Arap Baharı, Türkiye Kışı

Türkiye Cumhuriyeti dış politikası için, Ahmet Davutoğlu’nun 1 Mayıs 2009 tarihi itibariyle dış politika yapımının en üst kademesine oturması ile yeni bir dönemin başladığı şüphesizdir. Çünkü bölgesel şartlar ve uluslararası konjonktür de buna uygundu. Öyle ki; Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da büyük bir “Arap Boşluğu” mevcuttu. Bunun temelde iki sebebi vardı: İlki söz konu bölgelerde yer alan ülkelerin, Filistin sorununda ve İsrail’in dengesiz ve ölçüsüz politikalarında yetersiz kalmalarıydı. İkinci önemli boşluk sebebi ise Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinin bölgelerinde hükmettiği halklar nezdinde bulunmayan “meşruiyet boşluğu” idi. Öyle ki iki kollu bu dehlizin oluşturdu büyük Arap Boşluğu Havuzu Davutoğlu’nun eğilimleri, entelektüel birikimi ve kararlılığı ile birleşince Türkiye’nin Arap Mahallesi’nde lider olması kaçınılmazdı.

Ahmet Davutoğlu’nun felsefesi belliydi: Yüzü ve atacağı okun yönünü Batı’ya döndüren Türkiye, yayı ne kadar çeker ve çektiği yayın içerisine Ortadoğu ile Kuzey Afrika’nın ne kadarını alırsa ok o kadar Batı’ya gidecekti. Diğer bir tabirle, Doğu’da derinleşen Türkiye aynı oranda Batı’da derinleşecekti[1]. Bu yüzden Doğu ve Batı birbirlerinin alternatifi değil, tamamlayıcısıydı. Davutoğlu için Doğu ile Batı tıpkı bir parmağın ucunda bulunan et ve tırnak gibiydi, ayrılmaz birer parçaydılar. Bu aynı zamanda, Soğuk Savaş zamanından beri sergilemek istenilen çok taraflı dış politikayı da mümkün kılan bir araç olacaktı. Teoride her şey çok güzeldi…

Fakat Doğu ve Güney ile kurulan ilişkiler öyle bir hal aldı ki Libya’nın Kaddafisi, Suriye’nin Esadı, İran’ın Ahmedinejadı ve Sudan’ın Ömer El Beşir’i ile yürütülen ilişkiler hiç beklenmedik bir hal almaya başladı. Bu ilişkiler yumağını artan İsrail karşıtlığı destekledi. Bu karmaşıklaşan ilişkiler yumağında ise Batı’nın dikkatini en çok çeken olay, Türkiye’nin Batı ile kavgalı ya da Batı karşıtı “radikal” rejimler ile kurduğu sağlam ilişkiler olmuştu. Bunun sonucu ise Libya’ya düzenlenecek olan müdahale için Paris’te toplanan ilk toplantıya Iraklı bazı yetkililerin çağrılmasına karşın Türkiye’ye herhangi bir çağrı yapılmamasıydı. Sanki NATO Irak topraklarını kullanacaktı, sanki Irak’ın orada önemli yatırımları vardı, sanki olası göç dalgasının bir ayağı da Irak olacaktı… Model ülke olarak tanıtılan, bölgedeki bazı ülkeler tarafından “ağabey” olarak anılan ve istikrar abidesi ekonomisi ile göz dolduran ülke sanki Türkiye değildi. Olan olmuştu. Batı’ya karşı gelen Türkiye’nin, Libya müdahalesinin dışında bırakılarak faturası kesilmişti.

Türkiye’nin bölgede dışlanmasına sebep olan diğer bir faktör ise İsrail ile arasının bozulması sonrası söz konusu bölgedeki arabuluculuk ve kolaylaştırıcılık rolünü büyük oranda yitirmesiydi. Çünkü bir ülkenin arabulucu olarak bir donmuş sorunda (frozen conflict) görev alabilmesi için çatışan tarafların bu arabulucuya güven duyması gerekmektedir. Hâlbuki İsrail tarafında bu güven şu an için yoktur ve İsrail ile Suriye, İsrail ile Arap devletleri, hatta Abbas ile Hamas arasındaki husumetin ortadan kaldırılması dolaylı olarak İsrail ile alakalıdır. Türkiye, İsrail ile olan ilişkilerini düzeltmezse, bu sebeple de, bölgeden dışlanmayla karşı karşıya kaldı ve kalacaktır[2].

Türkiye görece basit olan Tunus ve Mısır sınavında başarılı olsa da, Libya’da fırtınaya fena yakalandı. Her ne kadar usta kaptan fırtınalı havada belli olsa da, Türkiye bu fırtınada iyi bir sınav veremedi. Müdahaleye ilk anda karşı çıkan Davutoğlu ve kurmayları “Değişim!” diye bağıran Ortadoğu halklarına karşı statükonun savunuculuğunu yaptılar. Şimdi ise hem hukuki (de jure) hem de fiili (de facto) olarak savaşın içindeler ama savaşmadıklarını iddia etmekteler. Öyle ki bu zıt durum yakın bir zaman önce Libya’daki Türk konsolosluğunun Libyalı muhalifler tarafından taşlanmasına bile sebep olmuştur.

Tunus ve özellikle de Mısır halk hareketleri sonucunda Ortadoğu yeni bir döneme girmiştir. Aslında bu açıdan, 2011 yılı bir milat olarak da nitelendirilebilir. Hatta bazıları Ortadoğu’da meydana gelen halk hareketleri için “demokratikleşme yolundaki doğum sancıları” benzetmesini yapmaktadırlar. Çünkü söz konusu bölgede Arap Boşluğu’nun yanı sıra bir demokrasi boşluğu bulunuyordu. Bu ise siyasi bir boşluğa neden olmaktaydı. Bu boşluğa bir de Amerika ve Amerika’nın oluşturduğu koalisyon güçleri içinde de yer alan ve bölgede önemli nüfuzları olan aktörlerin basiretsizliği eklenince bölgede stratejik bir boşluk kendiliğinden doğmuştu. İşte bu siyasi karmaşa[3] ve stratejik boşluk içerisinde Türkiye ister istemez bir model ülke olarak belirmişti. Çünkü her ne kadar iç dinamiklerinde birtakım sıkıntıları olsa da, bölgede Türkiye kadar modern, müreffeh, demokratik ve istikrarlı bir ülke daha yoktu. Başka bir ifade ile Türkiye’nin yükselen grafiği sadece iktidar partisinin başarılı politikaları değil; bundan daha önemlisi bölgede var olan siyasi ve stratejik boşluktan kaynaklanmaktaydı.

Mısır’da Mübarek’in gitmesi ve yerine geçici ordu hükümetinin gelmesi ile Türkiye daha önce önünde bulduğu o geniş hareket alanının kapandığını görmeye başlamıştır. Çünkü yeni Kahire hem İsrail hem de Hamas ile olan ilişkisinde halkın sesine daha fazla kulak vermeye başlamıştır. İç dinamikleri açısından da Müslüman Kardeşler’e yönelik siyasi yasağın kalkması ile Mısır daha az sorunlu bir ülke haline gelmiştir. Bu ise Türkiye’nin, bölgede İsrail, Hamas ve Filistin konularında hamiliğe oynayarak Ortadoğu halklarının gönlüne girme döneminin sonuna geldiğinin bir göstergesi olarak belirmeye başlamıştır. Hatta sonbahar aylarında yapılacak olan Mısır ulusal seçimleri demokratik bir şekilde geçerse Türkiye’nin modelliği bile son bulabilecektir. Ayrıca olası bir Mısır Modeli’nin bölgede, Türkiye Modeli’nden daha hızlı bir şekilde yayılması ve daha kolay bir şekilde kabul edilme olasılığı daha yüksektir. Çünkü Mısır, yüzyıllarca Arap dünyasının hem kültürel hem de siyasi anlamda merkezi olmuştur. Mezhepsel sorunların aşılması için Türkiye’ye duyulan ihtiyaç elbet devam edecektir[4]. Ama Türkiye’nin rolü her geçen gün azalacaktır[5]. Bu ise yazının başında belirttiğim bölgesel derinliğin sığlaşmasına yol açacaktır ki bu, Türkiye’nin AB ile yürüttüğü ilişkilerde yeni bir strateji belirlenmesini zaruri kılacaktır.

Belki Arap Baharı Türkiye’nin küresel diplomasisinde gedik açtı ama hiç kuşkusuz, bitirici darbe Suriye’den geldi. Esad yönetimindeki Şam yönetimi, kendisinden reform haberleri beklenirken; önce askerlerini, sonra tanklarını, bununla da yetinmeyip helikopterlerini kendi halkı üzerine sürdü[6]. Tüm bu olup bitenler Türkiye’nin bölgede azalan rolünü ortaya koyması açısından önemlidir. Çünkü ne Kaddafi Türkiye’nin arabuluculuk tekliflerine olumlu cevap vermiş ne de Esad Ankara’nın reform çağrılarına kulak kabartmıştır.

Tüm bu olup bitenlerin sonucunda, ayrıca, bölgede kısa bir süre içinde oluşturulan İran-Suriye-Türkiye ekseni de çökmüştür. Çünkü Suriye’nin içinde bulunduğu bu zorlu dönemde İran, Şam yönetiminin yanında durmuş; buna karşın Türkiye, İran’dan Suriye’ye giden şüpheli kargoyu durdurarak Suriye’yi arkasından vurmuştur. Bu durum, Türkiye’nin uzun bir süre bölge liderlerine ılımlı mesajlar yollamasına rağmen birden uluslararası toplum ile aynı yönde hareket etmeye karar vermesini açıklar niteliktedir.

Tüm bu olaylar gösteriyor ki Türkiye’nin çevresinde yer alan “komşu” diktatörlerle yürütmeye çalıştığı sıfır sorun politikası iflas etmiştir. Türkiye 12 Haziran seçimlerinden kısa bir süre sonra Suriye üzerine düzenlenecek olan BM Konferansı’nda Rusya’nın karşısında uluslararası toplumun yanında tavır almaya hazırlanmaktadır. Çünkü küresel vizyoner diplomasi bunu emretmektedir. Türkiye önümüzdeki bu yeni dönemde halk hareketlerini destekleyen, özgürlük, eşitlik ve hakkaniyet kavramlarına vurgu yapan, istikrarlı büyümesi ile bölgede ilgi odağı haline gelen, evrensel değerlere dayalı yeni yumuşak gücünü ön plana çıkaran bir tutum sergileyecektir[7]. Ancak bu sayede bölge üzerinde sallanan koltuğunu düşmekten kurtarabilecektir.

Uzun bir zaman önce doğan ama yakın zaman önce ortaya çıkan halk hareketleri sonucunda iyice belirgin hale gelen Arap Boşluğu’nun halk tarafından doldurulması arzu edilendi. Çünkü Müslüman Mahallesi’nde istikrar için halk katılımı yüksek, topluma karşı sorumluluk sahibi olan ve halkın sesine kulak veren yönetimlerin iktidara gelmesi zaruriydi. Fakat Türkiye’yi yakından ilgilendiren bir konu vardı ki hayati bir öneme sahipti. Türkiye Ortadoğu’da, Filistin davasına ağabeylik yapacak bir ülkenin bulunmaması sebebiyle Filistin davasına hamilik yapıyor, bu sayede söz konu bölgenin halkları nezdinde büyük bir saygınlık kazanıyordu. Öyle ki Müslüman Mahallesi’nin sakinlerinin evlerinde yer alan Ahmedinejad resimleri yerini Erdoğan’ın resimlerine bırakmıştı. Hatta bazılarına göre Filistin Sorunu Türkiye’yi, Türkiye Filistin Sorunu’nu beslemişti. Fakat şimdi ne olacaktı? Çünkü eski Mısır yönetimine karşın yeni Mısır yönetimi Filistin davasına ve İsrail’in bu davada takındığı ölçüsüz tavra karşı hoşgörülü olmayacağını açıkça belirtmişti. Yeni Mısır yönetimi Gazze halkının hamisi olmaya kalkarsa Türkiye bu durumda Ortadoğu’da ne ile hareket edecek ve Türkiye’nin yeni enstrümanı ne olacaktı? İşte bu konuyu Türk dış politika yapımcılarının ciddiyetle üzerine eğilip düşünmesi gerekmektedir. Çünkü aksi takdirde, Müslüman Mahallesi’ndeki Arap Boşluğu dolarken Türkiye Müslüman Mahallesi’nde yeni bir boşluğa sürüklenebilecektir.

Deniz Tören

Hacettepe Üniversitesi

Uluslararası İlişkiler


[1][1] Türkiye amaçladığı bu politika ile AB’li yetkililerin çokça seslendirdiği temel savlardan biri olan “Türkiye’nin Birlik’e dahil olması durumunda Birlik sadece Türkiye’nin geleceğine değil, aynı zamanda Türkiye’nin yanı başındaki sorunlu bölgelerin sorunlarına da ortak olacaktı.” tezini de boşa çıkarmayı amaçlamaktaydı.

[2] Bazı durumlarda Yahudi lobisinin, Türkiye’nin lehine, Rum ve Ermeni lobilerine karşı dengeleyici rolü olduğu da unutulmamalıdır.

[3][3] Daha öncesinde var olan ama özellikle Irak’ın Amerika tarafından işgali sonrasında artan Sunni-Şii çatışması bunun en somut örneğidir.

[4] Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “Necef Ziyareti” bunun en büyük kanıtıdır.

[5] Hamas ile El Fetih’in, Türkiye’nin yıllardır uğraşmasına rağmen Mısır hükümetinin değişmesinin üzerinden on gün geçmeden, Mısır aracılığıyla barışması bunun somut göstergesidir.

[6] Tüm bunlar, Türkiye’nin sadece “10 kilometre” uzağında olmuştur.

[7] Amerika’nın da benzer bir politika sergilemeye başlaması oldukça ilgi çekicidir. Amerika’nın bu politikası, özellikle Washington’un yeni Ankara büyükelçisi Riccardione’nin atanması ile ön plana çıkmaya başlamıştır.

Sosyal Medyada Paylaş

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Tarih:

Beğenebileceğinizi Düşündük
Yazılar

Srebrenitsa Soykırımı Mahkumu Radislav Krstic’in Mektubu

Srebrenitsa’da soykırımın desteklenmesi ve yardım edilmesi suçundan Lahey’de 35...

Trump’ın Ukrayna’da Batı/NATO Barış Gücü Planına Yönelik 10 Engel

Andrew Korybko 10 Obstacles To Trump’s Reported Plan For Western/NATO...

Türkiye-AB İlişkilerinde Kırılma Noktası: AK Parti Döneminde Yaşanan Gelişmeler ve Güncel Durum

Dr. Aziz Armutlu Giriş: Türkiye AB İliskileri Türkiye ile Avrupa Birliği...

Yapay Zeka Diplomasisi: AI Diplomasisinin Yükselen Çağı

The Emerging Age of AI Diplomacy To compete with China,...