18 Aralık 2010’da Tunus’ta başlayan iktidar karşıtı kitlesel gösterilerin, 2011 yılı içerisinde Mısır, Libya, Suriye başta olmak üzere Cezayir, Bahreyn, Ürdün, Yemen ve Lübnan gibi Arap dünyasının başlıca ülkelerinde yol açtığı halk ayaklanmalarına siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler literatüründe Arab Spring (Arap Baharı) adı verilmiştir.[1] Arap Baharı 2011 yılı içerisinde Tunus, Mısır ve Libya’da (iç savaş sonrasında) iktidar değişikliklerine neden olmuş, şimdilerde de Suriye’de ülkeyi ciddi bir iç savaşın ve olası rejim değişikliğinin eşiğine getirmiştir. Arap Baharı’nın henüz demokratik rejimlerle tanışamamış Arap halklarının çağdaş dünyaya eklemlenmesi, diktatörlük rejimlerinin yıkılması gibi olumlu etkileri ve rejim değişikliği yaşayan ülkelerdeki yer altı kaynaklarına Batılı büyük güçlerin göz dikmesi gibi olumsuz sonuçları medyada ve akademide yoğun bir şekilde tartışılmış ve incelenmiş, bu doğrultuda yeni bir akademik literatür dahi oluşmaya başlamıştır. Arap Baharı sürecinde internet ve sosyal medyanın rolü, gençlik hareketlerinin halk ayaklanmalarındaki etkisi gibi konular da yine sıklıkla araştırılmış, Arap Baharı sürecinde Tahrir Meydanı gibi semboller, Muhammed Bouazizi gibi kahramanlar da ortaya çıkmıştır. Fakat siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler açısından ve dünyanın mevcut güç dengeleri de incelendiğinde Arap Baharı’nın esas anlamı, bu sürecin bölgedeki en önemli aktörler olan Türkiye, İsrail ve İran’ın birbirleri ve diğer aktörlerle olan ilişkilerine nasıl etki edeceği sorusuna cevap bulunabilirse ortaya çıkacaktır. Bu nedenle ben bu yazıda Arap Baharı sürecinin Türkiye’yi merkeze alarak Türkiye, İsrail ve İran’a olası etkileri üzerinde duracağım.
Arap Baharı sürecinde görünürde en kârlı çıkan ülkelerden biri olarak nitelendirilen Türkiye, aslına bakılırsa bu sürecin devamında ciddi risklerle karşı karşıya kalacaktır. Kâğıt üzerinde demokratik ve laik bir ülke olan Türkiye, Arap Baharı sürecinde başta Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere Batılı güç merkezleri ve kanaat önderleri tarafından muhalif gruplara model olarak gösterilmiş, bu doğrultuda Tunus’ta seçimleri kazanan Ennahda Partisi lideri Raşid El-Gannuşi kendisine Recep Tayyip Erdoğan’ı örnek aldığını belirtmiş, partinin önemli isimlerinden Abdülhamid Cilasi ise “Erdoğan bizimle aynı dili konuşuyor, bu yüzden o konuştuğu zaman dinliyoruz” demiştir.[2] Erdoğan Mısır’da bizdeki 27 Mayıs’a benzer şekilde şimdilik askeri yönetimle sonuçlanan devrim sonrası bu ülkeye şaşalı bir gezi düzenlemiş ve burada coşkuyla karşılanmış, fakat Erdoğan’ın yaptığı “laiklikten korkmayınız” açıklaması, seçimler sonrası iktidara gelmesi kuvvetle muhtemel Müslüman Kardeşler örgütü tarafından tepkiyle karşılanmıştır.
Arap Baharı sürecinde Türkiye önceden çok iyi siyasi ilişkilerinin ve çok önemli ekonomik menfaatlerinin bulunduğu Libya gibi bir müttefiki başta Fransa ve İtalya olmak üzere Batılı güçlere kaptırmıştır. Dahası Suriye’deki mevcut yönetimle ilişkiler ciddi şekilde bozulmuş ve eğer iktidar değişikliği olmazsa bu ülkenin PKK’ya vereceği olası destek ve ekonomik ilişkilerin şimdiden bozulması ve daha da bozulacak olması sonucu Türkiye ciddi bir kayba uğrama riskiyle karşı karşıya kalmıştır. Bu ülkede bir iktidar değişikliği olması halinde ise Türkiye için daha iyi bir durum söz konusu olabilir. Fakat iktidar değişikliği sürecinin Nusayriler ve Sünniler arasında bir mezhepsel iç savaşa dönüşmesi kuşkusuz Türkiye’yi de olumsuz şekilde etkileyecektir. Tunus’ta yeni dönem için ilk pozisyon alan ülke olan Türkiye, buna karşın henüz bu durumu somut bir kazanca dönüştürmeyi başaramamıştır. Birazdan anlatacağım sebeplerden ötürü bu süreçte İran’la da ilişkileri bozulan ve daha da bozulacak olan Türkiye, bu yüzden yine ciddi bir ekonomik kayıp ve bu ülkenin PKK’ya verebileceği destek[3] ve istikrarsızlık yaratacak faaliyetleri nedeniyle siyasi sorunlar yaşayacaktır. Suriye ve İran konusunda Batı’ya meydan okuyan bazı açıklamalar ve hamleler yapan ve önümüzdeki sene Vladimir Putin’in yeniden devlet başkanı olmasıyla bu tarz açıklama ve hamlelerini arttırması muhtemel Rusya ile ilişkilerin bozulması da Türkiye’nin bu süreçte yüzleşmek zorunda kalacağı bir diğer ciddi risktir. Özellikle Türkiye’nin İran ve Rusya’ya enerji alanındaki bağımlılığı ilerleyen yıllarda Türkiye’yi zorlayacak bir etkendir. Mısır’da kurulacak yeni yönetimin Türkiye ile Sünni hâkimiyeti konusunda rekabet içerisine girmesi de Türkiye’nin elini zayıflatabilir. Bu doğrultuda Arap Baharı sürecinde Türkiye’nin ekonomik kayıpları bedelli askerlikle finanse edilemeyecek kadar büyük olacak, dahası Türkiye çok ciddi siyasi risklerle karşı karşıya kalacaktır.
Türkiye aslına bakılırsa Batılı güçler tarafından 2002’den bu yana adım adım, ABD’nin Irak işgali (II. Körfez Savaşı) sonrası çok güçlenen, nükleer enerji konusunda çalışmalar yapan[4] ve Arap Baharı sürecinde iyice güçlenmesinden korkulan İran’ı dengeleyecek ılımlı İslami bir Sünni rejimi olarak hali hazırda dizayn edilmekteydi. Önceden İran ve Şii hilali karşısında laik, demokratik Atatürk modelini öne çıkaran Batılı güçler, İran’ı bu model cazibesiyle içeriden karıştırıp yıkmayı başaramayınca, bu defa İran’ın karşısında bir Müslüman blok oluşturmak amacıyla Sünni-Şii çatışmasını gündeme getirmişler, bu doğrultuda Türkiye’de Adalet ve Kalkınma Partisi deneyiminden istifade etmişlerdir. Hakikaten üç dönemdir oylarını arttırarak iktidara gelen ve içeride uyguladığı otoriter politikalara karşın dışarıda olumlu algılanan AKP de, İslamcı Milli Görüş kökleri nedeniyle başlarda bocalamasına karşın, kısa sürede “eksen kayması” tartışmalarıyla hizaya sokulmuş, sonuçta bir NATO üyesi ülkenin iktidarı olarak füze kalkanı projesinde Batı ile uyumlu davranmak zorunda kalmıştır. Bu deneyimler sonrası kuşkusuz AKP ve ılımlı İslam modeli Batı ve İsrail için daha da değer kazanmış, Başbakan Erdoğan Time dergisinde kapak dahi yapılmıştır. Fakat önceden “komşularla sıfır sorun” politikası doğrultusunda komşu ülkelerle ticaret hacmini ve bu ülkelerde kültürel etkinliğini arttıran Türkiye, şimdi Şii bloğuyla kaçınılmaz bir şekilde çatışma içerisine girecek ve yine Soğuk Savaş’takine benzer şekilde “NATO’nun ileri karakolu” olarak görev yapacaktır. Bu süreç Türkiye’nin Davutoğlu doktrininden giderek uzaklaşması ve İslam dünyasının yine içerisindeki ikilikler kullanılarak Batılılar tarafından kontrol edilmesi anlamına gelecektir. Nitekim daha şimdiden İranlı yetkililerden İran’a olası bir saldırı durumunda vurulacak ilk hedefin Türkiye (füze kalkanının yerleştirileceği Malatya) olduğu yönünde açıklamalar gelmektedir.[5]
Şu son yıllarda yaşadığımız birçok tartışmanın temelinde de aslına bakılırsa Türkiye’nin bu yeni soğuk savaş dönemi için yeniden dizayn edilmesinin etkili olduğunu düşünülebilir. Zira 1950-1990 dönemindeki Soğuk Savaş sürecinde Kemalizm’i dayanak yaparak gerçekleştirilen ve toplumsal karşılığı da oldukça yüksek olan askeri müdahaleleri önlemek amacıyla şimdilerde Türk Silahlı Kuvvetleri acımasız bir şekilde eleştirilmekte ve yıpratılmakta, Kemalizm ve Atatürk’e yönelik saldırılar (“Atatürk diktatördü” tartışmaları, Dersim olaylarına yönelik eleştiriler vs.) her gün televizyon kanallarından izlenmekte ve gazetelerden okunmaktadır. Bu tartışmaların amacı yeni soğuk savaş döneminde TSK’yı dizginlemek, hatta siyasal gücü ve yeni vesayet yapısını mümkün olduğunca ordudan emniyet teşkilatına doğru kaydırmaktır. Son yıllarda yaşanan çeşitli adli süreçleri de bu kapsamda değerlendirmek yanlış olmayacaktır.
Davos Ekonomik Forumu’ndaki “one minute” krizi ve Mavi Marmara olayı gibi ciddi krizlere karşın, Türkiye’de yaşanan bu süreç İsrail tarafından da büyük ölçüde desteklenmektedir. Hatta bir komplo teorisi olarak, İsrail’in bu tarz olaylarla Türkiye’deki ılımlı İslami Sünni modelini bilinçli olarak İslam dünyasında yücelttiği bile iddia edilebilir. Zira İsrail için asıl büyük tehlike nükleer güce ulaşması muhtemel ve İsrail karşıtı hareketlere daima destek veren İran’dır. Mısır’da demokrasiye geçiş sonrası İslamcı hareketler Türkiye ve Tunus’ta olduğu gibi Batı ile uyumlu hale getirilemezse bu da İsrail açısından Camp David statükosunun bozulması açısından ciddi tehlike arz edebilir. İran’ın bölgedeki önemli müttefiklerinden olan Suriye’deki Esad rejiminin düşürülmesi de İsrail açısından kritik bir faktördür. İsrail’in 2014 yılında İran nükleer güce ulaşmadan önce bu ülkeye bu müdahalede bulunmak istediği açıktır. Bu nedenle İsrail önümüzdeki aylarda kendisine müttefikler arayacak ve Amerika’daki Yahudi lobisinin bu ülkeye yapacağı baskıyı da kullanarak Türkiye’nin ve Körfez ülkelerinin kapısını çalacaktır. Bölgedeki en anti-demokratik rejimler olan Körfez ülkeleri ise Arap Baharı sürecinden ciddi rahatsızlık duysalar bile, Amerika ve İsrail’e yakın durarak sistemlerini koruyabileceklerine inanmaktadırlar. Ancak Mübarek’in yaşadıkları göz önüne alınırsa; Batı ve İsrail müttefiki olmalarına karşın, sıra bir gün onlara da gelebilir.
İran açısından bakıldığında ise Arap Baharı Tunus ve Mısır’da yaşanan iktidar değişiklikleri sonrası umut yaratmış, fakat bu süreçlerin sonunda Batı yanlısı laik yönetimlerin yerini Batı yanlısı Sünni İslami rejimlerin aldığını görmek İran’ı ciddi şekilde rahatsız etmiştir. Mısır’da süreç henüz sonuçlanmasa da, bu ülkede güçlü bir İslami yönetimin ortaya çıkması İran’ın İslam dünyasında da herşeye rağmen hala bölgedeki en Batılı rejim olan Türkiye’den daha güçlü bir rakip bulması anlamına gelebilecektir. Bu sürecin Suriye gibi İran’ın önemli bir müttefikini düşürmesi riski kuşkusuz İran’ı endişelendirmektedir. Esad yönetiminin düşmesi Suriye’de Sünni çoğunluğa dayalı ve İran’la husumet güdecek yeni bir rejimin kurulması anlamına gelebilir. Fakat İran Esad’ı kurtarmanın mümkün olmadığına kanaat getirirse bu noktada kendisini güvenlik altına almak adına Batı ve İsrail ile geçici bir uzlaşmayı tercih edebilir. İran ayrıca yakın gelecekte olası bir İsrail-Batı müdahalesi ya da hava saldırısına karşı Rusya ve Çin’den destek alarak konumunu sağlamlaştırmayı deneyecektir. Yine sınır komşusu Türkiye ile oluşacak dengeler İran açısından belirleyici faktörlerden birisi olacaktır. İran’ın Türkiye’ye PKK ile mücadelede aktif destek sunması bu noktada Türkiye’nin Batı ittifakı içerisinde olmasına rağmen bu ülkeyi mümkün olduğunca askeri bir operasyondan korumaya çalışması seçeneğini gündeme getirebilir.
Sonuç olarak Arap Baharı süreci, diktatörlük yönetimlerinin değiştirilmesi ve Arap halklarının demokratik seçimlerle tanışması gibi çok olumlu özelliklerinin yanında, bölgede çok tehlikeli gelişmelere neden olabilecek bir Pandora’nın kutusunun açılması hadisesidir. Umutla ve olumlu düşüncelerle başlayan bu süreç; nükleer çatışma, İslam dünyasında iç savaş ve dünya savaşını da içeren felaket sonuçlar doğurabilir. Bu nedenle Türkiye’deki siyasal iktidarın kendi üzerinde oturduğu rejimi kötülemek ve zaten zayıf olan muhalefete vurmak yerine, bir an önce Türkiye’deki milli birlik ve toplumsal mutabakatı arttıracak çalışmalar içerisine girmesi ve dış politikada muhalefet ve farklı devlet organlarıyla da görüşerek meşruiyet seviyesi yüksek ve ihtiyatlı bir çizgi belirlemesi gerekmektedir. Türkiye bu süreçte izlediği politikaların bir-iki değil, en az üç-beş hamle sonrasını görebilecek kadar dikkatli ve bilgi sahibi olmalıdır. Zira Türkiye’nin karşısında ölüm-kalım mücadelesine girişmiş İran ve İsrail gibi ideolojik devletler bulunmaktadır.
Dr. Ozan ÖRMECİ
Bu yazı ilk olarak 21.YY Türkiye Enstitüsü’nde yayımlanmıştır.
KAYNAKLAR
- Byman, Daniel, “Israel’s Pessimistic View of the Arab Spring”, The Washington Quarterly, Summer 2011, sayfa 123-136.
- Ghosh, Bobby, “Erdogan’s Moment”, Time, Erişim Tarihi: 27.11.2011, Erişim Adresi: http://www.time.com/time/magazine/article/0,9171,2099674,00.html.
- “İran’a saldırı olursa vurulacak ilk hedef Malatya”, Radikal, Erişim Tarihi: 27.11.2011, Erişim Adresi:
- Oğuzlu, Tarık, “Arap Baharı ve Değişen Bölgesel Dinamikler”, OrtadoğuAnaliz, Haziran 2011, Cilt: 3, Sayı: 30, sayfa 33-40.
- Sağsen, İlhan, “Arap Baharı, Türk Dış Politikası ve Dış Algılaması”, OrtadoğuAnaliz, Temmuz-Ağustos 2011, Cilt: 3, Sayı: 31-32, sayfa 57-64.
[1] Bu terimin ortaya çıkışında 1968’de Çekoslovakya’daki Sovyetler Birliği karşıtı halk ayaklanmalarına verilen isim olan Prag Baharı’ndan (Prag Spring) esinlenildiği tahmin edilmektedir.
[2] Bobby Ghosh, “Erdogan’s Moment”, Time, Erişim Tarihi: 27.11.2011, Erişim Adresi: http://www.time.com/time/magazine/article/0,9171,2099674,00.html.
[3] İran devleti bu kartı çekinmeden kullanabileceğini PKK terör örgütü liderlerinden Murat Karayılan’ın yakalandığına ilişkin sonradan yalanlanan haberler vasıtasıyla Türk devletine üstü kapalı olarak iletmiştir.
[4] İran’ın 2014 yılında nükleer güce ulaşacağı 2011 yılına kadar MOSSAD başkanlığı görevini yürütmüş Meir Dagan tarafından ifade edilmiştir. Bu açıklamayı İsrail’in İran’a 2014’ten önce bir müdahale planladığı şeklinde okumak mümkündür. (Haaretz, Erişim Tarihi: 27.11.2011, Erişim Adresi: http://www.haaretz.com/news/mossad-iran-will-have-nuclear-bomb-by-2014-1.278192.)
[5] “İran’a saldırı olursa vurulacak ilk hedef Malatya”, Radikal, Erişim Tarihi: 27.11.2011, Erişim Adresi: http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&Date=26.11.2011&ArticleID=1070732&CategoryID=81.