Suriye, yokluğu durumunda kaosa yol açabilecek bir ince bölgesel denge üzerinde duruyor. Zaten sorunların başlama noktası, Suriye’nin kendi önemini abartarak ve Lübnan’a doğrudan müdahale etmesini sınırsız iktidar sanarak Lübnan’ın eski başbakanı, en önemli Sünni lideri ve Suudi Arabistan’ın en önemli müttefiki Hariri’nin ölümüne katılmasıydı.
2011 yılı başlarından beri devam eden Arap Baharı’nda, Kaddafi’nin ölümünden sonra dikkatler Suriye’ye çevrildi. Suriye hızla iç savaşa doğru sürüklenirken, Suriye muhalefeti silahlı ve silahsız unsurlarıyla giderek rejime daha fazla zarar vermeye başladı. Silahsız unsurlar birliği sağlarken, silahlı unsurlar ise stratejik hedeflere saldırılarda sonuç almaya başladı. İç savaşa sürüklenen Suriye’deki gidişattan endişe duyan sair ülkeler ise pozisyonlarını tahkim ediyor, yeniden oluşturuyor, yeni ittifaklar kuruyor ya da yeni arayışlara giriyor. İran, Suriye’ye desteğini artırırken Suudi Arabistan, Arap Birliği’ndeki müdahaleci grubun başını çekiyor. İsrail sessiz kalmayı tercih ederken Türkiye ise kontrollü bir gerginlikle mesajlarının dozunu artırıyor. ABD gelişmelerin Irak’tan çekilme sırasında bölgeyi istikrarsızlaştıracağından kaygılanırken, Rusya ise iç savaşın kazançlı olmadığını görerek bir yandan Suriye’yi desteklerken bir yandan da Suriye yönetimine anlaşma zemini bulması için baskı yapıyor. Çok taraflı oyunda Arap Baharı’nın belki de son sahnesi sergileniyor.
Arap Baharı başladığında tüm dünyayı bir heyecan sardı. Geç kalmış bir siyasi dönüşümün olabilme ihtimali en şüphecilerde bile bir umut ışığı doğurmuştu. Aradan geçen zaman, Arap Baharı’nın rengini sorgulayanları haklı çıkarır bir görüntü arz ediyor. Tunus ve Mısır’ın otoriter Baasçı rejimlerinin ard arda ve çok kısa sürede devrilmesi, bölgede köklü değişimlerin işaretçisiydi. Ancak bu değişiklikler Yemen’de Abdullah Salih’in gitmemesi, Bahreyn’e Körfez İşbirliği Konseyi şemsiyesi altında Suudi Arabistan’ın askeri müdahalesi, ardından da eylemlerin Batı yanlısı rejimlerin devrilmesinden Libya ve Suriye gibi Batı’ya daha mesafeli rejimleri hedef alması ile nitelik değiştirir gibi oldu. Arap Baharı artık kendi dinamiğiyle gitmiyor, Tunus ve Mısır’da seçimler ve bürokratik vesayet rejimlerinin kurulmasıyla kontrol altına alınır, muhtelif aktörler tarafından yönlendirilmeye çalışılırken, asıl akış gücü ve dinamik ise Libya’da askeri müdahaleye Suriye’de ise iç savaşa yöneltiliyordu. Şimdi ise Kaddafi’nin de gitmesi ile birlikte tüm dikkatler Suriye’ye çevrilmiş durumda.
Esad’ın Hatalar Zinciri
Suriye, kurumsal anlamda devlet geleneği zayıf ancak elindeki kısıtlı imkanları azami fayda ile kullanmak konusunda son derece başarılı bir ülke. Hizbullah üzerindeki etkisi ile Lübnan siyasetini, Hamas ilişkisi ile Filistin’i, Irak’ın işgalinden sonra Sünnileri, Sünni direnişi desteklemesi ile Irak siyasetini, İran’la yakın stratejik ilişki ile bu ülkeyi, gerek deniz kuvvetleri gerekse de hava savunma silahlarındaki işbirliği ile Rusya’yı, Kürt meselesi üzerinden İran, Irak ve Türkiye’yi aynı anda doğrudan etkileyebilen bir ülke. Suriye yokluğu durumunda kaosa yol açabilecek bir ince bölgesel denge üzerinde duruyor. Zaten sorunların asıl başlama noktası, Suriye’nin kendi önemini abartarak ve yanlış hesaplayarak, Lübnan’a doğrudan müdahale etmesini sınırsız iktidar sanarak Lübnan’ın eski başbakanı, en önemli Sünni lideri ve Suudi Arabistan’ın en önemli müttefiki Refik Hariri’nin ölümüne katılmasıydı. Bu hata ile karşısına Suudi Arabistan’ı alan Suriye, halen bu hatanın faturasını ödüyor. Şimdi de Arap Baharı ile birlikte tüm bu hesaplar yeniden açılmış oldu.
Suriye’de Mart ayında başlayan protestoların başını Iraklı ve Filistinli mülteciler çekiyordu. Rejimin orantısız tepkisi, ölçüsüz şiddet uygulaması bu kesimlerin muhalefetini daha da sertleştirdi ve yaygınlaştırdı. Başta Irak’tan Suriye’ye Irak savaşından sonra göçen Sünni mültecilerin gerek sınır güvenliği eksikliğinden gerekse de bazı bölge ülkelerinin de desteklemesi ile silahlı bir şekle bürünmesine yol açtı. Bu kesimin Irak’ta İran destekli Şii paramiliter gruplar tarafından mağdur edildikleri için mülteci olması, İran’ın Suriye’ye destek vermesi ile bir yönüyle Suriye içinde Irak’ın intikamına dönüşmüş oldu. Elbette buna Irak’ta iktidarı İran’a yakın gruplara kaptırmaktan rahatsız olan ve Suriye’ye de Hariri suikastından dolayı diş bileyen Suudi Arabistan’ın silahlı isyancı gruplara desteği başlayınca, Suriye bugünkü iç savaş noktasına gelmiş oldu.
Sivil Muhalefet, Silahlı Muhalefet
Suriye muhalefetinin halen büyük bölümü silahlı direnişe ya da silahlı muhalefete karşı iken, yönetimin sertliği rejimle sadece silahlı bir müdahale üzerinden hesaplaşılabileceği düşüncesine daha fazla destek kazandırdı. Bu grupları Irak’taki Sünni direnişine destek için zamanında destekleyen Suriye, tam da kendi yarattığı bu grubun karşısında neredeyse çaresiz kaldı. Başlarda silahlı muhalefet bazı muhacir selefi unsurlar ve marjinal İslamcı unsurlarla başladı ise de, Suriye yönetiminin isyanı yönetmemesi bu unsurları daha da güçlendirdi. Rejimin sertliği ve uzlaşmazlığı, silahlı muhalefetin zaman geçtikçe daha fazla taraftar bulması, rejimin eylemleri bastırmak üzere kullandığı ölçüsüz şiddetin doğurduğu tepkiden dolayı, orduyu terk eden asker ve subayların silahlı saldırılar yapması ile yeni bir şekil aldı. “Hür Suriye Ordusu” (HSO) adı altında hava kuvvetlerine ait stratejik önemi haiz bir istihbarat merkezine 20 kayıplı saldırı düzenleyen bu grupla birlikte tüm direnişin de şekli değişti. Artık Suriye’deki durum Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov’un deyişiyle bir “iç savaş” halini almış durumda. Her ne kadar ABD Dışişleri bu görüşe itiraz etse ve durumun iç savaş değil, yönetimin şiddet uygulaması olduğunu savunsa da artık durumun iç savaş eşiğinde olduğu gizlenemez bir hal aldı.
Türkiye’nin Suriye politikası, bölgedeki genel politikası ekseninde farklı değildi, halen de değil: İç savaşı, mezhep savaşını, din savaşını engellemek; çok-dinli, çok-dilli ve çok-etnili siyasi yapıları muhafaza etmek; istikrarı feda etmeden demokratik sisteme geçmek. Bu stratejik hedefler çerçevesinde, Türkiye’nin Suriye ile ilgili ilk tavrı Esad rejiminin protestocuların taleplerine kulak vererek çeşitli reformlar yapmasıydı. Bu konuda Suriye’ye siyasi ve kurumsal destek de veren Ankara, bu politikadan sonuç alamayınca hayal kırıklığına uğradı. Suriye muhalefetinin ağır baskısı, Libya örneğinde olduğu gibi otoriter rejimlerle yan yana görülme riskinin getireceği meşruiyet aşınması, Esad rejiminin yapılan anlaşmalara uymaması, aksine giderek sertleşmesiyle de birleşince, Ankara çok-dinli, çok-etnili ve çok-mezhepli, dış askeri müdahaleye karşı bir sivil muhalefet cephesinin oluşmasına öncülük etti. Silahlı mücadeleyi savunan unsurların dışlandığı bu cephe kurma çalışmalarının meyvesi Suriye Ulusal Konseyi (SUK) olarak ortaya çıktı. Bir çeşit sürgün hükümeti şeklinde oluşturulan konsey bir yandan muhalefet kanadındaki muhatap sorununu çözerken bir yandan da aşırı müdahaleci ve silahlı grupları dışlamayı ve marjinalize etmeyi hedefliyordu. Ancak Esad rejiminin sert askeri bastırma tarzında yumuşama olmaması, Konsey’in gücünü azaltırken, Konsey dışı silahlı unsurları daha da güçlendirdi. Bu unsurlara insani ihtiyaçlar konusunda yardımcı olan Türkiye, bu unsurların silahlı muhalefetine ise net bir karşı tavır aldı. Sivil muhalefetin birleşmesinin ardından, mültecilerden farklı olarak askeri tecrübeye sahip ordudan kopan unsurların silahlı muhalefet de HSO’nu kurmayı başardı. HSO’nun stratejik hedefli saldırıları yönetimi zor durumda bırakırken, çatışmalar da daha fazla iç savaş görüntüsü vermeye başladı.
Kırk Yılın İktidarı…
Öte yandan Esat rejimi ise halen iktidar koalisyonunu korumayı başarıyor. Ancak çatışmalar devam eder, kayıplar artarsa bu koalisyonu korumak hiç de kolay olmayacak. Şu an koalisyonu oluşturan unsurlar arasında nüfusun yaklaşık yüzde 10’unu oluşturan Aleviler asıl motor gücünü oluşturuyor. En son açıklanan ambargo listesinin kahir ekseriyetini oluşturan önemli işadamı, istihbaratçı ve yönetici ve askeri elitin Lazkiye çevresi kökenli Esad ailesine yakın Alevi unsurlardan oluşması, bu kesimin çelik çekirdek olarak kalacağını da gösteriyor. Alevi nüfus içerisinde bazı sembolik muhalif unsurlar olsa da, bu grup sonuna kadar savaşacak. Savaşmaktan başka çaresi de yok. Hem devlet tecrübesine, hem güvenlik birikimine, hem paraya hem de silah gücüne sahip bu kesimin tasfiye olmasını ya da teslim olmasını beklemek hayalcilik olur. 40 yıldır iktidarda olan bu imtiyazlı kesimin, toplumun diğer kesimleri ile ancak özellikle İslamcılarla tam anlamıyla kan davası içinde olduğu açık. İhvan Hareketi’nin halen 1982 Hama katliamının anıları ile yaşaması, buna yeni katliamların eklenmesi, bu kesime haklı olarak kaybettiği zaman yok olacağını düşündürtüyor. Suriye Ordusu’nun vurucu gücü, istihbaratın belkemiği ve Şebiha gibi paramiliter güçleri de oluşturan bu kesim teslim olma şansı olmadığı için muhalefet güçlense de iç savaş riskini en çok artıran nedenlerden biri. Herhangi bir çözüm alternatifinde, bu kesime bir şekilde güvenlik garantisi verilmezse iç savaşın uzaması ve daha da kanlı olması kaçınılmaz. Şu anda Türkiye’ye güvenleri neredeyse tamamen sarsılmış olsa da, bu kesimin muhtemelen bir iç savaş sonunda tamamen katledilmesinin önündeki en büyük engel ise muhtemelen Türkiye olacaktır.
İktidar blokunu oluşturan diğer gruplar ise çeşitli nedenlerle dağılma istidadı gösterebilecek özelliklere sahip. Aleviler kadar bir güce sahip olan Hristiyanların, en kötü senaryoda Maruniler gibi Batılı devlet garantisi ile bu bloktan ayrılabileceğini düşünmek yanlış olmaz. Şu an için uzun yıllar kaderini Esad ailesine bağlamış, iktidar nimetlerinden faydalanan bu kesimin dağıldığına dair bir işaret olmasa da, bu grubun zenginlerinin işler ciddiye bindiğinde, ülkeden uzaklaşacağını ve teslim olacağını söyleyebiliriz. Yine iktidar blokuna dahil olan Sünni orta sınıf ile sivil ve askeri bürokrasi de şu an için ayrılma işareti göstermese de, HSO’nun güçlenmesi bu kesimi rejimin gözünde şüpheli hale getirecek, tedricen de çözülmesini sağlayacaktır. Ülkedeki Kürt nüfusunda şu an için bölünmüş olduğunu söyleyebiliriz. Türkiye karşıtlığı temelinde, PKK’nın desteğiyle rejim karşıtı eylemlere mesafeli yaklaşan Kürt muhalefeti, PKK’ya göre tutumunu her an değiştirebilir. Kürt muhalefetinin bir diğer kısmı ise zaten SUK’un parçası olarak sivil muhalefetin yanında. İktidar blokunun bir diğer parçası da Şii unsurlar. Şiileşen Aleviler, Hizbullah’tan bir takım unsurlar, İran’ın paramiliter unsurları ve Irak’tan gelen Şii milisler şu an için rejimin en büyük silahı gibi görünse de uluslararası konjonktürdeki değişime ve İran’ın yönelimine göre Suriye yönetimi aleyhinde tavır alabilir. Şu an için son derece güçlü bir destek olarak görünse de, siyasi tabloya göre hemen ortadan kalkabilecek de bir güç.
Özetlemek gerekirse, şu an için sağlam gibi görünse de Suriye yönetimi iktidar bloku neredeyse tamamen Alevi unsurlar ve onları çevreleyen sair unsurlar tarafından oluşturulmuş durumda. Bu da Esad yönetimini göründüğünden daha da kırılgan hale getiriyor. Halen ülkenin yönetilemez hale geldiği göz önüne alınırsa, Uluslararası konjonktür değişir, Suriye’nin geleceği konusunda Rusya ve İran ikna edilebilirse, Suriye rejiminin düşmesi an meselesi olacaktır.
Nuh YILMAZ
George Mason Üniversitesi
Kaynak: Star Gazetesi