Birleşmiş Milletler Libya’ya Müdahale Ederken Aynı Dönemde Neden Suriye’ye Müdahale Etmedi?

ÖZET:

Birleşmiş Milletler (BM), Milletler Cemiyeti’nin (MC) ikinci bir dünya savaşını engelleyememesi sebebiyle İkinci Dünya Savaşı’nın hemen akabinde 1945 yılında kuruldu. Temel amacı dünya barışını ve güvenliğini sağlamak olup, bunların tehlikeye girmesi halinde diplomatik veya askeri anlamda müdahale etmektir. Tarihte hem yaptığı müdahaleler hem de yapmadığı müdahaleler sebebiyle dünya kamuoyu tarafından çokça eleştiriye maruz kaldı ve maruz kalmaya devam etmektedir. 2011 Arap Baharı dolayısıyla Libya’da çıkan karışıklığa sert şekilde karşılık veren Muammer Kaddafi’ye karşı aldığı müdahale kararı da uluslararası gündemi çokça meşgul etti. Öyle ki müdahale sebebi barışı ve insan haklarını korumak olduğu halde müdahale sonrası Libya’da barış düzeni sağlanamadı ve bir hükümet krizi ortaya çıktı. Bu kriz devam etmekte olup gündemdeki etkisini de korumaktadır. Yine aynı şekilde Arap Baharı’nın kıvılcımları Suriye’yi de kaynayan kazana dahil etti. Beşar Esad tarafından sivil halka uygulanan ağır şiddete ve özellikle kimyasal silah kullanma iddialarına rağmen, BM’nin Libya’ya yapmış olduğu müdahale aynı şekilde Suriye’ye yapılmadı. Dünya kamuoyu 2011 yılından itibaren Suriye’deki iç savaşın akıbetinin ne olacağını merak etmektedir.

Anahtar Kelimeler: Birleşmiş Milletler, Milletler Cemiyeti, Arap Baharı, Libya, Suriye

ABSTRACT: 

The United Nations (UN) was founded in 1945, just after the Second World War, due to the fact that League of Nations (MC) was unable to prevent a second world war. The purpose of the UN is to ensure world peace and security. Therefore, its most important task is to engage in diplomatic or military intervention if world peace and security are in danger. Due to the interventions it made and the interventions it did not make, it was constantly subject to criticism of the world public opinion. Because of the Arab Spring in 2011, the UN’s decision to intervene against Muammar Gaddafi, who harshly responded to disorder in Libya, also occupied the international agenda. Although its decision of its intervention for the protection of peace and security, could not ensure a peaceful atmosphere in Libya. Moreover, a government crisis emerged in Libya. This crisis continues and still maintains its influence on the agenda. Likewise, the sparks of the Arab Spring included Syria in the boiling pot. Despite the violence inflicted on the civilian population by Bashar al-Assad and the allegations of using chemical weapons, the UN took decision of intervention for Libya while did not take decision of intervention for Syria. The world public is wondering what will happen to the civil war in Syria since 2011.

Keywords: United Nations, League of Nations, Arab Spring, Libya, Syria

1. Giriş

Birleşmiş Milletler, İkinci Dünya Savaşı sonrasında yeni bir dünya savaşı yaşanmaması için 1945 yılında kuruldu. Özellikle Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra devletler arasında büyük çapta bir savaşın yaşanmaması adına Milletler Cemiyeti’nden çok şey bekleniyordu. Ancak bu örgüt bekleneni veremedi ve ikinci bir savaşa engel olamadı. Akabinde, insanlık tarihinin en kanlı savaşı yaşandı. Bu sebeple ikinci bir uluslararası örgüte ihtiyaç duyuldu. Bu ihtiyaç ise BM ile giderildi. BM’nin İkinci Dünya Savaşı’ndan galip çıkan beş ülkeye “veto hakkı” vermesi ise diğer ülkeler tarafından tepki ve kaygı ile karşılandı. Öte yandan, Soğuk Savaş döneminde dünyayı iki kutuplu şekilde yöneten ABD ve Rusya’nın, örgütü kendi çıkarlarına göre kullanması ve örgütün bu iki devletin eylemlerine reaksiyon göstermemesi ise örgütün güvenirliğinin ve tarafsızlığının sorgulanmasına neden oldu. Soğuk Savaş sonrası tarafsızlığını önceki dönemlere göre daha belirgin bir şekilde ortaya koyması birtakım uluslararası olaylar için tepki göstermesi ile birlikte örgüte olan bakış açısı da değişti. Günümüzde halen tarafsızlığı ve hatta varlığı konusunda ciddi tartışmalar yaşanmaktadır. Nitekim tüm bu tartışmalara rağmen BM varlığını sürdürmekte ve devletler nezdinde bağlayıcı olma özelliğini korumaktadır. Araştırma yazımızda BM’nin Arap Baharı sonrasında yaşanan gelişmelere Libya ve Suriye bağlamında verdiği reaksiyonları ele alacağız. Libya için almış olduğu kararın yine aynı dönemde karışıklık içerisinde olan Suriye için neden alınmadığını tartışacağız.

2. BM ve müdahale hakkı

Uluslararası güvenliği sağlamak ve küresel barışı sürekli hale getirebilmek adına uluslararası hukuk nezdinde devletlerin askeri güç kullanımı yasaklandı. Özellikle BM bu noktada ciddi adımlar atarak çeşitli yollarla uluslararası ilişkilerde güç kullanımına sınırlandırmalar getirdi. Uluslararası hukukta kuvvet kullanılmasının yasaklanmasının ilk kabulü 16.10.1925 tarihinde Fransa, İtalya ve Belçika ile imzalanan Ren Misaki ile ve birçok devlet arasında ise 27.08.1928 tarihinde imzalanan Briand-Kellog Antlaşması ile gerçekleşti. Uluslararası ilişkilerde kuvvet kullanımını evrensel düzeyde yasaklayan ilk antlaşma ise B.M. Antlaşmasıdır. Ancak BM belirli durumlarda hukuka uygun olacak şekilde kuvvet kullanılmasına izin vermektedir. özellikle insan haklarını koruma bağlamında devletlere yönelik askeri müdahalede bulunma girişimini bizzat üstlenmiştir. 1990’lı yıllarda yaşanan iç çatışmaların yoğun bir trajediye dönüşmesi sebebi ile insan haklarını koruma husunda yeni bir arayışa girildi. Dış müdahaleyi meşru kılmak amacıyla öncelikle insani müdahale kavramı öne sürüldü ancak hukuki bir temeli olmadığı gerekçesi ile arka plana itildi. 2001 yılında ise bu konu tekrar gündeme geldi ve BM Genel Sekreteri Kofi Annan öncülüğünde insan haklarını korumaya yönelik Uluslararası Müdahale ve Devlet Egemenliği Komisyonu (ICISS) kuruldu. Bu komisyon yeni bir anlayış temelinde, hangi durumlarda dış müdahale yapılabileceğini belirli kriterlere bağlayan ve koruma sorumluluğu kavramıyla anılan bir doktrin ortaya koydu. Koruma sorumluluğundan hareketle askeri müdahalenin yapıldığı ve sonuç alındığı ilk yer ise Libya oldu (Sürücoğlu, 2017: 604).

3. Arap Baharı

2011 yılında Tunuslu bir vatandaş olan Buazizi’nin kendisini yakmasıyla başlayan protestolar ülke geneline yayıldı ve bu kıvılcımdan bölge devletleri de yoğun biçimde etkilendi. Özellikle Ortadoğu devletlerinde yaşanan ekonomik problemler ve halkın giderek yoksullaşması ile birlikte yaşam kalitelerinin uluslararası endeksin çok çok altında kalmasına rağmen devlet bazında ve yöneticileri bağlamında artan yolsuzlukların önüne geçilememesi gibi birtakım olaylar zinciri artık halkında sineye çekebileceği noktayı aştı (Doğan & Durgun, 2012: 62). Basının sansürlenmesi, kişisel haklar ve özgürlüklerin önemsenmemesi buna karşılık halkın temel ihtiyaçlarını giderme noktasında bile sıkıntı çekmesi aslında Arap Baharı’nın neden bu kadar büyük bir etkiye sahip olduğunu somut bir biçimde kanıtlamak için yeterli idi. Dikta rejimleri için sonun başlangıcı olan bu isyanlar giderek uluslararası kamuoyunun da dikkatini çekmeyi başardı. Bu dikkatler onlara destek olarak da geri döndü. Dikta rejimleri ise bu dikkatlerden fazlasıyla rahatsız olmaya başladılar ve akabinde protestocuları baskı altına alma girişimlerinde bulundular. Bu girişimler, protestoların en kısa zamanda son bulması ve ülke geneline yayılması adına zamanla şiddetlendi. Bu protestolar domino etkisi yaratarak bütün diktatörlerin kapısına dayanmaya başladı. Bir diğer önemli durağı ise Libya oldu. Yaklaşık 40 yıldır hüküm süren Kaddafi rejimi de bu protestolardan nasibini aldı. Tunus ve diğer ülkelerden farklı olarak Kaddafi bu protestolara çok daha şiddetli biçimde karşılık verdi. Bunun temel sebebi ise diğer ülkelerden farklı olarak Libya’da Kaddafi’nin, rejimin ta kendisi olmasıydı. Bu sebeple diğer ülkelerde rejim adına bir devlet mekanizması korunur iken Libya’da Kaddafi’nin şahsı korunuyor idi (Doğan & Durgun, 2012: 62). Bu bağlamda bir liderin 40 yıllık saltanatını kolay kolay bırakmamak adına ne kadar tehlikeli olabileceği de bir bakıma gözler önüne serilmiş oldu. BM’nin kurulduğu tarihten itibaren uluslararası barış ve güvenlik sık sık tehlikeye girdi. Bu açıdan bakıldığında BM hem bu tehlikelere karşı göstermiş olduğu reaksiyonlar sebebiyle hem de eylemsiz kalması sebebiyle çokça eleştirildi. 2011 yılına gelindiğinde ise bu uluslararası barış ve güvenlik ciddi oranda tehlike altına girdi. Özellikle bölgede yaşanan çatışmaların bir iç savaşa dönüşmesi ve bu iç savaşın ortaya çıkardığı boşluğun terör örgütleri için rahat bir hareket alanı oluşturması dünyayı ciddi anlamda tehlikeye soktu. Bu bölgede var olan terör örgütlerinin yanı sıra yeni bir oluşum olan Irak ve Şam İslam Devleti (IŞİD) örgütü dünya için alarm seviyesinde tehlikelere yol açtı. Bu sebeple BM’nin Libya’ya müdahalesi koruma sorumluluğu bağlamında tartışılırken diğer bölgelere özellikle IŞİD gibi örgütlerin kol gezdiği Suriye konusunda eylemsiz kalması da tartışmalara konu oldu.

4. Libya ve Kaddafi

Libya’yı bu noktaya getiren süreç ele alındığında kuşkusuz en çok lider Kaddafi göze çarpmaktadır. Özellikle nevi şahsına münhasır bir kişilik olan Kaddafi’nin gerek ulusal gerekse uluslararası anlamda liderliği birçok açıdan onun kült bir lider olmasına olanak sağladı. Muhammed El Muammer Kaddafi 1969 yılında Kral İdris’in Türkiye’de bulunmasını fırsat bilerek kurmaylarıyla birlikte yönetime el koydu. Her ne kadar kendisi İslam ve Sosyalizmin sentezlenmesi şeklinde ifade etse de aslında temelinde Cemal Abdülnasır hayranlığı ile birlikte Arap milliyetçiliği yatan bir ideolojiyi benimsedi. Gücü eline aldıktan sonra ise halkın otoritesini sağlamlaştırmak ve dikta rejimini korumak için bir takım planlar uygulamaya koydu. 1969 yılından 2011 yılına kadar ülkeyi tek başına yönetti (Doğan & Durgun, 2012: 66).

Dış politikada Nasır’ın mirası olan Arapları tek çatı altında birleştirme politikasını benimsedi. Bu sebeple birçok Arap ülkesiyle birleşmek için girişimlerde bulundu ancak son kertede başarı sağlayamadı. Belki de bunun en önemli örneği Çad ile birleşme politikası idi ancak başta ABD olmak üzere Batılı devletlerin girişimi sonucu bu politika da başarısız oldu (Doğan & Durgun, 2012: 71).

Kaddafi’nin ülkesinde dikta rejimi uygulamasıyla birlikte onu uluslararası kamuoyunda meşhur kılan bir başka özelliği ise terörü savunması idi. Terör örgütlerine yardımlar sağlaması ülkesinde barındırması ile çokça tepkiye ve yaptırıma maruz kaldı. Batılı devletlere karşı dik başlılığı sebebiyle de birçok devlet adamı tarafından sevilmeyen biriydi. Özellikle yönetimi ele geçirmesiyle birlikte İngilizlerin elinde olan petrol şirketlerini millileştirmesi sebebi dikkatleri üzerinde toplamayı başardı. Diğer Arap liderlerinin aksine birçok konuda Batılı liderlere meydan okuması ise onda hayranı olduğu Cemal Abdülnasır izlenimini uyandırmasını sağladı. (Tuygan, A. 2011:155)

Arap Baharı, Libya’yı da etkisi altına aldığında Kaddafi protestoculara karşı gösterdiği tavrı ile bir kez daha dünya kamuoyunun gündemine oturmayı başardı. Zira Libya’daki olayların diğer ülkelerden bir farkı vardı. Bu fark ise diğer Arap ülkelerinin aksine Libya’da rejim Kaddafi’nin ta kendisi idi. Bu bağlamda eylemler direkt olarak Kaddafi’nin şahsına yönelik yapılıyordu. Bu açıdan bakıldığında Kaddafi’nin korumaya çalıştığı rejim değil kendisi idi.

4.1. Libya ve Arap Baharı

2011 de Tunus’da başlayan protestolar giderek büyüdü ve neredeyse tüm Ortadoğu’yu etkisi altına almayı başardı. Her ülkede farklı bir reaksiyona sebebiyet veren bu eylemler Libya’da ciddi bir şekilde büyüme refleksi göstererek dikta rejiminin gözünü korkutmaya yetti. Arap Baharı’nın sosyolojik ve ekonomik boyutlarının olduğu düşünüldüğü takdirde bu eylemlerin Libya’da neden bu kadar büyüdüğü de anlaşılır idi. Ülkedeki birçok önemli kaynağın dikta rejiminin elinde olması, halkı için en iyi yönetim biçimi olarak sosyalizmi savunması ancak kendisi için bir kapital düzen kuran Kaddafi’ye tepkiler de Arap Baharı’nın cesaretlendirme ile birlikte bir çığ gibi büyüdü. Kaddafi’nin söylemlerinde şiddetten, katliamvari ifadelerden imtina etmemesi uluslararası arenada bir müdahale yapılması fikrini uyandırdı. Özellikle ev ev temizlik yapılacağını taahüt etmesi ve takipçilerine, göstericilere saldırmalarını emretmesi müdahale yanlılarının elini daha da kuvvetlendirdi. (BBC Bu sözler üzerine harekete geçen Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiseri durumun önemini BMGK ve Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi’ne iletti. BMGK de 1970 sayılı kararı ile Libya’daki duruma dâhil oldu (AFAM, 2019).

4.2. Libya’ya müdahale

BMGK’nin almış olduğu 1970 sayılı kararda BM’nin Libya’daki vatandaşların koruma sorumluluğu olduğu hatırlatıldı. Aynı şekilde BM anlaşması gereği BM’nin uluslararası barışı ve güvenliği korumakla sorumlu olduğuna da vurgu yapıldı. Anlaşmanın VII. Bölümü gereğince Kaddafi’nin sivillere yapmış olduğu saldırıyı hemen durdurması, uluslararası yardımları kabul etmesi ve medyaya yönelik baskıların sonlandırılmasını talep edildi. Tüm bunların akabinde BM askeri müdahalede bulunmak için ise hemen harekete geçmedi. Alınacak bir “müdahale” kararının ileride tartışmaya yol açmaması için uluslararası kamuoyunda bir konsensüs oluşmasını bekledi. BM’nin müdahale için beklediği destek Arap ve Afrika liglerinden geldi. Kaddafi’nin şiddetini arttırdığı bir ortamda daha fazla tepkisiz kalmanın uluslararası toplumda olumsuz etkilerinin oluşacağını düşünen Arap devletleri bunun için BMGK’nin acilen müdahale etmesi gerektiğini daha fazla kayıtsız kalınmamasını belirttiler. Bununla birlikte Libya’nın uçuşa yasak bölge ilan edilmesini talep ettiler. Bunun üzerine toplanan BMGK meşhur 1973 sayılı kararı alarak Libya’ya askeri müdahalenin yolunu açtı. Bu müdahaleyi yapması için NATO’yu yetkilendirdi. Akabinde 18 Mart 2011 yılında NATO destekli operasyonlar başlatıldı. Kaddafi rejimi hem havadan hem de denizden abluka altına alındı. Daha fazla müdahaleye karşı koyamayan Kaddafi vatandaşları tarafından saklandığı yerde bulundu ve öldürüldü. Tüm bunların sonucunda BM müdahalenin meşru olabilmesi için uluslararası bir konsensüsün oluşmasını beklemesine rağmen yapılan müdahale çokça tepkiye maruz kaldı. Özellikle koruma sorumluluğu bağlamında ele alındığında her ne kadar sivil insanların hayatı kurtarılmış olsa dahi bölgede oluşan rejim değişikliği bu müdahalenin meşruluğunun sorgulanmasına yol açtı. Nitekim bölgede bulunan çok önemli petrol kaynaklarına rahatlıkla ulaşabilmek için bu müdahalenin yapıldığına dair eleştiriler de yapıldı. Öte yandan Libya’daki huzur ve barışın sağlanması amacıyla gerçekleştirilen operasyonlar sonrası ortaya çıkan farklı gruplar ve bu grupların gücü ele geçirebilmek adına birbirleri ile çatışmaya girmeleri ile iç karışıklık son bulmadığı gibi daha da arttı. Günümüzde bu süreç ise halen devam etmektedir. Müdahaleye yönelik bir diğer eleştiri ise Kaddafi’nin ateşkes taleplerinin dikkate alınmamasıdır (AFAM, 2019).

4.3. Kaddafi sonrası Libya ve BM

BM, Libya’ya müdahale ettikten sonra bölgede bir rejim değişikliği yaşandı. Bir süre ülkede üç farklı hükümet görev aldı. 24 Kasım 2011 tarihinden itibaren Libya’da görev yapan “Geçiş Hükümeti” tarafından yönetilen bir dönem başladı. BMGK, Süheyrat Antlaşması’na onay verip kurulan Ulusal Mutabakat Hükümeti’ni destekler iken yasama organı olarak da Tobruk’taki Temsilciler Meclisi’ni tanıdı. Bu şekilde ülkedeki üç başlı yönetim biçimi de ikiye düştü. Bu meclis aynı zamanda General Hafter’i ordu komutanı olarak atayan meclistir. Hafter’in meşruiyeti bağlamında BM’nin bu meclisi tanıması önemlidir. Eleştirilerin temelinde yatan husus da Kaddafi rejiminin yıkılmasıyla birlikte ülkede oluşan bu istikrarsızlık idi. Zira devletin önemli kurumları da bu iki hükümet tarafından paylaşılmış durumda ve bu kurumların tek elden yönetimi için de hükümetler arası çatışma yaşanmaktadır. İç karışıklık, bölge ile yakından ilgilenen devletlerin de askeri birlikleri ile birlikte Libya’da bulunmasına ortam hazırladı. Bugün hala bölgede bir istikrar ve barış ortamı sağlanamamıştır. BM’nin bu müdahalesi ile 42 yıllık bir hükümranlığın ardından ülkede barış ve istikrarın sağlanacağı düşünülüyordu. Özellikle ülkenin reformlar sonrasında demokratikleşeceği öngörülüyordu ancak Kaddafi rejiminin yıkılmasının ardından ortada demokratileşecek bir devlet aygıtı dahi kalmadı (Brockmier & Stuenkel & Tourinho, 2016: 131).

5. Suriye Krizi

Suriye İç Savaşı’nı anlamak için öncellikle Suriye’nin tarihinden kısaca bahsetmenin yararlı olacağı kanısındayız. Suriye 1. Dünya Savaş’ından sonra Fransız manda himayesi altına girmiş ve Fransa’nın böl-yönet sistemi ile 1946’ya kadar yönetilmiştir. 1946’ta bağımsızlığını kazanan Suriye, devleti kırılgan hale getirecek birkaç belirli olay yaşamıştır. 1963’e gelindiğinde Baas Devrimi olarak isimlendirilen darbe sonucunda Alevi azınlık, siyasi, toplumsal ve ekonomik alanlardaki kontrolü Sünnilerin elinden devralmıştır (Bilgin, 2019). 1971’ten beri Baas Partisi ve Esad ailesi tarafından yönetilen Suriye, Arap Baharı’nın yaşanması ile İç Savaş’a tanıklık etmiştir. 2011 yılı Mart ayında başlayan meşru hak talepleri Esad rejimi tarafından kanlı bir şekilde bastırılmaya çalışılması ve göstericilere doğrudan ateşli silahlar kullanılması iç savaşın başlamasına ve resmileşmesine sebep olmuştur (Ağır & Aksu, 2017). Başlangıcındaki ilk olaya bakmak gerekirse, Dera’da birkaç gencin Beşar Esad karşıtı yazılan duvar yazıları ve polisler tarafından tutuklanan bu gençler için halkın tepkisinden dolayı yapılan eylemler sonucunda başlamıştır (Canyurt, 2018). Suriye Krizi bugün uluslararası alanda bir güvenlik sorunu haline gelmiştir (Semin, 2015). Kriz uluslararası toplumun gündeminde dikkat çekici bir öneme sahip olmuştur. Bu durumun nedenlerine bakmamız gerekirse, Orta Doğu’nun uluslararası siyasette hassas bir konu olması, ABD, Çin ve Rusya gibi küresel aktörlerin ilgisi ve bölgesel aktörlerin güvenlik açısından endişeleri ile Suriye’deki en küçük farklılıklara bile duyarlı olmaları sayılabilir (Ağır & Aksu, 2017). Uluslararası kimlik kazanan Suriye Krizi, en başında kabaca Arap Baharı’nın bir diğer ayağı ve devamı niteliğinde görülmesi aslında zaman içerisinde krizin daha büyük bir ölçeğe sahip olduğu ve sebeplerinin de daha derin ve çeşitli köklere sahip olduğu anlaşılmıştır (Özdemir, 2016). Makalemizde iç savaşa zemin oluşturan ana unsurları iç etkenler ve dış etkenler olarak inceleyip daha sonrasında Birleşmiş Milletler’in bu konuda almış olduğu kararları ve bunların değerlendirilmesi olarak ele alınacaktır.

5.1. Suriye Krizi’ndeki İç Etkenler

İsyanların başladığı zamanlarda Esad’ın kendi halkına karşı savaşında istikrarlı olduğu bilinmektedir. Bu sırada halkın düşüncesi ise Batı’nın buna müsaade etmeyeceği ve böylelikle Esad’ın engelleneceği umudu yönündeydi (Özdemir, 2016). Başlarda reform fikirleri ile öne çıkan Esad, göstericilere şiddetle cevap verip onları aşırıcı Müslümanlar olarak tanımlamış ve hükümeti devirmeyi hedeflediklerini iddia etmiştir (Özdemir, 2016). Suriye’deki süreci sadece Dera’da olanlara ve Arap Baharı’nın domino etkisine bağlamak ya da sadece politik konjonktürden kaynaklandığını söylemek yetersiz kalmaktadır. Pek çok dinamiği bünyesinde bulunduran bu süreç, birkaç başlık altında incelenecektir.

5.1.1. Alevi – Sünni Çatışmaları

Suriye’deki etnik ve dini farklılıklar ve bu farklılıklardan doğan taraflılık iç savaşta dikkat çeken bir unsurdur. Bu savaşa tanıklık eden Şii-Sünni çatışmalarına Alevi dini grubu da dahil olmuştur. Aleviler Fransız Mandası altında siyasi özerkliklerini kazanarak birçok avantajlara sahip olmuşlardır diyebiliriz. Bu grubun Suriye’de önemli yerlere gelmelerini ordu ve Baas Partisi sağlamıştır (Özdemir, 2016). Belli bir süre ordunun Sünni kanadı yükselişte olduysa da 60’lardan sonra kontrolü Aleviler devralmıştır. Ayrıca hükümet her ne kadar dini grupları yakından kontrol etmeye ve her birine eşit davranmaya çalışsa da bu konuda başarı sağlayamamış ve kendi dinini yayma tutumunu benimsemiştir. Bu durum iki grubun arasındaki güven problemini daha da artmıştır (Özdemir, 2016). Bu iki zıt gruptan Sünnilerin Alevi azınlığın güç elde etmesi ile dini ve sosyo-ekonomik çıkarlarının etkilendiğini belirtmişlerdir. Yöneten ile yönetilenin arasındaki mesafe artışı ve ortaya çıkan isyanlar devam ederken bu durum Beşar Esad döneminde artış göstermiştir (Özdemir, 2016). Çoğu Alevi’nin rejimden yana tavır sergilemesi ile iç savaş zamanında birlikte yaşadıkları yerlerde mezhepsel çatışmalar yaşanmıştır. Pek çok Sünni’nin, Baas rejimini İslam karşıtı ve baskıcı olarak nitelendirdiklerinden Aleviler’in rejim için lehine davranış sergilemeleri bu konuda rahatsızlıklarını artırmış ve aynı şekilde Aleviler’de Esad’ın gitmesi durumunda fazlaca şiddete maruz kalacakları korkusu oluşmuştur.

5.1.2. Ekonomik Sebepler

Esad başa geçtiğinde tıpkı babası gibi farklı ekonomik reformlar yapacağına dair söz vermişti. Bunlar Suriye ekonomi piyasasını yabancı yatırımcılara açma, yabancı bankaların çalışmasına müsaade etme gibi yenilikçi atılımlardır. Ekonomik yaşamın derinlemesine politize hale gelmesi Hafız Esad dönemine dayanmakta ve 2000’li yılların çoğunluğunda ülke kaynaklarının azalmasıyla istenilen ekonomik yeniden yapılandırma planlarının da gerçekleştirilmesinde zorluklar ortaya çıkmıştır. Sonucunda yozlaşmış ve şişirilmiş bir bürokrasinin oluşmasına sebep olmuştur (Özdemir, 2016). Mart 2011’deki gösteriler ağırlıklı olarak ekonomik, toplumsal ve politik alanda iyileşme talep eden muhalifler yüksek işsizlik oranları ve yolsuzluk ile mücadele gibi alanlarda kararlı olunması isteklerini dile getirmişlerdir (Canyurt, 2018). Bunlara ek olarak, iç savaşın ekonomik nedenine bir başka açıdan bakacak olursak, küresel ve bölgesel güçlerin ürettiklerini ve tükettiklerini güvence altına alma isteği ve bunun sonucunda oluşan mücadelenin de bu konuda büyük bir önemi vardır. Rejimin ekonomik olarak hayatta kalmasında Rusya ve İran’ın desteği büyük önem arz etmektedir. İç savaştan önce de ekonomik durumu kötü olan ülkenin, rejimin Batılı ambargolara karşı tek başına göğüs germesi mümkün değildir ve bu iki ülkenin ekonomik, siyasal ve askeri yardımları ile ayakta kalmayı başarmıştır (Canyurt, 2018). Kısacası, başlayan gösterilerin ve rejim karşıtı hareketin ardındaki bir diğer etken insanların Esad rejiminin baskıcılığına karşı politik istekleri olduğu kadar yolsuzluk ve işsizlik gibi etkenlerin yarattığı ekonomik ve sosyal sorunların çözüme ulaşması yönünde de ısrarcı bir talepte bulunulmuştur (Adam, 2020).

5.1.3. Baskıcı Rejim politikaları

Olayların başlamasından kısa bir süre sonra savaşan tarafların şiddetlerini gittikçe artırdıkları gözlenmiştir. Rejim yanlısı ve rejim karşıtı olmak üzere sınıflandırdığımızda; rejim yanlıları Esad ve Baas Partisi, Suriye Silahlı Kuvvetleri, Suriyeli milis gruplar, yönetime sadık sosyo-ekonomik seçkinler ve azınlıklar yerel aktörleri oluşturmaktadır. Rejim karşıtı yerel aktörlerde Suriye Ulusal Konseyi, Özgür Suriye Ordusu, PYD/YPG ve IŞİD gibi muhalif gruplardan oluşmaktadır (Bilgin, 2019). Rejim yanlısı güvenlik güçlerinin kanun dışı hareketlerde bulunması, yargının bağımsızlığının olmaması ve sivil özgürlüğe sınırlamalar getirilmesi rejimin Suriye halkı üzerinde baskıcı ve şiddetli bir varlığı söz konusudur. Ülkede muhalif gruplar şiddetle bastırılmış, ülke genelinde süresiz olağanüstü hal ilan edilmiş, tutuklamaların ve işkencelerin sonu gelmemiştir. Şiddeti gün geçtikçe artıran Esad rejimi 2013 yılında sivil halka karşı kimyasal silah kullanmıştır (Ağır ve Aksu, 2017). Muhalif grupların bu olaylara karşı mutlak başarı elde edememelerinin sebeplerinden bazıları; tek çatı altında toplanmış olmamaları, farklı ideolojik hedeflere hizmet etmeleri ve bu konuda keskin ayrışmalar yaşamaları ve belki de en önemli olan ise yerel bir güç sahibi olamayıp bölgesel ve uluslararası güç rekabetinin bir parçası haline gelmeleridir diyebiliriz (Semin, 2015). Son olarak, muhaliflerin sayısı ve gücü azımsanamayacak boyutlarda olmasına rağmen rejimin devrilmesi için yeterli olmamıştır. Bundaki en büyük sebep ise, uzun yıllardan beri söz sahibi olan küresel ve bölgesel güçlerin ülke genelindeki rollerini artırmaları etkili olmuştur (Özdemir, 2016).

5.2. Suriye Krizi’ndeki Dış Etkenler

Tarihte modern Orta Doğu bazı kırılma anları yaşamıştır ve bunlardan birisi de Soğuk Savaş’ın bitimidir (Ağır ve Aksu, 2017). Soğuk Savaş yıllarının politik ortamında otoriter rejimine hayat oluşturmuş Suriye yönetimi daha sonrasında dış politikasından değişiklik yaparak Batıya yaklaşmak istemiştir. Ülkedeki iç savaş kısa sürede güçlü devletlerin çıkar mücadelesine dönüşmüş ve özellikle Libya’ya karşı gerçekleştirilen NATO’nun müdahalesinden sonra daha temkinli yaklaşmayı tercih eden dünya, süreci uzaktan sessizce izlemektedir. Bu kısımda kısaca Suriye’nin Rusya ve İran ile ilişkileri ve iç savaş sırasındaki etkileşimlerinden bahsedilecektir.

5.2.1. Suriye’nin Rusya ve İran ile ilişkisi

Yabancı müdahalecilerin motivasyonlarına baktığımızda stratejik çıkarların en önemlilerinden birisi ittifakın mevcudiyetidir. Bu bağlamda iki ittifak söz konusudur; Suriye-Rusya ittifakı ve Suriye-İran ittifakı (Bilgin, 2019). Suriye’nin Rusya ile ilişkisi Sovyet Rusya (SSCB) zamanlarına dayanır. 20 seneden fazladır askeri mühimmatını Sovyetlerden alıp, Sovyetlerin Suriye’de büyük bir askeri varlığının olması ikili arasında sıkı ilişkiler kurulduğu görülmektedir (Özdemir, 2016). Rusya askeri üsleri aracılığıyla Akdeniz’e ulaşmış olma konumunu sürdürmek ve küresel bir güç olduğunu ispat etme çabasında olmasından dolayı da Suriye’ye ayrı bir önem vermektedir (Ağır ve Aksu, 2017). Arap Baharının yaşanmasıyla Rusya adeta korucuyu gibi Esad rejimini destekleme kararı alıp rejim değişikliğine karşı direnişin bir sembolü haline gelmiştir dememiz yanlış olmaz. Suriye’nin İran ile ilişkisini anlamak için ise ikisinin de temel dış politika önceliklerini iyi anlamak gerektiğini düşünüyoruz. Her ikisinin de birincil önceliği rejimlerinin devamlılığını sağlamak ve diğer öncelikleri milli güvenlik ve toprak bütünlüğünü korumaktır. İç savaş sürecinde de İran’ın güvenlik ve istihbarat servisleri Suriye ordusuna Esad’ın konumunu korumak için yardım etmektedir. Bunlara ek olarak, Esad rejimine Rusya ve İran’ın aktif ekonomik ve askeri yardımları bu bağlamda Suriye rejiminin ayakta kalma nedenlerinin en önemlilerinden birisi olduğunu ifade etmek doğru bir tespit olacaktır (Canyurt, 2018).

5.2.2. Birleşmiş Milletler’in Aldığı Kararlar & Bunların Değerlendirilmesi

Her şeyden önce bir Amerikan projesi olan Birleşmiş Milletler, İkinci Dünya Savaşı’nın galiplerinin kendilerini veto yetkisiyle ödüllendirmiş olmaları nedeniyle adaletli olmayan bir işleyişe sahiptir. BM örgütünün kurulduğu tarihten 1990’lara kadarki süreçte örgüt vaat ettiği işlevleri yerine getirememiştir. Özellikle Soğuk Savaş döneminde ABD’nin çektiği kapitalist bloğa mensup ülkeler ile Sovyetler Birliği öncülüğündeki sosyalist ülkeler arasındaki çift kutupluluğun tetiklenmiş olması, Güvenlik Konseyi’nin aktif bir şekilde harekete geçirilememesine sebep olmuştur. Buna örnek olarak, ABD’nin 1965-1973 yıllarında Vietnam’ı işgal etmesi ve her türlü savaş suçu işlemiş olması, Sovyetler Birliği’nin de Macaristan ve Afganistan’ı işgal etmesi Güvenlik Konseyi’nin bu saldırganlıklara müdahil etmemiş olduğunu göstermektedir (Ağır ve Aksu, 2017). Ayrıca, İsrail’in uluslararası hukuka aykırı işgallerine karşı yaptırımlar da sonuçsuz kalmış olması bu konuda verilebilecek bir diğer örnektir.

Suriye’ye baktığımızda, yaşanan insani dramların çokta fazla dikkate alınmadığı bu krize yönelik BM, Güvenlik Konseyi’nin yapısı nedeniyle, etkili politikalar gerçekleştirememiştir. BM Anlaşması’nda örgütün amaçları devletlerin gelecekteki askeri çatışmaları engelleme ve devletler arasındaki ekonomik ve sosyal ilişkileri iyileştirme konusunda yardımcı olacak bir kuruluş oluşturma isteklerini ifade edecek kadar geniş kapsamlıdır (Ağır ve Aksu, 2017). Birleşmiş Milletler’in küresel sorunların çözümündeki başarısızlığı çeşitli nedenlere dayandırılsa da en önemlisi Güvenlik Konseyi’nin yapısı gösterilmektedir (Ağır ve Aksu, 2017). Suriye’de yaşananlar ilk olarak 2011 yılında ele alındığında Güvenlik Konseyi toplantısında gündeme gelmiş; ABD, Fransa ve İngiltere soruna çözüm bulunması yönünde kararlar almak istemelerine rağmen Rusya ve Çin Suriye’nin içişlerine yönelik herhangi bir müdahalenin kabul edilemez olduğunu gerekçe göstererek konunun görüşülmesine karşı çıkmıştır. Güvenlik Konseyi’ndeki daimi ülkelerin iki bloğa ayrılmış olması tıpkı diğer küresel sorunlarda olduğu gibi Suriye içinde bir karara varılmasını olanaksız kılmaktadır.

BM’nin içerisinde yaşadığı bu zıtlaşmalara rağmen Suriye için aldığı kararlara bakmamız gerekirse, Annan Planı ve daha sonrasında arabuluculuk görevinin Brahimi’ye verildiği zamana odaklanabiliriz çünkü bu iki arabuluculuk süreci, özellikle Annan Planı, barışa her iki taraf açısından da en yakın olunduğu zamanlardı. Güvenlik Konseyi 1990 yılının başlarında “İnsani Müdahale Doktrini” adı altında geliştirdiği doktrine göre; herhangi bir devletin ülkesinde soykırım, iç savaş, askeri darbe gibi insan hakları ihlalleri ya da felaketleri olduğu takdirde Güvenlik Konseyi gerekirse askeri müdahale kararı alabileceği bildirilmiştir (Ağır ve Aksu, 2017). Bu doktrine baktığımızda Suriye için işlevsiz kaldığını görmekteyiz. Birleşmiş Milletler Yemen’de ve Libya’da olduğu gibi Suriye’deki durum için de yüz binlerce insanın hayatını kaybetmesine ve mağduriyetini önleyememiştir. Annan Planı Suriye’de barışı sağlayabilmek amacı ile BM ve Arap Birliği tarafından temsilci olarak atanan Kofi Annan tarafından hazırlanan plan 2012 yılında Suriye krizine çözüm arayışlarının bir parçası olarak devreye girmiş lakin başarı sağlayamamıştır. Annan’ın sonuçsuz kalan planından sonra arabuluculuk görevi Lakhdar Brahimi’ye devredilmiştir (Canyurt, 2018). İki yıl arabuluculuk faaliyetlerini sürdüren Brahimi, Esad tarafınca “uluslararası barış gücü” ve “ulusal birlik kabinesi” önerileri kabul alınmış ancak Batı’nın yeterince çaba göstermemesinden dolayı iç savaş Suriye’yi yok etmeye devam etmiştir (Canyurt, 2018).

6. Libya ve Suriye karşılaştırması

Libya örneğinde olduğu gibi NATO’nun Suriye’ye de müdahale olasılığının olması barış ortamının sağlanabilmesindeki bir diğer yoldur diyebiliriz. Ancak, teorik olarak mümkün gibi gözükse de, NATO’nun birçok devleti karşı karşıya getirme ve bölgesel bir çatışmaya yol açma ihtimalini göz önünde bulundurarak Suriye için bir askeri operasyon pratikte gerçekleşmesi zordur (Canyurt, 2018). Öte yandan Libya’ya yapılan müdahalenin ardından rejim değişikliğinin yaşanması ve akabinde ülkede bir hükümet boşluğunun oluşmasıyla birlikte Suriye’ye aynı şekilde müdahale edilmesinin bir nevi yolları kapanmış oldu. Aynı zamanda Libya’ya müdahale için çıkartılan 1973 sayılı kararın koruma sorumluluğu bağlamında meşruluğunun sorgulanması, Suriye için müdahale yanlısı bir uluslararası konsensüsü oluşturamadı.

7. Sonuç

İkinci Dünya Savaşı’ndan itibaren dünyada uluslararası barış ve güvenlik bir dünya savaşı boyutunda olmasa bile uluslararası kamuoyunu rahatsız edecek şekilde belirli aralıklarla tehlikeye girdi. Bu durumlarda müdahale hakkı bulunan BM kimi zaman müdahale kararı almış olsa da, kimi zaman en haklı olduğu durumlarda bile müdahale hakkını kullanmayıp sessizliğini korumakla yetindi. Aslına bakılacak olursa müdahaleleri de sessizliği kadar çokça eleştiriye maruz kaldı. Sebebi ise yapılan müdahalelerin meşruluğu idi. Tunuslu bir vatandaşın kendisini yakmasıyla birlikte başlayan protestoların neredeyse tüm Orta Doğu ve Kuzey Afrika’ya sirayet etmesi dünya kamuoyu tarafından Arap Baharı olarak adlandırıldı. Arap Baharı sürecinde otokratik liderler çoğu zaman bu protestoları bastırmak adına orantısız güç kullanımına başvurdular. Bu sebeple uluslararası kamuoyunda ciddi bir rahatsızlık oluştu. Sivil vatandaşlar, devletleri tarafından sistematik işkence ve tacize maruz bırakılıyordı hem de tüm dünyanın gözü önünde. Protestoların şiddetlendiği ülkelerden biri olan Libya’da ise otokratik lider Kaddafi’nin, göstericilere karşı gösterdiği tavır artık bir müdahale edilmesinin algısını oluşturdu. Bu bağlamda 1973 sayılı askeri müdahale kararını çıkaran BM, bu müdahaleyi yapması için ise NATO’yu yetkilendirdi. Ancak NATO’nun müdahalesi sonrasında bölgede yaşanılan rejim değişikliği ve oluşturulamayan barış ortamı nedeniyle bu müdahale meşruiyet bağlamında eleştirilerin odağı haline geldi. Kaddafi rejiminin yıkılmasından sonra özellikle yeniden inşa sürecinin gerçekleşmemesi, ülkedeki iç karışıklığın daha şiddetlenmesi bakımından BM’nin müdahalesinin meşruluğuna gölge düşürdü.

Öte yandan, Suriye Krizi’ni incelediğimizde uzun yıllardır devam eden iç savaşın yalnızca Arap Baharı’ndan etkilenerek ortaya çıkan halk hareketinin bir sonucu olmadığını, içsel ve dışsal etkenlerin ve Suriye tarihinin bir bileşimi olarak ortaya çıktığını görmekteyiz. BM’nin bu konudaki yeri ve tavrına baktığımızda da, örgütün yürütme organı olan Güvenlik Konseyi’ndeki bütün daimi üyelerin birlikteliği ile karar almak zorunda oluşu bu konuda örgütü zayıf ve başarısız göstermiştir. Yine de küresel sistemde BM’den başka alternatif olmadığını kanısındayız ve örgüt sisteminin adil ve hızlı karar alıp uygulayabilecek bir yapıya dönüşmesi dünya barışı açısından zorunlu bir önem arz ettiğini düşünmekteyiz. Suriye konusunda BM’nin yalnızca aylık ülkedeki insani kaybı raporlayıp açıklaması yeterli ve doğru bir tavır değildir (Semin, 2015). Siyasi çözümün olmadığı insani yardımların Suriye ve Suriyeliler için sorunların çözümünde uzun vadede yarar sağlanması beklenemez (Ağır ve Aksu, 2017). Son olarak ve genel bir analiz yapıldığında, aslında uluslararası alanda bir kural boşluğu olduğundan değil, var olan kuralların uygulatabilecek bir otorite boşluğu söz konusudur diyebiliriz (Ağır ve Aksu, 2017).

Şevin Fırat

Dilara Özkan

Uluslararası Örgütler Staj Programı

KAYNAKÇA:

Adam, I. O. (2020) 2011 Suriye Devrimi’nin Sosyo-Ekonomik Nedenleri.

Ağır, O., & Aksu, Z. (2017). Birleşmiş Milletlerin Suriye Krizine Yönelik Politikalarının Değerlendirilmesi.

Altıner, B., (2014), Birleşmiş Milletler: Amacı, Gelişimi, Etkinliği, Uluslararası Güvenliğe Katkısı ve Geleceği. Avrasya Sosyal ve Ekonomi Araştırmaları Dergisi. 1-9

Bilgin, İ. (2019). Suriye İç Savaşı’nda Küresel ve Bölgesel Güçlerin Kesişen Müdahaleleri: Nedenler, Yöntemler ve Zamanlar. Uluslararası İlişkiler ve Diplomasi2(1), 1-19.

Brockmier, S., Stuenkel, O., Tourinho, M., (2016), The Impact of the Libya Intervention Debates on Norms of Protection. Global Society.

Canyurt, D. (2018). Kazananı Olmayan Savaş “Suriye İç Savaşı”: Neden Bitmedi, Barış Nasıl Gelebilir?. Uluslararası Yönetim İktisat ve İşletme Dergisi, 14(4), 1103-1120.

Doğan,G., Durgun, B., (2012), Arap Baharı ve Libya: Tarihsel Süreç ve Demokratikleşme Kavramı Çerçevesinde Bir Değerlendirme. Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. 61-90

Doğan, M., Uluslararası Hukukta Koruma Sorumluluğu ve 2011 Libya Müdahalesi (23 Aralık 2019) Erişim Adresi: https://afam.org.tr/uluslararasi-hukukta-koruma-sorumlulugu-ve-2011-libya-mudahalesi/

Güneş, B., (2018), Libya İç Savaşı ve Kriz Yönetimi. Güvenlik Bilimleri Dergisi. 263-291

Karaoğlu, A., (2019), Libya’ya Askeri Müdahale ve Uluslararası Hukukta Yeniden İnşa Sorumluluğu. İstanbul Medipol Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi. 200-223

Özdemir, Ç. (2016). Suriye’de İç Savaşın Nedenleri: Otokratik Yönetim mi, Bölgesel ve Küresel Güçler mi?. Bilgi Sosyal Bilimler Dergisi, (2), 81-102.

Semin, A. (2015). Suriye Krizindeki İç Dinamikler: ÖSO-IŞİD-PYD Denklemi. Bilge Adamlar Stratejik Araştırmalar Merkezi (BİLGESAM) Analiz (elektronik versiyon), 1234, 1-8.

Sürücoğlu, O., (2017), Koruma Sorumluluğu: Darfur Krizi ve Libya Müdahalesi Çerçevesinde Bir Değerlendirme. Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi. 603-628.

Tuygan, A.,(2011), Arap Baharı ve Libya Örneği. Serbest Kürsü. 151-162.

 

Sosyal Medyada Paylaş

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Tarih:

Beğenebileceğinizi Düşündük
Yazılar

Orta Güçler Çok Kutuplu Bir Dünya Yaratacak

Dani Rodrik - Cambridge Bu yazı ilk olarak 11 Kasım...

Amerika Bir Sonraki Sovyetler Birliği mi?

Harold James, Princeton Üniversitesi'nde Tarih ve Uluslararası İlişkiler Profesörü. Bu...

Stabil Kripto Paralar Doların Küresel Statüsünü Koruyabilir

Paul Ryan, ABD Temsilciler Meclisi'nin eski sözcüsü (2015-19), American...

Avrasya’da Kolektif Güvenlik: Moskova ve Yeni Delhi’den Bakışlar

Collective Security in (Eur)Asia: Views from Moscow and New...