Bahreyn, tükenen petrol rezervleri ve karmaşık demografisine rağmen bölgesinde oldukça stratejik bir yere sahip olmasından dolayı, sadece Bahreyn kraliyet ailesi için değil, Amerika ve bölge liderliği için savaşan iki önemli bölgesel güç olan Suudi Arabistan ve İran için de oldukça önemlidir. Öyle ki; ülke nasıl İran ve Suudi Arabistan arasına sıkışıp kalmışsa, demografisi de aynı coğrafyası gibi Şiiler ve Sünniler arasında sıkışıp kalmıştır. Bundan dolayı, ülkede yaşananlar sadece kraliyet ailesinin yönetim krizi değil, aynı zamanda Şii-Sünni yönetim krizine de dönüşmüştür. İran nükleer faaliyetlerinden dolayı her ne kadar Bahreyn’de yaşananlara müdahale edememiş olsa da, Suudi Arabistan ülkeye kriz sırasında müdahale ederek krizin kendisi için ne kadar mühim olduğunu açıkça göstermiştir.
Arap Uyanışı’nın Kuzey Afrika ülkelerinde başarı sağlamasından sonra gözler şimdi de Basra Körfezi’ne dönmüş, Bahreyn’de bundan nasibini almıştır. Fakat özellikle belirtmek gerekir ki; bu ülkelerde vukuu bulan her bir halk hareketinin tarihin derinliklerinde kökleri vardır ve hiçbiri birden ortaya çıkan hareketler değildir. Bahreyn de bu kuralın bir istisnası değildir. Çünkü yakın bir zamanda Bahreyn’de ortaya çıkan kriz uzun yıllardır verilen bir mücadelenin bugüne yansıyan parçasından başka bir şey değildir. Bu devam eden mücadelenin yanına bir de halk nezdinde artan “daha ileri reform arzusu” eklenince kriz doğal olarak patlak vermiştir.
Tüm bunların yanı sıra, Mısırlı protestocuların Bahreynli muhaliflerin üzerindeki artan psikolojik etkisi ise bardağı taşıran son damla olmuştur. Öyle ki; kendilerine yönetimde söz hakkı verilmediğini düşünen Şii gruplar ile yönetimde reformun gerekli olduğuna inanan Sünni taraflar birleşince Bahreyn’de böyle bir olayın patlak vermesi kaçınılmaz hale gelmiştir. Bahreynli protestocular hiçbir şekilde durdurulamıyorlardı. Reform için sokaklara dökülen Bahreynli vatandaşlar, hızlarını alamayarak yönlerini rejimin lağvedilmesine döndürmüşlerdi. Bu ise hem Bahreyn Başbakanı hem de Suudi Arabistan yönetimi için kabul edilemezdi. Müdahale için Bahreyn Başbakanı’nın açık daveti ve Suudi Arabistan yönetiminin olumlu cevabı yeterliydi, öyle de oldu.
Öncelikle belirtmek gerekir ki; “14 Mart Yarımada Kalkanı” müdahalesi içerisinde birçok mesajı barındırmaktadır. Çünkü Bahreyn yönetiminin ayaklanmayı bastırmaya yeterli gücü olmadığı, bu nedenle kendisine yakın hissettiği Suudi Arabistan’dan ilave asker istediği yönündeki yorumlar oldukça yüzeysel tespitlerdir. Bunun en büyük sebebi, Bahreyn’de ülke nüfusunun yüzde 10’una yakın bir kesiminin ya asker ya da polis üniforması taşıyor olmasıdır. İkinci önemli sebep ise polislerin İnci Kavşağı’nda düzenlenen ilk gösterilerde sertlik anlamında sergilemiş oldukları yüksek performanstır. Temelde bu iki sebepten dolayı denilebilir ki; söz konusu bu müdahale ile Suudi Arabistan, hem Bahreyn içerisindeki protestoculara, hem kendi içerisindeki göstericilere hem de Halife ailesi içindeki reform yanlısı ılımlılara gözdağı vermiştir. Suudi Arabistan’ın bu müdahalesi, aynı zamanda, Suudi Arabistan’ın, Körfez bölgesindeki statükonun koruyucusu olduğunu İran’a açıkça göstermiş, bu müdahale ile Suudi Arabistan İran’a karşı bölgede üstünlük sağlamıştır.
Olaylar öncesinde, Bahreyn yönetimi içerisinde muhafazakâr şahinler ile ılımlı reformcular şeklinde ortaya çıkan ayrışma en çok Suudi Arabistan’ın ulusal çıkarını tehlikeye atıyordu. Çünkü bir tarafta polis gücüne sahip muhafazakâr şahinler ve Başbakan Halife El-Halifa, diğer yanda ise ordu gücünü elinde bulunduran ılımlı reform yanlıları ve Veliaht Prens Selman El-Halifa vardı[1]. Lakin 11 Mart Riffa olayları sırasında “varlık korkusu” içerisine düşen Bahreyn hükümeti tüm reform politikalarını rafa kaldırdı. Ayrıca, Veliaht Prens’in elinde caydırıcı güç olan ordunun üstünlüğü de ortadan kalkmış, muhafazakâr şahinler lehine dönmüştü.
Suudi Arabistan’ı böyle bir müdahaleye iten diğer bir sebep ise Prens’in elinde bulunan caydırıcı ordu gücünün de yardımıyla muhafazakâr şahinlerin yönetimden tasfiyesi edilmesi ihtimaliydi. Çünkü böyle bir durum tıpkı Tunus’tan sonra tüm Kuzey Afrika’ya yayılan halk hareketleri gibi Bahreyn’de başlayan uyanış da tüm Basra Körfezi’ne yayılabilirdi. Tıpkı Tunus’tan sonraki ilk adresin yakın komşusu olan Mısır olması gibi Bahreyn’de yaşanacak bir reform hareketinin yaratacağı dalgalar da, onun en yakın komşusu olan Suudi Arabistan’ı etkileyebilirdi ki; bu Suudi yönetiminin arzu edeceği en son şey olacaktı. İşte bu durumun vukuu bulmasını engellemek isteyen Suudi yönetimi, Bahreyn Başbakanı’nın “acil” yazılı davetine en kısa sürede cevap vermişti. Bu cevap ayrıca, Veliaht’ın ileride atmak isteyeceği adımların önünü de, şimdilik, kapamıştı
Amerika’nın, kraliyet ailesi içerisindeki mücadele sırasında yakın takipte kalması ama yine de mücadeleye müdahalede bulunmamasının en önemli sebebi, mücadelenin sonucunun adadaki uzun vadeli stratejik ve siyasi çıkarlarını etkilemeyecek olmasıdır. Çünkü aslında, Amerika’nın adadaki uzun vadeli siyasi planları arasında ülkenin Amerikan istekleri doğrultusunda dönüştürülmesi de vardır. Bu mücadele esnasında bunun kendiliğinden olabileceğini düşünmüş ve “bekle ve gör” politikası uygulamayı uygun görmüştür. Değişim kendi arzusu yönünde olmasa da, uzun vadeli dönüşüm planı sadece beklemeye alınmış, yeri ve zamanı gelince tekrar devreye konulmak üzere sadece rafa kaldırılmıştır.
Son yaşanan olaylarda Bahreyn “rejiminin üstünlüğü” ile “protestocuların çoğunluğu” karşı karşıya gelmiştir. Çatışmalarda ölen kişilerin naaşlarının toprağa verilmesi, bu naaşlar için her akşam ülkedeki evlerin çatılarından atılan tekbir sesleri ve işyerlerinde devam eden grevler ile direniş taze tutulmaktadır. Hizbullah lideri Nasrallah’ın “Tiranları kanlarınızla devirin!” çağrısı ile de bu tazelik perçinlenmiştir. Tüm bunlara karşın, yaşananların sona erdirilmesi için tarafların hiçbirinden somut bir adım gelmemiştir. Türkiye’den bile…
Son müdahalenin ardından, müdahale öncesinde Sünni kesimin yaşadığı varlık korkusunu, şimdi de Şii kanadı yaşamaktadır. Ayrıca muhaliflerin iyice sivrildiği bir zaman diliminde Amerika’nın, “Bahreyn’in içişlerine hiçbir surette karışmayacağını” duyurması da olayı iyice karmaşıklaştırmaktadır. Çünkü olası bir gösteride dökülecek Şii kanı sonucunda İran’ın ve buna karşın artan muhalif hareketler sonucunda yine kendisini varlık korkusu içerisinde hisseden Bahreyn yönetiminin çağrısı sonucunda olaylara müdahil olan Suudi Arabistan’ın denkleme dâhil olması ile Basra Körfezi bir çıkmazın içerisine daha düşebilecektir.
Tüm bu olanlardan sonra denilebilir ki; bölgede şiddetin sona ermesi, reformların gerçekleştirilmesi ve diyalogun devam ettirilmesi için Amerika, Suudi Arabistan ve İran’ın bölge üzerine üçlü bir uzlaşısı gerekmektedir. Bölgede nüfuz sahaları oluşturmaya çalışan bu üç önemli aktör arasında oluşacak böyle bir uzlaşı ise, ne yazık ki, kısa vadede mümkün görünmemektedir.
Deniz Tören
Hacettepe Üniversitesi
Uluslararası İlişkiler
[1] Amerikan yönetiminin ilk kesim üzerine yoğun bir psikolojik baskısı vardır.