GİRİŞ
Soğuk Savaşın sona ermesi ve “Dehşet Dengesi”nin ortadan kalkması, uluslararası ilişkilerde tüm dengelerin değişmesine sebep olmuştur. İki kutuplu sistemin ortadan kalkması tüm dünyada olduğu gibi, Avrupa’da da bir kırılma noktası olmuştur. Avrupa’da yaşanan güvenlik baskısı ortadan kalkınca ABD ve Sovyet gölgesinden kurtulan AB ülkeleri, uzun süredir bölünmüş durumda olan kıtayı birleştirme ve aralarında kurdukları ekonomik topluluğu siyasi birliğe dönüştürme fırsatını yakalamışlardır.
1992 yılında Maastricht Anlaşmasıyla derinleşme yolunda büyük bir mesafe kat eden AB ülkeleri, Ortak Dış Güvenlik Politikası ile Adalet ve İçişlerinde İşbirliği sütunlarıyla genişlemeye öncelik verip Orta ve Doğu Avrupa ülkelerini kendi içinde bütünleştirerek Avrupa Kıtası’nın bölünmüşlüğüne son vermek istediler. Yugoslavya Krizi’nin bu esnada patlak vermesi ve ABD’nin seçimler dolayısıyla bu sorunu Brüksel’e havale etmesi AB’nin kendini kanıtlaması ve dış politikada ortak hareket etme hedefinin uygulaması için bir fırsat oldu. Ne yazık ki, 1992’de başlayan AB’nin Balkan heyecanı, krizlerin tırmanması ile kısa süre de ümitsizlik ve başarısızlıkla sonuçlandı.
Batılı zihin tahayyülünde Balkanlar,[1] dünyaya iki savaş hediye etmiş, kötü güçlerin kötülük dolu niyetleriyle donatılmış bir cehennemdir. Bu düşüncenin neticesi olarak Balkanlar, bütün bir 20. yüzyıl boyunca kendilerinin olumlu addettikleri değerleri kutsayarak durmaksızın yeniden üreten Batı’nın ırkçılık, sömürgecilik, hoşgörüsüzlük, benmerkezcilik gibi olumsuz durumlarına perdedarlık etme durumun da bırakılmış “ Avrupa’daki öteki”dir. [2]
Her ne kadar Avrupa’nın Ötekisi olsa da, Balkanlar’ın Avrupa’nın Anadolu Yarımadası ve Doğu Akdeniz’e uzanan konumu, gerek geçmişte gerekse günümüzde Avrupa’nın güvenliği ile ilgili bir coğrafya olmasına neden olmuştur. (Geçmişte, doğrudan gelen akınları önlemek için bir tampon bölge iken; günümüzde, daha çok var olan istikrarsızlık ve krizler nedeni ile Avrupa’nın güvenliğini yakından ilgilendirmektedir.) Özellikle Soğuk Savaş döneminde önemi bir kez daha anlaşılan Balkanlar’ın AB ile bütünleşmesi geniş kabul görmektedir.
AB’nin Avrupa’nın tümünü içine almasının önünde iki engel bulunmaktadır: derinleşme ve Batı Balkanlar’ın[3] belirsiz durumu. Bu nedenle Batı Balkan Ülkeleri ile AB’nin ilişkisi genişleme sürecinin tamamlanarak, AB bütünleşmesinin sağlanması için önemli bir adımdır. Avrupa’nın en sorunlu bu bölgesinin geleceği, “ Bütünleşmiş Avrupa “ idealinin sürmesi ve AB’nin bölgeye yönelik politikaları, AB siyasi kimliğinin inandırıcılığı ile doğrudan bağlantılıdır.[4]
1990 sonrası dönemde başlayan ilişkilerde, AB Balkan ülkelerini önce Avrupalılaştırarak dönüştürmeyi, sonra bu ülkelerle bütünleşmeyi amaçlamaktadır. Avrupa coğrafyasının bütününü kapsayan bir siyasi birlik oluşturulabilmesi için, Batı Balkan ülkelerinin Birliğe entegre edilmesi gerektiğini anlayan AB, Batı Balkanlar ile bütünleşme sürecine girmiştir.
Bu makalenin amacı tarihsel bir perspektif içinde gelişen AB – Batı Balkan ülkeleri ilişkilerine bakarak, AB’nin bu ülkelerle bütünleşme adına geliştirdiği politikaları değerlendirmektir.
BALKAN KRİZLERİ VE AB’NİN TUTUMU
Avrupa tarihinde Balkanlar sürekli savaşla anılmış bir coğrafya olmuştur. Bunun en önemli sebebi coğrafi konum iken, diğer bir sebep de Balkanlar’ın demografik yapısından kaynaklanır. 1990 sonrası değişen dengelerle beraber buradaki etnik çeşitliliğin fazla olması ve bu etnik gruplar arasındaki sorunların gün yüzüne çıkması, Balkan coğrafyasında yeni krizlerin ortaya çıkmasına neden olmuştur.
1. YUGOSLAVYA’NIN PARÇALANMASI
Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti Josip Tito’nun ölümünden sonra artan etnik çekişmeler ve ekonomik buhranlar nedeniyle yaklaşık yirmi yıl sürecek kanlı bir çatışmaya sahne oldu. Yirmi yıl süren iç çekişmeler sonrası yedi ayrı egemen bölge ortaya çıktı.
AB Maasricht Anlaşmasıyla siyasal bir birlik olmayı amaçladığı sırada ortaya çıkan Yugoslavya Krizi Avrupa’nın Soğuk Savaş sonrası karşılaştığı ilk ciddi sınav olmuştur. Avrupa ülkeleri Balkanları daha önce önemsememiştir. Çünkü Soğuk Savaş bitene kadar Balkanların büyük bir kısmı Sovyet etkisi altında komünist rejimle yönetilmiş, 45 yıl boyunca bu bölgeyle ABD ve NATO ilgilenmiştir. Avrupa için Yugoslavya tek bir devletti ve Sovyet Bloğu ile kendi arasında tampon bir bölgeydi.
Soğuk Savaş sonrasında Avrupa Topluluğu’nun Yugoslavya’ya bakışı öncelikle ülkenin toprak bütünlüğünün korunması ve Batı sistemine mevcut haliyle entegre edilmesi yönündeydi. AT bu nedenle 1991 yılında Hırvatistan ve Slovenya’nın bağımsızlıklarını ilan etmelerinin hemen ardından “Yugoslavya’nın toprak bütünlüğünü” desteklediğini beyan etmiştir.[5] AT ülkeleri krizi bu tek taraflı bağımsızlık kararını reddederek, diplomatik yardım ve ekonomik destek programlarıyla kontrol altında tutabileceklerine inanıyorlardı. Bu nedenle ilk diplomatik girişim olarak AT Troykasını[6] kullanma yoluna gitmişlerdir. Troyka öncelikle 30 Haziran’da Slovenya’nın ateşi kesmesi ve Yugoslavya’nın geleceği hakkında anlaşmaya varmak için üç aylık moratoryum yapılması çağrısında bulunmuştur. Troyka bu çağrıyı Slovenya’dan sonra Hırvatistan’a yapmıştır. Hırvat topraklarında bulunan Sırpları bu toprakları terk etmemeleri halinde ekonomik ve politik yaptırımlarda bulunacağı konusunda tehdit etmiştir. Tüm girişimlere rağmen Troyka, Hırvatistan ve Slovenya’yı bağımsızlık isteklerinden vazgeçirememiştir.
Temmuz 1991’de Yugoslavya Krizi tırmanışa geçince, AT Yugoslavya’ya silah ambargosu uyguladı ve ekonomik yardımları askıya aldı. AT Yugoslavya’da ateşkes Uygulamasını gözlemlemek için Yugoslavya’ya bir “Gözlemci Misyonu”_ EC Monitoring Mission gönderdi. İngiltere eski Dışişleri Bakanlarından Lord Carrington AT Yugoslavya özel temsilcisi olarak atandı. Taraflar başkanlığını Carrington’ın yaptığı AT destekli bir barış konferansı için 7 Eylül 1991’de Lahey’de toplandı. [7] Carrington düzenlenen “ Yugoslavya Konferansı”nda Yugoslavya’nın bütünlüğünün sağlanması için hazırladığı planı açıkladı. Bu plana göre, Yugoslavya’yı oluşturan altı cumhuriyetin önce bağımsız devletler olarak tanınmasını, ardından da tercihe bağlı olarak aralarında tekrar bir çeşit bütünleşme oluşturmalarını ve Hırvatistan’ın “Krayina Bölgesi”ndeki Sırplar’a geniş bir özerklik tanımasını öneriyordu. Bu plan federal cumhuriyetlerin çoğunluğu tarafından kabul edilmesine rağmen, Miloseviç tarafından reddedilmiştir. Sırp tarafının getirdiği “Mini Yugoslavya” önerisi ise taraflarca kabul görmemiştir. Sonuçta konferansta taraflar arasında uzlaşma sağlanamamıştır.
Yugoslavya Krizi’nin tekrar tırmanışa geçmesi üzerine AT tutumunu değiştirmiştir. Diplomatik girişimlerinin başarısız olduğunu gören AT, bağımsızlıklarını ilan eden devletlerin tanınabileceği mesajlarını vermeye başlamıştır. 16 Aralık 1991’de Fransız Anayasa Hukuku Uzmanı Robert Badinter başkanlığında kurulan “Badinter Komisyonu” cumhuriyetlerin tanınma şartlarını belirtmiştir. Komisyon’un görevi; bağımsızlıklarını ilan eden cumhuriyetlerin ekonomik durumlarını, insan hakları ve demokrasi alanlarındaki ilerlemelerini saptama ve rapor hazırlamak olarak belirlenmiştir. [8]
AT’nin ilk baştaki resmi tavrı Yugoslavya’nın bütünlüğünü korumak olsa da, Almanya ve Avusturya gibi devletler Slovenya ve Hırvatistan’ın bağımsızlıklarını destekliyordu. Almanya AT’nin belirlediği tarihi beklemeden 23 Aralık 1991 tarihinde bu iki devleti tanıdığını duyurdu. Almanya’nın bu tavrı diğer AT üyesi ülkelerin, özellikle İngiltere ve Fransa’nın tepkisine neden olsa da, Maasricht sürecinin ve AT’nin motor gücü olan Almanya ile ters düşüp birliğin geleceğini tehlikeye atmak istememişlerdir. Bu yüzden AT Almanya’yı takip ederek önce 15 Ocak 1992’de Hırvatistan ve Slovenya’yı ardından da 17 Nisan 1992’de Bosna-Hersek’i tanımıştır.
AT Yugoslavya Krizi’nde diplomatik bir başarı elde edemediği gibi, askeri önlemler konusunda da kendi içinde tartışmalar yaşamıştır. Bir görüş birliğine varılamaması BM’nin olaya müdahil olmasına sebep olmuş ve bundan sonra ki dönemde de AT’yi olayların dışında bırakmıştır.
Almanya’nın AT’den önce Hırvatistan ve Slovenya’yı tanıması ortak dış politikanın zayıflığını ortaya koyduğu gibi, Soğuk Savaş sonrası karşısına gelen ilk sorunda üye devletlerin farklı tutumlar sergilemesi topluluğun “ortak ses” inin oluşmadığını göstermiştir.
2.BOSNA HERSEK SAVAŞI VE AB’NİN TUTUMU
AT Bosna-Hersek’i tanıma koşulunu yapacağı referanduma bağlamıştı. 29 Şubat 1992’de Bosna-Hersek’te yapılan referandum sonucunda Bosnalı Müslümanlar ve Hırvatlar tam bağımsızlıktan yana oy kullandılar. Buna karşın Sırplar ise Bosna’nın Yugoslavya hâkimiyetinde kalmasını istiyorlardı. Bu yüzden referandumu boykot ettiler. Her ne kadar boykotla karşı karşıya kalınsa da hem ABD hem de AT, Bosna’nın bağımsızlığını tanıdılar.
Bosna-Hersek’in tanınmasının ardından başkent Saraybosna, Sırp kontrolü altında ki “Federal Ordu _ Jugoslavenska Narodna Armija (JNA)” tarafından işgale uğradı. İşgalin bir an önce sona erdirilmesi amacıyla AT, BM ile hareket ederek kısa sürede diplomatik ilişkilere başlamış ve Sırplara yönelik ambargo devreye sokulmuştur. 1992–93 yılında Sırbistan-Karadağ “Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi “ tarafından kapsamlı yaptırımlarla cezalandırılmaya başlandı. Sırbistan-Karadağ’a ilaç ve gıda malzemeleri hariç tüm ithalat ve ihracat durduruldu. Aynı yıl silah ambargosu da başladı. AT’nin Bosna-Hersek seçimlerini, batı demokrasilerinin ve topluluk politikasının gereği olarak uygulatmasının ardından geliştirdiği politika, üç etnik grubun AT himayesinde yapılacak görüşmelerde anlaşmaya varmasıydı. Ancak yapılan görüşmelerde bir başarının sağlanamaması AT’yi farklı politikalar üretmek zorunda bıraktı.
AT diplomatik girişimlerine 1922 yılında BM ile koordinasyon halinde devam etmiştir. Düzenlenen Londra Konferansı’nda barış anlaşması sürecinin ilkeleri belirlendikten sonra Cenevre’de Yugoslavya için sürekli diplomasi konferansları toplandı. Cenevre görüşmeleri kapsamında, Ocak 1993’te Vance-Owen planı ortaya konularak temel amaç olan barışı sağlama yolunda bir adım atılmıştır. Vance-Owen planı, Bosna- Hersek’i on kantona bölüyordu. Boşnaklar, Hırvatlar ve Sırplar bu on kantondan üçünü alıyor, geriye kalan tek kanton ise başkent Saraybosna oluyordu. Planda, Saraybosna’dan “açık şehir “ olarak bahsediliyordu. Devletin % 49’u Sırp kontrolüne veriliyordu. Hırvatlar Batı Hersek’i, geri kalan bölgeyi ise Boşnaklar alıyordu. Kantonlar kendi sınırları içinde hükümet konumundayken uluslararası hukuki kişiliğe sahip değillerdi. Saraybosna, AB-BM denetimi altında askerden arındırılmış statüye sahip olacaktı. [9]
Vance-Owen Planı; Avrupalılar, Hırvatlar, Sırplar tarafından kabul edilirken, Amerikalılar ve Boşnaklar tarafından reddedilmiştir. ABD başkanı Bill Clinton bu planı “etnik temizliki” ödüllendirdiğini belirtmiş ve ABD hükümeti barış antlaşmasında olması gerekenleri açıklamıştır.[10] Vance-Owen Planı kabul görmeyince yerine yeni bir plan geliştirilmiştir. “Güvenli Bölgeler” planı ya da diğer adıyla “Washington Deklarasyonu”, 22 Mayıs 1993’te ABD, İngiltere, Rusya, Fransa, İspanya dışişleri bakanlarının katılımıyla gerçekleştirilmiştir.[11] Bu plana göre; Bosna’da sınır bölgelerinde, BM denetimi altında güvenli bölgeler oluşturulması fikri benimsenmiştir. Bu fikir kapsamında, Bosna’daki altı Müslüman şehri BM tarafından “güvenli bölge ilan edilmiştir. Amaç, sınırları korunabilir hale getirerek barış için zemin hazırlamak olmuşsa da Sırplar bu bölgelere saldırılara devam etmiş ve hatta BM barış güçlerini de hedef almışlardır.[12]
Vance-Owen Planı’nın ardından, Cenevre görüşmeleri yeniden başladı. AB tarafını temsil eden Lord Owen ve BM tarafını temsil eden Thorvold Stoltenberg’in başkanlık yaptığı görüşmelerde bir araya gelen taraflara yeni bir plan sunuldu. Owen- Stoltenberg Planı olarak anılan bu planda, Müslümanların toprak payı %30 olarak belirleniyor ve birbirine koridorlarla bağlı dört parçadan oluşuyor. Parçalardan biri olan Mostar ise AB yönetimine veriliyordu. Bosnalı Müslümanların lideri İzzetbegoviç, planı etnik temizliği güçlendirdiği ve 1992 Londra Konferansı ilkelerini ihlal ettiği gerekçesiyle reddetmiştir.
1994 yılına gelindiğinde, tüm dünyanın olduğu gibi AB’nin de Bosna’da yaşanalar karşısında kayıtsız kalamayacağı bir olay yaşandı. Saraybosna’da bir pazar yerinin bombalanması görüntülerinin yayınlanmasının ardından, uluslararası güçlerin olaya ilgisi artmış ve politikaları sertleşerek değişmeye başlamıştır. Yaşanan bu olay sonrasında AB dışişleri bakanları, krizin çözümü için güç kullanılmasına razı olmuşlardır.
AB ülkelerinin kriz başladığı andan itibaren BM içinde askeri varlıklarını bölgeye göndermiş olmaları, AB üyesi bazı devletlerce yeterli olarak görülüyordu. BM’nin etkisizliği ise defalarca kanıtlanmıştı. AB ve BM’nin sorunun çözümünde yetersiz kalması ve savaşın şiddetinin giderek artması nedeniyle NATO 1994’te hava saldırısı ile askeri alanda, diplomatik girişimleri ile de ABD, siyasi alanda sorunun çözümüne dâhil olmuşlardır. Bundan sonraki dönemde ABD’nin girişimiyle yeni bir yapılanma oluşturulmuş ve 1995 Dayton Antlaşması ile sonuçlanacak askeri destekli diplomatik süreç başlamıştır.
3.KOSOVA SAVAŞI VE AB
Yugoslavya’nın dağılmasından sonra Kosovalı Arnavutlar tüm anayasal haklarını yitirerek Sırbistan içinde sıradan bir azınlık haline dönüştürülmüşlerdir.[13] Sırbistan’ın 1989’da Kosova’nın özerk statüsüne tek taraflı olarak son vermesinin ardından Kosova’da bağımsızlık çalışmaları başlamıştır. Sırp yönetimi altında hakları elinden alınan Kosovalı Arnavutlar o dönemde daha çok “sivil itaatsizlik” politikası izleyerek ve Sırpların Kosova’daki egemenliğini meşrulaştırarak faaliyetlerden kaçınarak Kosova’da kendi devletlerini kurmuşlardır. 1997 yılında Kosova Kurtuluş ordusunun devriye gezen Sırp güçlerine ateş açmasıyla ortam gerilmiş ve Miloseviç Bosna’da başlattığı etnik temizliği Kosova’da devam ettirmeye başlamıştır.
Bosna’da yaşananlardan ders alan batılı güçler, Kosova sorununda daha etkili olabilmek adına 23 Eylül 1998’de BM güvenlik konseyinden 1199 sayılı kararı çıkarmışlar ve Yugoslavya’dan Arnavut bölgesine yönelik saldırıları durdurmasını istemişlerdir. BM kararı, 13 Ekimde NATO Daimi Konseyi tarafından kabul edilmiş ve Belgrat yönetimine BM kararına uymak için 96 saat süre tanınmıştır. Şubat 1999’da Rambouilet’te varılan anlaşma kararlarına karşı Miloşeviç’in uzlaşmaz tutumu Avrupa’nın ortasını Irak’a çevirdi. NATO Genel Sekreteri Solana “vur” emrini verdi[14] ve 24 Mart’ta NATO bombardımanı başladı. 3 Haziran 1999’da Miloseviç’in antlaşmayı kabul etmesi üzerine savaş sona erdi. Bundan kısa bir süre sonra BM 1244 sayılı kararı almıştır. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin aldığı bu karar aşağıdaki genel prensiplere dayanmaktadır. [15]
• Yugoslavya Federal Cumhuriyeti’nin Kosova’daki şiddete son vermesi ve bölgedeki tüm askerlerini ve polis gücünü geri çekmesi,
• Çekilmeden sonra, üzerinde anlaşmaya varılacak sayıda Yugoslav ve Sırp Asker ve polis gücünün Kosova’ya geri dönmesinin sağlanması,
• Tüm Kosova halkı için güvenliğin ve barışın sağlanması,
• Ülkede insan haklarının geliştirilmesi,
• Sosyal ve ekonomik yapılanmanın sağlaması,
• Seçimlerin yapılması,
• Tüm mültecilerin Kosova’ya güvenli bir biçimde geri dönmelerinin sağlaması için uluslararası toplumun desteği ile sivil bir yönetimin (ilk etapta on iki ay için ve Güvenlik Konseyi aksine karar alana kadar devam etmek üzere) oluşturulması,
• Bu yönetimin denetlenmesi için BM Genel Sekreteri tarafından “Özel Temsilci”nin atanması,
• NATO liderliğindeki uluslararası Barış Gücü’nün (KFOR) Kosova’da konuşlandırılması.
1998 yılında Kosova’da çatışmaların başlamasının hemen ardından AB adına ilk girişim 31 Mart 1998’de İngiltere tarafından BM Güvenlik Konseyinde yapılan açıklamadır. Açıklamada, AB’nin bölgedeki barış ve istikrarın bozulmasından endişe duyduğu belirtilerek uluslararası topluluğun, askeri birimler aracılığıyla Kosovalı Arnavutlara karşı, YFC’ye ve Sırp yönetimine bu davranışının kabul edilmez olduğunu içeren açık bir mesaj yollanması gerektiğini vurgulamıştır.
AB’nin öngördüğü çözüm Kosova’ya genişletilmiş özerklik verilmesiydi. 15 Haziran 1998’de Cardiff Zirvesi’nde Miloseviçten dört konuda derhal harekete geçmesi istenmiştir. Bunlar;
- Sivil nüfusa karşı güvenlik güçlerince yapılan tüm operasyonların durdurulması,
- Kosova’da etkili ve sürekli bir uluslararası denetim bulunması,
- Mültecilerin ve yerlerinden edilmiş halkın evlerine geri dönmesinin sağlanması ve insani yardıma erişimin engellenmemesi,
- Kosovalı Arnavut liderlerle siyasi görüşmelerde hızla ilerlenme sağlanmasıdır[16]
AB’nin 1998 yılı boyunca çalışmaları, genellikle çatışmaların sona ermesi için bildiriler yayınlamak ve bölgede aktif çalışan uluslararası örgütlere yardım etmek üzerinde yoğunlaşmıştır. Kosova Savaşı’nda çözümün Bosna’da olduğu gibi NATO tarafından sağlanması uluslararası ilişkilerde Soğuk Savaş sonrası dönemin nasıl şekilleneceğini göstermesi açısından ve Transatlantik ilişkilerin geleceği açısından önemlidir. Soğuk Savaş sonrası dönemi boyunca Avrupa’nın güvenliğini sağlayan NATO, kendine yeni bir görev tanımı yaptığı sırada meydana gelen bu savaşlar aracılığıyla Avrupa’daki varlığını güçlendirmiştir. ABD, Avrupa’nın kendi güvenliğini sağlamasını desteklemesine rağmen AB’nin İkinci Dünya Savaşı sonrası Avrupa’da yaşanan savaşlarda başarısız olması, Avrupa’da NATO’ya olan ihtiyacı gözler önüne sermiştir.
4. MEKEDONYA CUMHURİYETİ – Arnavut – Makedon Çatışması
1991’de Makedonya’nın bağımsızlığını ilan etmesinin ardından kabul edilen 1991 Anayasası Arnavutlar ile Makedonlar arasında ki gerginliğin başlangıç noktası olmuştur. Arnavutlar, yeni anayasanın kendilerini azınlık durumuna düşürdüğünü ileri sürerek, “Kurucu Millet” statüsünün yeniden kazanmayı, bir Arnavut üniversitesinin açılmasını, devlet organlarında etnik ayrımcılık yapılmamasını,[17]Arnavutçanın resmi dil olarak kabul edilmesini, kamu sektöründeki istihdam olanaklarından eşit şartlarda yararlanmayı, Arnavutça eğitim veren üniversitelerin devlet tarafından finanse edilmesini, Arnavut bayrağının ve diğer sembollerinin kullanımının serbest bırakılmasını [18]talep etmişlerdir. Bu taleplerin Makedonlar tarafından reddedilmesi üzerine 2001 yılında Arnavutlar ile Makedonlar arasında çatışmalar yaşanmaya başlamıştır.
İsteklerini kabul ettirmeye çalışan Arnavutlar, bir Arnavut üniversitesi kurduklarını ilan ettiler. Makedon hükümeti ise bunu yasal olarak kabul etmeyince, Arnavutlar “Ulusal Kurtuluş Ordusu “adı altında eylemler yapmaya başladılar. Makedon Devleti çatışmaların yayılma riskine karsı uluslararası camiadan yardım istedi.
13 Ağustos 2001’de, hükümeti oluşturan Makedon ve Arnavut partiler ABD ve AB’nin ısrarlı tutumları sonucunda Ohri’de bir araya gelerek resmi bir barış anlaşması imzaladılar.[19]
AB’NİN BALKANLAR’DAKİ ÇIKAR ALGILAMALARI
Balkan Yarımadası, Avrupa’yı Asya’ya bağlayan; Karadeniz, Ege, Akdeniz’i kontrol edebilen konumundan dolayı stratejik bir öneme sahiptir. Yarımada Asya ve Avrupa arasında bir kapı görevi gördüğünden geçmişten günümüze göç, ulaşım ve ticaret yollarının üzerinde bulunmuştur. Stratejik açıdan bu kadar önemli olan bölge, AB’de farklı çıkar algılamalarının oluşmasına neden olmuştur. AB’nin Balkan bölgesine giderek artan bir ilgi duymasında etkili olan ise bu farklı çıkar algılamalarıdır.
Bu çıkar algılamalarına baktığımızda, karşımıza ilk olarak güvenlik problemi çıkmaktadır. AB tarafından coğrafi olarak, AB sınırlarına çok yakın olan Güneydoğu Avrupa Bölgesi, Birliğin güvenliğinin tehdit edebilecek potansiyel risk ve tehditler içermektedir.[20] Bu bölgede yaşanacak her türlü istikrarsızlık ve çatışmanın AB’yi etkileyeceği açıktır. Eski Yugoslavya cumhuriyetlerindeki istikrarsızlığın AB’yi etkileme riski yeni genişleme dalgalarına paralel olarak giderek daha da artmıştır. Örneğin, 2004 genişlemesinde AB’ye üye olan Macaristan, Yugoslavya’nın federal yapısını uzun zaman özellikle, Voyvodina’da yaşayan Macar azınlık bakımından tatminkâr bulsa da, 80’lerden sonraki gelişmeler bu azınlığın güvenliğini tehdit etmiştir. [21] Macaristan, Sırbistan’ın bağımsızlığından sonra Macar azınlığın durumunun tehlikeye düşeceğini düşünmüş ve yanılmamıştır.
AB’nin bölgeye önem vermesindeki bir diğer neden ise, uluslararası terör gruplarının bölgedeki zayıf güvenlik yapılanmalarından faydalanarak bölgeye yerleşmesi ya da onu bir geçiş koridoru olarak kullanmaları olasılığıdır. Bundan dolayı AB, bu tür suç mekanizmalarıyla mücadele edilmesi ve kendi güvenliğini sağlamak için bölge ülkelerine destek vermektedir.
Güneydoğu Avrupa bölgesinde AB’yi endişelendiren bir diğer unsur, uyuşturucu, insan ve silah kaçakçılığıdır. Bunun yanı sıra Yugoslavya cumhuriyetlerindeki çatışmaların ve istikrarsızlıkların tekrar yaşanması halinde bölgeden kaçacak ya da kaçmak zorunda bırakılacak mültecilerin AB topraklarına sığınmaları, sosyal ve ekonomik olarak AB ülkelerini sıkıntıya sokacaktır.
AB’yi etkileyen bir diğer faktör de, bölgeden geçen yolların tehlikeye girmesi ve dolayısıyla AB ülkelerinin güvenlik nedeniyle ekonomilerinin sıkıntıya düşecek olmasıdır. Çünkü bölge aynı zamanda AB için bir Pazar durumundadır. Güvenlik ve istikrarın sağlanması ile ekonomik ve ticari faaliyetler artacak ve iki taraflı bir kazanım olacaktır.
Son olarak, Avrupa coğrafyasının bütününü kapsayan bir siyasi birlik oluşturmak[22] ve AB’nin bir uluslararası aktör olarak geçmişte yaşadığı Balkan başarısızlıklarını telafi etmek adına bölge önem taşımaktadır.
Tüm bu nedenlerden dolayı, bölgenin istikrara kavuşması AB için önemlidir. Bu bölgenin karşılaştığı sıkıntıların tümü AB’ye yansımakta ve zarar vermektedir. AB’nin bölgeyi kendi yapısına entegre etmesi hem AB hem de bölge menfaatine gözükmektedir.
KRİZLERİN ARDINDAN AB’NİN BALKANLAR’A YÖNELİK GELİŞTİRDİĞİ POLİTİKALAR
1. ROYAUMONT SÜRECİ
Yugoslavya’nın dağılması sonrası Balkanlar’da yaşanan savaşlar boyunca ODGP’nin etkinsizliğinin görülmesinin ardından, AB yeni politikalar üretmeye yöneldi. Dayton Anlaşması’ndan hemen sonra Mostar şehrinin idaresini alarak ilk görevi üstlenmiş oldu. Haziran 1996’da seçimlerin yapılmasına kadar AB şehrin yapılandırılmasında ve yerel yönetimin devredilmesi konusunda bir sorun yaşanmaması için belirlediği ortak tutumda, Mostar’ın Bosna-Hersek Devleti’nin barış ortamına hızlı bir şekilde entegrasyonunun sağlanması amacıyla yerel yönetime yardımcı olacak özel bir elçi atamıştır. Özel elçinin görevleri arasında; yeni seçilen Mostar kenti yönetimini güçlendirmek, yerlerinden edilmiş insanların ve mültecilerin Mostar’a geri dönüşünü sağlamak, insan haklarının korunması, etkili bir hukuk sisteminin yerleştirilmesi ve anlaşmaların uygulanmasının sağlanması başta gelenlerdir.[23]
AB Mostar’ın idaresini yürütürken diğer taraftan da bir başka politikanın temellerini attı. Dayton Anlaşmasının imzalanmasından sonra bölgeye yönelik geliştirilen yeni politika Fransa’nın önerisiyle başlatılan ve 13 Aralık 1995 tarihinde devreye giren “Royaumont Süreci” oldu. Fransa’nın Royaumont Kasabası’nda toplanan yirmi yedi ülke “Güneydoğu Avrupa’da İstikrar ve İyi komşuluk İlişkileri Süreci (Process on Stability and Goog Neighbourly Relations in South-East Europa) Deklarasyonu’nu kabul etmişlerdir.[24]
AB konseyi 28 Kasım 1997 tarihinde, Panogiotis Roumeliotis’i Royaumont Sürecinin koordinatörü tayin etti. Koordinatörün temel hedefi, Bosna-Hersek’te ki silahlı çatışmaları sona erdiren Dayton Barış Anlaşması’nın işlerlik kazanması için yol gösterici olmaya çalışmaktır. Koordinatör, bunun yanı sıra, aynı konuda tüm bölgeyi kapsayacak daha geniş bir perspektif oluşturmaya çalışacaktı. Bu bağlamda, sürecin temel hareket alanları şöyle sıralandı:[25]
- Sürece dâhil olan ülkeler arasındaki ilişkilerin, muhtemel iyi komşuluk anlaşmalarının imzalanması da dâhil olmak üzere, normalleştirilmesi,
- Bu sürece dâhil olan bölge ülkeleri arasında serbest dolaşım ve ifade özgürlüğünün hayata geçirilmesi ve karşılıklı saygı ve anlayış ruhunu teşvik edecek faaliyet ve projelerin oluşturulması,
- Bölgedeki sorunlarla baş edilmesinde, işbirliğinin yararlarını gösterir bir araç olarak, sivil toplumun yeniden tesisine olduğu kadar, kültürel, dinsel, bilimsel ve teknik alanlarda da bölgesel işbirliğinin geliştirilmesi.
Avrupa idealine katkıda bulunmayı amaçlayan politika, Bosna-Hersek, Yugoslavya Federal Cumhuriyeti, Hırvatistan, Slovenya ve Makedonya ile bu devletlere komşu olan Arnavutluk, Macaristan, Bulgaristan, Romanya, AB ülkeleri, ABD ve Rusya’yı kapsamaktadır. Bu ülkelerin yanı sıra Avrupa Komisyonu, Avrupa Parlamentosu, Avrupa Konseyi ve AGİT’ de sürece katılmaktadır.
Konferanslar dizisi şeklinde devam eden Royaumont Süreci; somut bir eylemi olmamasına karşın sonraki süreçler için tartışmaların yapılarak altyapının hazırlanmasına katkıda bulunmuştur. Günümüzde “istikrar paktı” kapsamında devam eden [26] Royaumont Süreci girişimlerine rağmen Balkan ülkelerinde çok etkili olamadı. Süreç, Balkan ülkeleri arasında ki karmaşık sorunları çözecek mekanizmalara sahip değildi. AB bu girişimle Balkan ülkeleri ile olan ilişkilerine hukuki bir boyut kazandıracak herhangi bir anlaşma türü sunmadı. Bundan dolayı uluslararası çevreler 1996-97’de geçen süreyi AB’nin Balkan politikası açısından zaman kaybı olarak nitelemişlerdir.[27]
2. BÖLGESEL YAKLAŞIM
Royaumont Süreci ile AB tarafından geliştirilen politikaların Balkan ülkelerinde başarılı olamaması, AB’nin Balkanlara yönelik bölgesel yaklaşımını siyasi koşullara uyumlu olarak yeniden düzenlenmesine neden olmuştur.
Dayton Anlaşması’nın konsolidasyonuna yönelik olarak, 15–16 Şubat 1996 tarihinde gerçekleştirilen Roma Konferansı öncesinde, Konseyin daveti üzerine, Komisyon 14 Şubat 1996 tarihinde, Batı Balkan ülkelerine yönelik olarak kapsamlı bir rapor hazırlamış ve “Bölgesel Yaklaşım” adlı yeni bir politika önermiştir. [28] “Avrupa Birliği Genel İşler Konseyi” _( EU General Affairs Council) Şubat 1996’da Batı balkan ülkeleri ile (Arnavutluk, Bosna-Hersek, Hırvatistan, Karadağ, Makedonya ve Sırbistan) ikili ilişkilerin geliştirilmesi için daha kapsamlı bir proje olan “Bölgesel Yaklaşım” _ (Regional Approach) projesini başlatmıştır.
Batı Balkan ülkelerini AB’ye yakınlaştıracak olan “Bölgesel Yaklaşım”ın siyasi (demokrasi ve hukukun üstünlüğünün gelişimi) ve ekonomik (ülke ekonomilerinin yeniden yapılandırılması) olmak üzere iki amacı bulunmaktaydı. Bu bağlamda AB Komisyonu’nun hazırladığı “Bölgesel Yaklaşım” da öngörülen ülkelerin AB ile ilişkilerinin geliştirilmesinde Şartlılık Raporu ışığında, 29 Nisan 1997 tarihinde AB Konseyi, “Bölgesel Yaklaşım” çerçevesinde, AB ile ortak ilişkisi bulunmayan tüm Batı Balkan ülkelerini içine alacak şekilde, mali yardımları, ticari-ekonomik işbirliğini ve anlaşmaları da kapsayacak biçimde ikili ilişkilerin geliştirilmesi için yerine getirilmesi gereken kriterleri ve her ülke için ayrı şartları belirlemiştir.[29]
Konsey, “Şarta Bağlılık” olgusunun gereklerinin yerine getirilip getirilmediğin, BM, AGİT gibi kuruluşların ve birimlerin vereceği raporlar vasıtasıyla izleyecektir. Anlaşmaların akdedilmesi aşamasında ve sonrasında “Şarta Bağlılık” ilkeleri uygulanmakta olup, koşullara uyulmaması halinde anlaşmaların askıya alınması söz konusu olabilmektedir. Müzakerelerin başlayabilmesi için aşağıda belirtilen genel koşulların ilgili bütün ülkelere uygulanması kararlaştırıldı.[30]
- Yerinden edilmiş kişilerin (iç göç dâhil) ve mültecilerin orijin yerlerine dönebilmeleri ve kamu otoriteleri tarafından uygulanan ve tolore edilen tedirgin edici tedbirlerin kaldırılması için inandırıcı teklif ve reel imkânların gözle görülür şekilde uygulanmaya koyulması,
- Bir AB ülkesinde illegal işlerde bulunmaya devam eden ilgili ülke vatandaşlarının geri dönüşü,
- Dayton Anlaşması’nı imzalayan devletlerin, savaş suçlularını adalet önüne çıkarmalarını sağlamak üzere Eski Yugoslavya için Uluslararası Ceza Mahkemesi ile işbirliği yapılması da dâhil olmak üzere barış anlaşmalarından kaynaklanan yükümlülüklerin yerine getirilmesi,
- İnandırıcı nitelikte demokratik Reformlar başlatmak ve insan/azınlık hakları konusunda genel olarak tanınmış normlara saygı gösterilmesi,
- Reşit tüm vatandaşların, gizli oy esasına göre katılabilecekleri özgür ve düzenli seçimlerin, makul aralıklarla yapılması ve bu seçimlerin sonuçlarının bütün ve doğru olarak uygulamaya geçirilmesi,
- Kamu otoriteleri tarafından genel nitelikli ayrımcı ve azınlıkları tedirgin edici uygulamaların kaldırılması,
- Ekonomik reforma ilişkin ilk tedbirlerin uygulamaya geçirilmesi ( özelleştirme programı, bazı fiyat kontrolü uygulamalarının kaldırılması) ,
- Komşu ülkelerle iyi komşuluk ve işbirliği ilişkilerinin başlatılması yönünde istekli olma
- Slovenya ile Federal Yugoslavya ve Hırvatistan arasında akdedilmiş anlaşmaların Dayton Anlaşması ile uyumlu olması.
Bu ön koşulların yerine getirilmesine bağlı olarak bölge devletleri için belirlenen politikalar daha çok ekonomik destekliydi. Ticari ayrıcalıklar, ticaret ve işbirliği anlaşmalarından doğan sorumlulukların yerine getirilmesi ve bölge ülkelerinin kullanımına açılacak ekonomik destek programı kapsamında “ PHARE” dan yararlanma ve sadece bölge ülkelerine yönelik olan “OBNOVA” yardımı yer almaktaydı.[31]
Konsey yukarıda sayılan genel koşulların yanı sıra, Batı Balkan ülkelerinin yerine getirmesi gerek özel koşullar da belirlemiştir.
Hırvatistan için;
- Erdut Çerçeve Anlaşması’nın yükümlülüklerinin yerine getirilmesi, UNTALES ve AGİT ile işbirliğinin sağlanması,
- Hırvatistan’ın Republika Srpska ile olan sınırının açılması,
- Bosnalı Hırvatlara Bosna- Hersek yapılarının tamamen dağıtılması yönünde inandırıcı bir baskı oluşturulması,
- Boşnak-Hırvat Federasyonu’nun güçlendirilmesi için Bosnalı Hırvatların işbirliğine yönelmeleri,
- Mostar’da tek bir şehir konseyi ve polis gücünün işlevsel çalışması için destekte bulunulması,
- Savaş suçlarını işleyen Bosnalı Hırvatların Lahey’deki Eski Yugoslavya Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne teslim edilmeleri için, Hırvatistan Hükümeti’nin müdahalede bulunduğuna dair inandırıcı kanıt göstermesi.
Bosna-Hersek için;
- Bosna-Hersek Anayasası’na uygun olarak işlevsel kurumların oluşturulması, dış ticaret ve gümrük politikalarının belirlenmesi,
- Bosna-Hersek’de mal, sermaye ve kişilerin serbestçe dolaşabileceği inandırıcı bir ortam oluşturulması
- BRÇKO şehrindeki Yüksek Temsilci ile daha yakın işbirliği içinde olunması,
- Mostar’da tek bir şehir konseyi ve polis gücünün işlevsel çalışması için çaba sarf edilmesi,
- Boşnak-Hırvat Federasyonu konusunda işbirliği,
- Yüksek Temsilciye göre Dayton Çerçeve Anlaşması ile bağdaşmayan tüm yapılanmaların ortadan kaldırılması,
- Bosnalı savaş suçlularının Eski Yugoslavya Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne telsim edilmeleri için çaba sarf edilmesi,
Federal Yugoslavya için;
- Bosnalı Sırpların Bosna-Hersek anayasal düzenlemelerini uygulamaları için baskı oluşturulması,
- Sırp savaş suçlularının Eski Yugoslavya Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne iade edilmeleri için Bosnalı Sırplara müdahalede bulunulması,
- Federal Yugoslavya Cumhuriyeti içinde Kosova statüsüne ilişkin olarak Kosovalı Arnavutlarla gerçek bir diyalogun başlatılması,
- Bölgesel işbirliğinde açıklık ve iyi komşuluk ilişkilerinin geliştirilmesi için Yugoslavya’dan büyük çaba beklenmektedir,
- Federal Yugoslavya Cumhuriyeti’ne getirilen bir başka özel koşul ise, Kosova’nın yüksek derecede özerkliği için garanti verilmesidir. [32]
Balkan ülkeleri arasında ekonomik ve siyasi bağlantıyı güçlendirmeyi amaçlayan “ Bölgesel Yaklaşım “ başlangıç için önemli bir adım olsa da, yeteri kadar teşkilatlı ve planlı olmaması nedeniyle büyük etkiler sağlayamamıştır. Uygulamaya konulduğundan beri çok büyük ilerleme kaydedemeyen politika buna rağmen, AB’nin Balkan Politikası’ndaki bazı yanlışlıkların düzelmesine yardımcı olmuştur.
3. İSTİKRAR PAKTI
1999 yılında Kosova Krizi’nin ardından, uluslararası çevreler Balkanlar’daki güvenlik sorunlarının çözümlerine yönelik olarak eskisinden farklı bir yöntem geliştirmeye karar verdiler. Balkanlar’da bitmek bilmeyen yangın söndürme yöntemini terk edip, ateşin çıkmasına sebebiyet veren unsurları ortadan kaldırmaya çalışacaklardı. Böylece kriz yönteminden ziyade, krizin çıkmasını önleyecek preventif unsurlara yer verildi.[33]
İstikrar Paktı, Kosova’da NATO’nun müdahalesinden sonra AB Dönem Başkanı Almanya’nın önerisiyle Cologne Zirvesi’nde başlatılan geniş kapsamlı bir girişimdir. Bu paktı daha önce ki girişimlerden ayıran ise, Balkanlara yönelik en büyük uluslararası girişim olması ve katılımcıların çokluğudur. Pakt’a AB üye devletleri, AB komisyonu, bölge ülkeleri ve komşu ülkeler, G-8 üyeleri, BM, AGİT, NATO gibi uluslararası örgütler, Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu gibi uluslararası finans kuruluşlarının yanı sıra, Karadeniz Ekonomik İşbirliği gibi bölgesel oluşumlar da katılmıştır.
İstikrar Paktı’nın amacı, anlaşmazlıkların çözümünün ardından Balkanlarda bir açık ticaret bölgesinin kurulması, ekonomik bir canlanmanın sağlanması ve Avrupa Birliği ile yeni ilkini anlaşmaların imzalanmasını içeriyordu.[34] Bu kapsamda özellikle bölge ülkelerinde serbest seçimlerin yapılması, azınlık ve insan haklarının geliştirilmesi, sivil toplumun güçlendirilmesi, diğer bölge ülkeleriyle işbirliği yapılması, ekonomide altyapının geliştirilmesi, özelleştirme, gümrüklerin şeffaflaştırılması, tüm illegal faaliyetlerle ve terörizmle mücadele edilmesi, bağımsız yargı sisteminin oluşturulması, medyanın bağımsızlığının sağlanması gibi konulara özen verilmektedir.
İstikrar Paktı, AB’nin bölgeye yönelik politikalarını değiştirdiğinin ilk kanıtıdır. Daha önce ki politikalarının işe yaramadığını gören AB hatalarından ders almış ve bu politikayı geliştirerek bunu uzun döneme yaymaya çalışmıştır. Daha önce ki girişimleri aksine, İstikrar Paktı, tüm katılımcıların beklentilerini ortak bir paydada birleştirmiş ve barışı kurmak adına tam bir fikir birliği oluşturmuştur.
Ancak, AB’nin İstikrar Paktı’na çok önemli katkıları olmasına rağmen bu politika da diğerleri gibi beklenen etkiyi yaratamadı. Kurulma aşamasında belirlenen yüksek hedeflerine ulaşmayı başaramadı. Güneydoğu İstikrar Paktı’nın koordinatörü Erhard Busek’de Paktın ortaya koymuş olduğu amaçların fazla idealist olduğunu ve bunları gerçekleştirmekte güçlük çektiğini ifade etmiştir.[35]
4.İSTİKRAR VE ORTAKLIK SÜRECİ
1999 yılına gelindiğinde, AB 1990’lar boyunca izlediği politikalardan vazgeçerek daha farklı bir politika izleme kararı almıştı. AB, Balkanlar’da güven ve istikrarı sağlamak için sadece Ortak Dış ve Güvenlik Politikası uygulamakla yetinmemiş, bölgede daha etkili olabilmek için bu ülkeler ile olan ilişkilerinde genişleme mekanizmasını devreye sokup normatif gücünü de kullanma kararı almıştır. Bu yaklaşım değişikliğinin en somut göstergesi ise “İstikrar ve Ortaklık Süreci”_ stabilization and Association Process– SAP olmuştur. AB, bu süreçle Batı Balkan ülkelerine üyelik perspektifi vererek bölgeye yönelik olarak ilk defa stratejik bir adım atmıştır.
Avrupa Komisyonu 26 Mayıs 1999’da yayınladığı bir bildiride, Batı Balkan ülkelerinin reform sürecine destek vermek ve bu ülkeleri AB’ye yakınlaştırmak için İstikrar ve Ortaklık Süreci başlatılmasını tavsiye etti. Buna dayanarak Genel İşler Konseyi 21–22 Haziran 1999 tarihinde gerçekleştirdiği 2192 sayılı toplantısında Batı Balkan ülkelerine yönelik İstikrar ve Ortaklık Süreci’ni kabul etti.[36]
İstikrar ve Ortaklık Süreci’nin en önemli özelliği, bölge ülkelerini kendi şartları çerçevesinde ele alıp değerlendiren ve sözleşmelere dayalı bir yaklaşım geliştirilmesidir.[37]Söz konusu süreç, Batı Balkan ülkelerine yardım etmek ve Avrupa Birliği üyeliğine yakınlaşmalarını sağlamak için tasarlanmış ülkeler arasında ortak bir serbest ticaret bölgesi kurmayı amaçlayan ve ülkelerin AB standartlarına ulaşmasını öngören bir süreçtir. Sürecin bir diğer amacı ise, üyelik perspektifini taşıyan, ilgili ülkelerin AB ile özel ilişkisinin kurulması ve bu ülkelerin mevzuatlarının AB mevzuatına yakınlaştırılmasıdır. Batı Baklanlara yönelik bu “güçlendirilmiş yaklaşım”
- Kopenhag Kriterlerini yerine getirdikten sonra, AB üyeliği perspektifi taşıyan ülkelerle İstikrar ve Ortaklık Anlaşmalarının imzalanması
- AB’nin bölge ile ve bölge içindeki ekonomik ve ticari ilişkilerinin geliştirilmesi
- Ekonomik ve mali yardımların artırılması
- Demokrasi, sivil toplum, eğitim ve resmi kurumların geliştirilmesi için yardımların yapılması
- Adalet ve içişleri alanlarında siyasi diyalogun geliştirilmesi şeklinde kriterler içermektedir.[38]
İstikrar ve Ortaklık Süreci iki aşamada gerçekleşir. Birinci aşamada AB, Anlaşma yükümlülüklerinin yerine getirilmesi hakkında, ilgili devletin kapasitesini araştırıp olumlu bir karar verir. İkinci aşamada ise İstikrar ve Katılım Anlaşması için görüşmeler başlar. Bu aşamanın önemi yüksektir, çünkü bu aşamada taraflar arasında ki siyasi ilişkilerin temel şartları belirlenir ve ortak pazar konusunda tarifeler belirlenerek iki taraf arasında ekonomik ilişkiler yapılandırılır. Anlaşmanın imzalanmasıyla aşama son bulur.[39]
İstikrar ve Ortaklık Süreci, ekonomik ve insani kaynaklarla siyasi çabanın birlikte oluşturulacağı uzun dönemli politikadır. SAP kapsamında Batı Balkan ülkelerine yönelik olarak farklı araçlar geliştirilmiştir. Bunlar; İstikrar ve Ortaklık Anlaşmaları, Bağımsız Ticari Tedbirler, Mali Yardımlar ve Bölgesel boyuttur.
a. İstikrar ve Ortaklık Anlaşmaları( Stabilisation and Assocciation Agreements_SAA)
İstikrar ve Ortaklık Süreci kapsamındaki belli kriterleri yerine getiren Batı Balkan ülkeleriyle müzakereler yapılmakta ve bu müzakerelerin sonunda İstikrar ve Ortaklık Anlaşmaları imzalanmaktadır.
İstikrar ve Ortaklık anlaşmaları, taraflar arasında malların, hizmetlerin, işgücünün, girişimcilerin ve sermayenin serbest dolaşımını öngören, belirli alanlarda işbirliği politikaları geliştiren, siyasi diyalog ve bölgesel işbirliği kurmaya öncelik veren, adalet ve içişleri politikalarında uyumlu hareket etmeyi hedefleyen ve mali işbirliğini içeren anlaşmalardır.[40]
İstikrar ve Ortaklık Anlaşmaları;
- Politik diyalog,
- Bölgesel işbirliği
- 2007 yılına kadar, endüstri ürünleri ve birçok tarım ürünü için serbest ticaret alanının oluşturulması,
- AB müktesebatına uyum
- Adalet, özgürlük ve güvenlik de dâhil olmak üzere tüm AB politika alanlarında geniş kapsamlı işbirliği konularını kapsamaktadır.
İstikrar ve Ortaklık Anlaşmaları, Avrupa Anlaşmaları’ndan farklıdır. SAA’yı Avrupa Anlaşmaları’ndan ayıran en önemli iki temel özellik vardır. Birincisi, İstikrar ve Ortaklık Anlaşmaları taraflar arasında sadece ortaklık yaratmakla kalmayıp, aynı zamanda bölgede siyasi istikrarı tesis etmeyi amaçlamaktadır. İkincisi ise, İstikrar ve Ortaklık Anlaşmaları’nın Batı Balkan ülkelerini AB üyeliği için potansiyel aday ülkeler olarak tanımlamasıdır.
İstikrar ve Ortaklık Anlaşmaları ortak paydaya sahip olmalarına rağmen her ülke ile özel koşulları ve istekleri çerçevesinde ayrı ayrı imzalanmıştır. Örneğin, Hırvatistan ve Makedonya ilk iki yıl içinde görüşmelere başlayacak kriterleri sağlarken Arnavutluk ise görüşmelere 2003 yılında başlamıştır.
b. AB Yardım Programları_CARDS
AB, Batı Balkan bölgesinde istikrarı tesis etmek, kalkınmayı sağlamak ve reform sürecini desteklemek için bölge ülkelerine yönelik değişik yardım programları geliştirdi. Bu programlardan en önemli olanları 18 Aralık 1989 yılında 3906/89 sayılı konsey kararı ile Merkezi ve Doğu Avrupa ülkelerine yönelik PHARE ve 225 Temmuz 1996 tarihli 1628/96 sayılı Konsey Kararı ile oluşturulan OBNOV’a yardımlarıdır.[41]
Konsey 10–11 Aralık 1999 tarihlerinde yapılan Helsinki Zirvesi’nde değişik yardım programları çevresinde yapılan yardımların etkinliğinin artırılması ve onların tek bir hukuksal çerçeve kapsamına alınmasını talep etti. Bu doğrultuda yürürlüğe giren 2666/2000 sayılı Konsey Kararı ile Arnavutluk, Hırvatistan, Bosna-Hersek, Federal Yugoslavya cumhuriyeti ve Makedonya’yı kapsayacak olan “Yeniden Yapılanma, Kalkınma ve İstikrara Yönelik Topluluk Yardım Programı (Community Assitance on Recontruction Development and Stabilisation_ CARDS) “ adlı yardım programını başlattı.
CARDS’ın dört temel hedefi;
- Yeniden yapılanma, demokratik istikrar, barış ve mültecilerin dönmelerinin sağlanması,
- AB reformlarına ve yaklaşımlarına uyumu içeren kurumsak ve yasal reformların yapılması,
- Yapısal reformları da içeren sürdürülebilir ekonomik ve sosyal kalkınmanın sağlanması ve
- Bölge ülkelerinin hem kendi aralarındaki hem de AB üyeleri ve AB’ye aday ülkelerle işbirliğinin geliştirilmesidir.
CARDS yardımının yoğunlaştığı konular;[42]
- Yeniden yapılanma, mültecilerin geri dönmelerinin sağlanması ve bölgenin istikrara kavuşturulması
- Demokrasinin yerleşmesi, hukukun üstünlüğünün sağlanması, insan/azınlık haklarının geliştirilmesi, sivil toplumun güçlendirilmesi, medyanın bağımsız hale gelmesi, organize suçların engellenebilmesi için kurumsal ve yasal çerçevenin oluşturulması,
- Sürdürülebilir ekonomik kalkınmanın sağlanması ve piyasa ekonomisi temelli ekonomik reformların yapılması,
- Yoksulluğun azaltılması, cinsiyet ayrımının engellenmesi, eğitim öğretim ve çevre konularında rehabilitasyon yapılması,
- Batı Balkan ülkelerinin kendi aralarında ve bu ülkelerle AB üyeleri/AB’ye aday ülkelerarasında daha sıkı ilişkiler kurulması sağlanması,
- Batı Balkan ülkelerinin kendi aralarında, diğer bölge ülkeleriyle ve AB’yle bölgesel, sınır ötesi ve bölgeler arası işbirliğini geliştirmeleridir.
CARS, Batı Balkan ülkelerinin İstikrar ve Ortaklık Süreci’nde sürdürdükleri reformların ve kurumsal yapılanmanın desteklenmesine yönelik olarak, kaydettikleri ilerlemelere endeksli bir programdır. Program kapsamında özellikle “ Avrupa Ortaklıkları”_Eıropean Partnerships esas alınmaktadır. Bu ortaklık belgelerinde ki kısa ve orta vadeler için belirlenen tedbirler, aynı zamanda söz konusu ülkenin kaydettiği ilerlemeler için bir “ denetim listesi” ve CARDS Programı kapsamında alacağı yardıma yönelik olarak öncelikli konuların belirlenmesi için bir “gösterge” görevi görmektedir.[43]
CARDS çerçevesinde yapılan yardımlar hiç şüphesiz ki Batı Balkan ülkelerine pozitif sonuçlar getirdi. Nitekim Batı Balkan ülkeleri, CARDS sayesinde mültecilerin geri dönüşü, altyapı ve benzer sorunların bir kısmını büyük ölçüde çözmüşlerdir. Uygulamada karşılaştığı zorluklara rağmen, CARDS ile beraber Batı Balkan ülkelerinin belirli derecedeki istikrar düzeyi yakaladıkları ortadadır. Ancak gelinen nokta entegrasyon için yeterli değildi. Çünkü bölge ülkelerinin AB’yle bütünleşmeleri için daha fazla ve daha isabetli yardım programlarına ihtiyacı vardır. Nitekim AB Komisyonu 2007–2013 bütçe dönemi için Batı Balkan ülkelerine yönelik olarak IPA( Instrument for Pre-Acession Assitance) yardım programını başlatma kararını aldı.[44]
c. Bağımsız Ticari Tedbirler ( Autonomous Trade Measures )
Bu uygulama AB tarafından Batı Balkan ülkeleri lehine oluşturulmuş asimetrik ticari koşulları içermektedir. Böylece, malların Batı Balkan ülkelerinden AB pazarına gümrüksüz olarak girişi sağlanmaktadır. Tek taraflı ticari ödünlerin temel hedefi, AB ithalatının %0,6’sını oluşturan Batı Balkan ülkelerinin payını artırarak, Birliğe zarar vermeden, bölge ülkelerinin siyasi ve ekonomik istikrarına katkıda bulunulmasıdır.
d. Bölgesel Boyut ( regional dimession)
Bölgesel Boyut, Balkan ülkelerinin sadece AB ile değil, kendi aralarında da işbirliği yapılmasına atıfta bulunmaktadır. Bölgesel İşbirliği CARDS desteğiyle teşvik edilmektedir. AB’nin bölgesel önceliği bölge ülkelerinin AB ülkeleriyle olduğu gibi birbirleriyle de işbirliği yapmalarıdır. Böylece iki taraflı anlaşmalarla oluşturulmuş bir anlaşmalar ağı kurularak bölgesel işbirliği sağlanır. İşbirliği ve ikili ticaret anlaşmaları, bölge ülkelerinin AB’ye aday ülkelerde ilişkilerini kuvvetlendirerek bölgede serbest bir ticaret alanının dolaylı olarak kurulması sağlanmış olur.[45] AB özellikle Bölgesel işbirliğini istikrarın sağlanması, yasadışı göç, kaçakçılık ve organize suçlar gibi alanlarda işbirliği yapılması için destekliyordu. Bu suçların engellenmesi istikrarın sağlanması için önemli bir adım olurken, aynı zamanda bölgesel işbirliğine de katkıda bulunacaktır.
ZAGREB ZİRVESİ
İstikrar ve Ortaklık sürecini yenileyerek daha etkin bir hale getirmek ve dinamizm kazandırmak isteyen AB, 24 Kasım 2000 tarihinde Zagreb Zirvesi’ni gerçekleştirmiştir. Hırvatistan’ın ev sahipliği yaptığı zirveye, AB üye ülkeleri İstikrar ve Ortaklık kapsamında ki Batı Balkan devletleri ve AB üyeliğine aday Balkan ülkesi Slovenya’nın hükümet ve devlet başkanları ile dışişleri bakanları katılmıştır.
Zirve’nin amacı, İstikrar ve Ortaklık süreci kapsamındaki ülkelerin AB ile daha yakın işbirliği içine girilebileceği bir yol haritası çizmek ve böylece Batı Balkan ülkeleri için yeni bir vizyon oluşturmaktır. Zirve’nin sonuç bildirgesinde, AB o tarihe kadar bölgede yaptığı çalışmalardan bahsetmiş ve istikrar Paktı’na önemli katkılarda bulunduğu vurgulanmıştır.
19–20 Haziran’da düzenlenen Feira Zirvesi sonuç bildirgesinde AB’nin Şart koyduğu reformları, bölgesel işbirliği ve demokrasinin üstünlüğü ilkesini kabul eden Batı Balkan ülkelerinin potansiyel birer aday ülke oldukları vurgulanmış ve AB-Batı Balkan Zirvesi’nin düzenlenmesi kararlaştırılmıştır.[46] Feira Zirvesi’nde toplanması kararlaştırılan, Zagreb Zirvesi’nde süreç kapsamında ki ülkeler için, bölgesel işbirliğinin devamı, demokratik kurallara saygı ve reformların devamı koşuluyla “ potansiyel aday ülke” ifadesi kullanılmıştır.[47]
Zagreb Zirvesi’nde potansiyel adaylık kavramı üzerinde önemle durulmuştur. AB, sürece dâhil ülkelerin bundan sonra daha etkili bir çalışma yürütmesi gerektiğini belirterek her ülkenin sorumluluğunun bilincinde olup bölgesel işbirliğinin geliştirilmesine katkıda bulunulmasını istemiştir. Zagreb Zirvesinde ele alınan diğer bir önemli konuda komisyon tarafından öne sürülen “siyasi” forum oluşturulması teklifiydi. Komisyon, AB ve işbirliğinin derinleşmesi ve işbirliğine katkıda bulunması açısından önemli olacağını belirtmiştir.
SELANİK ZİRVESİ
2003 yılı İstikrar ve Ortaklık Süreci’nin canlandığı, yeni gündem maddelerinin oluşturulduğu ve Makedonya ile Hırvatistan dışındaki Batı Balkan ülkelerinde sürece katılımının arttığı yıl olmuştur. 2003 yılının ilk altı ayında Yunanistan dönem başkanı olunca kendisinin de bir Balkan ülkesi olması nedeniyle istikrar ve ortaklık süreci, AB gündeminin en önemli konusu haline gelmiştir. Bu doğrultuda dönemin dışişleri bakanı önderliğinde “Yunanistan Dönem Başkanlığının Batı Balkan Ülkeleri için Öncelikler”_ “Greek Precidency Priorities for the Western Balkans” adlı stratejik belge hazırlandı.[48]
16 Haziran 2003 tarihinde, Selanik Zirvesi öncesi, Genel İşler ve Dış İlişkiler Konseyi Batı Balkanlara yönelik Selanik gündemini açıklamıştır. Selanik Gündemi, İstikrar ve Ortaklık Süreci’ne yeni bir boyut getirmiştir. [49]AB geçen dört yıl boyunca bu politikayı bölgede istikrarı yerleştirmek ve bölgenin Avrupa ile bağlarını güçlendirmek için kullanılmıştır. Selanik gündeminde, AB bu politikasının başarıya ulaştığı yorumunu yaparak bundan sonraki süreç için yeni ve daha kapsamlı politikalar üreteceğini ifade etmiştir. AB’nin yeni politikasının genişleme sürecinin öğeleri ile zenginleşeceği ve genişletileceği ve böylece bölge ülkelerinin AB ile ortaklık sürecine hazırlanacağı belirtilen gündemi, İstikrar ve Ortaklık Anlaşmalarının imzalanmasının bu aşamada önemli olduğuna değinmiştir. Batı Balkan ülkeleri için Selanik Gündemi özetle;[50]
- Komisyon tarafından Katılım Ortaklığı Belgeleri ile paralellik arz edecek şekilde, kısa ve orta vadeli reform ve uyum çalışmalarını içeren ve gerektiğinde güncelleştirilebilecek ilk “Avrupa Ortaklığı” belgelerinin, Batı Balkan ülkeleri için ayrı ayrı olmak üzere hazırlanması ve 2004 yılı İstikrar ve Ortaklık Süreci Raporu ile birlikte Konsey onayına sunulması,
- Batı Balkan ülkelerinin ise, ayrı ayrı “Eylem Planları” hazırlamaları ve uygulamaları; Komisyon’un ise yıllık raporları vasıtasıyla söz konusu planları izlemesi,
- Avrupa Ortaklığı Belgeleri önceliklerinin, AB mali yardımına yön vermesi ve 2004–2006 dönemi CARDS bütçesinin artırılması,
- 2002 Ekim ayından itibaren Arnavutluk ve Hırvatistan’da CARDS Programından finanse edilen Eşleştirme Projelerinin tüm bölgeye yayılması,
- Aday ülkelerle oluşturulan yapıya paralel bir şekilde, tek çerçeve kararları yoluyla Batı Balkan ülkelerinin Topluluk programlarına ve ajanslarına katılımlarının sağlanması, bu bağlamda Komisyonun, CARDS Programı kaynaklarının kullanımını da dikkate alacak şekilde, öneri hazırlaması yer almaktadır.
Selanik Gündemi beş temel maddeden oluşmaktadır. Bunlar: demokratik gelişme ve istikrarın sağlanmasında ilerleme, zenginleştirilmiş İstikrar ve Ortaklık Süreci, adalet ve içişleri konularında işbirliği, ekonomik gelişme ve bölgesel işbirliğinin görüşülmesidir.
Selanik Zirvesi, Zagreb Zirvesi’nden sonra AB ile Batı Balkan ülkeleri arasında yapılan ikinci zirvedir. AB, Selanik Zirvesi’nde bir kez daha üyelik olasılığının altını çizerek Batı Balkanların Avrupa entegrasyonuna hazırlanmasının somut yollarla yapılacağı tekrarlanmıştır. Batı Balkan ülkelerinin Avrupa yolunda ilerlemesinin hukuk kurallarına saygı, demokrasi ve insan hakları standartlarının yakalanması, iyi yönetişim ve ekonomik gelişmelere bağlı olduğu vurgulanmıştır.
Zirveye başkanlık yapan Chris Patten’in “ Selanik Zirvesi Batı Balkanlar’a iki önemli mesaj vermektedir: Birincisi, AB’ye üyelik olanağı gerçektir; ikincisi ise Batı Balkanlar AB’ye katılmadıkça AB genişlemesi tamamlanmayacaktır. Komisyon Batı Balkan ülkelerinin Avrupa yolunda başarılı olabilmesi için desteğini artırarak sürdürecektir. Fakat üyelik kazanılır. Bu, sıkı çalışma ve bölgenin güçlenmesiyle olur. Avrupa entegrasyonu yolunda nasıl ilerlediğiniz ve ilerleme sürecinizde ki hızınız sizi sonuca ulaştırır.” Şeklindeki sözleri Zirve’nin Batı Balkanlar için değerinin son derece net olarak özetlemektedir.[51]
Zirve’nin son günü açıklanan bildirgede AB’nin Batı Balkan politikasında yaptığı değişiklikler göze çarpmaktadır. Genel hatlarıyla zirvede alınan kararlar şunlardır:
- Balkanların geleceği AB’nin içindedir. Genişleme süreci Batı Balkan ülkelerini cesaretlendirmelidir. Avrupa yapısına ve tam üyeliğe hazırlanmak büyük mücadele gerektiren bir yoldur. Bu aşamada Hırvatistan’ın tam üyelik başvurusu Komisyon gündemindedir.
- İstikrar ve Ortaklık Süreci, AB’nin Batı Balkan politikasının çerçevesini oluşturmaya devam edecektir. Fakat Merkezi ve Doğu Avrupa genişlemesinde yapılan üyelik sürecine ilişkin reformlar Batı Balkan içinde uygulanacaktır. Ülkeler bireysel olarak üyelik için Kopenhag Kriterlerine uymak, İstikrar ve Ortaklık Süreci’ne yoğun bir şekilde katılarak programları tamamlamak ve Zagreb Zirvesi sonuç bildirgesinde yer alan şartları yerine getirmek durumundadır. Bu kapsamda İstikrar ve Ortaklık Süreci genişleme sürecinin deneyimlerinden yararlanılarak zenginleştirilecektir. Zenginleştirme kapsamında öncelikli konu olarak ODGP, parlamentolar arası işbirliği ve topluluk programlarına katılım, aralarında siyasi diyalog başlatılması yer almaktadır.
- AB, Kosova’da ki BM Barış gücünün faaliyetlerini desteklediğini belirterek Dayton Barış Anlaşması’na bağlı kalınmasının önemini vurgulamıştır. NATO ve ABD ile bölgede güvenlik konularında işbirliğinin artırılarak süreceği ve bölgenin güvenliği için çalışan uluslararası yapılanmalara destek verileceği belirtilmiştir.
- Bunun yanı sıra Selanik Gündemi’nde belirlenen konuların kabul edilerek Ekonomik yapının güçlenmesi, ulaşım, iletişim ve çevre konularında altyapı çalışmalarına hız verilmesi, sınırlar arası ilişkilerin düzenlenmesi gibi temel sorunların çözümü için AB’nin destekli somut programlar hazırlayacağı belirtilmiştir.
Zirve ile asıl değişiklik gösteren konular siyasidir. Bu aşamada AB’nin genişleme süreçlerinde aday ülkeleri hazırlamak için kullandığı “düşük politika alanlarından yüksek politika alanlarına geçiş” ilkesinin hayata geçirilmeye başladığını göstermektedir. AB 1999’dan itibaren adım adım geliştirdiği Balkan politikasını Selanik Zirvesi ile en sonunda istediği noktaya ulaşmıştır.[52]
Devam edecek…
Umut TİKİCİ
Gazi Üniversitesi
Uluslararası İlişkiler 3. Sınıf
Yazının alındığı makalenin kimin olduğunu ne zaman yazıldığını ve İsmini belirtir misiniz? Makelenin tamamını buldum ancak kime ait olduğunu bulamadım.
Tezimde yardım aldığım için makaleyle ilgili bu bilgilere ihtiyacım var alıntılar yaptım ve dipnotta göstermem gerekiyor. Yazının sonunda yazan kişinin makalesi mi? Yoksa o kişi de alıntı mı yapmış?