Balkanların Kendi Kaderini Tayini ve Avrupa’dan Ayrılan Yolu

8.yüzyılda ortaya çıkan ‘Balkan’ ifadesi, Orta Avrupa’dan Konstantinopolis’e kadar olan dağlık bölgeye Batılı gezginler tarafından verilen addır (Mazower, 2002). Nitekim Balkan bölgesinin adının siyasi bir anlam ifade edecek şekilde dönüşüme uğraması Osmanlı İmparatorluğu yönetimine kadar gitmektedir. Balkanların 20. yüzyılın başlarında Osmanlı yönetiminden ayrılıp devletlerini kurmalarına kadar geçen sürede bölge, Batı devletleri için uzak bir yer olarak görülmüştür (Mazower, 2002). Balkan bölgesinde ikamet edenler ‘beyaz’ ve ağırlıklı olarak Hristiyan olup, teknik olarak Avrupa topraklarında yer alsalar da kökleri Osmanlı İmparatorluğu’na kadar uzanan siyasi yapıları açısından Avrupa’dan ayrılmışlardır (Todorova, 1994). Avrupa toprakları ve Balkanlar’da yaşayan nüfuslar dini ve belki de etnik olarak benzer olsalar da aralarındaki temel fark yıllarca devam etmiştir. Balkanlar’da Osmanlı İmparatorluğu’nun adem-i merkeziyetçi sistemi ile Avrupa kapitalizmi karşı karşıya kalmış ve bu önemli bir ekonomik farklılığa yol açmıştır (Mazower, 2002). Balkanlar’ın siyasi ve ekonomik geleneklerini etkileyen Osmanlı mirası, Avrupa topraklarında Hıristiyanlık olgusunun yarattığı kültürel birliği engellemiştir. Siyasi, ekonomik ve kültürel farklılıklar göz önünde bulundurulduğunda ise Balkan bölgesinin tarihinin Avrupa tarihinden farklı bir şekilde ele alınması uzun yıllar devam eden bir gelenek haline gelmiştir. Ayrıca, Osmanlı’daki modernleşme ve altyapı eksikliği gibi faktörler de Balkanlar’ın Avrupa’dan ayrı tutulmasının başka bir nedeni olarak ele alınmıştır.

19.yüzyılın sonlarında Yunanistan ve Bulgaristan gibi ülkelerin bağımsızlık savaşı ve 20. yüzyılın başlarında Balkan Savaşları’nın sonunda Balkanlar’ın Osmanlı’dan tamamen kopması gibi olaylar bölgede milliyetçiliğin ateşlenmesinin sonucudur. Bilindiği gibi, Avusturya-Macaristan imparatorunun bir Sırp milliyetçisi tarafından öldürülmesi, Birinci Dünya Savaşı’nı başlatan olay olarak görülmektedir. Balkanlar’da başlayan bu olayların, Avrupa’nın ve de dünyanın ilk en büyük savaşını doğurduğunu söylemek yanlış olmaz. Milliyetçilik olgusu 18. yüzyılda Fransa’da ortaya çıkmış olsa da etkilerini en çok hissedenlerin Osmanlı ve Avusturya-Macaristan İmparatorlukları olduğu ve Balkanlar’a yayılmış ulus devlet kurma arzusunun bu imparatorlukları yıkıma götürmede en etkili araç olduğu söylenebilir. Balkanlarda başlayan ve sonuç dahi veren milliyetçilik hareketlerinin Avrupa’nın kaderine öncülük eden anlatımı Birinci Dünya Savaşı ile karşımıza çıkmaktadır.

 

Balkan Ülkelerinin Kaderlerini Tayini

‘Kendi kaderini tayin’ kavramı, Batı temelli ve modern bir kavram olarak düşünülebilir. Bunun temelinde milliyetçilik fikrinden doğan bir ulus-devlet kurma arzusu yatmaktadır. Balkanlar’da bu fikirler kabul görse de uygulama sürecinin sancılı geçtiği söylenebilir. Çünkü Birinci Dünya Savaşı’nda çözülemeyen ‘ulus-devlet sorunu’, kendi kaderini tayin etme fikrini pratik bir siyasi yöntem olarak her ulusal gruba yayamamıştır. Balkan bölgesinin sorunu esas olarak etnik düzeyde kalmıştır. Teoride, azınlıkları çoğunluk içine asimile etme fikri, devleti homojen hale getirmek için ideal bir çözüm gibi görülmüştür, ancak bu pratikte mümkün olmamıştır.

1912 ile 1922 arasındaki savaşlar bu etnik sorunun ne kadar büyük olduğunu göstermiştir. Osmanlı Makedonya’sında Rumlarla Bulgarlar arasında çıkan çatışmalarda çok sayıda kurban verilmiş; zorla din değiştirtmeler, toplu infazlar ve on binlerce mültecinin kaçışı, Avrupa’da kalan Osmanlı vilayetlerinin vatandaşlık ilkesiyle tasfiye edilmesi girişiminden kaynaklanmıştır (Mazower, 2002). Ancak Osmanlı’nın Balkanlar’daki izleri ortadan kalkınca, bölgede ‘millet’ sorunu kalmıştır. Bulgaristan’ın 1914’te Makedonya ve Güney Sırbistan’ı işgali ayaklanmalara yol açarken, emperyalist güçlerin baskıcı müdahalesini de doğurmuştur (Mazower, 2002). Ancak Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda, Balkan devletlerinin Büyük Güçler’in baskısı altında Milletler Cemiyeti nezdinde imzaladığı azınlık haklarına ilişkin anlaşmalar ne azınlığı ne de çoğunluğu tatmin etmiştir (Mazower, 2002).

Sırbistan, Romanya, Karadağ, Bulgaristan ve Yunanistan’ın bağımsızlıklarını kazandıkları dönemde tecrübe ettikleri ulusal değişiklik ve gelişmelerin birçok ortak yöne sahip olduğu görülmektedir. Bağımsızlıklarını kazanmaları sonrasında bu devletlere merkezi bir yönetim ve anayasal monarşi hâkim olmuş ancak siyasi mücadeleler, etnik gruplar ve monarşiler arasında çatışmalar yaratmaya devam etmiştir (Jelavich & Jelavich, 1977). Bu devletler, siyasi ve ekonomik gelişmelerde Batı’ya bağlı kalarak Avrupa’nın genel standartlarını yakalamaya çalışsalar da ülkeler arasında etnik nedenlerden çıkan çatışmalar ve bölgedeki devlet geleneğinin Avrupa’dakinden farklı süreçler geçirerek oluşmasından bu mümkün olmamıştır.

Bölgede hüküm süren Habsburg ve Osmanlı İmparatorluklarının, bağımsızlığını kazanan ülkeler için ticari nedenlerle önemli olduğu söylenebilir; örneğin, Sırbistan’ın yerel halkının ürettiklerini satabilmek, ticaret yapabilmek için Habsburg pazarına erişmesi gerekmiştir (Jelavich & Jelavich, 1977). Osmanlı İmparatorluğu ve bağımsız bölgeler arasındaki ilişkilerde ise öne çıkan Batı devletlerinin çıkarları olmuştur. Büyük Devletlerin Osmanlı’yı ortadan kaldırmaya, yeni kurulan devletlerle iş birliği yapmaya ve bu bölgeyi ‘sömürülecek’ yeni bir alan olarak görmeye yönelik izledikleri politikalar bu ilişkilerin temelini oluşturmuştur (Jelavich & Jelavich, 1977). Balkan devletleri bağımsızlıklarını kazandıkları halde ‘modern devlet’ seviyesine tam erişememişlerdir. Zira işleyen bir bürokrasi ve işlevsel bir orduya sahip olmak ‘modern bir devlet’ olmak ve bunu sürdürebilmek için yeterli değildir (Jelavich & Jelavich, 1977).

İngiltere, Fransa ve Almanya gibi sanayileşmiş ülkelerden borç alan Balkan devletleri, sermaye ve sınai malları ödemek için yetersiz kalmış, bu devletlere yüklü miktarlarda borçlanmıştır. Bölgede demiryollarına duyulan ihtiyaç burada bir örnek olarak ele alınabilir. Batı’nın stratejik nedenlerle Osmanlı’ya demiryoluyla bağlanma arzusu, Balkanlardaki demiryollarının Batılı devletlerin çıkarları için kurulmasına neden olmuştur (Jelavich & Jelavich, 1977). Demiryollarının yapımında Batılı devletlere borçlanan Balkan devletleri birçok sorunla karşılaşmıştır; Balkan devletlerinin vergi gelirlerinin yabancı yetkililer tarafından kontrol edilmesi (Jelavich & Jelavich, 1977) buna örnek verilebilir. Tarımsal üretime bağlı ekonomileri ve yoksul halkları olan Balkan devletlerindeki bu geri kalmışlık, bölgedeki devletlerin siyasi sistemini etkileyen başka bir unsur olmuştur. Bu süreçte sanayileşmenin etkilerini görmeye başlayan bölgede ağır şartlar altında uzun çalışma saatlerinin ve düşük ücretle çalışan işçilerin sayılarının artması ise Sosyal Demokrat partilerin ortaya çıkmasına neden olmuştur (Jelavich & Jelavich, 1977). Böylece Balkanlar’da sosyalist hareketin temelleri atılmıştır. Balkan ülkeleri bürokrasi ve kolluk kuvvetleri açısından gelişirken, ekonomik ve ticari faaliyetlerde kendilerini geliştirememiş ve bölge nüfuza açık hale gelmiştir.

Dönemin devletlerinin politik yapılanmaları incelendiğinde ise bu süreçte azınlıklara karşı en az hoşgörü politikasını savunanların muhafazakarlar değil liberaller olduğu görülmüştür (Jelavich & Jelavich, 1977). Liberaller sağlam merkezi iktidarların aktif sosyal ve ekonomik reformlarla ülkeleri yirminci yüzyılda hayatta tutacağı inancıyla yola çıkmış ve kendilerini de bu devletleri modernize edecekleri bir politikaya girişiyor olarak görmüşlerdir (Jelavich & Jelavich, 1977). Liberaller, etnik azınlıklar ile birlikte, genellikle kontrolden çıkabilecek tüm grupları hedef almıştır. Başka bir deyişle, liberal devlet inşası, azınlık özlemlerine duyarsız kalmıştır ancak tamamen dışlayıcı değildir; baskı, devleti modernleştirme aracı olarak az tercih edilen bir araç olarak devam etmiştir. Fakat Nazilerin 1933’ten sonra izlediği politikalar ve 1941’deki işgaller, Balkanlar’daki “etnik iç savaş” ortamını hazırlamada etkili olmuş; Sırpların Bosna’daki Rumlara ve Bulgarlara karşı uyguladıkları benzer politikalar Yugoslav Makedonya’yı da etkilemiştir (Jelavich & Jelavich, 1977). 1945’ten sonra Almanların yenilgisine rağmen Balkanlar’da etnik iç savaşın çanları çalmaya devam etmiştir.

 

Bölgedeki Komünizm Etkisi

Marksizm fikri bölgede galip gelmezse ne yapılabilir?” sorgusuna girişilmemesi, hâlihazırda farklı niteliklere sahip olan Balkan ülkelerinde Marksizm uygulamasının SSCB’den farklı ve daha kısa süreli olmasına yol açmıştır. Balkanlar’ı Marksist düşünceyi benimsemeye sevk eden süreci ve nedenleri anlamak için Balkanlar’daki ‘geri kalmışlık’ ile Batı’da öne çıkan liberal politikalar karşılaştırılabilir. Liberal doktrinler otoriter yönetime karşı geliştirilmiştir ve özellikle ticarette devletin sınırlamalarına karşı koymaktadır. Ancak Balkanlar’ın daha ilkel, tarıma dayalı ekonomisi ve sosyalist partilerin iç sorunları radikal reformlarla çözen ve ekonomik konularda devlet müdahalesine ihtiyaç duyan bir yapıda örgütlenmesi, Batı’nın liberal fikirlerinin Balkanlarda neden işlemediğini açıklayabilir.

Marksist ve Leninist teorideki kişilik kültü, kapitalizmin en kötü yönlerinin sergilendiği bölgelerde ‘devrim’in hayat bulacağı, sınıflar arası mücadelenin ve dolayısıyla toplumsal eşitsizliğin sona ereceği fikirleri; sosyalist yaklaşımın temelini oluşturmaktadır. Nitekim Balkanlar’da devletin uygulayacağı sosyalizm de ekonomik gerilik ve yoksulluktan kurtuluş olarak görülmüştür. Balkan devletleri komünizmi sosyal adaletin sağlayıcısı olarak görmüş, Komünist partilerin programlarının geleceklerini daha mutlu ve zengin bir şekilde şekillendireceğini düşünmüşlerdir (Todorova, Imagining the Balkans, 2009).

SSCB’nin siyasi kurumları Yugoslavya’da kopyalanmış ve Komünist partiler Balkanlar’daki devletlerin valileri haline gelmiştir. Balkan devletleri SSCB ile aynı ideolojiyi benimsemiş olsalar da sosyalist blok içerisinde yer alan ülkelerle yaptıkları ticarette ödemeleri gereken miktar adaletsiz olduğu için uygulamada bazı zorluklar yaşamışlardır (Mazower, 2002). Zamanla, tüm Balkan ülkeleri büyük bir borç içine girmişlerdir. Balkanlar’daki komünist hükümetlerin dikkatlerini ağır sanayiye odaklaması ile Balkanlar’daki sermaye kıtlığı artmış ve Sovyetler kredilerin tüm yükünü köylülere ve tüketicilere yüklemiştir. Balkanlar’da geçim kaynağı olarak büyük önem taşıyan tarıma verilen zarar, işçi ve köylülerin komünizm fikrine güçlü bir şekilde karşı çıkmasına neden olmuş, insanlar hayvanlarını devlete vermek yerine kendileri kesmeyi tercih etmişlerdir.

 

Yugoslavya’da Uygulanan Sistematik Şiddetin Stratejisi

1.Dünya Savaşı sonrasında Yugoslavya’daki siyasi ortam Muhafazakârlar ve Reformistler arasında bölünmüştür. Tito’nun kararı reformcuları bastırmış ve Federal Cumhuriyetlere daha fazla güç verilmiştir(Ramet, 2005). Yugoslavya’nın dağılmasına yol açan süreci takip etmek için ayrıca sosyalist ekonomik sistemin çöküşüne bakmak gerekmektedir. Yugoslavya’nın çok etnikli yapısı, burada izlenen komünist ekonomi politikalarını büyük ölçüde etkilemiş ve Hırvatistan ile Sırbistan gibi bölgelerin gelişimleri diğer ülkelere kıyasla daha hızlı olmuştur(Ramet, 2005). Buna karşılık, Makedonya ve Kosova gibi bölgeler geride kalmış ve yüksek işsizlik oranlarıyla başa çıkmaya çalışmıştır (Ramet, 2005). Daha az gelişmiş bölgeler, federasyonun kendileri için yeterince şey yapmadığından ve daha gelişmiş cumhuriyetlere kıyasla kendilerine yönelik politikaların genellikle ertelendiğinden şikâyet etmişlerdir (Ramet, 2005). Daha çok gelişmiş bölgeler ise daha az gelişmiş bölgelere destek sağlama zorunluluğu nedeniyle büyümelerinin yavaşladığını iddia etmiş ve bu fonların çoğu zaman verimsiz kullanılmasından şikâyetçi olmuşlardır (Ramet, 2005). Ekonomik sorunlar etnik gruplar arasında öfke ve sürtüşmeyi körüklemiştir. 1973’teki petrol krizi ve dünyayı sarsan mali kriz nedeniyle bölgesel ortam hızla değişmeye başlayınca, Yugoslav siyasi yapıları bunu kaldıramamıştır.

Siyasi olarak incelendiğinde, siyasi elit idari merkeziyetçilikten vazgeçip âdemi merkeziyetçilik programları başlattığında, birleşik bir Yugoslav kültürünün gerçekleştirilmesine yönelik fikirler de yok olmuştur denilebilir. Bir argümana göre, Yugoslavya’nın kuruluş amacı, bölgedeki muhafazakârların nefret oranını en aza indirmek olmuştur (Jr., 2004). Çeşitli Yugoslav cumhuriyetlerinde demokratik seçimler yapıldığında, muhafazakârlar iktidara seçilmiş ve etnik açıdan homojen devletler yaratmak için kendi aralarında savaşa girmişlerdir (Jr., 2004).

Yugoslavya’nın dağılmasında etkili olan şiddetin rolünü açıklamak için ‘geçmişten etnik nefret’, ‘geri kalmışlık’ ve ‘farklı kültürel dinamikler’ gibi kavramlar öne çıkarılmıştır. Fakat uygulanan sistemik şiddet, siyasi çoğulculuk ve halk seferberliği ile karşı karşıya kalan elitler tarafından seçilen stratejik bir politika olmuştur (Jr., 2004). Savaşla birlikte bölgedeki etnik kimlikler de statükonun inşası ile bir şekillenmiştir. Bununla birlikte, burada ulaşılmaya çalışılan etnik bir homojenlik değil, siyasi bir homojenliktir; iktidar yapılarında radikal değişiklikler talep eden sesleri susturmak, ötekileştirmek ve hareketsizleştirmek amaçlanmıştır (Jr., 2004).

Kısacası, şiddet stratejisinin genel amacı, siyasi alanı iki düzeyde yeniden tanımlamak ve yeniden inşa etmektir (Jr., 2004). Aynı zamanda, belirli bir siyasi topluluğun sınırlarını yeniden şekillendirmeye, onları “sert” bir kültür veya etnisite ve korku kavramına dayalı olarak yeniden tanımlamaya ve diğer siyasi topluluk kavramlarını meşrulaştırmaya çalışılmıştır. Başka bir düzeyde ve daha uzun vadeli bir perspektiften yorumlanan de facto şiddet ve ‘etnik temizlik’ politikaları, yeni grup sınırları kavramını siyasi bir topluluk haline getirmek için alandaki mevcut demografik gerçekleri değiştirmeyi amaçlamıştır.

 

Avrupa Birliği ve Batı Balkanlara Dair

21.yüzyılda uluslararası sistemin en önemli aktörlerinden biri olarak karşımıza çıkan Avrupa Birliği (AB), söz konusu henüz bünyesine katmadığı Balkan ülkeleri olduğunda birtakım şüpheler taşımaktadır. Burada AB’nin ‘dönüştürücü gücü’ (transformative power) ele alınacaktır; AB, “dönüştürücü güç” sınıflandırmasını yalnızca uluslararası standartları teşvik etmekle kalmayıp, aynı zamanda AB’ye katılmak isteyen devletler için demokrasi, iyi yönetişim ve piyasa ekonomisiyle ilgili çok çeşitli reformları teşvik ederek kazanmıştır(Antoaneta Dimitrova vd., 2016). AB’nin dönüştürücü bir güç olarak analizi, genellikle AB’nin aday ve komşu ülkelerde birden fazla alan üzerindeki etkisine dayanmaktadır ve bu nedenle, dönüştürücü güç, AB’nin AB’ye katılmak isteyen ülkeleri etkilediği dolaylı veya açık bir entegrasyon modeli üzerine kurulmuştur.

Avrupa Komisyonu’nun 6 Şubat 2018 tarihli raporu incelendiğinde Batı Balkanlardaki dönüşümün anahtarı olarak kabul edilen faktörler güvenlik, hukukun üstünlüğü, temel haklar, iyi yönetişim, ekonomik büyüme, kalkınma ve bunların bölgedeki vatandaşlar üzerindeki etkisidir (Union, European, 2018). Rapor, temel hakların ifade özgürlüğü ve bağımsız medya aracılığıyla sağlanması için demokratik kurumların işleyişini güçlendirme ihtiyacını vurgulamakla birlikte, Batı Balkan devletlerinin bu süreçte ‘yapması gerekenleri’ tam olarak belirtmemiştir (Union, European, 2018). Nitekim söz konusu sosyo-ekonomik kalkınma olduğunda AB’nin daha çok inisiyatif aldığı görülmektedir. Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) üyeliği, AB’ye katılım için bir ön koşul olarak belirtilmiştir; Komisyon’un DTÖ’ye katılım sürecinde Bosna Hersek ve Sırbistan’a yardım etmeye devam edeceğine dair açıklama da bu inisiyatiflere örnek olarak gösterilebilir (Union, European, 2018). Ancak göç ve sınır sorunları, siber güvenlik ve siber suç alanında alınacak aksiyonlar konusunda Europol ve ‘Avrupa Sınır ve Sahil Güvenlik Ajansı’ gibi kurumlardan sadece ‘iş birliği’ alanında bahsedilmesi ve somut adımlar ile eylem planı eksikliği olduğu da gözden kaçmamalıdır (Union, European, 2018).

Bu örnekler dışında hukukun üstünlüğü, temel hakların uygulanması, Batı Balkanlar için ekonomik kalkınmanın nasıl sağlanacağına dair diğer bölümlerde AB’nin ‘hedefleri’ sadece ‘eylem planları detaylandırılacak’, ‘yeni danışmanlık görevleri yapılacak’ (Union, European, 2018) gibi söylemler etrafında şekillenmektedir. Bu ifadeler, AB’nin içinde bulunduğu genişleme yorgunluğunu (enlargement fatigue) anlamaya yardımcı olabilir. Genişleme yorgunluğu basitçe bazı Birlik üyelerinin yeni ülkeleri kabul etme konusundaki isteksizliğinin bir nedeni veya istekliliğin azaldığının bir işareti olarak tanımlanmaktadır (Gentilini, 2014). Özellikle 2008 ekonomik krizi, güvenlik maliyetleri ve ekonomik sorunlar varoluşsal faydalar açısından ele alındığında, AB yönetiminde genişleme lehine ve aleyhine ikili bir tablo ortaya çıkmıştır (Szołucha, 2010). Bazı ülkeler genişlemeyi mantıklı görürken, suçla ilgili endişeleri devam etmiştir. Diğerleri, artan bir işçi havuzunun faydalarını görebilmiş, ancak bu kişileri ülkelerine nasıl entegre edecekleri konusunda endişe duymuşlardır. Batı Balkanlara dair halkın tutumu da karmaşık hale gelmiştir. Bu tutumlar, yalnızca genişlemeye yönelik genel politika açısından değil, Batı Balkanlar’a dair ulusal tutum ve politikalar açısından iç siyasi tartışmalarla da şekillenmektedir (Prelec, 2020).

Bu genişleme yorgunluğunun dönemsel bir kriz ve Avrupa’nın tarihini ve mirasını taşıyan yeni bir gerçeklik olduğuna dair başka görüşler de vardır. Avrupa’nın bu tür sorunları önceden aşabildiği ve verdiği sözleri her zaman tuttuğu iddia edilmektedir. Bununla birlikte, özellikle 2010’larda AB reformlarına ve ‘sözlerine’ dair hiçbir kanıt bulunamamıştır. “AB verdiği sözleri her zaman tutar” ifadesi, bu genişleme ve reformların devamının geleceğine dair bir temel veya inanç oluşturmamaktadır.  AB’nin dönüştürücü gücünü kullanmaya devam ettiği söylenebilir ancak burada değerlendirilmesi gereken unsur AB’nin irade söyleminden çok uyguladığı reformlar olmalıdır.

Batı Balkan halkları Avrupa değerleri doğrultusunda otoriter rejimlere karşı çıkmakta; demokrasi, medya özgürlüğü ve şeffaflık gibi taleplerde bulunmaktadır. Ancak AB, üretkenliği azaltan bir faktör olarak görülen pan-Avrupa diyaloğuna Batı Balkan vatandaşlarını dâhil etmekte yetersizdir (Prelec, 2020). Demokrasi, temel haklar, hukukun üstünlüğü ve bunların vatandaşlar üzerindeki etkileri Komisyon tarafından önemli görülmektedir ancak kamuoyunda rejimlere karşı yükselen sesler Avrupa bayrağı altında tam anlamıyla fark edilmemektedir.

 

Değerlendirme

‘Balkan’ kelimesinin zaman içinde coğrafi bir bölgeyi tariften çok ‘geri kalmışlığa’ ve ‘öteki olmaya’ işaret etmesi esasında Osmanlı yönetiminden etkilenmiştir. İmparatorluğun yönetim mirası, devletlerin bağımsızlıklarını kazanmasından sonra da bölgede yankılarını sürdürmüştür. Devletlerde bürokrasinin ve kolluk kuvvetlerinin köklü denetimi otokratik yönetimlerin doğuşu için zemin hazırlarken gelişmişlik düzeyinde maddi unsurların yer alamadığı ve bölge devletlerinin yabancı aktörlerin etkisine, ağır şekilde borçlanmaya ve diğer devletlerin etkisine açık hale geldiği görülmüştür.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında bölge devletlerinin siyasi yapıları ve başka ülkelerin nüfuzuna açık olmaları nedenleriyle bölge ideolojik bir dönüşüm içine girmiştir. Burada Marksizm’den etkilenen devletler, ekonomilerinin Soğuk Savaş döneminde önem arz eden ağır sanayi gibi endüstrilere dayanmaktan ziyade tarım faaliyetlerine ve buradan elde edilen ticari gelirlere bağlı olması gibi sebeplerden Sosyalist blok içinde de bir uyum yakalayamamıştır. Bölgenin hâlihazırda farklı etnik kökenlere ev sahipliği yapması ve milliyetçilik ateşinin bölgede bastırılmaya çalışılıp tabiri caizse ‘patlamaya hazır’ bir şekilde muhafaza edilmesi ise siyasi elitlerin bu farklıları siyasi amaçlarına ulaşmada bir araç olarak kullanmalarına neden olmuştur. Seçilen sistematik şiddet yöntemi ise iç savaşın fitilini ateşleyip etnik kıyıma giden bir yol açmış, bölgenin yıllar içinde aşamadığı sorunları daha da derinleştirmiş ve bölge devletlerine üzerlerinde uzlaşamayacakları sorunlar bırakmıştır.

Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve Avrupa Birliği’nin doğuşu, 21. yüzyılda Balkan bölgesinin kaderinin daha farklı olacağı inancını doğurmuştur. Nitekim günümüzde bölgeye dair izlenen AB politikaları ve söylemler; kurumun içerisinde bulunduğu fatigue ile birlikte henüz AB üyesi olamamış Balkan devletleri için pek umut vaat etmemektedir. Konuya ilişkin; Avrupa Komisyonu’nun gelecek oturumları ve alınan kararlar, liderlerin söylemleri, nitelikten ziyade nicelik taşıyan aksiyonlar ve bu aksiyonların Batı Balkan ülkelerinde içselleştirilip, eyleme dökülüp dökülmediği incelenmelidir.

Sonuç olarak; bölge tarihinin önemli noktalarına kısa bir bakış attığımızda Balkan ülkelerinin yüzyıllardır taşıdığı ve bölge olarak da yüklendikleri sorunların etkilerini hala sürdürdüğü görülmektedir. Gelecek yıllarda hem Balkan ülkelerinin kendi aralarındaki ilişkilere hem Avrupa Birliği ile olan ilişkilerine bu sorunların gölgelerinin düşeceği söylenebilir.

 

Dilara Nesrin BULUT

Akademi Birimi

 

Kaynakça

Antoaneta Dimitrova vd. (2016). Soft, Normative or Transformative Power: What Do the EU’s Communications with Eastern Partners Reveal About its Influence? EU-STRAT Working Paper.

Gentilini, F. (2014). Co-operation: Win-win Solutions are really possible. The Future of Integration Western Balkans.

Jelavich, C., & Jelavich, B. (1977). The Establishment of the Balkan National State, 1804-1920. In P. F. Sugar, & D. W. Treadgold, A History of East Central Europe (pp. 170-206). Washington: The University of Washington Press.

Jr., V. P. (2004). The Myth of Ethnic War: Serbia and Croatia in the 1990’s. New York: Cornell University Press.

Mazower, M. (2002). The Balkans – A Short History. New York: The Modern Library New York.

Prelec, T. (2020, Haziran 5). How to Improve the EU’s Credibility in the Western Balkans. Retrieved Mart 2021, from The Balkans in Europe Policy Advisory Group: , https://biepag.eu/how-to-improve-eus-credibility-in-the-western-balkans/

Ramet, S. P. (2005). Thinking About Yugoslavia: Scholarly Debates about the Yugoslav Breakup and the Wars in Bosnia and Kosovo. Cambridge: Cambridge University Press.

Szołucha, A. (2010). The EU and Enlargement Fatigue: Why has the European Union not been able to counter enlargement fatigue. Journal of Contemporary European Research.

Todorova, M. (1994). The Balkans: From Discovery to Invention. Slavic Review, 453-482.

Todorova, M. (2009). Imagining the Balkans. Oxford: Oxford University Press.

Union, European. (2018). European Commission, Communication from the Commission to the European Parliament, the Council, the European Economic and Social Committee and the Committee of the Regions. A credible enlargement perspective for and enhanced EU engagement with the Western Balkans. Strasbourg: Avrupa Komisyonu.

 

Sosyal Medyada Paylaş

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Tarih:

Beğenebileceğinizi Düşündük
Yazılar

Orta Güçler Çok Kutuplu Bir Dünya Yaratacak

Dani Rodrik - Cambridge Bu yazı ilk olarak 11 Kasım...

Amerika Bir Sonraki Sovyetler Birliği mi?

Harold James, Princeton Üniversitesi'nde Tarih ve Uluslararası İlişkiler Profesörü. Bu...

Stabil Kripto Paralar Doların Küresel Statüsünü Koruyabilir

Paul Ryan, ABD Temsilciler Meclisi'nin eski sözcüsü (2015-19), American...

Avrasya’da Kolektif Güvenlik: Moskova ve Yeni Delhi’den Bakışlar

Collective Security in (Eur)Asia: Views from Moscow and New...