Arap Ülkelerindeki Değişim Rüzgârı “Filistin Sorununu” Çözer mi?

Ortadoğu bölgesinde yaşanan gelişmeler gerek bölgesel dengeler açısından gerekse Arap-İsrail sorunu bakımından önem arz etmektedir. İsrail’in 1948 yılında kurulmasından bu yana Ortadoğu’da yaşanan Arap-İsrail savaşı bölgenin en uzun soluklu savaşı niteliğini taşımaktadır.

Bir taraftan Arap ülkelerinin ortak bir tavır alamaması diğer taraftan da İsrail’in başta ABD olmak üzere Batılı ülkeler tarafından desteklenmesi, Filistin-İsrail sorununa çözümden ziyade çözümsüzlüğü beraberinde getirmiştir.

Filistin-İsrail sorunu zaman zaman Arap-İsrail sorununa dönüşse de Arap ülkeleri arasındaki liderlik kavgası sebebiyle sonu olmayan bir mecraya girildiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Bu yazıda, Filistin-İsrail sorunun tarihsel arka planı, Arapların tutumu, Filistinlilerin birlik olma konusunda yaşadıkları sorunlar, bölgesel ve bölge dışı aktörler nezdinde analiz edilmeye çalışılacaktır.

İsrail Devletinin Kurulması – Filistin Topraklarının İşgali ve BM Kararları

İsrail’in kurulmasıyla birlikte, Ortadoğu bölgesi bir Yahudi devletine sahip olmasının yanı sıra yeni bir sorunla da tanışmış oldu. Bölgenin temel sorunu olarak görülen Filistin-İsrail sorunu ile ilgili 1947 yılından bu yana hem bölgede hem de dünya genelinde yaşanan değişim ve gelişmelere rağmen herhangi bir çözüme ulaşılabilmiş değildir. Filistin sorunu değerlendirildiği zaman söz konusu sorun sadece Filistin veya Arap-İsrail sorunu olarak görülmemelidir. Çünkü, 1947 yılında Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin (BMGK) 181 sayılı kararıyla Filistin toprakları üzerinde iki devletten söz edilmeye başlanmıştır. Sözü edilen BM kararı tarihe “taksim” olarak geçmiştir. BM’nin taksim kararıyla beraber, Filistin topraklarının yüzde 55’i İsrail’e, yüzde 45’i de Filistinlilere bırakılmıştır. Ardından da 1948 yılında Yahudi İsrail devleti kurulmuştur. İsrail devleti kurulduktan sonra Filistinlilerin efsanevi lideri Yaser Arafat gizlice “Fetih Hareketi”ni kurmuştur. Olası bir Arap-İsrail savaşının önüne geçmek için BMGK,  1967 yılında 242 sayılı “Ortadoğu’da Adil ve Kalıcı Barışın Tesisi” adlı kararı oy birliğiyle kabul etmiştir.(1) Söz konusu kararda, adil ve uzun vadeli bir barışın sağlanmasının iki şekilde mümkün olacağı belirtilmiştir. Bunlardan birincisi, İsrail silahlı kuvvetlerinin son çatışmada işgal ettiği tüm bölgelerden çekilmesidir. Diğeri ise tüm iddialardan karşılıklı olarak vazgeçilmesi, çatışmaya sebebiyet verecek davranışlardan kaçınılması, egemenlik, toprak bütünlüğü ve bölgedeki her devletin siyasi bağımsızlığına saygı gösterilmesi, barış içinde her türlü tehditten ve şiddet hareketinden uzak, güvenli ve kabul edilen sınırlar içinde yaşama hakkına saygı duyulmasıdır. Ayrıca BMGK kararına göre, uluslararası sulardan gemilerin geçiş serbestîsinin korunması, bölgedeki her devletin toprak bütünlüğüne saygı duyulması ve mülteci sorununa adil bir çözüme kavuşturulması da istenmiştir.

Diğer yandan Mısır ve Ürdün, BMGK’nin 242 sayılı kararını kabul ederek, İsrail’in 1967 savaşında işgal ettiği tüm topraklardan çekilmesini görüşmeler sırasında bir ön koşul olarak koymuşlardır. 1973 yılına gelindiğinde Arap-İsrail savaşı yeni bir döneme girmişti. İsrail, 1973 yılının başlarında Mısır ile Süveyş Kanalı ve Sina bölgesinde,  Suriye ile de Golan Tepeleri’nde savaşmaya başlamıştı. Arap-İsrail savaşının gidişatı tehlikeli bir sürece girince Sovyetler Birliği ve ABD, BMGK’nin acilen toplanmasını istemişledir. 22 Ocak 1973 tarihinde BMGK, 242 sayılı karara benzer bir şekilde Ortadoğu’daki adil ve kalıcı bir barışı sağlamak için görüşmelerin gerçekleştirilmesine yönelik çağrıda bulunan 338 sayılı kararı kabul etmişti. İki taraf arasında ateşkes çağrısı daha sonra Ekim 1973’te 339 sayılı karar ile desteklenmişti.(2) Aslında BMGK, İsrail ve Filistin sorununa ilişkin günümüze kadar birçok karar ve rapor çıkarmıştır. Ancak hiçbirinin İsrail tarafından dikkate alınmadığını söylemek mümkündür.

Filistinlilerin Siyasi Süreci ve Arafat Dönemi

Arap-İsral savaşının başlamasıyla beraber Yaser Arafat ve arkadaşları Filistin’de siyasi süreci başlatmıştır. Arafat, Filistinlilerin İsrail’e karşı direnmesi için iki önemli adım atmıştır. Bunlardan birincisi, El-Fetih Hareketi’nin kurulması ve Filistin sorununun uluslararası arenaya taşınmasıdır. İkincisi ise, 1964 tarihinde Filistin Ulusal Konseyi’nin toplanmasının ardından 2 Haziran 1964 tarihinde Filistin Kurtuluş Örgütü’nün (FKÖ) kurulmasıdır. (3) FKÖ, Arap liderleri arasında yaşanan güç mücadelesi sonucunda, Mısır Başkanı Cemal Abdülnasır tarafından önemli destek görmüştür. 1965 yılına gelindiğinde Arafat, Filistin sorunu üzerinde mücadelenin sadece siyasetle çözüldüğüne inanmadığı için Fetih Hareketi’nin askeri kanadını kurmuştur. Arafat, bu askeri kanada “Fırtına” adını vererek, İsrail’e karşı, Ürdün, Lübnan ve Gazze üzerinden silahlı saldırılar düzenlemiştir. Arapların 1967 savaşında yenilmesiyle beraber İsrail’e karşı, Doğu Kudüs’te, Batı Şeria’da ve Gazze’de sadece El-Fetih mücadele etmek durumunda kalmıştır.

Filistin Kurtuluş Örgütü’nün Ürdün’de bulunan merkezi, 1967 savaşının ardından Ürdün Kralı Hüseyin Bin-Talal’ın talebi doğrultusunda Eylül 1970’te (Kara Eylül olarak adlandırılmıştır) Lübnan’a ve 1982 yılında da İsrail’in Lübnan’ı işgal etmesiyle Tunus’a taşınmıştır. 1974 yılında FKÖ lideri Arafat, ilk defa BM Genel Kurulunda bir konuşma yapmıştı. Arafat’ın, BM’deki konuşması Filistin meselesinin uluslararası arenada diplomatik bir hamle olarak nitelenmiştir. Ayrıca FKÖ, Filistin’in meşru temsilcisi ilan edilmiştir. 1987 yılında Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nde, Filistin Kurtuluş Örgütü tarafından birinci intifada başlatılmıştır. 1987-1991 yılları arasında yaşanan ilk intifadanın ardından iki taraf arasında barış görüşmelerine başlanmıştır. Norveç’in başkenti Oslo’da, ilk kez Filistin ve İsrail temsilcileri bir araya gelmiştir. Oslo Anlaşması, 13 Eylül 1993 tarihinde Filistin Kurtuluş Örgütü lideri Yaser Arafat ve İsrail Başbakanı İshak Rabin arasında imzalanmıştır.(4) Anlaşmaya göre Filistin, Gazze Şeridi ve Batı Şeria’dan oluşan özerk yönetime sahip olacak bunun karşılığında FKÖ de İsrail’i resmen tanıyacaktı. Arafat’ın İsrail’le gizlice görüşme yaptığını düşünen Araplar bu anlaşmaya tepki göstererek Arafat’ı hain ilan etmişlerdir. Dolayısıyla Oslo barış süreci Filistinliler açısından çok önemli bir kırılma noktasıdır. Barış süreci, Filistin sorununun beklenenden daha farklı bir noktaya gelmesine sebep olmuştur. İsrail’in kuruluşundan günümüze kadar ulaşan ve hala çözülmeyi bekleyen bu sorunun 3 farklı boyutu bulunmaktadır. Bunlar sırasıyla Kudüs, Batı Şeria’ya Yahudilerin yerleşmesi sorunu ve Filistinli mültecilerin durumudur. Bu üç sebep sorunun çözümünde temel taşı mahiyetindedir.

Arapların Filistin Sorununa Bakışı

Filistin sorunu baş gösterdiği günden beri Arap liderleri arasındaki rekabeti de beraberinde getirmiştir. Cemal Abdülnasır başta olmak üzere pek çok Arap lider adeta bir liderlik yarışına girmiştir. Liderlik, bugün halen Arap dünyasının yaşadığı en temel problemlerden birisi olagelmiştir. Nasır’dan sonra Arapları birleştirebilen bir liderin ortaya çıkmaması, Arap ülkelerinin kendi aralarında önemli bir güvensizlik yaşamasına da sebep olmuştur. Arap yöneticilerin çoğu Filistin sorununu, Arap ülkelerinin gelişmesinin ve refahının önünde büyük bir engel olarak görmektedir. Hatta zaman zaman Arap liderleri Filistin-İsrail sorununa “İslam-İsrail” sorunu gibi bakmaya çalışmıştır. Bu çerçeveden değerlendirildiğinde, 1979 yılında Mısır ve İsrail arasında imzalanan Camp David Barış Anlaşması, Arapların Filistin meselesinde kendi aralarındaki tutarsızlığı su yüzüne vurmuştur. Camp David Anlaşması ile Sina yarımadasının kontrolü tekrar Mısır’a geçmişti ve bölgeden İsrail askerleri çekilmişti. Mısır’ın lehine gibi görünen bu anlaşmadaki bir madde bu anlaşmanın aslında İsrail’in lehine bir çözüm sunmaktadır. Bu maddeye göre Mısır ve İsrail arasındaki 220 km’lik sınıra en fazla 700 güvenlik gücü konuşlanması ön görülmekteydi. Camp David Anlaşması İsrail açısından değerlendirildiğinde iki önemli husustan bahsetmek gerekir. Bunlar;

1. Mısır Cumhurbaşkanı Enver Sedat’ın İsrail ile Camp David Anlaşması imzalaması, Mısır’ın Sina bölgesindeki sınır güvenliğinin sağlanması olarak yorumlanabilir. Ancak bu anlaşma Arap dünyasının merkezi olarak görülen Kahire’yi Arap kamuoyu nezdinde prestij kaybına uğratmıştır.

2. Filistin sorununda aslında Arap liderlerinin hemfikir olmadığı da ortaya çıkmıştır.

Bütün bu gelişmeler dikkate alındığında, Filistin sorununun Arap ülkeleri tarafından fazla benimsenmediği düşünülmektedir. Mısır’dan sonra Ürdün’ün de 1994 yılında İsrail ile barış anlaşması imzalaması ve İsrail’le diplomatik ilişkiler kurması, Arap yönetimlerinin Filistin meselesindeki anlaşmazlıklarının bir diğer örneğidir. Başka bir ifadeyle, Araplar kendi aralarındaki sorun ve liderlik mücadelesinden dolayı Filistin meselesini bir türlü “millileştirememiştir”.

Genel olarak Arapların Filistin sorununa tutumu şu şekilde sıralanabilir;

– İsrail’in, 2008 yılının Aralık ayında Gazze’ye düzenlediği askeri operasyonların ardından Arapların, Filistin sorununu Müslüman dünyasının ortak bir sorunu haline getirdikleri söylenebilir. Arap liderlerin bu konuda yıllardan beri bir türlü birlikte hareket etmemeleri ya da edememeleri Filistin sorununun daha da derinleşmesine neden olmuştur. 

– Arap devletleri, özellikle Amerikan seçimlerinden sonra, bu kez Filistin sorununun çözümü ile ilgili tüm umutlarını Obama’ya bağlamış, Filistin-İsrail sorununun çözüm anahtarının Obama’nın elinde olduğu düşüncesine kapılmıştır. Bu konuda yıllardan beri yanlış üzerine yanlış yapan ve gerçekleri hep görmezlikten gelmeyi yeğleyen Arap ülkeleri, bu sorunun çözümü için Obama’ya fazlasıyla umut bağladıklarını fark etmiştir. 

– Filistinlilerin İsrail topraklarından çıkartılmasına karşın, tüm Arap halkının İsrail’e karşı direnmesi ve Filistin sorununun Arapların “Milli Sorunu” haline gelmesini sağlamak için çaba harcanmaktaydı. Ancak Filistin halkının gösterdiği söz konusu çabanın başarılı bir sonuç vermediği görülmektedir. Bu nedenle Filistin sorununun böylesi karmaşık bir soruna dönüşmesi ve İsrail’in Filistinlilere yönelik uyguladığı insanlık dışı askeri harekâtların temel sebebinin Arap liderlerinin sergilediği bu tutarsız tutum olduğu söylenebilir.

Hamas ve El-Fetih Anlaşmazlığı ve Uzlaşı Arayışları

Filistin yönetiminin kendi içerisinde yaşadığı anlaşmazlığın Filistin sorununa olumsuz yönde yansıdığı aşikârdır. Hamas, 25 Ocak 2006 tarihinde Filistin’de yapılan parlamento seçimlerinin oy oranının yüzde 55’ini alarak seçimlerde büyük başarı kazanmıştır.(5) Aslında 2006 yılında Filistin’de yapılan seçimlerden zaferle çıkan Hamas’ın gerek bölgede gerek Filistin-İsrail sorunundaki dengeleri değiştirdiği görülmektedir. İlk önce bir hususu belirtmekte fayda var. Hamas’ın seçimleri kazanmasıyla birlikte Filistin içindeki rekabet ve bölünme giderek hız kazanmıştır. Hamas’ın zaferi başlangıçta daha güçlü bir Filistin’in ortaya çıkacağı ve İsrail’in elinin zayıflayacağı izlenimini vermişti. Ancak Hamas-El Fetih arasındaki çatışmalardan dolayı Filistin, daha büyük bir çatışma ortamının içine girmiştir. Filistinli taraflar arasında yaşanan bu ayrışma ise İsrail’in elini daha da kuvvetlendirmiştir. 27 Eylül 2009 tarihinde Hamas ve El-Fetih arasındaki anlaşmazlığın çözümü için Mısır yönetimi tarafından bir çözüm önerisi sunulmuştur. Buna göre, El Fetih’e bağlı güvenlik güçlerinin Mısır’ın gözetiminde güçlendirilmesi ve Batı Şeria ile Gazze Şeridi’nde Hamas ve El Fetih’in elindeki tutukluları serbest bırakacaktı. Hamas ve El-Fetih arasındaki anlaşmazlıkların çözümü konusunda girişimlerde bulunan Kahire yönetimi, bu işin gerçekleşmesinin zor olduğunun bilincindeydi. Ancak Filistin’de yaşanan bu sorunun, her ne kadar kalıcı bir çözüme ulaşılması beklenmese de, tarafları bir araya getireceği düşünülmekteydi. İsrail’in Filistin’de sebep olduğu her kriz döneminde Filistin’de iç çatışmaların hız kazandığı bir gerçektir. Bunu önleyebilmek için tarafların bir araya gelmesi ve İsrail’e karşı ortak tavır almak suretiyle kalıcı bir barışa ulaşılmasının mümkün olduğunu da söylemek gerekmektedir. Filistin sorununun çözümü Hamas ve El-Fetih arasındaki sorunun çözümü ile doğrudan ilgilidir.

Obama’nın Filistin-İsrail İlişkilerindeki İkili Tutumu

ABD Başkanı Barack Obama, başkanlık seçimlerini kazanmasının ardından “Ortadoğu Barış Planı” adı altında Filistin-İsrail arasında yıllardan beri yaşanan sorunların giderilmesi için çaba sarf etmeye başlamıştır. Obama, Ortadoğu Barış Planı’nı hayata geçirmek için İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ve Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas’ı birkaç kez bir araya getirmiştir. Ancak, Batı Şeria’daki yerleşim birimlerinin inşa edilmesi konusunda İsrail yönetiminin tavrı, Filistin ile yaşanan sorunların daha da artmasına neden olmaktadır. Dolayısıyla Başkan Obama’nın, Filistin-İsrail arasındaki sorunları asgari ölçüde de olsa çözüme kavuşturmak hususunda gereken siyasi iradeyi göstermekte yetersiz kaldığı söylenebilir. Ancak Obama, bu konuda çaba sarf etmeye hız kesmeden devam etmektedir. İlk olarak Ortadoğu’da Filistin-İsrail sorununun çözümü için 2009 yılında başlattığı “Ortadoğu Barış Planı” konusunda Ortadoğu Özel Temsilcisi George Mitchell’i görevlendirmiş, ardından 4 Haziran 2009 tarihinde tüm İslam dünyasına mesaj vermek için Kahire’ye gitmiş ve burada önemli bir konuşma yapmıştır. Bu konuşmada Amerika ile İslam dünyası arasındaki ilişkilerde, şiddet yanlısı aşırı grupların ardından gerilim yaratan ikinci konunun İsrail-Filistin sorunu olduğunu belirterek, İsrail ile ülkesi arasında kırılamaz bağların bulunduğunu ve İsrail’in Yahudi anavatanı özleminin haklı olduğunu dile getirmişti. Ancak ABD, İsrail’in Batı Şeria’daki yerleşimleri genişletmesine karşı olduğunu ifade ederek, bunların uluslararası hukuka aykırı olduğunu hatırlatmış ve bu genişletmenin durması gerektiğine vurgu yapmıştır. Ayrıca Amerika’nın, Filistinlilerin devlet özlemine duyarsız kalamayacağını belirtmiştir.(6)

Obama’nın, Mısır ziyareti sırasında Filistin sorunu konusundaki tavrı ve İsrail’in, Batı Şeria’daki yerleşim birimlerinin inşası konusunda geri adım atmaması bu girişimin de başarısızlıkla sonuçlanmasına sebep olmuştur. Bir taraftan İsrail’in Batı Şeria’daki yerleşim birimlerinin inşası konusunda sergilediği tutum diğer taraftan da Hamas ve El-Fetih arasında yaşanan sorunlar, Obama’nın Ortadoğu barışına yönelik girişimlerinin tıkanmasına neden olmuştur. Ayrıca, İsrail’e baskı yapan Washington yönetiminin hiçbir sonuç elde edememesi, İsrail’in Filistin sorununa yönelik politikasından vazgeçmeyeceğini göstermektedir. Obama’nın, Filistin sorununda her iki tarafa eşit mesafede duramaması bu sorunun çözümünün önündeki bir diğer engeldir. Başkanlık koltuğuna oturduğu günden beri Obama, yalnızca Filistin meselesinde değil Irak ve Afganistan konularında da kalıcı bir çözümün sağlanmasında somut bir adım attığından bahsetmek mümkün değildir.

“Ortadoğu Barış Plan”ın başarılı olması için iki önemli hususa dikkat edilmesi gerekliydi. Öncelikle ABD, İsrail’in güvenliğinin temini konusunda elinde bulundurduğu imkânları samimi bir şekilde kullanmalıydı. Ardından da İsrail’i, Batı Şeria’da yerleşim birimleri inşa etme konusundaki tavrından caydırmak için ciddi ve somut adımlar atmalıydı. İsrail’in, Filistin yönetiminin hassasiyetlerini dikkate alması sağlanmadıkça iki taraf arasındaki anlaşmazlıkları gidermek oldukça zor görülmektedir.

Birleşmiş Milletlerin Filistin’i Tanıması Sorunu

18 Aralık 2010 tarihinden beri Arap ülkelerinde yaşanan olaylar ve gelişmeler, Tunus, Mısır ve Libya’da yönetimlerin değişmesine yol açtı. Ortadoğu, hem bölgesel hem de küresel ölçekte önemli değişimlere sahne olmaktadır. Bu değişim, yönetimi değişen ve değişmeyi bekleyen (Suriye ve Yemen) Arap ülkelerinin yanı sıra bölgesel ve küresel aktörlerin de Ortadoğu stratejisini gözden geçirmelerine sebep olmaktadır. Arap ülkelerinde es(tiril)en değişim rüzgârları, Türkiye-İsrail ilişkilerinin kopma noktasında olması ve Türkiye’de NATO’nun “Füze Kalkanı” kurması, Türk-İran ilişkilerinde yaşanan gelgitler ve Filistin Başkanı Mahmut Abbas’ın 23 Eylül 2011 tarihinde Filistin devletinin tanınması için BM Genel Kuruluna başvuru yapacak olması bölgenin ne kadar hassas bir dönemden geçtiğinin göstergesidir.

Öte yandan Mısır’ın girişimleriyle zoraki de olsa Hamas ve El-Fetih’in barışması, Filistin sorununun çözümü konusunda olumlu bir gelişme olarak değerlendirilebilir. Ancak Abbas, BM’ye tam üyelik için başvurmasına Hamaslı yetkililerinin tepkili ve endişeli olduklarını açıklamalarında dile getirmektedir. Hamas’ın bu konudaki endişesinin nedenleri şu şekilde sıralanabilir:

– Abbas yönetiminin Filistin devletinin Birleşmiş Milletler Genel Kuruluna tam üyelik için başvurması, Abbas’ın ülke içinde itibar kazanmasına neden olabilir ve Hamas’ın etkisi azalabilir. Çünkü artık Filistin halkı da Filistin sorununun silahlı mücadele ve şiddetle çözülmeyeceği kanaatindedir. Ayrıca Hamas’ın, İsrail’e karşı İran ve Suriye’nin lehine politikalar uyguladığı görüntüsü de hakim olmaya başlamıştır. Bu da Hamas’ın elini zayıflatan bir durumdur. Hamas, 2006 yılından bu yana seçimleri kazanmasına rağmen gerçekte Filistin sorununa ciddi bir katkıda bulunmamıştır. İsrail’le çatışmanın Filistin sorunu için bir katkı olduğu düşünüldüğünde, bu çatışmanın Filistinlilere toprak kaybı ve Filistin sorununu giderek daha çözümsüz hale gelmesinden başka bir katkısı olmadığı da ortadadır.

–  Abbas’ın söz konusu başvurusu, El-Fetih’i uluslararası bağlamda Filistinlilerin temsilcisi konumuna getirerek Hamas’tan bir adım daha ileride olmasını sağlayabilir. Abbas’ın, bu adımının ardından bölge ülkelerinin (Türkiye, İran, Mısır ve Suudi Arabistan gibi) Filistin yönetimine destek vermesi ve olası bir Hamas-El-Fetih çatışmasının önlenmesi gerekmektedir.

– Hamas, Abbas’ın başvurusunun 1967 sınırlarını kabul etmesi ve dolayısıyla işgal edilen topraklardan Filistin’in vazgeçmesi gerekçesiyle haklı bir tepki ortaya koymuş gibi görülebilir. Ancak şu husus da unutulmamalıdır ki 1947 yılından bu yana Filistin yönetimi ve Arapların BM’nin 181 sayılı taksim kararını reddederek elde ettikleri toprakları da kaybettiklerinin farkında olmalıdırlar.

Bütün bu gelişmeler değerlendirildiğinde Abbas yönetiminin BM’ye üyelik için başvurması siyasi bir manevra olarak nitelenebilir. Ancak söz konusu başvuru kabul edilmese de Filistin sorunu açısından tarihi bir olay olarak kabul edilebilir.

Diğer taraftan Filistin yönetiminin BM’ye üyelik başvurusuna küresel ölçekte bakıldığında, Abbas’ın Filistin devletinin tanınmasını BM’ye taşıma mücadelesinin sonucundaki verilere göre, Birleşmiş Milletlerin 193, Genel Kurul üyelerinin 130’una yakını Filistin’in BM tam üyeliğinin kabul edilmesi için olumlu oy kullanacakları ifade edilmektedir. Ancak, Filistin’in BM üyeliği Güvenlik Konseyinin beş daimi üyesinin (ABD, İngiltere, Fransa, Çin ve Rusya) vetosuna bağlıdır. ABD yönetiminin veto edeceğini açıklaması, Amerika’daki Yahudi lobisinin etkisi altında kaldığının da göstergesidir. Obama’nın, 21 Eylül 2011 tarihinde BM Genel Kurul’da yaptığı konuşmasında, Filistinlilerin kendi devletlerini hak ettiğini, ama bunun ancak İsrail’le yapılacak görüşmelerle elde edilebileceğini söylemesi, (7)  Filistin yönetimine devlet olma yolunun New York’tan değil, Tel-Aviv’den geçtiği yolu gösterdi. Öte yandan Pekin yönetimi ise, veto etmeyebilir ancak çekimser kalma ihtimali yüksektir. Çünkü Çin, Filistin’in BM’ye tam üyeliği kabul edilmesinin Tayvan için de örnek teşkil etmesinden kaygılıdır. Bu nedenle küresel mücadele bağlamında Filistin’in BM üyeli kabul edilmeyebilir ve zaman aşımına uğraması da beklenebilir.

Filistin yönetiminin BM başvurusu İsrail açısından dikkate alındığında, Tel-Aviv’i yeni ve farklı bir Filistin sorunuyla karşı karşıya bırakabilir. Çünkü İsrail, artık bir BM üyesinin topraklarını işgal eden bir konumda bulunacaktır. Bu sebeple İsrail, yeni bir diplomatik sorunla baş etmek zorunda kalabilir. BM’nin Filistin’i tam üye olarak tanıması durumunda İsrail’in işgal ettiği Doğu Kudüs’ün statüsü yeniden uluslararası kamuoyunda tartışılabilir ve hatta Filistin yönetimi İsrail’e Uluslararası Adalet Divanı’nda da dava açma hakkına sahip olabilir. Bu nedenle İsrail tanınmış bir devletle mücadele etmek zorunda kalmaktan çekinmektedir.

Sonuç  

İsrail’in kurulduğu günden bu yana Ortadoğu bölgesine sorun ve savaşları beraberinde getirmiştir. 1948 yılından beri Arap-İsrail savaşlarının bölgeyi istikrarsızlığa sevk ettiği söylenebilir. İsrail’in bölge ülkelerine ve Filistinlilere karşı sergilediği tavrından dolayı bölge halkları tarafından dışlanmakta ve bir tehdit olarak algılanmaktadır. Bunun yanı sıra Filistinlilerin yaşadığı dramda Arap dünyasının da payı vardır. 1947 yılında taksim kararını reddeden Arap liderleri daha sonra teker teker Filistin davasına sırt çevirmişlerdir. Arapların bu tavrı Filistin sorununda İsrail’e karşı güçsüz bir durumda kalmalarına neden olmuştur. Arap ülkeleri, Oslo barış sürecine kadar Filistinlilerin kendi meselelerine sahip çıkacağına ve bu sorunla kendi başlarına mücadele ederek çözeceğine inanmamışlardır. Çünkü Oslo süreci, Arap ülkelerinden arındırılmış ve Arap liderlerinin etkisi altında kalmadan çözüm arayışlarına girmişlerdir. Filistin sorununun bugüne kadar taşınmasındaki önemli etkenlerden birisi de Arap liderlerinin Filistin sorununa ilişkin tutarsız davranışlarından dolayıdır. Aslında Filistin sorununa bakıldığında, Arap yöneticileri tarafından bu konunun suiistimal edildiği rahatlıkla ifade edilebilir. Bu nedenle Abbas’ın BM’ye üyelik başvurusuna görünüşte destek veriyor gibi görünseler de karşı çıkmaktadırlar.

Bu çerçevede değerlendirildiğinde, Filistin-İsrail sorununun çözümü için her iki tarafın karşılıklı güven ve samimiyetine ihtiyaç vardır. Diğer yandan kendi içinde ikiye bölünen bir Filistin yönetimi sorununun çözümüne katkıda bulunamayacaktır. Filistinliler, İsrail’in Batı Şeria’daki yerleşim birimlerinin tamamen durdurulmasını ve Arap liderlerinin İsrail’e karşı yeni stratejiler üretmesi ile beraber Filistin devletinin zedelenen itibarının yeniden inşa edilmesini istemektedir. Bunun için ise her şeyden önce yönetimin kendi içindeki anlaşmazlığa son vererek uzun vadeli bir ulusal birliği sağlaması gerekmektedir.

Netice itibariyle Filistin devlet olarak BM üyesi olsa da, Filistin-İsrail sorunun çözüleceği anlamını çıkarmak hata olur. Ancak Filistin sorununun, uluslararası toplum nezdinde yeniden gündeme gelmesi açısından büyük ehemmiyet taşımaktadır. Şunu da unutmamak gerekir, 1988 yılında FKÖ, Filistin’in bağımsızlığını Cezayir’de ilan etmiş ve BM’nin tanımasını istemiştir. Öte yandan “Arap ülkelerinde yaşanan değişim rüzgârı Filistin sorununun çözümüne yararı olur mu?” sorusuna yanıt ararken şu hususa dikkat edilmesinde fayda vardır. Ortadoğu bölgesi bir çağ atlıyor… Eski müttefikler düşman ve eski düşmanlar da müttefik olduğu bir döneme girilmektedir. Bu nedenle mesele Filistin’in BM’nin tam üyesi olmasından ziyade bir Filistin devletinin kurulmasına Filistinliler hazır mı? Kurulan Filistin devleti tek başına ayakta kalabilir mi? Aslında kaygılar tamamen bu yönde olmalıdır. Çünkü dış yardımla geçinen bir Filistin devletinin yardımların kesilmesiyle birlikte bir krize sürüklenmesi beklenebilir. Dolayısıyla önümüzdeki sürecin Filistin-İsrail sorununda bölgenin yeni bir çatışmaya gebe olduğu söylenebilir. Arap ülkelerinde yaşanan değişim sürecinden sonra yeni Arap yöneticileri meşhur “anlaşamadığımıza anlaştık” sözünü bir kenara iterlerse, kendi aralarındaki birliği ve sorunları çözebilirler. Aksi takdirde Abbas yönetimi ve uluslararası toplum, Filistin meselesi için istikrar ararken yeni intifadaların başlamasıyla karşı karşıya kalabilirler.

 

Ali SEMİN

BİLGESAM Ortadoğu Uzmanı

 

Dipnotlar:

(1) Muhsin Muhammed Salih, Katheyyet Falasteen We Tatawratuha Hatta Senet 2001(Filistin Meselesi ve 2001 yılına kadar gelişmeler) Makalesine http://www.palestine-info.info/arabic/books/d_mohsen/un1.htm#1, bknz. Erişim 18.09.2011.

(2) Muhammed Salih, a.g.m.

(3)  Muhsin Muhammed Salih, Mashari El-Tasweye El-Selmiye LİL-Katheyat Falasteen 1937-2001, (Filistin Meselesinde Barışçıl Çözüm Projeleri 1937-2001), Markaz El-Falasteen Lil-Elam Yayınları, s,40-41.

(4) Muhammed Salih, a.g.e.s,85.

(5) http://pulpit.alwatanvoice.com/articles/2006/02/12/37040.html

(6) http://www.aljazeera.net/NR/exeres/33CCD867-CC83-4065-B0AB-4D9F762E9C25.htm

(7) http://www.alrai.com/pages.php?news_id=426046

Sosyal Medyada Paylaş

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Tarih:

Beğenebileceğinizi Düşündük
Yazılar

Orta Güçler Çok Kutuplu Bir Dünya Yaratacak

Dani Rodrik - Cambridge Bu yazı ilk olarak 11 Kasım...

Amerika Bir Sonraki Sovyetler Birliği mi?

Harold James, Princeton Üniversitesi'nde Tarih ve Uluslararası İlişkiler Profesörü. Bu...

Stabil Kripto Paralar Doların Küresel Statüsünü Koruyabilir

Paul Ryan, ABD Temsilciler Meclisi'nin eski sözcüsü (2015-19), American...

Avrasya’da Kolektif Güvenlik: Moskova ve Yeni Delhi’den Bakışlar

Collective Security in (Eur)Asia: Views from Moscow and New...