Birleş(eme)miş Milletler Örgütü’nün Geleceği Sorgulanmalı

Yaşanılan iki büyük dünya savaşı, kaybolan milyonlarca can, maruz kalınan ekonomik çöküntü ve Milletler Cemiyeti’nin başarısızlığı yeni bir örgütlenmenin kurulmasını zorunlu kılmıştı. Temel insan haklarına veril(emey)en önemin tekrar gözden geçirilmesi, insan onur ve haysiyetine uygun yaşam standartlarının sağlanması, gelecek kuşakları yaşanılacak felaketlerden korumak için uluslararası arenada kuvvet kullanılmasının küresel çapta yasaklanması gerekiyordu. Amacı uluslararası barış ve güvenliği korumak olan ve bu amaç doğrultusunda barışın uğrayacağı tehditleri önlemek ve bunları boşa çıkarmak, saldırı ya da barışın başka yollarla bozulması eylemlerini bastırmak üzere etkin ortak önlemler almak ve barışın bozulmasına yol açabilecek nitelikteki uluslararası uyuşmazlık veya durumların düzeltilmesini ya da çözümlenmesini barışçı yollarla, adalet ve uluslararası hukuk ilkelerine uygun olarak gerçekleştirmek olan Birleşmiş Milletler örgütü, 1945 yılında 51 üyeyle kurulmuş ve yıllar içerisinde üye sayısı 193’e ulaşmıştır. Bir gerçek var ki Birleşmiş Milletler’in kurulmasıyla dünya halkı insanlığın geleceğinden biraz olsun ümitvâr olmuştu. Çünkü dünya tarihi boyunca ilk defa savaş da dâhil olmak üzere her türlü kuvvet kullanılması küresel olarak yasaklanmış ve uyuşmazlıkların çözümü için uluslararası hukuk ilkeleri gözetilerek barışçı çözüm yöntemlerinin kullanılması zorunlu kılınmıştı. Ayrıca tüm üyelerinin egemen eşitliği ilkesi üzerine kurulmuş olan Birleşmiş Milletler örgütü, dünya barışını güçlendirmek için her türlü uygun önlemleri almayı da kendisine görev addetmişti.

 

Ancak zaman geçtikçe Birleşmiş Milletler örgütünün kendisinden beklenilen görevleri yerine getiremediği çok açık bir şekilde görülmeye başlandı. BM Güvenlik Konseyi’nin siyasi nitelikli yapılanmasının da bu başarısızlıktaki rolü çok büyüktür. Ruanda, Bosna Hersek, Afganistan, Etiyopya, Hocalı, Kıbrıs, Irak gibi başlıca ülkelerde yaşanılan insani katliamların önüne gerek siyasi gerek kurumsal mekanizmadaki aksaklıklar sebepleriyle geçilememiş, 2010 yılının sonunda Arap Baharı adıyla Tunus’ta başlayan ve giderek Orta Doğu’daki birçok ülkeye yayılan ayaklanmalarda yaşanılan insan hakları ihlallerinde adeta sessiz kalmıştır. Özellikle Libya ve Suriye’de yaşanılan insanlık dramlarında kılını bile kıpırdatmayarak asli vazifesi olan uluslararası barış ve güvenliği korumak için gerekli her türlü önlemi alma konusunda hiçbir adım atmamıştır.

Son olarak, 3 Temmuz 2013 tarihinde Mısır’da iç karışıklıklar nedeni ile Genelkurmay Başkanı Abdülfettah el Sisi’nin ve ordunun hükümet ve eylemcilere verdiği 48 saatlik uzlaşma süresinin dolması ve herhangi bir çözüm adımı atılamamasın ardından Mısır’da ülke yönetimine el koyulmuştur. Tamamen demokratik ilkeler çerçevesinde henüz bir sene önce seçimle göreve gelen cumhurbaşkanı Muhammed Mursi, ordu tarafından devrilerek ev hapsine mahkûm edilmiş ve Mısır’da parlamento görevini gören Şura Meclisi feshedilmiştir. Bunun üzerine Muhammed Mursi ve demokrasi taraftarı siviller ayaklanarak darbeci rejime karşı protesto gösterilerine başladı. 27 Temmuz sabahı güvenlik güçlerinin Rabiatül Adeviyye Camii ve civar caddelerde göstericilerin üzerine gerçek mermilerle ateş açması sonucu en az 200 kişi ölmüş, yüzlerce kişi yaralanmıştır. Mısır ordusu, 14 Ağustos sabahı demokrasi yanlısı göstericilere ikinci kez gerçek mermiler ile saldırı gerçekleştirmiştir. Başkent Kahire’de Mısır hükümetini deviren Mısır ordusu tarafından gerçekleştirilen katliamda, Mısır Sağlık Bakanlığı’na göre en az 149 kişi, Müslüman Kardeşler harekâtına göre ise en az 2 bin kişi ölmüştür.

Uluslararası kamuoyu Mısır’daki askeri devrim ve katliamlar ile meşgul iken, 21 Temmuz 2013 günü Suriye’de Esed yönetiminin Şam’ın kırsalına yönelik kimyasal saldırıda bulunduğu iddia edildi. Suriye Devrim Konseyi, kimyasal silah saldırısında ölenlerin sayısının 1.300’ü aştığını bildirdi. Yayınlanan görüntülerde ise ölenlerin büyük çoğunluğunun çocuk olduğu dikkat çekiyor. Bölgedeki aktivistler daha önce yaptıkları açıklamalarda yoğun saldırılar nedeniyle 3 bin 600 kişinin de yaralandığını belirtmişti.

Dünya kamuoyu yaşanılan bu katliamları şiddetli bir şekilde protesto ederken, uluslararası barışın ve güvenliğin teminatçısı durumundaki Birleşmiş Milletler örgütü ise söz konusu olaylar için sadece bir kınama mesajı yayınlayarak, uluslararası uyuşmazlıkların çözümü noktasındaki acizliğini bir kez daha kanıtlamış oldu. Oysa Birleşmiş Milletler’i oluşturan tüm üye devletlerin Genel Kurul aracılığıyla Güvenlik Konseyi’ni harekete geçirme noktasında yönlendirebilmesi mümkün iken, bu birleşmenin bile sağlanamamış olması demokrasi sınavı veren batı dünyası açısından çok acı, talihsiz ve kaygı verici bir durumdur.

Bu noktada yapılması gerekenler ise Birleşmiş Milletler’in uluslararası arenada ihtiyaçlara cevap vermekte yetersiz kaldığının kabul edilmesinden geçiyor. Bu acı gerçeğin kabul edilmesi halinde devletlerin, özellikle dünya muvazenesinde etkisini giderek göstermeye başlayan Türkiye’nin, yeni bir yapılanmaya öncülük etmesi gerekmektedir. Tamamen eşit statüde ve karar verme mekanizmasında eşit kuvvete sahip devletlerin olduğu yeni bir kurumsal yapının örgütlenmesine çok acil ihtiyaç vardır. Nasıl ki I. Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan Milletler Cemiyeti’nin görevini yerine getirmekte yetersiz olduğu herkes tarafından gözlemlenince Birleşmiş Milletler’in kurulması çalışmalarına başlanmışsa, aynen öyle de yeni bir küresel nitelikli bir uluslararası kuruluşun ortaya çıkarılması gerekmektedir. Yeni kurulacak olan örgütte üzerinde önemle durulması gerekli konuların başında ise kuvvet kullanmanın kesin olarak bir kez daha yasaklanması, ancak bu yasağın ihlal edilmesi durumunda ise çok daha etkili bir yaptırım mekanizmasının devreye sokulması gerekmektedir. Düzenlenmesi gereken bir başka husus ise temel insan haklarının açık bir şekilde ihlal edildiğinin tespit edilmesi durumunda, adı geçen devlete insani müdahalenin yapılması gerektiği konusunda açık bir yetkinin bulunması gerekmektedir. Bu konudaki eleştirilerin başında gelen egemenlik ilkesinin, küreselleşen yeni dünya düzeni göz önüne alınarak tekrardan tanımlanmaya ihtiyacı vardır.

Gelecek kuşaklara bırakacağımız en güzel mirasın dünya genelinde barış ve huzurun sağlanması olacağı unutulmamalıdır. Bu konuda atılması gereken adımların bir gün bile gecikmesi, yaşanılan ölümlerin ve acıların her geçen gün artması anlamına gelmektedir. Bu bakımdan uluslararası kamuoyunun bir an önce birleşerek, gerçek bir “birleşmiş” milletler örgütü kurmasına ihtiyacı vardır.

 

Arş. Gör. M. Yusuf EREN

Selçuk Üniversitesi Hukuk Fakültesi Milletlerarası Hukuk Anabilim Dalı

Twitter: @myusuferen

 

Sosyal Medyada Paylaş

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Tarih:

Beğenebileceğinizi Düşündük
Yazılar

Yapay Zeka Diplomasisi: AI Diplomasisinin Yükselen Çağı

The Emerging Age of AI Diplomacy To compete with China,...

Kolektif Kimlik Bağlamında Sosyal Bütünleşme: Gezi Parkı Olaylarından Bir Perspektif

Fazilet Bektaş Sivil Toplum Çalışmaları o-Staj Programı Özet Bu çalışma, uluslararası alan...

Teknolojinin İpek Yolu: Otoriterleşme ve Çin’den Dünyaya Uzanan Dijital Otoriteryanizm

Nazlı Derin Yolcu Sivil Toplum Çalışmaları o-Staj Programı Özet Dünyada geçmişten günümüze...

Arap Baharı ve Demokratikleşme: Tunus ve Mısır’da Sivil Toplumun Karşılaştırmalı Rolü

Ayça Özalp  Sivil Toplum Çalışmaları o-Staj Programı Giriş Demokratikleşme ve sivil toplum...