Yönetmenliğini belgesel, sinemacı ve akademisyen Can Candan’ın üstlendiği 2013 yapımı Benim Çocuğum 5 farklı ailenin lezbiyen, gey, biseksüel ve trans çocuklarının onlara açılma süreçlerini ve daha sonrasını bu süreci ebeveynlerin gözünden izleyicilere aktaran bir uzun metrajlı filmdir. Öncelikle belgeselin ilk yarısında ebeveynlerin ve hatta ebeveynlerin ebeveynlerinin bu duruma karşı hissettiği inkâr, çaresizlik, kendini suçlama, utanma, saklama ve kabullenme gibi yaşadıkları duygusal süreçler işlenmiştir. LGBTQI+ bireylerin aile üyelerinin onların açılmalarına tepkileri ve çocuklarına önerdikleri yöntemleri de ilk yarıda görmekteyiz. Belgeselin ikinci yarısında ise artık çocuklarını kabullenmiş ve çeşitli sebeplerle tanışarak bir araya gelen LGBTQI+ ailelerin Lezbiyen, Gey, Biseksüel, Trans, İnterseks Bireylerin Aileleri ve Yakınları Derneği’ndeki (LİSTAG) çalışmalarını, sohbetlerini, örgütlenerek bir araya gelmeleri işlenmiştir. Ailelerin aktivist yanları ortaya koyulmuş ve son olarak Onur Yürüyüşü etkinliğinin gösterimi ile belgesel sonlanmıştır.
Belgeselde karşımıza çıkan ilk kişiler anne ve babadan oluşan temel aile bireyleridir. Geleneksel, heteronormatif Türk aile yapısının temel taşları olan anne ve babaların LGBTQI+ çocuklarıyla yaşadıkları deneyimi aktaran belgesel seyirciye adeta homofobi ve transfobinin karşısına geçilecek ilk merkezin aile olduğunu işaret etmektedir. Bunu yaparken anne ve babaların LGBTQI+ bireylere dair bilgisizliğine, ana akım medyadaki temsil yetersizliğine ve var olan temsili figürlerin yaşadığı günlük zorlukları bize anlatarak homofobi ve transfobinin temeline toplumsal yetersizlikleri koyar. Belgesel bu zorlukların aşılması durumunda gördüğümüz aile örneklerindeki gibi LGBTQI+ çocuğunun kabullenileceği fikrini seyirciye adeta aşılar. Aileler belgesel boyunca anne, baba, aile ve aktivist olmayı yeniden tanımlamak zorunda kalarak var olan muhafazakâr, homofobik ve transfobik topluma tepkilerini koymaya çalışırlar. “Bize aktivist dediler. Aktivist falan değiliz, biz anneyiz, turşu kurup reçel yapıyoruz.” cümlesi ile aktivizm tanımlarının da belgesel içerisinde değiştiğini görmekteyiz.
Aynı zamanda belgeselde, aileler merkeze alınarak insanların kendi hayatlarından bir şeyler bulabileceği, kendi ailelerini de belgeseldeki ailelerle ilişkilendirebilecekleri bir ortam yaratılmıştır. Özellikle belgeselin ilk yarısındaki duygusal, samimi ve sevecen aile ortamına ait konuşmalardaki sohbet havasıyla insanları içeri çekerek konuşmaya ortak etmektedir. Aynı zamanda bu samimi ortam Türk toplumundaki homofobi ve transfobiye karşılık izleyicilere bir çözüme yönelik bir umut vermektedir. Bir diğer yandan belgeselin ikinci yarısında artık örgütlenmiş, birbirlerinin yaralarına merhem olmuş ve uzmanların destekleriyle insanları bilinçlendirmeye çalışan aileler izleyicileri doğru iletişim ve eğitimle toplumdaki bu sorunların sağlıklı yollarla çözülebileceğini işaret etmektedir. Belgeselin başında tanıştığımız ailelerin LGBTQI+ çocuklarıyla ve onların dernek çalışmalarıyla seyircinin buluştuğu kısımda LGBTQI+ bireylerin görünürlüğü sağlanmış ve bu bireylerin kendi aileleriyle sağlıklı ilişkileri gözler önüne serilmiştir. Ekranlarda temsiliyet bulamayan ve aileleri tarafından reddedildikleri genel kanı olan LGBTQI+ bireylerin hem aileleri ile hem de kendi arkadaşları ile çalışmalarını, onların yeni bir işe başlayarak devlet memuru olabileceklerini ve sıradan bir hayatı sürdürebileceklerini görmekteyiz. Bu kısımda verilmek istenen mesaj sıradan insanlar gibi LGBTQI+ bireylerin de toplumda yer verildiği zaman aynı meslekleri yapabilecekleri, kanıksanabilecekleri ve toplumsal hayatın birer parçası olabilecekleridir.
Aile kurumunun belgeselin temeline alınmasını ailenin özgürleştirilerek toplumun özgürleştirilmesi mesajının verilmesi olarak yorumlayabiliriz. Bilinçlenmiş ailelerin LGBTQI+ çocuklarını kabul etmeleriyle aile daha özgür ve daha kapsayıcı bir yönde değişim göstermiştir. Bu vesileyle aile yapısı sorgulanırken, aynı zamanda aile olmak, evlat olmak gibi kavramlar da sorgulanarak aile yapısında olabilecek muhtemel değişiklikler sergilenmiştir. Bu değişikliklerin anormal ve yanlış gözüktüğü muhafazakâr, homofobik ve transfobik çoğunluklu toplumda LGBTQI+ çocukların aile içinde kabullenilmesi süreci de olayın öznesi olan kişiler tarafından anlatılmıştır.
Toplumun çekirdeğine aileyi koyan diskurun günümüzdeki sahibi olarak hükümet ve hükümet üyeleri ile sürdürülen çalışmalara belgeselin içinde yer verilmiştir. Benim Çocuğum belgeseli 2013 yılında yayınlandıktan sonra pek çok kişi tarafından izlenmiş ve belgesel içerisinde yer alan LİSTAG üyeleri tarafından mecliste de belgeselin milletvekillerine gösterimi yapılmıştır. Türk Anayasasında herhangi bir yasayla korunmayan LGBTQI+ hakları için çalışma yapan LİSTAG aileleri belgeselde de belirtildiği gibi TBMM’ye giderek talep ettikleri yasaları konuşmaya açmışlardır. Belgesel sayesinde toplumu bilinçlendirmenin yanı sıra toplumu mecliste temsil eden ve toplumda hayati önemi olan yasaları oluşturan meclis üyeleri de bilinçlendirilmeye çalışılmıştır. Azınlık haklarının dünyanın hiçbir yerinde doğrudan verilmediğini tam tersine daima mücadele edilerek kazanıldığı bilinen bir gerçektir. Türkiye’deki mevcut LGBTQI+ hak mücadelesinde LİSTAG ailelerini baş aktörler olarak görmekteyiz. LİSTAG aileleri Türkiye’deki bazı aileler gibi çocuklarını sadece kabullenip hayatlarına devam etmek ve çocuklarının cinsel yönelimlerini saklamak yerine çocuklarının haklarını savunmayı yani aktivizmi tercih etmişlerdir. Bu tercihin önemi Türkiye’de ilklere öncelik yapması bakımından çok önemlidir. Kendi fikirlerini, yaşam şekillerini ve değiştirilemez cinsel yönelimlerini topluma kabul ettirmeye çalışan aileler örgütlenerek mücadeleye girişmişlerdir. Örgütlenemeyen her düşünce ölmeye mahkumdur ve bunu bilen LİSTAG aileleri de sessiz çoğunluğa umut olmuşlardır. Başlattıkları bu hareketin meyvelerini de belgeselde git gide artan aramalar, buluşmalar ve bilgi almak isteyen aileler ile anlıyoruz.
Son olarak belgeselde ülkemizin kanayan bir yarası olan LGBTQI+ cinayetlerine de yer verilmiştir. 2010 yılında öldürülen trans İrem Okan’ın annesi Melek Okan’ın söylediği “Koskoca dünyaya benim çocuğumu mu sığdıramadılar?” ifadesi belgeselin adına da ilham kaynağı olmuş gibi gözükmektedir. “Benim çocuğum” ifadesi ailelerin evlatlarını kız veya erkek olarak ayırt etmek yerine onları kendi evlatları olarak sahiplenmeleri, onlara kol kanat germeleri ve onları desteklemeleri noktasında belgeselin ana amacını çok iyi bir şekilde vurgulamaktadır.
Benim Çocuğum belgeseli temelinde izleyenlere “Sırf cinsel kimliğini farklı hissediyor diye biricik evladınıza kızabilir misiniz? Onu suçlar mısınız? Bir insan cinsel kimliği fiziki görünüşünden farklıysa suçlu mudur?” sorularını yöneltir ve ailelerin bu sorulara yanıtlarını yaşamlarından kesitler sunmak yoluyla bizlere aktarır. Kısaca, LGBTQI+ yaşamlarını olayların öznelerinden dinleyebildiğimiz Benim Çocuğum belgeseli Türkiye’deki birçok aileye örnek olması açısından yapıcı yöntemleriyle aileye yönelik bir belgeselidir.
H. GÜLAY MALKOÇ
Gender Studies Staj Programı