Batı Trakya’da Mütekabiliyet Gerçek mi?

Lozan Antlaşması’ndaki “mütekabiliyet” ilkesi, Yunanistan ve Türkiye’nin tanınacak haklar bakımından karşılıklılık gözetilecek azınlıklarının sorunlarının da nitelik ve nicelik yönünden karşılıklı olduğu izlenimi yaratır. Devletlerin kendi vatandaşlarının haklarını ve statüsünü düzenlerken bir başka devletteki soydaşlarının durumunu pusula gibi kullanması yakışık almayacaksa da “devlet”in ortaya çıktığı dönemden itibaren aksi yöndeki ideal ortamın yaygınlaştırılamadığını not düşmek gerekir. 1648 Vestefalya Anlaşması’nda devletlerin, dindaşlarını onların kendi devletleriyle olan çatışmalarında desteklememeyi taahhüt etmesinde olduğu gibi çağlar boyunca dindaş ve özellikle de soydaşlar bakımından “karşılıklılık” yapılan anlaşmalarda aranmıştır. Bu ilkenin özellikle kriz dönemlerinde kullanılması da doğası gereğidir. Karşılıklılık ibaresinin o ülkedeki diğer vatandaşlardan ayrı tutulması sonucunu doğurması bakımından azınlıkların durumunu kimi zaman güçleştirdiği ve o azınlığa has sorunların bütünlüklü olarak ele alınmasını engellediği bir gerçekse de aksi durumun azınlığı asimilasyon politikalarına karşı savunmasız bıraktığı yine yerinde bir tespittir.[i] Azınlıklar, özellikle “öteki”nin uzantısı olarak görüldüğü pek çok durumda yok edilme tehdidi algılarlar ve çoğunlukla da bu algılama doğrudur. Azınlık hakları konusunda uluslararası düzeydeki anlaşmalara rağmen bu çağda bile uluslararası koruyucu anlaşmalardansa bu anlaşmaları azınlıkların vatandaşı oldukları devletlere mümkün olduğunca yüksek sesle hatırlatılmasıyla gerçek korunma sağlanabilir. Anlaşılıyor ki azınlıkların haklarını korumak ve çağdaş uluslararası anlaşmalara uyulmasını sağlamak için anahtar kelime bunu sürekli gündemde tutacak bir “koruyucu”dur.

Yunanistan’daki Türk azınlık ile Türkiye’deki Rum azınlık söz konusu olduğunda, bu iki azınlık grubunun haklarının savunulması bakımından çok ciddi bir eşitsizlik yaşandığı gözlenmektedir. Bu eşitsizlik, sorunların çeşitliliği ve bunların kapsamı dikkate alındığında daha da açığa çıkmaktadır. Bu anlamda karşılıklılık ilkesi temelinde bakıldığında, Yunanistan ve Türkiye’nin azınlıklarının kimisi benzer görünen sorunlar bakımından dahi Yunanistan’daki Türklerin çok daha ağır şartları göğüslediği anlaşılıyor. Hâlbuki çeyrek asırdır Avrupa Birliği üyesi olan ve hatta AB kültür ve kimliğinin temelini oluşturduğu kabul edilen Helen mirasına sahip çıkan Yunanistan’ın Avrupalı vatandaşlarına, sürekli olarak AB’den uyarı alan Türkiye’ye göre çok daha iyi şartlar sunmuş olması beklenirdi. Türkiye hiç değilse kendisini bağlı saydığı uluslararası antlaşmaya uygun davranırken, Yunanistan’ın imzaladığı ikili antlaşmaları ve katıldığı uluslararası antlaşmaları tamamen ihlal etmesi ve kimisini ise yok sayması, birisi AB içinde diğeri yıllardır AB kapısında olan iki ülkenin Avrupa kültürüne uyumu konusunu tartışılır kılar. Yunanistan’ın varlığını bile kabul etmediği ancak uluslararası kuruluşlarca da “azınlık” addedilen topluluklar bir yana “Müslüman Azınlık” olarak nitelendirdiği Batı Trakya Türkleri en temel insan haklarından dahi yoksun yaşamışlardı. Şimdi de durum çok farklı değil.

Vakıflar

Türkiye’deki azınlıkların öne çıkan en önemli sıkıntıları 1974 yılında Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 1936 beyannamesini esas alarak bu tarihten sonra cemaat vakıflarının taşınmaz mal edinemeyeceklerine karar vermesi ve bundan sonraki uygulamalara ilişkindir. Aynı konu başlığı altında 2005 ilerleme Raporu’nda da yer aldığı üzere Türkiye, azınlıkların kendi vakıflarını yönetmede müdahale ile karşılaşmaları nedeniyle eleştiriliyor. Yunanistan da ise Türk azınlığın kendi vakıflarını idare etme gibi bir şansları dahi bulunmuyor.

Türk vakıfları valiler tarafından atananlar tarafından yönetiliyor. Yunanistan’daki azınlık vakıflarının taşınmaz mal edinmelerinin imkânsız olduğu da biliniyor. Öte yandan, Türkiye vakıf gelirlerinden stopaj dışında vergi almazken Yunanistan’da vakıflar anayasal eşitliğe aykırı olarak farklı oranlarda vergiye tabi ve bu oran Türk vakıfları için yüzde 41[ii] olarak uygulanıyor. Batı Trakya meselesinin 10 Ocak 2007 tarihinde TBMM’de görüşüleceğinin açıklanmasından hemen sonra Karamanlis Hükümeti, azınlık vakıflarının 100 Milyon Euro’yu aşan birikmiş borçlarını silmeyi gündemine aldı. Ekonomi Bakanı Alogoskufis ve İçişleri Bakanı Pavlopulos’un önünde uzun süre dosya olarak durdu[iii] ancak gerçekleştirilmedi. Ne var ki vakıfların yönetiminin azınlığa devri gibi bir gelişme mümkün görünmüyor. 

Ruhban Okulu ve din görevlisi ihtiyacı

Doğrudan Rum azınlığın değilse bile Lozan’a göre “azınlığın dini vazifelerini yerine getirebilmesi için” Türkiye’de kalmasına izin verilmiş herhangi bir ibadet yeri statüsünde olan Patrikhane’nin en önemli sorunlarından birisi de Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılmasına ilişkindir.[iv] Burada sorunu yaratan ise okulun açılıp açılmaması konusu değil açılması durumunda okulun tabi olacağı kurallara ilişkindir. Devlet, düzenleyici kurum olma vasfından hareketle eğitim–öğretim faaliyetlerinin devlet gözetiminde ve denetiminde yapılmasına karar vermişse de Patrikhane bu şartı kabule yanaşmadığı için, Heybeliada’daki okul bugüne kadar açılamamıştır. Patrikhane’nin sadece dini eğitim vermesi gereken bir kurumun, devletin denetimi altında faaliyet göstermesini kabul etmemesi ve okula yabancı uyruklu öğrenci ve öğretmen[v] alınmasını ön koşul olarak diretmesi nedeniyle Ruhban okulunu açabilecek uygun yasal prosedür bulunamamaktadır. Bu noktadaki en önemli tespit, 1950-1969 yılları arasında eğitimini tamamlayan 225 öğrencinin sadece 38’inin Rum asıllı Türk vatandaşı olması ve 162’si Yunan uyruklu olmak üzere 187’sinin yabancı uyruklu olmasıdır.[vi] Bu arada, 1952’de okulda eğitim veren 20 öğretmenin 12’sinin de Yunanistan vatandaşı olduğunun belirtilmesi yerinde olacaktır. Türk vatandaşı Rum öğrenci ve öğretmenlerin sayısının, yabancı öğrencilere olan oranı, amacı “sadece azınlığın ihtiyaçlarına cevap vermek” olması gereken (Lozan hükümleri) Ruhban Okulu’nun kısa sürede amacını aşan bir kurum haline dönüşebileceğini göstermektedir. Patrikhanenin istekleri, azınlık haklarını aşan, vatandaşlar arasında eşitlik dengesini bozan ve azınlıklar lehine eşitsizlik yaratan bir siyasi imtiyaz talebidir.[vii] Bu talepler, her halükarda Yunan asıllı ancak TC vatandaşı olmayacak ruhbanlara ve bunların doğuracağı sonu gelmez sorunlara neden olacak mahiyettedir. Bu anlamda ruhban okulunun açılması, Rum azınlığa yapılacak hizmetten öte dünya Ortodoksluğuna verilen bir hediye olacaktır. Türkiye’nin dünya Ortodokslarına böylesi bir hizmet sunması da yükümlülük olarak önüne konmamalı, konamamalı, konulmasına izin verilmemelidir.

Batı Trakya’da bulunan 300 kadar camii için de din görevlisi ihtiyacı var ancak bunları yetiştirecek medreseler 1967’den beri kapalı tutuluyor. Müslümanlığın lideri olmak ya da hilafeti canlandırmak gibi bir niyeti bulunmayan Batı Trakya Türklerinin ek ya da ön şart ileri sürmeksizin sadece kendi din adamı ihtiyaçlarını karşılayabilmek için dile getirdikleri talepleri gerçek bir sosyal ihtiyaca karşılık geliyor fakat muhatap bulamıyor. Batı Trakya Türklerinin sorunu sadece Yunanistan’daki bu azınlığı ilgilendiren ve birtakım ek ya da ön şartlarla ileri sürülmeyen basit bir taleptir. Öte yandan dünya Müslümanlığının lideri olmak ya da hilafeti tekrar canlandırmak gibi bir niyetlerinin bulunmadığı dikkate alındığında Batı Trakya Türklerinin din adamı talebi, oldukça masum ve ardında gizli birtakım niyetler taşımayan, gerçek bir sosyal ihtiyaca karşılık gelmektedir

Esasen, verilen tavizin etkisi, muhtemel sonuçları ve bağlayıcılığı arasında ciddi fark olacağı için bu iki meselenin karşılıklılık esası ile çözümlenmesi zaten düşünülemez. Ne var ki, Yunanistan basit bir düzenlemeyi dahi yapmazken Türkiye’nin geri dönüşü mümkün olmayacak düzenlemelere gitmesini beklemek de kesinlikle kabul edilemez bir yaklaşımdır. . Bütün dünya Ortodokslarına açık olması talep edilen ruhban okulu ihtiyacı ile evrensellik iddiası bulunmayan Batı Trakya Türklerinin din görevlisi ihtiyacını karşılayacak okullara duyulan ihtiyaç kıyaslanamayacak durumdadır. Yine de sadece Batı Trakya Türklerine hizmet verecek bir okulun açılmasından kaçınılması, ruhban okulunun açılmaması için yeterli bir neden olarak öne sürülebilecektir. Ne var ki, bir karşılılık olacaksa da hizmet ve denetim usullerinin aynı tutulması aranmalı, konunun azınlık hakları çerçevesi dışına çıkarılmasına izin verilmemelidir.

Kimlik Sorunu

Konu başlıkları itibariyle Yunanistan ve Türkiye’deki azınlıkların benzerlik gösteren bu iki ana sorunu haricinde Batı Trakya Türklerinin çok daha ve ciddi yaşamsal önem taşıyan bir dizi sıkıntısı daha var. Sorunların tamamı aynı sonuca götürüyorsa da en önemlisi “kimlik” sorunu. Batı Trakya, Türkleri Yunan resmi makamlarınca “Müslüman Yunanlılar” olarak tanımlanıyor. Bu konudaki ısrarını Lozan Antlaşmasında geçen ifadeye dayandırıyor olsa da 1950’lere kadar böylesi bir politika uygulamıyordu ve Yunan belgelerinde de Türk azınlık kavramı kullanılıyordu. En başına gidilirse Türk – Yunan karma komisyonları tarafından dağıtılan etabli belgelerinde “Müslüman” değil ”Türk” ibaresi bulunuyor. Lozan’daki terminolojinin Osmanlı İmparatorluğu’nun ümmet sisteminden kaynaklandığı açıktır. Öte yandan 30 Ocak 1923 tarihli mübadele anlaşmasının “Türk-Rum Ahalinin Mübadelesi Ahitnamesi” adını taşıması da esasında bu konuda tartışmaya yer bırakmamaktadır. Albaylar Cuntası döneminde başlayan yoğunlaştırılmış sindirme politikaları, 1974’den itibaren isminde “Türk” kelimesi geçen bütün dernekler kapatılması, okul tabelalarından da kimliğin ifadesi olan “Türk” kelimesinin kazınmasıyla devam etti.[viii]

Batı Trakya Türk Öğretmenler Birliği, Gümülcine Türk Gençler Birliği, İskeçe Türk Birliği gibi dernekler “Türk” ibaresinin azınlık yaratma amaçlı kullanıldığı gerekçesiyle kapatıldı. Yine, adında “Türk” ibaresi yer aldığı için Rodop İli Türk Kadınlar Kültür Derneğinin kuruluşuna da izin verilmedi. Bu konudaki en yeni ve en ilginç karar Evros (Meriç) Azınlık Gençler Derneğinin tanınma talebinin reddedilmesi üzerine 2003’ten bu yana Yargıtay’da görülen temyiz davasıydı.[ix] Yargıtay, “Trakya’da dinleri Müslüman olan Yunan vatandaşlarının bulunduğu” şeklindeki resmi devlet söylemini tekrar ettikten sonra “Azınlık Gençleri” adının belirli ve kuşkuya yer vermeyecek şekilde ifade edilmediğini belirterek dini azınlığı mı yoksa etnik azınlığı mı temsil ettiğine dair ortaya çıkan karışıklığın kamu düzenine aykırı ve bu nedenle de yasa dışı bularak temyiz talebini reddetti.[x] Yargıtay, sadece tescil talebini reddetmiş olmadı aynı zamanda herhangi bir tanımlama içermeyen azınlık teriminin bir derneğin adında yer almasının da “suçları gizleyebileceği” yönünde azınlıklar aleyhine bir içtihat yaratmış oldu.

Yunanistan isminde “Türk” kelimesi bulunan azınlık dernekleri hakkında[xi] Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde açılan davalardan da Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni ihlal ettiği gerekçesiyle mahkûmiyet aldı. AİHM’nin İskeçe Türk Birliği davası için 27 Mart 2008’de açıklanan kararında derneğin yarım asırdır faaliyet gösterdiğine ve Yunan Mahkemeleri’nin bu derneğin faaliyetleriyle ilgili kamu düzenini bozan herhangi bir olayı tespit etmediğine dikkat çekti. AİHM’in kararındaki şu ifadeler önemlidir: “Derneğin kamu düzeni açısından tehlikeli olduğuna ilişkin gerekçelerin, gerçek ve hedefin, Yunanistan’da bir etnik azınlığın var olduğu fikrini savunmak olması halinde bile, bunun kendi başına demokratik bir toplum için tehdit oluşturmayacaktır”. Yunanistan’da süre gelen “kimlik sorunu” bakımından Mahkemenin şu ifadesi de önemlidir: “Bir ülkede farklı azınlıkların ve kültürlerin varlığı demokratik bir toplumun uluslararası hukukun kurallarına göre hoşgörülü davranmasını hatta korumasını ve desteklemesini zorunlu kılan tarihi bir gerçektir”

Yunanistan uluslararası hukuktan doğan yükümlülüklerini yerine getirmediği gibi uluslararası bir mahkemenin aldığı karara da uymamakta direnmektedir. Ancak şu mutlaka belirtilmeli ki, Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılması ile Yunanistan’ın “Türk” ibareli derneklere izin vermesi karşılaştırılabilecek konular değildir. Biri diğerinin karşılığı değildir. Türk dernekleri konusunda Yunanistan zaten AİHM’den mahkûmiyet almıştır ve bu kararın gereğini yerine getirmek zorundadır. Türkiye ancak komşusunu uluslararası bir mahkemenin kararına uymayı davet edebilir. Ancak Yunanistan’ın zaten yerine getirmek zorunda olduğu bir konuya Ruhban Okulu’nun karşılık yapılması ancak “tuzağa düşmek” olarak isimlendirilebilir.

Dini Liderini Seçebilme

Yunanistan’da 1913 Atina Anlaşması ile idari anlamda dini özerklik olarak bırakılan Türklerin en yüksek temsil makamı müftülük olduğu için Yunan hükümetlerinin bu konudaki uygulamaları Türk azınlık açısından büyük hayal kırıklığı yaratıyor. Müftülük makamının görev ve yetkileri[xii] bir yana bütün azınlığı temsil eden bir kurum olması nedeniyle seçimle işbaşına geliyor olması gerekirken Yunanistan seçilen müftüleri tanımıyor ve makam gaspıyla suçluyor.[xiii] 1913 tarihli Atina Anlaşmasının 11. maddesi ve 1920 tarihli 2345 sayılı yasanın 6. maddesi Yunanistan’da görev yapacak müftülerin, görev bölgesinde yaşayan Müslümanlar tarafından seçilmesini öngörüyor. Yunanistan’ın kendisini bağlı saydığı Lozan Antlaşması da, Türk azınlığa kendi din işlerini Yunan Yönetimi’nden bağımsız olarak organize etme ve yönetme hakkını açıkça tanıyor. 74’deki Kıbrıs Barış Harekâtı döneminde olduğu gibi görülebilen ve nispeten anlaşılabilen, karşılıklılık oluşturabilecek bir gerekçe de olmaksızın Yunanistan, 90’lı yıllarla birlikte Batı Trakya Türklerinin haklarını daha açık bir şekilde kısıtlamaya başladı. 24 Aralık 1990 tarihli Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile müftülerin tayinlerini valilerin yetkilerine bırakırken 9. maddesi ile de 2345/1920 sayılı kanun yürürlükten kaldırıldı.[xiv] Aslında bundan çok evvel henüz yasal değişiklik de yapılmamışken Gümülcine Müftüsü Hüseyin Mustafa Efendi’nin vefatı üzerine 1985’de hukuka aykırı olarak seçim ilanı isteyen Türk azınlığa danışmadan makama atama yapmıştı. Atamaya rağmen halk 1990’da Gümülcine’de Mehmet Emin Aga’yı, İskeçe’de seçilen İbrahim Şerif’i müftü olarak seçti.

Yunan hükümetleri o günden bu yana seçilmiş iki müftüyü tanımadığı gibi kutsal günler vesilesiyle yayınladıkları mesajları başlıca dayanak yaparak atanmış resmi müftülere rağmen görev gaspı yaptıkları ve otoriteye karşı çıktıkları gerekçesiyle açılan davalarla azınlığı ve müftüleri yıldırma politikası izledi. Yunanistan’ın bu uygulaması Batı Trakya Türklerini atanmış müftüleri protesto etme ile kendi öz makamlarını işlevsizleştirme ve önemsizleştirme arasında bırakmaktadır. Öte yandan Dimotaka ve Rodos’ta bulunan müftülük makamları için halk tarafından seçime gidilmediği için bu makamların da “işgal” altında kabul edildiğini ve “baş müftülük” makamının işletilmediğini de belirtmek gerekir. 9 Eylül 2006 tarihinde vefat eden İskeçe Müftüsü Mehmet Emin Aga’nın yerine, Batı Trakya Türk Azınlığı Danışma Kurulu tarafından alınan karar uyarınca 31 Aralık 2006 günü bayram namazı öncesinde camilerde yapılan seçimler neticesinde halk tarafından Ahmet Mete’nin İskeçe müftülüğüne seçilmesi sorunun tekrar Türkiye gündeminde yer almasını sağladı. Ne var ki, İskeçe Seçilmiş Müftüsü İbrahim Şerif’in davasında AHİM tarafından haklı bulunmasına rağmen Yunanistan’ın makama iadeyi sekiz yıldır gerçekleştirmemiş olması Ahmet Mete’nin karşı karşıya bulunduğu sıkıntının boyutlarını göstermesi açısından önemlidir.

Bıçak Sırtında “Vatan”

Batı Trakya Türkleri vatandaşı oldukları Yunanistan tarafından çok daha ağır uygulamalara da maruz kaldılar. Dolaşım hakkını kısıtlayan ve azınlığı bölme amacı güden “yasak bölge” uygulaması yıllarca yürürlükte kaldı. Yine aynı dönemin ürünü olan Yunan Vatandaşlık Yasası’nın 19. maddesi gereğince “etnik köken olarak Yunan olmamaları” gerekçesiyle vatandaşlıktan atılan 60 bin Türkün vatandaşlığının iadesi konusunda, yasa yürürlükten kalkalı on yıl olmasına rağmen Yunanistan hala köklü bir çözüm getirmedi. Seçme ve seçilme hakkını engelleyen “süper valilik” sistemi ve bağımsız adaylar için getirilen yüzde 3’lük baraj uygulaması çok daha yeni tarihli sayılabilecek düzenlemelerdir. Eğitim konusunda ise, Türkiye’den öğretmen ve Türkçe kitap getirilmesinde uygulanan kısıtlamalar, kalitesiz eğitim verilmesi, üniversitelere girişte Türklere binde 5’lik baraj uygulaması ve buna rağmen Türkiye’den alınan diplomaların denkliliğinin tanınmaması, anaokulun zorunlu hale getirilmesine rağmen Türklere anaokulu açma izni verilmemesi şeklinde hayati önemdeki sıkıntılar bugün canlı biçimde yaşanıyor. Yok olma tehdidi altında yaşayan Batı Trakya Türkleri 29 Ocak 1998’de bu gün tüm engellemelere rağmen bir araya gelerek protesto yürüyüşü gerçekleştirmişlerdi. 1990’da aynı tarihte gerçekleşen saldırılar, bu günü daha da önemli kılıyor. Türkiye’de yaşanan üzücü 5–6 Eylül olayları gündemden düşmezken ola geliş ve sonuçları itibariyle aynı özellikleri taşıyan Batı Trakya Türklerine yönelik 29 Ocak saldırılarının da anılması Türkiye’nin görevidir.

Ruhban Okulu’nun açılmasının karşılığı ne Atina’da yapılacak bir camidir ne de isminde “Türk” kelimesi geçen derneklere getirilen yasağın kaldırılmasıdır. Ne Türkiye Müslüman aleminin temsilcisidir ne de bütün Avrupa’da Camisi bulunmayan tek başkente camii yapılması ruhban okuluyla bağlantılıdır. AİHM kararlarını uygulamak zorunda olan Yunanistan’ın, Türk derneklerine izin vermesi de Ruhban Okulu’na bir karşılık olarak değerlendirilemez. Türkiye savunma çizgisindeki politikalarından vazgeçip göze göz dişe diş taleplerini soydaşları adına dile getirmek zorundadır. AB üyesi olan ve hatta AB kültür ve kimliğinin temelini oluşturduğu kabul edilen Helen mirasına sahip çıkan Yunanistan’ın azınlıklar politikasını, en ince ayrıntısına kadar incelemeden Türkiye Batılı ülkeler düzeyine erişemeyecektir. Batı Trakya Türklerinin daha yüksek sesle haklarını arayacak bir hamiye duyduğu ihtiyaç da ABD’nin diplomatları vasıtasıyla yaptığı “Türk azınlık” tanımlı açıklamalara rağmen henüz giderilebilmiş değil. Yunanistan, Patrikhanenin bazı sıkıntılarını Avrupa Birliği ve hatta Yunan lobileri aracılığıyla ABD’nin sorunu haline getirmişken Türkiye’nin Batı Trakya Türklerinin doğrudan insan haklarından kaynaklanan sorunlarını dünya gündemine taşıyamaması büyük eksiklik olarak değerlendirilmelidir.

 

Gözde KILIÇ YAŞIN

21.YY Türkiye Enstitüsü

Kıbrıs-Balkan Uzmanı

 

Kaynak: 21.YY Türkiye Enstitüsü


[i] Mütekabiliyet ilkesinin önemi, Yunanistan’ın sadece ülkesindeki “Türkleri” üstelik onu da “Müslüman azınlık” olarak tanımasından da anlaşılıyor. Ülkenin Makedon, Arnavut, Ulah gibi diğer azınlıkları uluslararası anlaşma ve sözleşmelere rağmen yok sayılıyorlar.  

[ii] Fikret Bila, Rodos’taki Türk Okulu Niye Kapalı, Milliyet, 26.10.2006

[iii] Gündem Gazetesi

[iv] Fener Rum Patrikhanesi’ne bağlı olarak çalışan Heybeliada Ruhban Okulu, 1971’de kapatılana kadar oniki tanesi İstanbul Rum Patriği, ikisi İskenderiye Patriği, üçü Antakya Patriği, dördü otosefal Atina Başpiskoposu, bir tanesi de otosefal Arnavutluk Başpiskoposu olan 930 mezun vermiştir. Heybeliada Ruhban Okulu 1965 tarih ve 625 sayılı ‘Özel Öğretim Kurumları Kanunu’nun bazı maddelerinin (1., 14., 48. m. ile 8.m/2-4 f.) 1971’de Anayasa Mahkemesince iptali üzerine kapanmıştı. Bu kanun çıkartılırken ve Anayasa Mahkemesi’nce bazı maddeleri iptal edilirken elbette ki Heybeliada Ruhban Okulu’nun kapatılması hedeflenmemişti. Devletin ‘genel’ bir düzenlemesinden etkilenen de sadece Ruhban Okulu olmamıştı. Yüksek Öğretim Kurumlarının sadece devlet tarafından açılıp işletilebileceği kararıyla mevcut özel yüksek öğretim kurumları ya kapanmaya ya da bir devlet üniversitesine bağlanmaya karar vermişlerdir. Ruhban Okulu’nun Türkiye Cumhuriyeti’nin bir üniversitesine bağlanmasını kabul etmeyen Patrikhane ise okulun teoloji bölümünü kapatmayı tercih etmiştir. Okul, 1971-1972 öğretim yılından itibaren Heybeliada Rum Erkek Lisesi olarak faaliyetini sürdürmüştür.  

[vi] Salim Gökçen, “Heybeliada Ruhban Okulu Yansımaları”, 2023, Aralık 2003, S. 32, s.5

[vii] Ruhban Okulu’nun özellikle de Teoloji Bölümü’nün Patrikhanenin istekleri doğrultusunda açılması isteği, aynı zamanda TC Anayasası ve yasalarına olduğu gibi Lozan Antlaşması’na, AB Anayasası Taslağı’na ve diğer uluslararası sözleşmelere de aykırı bir imtiyaz talebidir. Anayasa’nın 2. maddesinde Türkiye Cumhuriyeti’nin laik bir devlet olarak nitelenmesi nedeniyle dini öğretim yapan özel okul açma ve yönetme mümkün değil. Nitekim Anayasa’nın 24. maddesi de “din ve ahlak eğitim öğretimi devletin gözetim ve denetimi altında yapılır” şeklindedir. T.C. Anayasası, Anayasa Mahkemesi Kararı, Yüksek Öğretim Kurumları Kanunu ve Milli Eğitim Temel Kanunu ile düzenlenen ve uygulanan devlet politikasına göre Türkiye’de din eğitimi veren kurumların hepsi devletin denetiminde yer alıyor. Ayrıca, 403 Sayılı Tevhid-i Tedrisat Kanunu, Türkiye’de dini tedrisatı, cemaatlerden ve özel kişilerden alıp, devlet görevi olarak Milli Eğitim Bakanlığı’na veriyor. Aynı kanunun 28. maddesi, ‘Bir özel okula alınabilecek yabancı uyruklu öğrenci sayısının, okulda okuyan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı öğrencilerin yüzde 20’sini aşmamak kaydıyla Milli Eğitim Bakanlığınca tayin olunur’ hükmünü getiriyor. 625 Sayılı Kanunun 3. maddesinin 3. paragrafı da ‘Askeri okullar, dini eğitim ve öğretim yapan özel öğretim kurumları ile emniyet teşkilatına bağlı okulların aynı veya benzeri özel öğretim kurumu açılamaz’ hükmünü düzenliyor. Anayasa’nın 132. maddesindeki “Kanunda gösterilen usul ve esaslara göre kazanç amacına yönelik olmak şartı ile vakıflar tarafından devletin gözetim ve denetimine tabi yükseköğretim kurumları kurulabilir” hükmü ile de sadece vakıflar üniversite açabiliyor. Patrikhane ise bir vakıf değildir.

[viii] 1972 tarihli ve 1109 sayılı kanun-kararname ile “Türk Okulları” ismi, “Azınlık Okulları” olarak değiştirilmiştir.

[ix] Talep sırasıyla Dedeağaç Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 58/1996 sayılı kararıyla ardından Trakya Temyiz Mahkemesi tarafından 423/1998 sayılı kararla ve nihayet Yargıtay’ın mahkeme kararını onayan 58/2006 sayılı kararıyla reddedildi.  

[x] Stamatis Sakellion, Yunanistan, Avgi gazetesi, 5 Kasim 2006, çev. Erol Bekir

[xi] İskeçe Türk Birliği ve Rodop İli Türk Kadınları Kültür Derneği, AHİM’de haklı bulunmuştur. İsekeçe Türk Birliği 22 yıl süren bir üç hukuk mücadelesi vermiş 2005 yılında AİHM’e başvurmuştur. Her iki dernek hakkındaki AİHM kararı 27 Mart 2008’de açıklanmıştır.

[xii] Müftülük sadece din görevlisi tayin etmek değil, aynı zamanda şer’i hükümler vermek; nikah, boşanma velayet ve dini konulardaki her türlü fetva ve şer’i kararlar almakla yükümlü ve yetkili en üst makamdır.

[xiii] Burada da bir karşılaştırma yapmak gerekirse Türkiye, Patrik seçimine karışmıyor, geçerli sayılan nizamnamelere uygun bir şekilde buna izin veriyor ve seçilmiş Patriğin görevini yerine getirmesini engellemiyor. Patrikhane’nin patrik seçilmek için gereken Türk vatandaşlığını şartının kaldırılması yönündeki talebi de not düşülmeli.

[xiv] Kararname ile vakıfların mal varlığını yönetme yetkisi de müftülerin elinden alınırken 7. madde ile müftülüğün Türkler ve diğer cemaatlerle yapacağı yazışmalarının Yunanca olması karara bağlandı.

Sosyal Medyada Paylaş

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Tarih:

Beğenebileceğinizi Düşündük
Yazılar

Orta Güçler Çok Kutuplu Bir Dünya Yaratacak

Dani Rodrik - Cambridge Bu yazı ilk olarak 11 Kasım...

Amerika Bir Sonraki Sovyetler Birliği mi?

Harold James, Princeton Üniversitesi'nde Tarih ve Uluslararası İlişkiler Profesörü. Bu...

Stabil Kripto Paralar Doların Küresel Statüsünü Koruyabilir

Paul Ryan, ABD Temsilciler Meclisi'nin eski sözcüsü (2015-19), American...

Avrasya’da Kolektif Güvenlik: Moskova ve Yeni Delhi’den Bakışlar

Collective Security in (Eur)Asia: Views from Moscow and New...