Avrupa Birliği’nin Orta Asya politikasında yeni bir evreye girildiği bu dönemde, Türk Devletleri arasında entegrasyon tartışmaları da yeniden gündeme gelmiştir. Ancak bu sürecin sağlıklı değerlendirilebilmesi için tarihsel bağlamdan ve uluslararası gerçeklikten kopmadan analiz edilmesi büyük önem taşımaktadır. Zira Türk topluluklarının bir araya gelme yönündeki arayışı tarih boyunca defalarca ortaya çıkmıştır. Hunlar, Göktürkler, Selçuklular, Osmanlılar ve hatta Moğollar gibi tarihî devlet yapıları, bu birlik arzusunun farklı biçimlerdeki tezahürleri olarak görülebilir. Ne var ki, tüm bu tarihsel girişimler kalıcı ve kapsayıcı bir siyasi birlik oluşturma noktasında uzun ömürlü olamamıştır.
Geçtiğimiz yüzyılda Türk dünyasının büyük bir bölümü Sovyetler Birliği’nin ideolojik ve siyasi kontrolü altına girmiştir. Sovyet etkisi sadece siyasi sınırları değil, aynı zamanda kimlik inşasını, dil politikalarını ve tarih yazımını da şekillendirmiştir. Dolayısıyla bugün bağımsızlıklarını yeniden kazanmış Türk cumhuriyetlerinin, birbirlerinden kültürel ve sosyolojik olarak kısmen uzaklaşmış olmaları anlaşılır bir durumdur. Bu bağlamda Türkiye’nin, bu devletleri bir çırpıda bir araya getirmesi ne gerçekçidir ne de diplomatik olarak doğru bir beklentidir. Türkiye’nin elinde bu süreci tek başına yönlendirecek “sihirli bir değnek” bulunmamaktadır.
Öte yandan, Türk devletlerinin kendi iç yapılarında da toplumsal bağlamda çeşitli sorunlar mevcuttur. Aşiret ve boy temelli farklılıklar, sınırlı ekonomik kaynaklar, etnik gruplar arası gerilimler ve demokratikleşme süreçlerindeki farklılıklar, bu ülkelerin entegrasyon potansiyelini doğrudan etkilemektedir. Bu sebeple her bir devletin iç dinamiklerinin iyi analiz edilmesi, dayanışma politikalarının buna göre şekillendirilmesi gerekmektedir.
Bölgedeki jeopolitik denklemler son derece karmaşık ve çok aktörlü bir yapı arz etmektedir. Özellikle Rusya’nın tarihsel, kültürel ve siyasi etkisi, bağımsızlıklarını kazanan Türk cumhuriyetleri üzerinde hâlen belirleyici bir faktör olarak varlığını sürdürmektedir. Öte yandan, Karabağ Zaferi sürecinde İsrail’in dolaylı etkilerinin bulunduğuna dair değerlendirmeler, Kafkasya’nın sadece bölgesel dinamiklerle açıklanamayacak ölçüde küresel stratejik rekabetin merkezinde yer aldığını ortaya koymaktadır. Uluslararası sermayenin, özellikle ticaret ve yatırım kanalları aracılığıyla bölgeye yeniden nüfuz etmeye başlaması da bu durumu pekiştirmektedir. Bu çerçevede, Kafkasya ve Orta Asya’daki gelişmeleri yalnızca “Türk birliği” ekseninde okumak, meseleyi indirgemeci bir bakış açısına hapseder. Ayrıca, son yıllarda Çin’in Kuşak ve Yol Girişimi (BRI) üzerinden bölgeye yönelik artan ekonomik, siyasi ve kültürel etkisi de bu jeopolitik denklemin vazgeçilmez bir parçası hâline gelmiştir. Bu kesinlikle gözden kaçırılmaması gereken bir konudur. Dolayısıyla Türk dünyası bağlamında yapılacak her stratejik değerlendirme, Rusya, Çin ve Batılı aktörlerin bölgedeki varlıklarını da dikkate alan çok boyutlu bir analiz çerçevesine oturtulmalıdır.
Bu nedenlerle Türk dünyasına dair yapılan çalışmalarda daha dikkatli, çok boyutlu ve kapsayıcı bir dil kullanılması gerekmektedir. Çünkü burada söz konusu olan yalnızca ideolojik bir birlik değil, yaklaşık 500 milyonluk bir nüfusun kaderidir. Bu nüfusun hassasiyetlerini gözetmeyen bir yaklaşım, kısa vadede entegrasyondan çok ayrışma yaratabilir. Unutulmamalıdır ki, Türk dünyasının kalıcı birlik ve refaha kavuşması, ancak Türkiye’nin siyasi, ekonomik, bilimsel ve kültürel olarak daha da güçlenmesiyle mümkün olabilir. Bu güçlenme, zamanla diğer Türk devletlerine güven verecek ve doğal bir çekim merkezi oluşturacaktır.
Doç. Dr. Hakan ARIDEMİR