Bir önceki yazımızda, gündelik siyasette sıkça kullanılan fakat buna karşın esasında ne olduğu pek az sorgulanan askeri vesayetin kavramsal, tarihsel ve politik yönlerini irdelemeye çalışmıştık. Bugünse, askeri vesayetin dış politikaya nasıl yansıdığını, ordunun dış politikaya dair eğilimleri, söylemleri ve edimleri temelinde, dış politikadaki karar alma ve politika üretme süreçlerinin gelişmesinde askeri vesayetin etkisinin ne anlama geldiğini sorgulayacağız.
Farkındalık düzeyi gelişmiş ortalama üstü bir insan için hayatı ve etrafında olup bitenleri anlamlandırmak güç bir iş olmalı; nitekim bu insan, olan bitenleri komplike bir ağ olarak görüp buna göre stratejiler üretme ihtiyacını hisseder. Oysa askerler için böyle bir mesele yoktur, onlara göre hayat, yenmekten ve yenilmekten ibaret olan, özünde güce dayalı olup güçlü olanın ayakta kalıp varlığını sürdürebileceği bir iştir. Ortalama bir askerin zihniyet algısı, hayatın her alanını bu kodlarla okumaktadır. Ordunun dış politikadan ne anladığını kurcalarken, bu ön hatırlatmayı akılda tutmakta fayda var.
Reel – politik ve ulusal güvenlik, ordu için dış politikada her zaman belirleyici ve öncelikli kavramlar olmuştur. Askerlerin zihniyet algıları, hayatın her alanı gibi dış politikanın da bir kesin mücadele alanı olup güçsüz olanın yok olacağı bir alan olduğu yönündedir. Varlıkları hiçbir zaman tükenmeyen iç ve dış düşman kategorileri, dış politika üretilirken atılan her adımı “ulusal güvenlik ve tehdit algısı” bağlamında değerlendirip sonuçlandırmak, ordunun bildik reflekslerindendir. Ordu, dış politikanın esasında güce dayalı bir alan olduğunu ve bir tür “sürekli olağanüstü hal” diyebileceğimiz şekilde ülke güvenliğinin her an tehdit altında olduğunu düşünmektedir ve yine ordu, herhangi bir sorunu ulusal güvenlik söylemi ile tekeline aldıktan sonra kendi eğilimini ve fikirlerini yasal organlar eliyle (Milli Güvenlik Kurumu – MGK)“milli/resmi politika” olarak kabul ettirerek her türlü eleştiriden ve sapmadan uzak bir yere yerleştirir. Yani daha sade olarak ifade edecek olursak; ilk aşamada ordu, bir ulusal güvenlik konsepti üretiyor ve bu konsept bağlamında bir reel politik – ulusal güvenlik söylemi inşa ediliyor. İkinci aşamada, bu söylem, başta MGK olmak üzere tüm resmi ve gayrı resmi kanallar üzerinden sivil siyasete “aktarılıyor” ve siyasi ve moral meşruiyet sağlanmış oluyor. Son aşamada ise yetkili siviller, ordunun inşa ettiği konsept ve söylem üzerinden, dış politikayı yürütüyor.
Bu bakımdan Türkiye’de tarihsel olarak ordu, dış politikadaki karar alma ve politika üretim süreçlerini sivillere bırakma konusunda epey isteksiz davranmış, hatta dış politikada ordu, karar alma süreçlerini yönlendiren ve politika üreten güç olurken, sivillerse bu sürecin uygulayıcısı olmaktan öteye gidememiş, ordunun ulusal güvenlik ve reel politik konseptine teslim olmuşlardır. Buna karşılık diplomat ise, ortalama bir askerden çok farklı bir zihniyet dünyasına ve akıl yürütme tekniğine sahiptir. Diplomasi, dış politikayı bir stratejik alan olarak görür ve kazanma ile kaybetmeye eşit şans verir; bir kazancı mutlak kazanç kabul etmediği gibi, bir kaybı da mutlak bir kayıp olarak değerlendirmez ve müzakere yolu ile eldeki kazanımları ortaya koyarak en iyi sonucu almaya çabalar. Bu bakımdan şunu söylemek mümkündür ki, Türk dış politikasında tarihsel olarak baskın olan eğilim, asker merkezli ve zihniyet itibariyle diplomasiyi/diplomatı dışlayan, salt güce dayalı yaklaşım olmuştur.
Dış politika alanına giren konuların hemen hepsi, ulusal güvenlik konsepti içerisinden okunduğu için dış politika, ordunun doğal görev alanına giren bir alan olarak kabul edilmiş, dış politika ile milli savunma, aynı başlığın iki yakın veçhesi olarak görülerek dış politikadaki karar alma süreçleri, ordunun konsepti ile inşa edilmiş, uygulama ise sivillere bırakılmıştır. Kıbrıs sorunu, ordunun dış politika üzerindeki tahakkümünü en açık sergilediği başlık olarak göze çarpmaktadır. Nitekim, AKP’nin 2002’de iktidara gelmesinin ardından Kıbrıs sorununda devlet politikasının yönünü radikal bir şekilde değiştirmeye kalkmasının ardından ordunun gösterdiği sert refleks, silahlı kuvvetlerin dış politik alandaki hayati alanlarından birini koruma çabasından öte, Kıbrıs’ın ordunun dış politika üzerindeki tahakkümünün sembolü olması ve AKP’nin bu sembole zarar verdiği kanısı yatıyordu.
Soğuk Savaş sonrası dönemde dış politika, diplomasiyi, ekonomik gücü siyasete yansıtabilmeyi ve sorunlara çoklu ve küresel bir vizyonla yaklaşabilmeyi önemli kıldı. Dolayısıyla Türkiye’de AKP ile birlikte dış politkada askeri tahakkümün azalması, salt AKP’nin dış politika tercihleriyle ilintili değil, aynı zamanda küresel konjonktürün de bir yansımasıdır. Dış politikayı kaba bir güç mücadelesinden ibaret gören, müzakere mefhumunu basit bir kazanan – kaybeden ayrımına indirgeyen ve tüm ara süreçleri yok sayan bir yaklaşım, tarihin tozlu raflarında yer alalı epey oluyor. Bu nedenle, ordunun beslediği reel politikçi yaklaşımın bugünün dış politika konseptinde bir karşılığı olmadığını teslim etmemiz gerekiyor. Fakat aynı zamanda, bir önceki yazıda da vurguladığımız gibi, dış politikada askeri vesayetin sona erdiğini söylemek için, henüz erken; bundan emin olabilmek için AKP’den sonra gelecek iktidarlar dönemindeki asker – sivil ilişkileri, daha gerçekçi ve net analizlere imkân tanıyacaktır.
Emrah Aslan
Hamburg Üniversitesi
Yüksek Lisans Öğrencisi