Son yazımda, Bin Laden’in ölümünün Amerikan iç politikasına etkisini ele almıştım. Şüphesiz ki Laden’in ölümü Amerikan iç politikasında olduğu kadar, dış politikasında da ciddi anlamda etkili olacaktır. Hem Amerika Birleşik Devletleri’nin genel dış politika bakışında, hem Amerika-Pakistan, Amerika-Afganistan gibi ikili ilişkilerinde; bunlarla birlikte genel dünya politikasında farklı gidişatlar olacağı kesindir. Öncelikle Bin Laden sonrası Amerika-Pakistan ilişkilerine değinmek gerektiğine inanıyorum.
11 Eylül saldırılarından sonra ABD, Afganistan’a karşı yapacağı müdahaleye başlamak suretiyle, Pakistan’la ikili ilişkilerini çok sıcak tutmaya başladı. Bu yakınlık hem ABD’nin Afganistan müdahalesinde, hem de müdahale sonrası Afgansitan-Pakistan sınırında Taliban’la mücadelesinde ABD için önemli rol oynadı. Bush döneminden Obama dönemine kadar geçen süre içerisinde ilişkiler bu bağlamda devam etti. Ancak unutulmaması gereken önemli bir gerçek şuydu ki; ABD için Pakistan, sadece terörle mücadele konusunda Afganistan’a karşı bir birliktelik olmanın dışında Pakistan’daki nükleer silahlar da Amerika’nın Pakistan’a bakışında önemli bir rol oynamaktaydı. ABD’nin yakın müttefiki olan ve nükleerleşmiş bir Hindistan karşısında dikkat edilmesi gereken bir etken olarak da Pakistan’ın görüldüğü aşikârdır. Pakistan’daki nükleer silahların ordunun kontrolünde olduğu bilinen bir gerçektir. Ülkedeki lâik düzenin temsilcisi olarak görünen ordunun nükleer silahları kontrol etmesi, Amerika tarafından tercih edilen bir unsur olmuştur. Ancak radikal grupların git gide gücünü arttırması ve muhtemel bir rejim değişikliği ihtimaliyle bile nükleer silahların nasıl bir mentalite altına gireceği konusu Amerika’yı zaten yıllardır Pakistan konusunda tedarikli davranmaya ve temkinli olmaya sevk etmiştir. Bununla birlikte, başkan Obama’nın daha seçim kampanyası sürecinde Amerikan kamuoyunda Irak ve İran’ın dış politikada revaçta olduğu bir dönemde, herşeyi bir kenara koyup, dış politika önceliğinin Afganistan ve Pakistan olduğunu açıklaması ikili ilişkiler açısından çok önemlidir. Nitekim, iktidara gelmesiyle birlikte Irak ve İran’dan ziyade, eğilimini vaadleri doğrultusunda Pakistan ve Afganistan’a yönelten Obama yönetimi, 2009’da Amerikan kongresinden çıkarttığı kararla 7.5 milyar dolarlık askeri olmayan bir yardım paketini onaylamıştır. Bununla birlikte, Amerikan Uluslararası Kalkınma Bürosu ve Birleşmiş Milletler Dünya Gıda Programı ile birlikte Pakistan’a 8.4 milyon dolarlık bir yardım için de anlaşmaya varmıştır.
Bütün bu gelişmelerin yanında, ilişkileri geren önemli etkenler de 2000’li yıllardan itibaren ortaya çıkmaya başladı. Pakistan’da radikalleşen unsurlar ve bu unsurların nükleer silahları bir devrimle kontrol altına alması korkusu, üstüne üstlük bir de Benazir Butto’nun öldürülmesi, Amerika-Pakistan ilişkilerinde önemli gerilmelerin başlangıcı oldu. Bununla birlikte, 2009 yılında Pervez Müşerref’in yaptığı açıklamalar, ikili ilişkilerdeki gerginliğin hat safhaya ulaşmasına sebep oldu. Müşerref yaptığı açıklamada, Amerika’nın Pakistan’a yaptığı askeri olmayan yardımlarının Pakistan tarafından Hindistan’la ortaya çıkabilecek bir gerginlik durumuna ilişkin güvenlik önlemleri almak maksatlı kullanıldığını açıklamıştı. İlişkilerin ciddi anlamda gerilmesine sebep olan bu açıklama sonrasında yaşanan başka bir olay da ilişkilerin donmasına sebep oldu. ABD tarafından Pakistan’da özel güvenlik taşeronluğu yapan Raymond Davis isimli kimsenin iki Pakistanlı’yı vurarak öldürmesinden sonra, Amerika’nın Davis’e ayrıcalık tanınması, bu hadisenin görevi esnasında gerçekleştiğini ifade etmesi ve kendisinin serbest bırakılması talebine rağmen, Pakistan yönetiminin Davis’i ağır sorgu sürecine tabi tutması ikili ilişkileri iyice gerdi. Bütün bu yaşanan gerginliklerin üstüne Bin Laden’in yakalanması olayları geri dönülemez bir noktaya getirdi. Bin Laden’in yaşadığı göz ardı edilemeyecek büyüklükteki evin Pakistan’ın başkenti İslamabad’a 50 km uzaklıktaki, Pakistan ordusunun önemli isimlerinin ikamet ettiği Abbodabad kentinde olması ve Bin Laden’in yaklaşık 5-6 senedir burada ikamet ettiğinin bilinmesi, Amerikan tarafının Pakistan’a karşı büyük bir şüphe ve güvensizlik duymasına sebep oldu. ABD-Pakistan ilişkilerinde zaten gergin devam eden bu ilerleyiş, Bin Laden sonrasında çok dillendirilmese de iki ülke arasındaki ilişkilerin büyük bir kaosa doğru sürüklenmesine sebep olacaktır. ABD’nin kısa ve orta vadede Taliban’la, El Kaide’yle ve Afganistan-Pakistan sınırındaki gruplarla mücadelesinden dolayı sessiz kalıp süreci idare etmekle beraber, uzun vadede Pakistan’a karşı ciddi anlamda siyasi yaptırımlar içeren bir sürece gireceği görülmektedir.
Tabii ki bu sürecin Amerikan dış politikasına etkisi sadece Amerika-Pakistan ilişkileri ile sınırlandırılamaz. Obama’nın eline geçen bu fırsat, Amerikan dış politikasının yeniden düzenlenmesi ve 2003’den itibaren Amerika’nın dünyada kaybettiği moral liderlik pozisyonuna oturabilmesi açısından büyük önem taşımaktadır. 2003’den itibaren Amerika’nın hem iç, hem dış güvenliğinde ortaya koyduğu katı ve insan haklarını kısıtlayıcı önlemler, George W. Bush’un ikinci dönemiyle beraber kendini farklı bir boyuta getirip, bir yumuşama sürecine girdi. Obama yönetimiyle birlikte bu yumuşama süreci belirginliğini daha da arttırdı ve birçok kısıtlama ortadan kalkmaya başladı. Şüphesiz Amerika’nın George W. Bush döneminde ortaya koyduğu tek taraflı, uluslararası ittifaktan yoksun, müttefikleriyle istişareye eskisi kadar önem vermeyen dış politika profili, Obama yönetimiyle birlikte uluslararası örgütlerle birlikte hareket eden, çoğulcu ve müttefikleriyle istişare halinde olan yeni bir dış politika vizyonu ortaya koydu. Bu dış politika değişiminin Amerikan dış politikasına ve Amerika’nın dünyadaki imajına yaptığı müspet etki, şüphesiz ki biraz önce de ifade ettiğim iç ve dış güvenlik politikalarındaki yumuşamayla da perçinlenmeye başladı. Bu süreçlerin devam ettirilmesi ve bilhassa insan haklarını kısıtlayan bazı hadiselerin ortadan kaldırılması Amerika’nın imajı açısından çok önemli olacaktır. Ancak bu yenilenmelerin ve yumuşamaların önünde iki önemli tehlike olduğunu da görmek gerekir. Bunlardan ilki; Amerikan devlet sisteminin içerisindeki iç rezistans, ikincisi ise Bin Laden sonrası yeniden şekillenecek El Kaide’nin tehdit riskini arttırmasıdır. Bir misal vermek gerekirse, Obama’nın seçim kampanyası sırasındaki en önemli vaatlerinden bir tanesi Guantanamo’nun kapatılmasıydı. Ancak, Bin Laden’in yerinin belirlenmesinde büyük rol oynayan; takip edilen kuryenin kim olduğunun ve isminin deşifre edilmesi ve El Kaide’nin Guantanamo’da bulunan üst düzey yöneticisine yapılan sorgulamada ortaya çıkması, ABD iç politikasında bazı görüşlerin değişmesine, Guantanamo’nun öneminin savunulmasına sebep oldu. Seçim vaadine rağmen, dünyadaki hiçbir hukuk düzeninin işlemediği ve ciddi anlamda insan hakları ihlallerinin yaşandığı Guantanamo’nun Obama tarafından kapatılamaması bile başlı başına, Amerika’da devlet içindeki iç direncin ne kadar güçlü olduğunun ve başkanın bile bu direnci aşamadığının göstergesidir. Dolayısıyla, Obama’nın buradan yola çıkarak bakıldığında bu reformları yapmasına, Amerikan iç dinamiklerindeki bu statükocu bakış açısının ne kadar müsaade edeceği merak konusudur. Bu reformların önündeki diğer bir engel ise El Kaide’nin Bin Laden sonrası yeni yapılanmasının, intikam yeminleri ederek duyurular yapması sonrası güvenlik tedbirlerini arttırmak zorunda kalacak olan Amerikan yönetiminin reform yapma isteğiyle tezatlık yaşanacak olmasıdır. El Kaide’nin hem Amerika hem dünya için ciddi anlamda bir risk olmaya devam edeceği bir gerçektir. İşte bundan ötürü, ABD’nin ve Obama’nın dış politika imajını düzeltmek için reform yapabilirliği ciddi anlamda iki büyük engel ile karşı karşıyadır.
Yrd.Doç.Dr.Burak Küntay
Bahçeşehir Üniversitesi
Hükümet ve Liderlik Okulu (HLO) Başkanı