Türkiye Suriye krizinin başladığı andan itibaren Suriye ile ikili, Arap Birliği ve İslam İşbirliği Teşkilatı üzerinden bölgesel ve BM üzerinden küresel platformları harekete geçirmiş ve soruna barışçıl ve gerçekçi bir çözüm bulunması için çaba sarfetmiştir. Suriye’nin özellikle 18 Eylül günü başlayan hadiselerle bir iç savaşa sürüklenmiş olmasının müsebbibi, Baas rejimidir.
Dış politikayı devletlerarası ilişkilerden ibaret gören tanımlar artık kifayetini yitiriyor. Yerel ile küresel olanın iç içe geçtiği bir dünyada dış politika, bir milletin ve ülkenin kendini uluslararası sistem içinde konumlandırmak için ortaya koyduğu faaliyetlerin tamamını ifade ediyor. Bu geniş manasıyla dış politika geleneksel diplomasinin yanı sıra tarih, kültür, coğrafya, nüfus, sivil toplum kuruluşları, basın, eğitim kurumları, bilim-teknoloji alt yapısı, ekonomi, müteşebbis sınıflar ve askeri güç gibi unsurların bütününü ihtiva ediyor. Dış politika aynı zamanda bir milletin ve ülkenin kendine ilişkin ben-tasavvurunu, tarihe bakışını, zaman-mekan algısını ve benimsediği ilke ve değerlerin hayata geçirilmesini ifade ediyor.
Öte yandan dış politika, bir ülkenin temel tasavvurları ve ilkeleri kadar, somut gelişmelere, güç dengelerine ve uluslararası sistem içindeki dönüşüme verdiği cevaplar tarafından da şekillendirilir. Avrupa, Asya ve Afrika kıtalarının kesişme noktasında bulunan, aynı anda hem bir Akdeniz hem de Karadeniz ülkesi olan, NATO üyesi, AB ile müzakere yürüten, Balkanlar, Kafkaslar, Ortadoğu ve Kuzey Afrika ile tarihi ve coğrafi bütünlük arzeden Türkiye’nin uluslararası sistem içindeki konumu, bu verilerden bağımsız ele alınamaz. Bu yüzden Türk dış politikasının son on yıldaki açılımlarını doğru bir çerçeveye oturtmak için uluslararası sistemin temel kırılma noktalarına ve küresel düzenin yapısal dönüşümüne yakından bakmak gerekiyor. Aksi halde Berlin duvarının yıkılmasından Arap devrimlerine kadar yaşanan büyük dönüşümü ve bunun Türkiye’nin kendini uluslararası sistem içinde konumlandırma çabasını nasıl etkilediğini doğru tahlil etmek mümkün değildir.
Arap devrimleriyle beraber Ortadoğu’da zuhur eden yeni düzen arayışları, bölgedeki güç dengelerini dönüştürmekte ve dinamik ve çok-yönlü politikalar geliştirilmesini zorunlu kılmaktadır. Türkiye, son yıllarda geliştirdiği kuşatıcı dış politika perspektifi ve pratiğiyle, bölgesel ve küresel dönüşümün ana parametrelerini doğru okumakla kalmamış, aynı zamanda adalet, eşitlik, paylaşım, işbirliği ve karşılıklı çıkar ilkelerine dayalı bir düzenin kurulmasına katkı sunmuştur ve sunmaya da devam etmektedir. Türkiye’nin yakın coğrafyasına yaşanan bu dönüşüme kayıtsız kalması düşünülemez.
Uluslararası sistemin kırılma noktaları
Son otuz yılda uluslararası sistemi derinden sarsan dört kırılma noktası yaşanmıştır. Bunlar 1989-1990’da Sovyetler Birliği’nin dağılarak Soğuk Savaş’ın sona ermesi; 11 Eylül 2011 saldırıları ve küresel yansımaları; 2008’de başlayan ve kısa sürede Batı ekonomilerini sarsan küresel finans krizi ve son olarak 2011’in başından itibaren Kuzey Afrika ve Ortadoğu’yu etkisi altına alan Arap Devrimleridir. Bu kırılma noktalarının her biri bölgesel ve küresel sistemde yeni tehdit ve fırsat alanlarının doğmasına neden olmuş, yeni güç merkezlerinin ve denge unsurlarının şekillenmesini sağlamıştır. Türkiye her kırılmaya verdiği cevapla, uluslararası sistem içindeki konumunu güçlendirmiş ve bölgesinde etkin bir siyasi ve ekonomik güç haline gelmiştir. Dahası Türkiye demokratikleşme tecrübesi, genç ve dinamik nüfusu ve güçlü sivil toplum unsurlarıyla ince güç kapasitesini arttırmıştır.
Soğuk Savaş’ın sona ermesi, yeni jeo-stratejik dengeleri de beraberinde getirdi. İki kutuplu dünya düzeninin yerine neyin geçeceği sorusu, Türkiye için de önem arz ediyordu. Zira 90’lı yılların başlarında yapılan yorumlarda Batı ittifakı içinde yer alan NATO üyesi Türkiye’nin eski jeo-politik önemini yitireceği ifade ediliyordu. Oysa 90’larda yaşanan gelişmeler, Türkiye’nin önemini azaltmadı, tersine arttırdı. İki kutuplu dünyanın sona ermesi, bölgesel ve küresel yeni sorunların doğması anlamına geliyordu. Nitekim Berlin Duvarı’nın “tuğla tuğla” yıkılmasının sembolik anlamı burada daha belirgin hale geldi: Soğuk Savaş’ın tasavvurları, teamülleri, alışkanlıkları ve iş yapma biçimleri uzun bir süre devam etti. Dış politikayı “sıfır-toplamlı” bir oyun olarak görenler, Türkiye’nin yeni coğrafyalara açılmasını, Batıdan uzaklaşma ve etkisiz hale gelme politikası olarak değerlendirdiler. Geçen yıla kadar sıkça dile getirilen “Türkiye Batı ekseninden uzaklaşıyor” eleştirileri de benzer reflekslerin yaşamaya devam ettiğini gösteriyor.
Oysa Türkiye Özal’lı yıllarda Batıyla iyi ilişkilerini devam ettirirken mücavir bölgelerle yeni ilişkiler kurmanın ve yeni pazarlara açılmanın mümkün olduğunu gösterdi. AK Parti döneminde aynı ilke daha etkin bir şekilde uygulandı. Üstelik bu sadece bir tercih değil aynı zamanda ekonomik ve siyasi bir zorunluluktu. Gerek Türkiye’nin PKK kaynaklı güvenlik sorunları, gerek büyüyen ekonomisi ve yeni pazar arayışları, gerekse bölgesel barış, işbirliği ve entegrasyon politikası, Türkiye’nin Batılı ülkelerle köprüleri atmadan yeni açılımlar yapabileceğini gösterdi.
Berlin Duvarı’nın “tuğla tuğla” yıkılması, aynı zamanda Türkiye’nin küreselleşmeyle tanışmasını sağladı. Bütün artı ve eksilerine rağmen Türkiye toplumu, küreselleşmeyi kısa sürede içselleştirdi ve fırsata çevirmenin yollarını aradı. Bunun en büyük kazanımı, dış politikadan ziyade iç siyasette oldu. Tarihini, coğrafyasını ve dünyayı adeta yeniden keşfeden Türkiye, devletin amacı, milli güvenlik, vatandaş hakları, çoğulculuk, askeri vesayete karşı sivillik gibi temel konuları cesur bir şekilde tartışmaya başladı. İç siyaset derinlik kazanırken, dış politika vizyonu genişledi. Bunun kapsamlı bir toplumsal dönüşüm süreci haline gelmesi 2000’li yıllarda gerçekleşti. Bu sürecin hala devam ettiğini belirtelim.
11 Eylül ve güvenlik-özgürlük dengesi
Uluslararası sistemin ikinci kırılma noktası, 11 Eylül hadiseleri ve Bush yönetiminin bu saldırılara verdiği cevaptır. Saldırıların ardından “terörle küresel mücadele” adı altında güç projeksiyonu yoluna giden neokonlar, Afganistan ve Irak’ı işgal ettiler ve “Patriot Act” gibi özgürlükleri kısıtlayıcı tedbirlere başvurdular. Bu politikanın neticesi, özgürlük-güvenlik dengesinin bozulması ve güvenlikçi politikaların dominant hale gelmesi oldu. Hem Batılı demokrasiler hem de otokratik rejimler, 11 Eylül saldırılarının arkasına sığınarak özgürlüklere set vuran yollara başvurdular, göç kanunlarını değiştirdiler ve azınlıkların hayat alanını daraltan popülist politikalara yöneldiler. Avrupa’da ırkçı grupların ve aşırı sağ siyasetin yükselişe geçmesi ve İslamofobya’nın tehlikeli noktalara ulaşması, bu hadiselerden bağımsız değildir şüphesiz.
Güvenlikçi politikaların öne çıktığı bu dönemde Türkiye özgürlük-güvenlik dengesini gözeten politikalar izledi. 2003’ten sonra, AB müzakere sürecinin de pozitif katkılarıyla, temel hak ve özgürlükler, anayasal vatandaşlık, işkence ve yolsuzlukla mücadele, Kürt sorunu, azınlıklar, vb. alanlarda önemli adımlar atıldı. Artan PKK terörüne rağmen Kürt sorununun çözümü için cesur açılımlar yapıldı. Askeri vesayete karşı sivil siyasetin toplumsal meşruiyeti öne çıktı. Akim kalan darbe girişimlerine rağmen Türkiye siyasi istikrarını muhafaza etti ve ekonomik büyümesini sürdürdü. Güçlü siyasi liderliğin sağladığı istikrar ve büyümeyle, dış politikayı yeni bir düzeye taşıdı.
Üçüncü kırılma noktası, 2008’den bu yana batı ekonomilerini sarsmaya devam eden küresel finans krizidir. Amerika’da “mortgage” sorunu olarak başlayan kriz, kısa sürede Avrupa’ya yayıldı ve euro bölgesinde derin bir ekonomi-politik buhrana dönüştü. Amerikan ve Avrupa ekonomisi hala bu krizi aşmaya çalışıyor. Türkiye aynı dönemde dünyanın en hızlı büyüyen ikinci ekonomisi oldu. Bu büyüme hızı hala devam ediyor. Türkiye’nin bu kırılmaya verdiği cevap, içerde mali disiplin ve ticari hareketlilik, dışarıda pazar çeşitlenmesi oldu. Euro bölgesindeki krize rağmen Türkiye dış ticaretinin yaklaşık yüzde 45’ini Avrupa’yla yapmaya devam ediyor.
Avrupa’nın siyasi ve ekonomik olarak ölçek küçülttüğü bir dönemde Türkiye yeni pazarlarda iş yapmaya ve katma değer üretmeye devam ediyor. Örneğin Afrika’daki Türk yatırımları artıyor. 2012 itibariyle Türkiye’nin Afrika’daki elçilik-konsolosluk sayısını 32’ye ulaştı. Karşılıklı vize anlaşmaları çerçevesinde TC vatandaşları 70’e yakın ülkeye vizesiz gidebiliyor. Bu seyahat serbestiyetinin getirdiği hareketlilik, iş adamlarından basın mensuplarına ve öğretim üyelerine kadar toplumun her kesimine yeni mobilite imkanları sunuyor.
Arap devrimleri, Ortadoğu ve Türkiye
Uluslararası sistemin son önemli kırılma noktası, 2011 yılının başından beri devam eden Arap Devrimleridir. Tunus, Mısır, Libya, Yemen ve son olarak Suriye’de yaşanan hadiseler ve bunların diğer ülkelere yansımaları, bölge halklarına ve Araplara yönelik kalıp önyargıları ve Oryantalist mitleri derinden sarstı. “Pasif, kaderci, vurdumduymaz, bağnaz, özgürlük karşıtı, irrasyonel …” olarak tasvir edilen Arap halkları, başlarındaki diktatörlerden kurtulmak için geniş tabanlı halk ayaklanmaları başlattılar. Güçlü liderleri olmayan ama tabana yayılmış bu kadro hareketleri, şüphesiz Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da yeni bir düzenin habercisidir.
Türkiye bu süreçte halkların meşru değişim taleplerini destekleyerek tarihin doğru tarafında yer aldı. Son on yıl içerisinde Arap halklarıyla farklı düzeylerde geliştirilen iyi ilişkiler, bu politikanın etkin bir şekilde uygulanmasını kolaylaştırmaktadır. Demokratik düzeni, büyüyen ekonomisi ve aktif, kuşatıcı dış politikasıyla Türkiye’yi bir ilham kaynağı olarak gören Arap toplumları, geçiş dönemi ve devrimler sonrasında da Türkiye ile her düzeyde iyi ilişkiler içerisinde olmuştur. Tunus, Libya ve son olarak Mısır bunun somut göstergeleridir.
Suriye’de de benzer bir süreç yaşanmaktadır. Halkının meşru taleplerine baskı, tutuklama, işkence ve nihayet topyekun saldırılılarla karşılık veren Baas rejimi, bu yüzden artık meşruiyetini yitirmiştir. Bazılarının bilgi yoksunu ve temelsiz iddialarına rağmen Türkiye 2011 Mart’ından 2011 Eylülü’ne kadar altı ay boyunca her tür diplomatik yolu denemiş, Beşşar Esad’la temas kurmuş, görüşmeler yapmış ve muhalefetle yönetim arasında diyalogun imkanlarını zorlamıştır. Suriye rejimi bütün bu girişimleri karşılıksız bıraktığı gibi semtlere, kasabalara ve şehirlere saldırmaya devam etmiş, 18 bine yakın insanın ölümüne, yüz binlerce insanın yerlerinden edilmesine neden olmuştur.
Bütün iyi niyet çabalarına ve diplomatik girişimlere rağmen Türkiye’nin böyle bir rejimle ilişkisini sürdürmesi, ne inandığı ilkelerle ne de reel-politik gerçeklerle bağdaşır. Türkiye Suriye krizinin başladığı andan itibaren ne bir adım önde ne de bir adım geride olmuştur. Suriye ile ikili, Arap Birliği ve İslam İşbirliği Teşkilatı üzerinden bölgesel ve BM üzerinden küresel platformları harekete geçirmiş ve soruna barışçıl ve gerçekçi bir çözüm bulunması için çaba sarfetmiştir. Bugün de bu çabalarına devam etmektedir. Suriye’nin özellikle 18 Eylül günü başlayan hadiselerle bir iç savaşa sürüklenmiş olmasının müsebbibi, Baas rejimidir.
Türkiye, uluslararası sistemin dönüşümüne paralel olarak yeni dış politika imkanlarını devreye sokmaktadır. Bunu yaparken süreklilik ve değişim eşzamanlı olarak yaşanmaktadır. Aynı şekilde Türkiye değer ve ilkelerle reel-politik gerçekler arasında optimal bir ilişki bulunması gerektiğinin farkındadır. Türk dış politikasının kuşatıcı, dinamik ve çok-boyutlu yapısı, ona bu imkânı sunmaktadır.
Doç. Dr. İbrahim KALIN
Başbakanlık Kamu Diplomasisi Koordinatörü
Kaynak: Star Gazetesi