“Bakunin Marx’a Karşı”, Mikhail Bakunin, Çeviren: H. Murat Yurttaş
Karl Marx’ın Birinci Enternasyonel’de en ciddi rakiplerinden biri olarak tanınan Rus anarşist devrimci Mikhail Bakunin, 1814 yılında soylu bir ailenin evladı olarak dünyaya gelmiş, fakat sınıfsal kökeninin ayrıcalıklarından yararlanmayı reddederek uzun yıllar boyunca tüm yaşamını devrimci mücadeleye adamıştır. Ezilen sınıfların içine hapsolduğu düzeni ve bu düzenin savunucularını acımasızca eleştiren Bakunin, özgürlük tutkusunun etkisi altında söz konusu sistemin tasfiyesinin gerekliliğini ifade eden birtakım yazılar da kaleme almıştır. Fakat kendisini profesyonel bir yazar olarak nitelendirmeyen ve meşru müdafa dışında yazı yazmayı tercih etmediğini belirten Bakunin, bu anlamda didaktik bir üsluba sahip olmuştur. Bununla ilişkili olacak şekilde, teorik bir tartışmaya girişmekten ziyade, kendi içinde barındırdığı duygulardan ve isteklerden yola çıkarak karşı cepheyi eleştiri yağmuruna tutmayı hedefleyen Bakunin’in yazılarının bir bildiri niteliğinde olduğunu da belirtmek gerekir.
Bakunin’in hedefinde sadece içinde yaşadığı dönemin toplumsal sistemini yeniden üreten ayrıcalıklı sınıflar yer almamıştır. Yeni bir toplum inşasına yönelik Bakunin’den farklı bir sosyalizm anlayışına öncülük eden Karl Marx ve arkadaşları da yazarın rakip gördüğü kitleyi oluşturmuştur. Karl Marx’ın öngördüğü yeni düzenin, nihai kertede eşitsizliği yeniden üreteceğini ve bu düzenin, özgürlük kisvesi altında çoğunluğu oluşturan işçi sınıfını bir grup despot azınlığın kölesi haline getireceğini iddia eden Bakunin, bu öngörülerini farklı zamanlarda yazdığı makalelerde dile getirmiştir. “Bakunin Marx’a Karşı” isimli derleme eser de bu makalelerin ilgili bölümlerinin toplamından oluşmaktadır. Söz konusu bölümler, Mikhail Bakunin’in Karl Marx’ın sosyalist programına yönelik temel eleştirisini öne çıkaran anlamlı bir bütün halinde bir araya getirilmiştir. Aynı zamanda, yazarın hayatını adadığı bir mücadelenin yansıması olarak yorumlanabilecek olan bu kitap, Bakunin’in toplumsal dönüşüme ilişkin temel argümanlarını ve öngörülerini de içermektedir.
Giriş
Bakunin, “ben gerçeğin tutkulu bir takipçisiyim” diye söze başlarken, bir bakıma olması gereken ve mevcut olan arasında bir ayrım yapar. Olması gereken diye nitelendirilen toplumsal düzen, tüm bireylerin gelişimi için zorunlu olan özgürlüğün mevcut olduğu bir düzendir. Bireylerin kendi doğalarının yasaları tarafından onlara dayatılan ve Bakunin’in tabiriyle bireyin maddi ve ahlaki varlığının temelini oluşturan sınırlamaların dışındaki her bir engel, toplumun gelişimi ve mutluluğu önünde aşılması gereken bir engeldir. Fakat önemli olan, bu sınırlamaların nasıl aşılacağı ve bireylerin özgürlüğünün nasıl kurulacağıdır. Bu soru, aynı zamanda benzer amaçlarla harekete geçen iki grup – Devrimci Sosyalistler ve Otoriter Komünistler – arasında bir yol ayrımına işaret etmektedir.
Bakunin, her iki tarafın “eşyanın tabiatı gereği emeğin kolektif örgütlülüğüne yöneldiği, herkes için eşit ekonomik koşulların sağlandığı ve üretim araçlarının kolektif mülkiyeti üzerinde kurulacak bir toplumsal düzen” hayal ettiğini ifade etmektedir. Fakat temel sorun, devletin siyasal iktidarının ele geçirilip geçirilmeyeceğidir. Yazarın siyasal iktidara yüklediği olumsuz anlam, doğal olarak toplumsal düzeni siyasal iktidarın ele geçirilmesi aracılığıyla değiştirmeyi hedefleyen kitlelere karşı da benzer bir karşı çıkışı zorunlu kılmaktadır. Zira devletin siyasal iktidarını elinde bulunduran belirli sayıda azınlık, aynı zamanda otorite ilkesinin de savunuculuğunu yapmış olur. Bu ise çoğunlukta bulunan kitlelere karşı bir baskı ve dayatma anlamına gelmektedir. Böyle olduğu takdirde, bireylerin özgürlüğü için verilen tüm çabalar boşa gitmiş olacak ve eski düzenin savunduğu eşitsizlik yeniden üretilecektir. Dolayısıyla Devrimci Sosyalistler için sorun, herhangi bir hükümet biçiminde değil hükümetin temel ilkelerinde, yani devlet kavramının kendisinde yatmaktadır.
Marksist İdeoloji
Bu bölüm, Alman Otoriter Komünistleri olarak nitelendirilen Karl Marx’ın ve destekçilerinin öncülük ettiği sosyalist düşüncenin temel ilkesine yönelik bir eleştiriyi yansıtmaktadır. Bunun öncesinde Bakunin, aynı zamanda Karl Marx’ın liderlik ettiği okulun, proletaryanın mücadelesine yaptığı katkıların öneminden de bahsetmiştir. Fakat yazara göre bu olumlu özellikler, Alman doktriner okulunun teorik tezlerinin temelinde yer alan sorunları görmezden gelmemize neden olmamalıdır.
Bireylerin düşüncelerinin tarihsel olguları ürettiği görüşüne karşıt olarak, onların yaşam biçiminin nasıl düşüneceklerini belirlediğini iddia eden Marx’ın, bu yaşam biçiminin temeline ekonomik olguları yerleştirmesi Bakunin tarafından sorunlu bir yaklaşım olarak ele alınmıştır. Her ne kadar Bakunin, ekonomik ve siyasal olgular arasında varolan bağların kaçınılmazlığını kabul ettiğini ifade etse de, bu zorunluluğa biat etmenin anlamsız olduğunu belirtmektedir. Burada dikkat edilmesi gereken farklılık, mevcut toplumsal düzenin acımasızlığına yönelik bir karşı çıkıştan ziyade, anarşizm savunucuları tarafından söz konusu düzene içkin kabul edilen kurumlara karşı bir mücadeledir. Hem Bakunin’in hem de Karl Marx’ın öncülük ettiği düşünce, ezilen sınıfların sömürüsü üzerinden hayatlarını sürdüren ayrıcalıklı sınıfın tasfiyesini zorunlu kılmaktadır. Fakat bu amaca yönelik araçlar iki taraf için bir ayrım noktası teşkil etmektedir. Daha açık bir şekilde ifade etmek gerekirse, Bakunin için kitlelerin kurtuluşu, içine sıkıştıkları sömürücü ve acımasız düzenin kurumları ile değil, bunların tasfiyesi ile mümkün hale gelecektir. Aksi takdirde, kitlelerin akıl ve ahlak duygusu, onların isyan içgüdüsünü elinden alacak bir biçimde saptırılacak ve ezilen sınıflar yeniden köle muamelesi görecektir.
Devlet ve Marksizm
Devlet sosyalizminin otoriter komünizminin gerçekleştireceği toplumsal dönüşümün sonucunda devletin tek mülk sahibi, emeğin yöneticisi ve emeğin ürettiği ürünlerin dağıtıcısı olacacağını ifade eden Bakunin Bismarck ve Marx’ın düşünceleri arasında devletin varlığına ilişkin herhangi bir fark olmadığını iddia etmektedir. Yazara göre, büyük bir Alman devleti kurma hayaliyle yaşayan bu iki kişi arasındaki tek fark, hükümet biçimine ilişkindir. Dolayısıyla Bismarck’ın politikalarının bireylerin özgürlüğü açısından yaratacağı sorunlar, Marx’ın hayal ettiği toplumsal düzende de varolmaya devam edecektir. Bakunin bu eleştirisine, devletin varlığının zorunlu sonucu olan sorunları açıklamakla devam etmektedir.
Emperyalizmin yoğun bir biçimde yaşandığı 20. yüzyıl boyunca devletler arasında devam eden rekabet, anlaşmazlık ve savaş söz konusu birimlerin bir arada varolamayacağına ilişkin yorumları da beraberinde getirmiştir. Dolayısıyla Bakunin’e göre bir devletin varlığı, tüm uluslardan halkları kendi içinde barındırmadığı ve ülkesel anlamda belirli bir sınırı olduğu sürece başka bir devletin varlığını ve sonu gelmez savaşları zorunlu kılmaktadır. Bu ise “evrensellikten kopuş” olarak nitelendirilen başka bir sorunu ortaya çıkarmaktadır. “Halk Devleti” adıyla inşa edilen bu birim, içinde barındırdığı kitleyi yurttaşlık bağıyla kendisine bağladığı sürece saf ve evrensel ahlaka ulaşmak imkansız hale gelecektir. Aynı zamanda, devletler arasında devam eden rekabet, söz konusu evrenselliğin ve farklı uluslardan bireyler arasındaki dayanışmanın çeşitli araçlarla engellenmesini zorunlu kılacaktır. Zira devletin devamı veya onu yöneten azınlığın çıkarları, bu rekabetin yeniden üretiminden bağımsız değildir. Böyle bir zorunluluk ise dışa karşı takınılan agresif tutumun, devletin içinde yaşayan bireylere karşı da benimsenmesine neden olacaktır. Böylelikle bireylerin özgürlüğü, otorite ilkesine sadık küçük bir azınlık tarafından kendi çıkarları veya ‘kamu yararı’ kisvesi altında sınırlanacaktır.
Enternasyonalizm ve Devlet
Karl Marx’ın kendi hedefleri açısından bir çelişki içinde olduğunu iddia eden Bakunin, bu düşüncesini Enternasyonal’in ve Alman Devleti’nin üstlendiği rolün karşılaştırması üzerinden açıklamaya çalışmaktadır. Bakunin’e göre Marx, bir Alman yurtseveri olarak kurmayı planladığı devletin gücünü ve büyüklüğünü arzularken, aynı zamanda Enternasyonel aracılığıyla tüm dünyadaki proletaryanın özgürlüğünün savunuculuğu yapmaya çalışır. Bu savunmayı yaparken aynı zamanda merkezi bir sistem, yönetim ve diktatörlük öngörür. Söz konusu merkezi yönetim, mutlak gerçeğin bilgisine sahip olduğunu iddia eden küçük bir azınlığın tüm dünyaya hükmetmesi anlamına gelmektedir. Fakat Bakunin Marx ve destekçilerinin iddia ettiği gibi, herkes tarafından koşulsuz olarak kabul edilecek mutlak bir gerçeğin varolmadığını ve dolayısıyla Enternasyonel için de tek bir resmi siyasal ve ekonomik teorinin mevcut olmadığını ifade etmektedir.
Tüm dünya proletaryası için ortak kabul edilecek tek ilke dayanışmadır. Bu dayanışmanın ise dayatma yolu ile değil, farklı uluslardan oluşan emekçi kitlelerin kendiliğinden örgütlenmesi yoluyla oluşması gerekmektedir. Her türlü baskıya ve otoriteye karşı çıkan Bakunin, Enternasyonelin tek gerçek ilkesi için devlet başta olmak üzere içinde baskı ve otoriteyi barındıran tüm siyasal kurumların tasfiyesini bir zorunluluk olarak görmektedir. Karl Marx’ı “diktatör”, “dünya devriminin baş mühendisi” ve “makine yöneticisi” olarak suçlayan Bakunin, dünyada varolan heterojenliğin küçük bir azınlık tarafından kavranılmasının imkansız olduğunu iddia ederek, böylesi bir yönetimin eski düzenin saçmalıklarını farklı biçimlerde yeniden üreteceğini defalarca tekrar etmektedir. Söz konusu saçmalıkları bir “devrimci geçiş” olarak dahi kabul etmemesi, Bakunin’in devlet kültüne yönelik hassasiyetini bariz biçimde gözler önüne sermektedir.
Toplumsal Devrim ve Devlet
“Enternasyonalizm ve Devlet” bölümünde Marx’ın siyasal programına yönelik eleştirilerin devamı niteliğinde olan bu bölüm, burjuva radikalleri ile Marx ve destekçileri arasında oluşacak olan işbirliğine ve bu işbirliğinden doğacak sömürü düzenine vurgu yapmaktadır. Bakunin’e göre, 1871 yılında Londra’da gerçekleştirilen toplantı, Marx’ın Enternasyonel’de zafer kazanma isteğinin bir sonucuydu. Burada dile getirilen siyasal programın temelindeyse önceden de belirtildiği gibi, işçi sınıfının siyasal iktidarı ele geçirmesi yer almaktaydı. Fakat Bakunin gibi bir devrimci anarşist için siyasal iktidar, otorite ve hükümet kavramları baskıcı düzenin sürdürülmesi ile eşanlamlıydı. Dolayısıyla yıkılması beklenen düzen, tüm olumsuzluklarıyla farklı biçimlerde yeniden karşımıza çıkacaktı. Söz konusu iki düzen arasındaki tek fark, eski düzenin burjuvazisinin soylu sınıfa yönelik muamelesinin, Marx’ın öngördüğü yeni düzende kent proletaryası tarafından kır proletaryasına yönelik olarak sürdürüleceğiydi. İşçi sınıfı içinde ‘lümpen proletarya’dan farklı olarak üst katmanda yer alan bu işçi kesim, Bakunin’e göre en az sosyalist ve en bireyci kişilerden oluşmaktaydı. Yapılması gereken ise burjuva düşüncelerin cazibesine kapılmamış büyük halk yığınlarının toplumsal dönüşümü veya devrimi gerçekleştirmesiydi.
Marksist ideolojiye yönelik eleştirisinde devletin gerekliliğini tamamen reddeden Bakunin, aynı zamanda siyasal iktidarın ve özgürlüklerin kazanılmasının gerekliliğini de kabul etmemekteydi. Bu eleştiri, Marksist ideolojide temel tartışma noktasını oluşturan altyapı ve üstyapı ilişkisine yönelik bir sorunu da içinde barındırmaktaydı. Bakunin’e göre Marx, tarihsel gelişim sürecinde ekonomik olgulara öncelik verirken, en önemli ögeyi gözden kaçırmaktaydı. Bu öge, her ulusun kendine has mizacı ve özellikleri idi. Böyle olduğu takdirde, evrensel bir gerçeğin bilgisine ulaştığınızı iddia ederek, insanlar arasında varolan bu çeşitliliği görmezden gelemezsiniz. Söz konusu mizaç ve özellikler içinde en önemlisi özgürlük içgüdüsüdür. Kendi içinde özgürlük ve dayanışma olarak ayrılan bu içgüdü, kendiliğinden oluşmadıkça toplumun mutlak anlamda özgürlüğünden bahsedemeyiz. Böyle bir özgürlük ve dayanışma, yalnızca “ortak çıkarların, arzuların ve eğilimlerin özgür federasyonu sonucunda” mümkün olabilir. Fakat Marx’ın siyasal programı bu idealdan uzak olmanın yanısıra, burjuvazinin reformist veya devrimci radikalizmi ile işbirliği içinde tasarlanmıştır. Bakunin’e göre bu işbirliği, nihai olarak burjuva düzeninin yeniden kurulmasıyla sonuçlanacaktır.
Siyasal Eylem ve İşçiler
1869 yılında Sosyal Demokrat İşçi Partisi’ni kuran programa yönelik bir eleştiriyi dile getiren bu bölüm, temelde “toplumsal devrim” ve “siyasal devrim” düşünceleri arasında net bir ayrım yapmaktadır. Bakunin Marx ve destekçilerinin siyasal devrim aracılığıyla barışçı yollardan gerçekleştirilecek reformların nihai kertede, sorunlu bir yaklaşım olduğunu ifade ediyor. Zira söz konusu reformlar, Bakunin’in kökten karşı olduğu devletin yeniden yapılandırılması ve burjuva kesimi ile işbirliği anlamına gelmektedir. Siyasal devrim yoluyla elde edilecek olan oy hakkı, halkoylaması, serbest ve zorunlu eğitim, kiliseyle devletin birbirinden ayrılması ve basın özgürlüğü tamamiyle burjuva demokratlarının kendi çıkarları için talep ettiği yeniliklerdir. Bu siyasal özgürlük gerçekleştiği takdirde, bireylerin kendi ülkelerine yurttaş olarak bağlı kılındığı yeni bir “burjuva sosyalizmi” ortaya çıkacaktır. Bu durum, Enternasyonel’in tüm dünyayı kapsayacak bir devrim anlayışla çelişmektedir.
Bakunin’e göre, işçi sınıfının siyasal devrimin gerçekleşmesi için burjuvaziye yardım etmesi sonucunda, toplumsal devrimin gerçekleştirilmesi için burjuva sınıfının da işçilere destek vereceğine duyulan inanç bütünüyle yanlış bir inançtır. Bu yolla işçi partileri, sadece burjuvazinin bir aracına dönüşecektirler. Dolayısıyla böylesi bir siyasal programın kabul edilmesi, Enternasyonel’in ruhunu öldürecektir; bunun engellenmesi gerekmektedir. Siyasal devrimin doğal sonucu olan temsil ilkesini gücün merkezileşmesi olarak kabul eden Bakunin için bireylerin mutlak anlamda özgürlüğü, söz konusu merkezi gücün dağılımıyla ve herkesin özgürleşmesiyle mümkün olacaktır. Nitekim, Bakunin’in bu konuda işçi sınıfına duyduğu inanç tamdır. Zira tüm tarihsel deneyimler, otorite ilkesine sıkıca bağlı bir yönetimin veya despotluğun ekonomik eşitliği tam anlamıyla sağlayamayacağına, üstelik bu eşitliğe yönelik taleplerin de baskı araçlarıyla engelleneceğine işaret etmektedir.
Devletsiz Sosyalizm: Anarşizm
Özgürlüğe giden yolda Fransız Devrimi’ni başlangıç noktası olarak ele alan Bakunin, devrim ile birlikte ilan edilen yeniliklerin, insanların ekonomik dönüşüme yönelik istek ve arzularını da beraberinde getirdiğini ifade etmektedir. Bu dönüşüm, sadece sosyalist bir düzen ile mümkün olacaktır. Fakat dikkatten kaçırılmaması gereken nokta, özgürlüğü içinde barındıran bir sosyalizm anlayışının gerekliliğidir. Dolayısıyla sosyalizmden arınmış bir özgürlük anlayışı ne kadar sorunluysa, özgürlükten arınmış Marksist bir sosyalizm anlayışı da bir o kadar tehlikeli olacaktır.
Sosyalizm, aynı zamanda insan vicdadına dayanan bir adalet anlamına gelmelidir; kaba kuvvet, şiddet, kutsal güç veya devlet hukuku aracılığıyla kurulan ‘resmi adalet’ anlamına değil. Zira siyasal iktidarın adaleti, eninde sonunda yöneten yönetilen, sömüren sömürülen, köle ve efendi ayrımını üretecektir. İnsan vicdanına dayanan adalet ise yalnızca devletsiz sosyalizm anlayışıyla mümkündür. Anarşizmin savunduğu devletsiz sosyalizmin temel ilkesi, tüm bireylerin kendi insanlıklarını geliştirecek maddi ve manevi araçlara sahip olmasıdır. Böyle bir örgütlenme biçimi, her bireyin toplumsal zenginlikten ona yaptığı katkı ölçüsünde pay almasını da mümkün kılacaktır. Her birey, kendi niteliklerini eşit dağılmış üretim araçlar aracılığıyla geliştirebilecek ve bu sayede emeğin, çalışmadan hayatını sürüdüren belli bir azınlık tarafından sömürülmesi engellenecektir. Bunun yanısıra, toplumda varolan eşitsizliği kalıtsal hale getirilen miras ve benzeri kurumlar bütünüyle ortadan kaldırılacaktır. Her birey kendi doğasının rehberliğinde ve kendi çabalarının ürünüyle hayatını idame ettirecektir.
Paris Komünü ve Devlet Düşüncesi
1871-73 yıllarında kaleme alındığı düşünülen bu metinde Bakunin, Paris Komünü’nün başarısızlığının nedenleri, toplumsal devrimin gerekliliği ve bu devrimde doğrudan rol oynaması gereken bireyin doğasının toplumsal niteliğinden bahsetmektedir. İlk başta Paris Komünü’nde yer alan insanların niteliklerinden bahseden yazar, bu kitleyi üç gruba ayırmıştır. Bunların ilki, sosyalist olmayan Jakobenlerden oluşmaktaydı. Bu grubu oluşturan insanlar içsel anlamda sosyalist bir görüşe sahip olmadıkları için burjuva önyargılarının izinden hareket etmeye devam etmişlerdir. Bu durum, nihai kertede Paris Komünü’nün zararına sonuçlanmıştır. Diğer bir grubu oluşturan Paris halkı ise içgüdüsel olarak sosyalist görüş taraftarı olsalar da, düşünme biçimleri, onların sosyalist içgüdülerinin önünde bir engel oluşturmaktaydı. Geri kalan inançlı sosyalistler ise küçük bir grubu oluşturmaktaydı ve onlar çok zor koşullarda mücadele etmek zorundaydılar. Dönemin şartları, onları Jakoben bir tarzda örgütlenmeye zorlamıştır. Fakat buna rağmen, otoriter komünistlerden farklı olan Parisli sosyalistler, toplumsal dönüşümün siyasal devrimin yaratacağı kurumlar aracılığıyla değil, bireylerin kendiliğinden ve sürekli eylemleri aracılığıyla gerçekleşeceğine inanıyorlardı. Bu dönüşümün ardından ortaya çıkacak toplumsal örgütlenme, “aşağıdan yukarıya ve işçilerin özgür birlikleri ile federasyonları aracılığıyla” kendiliğinden gerçekleşecektir. Baskının, otoriterinin ve kaba kuvvetin olmadığı “yasaklayıcı olmaktan uzak” düzen, her bir bireyin çıkarına uygun ve onların uluslararası nitelikteki dayanışmasını öngören bir sistem olacaktır. Bu sistem, aynı zamanda bireylerin çıkarları arasındaki uzlaşıya da işaret etmektedir. Böyle bir uzlaşının söz konusu olamayacağı itirazlarına insan doğasının toplumsal niteliği ile cevap veren Bakunin, bireyin toplumun dışında özgür olması bir tarafa, kendisinin bilincinde olan bir varlık olarak bile varolamayacağına işaret eder. Bireylerin uzlaşmaz çıkarlarının evrensel dayanışmayı engelleyeceği anlayışı, Bakunin’e göre, siyasal, dinsel ve metafizik bir yalanın sonucunda söz konusu kurumların varlığının sürdürülmesi için tüm insanlığa zorla kabul ettirilmiş safsatadan başka bir şey değildir.
MAHAMMAD ALIZADA
Anarşizm Staj Programı