Uluslararası İlişkiler literatürüne kabaca göz atıldığında dahi görülecek olan gerçek şudur ki kavramsal ve kuramsal temellendirmeler ekseriyetle Batılı güç odaklarının ihtiyaçları doğrultusunda yapılandırılmıştır. Bu durum uluslararası ilişkiler çalışmalarının tarihiyle neredeyse yaşıttır.
Batılı kavram ve kuramların uluslararası ilişkileri anlama ve yorumlamada oynadığı bu başat rol, “the rest”in derdini anlayabileceği ve anlamlandırabileceği bir çerçeveyi de doğal olarak sunamamaktadır. Bu tekçi yapının pek çok sebebi olabilir. İlk olarak akla kuşkusuz Westphalya ile temellenmiş, Fransız İhtilali ile şekillenmiş ve moderniteyle bezenmiş ulus-devletin genel geçer bir devlet formu olarak küreye dayatılması gelir. Günümüzde pek çok sebeple farkına vardığımız bir gerçek de budur. Ulus-devlet dayatılmış bir olgudur. Ulustan ibaret olduğunu düşündüğümüz yapıların kabilevi referanslarla ve dengelerle yönetildiğine dair bilginin “geç” iletilmesi, küreyi ulus-devletler camiası olarak anlamamıza ve yorumlamamıza neden olmaktadır. Ulusal kimlik oluşumu aşamasında Batılı tecrübeden çok uzakta kalan söz konusu “the rest”, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda girdiği oturumlarda ulus-devlet vasfına haiz olduğunu anlamakta ve bu ulus-devlet olma vasfına yönelik “verili bilgisini” her yeni oturumda yeniden üretmektedir (!).
Bir “Ortadoğu” ülkesi olarak Türkiye’de de durum benzer. Tırnak içine kasıtlı bir şekilde aldığım Ortadoğu tabiri, “yeri geldiğinde” Türkiye’de de çetin tartışmalara sebep olmaktadır. Ortadoğu, kimin Doğusudur, hangi Doğu’nun Ortasıdır? Bu kavramın kökenine inmek, İngiliz emperyal sisteminin tarihine inmekle eşanlamlıdır. Ortadoğu, İngiliz emperyal entitesinin uluslararası ilişkiler literatürüne armağan ettiği bir kavramdır. Fakat en basitinden Türkiye’de yorum yaparken, yazarken-çizerken güneyinizde konumlanmış bir coğrafyayı Ortadoğu olarak anmak, şüphesiz coğrafya bilginizi de sorgulamanızı gerektirebilir.
Bu noktada belirtmek istediğim bir husus daha var. Farkında olalım ya da olmayalım, bu tip dayatmalar diplomatik dilin icadı ve devamında “el değiştirmesiyle” de yakınlık gösteriyor. Latince tabirler zaten bir rüya gibi çok uzak. Casus belli’yi uzun zaman Türkçe anlamaya yatkındık sanırım. Uluslararası ilişkileri Fransız merkezinden okuyan jenerasyona da biz ne yazık ki yetişemedik. Dünyaya geldiğimizde dahi İngilizce diplomatik jargonda hâkimiyetini çoktan kurmuştu. Bir dönem Fransızcaya mecbur kalan Osmanlı diplomasi entelijansiyası gibi günümüz diplomasi ehli de İngilizceye maruz kalmaktadır. Bu durum sadece diplomasi çevreleriyle de sınırlı değildir üstelik. Kendisini diplomasi dili olma vasfıyla donatmış bulunan lingua diplomatique, aynı zamanda küresel iletişimin de temel belirleyenidir. Sırf bu yüzden mesela akademide evrensel dilde yayın yapmak ya da yapılan yayınları takip etmek elzemdir. Fakat dil, düşündüğünüzü belirler. Düşündüğünüzü ifade etmenin yegâne yöntemi bir “dili” kullanmaktan geçer. Hal böyle olunca da uluslararası ilişkileri “the rest”in dilinde yoğurmanın önemi ortaya çıkar sanırım.
Batılı ihtiyaçlar doğrultusunda üretilmiş kavram ve kuramların sıklıkla özgül şartlarımıza uymadığına şahit oluruz. Ersel Aydınlı, Erol Kurubaş ve Haluk Özdemir hocaların da vurguladığı bir gerçeklik bu. Türkiye özelinde tartıştıkları bu gerçek, “the rest”in de problemi olmalı sanırım. Özellikle de küreselleşmenin yerelleşmeyle birlikte düalist ve paradoksal bir işleyişi olduğunu düşünüyorsak, “the rest”in tecrübelerini literatüre katmanın gerekliliği daha bir belirginleşecektir. Uluslararası ilişkileri, merkezsiz düşünmenin zamanı geldi de geçiyor bile.
Ceyhun ÇİÇEKÇİ
Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi
Uluslararası İlişkiler Bölümü Araştırma Görevlisi