TUİÇ BALKAM yani Türkiye Uluslararası İlişkiler Çalışmalar Derneği Balkan Araştırmaları Merkezi her hafta düzenli olarak gerçekleştireceği ‘Balkan Konuşmaları’nın ilkini 30.11.2013 tarihinde başlattı. Bu etkinliği özel ve güzel yapan, herkesin evinde, odasında rahat bir şekilde ‘skype’ üzerinden tüm ekip ile aynı anda iletişime geçip, fikir paylaşımında bulunabilmesidir.
Herkesin her şeye kelamı olduğu bir dönemde bizlerde ‘iki kelamımızı’ Balkanlar üzerine edelim diyerek, bu hafta Balkanların Osmanlı’daki önemi, sosyal ve ekonomik boyutları ile savaşa giden süreç’i naçizane incelemeye çalıştık.
Genel bir çerçeve oluşturmak açısından konuşmalarımızın ‘özet’ yayınları her hafta düzenli olarak yapılacaktır.
Osmanlı’nın Balkanlara önem verdiği -bu belki bazılarına göre ‘kaybetmeyelim’ anlayışı olsa da-, cami, medrese gibi ihtiyaca cevap veren kurumların çoğunun Balkan coğrafyasında açılıp, yatırımların bu bölgeye yapılmasından anlaşılmaktadır. Bunun Osmanlı kültürel ve sosyal hayatına yansıması ise eğitimli kesimin önemli bir kısmının bu coğrafyada yetişmiş olmasıdır. Buradan yola çıkarak Osmanlı’nın Rumeli’deki köklerinin sağlam olduğunu düşünen bizler de, tarihçilere katılarak Osmanlının bir Balkan imparatorluğu olduğunu rahatça dile getirebildik.
Farklı bir bakış açısı da Osmanlı’nın Roma İmparatorluğu’ndaki o ‘kâinat devleti’ anlayışını aslında devam ettirdiği üzerineydi. Kurumsal yapıların birbirine benzerliği, Dünya anlayışı ve vizyonu bakımından da bunun yanlış bir düşünce olmayacağı söz konusu.
Osmanlı Devleti bilindiği üzere Balkanlarda sosyal düzeni, Anadolu’dan bölgeye yaptırılan göçler ile birlikte ‘tarıma dayalı’ hale getirdi. Miri Toprak düzeni olarak incelediğimiz bu düzenin işleyebilmesi için ‘Tımar sistemi’ denilen aynı zamanda toplumu şekillendirmeye yarayan bir mekanizma oluşturuldu. Tımar sistemine göre toprağın tek ve tabi sahibi ‘padişah’ idi. Toprak üzerinde çalışanlar ise padişaha bağlı ‘reaya’ olarak tabir edilen halk idi. Toprağın kontrolü ise ‘sipahiler’de idi. Sipahiler halkın rahatsız olmaması, güven içerisinde toprağı ekip biçmelerinden sorumluydu. Sipahilerin görevlerini yerine getirmeleri sistemin devam edebilmesi için önemliydi.
Osmanlıda sosyal düzen içerisinde önemli bir mekanizma da ‘Devşirme sistemi’ idi. Bu sistemde, bebekken değil de belli bir yaş erişkinliğine ulaşan gayri Müslim gençler, Enderun denen mekteplerde çeşitli alanlarda yeteneklerini geliştirebilecekleri bir ortamda, orduda ve devlet yönetiminde değerlendirilmek üzere yetiştirilirlerdi. Böylelikle ‘Yeniçeri’ denen eğitimli birliklerin oluşması sağlandığı gibi devlet, Avrupa’nın çeşitli devletlerinde olduğu gibi aristokrasi sınıfına ya da yerel feodal beylere muhtaç olmadan imparatorluğu yönetebilecek, devlet idarisinde çeşitli görevlere getirilebilecek yönetici sınıfını kendi yetiştirebiliyordu. İslamiyeti seçmek kaidesiyle Enderun’da yetiştirilen gayri Müslimler sadrazam, beylerbeyi, vali dahi olabiliyorlardı.
Bu sosyal düzenin bir diğer önemli ayağı ise ‘Millet sistemi’ idi. Bu sistem Osmanlı’da kabul edilmiş iki tebaa’ya işaret ediyordu. Gayri Müslim tebaa -ki içerisinde Osmanlı’da millet olarak kabul edilmiş, Ermeni, Yahudi ve Rum’ları barındıran-, diğeri ise Müslüman tebaa idi. Gayri Müslim tebaa içerisinde sayılan ‘Rum’lar günümüzdeki anlamı ile sadece Yunanlıları değil; tüm Hıristiyan Ortodoks camia içerisinde yer alan Yunan, Sırp, Bulgar, Arnavutluk, Eflak, Karadağ halklarını temsil ediyordu. Millet sisteminin temel dayanağı cemaatin başında bulunan Patriğe, devlete bağlı olması koşuluyla kendi dini anlayışı çerçevesinde hareket etme serbestliği vermesi idi. Bu millet sistemi çerçevesinde Rum patriği, Yahudi hahambaşısı, Ermeni millet başı sadece dinsel misyona ve yetkilere sahip değildi. Aynı zamanda kendi milletlerinden vergi toplayabilir, anlaşmazlıkları çözebilir, evlenme ve boşanma işlemlerini yürütebilirdi.
Osmanlı’nın balkanlardaki ilerleyişinin ‘gaza’ anlayışından kaynaklandığını söyleyebileceğimiz gibi aslında “istimalet” yani ‘kendine kazandırma’ politikasının da önemli olduğunu belirtmek gerek. Osmanlı gaza anlayışı ile istila etmek istediği yerlerin direnme gücünü kırdıktan sonra bölge halkının Osmanlı anlayışına uyacağına dair kilise papazlarından ‘teminat’ isterdi. Bu anlayış bölge halkını Osmanlı tarafına katmak için uygulanan önemli bir politikadır. Osmanlı Devleti tek bir din ya da tek bir kültürü içinde barındırmadığı için bu politikanın uygulanması hızla yayılmasına yardımcı olmuştur.
Osmanlı’daki İslamiyeti yayma düşüncesi kişilerin Müslümanlaşması biraz da ekonomik politikalar ile sağlanmıştır denilebilir. ‘Kendine kazandırma’ anlayışından da anlaşılacağı gibi bir hoşgörü anlayışının olduğu aşikârdır. Fakat gayrimüslim halk için sınırsız bir özgürlük ya da eşitlikten de söz etmek mümkün değildir. Buna örnek olarak, ‘Cizye’ vergisinin alımı, özellikle son dönemlerdeki vergi artışları, Hıristiyan tüccarların Müslüman tüccarlardan iki kat daha fazla ithalat ve ihracat vergisi vermesi gibi ekonomik nedenler sayılabileceği gibi, sosyal nedenler arasında da dini yapılarının Müslümanlarınkinden yüksek olmaması, kilise ve diğer dini yapıların özel izinle tamir edilip, yenisinin açılmasının yasak olması vb. sayılabilir.
Balkanların Osmanlı için bir diğer önemi tarımsal ve hayvansal ürünlerin bölgeden sağlanması, bölgenin önemli bir kesimini oluşturan Yahudi tüccarlarının Osmanlı tebaası içerisinde zanaata katkıları görmezden gelinmeyecek kadar önemlidir. Ayrıca gümüş, kurşun, bakır gibi dönemin önemli madenleri bu bölgede çok miktarda bulunmaktaydı. Avrupa’da meydana gelen önemli teknolojik gelişmelerden ve yeniliklerden haberdar olabilme ve bu yenilikleri Balkan coğrafyası sayesinde Osmanlı içlerine taşıyabilme avantajı da vardı.
1600’lü yılların sonuna kadar Osmanlı’nın yayılışı Sırpsındığı, Çirmen, Birinci Kosova, Niğbolu, Varna, İkinci Kosovo gibi savaşlarda görüldüğü gibi askeri üstünlük ile sağlanmaya başlamış fakat İkinci Viyana kuşatmasının başarısızlık ile sonuçlanması ile bölgedeki Osmanlı etkisinin zayıflamaya başlandığı görülmüştür. Takip eden süreçte gerileme döneminin başlangıcı olarak tabir edilen aslında Viyana kuşatmasının yarattığı başarısızlığın etkilerinin bir devamı olan Karlofça Antlaşması ile Osmanlı bölgede önemli miktarda toprak kaybetmiştir.
Napolyon’un ilerleyişine ‘dur’ diyen Viyana anlaşması Avrupa’nın sınırlarında oynamalar yaparak Osmanlı’da boy gösteren milliyetçilik akımını da bir nebze kaşımış oldu. Bazı arkadaşlarımız ‘Milliyetçilik’ hareketlerinin Osmanlı’da Fransız İhtilali’nden önce başladığını düşünse de Fransız İhtilali ile milliyetçiliğin Osmanlı topraklarında yayılmasının en önemli nedenlerini şu şekilde sıralayabildik: Ticarete dayalı burjuvazi sınıfının ortaya çıkarak, toprak beylerinin güçlenmeye başlaması, Avrupa’dan gelen fikirsel etkiler, Rusya, İngiltere ve Fransa gibi ülkelerin bölgeye etkisi, otorite boşluklarının oluşması vs. Tabi ki de Osmanlı’daki milliyetçilik akımından tek zarar görenin Devlet olduğunu söylemek mümkün değil, Ortodoks patrikhanesi de kendi içerisindeki bölünmelerden dolayı ciddi zarar görmüş, bünyesindeki ayrılışlar ile nüfuz kaybetmiştir.
1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı ile devam eden süreçte Avrupalı Devletlerin baskısı ile kabul edilen Berlin Anlaşması ile Osmanlı bir daha toparlanamayacağı bir sürece girmiş oldu. Hem içerden hem de dışarıdan gelen baskılar sonucu Tanzimat Fermanı ile başlayıp, Birinci Meşruiyet ve onu takip eden ikinci meşruiyet bölge halkının ayrılık taleplerini ne durdurabilmiş ne de Osmanlı’nın dağılmasına engel olabilmiştir.
Gelecek hafta Osmanlı’da reformların önünü açan bu girişimlerin ışığında Balkan Savaşlarını, milliyetçilik kavramını ve Rumeli’den kopuşu değerlendireceğiz.
TUİÇ BALKAM
@tuicbalkam