı yoktur” şeklinde açık bir şekilde belirtilmiştir. Böylece hiçbir devlet, bir devletin hükümetine karşı isyancıları ve muhalefet gruplarını destekleyemez”[65].
BM Genel Kurlu 1965 tarihli 2131 sayılı kararında, hiçbir devletin bir başka devletteki iç çatışmaya karışmayacağını, mali destek vermeyeceğini ve bunları kışkırtmayacağını veya rejimi yıkmaya yönelik bunlara yardımda bulunmayacağını belirtmektedir[66].
BM’nin iç çatışmalara müdahalesi çeşitli şekillerde olabilmektedir. Bunlardan en yaygın olanı bölgedeki düzeni ve güvenliği sağlamak amacıyla iç çatışmalara veya bölgesel çatışmalara “barış gücü” görevlilerinin konuşlandırılmasıdır[67]. Barış Gücü operasyonlarının iki amacı vardır. İlki ateşkes ortamını devam ettirebilmek için tarafları gözetip denetlemek, diğeri de çatışmanın yeniden başlamasını önlemektir.
3.2. Yugoslavya’daki Çatışmalarda BM
Uluslararası barışı koruma konusunda birinci derecede sorumlu olan BM Örgütü eski Yugoslavya’da barışın sağlanması ve korunması için faaliyetlerde bulunmuştur. BM Genel Sekreteri’nin 1992 yılında deklare ettiği “Barış Gündemi”ne bağlı olarak eski Yugoslavya’da aşamalı olarak önleyici diplomasi ve barışı sağlama girişimlerinde bulunmuştur. Ancak yine barışın sağlanamamasından dolayı diplomatik girişimlerine barışı koruma girişimi aşamasında oluşturulan UNPROFOR (BM Koruma Kuvveti) Barış Gücüyle askeri girişimini de etkilemiştir. Eski Yugoslavya topraklarının karmaşık etnik yapısı ve eski federal cumhuriyetlerin alışılmışın dışında diplomasi gelenekleri bulunmasından dolayı UNPROFOR’un görevi çok zor şartlarda gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Zira oluşturulan güvenli bölgelerde görevlendirilen bu birliklerin komuta birliği içinde bulunmaması ve politik kararların alınmamasından dolayı yetkisinin yetersizliği böylesi karmaşık bir operasyonun etkinliğini azaltmıştır. Güvenli bölgelerde meydana gelen olaylar bu birliğin başarısızlığını göstermiştir[68].
Bosna’da Dayton Barışı Andlaşması’nın askeri bölümlerinin uygulanması için BM yetkisi altında NATO’nun komutasında oluşturulan Çok Uluslu Barışı Uygulama Kuvveti (IFOR) oluşturuldu.
IFOR, Kuzey Atlantik Konseyi’nin yetkilendirmesiyle ve 15 Aralık 1995’te BM Güvenlik Konseyi’nin 1031 sayılı kararıyla aktif hale gelmiştir. IFOR, Kızılhaç, BMYK (BM Mülteciler Yüksek Komiserliği), AGİT ve dört yüzden fazla hükümet dışı örgütle dahil olmak üzere, pek çok örgütle yakın işbirliği içinde bulunmuştur[69].
IFOR’un görevi, Barış Andlaşması’nın uygulanmasını sağlamaktı. IFOR BM Kurucu Antlaşması’nın VII. Bölümüne göre hareket etmiştir. Kendini korumak ve görevini yerine getirmek için gerektiği takdirde güç kullanmaya yetkilidir.
Bosna’da Eylül 1996 seçimlerinden sonra, IFOR tamamlamıştır. 12 Aralık 1996’da BM Güvenlik Konseyi’nin 1088 sayılı kararı gereği, BM Kurucu Andlaşmasının VII. Bölümü altında hareket eden IFOR’un yerine, Dayton Barış Andlaşma’sının askeri yönlerini uygulamakta görevlendirilen, SFOR (İstikrar Kuvveti) oluşturulmuştur[70].
Alınan tüm önlemlere rağmen Yugoslavya’da çatışmalar tüm hızıyla sürüyordu. Slovenya ve Hırvatistan’ın Haziran 1991’de bağımsızlıklarını ilan etmelerinden hemen sonra Federal Ordu Saldırısı ile çatışmalar daha da derinleşti. Bunun sonucunda Uluslararası toplumun Yugoslavya ikilemi de derinleşti.
7 Temmuz’da Brioni’de AT temsilcileri ile Hırvat, Sırp, Sloven ve Federasyon yetkileri bir araya geldiler. Görüşmenin ardından yapılan ortak açıklamada, taraflar arasında Hırvatistan ve Slovenya bağımsızlığının üç ay ertelenmesi konusunda görüş birliğine varıldı.
Bu açıklamaya rağmen Hırvatistan’da çatışmaların devam etmesi üzerine AT, Hırvatistan’a, İngiltere’nin eski Dışişleri Bakanı Lord Carrighton, atadı[71].
7 Eylül 1991’de, AT Dışişleri Bakanlarının Lahey toplantısında yapılan açıklamada, “Yugoslavya sınırlarının güç kullanılarak değiştirilmesinin asla kabul edilmeyeceği” belirtiliyordu[72].
25 Eylül 1991’de BM Güvenlik Konseyi, tüm Yugoslavya’ya silah ambargosu koyan 713 sayılı kararı aldı. Böylece BM Yugoslavya krizinin çözümünde daha etkin rol almaya başlamıştır. 8 Ekim 1991’de dönemin BM Genel Sekreteri Javier Perez de Cuellar, Cyrus Vance’i Yugoslavya Özel Temsilcisi olarak atadı[73].
Bu aşamada Batılı devletler ve uluslararası örgütler Yugoslav sorununa barışçı çözüm bulunması ve ülkenin toprak bütünlüğünün korunması üzerinde duruyorlardı.
AT, 8 Kasım 1991’de Yugoslavya’ya ambargo uygulama kararı aldı. ABD Başkanı George Bush ise barış çabalarını desteklediğini duyurdu. Çatışmaların devam etmesi üzerine BM Güvelik Konseyi, Kasım ayı sonunda Yugoslavya’ya barış gücü göndermeyi kararlaştı[74].
16 Aralık 1991’de AT tarafından yapılan açıklama da, “koşulların oluşması halinde, Yugoslavya’dan ayrılan Cumhuriyetlerin 15 Ocak 1992’den itibaren tanınabileceği” ifade ediliyordu[75].
Bu aşamadan sonra uluslararası toplumun ikilemi daha da karmaşık bir hal aldı. Uluslararası toplum, devletlerin sınırlarının değişmezliği ve toprak bütünlüğü ile kendi geleceklerini belirleme ilkesi arasında kalmıştı.
Batı, tam bir kararsızlık içerisinde çıkış yolu arıyordu. Self-determinasyon hakkına dayanarak bağımsızlık ilan eden Hırvatistan ve Slovenya’yı tanımakla sorun bitmiyordu. Federe Cumhuriyet sınırlarının uluslararası sınır kabul edilmesi, suların durulması için yeterli değildi. Üstelik bu gerçekleştiğinde, ulusların kendi geleceklerini belirleme ilkesine tam uyulmuş olmayacaktı[76].
BM Kurucu Antlaşmasında ve Helsinki Nihai Senedi’nde kendi geleceğini belirleme hakkının barışçı yöntemlerle olması öngörülmüştür. Oysa Yugoslavya bir çatışma içindeydi. Uluslararası toplumun Yugoslavya krizinde etkin olmamasının en önemli nedenlerinden biri, bu yaşanan ikilemdir.
Yugoslavya’nın parçalanma sürecinde önemli dönüm noktası, Almanya’nın 23 Aralık 1991’de, önceden bağımsızlık ilan Hırvatistan ve Slovenya’yı tanıması oldu. Almanya, adı geçen ülkelerin tanıma kriterlerine uygun olup olmadığını tespit etmek amacıyla kurulan Badiner Komisyonu raporunu bile beklemeye gerek görmemiştir[77].
15 Ocak 1922’de diğer AT ülkeleri de Hırvatistan ve Slovenya’yı tanımışlardır. Uluslararası toplum Yugoslavya’nın bütünlüğü politikasını terk etti[78].
Bu gelişmelerden sonra uluslararası toplumun ilk hedefi Bosna’daki çatışmaları durdurmaktı. Uluslararası toplum, iç savaşı önlemek için 1992 Ocak ayında çatışma yaşanmayan Makedonya ve Hırvatistan’a barış gücü yerleştirdi. Lord Owen ve Cyrus Vance, AT ve BM adına arabulucu olarak görevlendirildiler. Bunların sonucunda çatışan tarafları bir araya getirmek için 26-27 Ağustos 1992’de Londra Konferansı düzenlendi.
16 Aralık 1992’de Cenevre’de toplanan konferansta iç çatışmalara müdahale seçenekleri ele alındı. Konferansta ayrıca, Bosna-Hersek için Wance-Owen planı adıyla anılan barış anlaşması taslağı hazırlandı[79].
2 Ocak 1992’de Birleşmiş Milletler gözetimi altında Hırvatistan ulusal güçleri ile Yugoslav Halk ordusu arasında ateşkes anlaşması imzalandı[80].
Temmuz 1992’de Hırvatistan ordusu, Sırpların denetimi altında bulunun yerlere saldırdı. BM ile Hırvatistan ilişkilerini gerginleştiren bu gelişmenin ardından UNPROFOR’un görev alanı genişletildi[81]. Hırvatistan saldırılarına ABD destek veriyordu.
Batılı hükümetlerle yaptığı görüşmelerde kendisine verilen güvencelere itimat eden Cumhurbaşkanı Aliya İzzetbegoviç, 3 Mart 1992’de Bosna-Hersek Cumhuriyetinin bağımsızlığını ilan etti. ABD, AT ve Türkiye, yeni devleti tanıdı. Bosna-Hersek Cumhuriyeti bağımsız bir devlet olarak BM üyeliğine kabul edildi[82]. Kısa bir süre sonra Sırplar Bosna’ya saldırdı.
Bosna Hersek’te AT ve BM girişimleri ile ilan edilen ateşkeslerin hiç birisi kalıcı olamadı. İzzetbegoviç’in liderliğindeki Bosna-Hersek yönetimi, Federal Ordunun saldırganlığını durdurmak için uluslararası topluma müdahale çağrısında bulundu[83].
Hırvatistan’a 14 bin kişi göndermiş olan BM, daha kanlı çatışmalara sahne olan Bosna-Hersek için adım atmakta direniyordu. BM tarafından yapılan açıklamada, ülkede barış gücü konuşlanması için gerekli koşulların oluşmadığı öne sürüldü. Mayıs ayı sonunda Bosna Sorunu, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinde ele alındı. Konsey tarafından alınan 757 sayılı karar da Yugoslavya’ya ekonomik yaptırımlar uygulanması öngörüyordu[84].
Sırp saldırılarının devam etmesi ve uluslararası toplumun harekete geçmemesi üzerine Portekiz’in başkenti Lizbon’da AT gözetiminde sürdürülen barış görüşmelerinden Müslümanlar çekildiler. Resmi açıklamada, çekilme kararının Saraybosna’da sivillere yönelik saldırıları protesto etmek için alındığı belirtiliyordu. Mayıs ayı sonunda Saraybosna havaalanının denetimi BM barış gücüne verildi. Hırvatistan’da görev yapan Barış Gücü’nden 1000 asker havaalanını korumak için Saraybosna’ya kaydırıldı. 1991 Ekim ayından beri Sırpların elinde olan Mostar kenti, Haziran ayında Müslümanların eline geçti[85].
Çatışmaların iyice alevlenmesi üzerine, şartların eşit olmadığı mücadeleden en olumsuz etkilenen taraf olarak Cumhurbaşkanı İzzetbegoviç, BM Güvenlik Konseyi’ne başvurdu. Yugoslavya’ya silah ambargosu uygulanmasını öngören kararın tek taraflı kaldırılmasını istedi. BM Güvenlik Konseyi bu yönde bir adım atmadı. Sadece, 1992 başında Sırpların etnik temizlik ve toplama kampları uygulamasını kınayan kararlar aldı. Kızılhaç Teşkilatı, kamplarda uygulanan sistematik şiddet nedeniyle Sırpları suçlamaktaydı[86].
1992 Ekim ayında BM ve AT temsilcileri Cyrus Vance ve Lord Owen’in arabuluculuk ettiği Cenevre görüşmelerinde Bosna-Hersek için İsviçre benzeri kontonlardan oluşan bir yönetim modeli önerildi. Bu plana Müslümanlar ve Bosnalı Sırplar karşı çıktı. ABD’nin baskısı sonucu İzzetbegoviç planı kabul etti. Bosna Sırp parlamentosu karşı çıktı, plan parlamento tarafından önce reddedildi sonra müdahale tehdidiyle 21 Ocak 1993’te onaylandı[87].
Nisan 1993’te Sırplar Srebrenica kentini ele geçirmeye çalıştılar. Bunun üzerine Srebnice kenti ve çevresi, Saraybosna, Tuzla, Zepa, Goroyde ve Bihac, BM tarafından güvenli bölge ilan edildi[88].
Mayıs ayında tekrar gündeme gelen Vance-Owen planını Bosnalı Sırpların lideri kabul etti. Ancak bu kez Bosna-Hersek Sırp Parlamentosu planı onaylamıyordu. Planın kabul edilmesi için ABD’nin yaptığı baskı da etkili olmadı[89].
Hırvatlar 9 Kasım 1993’te Mostar köprüsünü yıktılar. 5 Şubat 1994’te Saraybosna Pazar yerine isabet eden top mermisi, 68 kişinin ölümüne neden oldu. ABD’nin çağrısı ile toplanan NATO Savunma Bakanları, Bosnalı Sırplara ültimatom verdi. Saraybosna etrafındaki ağır silahların 10 gün içinde geri çekilmesi isteniyordu[90].
5 Temmuz 1994’te Cenevre’de bir araya gelen ABD, Rusya, İngiltere, Fransa ve Almanya dışişleri bakanları, Temas Grubu uzmanlarının hazırladıkları barış planını ve Bosna Hersek’i 51/49 oranında bölen haritaları onayladı ve taraflara sundu. Boşnak ve Bosnalı Hırvatlar planı kabul edeceklerini bildirirken, Bosnalı Sırplar Saraybosna ve Bihaç Kentleri ile ilgili düzenlemelerin, hayati çıkarlarına ters düştüğünü duyurmuşlardır[91].
11 Temmuz 1995’te Srebrenitsa, “güvenli bölge” olarak ilan edilmiş olmasına rağmen, UNPROFOR’un bünyesinde Srebnitsa bölgesinde görev yapan Hollandalı askerlerin geri çekilmesiyle, kent Rotko Mladiç’in silahlı kuvvetlerinin eline geçti. Bunun sonucunda yaklaşık iki hafta içinde 8 bin’in üzerinde sivil Boşnak öldürülmüş ve İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana Avrupa’da görülmeyen bir soykırım işlenmiştir. Srebnitsa trajedisi karşısında seyirci kalan NATO ve BM, “güvenli bölgenin” korunması, daha doğrusu Srebnitsa katliamının önlenmesi için hiçbir şey yapmamıştı. Nisan 2004’te Hollanda’nın Lahey kentinde bulunan BM’nin eski Yugoslavya ile ilgili Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi, Srebrenitsa katliamının soykırım olduğunu teyit etmiştir[92].
28 Ağustos 1995’te, bir buçuk yıl aradan sonra Saraybosna’da Pazar yerine düşen bomba, iç savaşın dönüm noktası oldu. Bu olayın ardından NATO harekete geçti. 30 Ağustos 1995’de Bosna Sırp karargahı Tamahak füzeleri ile vuruldu. Banja Luka başta olmak üzere, önemli Sırp kentlerinde askeri tesisler havadan bombalandı. Saldırıların ardından Sırpların geri çekildiği topraklar Boşnak ve Hırvat birliklerince denetim altına alındı[93].
Miloseviç, bu aşamada Bosnalı Sırpları savunma çabasına girmedi. Aksine Yugoslavya’ya BM tarafından uygulanan ambargonun kaldırılması sözü karşılığında, Kontak Grup tarafından hazırlanan ve ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Richard Harlbrooke’un çabalarıyla son aşamaya gelen barış planını kabul etmeye hazırlanıyordu[94].
Kasım 1995’te Bosna-Hersek’te savaşan tarafları temsilen Hırvatistan Devlet Başkanı Franjo Tudjman, Bosna-Hersek Devlet Başkanı Alija İzzetbegoviç ve Sırbistan Devlet Başkanı Slobodan Miloseviç, ABD’nin Dayton kentinde bir araya geldiler. Uzun müzakerelerin ardından üç buçuk yıl süren Bosna Hersek iç savaşına son veren Dayton Antlaşması imzalandı[95].
Yugoslavya’nın dağılma sürenci hızlandıran Kosova Sorunu, 1990’ların ikinci yarısında bile çözümsüzlüğünü koruyordu. Bölgede çoğunluğu oluşturan Arnavutlara karşı Miloseviç yönetiminin 1998 yılında giriştiği “etnik temizlik” operasyonu uluslararası toplumu harekete geçirdi. 1999 Mart ayında NATO öncülüğünde gerçekleşen hava müdahalesi sonucunda bölgeye barış gücü askeri yerleştirildi[96].
NATO üyeleri, 24 Mart 1999 tarihinde Yugoslavya’yı bombalamaya başlamıştır. NATO’nun Kosova’ya müdahalesi ile mevcut uluslararası hukukun kuralları arasında çelişkili sorunlar ortaya çıkmıştır. Ciddi insan hakları ihlallerini sona erdirme amacı ve mevcut uluslararası hukuka aykırı güç kullanımı arasında hukuki ve moral bir çıkmaz ile karşılaşılmıştır[97].
BM Güvenlik Konseyi tarafından alınacak herhangi bir güç kullanma kararının, Kosova’ya askeri müdahalede bulunulmasına karşı çıkan Rusya ve Çin tarafından engellenmesi söz konusuydu. Genel Kurul’da “Barış için Birleşme Kararı” altında askeri müdahale için herhangi bir yetkilendirme de aramayan NATO, bunun yerine tek taraflı aldığı bir kararla askeri müdahaleyi gerçekleştirmiştir[98].
Kosova’ya askeri müdahaleye Rusya ve Çin’in karşı çıkması nedeniyle BM Güvenlik Konseyinde buna yönelik bir eylemde bulunmanın engellenmesi söz konusu olacağından, NATO, BM’ye herhangi bir yetkilendirme için başvurmaksızın tek taraflı aldığı kararla Kosova’ya müdahalede bulunmuştur. Kosova’ya müdahaleyi araç olarak seçen NATO, bunu Avrupa’nın sorununa Avrupa’nın kendi cevabı olduğunu ve Avrupa dışındaki herhangi bir yerde mutlaka benzer bir müdahalenin habercisi olmayacağını ileri sürmüştür[99].
NATO yetkilileri Kosova’ya müdahale gerekçesi olarak Yugoslavya’daki insani krizi göstermişlerdir. NATO’nun Yugoslavya’ya askeri müdahalesi esas olarak iki temelde gerekçelendirilmiştir. Müdahaleyi haklı göstermek için ortaya konulan bu gerekçeler, “Kosova Arnavutlarının Yugoslav Hükümeti tarafından insan hakları ihlallerine maruz kaldıkları ve bu halkın ulusal self-determinasyon hakkına sahip olduğudur”. Bu iki gerekçe de bu müdahaleyi haklı kılmamaktadır. BM Kurucu Antlaşması tarafından garantilenen devletlerin egemenliğini ihlal eden “insani müdahale”yi onaylamaktadır[100].
NATO’nun müdahalesinin bir çıkar savaşı mı yoksa insani bir müdahale mi olduğu halen tartışılmaktadır. ABD, Kosova’daki operasyona insani boyutunun yanı sıra Avrupa’da daha büyük bir soruna yol açacak bir savaşa engel olmayı amaçlamıştır. ABD’nin aslında iddia edildiği gibi insani amaçlarla değil, tamamen NATO’nun varlığını sürdürmek için müdahaleyi gerçekleştirdiği yönünde iddialar da vardır[101].
SONUÇ
“BM ve Eski Yugoslavya İç Savaşı” adlı bu çalışmada, Soğuk Savaşın bitimiyle beraber ortaya çıkan sorunlar, bu sorunlar çerçevesinde Yugoslavya’nın nasıl dağıldığı ve bu dağılma sürecinde Birleşmiş Milletler başta olmak üzere uluslararası toplumun tutumu incelenmeye çalışılmıştır.
I. Dünya Savaşının ardından, 1918 yılında Sırp-Hırvat-Sloven Krallığı adıyla kurulan Yugoslavya, 1990’ların ilk yarısından itibaren çift kutuplu sistemin dağılmasından sonra, uluslararası güvenliğin en önemli tehdidi haline gelen milliyetçilik akımlarının özgürce dile getirilmesinin ardından, fiilen ve hukuksal olarak dağılmıştır.
Yugoslavya’daki azınlık sorunları ve milliyetçilik dışında, uluslararası toplumun tutumu da Yugoslavya’nın dağılmasında etkili olmuştur.
Kosova’da ortaya çıkan insani sorun üzerine ABD ve NATO, Rusya ve Çin’in vetosuna uğramamak için BM Güvenlik Konseyini devre dışı bırakarak 24 Mart 1999 tarihinde başlattığı askeri müdahaleyi, Sırpların yürüttüğü etnik temizlik ve insan hakları ihlallerini gerekçe göstererek meşru kılma çabaları, Soğuk Savaş sonrası düzende evrensel değerlerin gerektiğinde askeri operasyonlara gerekçe olma geleneğinin başlangıcını oluşturmuştur. Ayrıca, Afganistan ve Irak ile ilgili olarak, ABD ve müttefiklerinin söylemlerinde, uluslararası terörizmle mücadele edildiğinin ileri sürülmesi, buralarda yaşayan insanların sefaletinin ön plana çıkarılması ve bu devletlerin despot rejimlerinin yerine demokratikleşmenin sağlanacağı yönünde iddiaların aksine uygulanan insan hakları ihlalleri, demokratikleşme ve insan hakları gibi evrensel değerlerin, gerektiğinde güçlü devletlerin çıkarları için görmezden gelinebileceğini göstermiştir.
Uluslararası düzeni sağlamak için zamanla kazanılmış olan uluslararası hukuk kurallarının ve bu kuralların en temel uygulayıcısı olan BM’nin, çıkar merkezli güç politikaları uğruna devre dışı bırakılması, uzun vadede ortaya çıkabilecek bir uluslararası düzensizlik riski de taşımaktadır.
Sırbistan’a bağlı özerk bir bölge iken, Sırbistan’ın tek yönlü kararı ile bu statüsünü kaybeden Kosova’ya 1999 baharında NATO güçleri müdahale etmiştir. BM Güvenlik Konseyinin Kosova ile ilgili almış olduğu 1244 sayılı karara göre Kosova geçici bir süre için BM’nin himayesi altında kalacaktır. Dolayısıyla Kosova 1999 yılından itibaren de facto olarak Sırbistan’dan ayrılmıştır. Ancak Kosova’nın daha uzun süre BM’nin denetimi altında kalması mümkün gözükmüyordu, statükonun devam etmesi mümkün gözükmemekle beraber Kosovalı halkın daha fazla bu durumu içlerine sindiremeyip ayaklanma çıkararak bölgedeki güvenliği tehdit eder niteliğe varabilmesi de mümkündü. Bu yüzden 2006 yılının Mart ayından itibaren Kosova’nın nihai statüsü konusunda taraflar ve uluslararası toplumun katılımıyla müzakerelere başlanmış ve Kosova yine uluslararası gündeme taşınmıştır.
BM Genel Sekreteri’nin Kosova’nın nihai statüsüyle ile müzakereler yürütmesi için atadığı eski Finlandiya başkanı Marti Ahtisari, müzakerelerden hiçbir sonuç alınamamasının ardından Kosova için şartlı bağımsızlığı öngördüğü planını hazırlamış ve BM Güvenlik Konseyine sunmuştur. Rusya ve Sırbistan’ın bu raporu reddetmesine rağmen Kosova’ya BM Heyeti gönderilmiştir. Heyet Başkanı, 2007 Mayısının ilk haftasında BM Güvenlik Konseyinde misyon raporunu sunmuş ve standartların tam olarak yerine getirilmediği kanısına varmışsa da planın Güvenlik Konseyi’nde görüşülmesi için şartların oluştuğunu açıklamıştır.
Bu sürecin sonunda Kosova, 17 Şubat 2008’de bağımsızlığını ilan etmiştir. Bu bağımsızlık, Balkanlar’da Dayton Antlaşmasından sonra sağlanan dinginliği bozmuş, tartışmalar yeniden alevlenmiştir. Rusya ve Sırbistan, Kosova’yı tanıyan ülkelere sert tepki göstermiştir.
Rusya lideri Putin’in Kosova’nın bağımsızlığını tanıyan ABD ve AB ülkelerini bugüne kadar Kuzey Kıbrıs’ı tek taraflı bir devlet olarak tanımayarak ikiyüzlülükle suçlaması ve Abhazya, Osetya sorununu gündeme getirmesi, Kosova üzerinden güç mücadelesinin tırmanacağını göstermiştir. Bir başka ciddi siyasal çalkantıya sebep olacağı düşünülen sorun ise Bosna Sırp Cumhuriyeti üzerinde Sırbistan tarafından uygulanacak baskı ile Sırp Cumhuriyetinin tek taraflı olarak Bosna-hersek Cumhuriyetinden ayrılma olasılığıdır. Bu durumda Balkanlar da yaşanabilecek yeni gerginliklerin çatışmaya dönüşme riski de artacaktır.
Kosova’nın bağımsızlığı Balkanlarda Sırplarla birlikte en yoğun nüfusa sahip olan Arnavutlarda yeni bir milliyetçi heyecana yol açabilir. Aşırı milliyetçi Arnavutlar Kosova’nın bağımsızlığını kazanmasıyla birlikte Makedonya’nın da sınırlarının tartışmaya açılması gerektiğini söylemişlerdir. Makedonya’ya da Arnavutların en büyük ikinci etnik grup olduğu düşünüldüğünde Arnavut milliyetçiliğinin Balkanların çok parçalı etnik yapısında nasıl bir sarsıntıya yol açacağı tahmin edilebilir.
ABD’nin Balkanlar’daki mevcut düzeni kendi menfaatleri doğrultusunda yeniden şekillendirme çabası içinde Arnavutlar önemli bir role sahiptir. Savaşın sona ermesinden bu yana BM ve NATO gücü desteğiyle Kosovalı Arnavutların özerk bir yapı içerisinde kendi kendilerini yönetme kabiliyetlerini izleyen ABD, Sırbistan’ın elindeki tüm kozların iyice zayıfladığı bir anda Kosova’yı bağımsızlık için cesaretlendirmiştir.
Bağımsızlıklar ya da ülkelerin kendi geleceğini tayin hakkı günümüz dünyasında ancak siyasal aktörlerin izin verdikleri zamanda, izin verdikleri kadar ve izin verdikleri bir coğrafya ile sınırlandırılmaktadır. BM ve NATO gibi çok uluslu kurumların himayesinde gerçekleşen bağımsızlıklar, aynı zamanda küresel güçler adına bu kurumlar tarafından denetlenmektedir. Bu süreç zaten Ahtisaari Planı ile Kosova’da uygulanmaya başladı ve bağımsızlık “denetlenmek şartıyla” tanınmış ve desteklenmiş oldu. Geriye “bağımsızmış gibi yaparak” bağımsızlıklarını ilan edecek yeni devletçilikler kalıyor ve dünya, Kosova’nın siyasi konumu ile birlikte yeni bir döneme giriyor.
Şafak ÖZŞİMŞİR
Uludağ Üniversitesi
[57] Gökhan Çopar, Nato’nun Kosova’ya Müdahalesinin Birleşmiş Milletler Kurucu Andlaşması Analizi, Uludağ Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı, (Yayınlanmamış Yüksek Lisans tezi), Bursa: 2006, ss. 21-21.
[58] BM Kurucu Antlaşması hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Mehmet Genç, Birleşmiş Milletler ve Uzmanlık Örgütleri Mevzuatı, Cilt I. Bursa: Ezgi Kitabevi Yayınları, Mart, 1991.
[59] Mehmet Gönlübol, Milletlerarası Siyasi Teşkilatlanma, Ankara: Sevinç Matbaası, 1975, s. 184.
[60] M. Emin Zararsız, “Devletin Egemenliği Kavramı ve İnsan Haklarının Korunması”, http://www.liberal-dt.org.tr/1dd/m12/DDem-za.htm (e.t. 14.05.09)
[61] Mehmet Gönlübol, Uluslararası Politika, Ankara: Atilla Kitabevi, 1993. s. 548.
[62] Çapar, op. cit., s. 28.
[63] İbid., s. 37.
[64] İbid., s. 45.
[65] İbid., s. 46.
[66] Funda Keskin, Uluslararası Hukukta Kuvvet Kullanma: Savaş, Karışma ve Birleşmiş Milletler, Ankara: Mülkiyeliler Birliği Vakfı, 1998, ss. 36-39.
[67] Çapar, op. cit., s. 48.
[68] İbid., s. 75.
[69] İbid., s. 77.
[70] İbid., s. 78.
[71] Ülger, op. cit., s. 102.
[72] İbid., s. 103.
[73] Erhan Türbedar, “Yugoslavya Krizinin Kronolojisi”, http://tarihbilgi.wordpress.com/2008/10/17/Yugoslavya/ (e.t. 17.05.09)
[74] Ülger, op. cit., s. 104.
[75] İbid.
[76] İbid., s. 105.
[77] İbid., s. 108.
[78] Crampton, op. cit., s. 282.
[79] Ülger, op. cit., s. 110.
[80] İbid., s. 142.
[81] İbid.
[82] İbid., s. 145.
[83] Bosna Savaşı ile ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. Crampton, op. cit., s. 231.
[84] Ülger, op. cit., s. 147.
[85] İbid.
[86] İbid., s. 149.
[87] İbid., s. 151.
[88] Erhan Türbedar, “Yugoslavya Krizinin Kronolojisi”, http://tarihbilgi.wordpress.com/2008/10/17/Yugoslavya/ (e.t. 17.05.09)
[89] Ülger, loc. cit.
[90] İbid., s. 153.
[91] Erhan Türbedar, “Yugoslavya Krizinin Kronolojisi”, http://tarihbilgi.wordpress.com/2008/10/17/Yugoslavya/ (e.t. 17.05.09)
[92] Erhan Türbedar, “Yugoslavya Krizinin Kronolojisi”, http://tarihbilgi.wordpress.com/2008/10/17/Yugoslavya/ (e.t. 17.05.09)
[93] Ülger, op. cit., s. 154.
[94] İbid.
[95] İbid.
[96] İbid.
[97] Çapar, op. cit., s. 104.
[98] İbid.
[99] İbid.
[100] Omar Dahbour, “Why There Were No Good Reosons For Intervention In Kosova”, http://www.thing.net/~olivewords/dahbour.html (e.t. 18.05.09)
[101] Çapar, op. cit., s. 109.