Fransa Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk turunda yaklaşık olarak %18’e kadar oy oranını çıkarmayı başaran Marine Le Pen’in başarısı ile ekonomik krizlerle boğuşan AB’nin sorununun sadece finansal, ekonomik sorunlar olmadığı yüz üstüne çıkmıştır. Fransız aşırı sağ partisi Milli Cephe’nin altı buçuk milyon seçmenden aldığı oy küçümsenmemesi gereken bir sayıdır. Bu doğrultuda seçimi üçüncü sırada bitirmiş ve ikinci tura kalamamış olsa da Fransa Cumhurbaşkanlığı Seçimleri’nin galibi Le Pen ve temsil ettiği siyasal akımdır. Bu doğrultuda Le Pen’in temsilcisi olduğu siyasal akımın yani aşırı sağın yeniden yükselişe geçmesi korkusu Fransa’da deprem etkisi yarattı.
Hatırlamakta fayda olan ise aslında Fransa’da yaşanan gelişmelerin yeni bir mesele olmadığıdır. Aksine 2002 yılında baba Le Pen’in başarısından beri Fransa ırkçılığı tartışmaktaydı. Le Pen’in almış olduğu oy oranı ile Sarkozy’nin seçim propagandası sırasında sıkça işlemiş olduğu yabancı karşıtı, göçmen karşıtı, İslamofobik ve içinde ırkçılık barından söylemleri ile almış olduğu % 27’lik oy dilimi içinde hafife alınmayacak kadar payı olduğu gerçeği ile doğru orantıda bir analiz yaptığımızda ortaya çıkan sonuç, Fransız seçmeninden azami olarak %20-22lik bir kesimde ırkçı söylemleri ve yabancı düşmanlığını desteklediği sonucu çıkarabiliriz. Fransa İnsan Hakları Danışma Konseyi’nin 2007 yılındaki araştırmasına göre, Fransızların %30’u kendilerini açıkça ırkçı olarak tarif etmiştir. Aslında makaledeki analiz bu rakamın yanında biraz iyimser kalmaktadır. Tüm popülist söylemlerine karşın Sarkozy ilk turun kaybedeni olmuştur. Somut sorunların yerine, örneğin helal et tartışması gibi sağ seçmenin hissiyatlarına yönelik söylemlerin kullanıldığı bir süreç yaşandı. Bu noktada yaratılan sanal tartışmaların altında yatan göçmen karşıtlığı ile başlayan ve yabancı düşmanlığına kadar varan söylemelerin destekleyicilerin artmasına yol açan bir süreçti ilk tur seçimleri. Sarkozy ve Le Pen’in yaptığı sosyal ve ekonomik problemleri etnik veya dini problemler gibi göstermeye çalışarak oylarını arttırmak istemeleri basit bir durum değildir. Liderlerin yaşanmakta olan ekonomik krizle doğru orantıda yükselen işsizlik oranları, sosyal adaletsizlik gibi yapısal sorunları salt kimlik sorunu ile açıklamaya çalışmaları kuşkusuz Avrupa’nın savunduğu değerlerin tam karşıtı bir tutumdur. Yaşanan ekonomik krizin nedeni Avrupa’daki göçmenler değildir ve günah keçisi olarak görülmemelidirler. Krizlere karşı dayanıksız sınıflar, bir de seçim kampanyalarında hedef tahtasının ortasına liderler tarafından oturtulmaktadırlar.
Avrupa’da ırkçılık yeni bir olgu olmamakla beraber, günümüz Avrupa’sında yabancı düşmanlığı, İslamofobi, transfobi, homofobi gibi ötekileştirici sorunların artmasına neden olan en önemli sorunun başında merkezdeki partilerin de aşırı uçtaki partilerin söylemlerine sahip çıkmasıdır. Sağ seçmenden alınabilmesi muhtemel oyların cazibesiyle yapılan aşırı sağ temalı siyasi söylemler ile aslında aşırı uçtaki partilerin de sistemin içinde kalmaları şansını onlara bizzat merkez partiler vermektedir. Fransa’daki cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk turunda yaşanan da tam anlamıyla budur. Aslında Le Pen’in en büyük yardımcı Sarkozy’nin kendi olmuştur. Aşırı sağ söylemiyle Sarkozy, aslında kendine değil rakibi olan aşırı sağ partinin oylarının artmasına neden olmuştur. Tabi burada aşırı sağ söylemli politikaların nedeni sadece ekonomik kriz değildir. Ekonomik krizin daha az etkilediği veya etkilemediği Avrupa ülkelerinden olan Hollanda, Norveç, İsviçre, Finlandiya gibi ülkelerde de aşırı sağ partilerin birçoğu mecliste temsil edilmektedir.
Avrupa Birliği’nin Geleceğinde Ötekileştirme
Avrupa tarihi siyah ile beyazın birlikteliğidir. Rönesans ve Reform, devrimler ile bir modernleşme tarihi olduğu gibi aynı zamanda din savaşlarının, Yahudi soykırımı, eski Yugoslavya’da yaşanan insanlığa karşı işlenmiş suçların, soykırımın ve son olarak da Norveç’te Breivik’in yaşattığı dramdır Avrupa’nın tarihi. Aşırı sağın Avrupa kıtasının bütününde yükselişe geçmesinin nedenlerinden biri de 11 Eylül sonrası dönemde Batı dünyasında artan İslamofobi ile birlikte Avrupa’da yükselen kimlik tartışmalarıdır. ABD’nin başlattığı “teröre karşı savaş”ın yabancı düşmanlığı, Müslüman karşıtı söylemleri sayesinde durum gün geçtikçe sosyolojik olarak daha da önemli bir hal almaktadır. 20. Yüzyılın başlarında Avrupa’nın yabancısı veya ötekisi Yahudiler, Romanlar, engelliler olurken, 21. Yüzyılın başında yabancı veya öteki olabilme ölçütleri, Müslüman, Roman, Afrikalı, eşcinsel ve göçmen olmak olarak değişmiştir. Farklılara karşı artan tüm nefret suçlarına rağmen Avrupa konumu gereği her zaman çok kültürlü olmuştur. Unutulmaması gereken ise farklı kültürlerin entegrasyonu ya da tam tersi olarak paralel toplumlar şeklinde yaşayıp yaşamadıklarıdır. Ekonomik krizlerin var olan sosyal ve kültürel sorunları olumsuz yönde etkilemesi, derinleştirmesi, yaygınlaştırması günümüz Avrupa’sı çözümlemelidir. Orta ve alt gelir düzeyine sahip grupların gelir düzeyindeki azalma ile aşırı sağ partilerin aldıkları oy doğru orantılıdır. Aşırı sağ partilerin söylemlerine bakıldığında da Avrupa Birliği projesine de karşıt olduğu görülecektir. Bu da yabancı düşmanlığına karşı en önemli değerleri savunmaya çalışan Avrupa Birliği’nin geleceği için önemli bir meseledir.
Avrupa çapında aşırı sağ görüşleri savunan birçok parlamenter Avrupa Parlamentosu’na dahi seçilebilmişlerdir. İşte bu nedenle, geçmişten çıkarılan derslerle, geçmişin tekrarlanmaması için en büyük proje olan Avrupa Birliği’ne, kurumlarına, medyaya, sivil toplum kuruluşlarına ötekileştirmeyi ve yabancı düşmanlığını önleyici adımlar atmasının tam zamanıdır. Avrupa yaratmak istediği ve başarılı olamadığı kimlikler yerine, üzerine inşa edildiği değerler üzerinden geleceğe bakmalı ve kendisinden olmayanlara karşı da kapsayıcı aynı zamanda çoğulcu olmalıdır. Avrupa çok kültürlü yapıyı sağlamlaştırarak mı geleceğine yönelecek ya da kendini içe kapatıp tek kimlik arayışına devam ederek ve Hıristiyan kalarak mı yönünü seçecek soruları AB’nin geleceğini belirleyecektir. Bu doğrultuda demokratikleşme sürecine çok önemli itici güç unsuru olduğu Türkiye’nin üyeliği sadece Avrupa Birliği için değil Avrupa, Kuzey Afrika, Orta Doğu, Orta Asya gibi Müslüman nüfusun yaşadığı ve Avrupa’da yaşayan göçmenlerin birçoğunun anavatanları olan bölgelerde AB’nin kabul edilebilirliğini arttıracak, faklı medeniyetler arasında karşılıklı diyalog yollarının açılmasına yardımcı olacaktır. Diyalog ise karşılıklı hoşgörünün ve anlayışın ilk adımıdır. Karşılıklı anlayış ve hoşgörü de ötekileştirmenin önüne geçebilecek iki önemli değerdir.
Öğr. Gör. Erhan Ayaz
Yakın Doğu Üniversitesi
Avrupa Birliği İlişkileri Bölümü