Home Blog Page 99

Asya’nın Yükselen Gücü Hindistan ve Dış Siyaseti Okuma Grubu

0

TUİÇ bünyesinde, Asya’da yükselen bir güç olan Hindistan’ın dış siyaseti ile ilgili çevrimiçi bir okuma grubu başlatılacaktır. Bu okuma grubumuzda Hindistan’ın dış siyaseti gerek Hindistan’ın iç dinamikleri gerekse diğer devletlerle ilişkileri bağlamında incelenecektir. Bu okuma grubumuzun sürekli bir etkinlik halini alması, seri şeklinde farklı konularla ilgili başka okuma gruplarının da oluşturulması hedeflenmektedir. 

Beş hafta sürecek olan okuma grubumuza katılım 5 kişiyle sınırlıdır, programı başarıyla bitiren adaylara katılım belgesi verilecektir. Katılımcılar çevrimiçi olarak yapılacak toplantılara devamlılık sağlamakla ve her hafta kendilerine verilen makaleleri sunmakla yükümlüdür. Ancak her hafta yapılacak olan toplantılar dışarıya açıktır, dileyen herkes toplantılara katılabilir.

Son Başvuru Tarihi: 21 Ağustos 2020, Cuma

Başvuru Sonuçlarının İlanı: 24 Ağustos 2020, Pazartesi

Başvuru Formu: https://forms.gle/nMK5LTTB35SCb9cd8

 

 

COVİD 19’U YEREL KAYNAKLARINDAN ÇALIŞMAK: ÇİN HALK CUMHURİYETİ

0

Tüm dünyada etkisini hızla devam ettirmekte olan Covid-19 salgını bütün ülkelerde ekonomik, toplumsal ve siyasi bağlamda önemli etkilere sebebiyet vermeye devam etmektedir. Aralık ayı başlarında Çin’in Wuhan eyaletinde başlayıp, daha sonra hızlı bir yayılma ile yeni tip virüsün ortaya çıktığı anlaşılınca, yaklaşık 2 ay içerisinde DSÖ’nün pandemi alarmı vermesi kaçınılmaz bir sonuca dönüştü.[1] Devletler salgına hazırlıksız yakalanınca, virüsün yayılmasından doğan maliyetler geri dönülemez boyutlara ulaştı. Ancak hastalığın ortaya çıktığı ülke olan Çin’in detaylı bir incelemesi yapıldığında bu denli hızlı yayılan ve tedavisi bulunmamış bir virüsü kontrol altına almasının çok uzun bir süreyi almadığı görülmüş oldu. Salgının başladığı ilk ülke olan Çin’in, salgına karşı en hızlı önlem alan ülkelerden biri olması, olağanüstü hallerdeki stratejilerinin ve karar alma mekanizmalarının çok güçlü olduğunun bir göstergesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu çalışmada Çin Halk Cumhuriyeti’nin Covid-19 salgınıyla mücadelede sağlık, ekonomi ve diplomatik alanlarda aldığı resmi önlemler ve bu sürecin değerlendirilmesi yalnızca yerel kaynaklar temel alınarak incelenmiştir.

Aralık ayı başlarında Çin’in Wuhan kentinde başlayan salgının tespit edilmesi ve önlem almaya başlaması ilk kez 31 Aralık’ta Wuhan Belediyesi tarafından kararlaştırılan “hastaları karantinaya alma” süreciyle başladı.[2] Bir hafta sonra ise Çin Ulusal Sağlık Merkezi 7 Ocak’ta yeni-tip korona vakasının tespit edildiğini ve virüsün genom dizisini DSÖ’yle paylaşacağını bildirdi.[3] Bunun üzerine Çin öncelikli olarak sağlık alanında hızlı bir şekilde önlemler almaya başladı. Hubei eyalatinin başkenti olan Wuhan şehrinin karantinaya alınmasıyla beraber şehir içi otobüsler, metrolar, feribotlar ve uzun mesafeli otobüsler de dâhil olmak üzere tüm toplu taşıma araçları askıya alındı, havaalanlarında ve tren istasyonlarında giden kanallar kapatıldı. Ayrıca Çin’in ulusal bayramı olan Bahar Bayramı da uzatılarak okulların kapalı olması kararlaştırıldı.[4]  Ocak ayı boyunca vaka ve vefat sayılarındaki hızlı artışlar, spordan ulaşıma birçok yerde yapılan kısıtlamalar,  karantina süresince hızlı ve sistematik kararlar alınmasıyla sonuçlandı. Böylece Çin’in salgınla mücadelede aldığı önlemler, diğer ülkeler için de bir kılavuz niteliğinde oldu. Sağlık alanında alınan acil kararlar sonrasında, ekonomik anlamda yaşadığı gerilemeyi önlemek adına mali karar alıcılar, sağlık alanında yatırımlar yapmaya başladı. Çin hükümeti, salgınının başlangıcından yaklaşık bir ay sonra, ülke geneline virüsle mücadele için 27.3 Milyar yuan tahsis etti.[5] Dünyanın en büyük ekonomilerinden birine sahip olan Çin, üretimde sağlık ekipmanlarına odaklandı. Bunun sonucunda, salgın dolayısıyla duraksayan yurtdışı alım-satım tekrar başladı ve Çin dünyanın en önemli sağlık ekipmanı tedarikçisi oldu. Bunun üzerine menkul kıymetler yatırım danışmanlığı şirketi Guangzheng Hang Seng ve analist Feng Gangyong, virüsün etkilerinin yıllık büyüme üzerindeki etkisine küçük olduğunu kaydettiklerini, Çin’in ekonomik büyümesinin ikinci çeyrekte hızlı bir artış gösterebileceğini söyledi [6]

Öte yandan, aynı dönemde dünya kamuoyuna yansıyan en önemli gelişmelerden birisi için Çin’in son teknolojik sistemler kullanılarak, yapımı iki hafta süren, pandemi hastaneleri inşa etmesiydi. Bu hastaneler ve karantina merkezleri salgının kontrol altına alınması ve hastanelerdeki hasta kapasite seviyesinin kontrol altına alınması için çok kritik bir adım olarak değerlendirildi. Huoshenshan ve Leishenshan yapımı on günde tamamlanan ilk hastaneler oldu ve bu hastanelerde binlerce kişi tedavi edildi. Şubat ayının ortalarından itibaren salgın, zirve noktasına ulaştı ve ay sonuna gelindiğinde toplam vaka sayısı 80.000 civarında olduğu tespit edildi. Bu sırada İtalya’da ve İran’da hızla yayılmaya başlayan salgın, bazı ülkeler tarafından Çin’in salgının yayılma sürecini kontrol etmekte başarısız olmasıyla eleştirildi.

Mart ayı Çin’deki Covid-19 salgınının kontrolünün sağlanmasında ve ekonomik iyileştirmelere karşı atılan adımlar açısından kilit bir tarih oldu. Başkan Xi ve partisinin bu dönemde, salgının yarattığı ekonomik sorunlarının önüne geçmek adına çeşitli bağış kampanyaları ve toplantıları düzenlediği görüldü. Çin Uluslararası Radyosu’nun (CRI) haberine göre; Çin Bankalar Birliği’nden açıklanan veriler, banka ve finansal kuruluşların, Şubat ayı sonu itibarıyla salgın kontrolüne ve işletmelerin yeniden üretime başlamasına destek amacıyla 794 milyar yuanlık (115 milyar ABD doları) kredi sağladığını göstermekteydi. Bu dönemde yapılan bağışlar sadece ülke geneliyle kalmayıp hem Çin ile sürekli dış ticaret yapılan ülkelere yardımlar hem de gelişmekte olan ülkelere kamu sağlık sistemlerinin inşasını desteklemek için DSÖ’ye 20 milyon dolar bağışta bulunduğu belirtildi.[7] Çin her ne kadar salgını kontrol almaya başlasa da bu dönemde özellikle Avrupa ülkelerinde salgının yayılmasındaki hız çok yüksek seviyelerde seyretti; dış ülkelere karşı artan bağış ve desteklerin en büyük sebebi yakın dönemde salgın kökenli diplomatik ve ekonomik ilişkilerin bozulacağına dair oluşan şüphecilikten doğması olarak da değerlendirilebilir. Ekonomi alanında yapılan düzenlemelere rağmen, 3 aya yakın bir süre boyunca, ülke içi ve ülke dışı faaliyetlerin durdurulması yılın ilk çeyreğinde GSYİH’nin raporunda geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 6,8 oranında azalarak 20,65 trilyon yuana indiğini belirtmesi ile sonuçlandı. Ancak Çinli ekonomistlere göre bu düşüş beklenenden daha iyi bir seviyedeydi. Gelişmiş ülkelerde, olağan durumlarda yaşanan düşüşlere hazır olma durumu Çin için geçerliliğini, Covid-19 salgını sırasında koruduğu görülmektedir. Ancak bu dönemde dış ticaret hacminde dünyanın önde gelen ülkelerinden olan Çin’in ihracatının neredeyse durma noktasına gelmiş olması ve ticari faaliyetlere tam olarak başlayamaması, yılın diğer dönemlerinde ekonominin ne denli bir hareketlilik içerisinde olacağı konusunda soru işaretleri oluşturmaktadır.

Nisan ayı süresince dünya genelinde salgın hızla yayılmaya devam ederken, Çin yeni normal düzene dönmeye başladı. Çin menşeli şirketlerinin neredeyse tamamı faaliyetlerine geri döndü, okullar açıldı ve hizmet sektörü alanları sosyal mesafe kurallarına uyacak şekilde yeniden tasarlanarak açıldı.[8] Aylar geçmesine rağmen Çin’in verdiği güncel vaka sayılarında artış çok minimal bir düzeyde seyretmekte olduğu için birçok ülke, Çin’in verdiği verilerin doğruluğuna inanmamakta ve Çin bu konuda da diğer ülkelerden eleştiri almaya devam etmektedir. Ancak bu eleştirilerin sebebi olarak, Çin’in diğer gelişmiş ülkelerden farklı bir yönetim biçimine ve dışa kapalı bir toplum yapısına sahip olması gösterilebilir.

Sonuç olarak, Covid-19 virüs salgınının ilk kez Aralık 2019’da Çin’de görülmeye başlamasından itibaren yaklaşık 8 ay geçti ve dünya hala salgınla mücadele etmeye devam etmektedir. Ancak Çin, kontrolü üç ay gibi bir sürede ele aldı ve ülke içinde oluşabilecek çok daha büyük krizlerin birçoğunu önledi. Bunun en büyük sebepleri olarak da sahip olduğu planlı ve sıkıyönetim biçimiyle kriz anında vatandaşların kurallara alışkın bir düzende olması ve hayatlarına bu yeni kurallara adapte olarak geçirmiş olması sayılabilir.

ALEYNA ÖZATA

 

 

KAYNAKÇA

[1] Çin Halk Cumhuriyeti Devlet Konseyi, Timeline of China’s fight against the novel coronavirus, 21/06/2020    http://english.www.gov.cn/news/topnews/202003/19/content_WS5e736ce7c6d0c201c2cbef8f.htm 

[2] Çin Halk Cumhuriyeti Devlet Konseyi, Timeline of China’s fight against the novel coronavirus, 21/06/2020   http://english.www.gov.cn/news/topnews/202003/19/content_WS5e736ce7c6d0c201c2cbef8f.htm

[3] Çin Halk Cumhuriyeti Devlet Konseyi, Timeline of China’s fight against the novel coronavirus, 21/06/2020 http://english.www.gov.cn/news/topnews/202003/19/content_WS5e736ce7c6d0c201c2cbef8f.htm

[4]  Çin Halk Cumhuriyeti Devlet Konseyi, Timeline of China’s fight against the novel coronavirus, 21/06/2020 http://english.www.gov.cn/news/topnews/202003/19/content_WS5e736ce7c6d0c201c2cbef8f.htm

[5] Çin Halk Cumhuriyeti Devlet Konseyi, Timeline of China’s fight against the novel coronavirus, 21/06/2020 tarihinde   http://english.www.gov.cn/news/topnews/202003/19/content_WS5e736ce7c6d0c201c2cbef8f.htm

[6] Çin resmi gazetesi Xinhua , Coronavirus impact on Chinese economy limited to first quarter: analysts,  21/06/2020 

http://www.xinhuanet.com/english/2020-02/10/c_138770547.htm 

[7]  Çin Halk Cumhuriyeti Devlet Konseyi, Timeline of China’s fight against the novel coronavirus, 21/06/2020 http://english.www.gov.cn/news/topnews/202003/19/content_WS5e736ce7c6d0c201c2cbef8f.htm

[8]  Çin resmi gazetesi Xinhua , Coronavirus impact on Chinese economy limited to first quarter: analysts,  21/06/2020  http://www.xinhuanet.com/english/2020-04/27/c_139012254.htm

 

ÖLÜMCÜL KİMLİKLER, AMİN MAALOUF

“İnsanlar babalarından çok,  zamanlarının çocuklardır.”  Marc Bloch

Lübnanlı, Hristiyan-Arap kökenli bir ailenin üyesi olan ve iç savaş sonrası Fransa’ya giden Maalouf, bu kitabını kaleme alırken kimlik ve aidiyet kavramları çerçevesinde bir yol izlemiştir. Kitap dört bölümden oluşmaktadır. Her bölümde Maalouf kimlik probleminin etmenlerini, tarihsel gerçeklik zemininde tartışmıştır. Bahsettiği probleme tarihsel gerçekliği bulunan örnekler vermiştir. Öznel bakış açısıyla yazılan deneme, Maalouf’un kendi deneyimlerini de içermektedir. 

Kimliğim, aidiyetlerim” isimli ilk bölümde kimlik cüzdanının bizi tanımlamaya yetmeyeceğini, insanın bu kadar yüzeysel bir varlık olmadığını söyler. Maalouf insan klonlaması olsa bile, bu insanların hayata adım attığı anda, farklı kimlikler edineceğini söyler. Bu kimliklerimiz ise bizim içine doğduğumuz veya tercih ettiğimiz aidiyetlerle oluşur. Bu aidiyetler ister etnik köken ister bir sendika olsun. Yazar, kimliğin durağan olmadığını ve zaman içerisinde bizim deneyimlerimizle şekillenen aidiyetlerimizle onun da akışkan bir hale geldiğini dile getirir. Bir aidiyetin yaralanmasının, diğer aidiyetler arasında bir nevi hiyerarşi yaratacağını ve yaralanan aidiyetin ölümcül kimliğe dönüşüp aşırı uç eylemlere dışa yansıyacağına dikkat çeker. Günümüzde hala etkisini sürdüren milletleri, kökenleri, o kişilerden bağımsız aidiyetlerinin geçmişiyle yargılamanın, ırkçılığı ve fobileri beslediğini örneklerle açıklar. Bu aidiyetlere saldırıldıkça kişiler bunlara daha sıkı sarılır ve zamanla tek tanımlayıcısı bu aidiyeti olur. Bundan faydalanan kişiler elbette çıkacak ve günümüzde etkisini gösteren IŞİD gibi radikal oluşumların saldırgan eylemlerine zemin hazırlayacaktır.  Eğer biz-öteki ayrımı ortadan kalkar ve insanlar tüm aidiyetlerine aynı şekilde yaklaşırsa, herkes ortak bir aidiyet taşıdığı kişiyle diğer kişiler arasında köprü görevi görebilir. Buradan hareketle göçmenlere de bir pay verir, kabilesel kimlik kavramının en çok göçmenleri etkilediğini, kimlikleri arasında seçim yapmak zorunda bırakıldıklarını ve duygusal karmaşa yüzünden varış ülkesi ve vatanları arasında arafta kaldıklarından çoğu zaman seçim yapamayıp buhrana yol açtığını söyler.

Modernlik  öteki‘nden gelince”  isimli bölümde tarihselci bakış açısıyla Hristiyan ve Müslüman toplumların geçirdiği değişimlerin ve bu değişimler neticesinde “modern“, “öteki” gibi aldıkları etiketler yüzünden şimdi nerede olduklarını tartışır. Yine tarihten destek alarak, İslam inancı geçmişte bir arada yaşama pratikleri açısından başarılı bir profil çizerken, Hristiyan inancının farklılıklara tahammülsüz bir performans sergilemiş olduğunu ama buna karşın Hristiyan toplumu “modern” olarak isimlendirilirken, Müslüman toplumların neden “gerici, bağnaz” etiketleriyle anıldığının sebebini bulmaya çalışır. Dinin en belirleyici kimlik haline gelmesinin, toplumlardan bağımsız düşünülemeyeceğini, dinin toplumların yaşayışı ve eylemleriyle belirleneceğini söyler. Dinin sürekli değişim içinde olmasını, dinin kendinde değil, bu inanç sistemini yaşatan toplumlarla bağlantılı olduğunun altını çizer. Buradan hareketle de İslam dünyası toplumlarının modernleşmeye açık olmamasını dinin etkisinden ziyade toplumun yaşayışına bağlar. Batı toplumları modernleşmeye açık olduğundan din modernleşmiştir, din modernleştiği için toplum modernleşmez. Din, toplumun yapıtaşlarından biridir; toplum kendiyle birlikte ona da şekil verir. Modernleşme, Batı’da bile yabancı eller tarafından sergilendiğinde Truva atı olarak görülürken; daha içe kapalı İslam toplumlarında öcü olarak görülmesi kaçınılmazdır. 

Gezegensel kabileler zamanı” isimli üçüncü bölümde dinsel aidiyetlere neden bağlanıldığını, bunun vurgulanmasının nedenine iner. Dini; manevi bir kimlik, adeta sığınak olarak görüldüğünü, çöplüğe atılmak istenen inançların daha da güçlenip dikkat çektiğini gösteriyor. Yazar aşırı uç görüşlerle kendini bağdaştırmıyor. Fakat insanları bu yola götürenin, diğer bütün yolların kapanmış olması olduğunun altını çiziyor. Maalouf, küreselleşmenin kimlik ihtiyacını arttırdığını ve insanların maneviyata yöneldiklerini, dini bir sığınak haline getirmeleri ile onu tek aidiyetleri olarak gördüklerini söyler. Bu inançlar sınırları aştığı için gezegensel olarak isimlendirilirken, kimlik niteliklerinden dolayı ise kabile olarak kendine yer bulur. Dinsel aidiyetlerin aşılması gerektiğini söyler ama kesinlikle dinin kendinin aşılması gerektiğini söylemediğini belirtiyor. Dini kimliğin bildirimine gerek duyulmamasını arzuluyor.  Eğer arzuladığı gibi şekillenirse dinin yerine ne koyulacağını ise dünyalılaşma diye tanımladığı, insana özel bir aidiyet olarak üretilen kimlik ile olacağını söylüyor. Evrenselleşmenin belirleyicisinin insan hakları olduğuna inanan yazar tek tipliğe doğru uzansa bile tek insanlık olduğu gerekçesiyle evrenselliği haklı çıkarır.

Panteri evcilleştirmek” isimli son bölümde modernite üzerinden çıkarımlarına devam ederken, kimliği bize aktarabilmek için panter metaforunu dahil eder. Panterin kötü muameleye maruz kaldığında ve serbest bırakıldığında saldırdığını bu yüzden evcilleştirilmesi gerektiğini söyler. Ölümcül kimliklerin en problematik aidiyeti olarak gördüğü dine, dili de ekler. Dilin toplumsal ve bireysel yaşamın tüm noktalarına sirayet etmiş bir olgu olduğundan vazgeçilemez olduğunu vurgular. Dil eşitsizliğine yoğunlaşarak bunu İngiltere gibi evrensel boyutlara ulaşan bir dile sahip ülke ile İzlanda gibi yerel kalmış bir dile sahip ülkeyi karşılaştırır. Dil engeli ve eşitsizliğinin kalkması için çok dilli bir yol gösterir. Kimlik dili, İngilizce ve seçilmiş başka bir dile ihtiyaç olduğunu söyler. Dünyalılaşmanın da kendi içinde problem yarattığını başta moderniteye karşı bir direniş olduğu, dış güçlerin oyunu olarak tanımlandığından bahseder. Maalouf, kota sistemi gibi demokrasi vaat eden sistemin ayrımcılıkla sonuçlanmasını da eleştirir. Tüm bu olumsuz sonuç ve etkenlere rağmen yazar her birimizin kendi çeşitliliğini üstleneceği, kimliğin en üst aidiyet konumuna yükseltilmiş, dışlanma aracı olmadığı bir dünya umut etmekten vazgeçmiyor.

Sonuç olarak yazar geniş açıyla alınması gereken bir konu hakkında daha çok din üzerine yoğunlaşarak bakmıştır. Savunduğu kimlik ve aidiyet problemlerini yazarın profili sayesinde daha rahat görebiliyoruz. Fakat zaman zaman önerdiği çözüm yöntemleri yetersiz kalmıştır. Bölümler içerisindeki düzensizlik okumayı zorlaştırsa da örnekleri ve tarihsel bir düzlem üzerine oturması okumayı daha keyifli kılıyor. Çağımızın problemi olan karşımızdakini olduğu gibi kabul etmek, aidiyetlerimiz konusunda militanlaşmamak konusunda yazar kendini haklı çıkarıyor. Yazarın umudunu paylaşıyor ve ölümcül kimliklerin çağını geride bıraktığımız günleri özlemle bekliyorum. 

Sevil ÇELİK

 TUİÇ Göç Çalışmaları Stajyeri

TURKISH ORIGIN MIGRANTS AND THEIR DESCENDENTS – Hyphenated Identities in Transnational Space

Kitap incelemesi: Turkish Origin Migrants and Their Descendents – Hyphenated Identities in Transnational Space (Türkiye Kökenli Göçmenler ve Onların Çocukları – Ulusötesi Alanda Melez Kimlikler) Yazar: Ayhan Kaya

Kitap, 2017’deki referandum döneminde Ak Parti’nin yürüttüğü seçim kampanyası üzerinden Türkiye hükümeti ve Avrupalı devletler arasındaki gerilimden hareketle özellikle Avrupa Birliği’nde yaşayan Türkiye kökenli göçmenlerin kimliklerini ve eğilimlerini tekrar masaya yatırmamız gerektiği düşüncesinden yola çıkıyor(Kaya, 2018). Avrupa’da yaşayan Türkiye kökenli göçmenlerin politik kültür anlayışının Türkiye’ye mi yakın, yoksa Avrupa değerlerini benimsemiş ya da benimseyecek potansiyele sahip olup olmadığı uzun zamandır tartışılmakta ve referandum tartışmaları vesileyle yeniden gündeme gelmektedir(Kaya, 2018).  İstanbul Bilgi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümünden Prof. Dr. Ayhan Kaya, yazdığı bu kitapta, ana vatanları Türkiye ile oturdukları ülke arasında gidip gelen ve adeta bu döngüye sıkışmış Türkiye kökenli göçmenler tarafından oluşturulan ulus ötesi alanı birçok açıdan irdelemiştir(Kaya, 2018). Bu anlamda ulus ötesi alanı incelemek, göçmenlerin dünya görüşlerini ve yaşam tarzlarını anlamak için kullanışlı bir yol. Günümüzde özellikle popülizmin yükselişte olduğu ve kültür, ulus, din, vatandaşlık gibi kavramların yüceltildiği ülkelerde toplumsal sorunların arkasındaki sosyoekonomik gerçekliklerin giderek üzerinin örtüldüğü görülmektedir. Kitap, yerli nüfus ile göçmen nüfus arasındaki gerginliklerin çıkış noktasını temelde bu sosyoekonomik gerçekliklerin kimlik siyaseti etkisindeki popülist söyleme yenik düşmesine bağlıyor. Bu anlamda kitap, Samuel Huntington’ın “Medeniyetler Çatışması” tezinin önüne geçerek Türkiye kökenli göçmenleri antropolojik, politik ve sosyolojik açılardan çok katmanlı bir biçimde analiz etmeyi hedefliyor. Diğer bir deyişle, sadece kültürel yönüyle Türkiye kökenlilerin dinleri, gelenek-görenekleri köktenci bir bakış açısıyla değil, bu kişilerin değişen sosyal – ekonomik koşullar altındaki varlığını irdeliyor.

Yurtdışında sayıları 5 milyona varan Türk vatandaşının, önemli bir kısmının (yaklaşık 2 milyon) Almanya’da yaşaması sebebiyle Almanya’ya baktığımızda, buradaki birçok Türkiye kökenlinin zaman zaman kendilerini farklı kimliksel tanımlamalar altında bulduğu görülüyor (BBC Türkçe, 2019). Örneğin bütün bir Türkiye kökenliler nüfusu muhafazakâr Müslümanlar, gurbetçiler gibi tektipleştirici basit tanımlamalarla tek bir gruba indirgeniyor(Kaya, 2018). Ancak gerçekte o kişiler kendilerini tek bir gruba ait biçimde mi tanımlıyorlar ya da hissediyorlar? Aslına bakarsak, bugün Avrupa’da yaşayan birçok Türkiye kökenli kendini dindar, seküler, ateist ve daha başka birçok kimlikle ifade ederken, Türkiye gözünde sadece bir gurbetçi olarak tanımlanmak istemiyor(Kaya, 2018). Sosyoekonomik değişimlerle birlikte örneğin bu kişilerin de kendilerini dindar olarak ifade etme derecesi değişkenlik gösterebiliyor. Türkiye kökenli göçmenler arasında nesiller ilerledikçe eğitim durumu, alıcı ve gönderen ülkedeki yapısal değişimler vb. faktörlerin etkisiyle bu değişim daha görünür hale geliyor. Bu nedenle Avrupa’daki Türkiye kökenlileri toptan bir bakış açısıyla “Müslüman muhafazakârlar” olarak tanımlarken bu tür özcü yaklaşımlar karşısında dikkat edilmeli, kimliğin arkasındaki sosyal-ekonomik dinamikler iyi okunmalıdır. Bu anlamda kitapta da anlatıldığı gibi Türkiye kökenliler ve sonradan gelen Türkiye kökenlilerin (descendents) analizini birlikte yapmak değişen yapısal koşulların nesiller üzerine etkisini gösterirken kimliğin arkasındaki sosyal ve ekonomik dinamiklerin açığa çıkmasında yardımcı oluyor(Kaya, 2018).

Genel anlamda göçmenler yaşadıkları toplumun sosyal, politik, ekonomik ve kültürel gündemlerinin dışında tutularak yaşadıkları toplumdan bağımsız olarak değerlendirilir. Bu düşüncenin temelinde aslında göçmenlerin yaşadıkları ülkenin mensubu bireyler olarak değil, salt olarak kendi anavatan deneyimleriyle var olan “yabancılar” olarak algılanmaları vardır. Bu kişilerin göç edilen ülkenin toplumsal yapısı içerisinde ülkenin diğer vatandaşları gibi günlük işlerini sürdürmekte olduğu gerçeği unutulmaktadır(Kaya, 2018). Göçmenlerin kimliklerini statik, özcü ve oryantalist bakış açısıyla yorumlamanın küresel dünyada geçerliliğini yitirdiği bilinciyle, özellikle küreselleşmenin, iletişim ve ulaşım teknolojilerinin ivme kazanmasıyla birlikte göçmen kimliklerinde de akışkanlıklar / geçişkenlikler meydana geldiği görülmelidir(Kaya, 2018). Halbuki göçmenleri kendi ulus ötesi alanlarında değerlendirmek çok boyutlu bir bakış açısını da beraberinde getirecektir. Burada ulus ötesi alandan kasıt göçmenlerin ana yurdu, oturdukları ülke, oturdukları yerler ve küresel değişimler arasındaki ilişkilerden kaynaklı sosyal, ekonomik, politik ve hukuki alanlardaki inşadır(Kaya, 2018). Bu nedenle özcü bir bakış açısıyla yaklaşmama adına ve bu kimliklerin sürekli bir geçişkenlik içinde olduğu düşüncesiyle, Kaya “göçmen”, “Türk”, “Müslüman” gibi ifadeler kullanmak yerine “göçmen kökenli”, “Türkiye kökenli”, “Müslüman kökenli” ifadelerini kullanmayı tercih ediyor(Kaya, 2018). Bu sayede “kökenli” sözcüğünü ekleyerek kimliksel kategorileri homojen biçimde ifade edilmekten kurtarıyor. Kısacası, göçmen kökenlilerin küresel ekonomik, politik, sosyal değişimler karşısındaki aidiyetlerinin ve çevreyle kurdukları ilişkilerin kendilerini yeni koşullara adapte edebilmek için değişmek durumunda kalması beraberinde özcü yaklaşımın reddini getiriyor. Hatta öyle ki özellikle sonraki nesil göçmen kökenlilerin tek bir kimlik yerine çoklu kimlik tercihlerini de görüyoruz. Özetle, Türkiye kökenli göçmenler arasında kuşaklar arası farklılıklar göz önüne alınırken, kuşaklar içi farklılıklar da hesaba katılmalı ve genellemelerden uzak durulmalıdır.

Özellikle 1960’lı yıllarda Batı Avrupa’ya yapılan işçi göçlerinin ardından bu bölgelerde Türkiye kökenli göçmenlerin kendi yaşam alanlarını yarattıkları ve beraberlerinde birçok kültürel geleneği getirdiklerini görüyoruz. Ancak bu geleneklerin Türkiye’deki haliyle yaşanmasının aksine, Türkiye kökenli göçmenlerin bu kültürün üzerine yeni bir kültür inşa ederek onu yeniden ürettiğini görüyoruz. Örneğin Almanya’da bu gençler arasında uzun bir süredir popüler olan ve her iki kültürün izlerini görmenin mümkün olduğu Hip Hop kültürü bunun bir örneğidir(Kaya, 2018). Bugün Avrupa nüfusunun kayda değer bir kısmını oluşturan, eski tabiriyle gurbetçiler, yeni tabiriyle “Euro Türkler”, her ne kadar şartlar göçmen kökenlilerden yana olmasa da, hala bu kültür inşası sürecinin aktif özneleridir. Bu süreçte Batı Avrupa ve Türkiye arasında da politik bağlar güçlenmiş, Cem Özdemir gibi birçok Türkiye kökenli siyasetçi Almanya siyasetinde aktif roller üstlenmiştir. Bütün bu durumlar, Türkiye ve Almanya kültürlerinin birbirlerine zıt olduğu yönündeki görüşün küreselleşme ve hareketliliğin yükselişiyle zayıfladığını ve ulus ötesi alanın güç kazandığını gösteriyor(Kaya, 2018). Yapılan araştırmalara göre Almanya’daki Türkiye kökenli siyasetçilerin sayısı politik entegrasyonu, kültürel alandaki görünürlüğü kültürel entegrasyonu, artan yatırımlar ekonomik entegrasyonun göstergelerindendir(Kaya, 2018:14). Bu, Türkiye kökenlilerin uyum sağlayamadığı görüşünün kültürel köktenci bakış açısına dayandığını gösteriyor. Ancak ekonomik ve sosyal dinamikler hesaba katıldığında, Türkiye kökenlilerin Almanya’ya entegre olma yolunda hayli yol kat ettiği görülüyor.

Ulus ötesi alanın gücünün günümüz koşullarda aynı düzeyde kalmadığı anlaşılıyor. Avrupa’da güçlenen aşırı sağ ve İslamofobi ile birlikte birçok Türkiye kökenli göçmenin Batı Avrupa ile bağlarını koparıp Türkiye’ye dönmesi bugün dahi sıkça görülen bir durum. Türkiye’nin diaspora politikalarında her ne kadar iyileşmeler olsa dahi, bugün içinde olduğumuz koşullarda, artan milliyetçi hareketlerin etkisiyle göçmenlerin ulus ötesi vatandaşlık deneyimlerinin ağırlıklı olarak alıcı ülke toplumu tarafından şekillendiğini ve gönderen ülkenin rolünün azaldığını görüyoruz. Bu durum entegrasyon politikalarının karşılıklılık ve diyalog esasına dayanmaktan çıkıp tek taraflı ve daha asimilasyoncu bir yaklaşımın benimsenmesini tetikliyor.

Kitabın temel argümanlarından biri olarak ne yazık ki günümüzde Avrupa’da yerli topluluk ve göçmen topluluk arasında yaşanan gerginlikler İslamofobi, dinci köktencilik, popülizm, ırkçılık, ve aşırı sağ ile işaret edilebilir(Kaya, 2018:10). Kitabın ikinci bölümünde kimlik politikası ile neoliberalizm arasında kurulan bağa göre, endüstrisizleşmenin bir sonucu olarak alt sınıf göçmen kökenlilerin kendilerini dışarıdaki tehlikelerden korumak amacıyla ağırlıkla etnik ve dini kimliklerine yöneldikleri, içe kapandıkları görülüyor(Kaya, 2018). Bu yönüyle Türkiye kökenli göçmenlerin özellikle çok kültürlülüğe yönelik müdahalelerin son dönemde artışta olduğu Almanya, Fransa gibi ülkelerde etnik ve dini aidiyetleri üzerinden çeşitli sosyal gruplar oluşturduğu ve Arapça’da bu grupların toplumsal dayanışması anlamına gelen “asabiyyayı” güçlendirdiği görülüyor(Kaya, 2018:5). Kurumsallaşmış ırkçılık, işsizlik, eğitimsizlik, yoksulluk gibi faktörler nedeniyle kendini güvende hissetmeyen Türkiye kökenliler için bu gruplar aslında bir konfor alanı yaratarak ulus ötesi alanda sığınılacak bir liman niteliğinde oluyor(Kaya, 2018:19). Bu toplumsal dayanışma halinin ileri boyutlarda gettolaşmaya varan bir sürece yol açtığı ve bu durumun göçmen kökenli topluluk üzerinde olumsuz sonuçlar doğurabileceği unutulmamalı. Nitekim içe kapanma sorununu sadece göçmenlerin yaşadıkları ülkenin sorumluluğu olarak algılamak yerine, anavatan Türkiye’nin politikalarını da sorgulamak yerinde ve yapıcı olacaktır. Uzun bir dönem Batı Avrupa’daki Türkiye kökenli göçmenlere yönelik politikalarında enstrümantalist biçimde yaklaşan Türkiye’nin tutumu ancak son 10 yılda Türkiye için göçmenler anlayışından göçmenler için Türkiye anlayışına dönüşebilmiştir(Kaya, 2018:19). Bu durumda 2007 senesinde Yunus Emre Enstitüsü’nün, 2010 senesinde Yurtdışı Türkler ve Akraba Toplulukları Başkanlığının kurulmasının ve bu kurumların faaliyetlerinin önemli bir etkisi vardır. Diğer bir deyişle, Türkiye kökenli göçmenlerin diasporada kendilerini güvensiz hissetmeleri anavatan politikalarındaki gelişmeler ile bir düzey aşılabilmiştir. Ancak bugün, özellikle çok kültürlülüğe karşı artan tepkiler karşısında Batı Avrupa’da yaşayan Türkiye kökenlilerin kimliklerini rahatlıkla ifade edemediği ve kimliklerinden ötürü baskı altında hissettikleri görülüyor.

Yazar kitabında hem kalitatif, hem kantitatif metodları bir arada kullanıyor. Yazarın diğer çalışmalarındaki deneyimlerinden hareketle sosyal ve antropolojik gözlemleri de içeren kitap aynı zamanda Euro-Türkler üzerine yapılan göç çalışmaları, kimlik çalışmaları, etnik çalışmalar alanlarındaki ikincil literatürü de içeriyor(Kaya, 2018). Özellikle Almanya, Fransa, Belçika ve Hollanda gibi ülkelerde Euro Türkler, İslamofobi, yabancı düşmanlığı, entegrasyon üzerine kapsamlı araştırma deneyimleri olan Ayhan Kaya bu deneyimlerinden kitabında büyük ölçüde faydalanıyor.

 

ÖZDEN ÖZ

TUİÇ Göç Çalışmaları Stajyeri

 

 

 KAYNAKÇA

“Hangi Ülkede Kaç Türk Vatandaşı Yaşıyor?” BBC News Türkçe, BBC, 6 Feb. 2019, www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye-47134873

Kaya, A. (2018). Turkish Origin Migrants and Their Descendents – Hyphenated Identities in Transnational Space (A. Ichijo, Ed.) [ISBN 978-3-319-94995-6]. Cham, Switzerland: Palgrave Macmillan. doi:doi.org/10.1007/978-3-319-94995-6

LİBYA İÇ SAVAŞI RAPORU

Libya İç Savaşı ve Uluslararası Aktörler Raporu’nda, Libya iç savaşına siyasi ya da askeri manada müdahil olan ana aktörlerden Türkiye, ABD, AB, Rusya, Yunanistan, İsrail, Fransa, Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan ve Mısır gibi devletlerin yanı sıra, Tunus ve Cezayir gibi daha pasif bir konumda bulunan devletlerin de Libya’ya yönelik politikaları incelenmekte; ayrıca Libya krizinin enerji boyutu, Doğu Akdeniz’deki mevcut dengeleri değiştirerek uluslararası alanda büyük yankı uyandıran ve Libya meselesiyle de doğrudan bağlantılı olan Türkiye ile Libya arasında imzalanan mutabakat ve geçmişten bugüne Libya’daki siyasi ve toplumsal dinamikler ele alınmaktadır. Dolayısıyla, bu raporda Libya iç savaşı birçok açıdan incelenerek, meseleye yönelik bütüncül bir bakış açısı oluşturulması hedeflenmiştir.

Rapora ait dokümanı indirmek için aşağıdaki bağlantıya tıklayınız.

Uçurtma Avcısı Kitap İncelemesi

“Buradaki en bol şey, çocukluğunu yitirmiş çocuklar”

Uçurtma Avcısı; dünya üzerindeki temel değerleri, insanlar arası ilişkileri, hak mücadelesini, savaşı ve çocukları, şiddeti ve şiddet ile korkunun bir ülkeyi geçmişten geleceğe nasıl değiştirebileceğini iki kapak arasında anlatabilen bir insanlık monoloğudur. 

İronileri de bir motif gibi farklı kurgularla karşımıza çıkaran bu anlatı, değişen dünyayı ve değişen insanları gözlerimizin önüne seriyor. İroniyi öyle başarılı bir şekilde kullanıyor ki kitabın bir bölümünde okuduğunuz bir kurguyu, kitabın ilerleyen bölümlerinde insanlar arası ilişkileri ve insanların birbirlerine yapabildiklerini adeta bir kader kisvesi altında karşınıza çıkarıp size kitabın önceki bölümlerinden bir selam yolluyor. 

Yazar Khaled Hosseini’nin bu ironilerini ülkesi Afganistan’ın savaş öncesi ve savaş sonrası yaşamı bizlere anlatarak yaptığı bir kıyaslamayla da görebiliyoruz. Savaş öncesinde mutlu bir Afganistan içinde kendi içinde çatlakları olan bir Afganistan’a rastlıyoruz. Çocukların uçurtma yarışmaları yaptığı, çocukların çocuk olabildiği ve içinde bir yaşam olan Afganistan, herkes için bir yuva motifini gözler önüne sererken bu dönem içerisinde farklı etnik grupların, azınlıkların da haklarının ihlal edildiği ve o kişilerin ayrımcılığa maruz kaldığı bir toplum yapısının da mevcut olduğu anlaşılıyor. Nitekim kitapta Hazara ve Peştunlar arasındaki ırksal çatışmalara da sık sık yer veriliyor. Kitapta da Hazara ırkından olan ve kitabın ana kahramanlarından olan Hasan’ın yakın arkadaşı Emir ile birlikte bir sokakta onlarla kavga etmek isteyen yaşıtlarıyla denk geldiği bir bölümde; Hasan’ın Peştun ırkından olan Assef adlı bir Afgan çocuğuna “Ağa” demesi üzerine bir demeç veriliyor. Bu bölümde yazarın kendisi de azınlıkların toplum içerisinde sürüklendikleri konumu ve toplumsal sıralamadaki yerlerini hiçbir kanunda yazmasa dahi içselleştirdiklerini ve bu şekilde yaşadıklarını anlatıyor. 

Aynı şekilde yazar burada bir ironi daha yaparak Afgan halkı için tek bir kural olduğunu, onun da kuralsızlık olduğunu söylüyor. Kitabın ilerleyen bölümlerinde de Afgan halkının bu kuralsızlıklarının bir yansıması, hiçbir kanun ve hukukun hüküm sürmediği bir toplumda insan öldürmenin artık bir insanın iki dudağı arasından çıkacak bir söze bağlı olması şeklinde karşımıza çıkıyor.

Savaş sonrasında ise bu hayatların tamamen değiştiği bir Afganistan ile tüm dünya tanışmış oluyor. Bundan sonrasında şiddetin ve korkunun insanların içinde yaşam olan yuvalarından içinde yaşam aradıkları yuvalara olan yolculuğu anlatılıyor. Afganistan’da silah sesleri artıkça ülkeyi terk etmek zorunda kalan kişiler de artıyor. Kitabın belki de en dikkat çekici kısımlarından birisi de bu bölümde mültecilerin evlerini terk ettiği andan insan kaçakçılarıyla olan bağlantılarına ve farklı bir ülkede kültürlerini unutmadan kendi topluluklarında yaşayan bu insanların anlatıldığı kısım. Yazar bu bölümde mültecilerin yaşadıkları her soruna genel de olsa değiniyor ve bir insan hakları krizinin ülkede başlayan savaş ile ne boyutlara gelebileceğini gösteriyor. Örneğin, insan kaçakçılarının sözlerine umut bağlayarak her şeylerini bırakıp kaçan bu insanlar, insanlık dışı yöntemlerle ve hatta ölümlerle sonuçlanan upuzun bir yolculuğun ardından huzur bulabilecekleri ve yeniden yaşama tutunabilecekleri bir yer arıyorlar. Ailelerini, dostlarını, kültürlerini, evlerini, kısacası eski yaşamlarını geride bırakarak dünyanın farklı bölgelerine dağılan bu insanların hayatlarının ufak bir öyküsüne kitapta tanıklık ediyor olsak da tüm bunların gerçeğine tanıklık eden yüz binlerce Afgan mültecinin yaşadıklarına da bir ışık tutmuş oluyor Khaled Hosseini.

Ayrıca kitapta dikkat çekici olan bir kısım da mültecilerin terk ettikleri ülkelerine olan özlemlerinin hiç bitmemesi, ortak geçmişi paylaştığı insanlara duyulan özlem ve kendi gelenek ve kültürlerini her koşulda yaşatmak için çabalamaları. Bununla birlikte kitapta Afgan halkının Amerika’ya sığınan kesimine yer verildiği için Amerika’ya uyum süreçleri ve iki ülke arasındaki bazı sosyal ve kültürel farklılıklara da kitapta dikkat çekiliyor. Bir kısmı sığındıkları ülkelerde yeni bir yaşam kurarken diğerleri de bir gün yeniden eski bildikleri Afganistan’a dönme umuduyla yaşıyor. Ancak öyle görünüyor ki bu umudun yeniden yeşereceği Afganistan çok yakın bir gelecekte değil.

Zira şiddet, korku, terör ve Taliban kontrolündeki ülke gerçek dünyada da şeriatın cezalandırma yöntemlerinden biri olan recmetme gibi ya da etnik soykırım gibi duyduğumuz insan haklarına aykırı hikayelerle örülü bir kurguya da kitap içerisinde yer veriliyor. Böylece bütünsel bir açıdan hem Afganistan’daki güncel düzen okura yansıtılıyor hem de bir yandan Afgan mültecilerin sığındıkları ülkelerde yaşadıkları zorluklar ve hayata tutunma çabaları yansıtılıyor. 

Daha önce içinde yaşam olan Afganistan sokakları ise yaşam alan sokaklara dönüşüyor. İnsanlar bombalanma ve öldürülme korkusu nedeniyle evlerinden dışarıya çıkamıyor. Önceden mühendis, öğretmen, diplomat olan kişiler ya ülkelerinden kaçıp başka bir ülkeye sığınan bir sığınmacı ya da Kabil sokaklarında yaşayan bir dilenci olarak karşımıza çıkıyor. Temiz suya ve gıdaya erişim o kadar kısıtlı ki Afganistan kendine ait zengin topraklardan sürülmüş gibi. Çocuklar ise bombalanmış veya mermi deliklerinin olduğu sokaklara oyun oynamak için çıkmayı bırakalı çok olmuş. Çoğu ya yetimhanelerde açlıkla ve sevgisizlikle yaşamaya çalışıyor ya da çocuk satın almaya gelen Taliban’dan korkuyor. Çocuklar eğitilmiyor, çocuklar istismar ediliyor, öldürülüyor. Kadınlar içinse seslerini yükseltebilecekleri bir toplum düzeni sadece bir rüya. Afganistan üzerine toprak atılmış bir ülke artık.

Bu düzen ise kitapta çeşitli cümlelerle tasvir ediliyor:

Bombaların, makineli tüfeklerin sesiyle büyüyen Afgan çocukların kuşağı henüz doğmamıştı”, “Hiçbirimiz bir yaşam tarzının sona erdiğinin farkında değildik”, “Artık Kabil’de hiç kimseye güvenemezdiniz; (…) herkes birbirini satmaya hazırdı” , “ (…) refikler sınıflara kadar girmişti; çocuklara ana-babalarını ispiyonlamayı (…) öğretiyorlardı” , “Buradaki en bol şey, çocukluğunu yitirmiş çocuklar”…

Bunlar dışında özellikle Afgan kadınların sosyal konumlarına ve patriyarkanın mevcudiyetine de kitabın çeşitli yerlerinde değiniliyor. Koca olan eşin otoriter rejimiyle sürüp giden bir aile yapısı bu kitapta da yansıtılıyor ve kadının namusu, erkeğin şerefi üzerinden yaratılan bir toplumsal algının toplumsal cinsiyet eşitliğini benimseyememiş toplumlarda da varlığını sürdürdüğünü bir kez daha görüyoruz. 

Günümüz insan hakları kriterleriyle Afganistan’da yaşanılan bu ihlalleri değerlendirdiğimizde yaşam hakkı, kötü muamele ve işkence yasağı, kişi güvenliği ve özgürlüğü hakkı, mülkiyet hakkı, eğitim hakkı ve toplumsal cinsiyet eşitliğinin olmadığı bir toplumun zaman içerisinde nasıl yozlaşabildiğini ve yolunu kaybettiğini de görmüş oluyoruz.

Tüm bu sosyolojik yapıya rağmen kitap özünde aile, dostluk, güven ve sevgi gibi kavramları sentezleyen bir asıl kurguya da sahip. Böylece yazar; okura sadece bu sosyolojik bilgileri vermekle kalmıyor, aynı zamanda o ülkenin ve o ülkenin insanlarının psikolojisini de hissettirmeyi başarıyor. Bu şekilde de aslında mülteciliğin bir tercih olmadığı ve o kişilerin hayatları dışında başka bir seçme şansları olmadıklarını da betimlemiş oluyor.

Ayrıca Emir ve Hasan arasındaki dostluğa, Emir ve babası arasındaki ilişkiye değinilmesi de insanlığın temel değerlerine ilişkin olan bir kurgunun akıcı bir dil kullanılması suretiyle kitabın sıkılmadan okunmasını sağlıyor. 

Tüm bu özellikleriyle kitabın mülteci hakları, çocuk hakları ve kadın hakları başta olmak üzere insan hakları farkındalığı ve oluşturulan kurgu ile de okuyanların empati kurmasını sağlayan bir yapıta dönüştüğü söylenebilir.

Uçurtma Avcısı insan olmana izin verilmeyen bir dünyanın en insani mücadelesini ve hikayesini anlatan bir kitap olarak kütüphanelerimize ekleniyor.

Selin SEZER

TUİÇ Göç Çalışmaları Staj Programı

Sınır Güvenliği ve Hak İhlalleri Bağlamında Limon Ağacı Filmi

Filmler, bize yalnızca bir kurgu ve görsel şölen sunmaz. Aynı zamanda içlerinde toplumsal gerçekliği, siyasi ve sosyolojik unsurları da barındırırlar. Dolayısıyla filmlerin, gerçekliğin bir yansıması olduğunu söyleyebiliriz. Bu bağlamda, yönetmenliğini İsrailli yönetmen Eran Riklis’in üstlendiği, İsrail, Fransa ve Almanya ortak yapımı olan Limon Ağacı (Lemon Tree) filmi, on yıllardır hızını ve şiddetini kaybetmeden bugüne kadar devam eden İsrail-Filistin meselesinin gerçekliğini, limon ağaçları ve bir kadının bu ağaçlar için verdiği mücadele temasıyla ortaya koymaktadır.

Limon Ağacı, İsrail ile Batı Şeria arasındaki “yeşil hat” denen sınır bölgesinde, babasından miras kalan limon ağacı bahçesinde yaşayan Filistinli bir kadın olan Salma Zidane’nın, limon bahçesini korumak için İsrail Devleti ve İsrail Savunma Bakanı’na karşı verdiği hak mücadelesinin anlatıldığı bir öyküdür. Filmde ilk olarak, İsrail savunma bakanının korumalarının ve bakanlığa bağlı bir organ olan istihbarat servisinin, bakanın komşusu olan ve sınırın öteki tarafında bulunan limon bahçesinden gelebilecek terör saldırılarının, ulusal güvenliği tehdit edebileceğini ifade ettiklerini görmekteyiz. Bu muhtemel tehdite karşı ilk olarak kameralar, dikenli tel örgüler, sensörler, gözetleme kulesi gibi çeşitli önlemler alınmasına rağmen hala endişe duyulmaktadır. Bir müddet sonra, Salma Zidane’a İsrail Bölge Komutanlığı’ndan limon ağaçlarının tazminat ödeme koşuluyla kesileceğini bildiren bir mektup gelmiştir. Esasen, Filistin tarafındaki her şey İsrail tarafından tehdit olarak görülmektedir. Bu bir insan olabileceği gibi, bir limon ağacı da olabilmektedir. Sınır olgusunda öne çıkan duygular: güvensizlik, korku ve endişedir. Bu duygular, film boyunca yoğunluğunu yitirmeden hissettirilmektedir.

Salma, durumu ABD’de bulaşıkçılık yapan oğlu Nasır’a bildirmişse de oğlu, annesinin oldukça değer verdiği limon ağaçlarını umursamaz bir şekilde annesini ABD’ye çağırıp, burada daha iyi koşullarda yaşayacağını ifade ediyor. Bu noktada, sınırda ya da güvenliğin sağlanamadığı bölgelerde yaşayan, hayat standartları düşük insanların, dış göçe meyilli olduğu göze çarpmaktadır. Ardından Salma Zidane, kendisine gelen mektuba itiraz etmek üzere mektubu İsrail başkonsolosluğuna götürüyor ve uzun bekleyişin sonunda sorun önemsiz olarak nitelendiriliyor. Böylece, Salma buradan olumsuz sonuçla geri dönüyor. Limon ağaçlarının kesimine karşı verilecek tazminatı ise limon ağaçlarının manevi değerini ifade ederek reddediyor.

Filmin devamında Salma Zidane, uğramış olduğu haksızlığa karşı hukuk mücadelesi vermeye karar veriyor ve kendisine bir avukat tutuyor. Salma, avukata bu tür bir davaya daha önce bakıp bakmadığını sorduğunda ise verdiği cevap aslında İsrail’in Filistin toplumu üzerinde kurduğu baskıyı ve güvenlik sorununu ispat eder niteliktedir. Avukat Ziad Davut, İsrail ordusuna karşı tek başına mücadele eden kişilerin hiç çıkmadığını ve böylesi davaları bulmanın oldukça zor olduğunu ifade ediyor. Salma, karara itiraz maksadıyla askeri mahkemeye temyiz davası açmaya karar veriyor. Dava sahnesinde İsrail tarafı avukatının yaptığı savunmada, limon bahçesinin ülkeye yönelik yakın bir tehdit olduğunu ifade etmesi ise oldukça dikkat çekicidir. Aslında bu savunma bize, açıkça İsrail devleti tarafından sınır ötesinin bir düşman olarak nitelendirildiğini ve İsrail’in iki ülke halkı arasındaki sosyal mesafeyi derinleştirmeye yönelik tutumunu anlatmaktadır. Nihayetinde kamuoyuna limon bahçesi, ulusal güvenliği tehdit eden bir hedef olarak gösterilmiştir. Mahkeme, Salma’nın itirazını kabul etmeyerek limon ağaçlarının kökünden sökülmesine, sökülme tarihine kadar bahçenin tel örgülerle çevrilmesine ve Salma’nın bahçeye girişinin yasaklanmasına karar verir. Salma mücadelesinde kararlıdır ve avukatıyla beraber davayı bir üst mahkeme olan İsrail Yargıtay mahkemesine taşır. Ardından, mahkemenin aldığı kararların uygulaması olarak bahçe, dikenli tellerle çevrilir. Dikenli tellerin üzerindeki “Askeri Bölge”, ”Ölüm Tehlikesi” şeklindeki uyarı yazıları ise oldukça çarpıcıdır.

Sınırın öteki tarafı İsrail için potansiyel bir askeri tehdit ve ulusal güvenliği tehdit eden bir unsur olarak nitelendirilmektedir. Sınırın öteki tarafında, sadece birkaç limon ağacı olsa dahi durum değişmemektedir. Fakat, limon bahçesine ve Salma’ya karşı yapılan haksızlıklardan rahatsız olan, önemli ve beklenmedik bir kişi vardır. Bu kişi, savunma bakanının eşi Mira Nevon’dur.

İsrail tarafından sınır olgusu bağlamında uygulanan bu güvenlik(siz)leştirme politikası, Mira Nevon gibi bazı kişilerin zihninde karşılık bulamamaktadır. Yukarıda bahsedilenlerden de anlaşılacağı üzere, İsrail devletinde de kullanıldığı manasıyla güvenlik, -Kopenhag Okulu’nun önde gelen temsilcilerinden olan Weaver’ın belirttiği gibi- bir mesele yönetici elitler tarafından güvenlik sorunu olarak ilan edildiğinde bir güvenlik sorunu olmaktadır ve düzeni yönetenler bu güvenlikleştirme aracını kendi kişisel çıkarları için kullanabilmektedirler.[1]

Bahçe dikenli tellerle çevrildikten sonra Salma’nın kuruyan ağaçları sulamak için tellerin üstünden atlayıp bahçeye girdiği sahne, filmdeki en etkileyici sahnelerden biridir. Gözetleme kulesindeki asker bahçeye girmenin yasak olduğunu, durmasını söyleyerek Salma’ya silahını doğrultur. Fakat Salma, bahçeyi sulamaya devam eder. Daha sonra, İsrailli asker kadının yanına gelir ve bahçeden çıkmasını isteyerek Salma’nın ismini sorar, kendi ismini de söyledikten sonra Salma ile sohbet etmeye başlar. Bu sırada istihbarat görevlisi, askere kadının bahçeye girmesine neden izin verdiğini ve neden sınırı geçtiğini sorarak söz konusu güvenlik sorununu hatırlatır. Filmde bu sahne, güvenlikleştirme politikasının iki ülke halkları tarafından da karşılık bulmadığını, toplumlarda yönetici elitlerin eliyle yaratılmaya çalışılan düşmanlığın, halklarda karşılık bulmadığını göstermektedir.

Limon ağaçlarına dair kararın Yargıtay mahkemesine taşınması uluslararası basının da dikkatini çekmiştir. İsrail savunma bakanı, konuyla ilgili basın görevlilerine “İsrail’in varlığı tehdit altındayken limondan bahsediyorsunuz.” şeklinde açıklamalarda bulunmuştur. İsrail yönetici elitleri için İsrail sınırının “öteki” tarafı tehlikelidir, ulusal güvenliği tehdit etmektedir ve ne olursa olsun bu tehdit ortadan kaldırılmalıdır. Savunma Bakanı’nın açıklaması bağlamında şunu söyleyebiliriz: Ulus devletlerin yöneticileri geçmişten beri egemenliklerinin zarar görmemesi ve güçlenmesi için halklarına bir tehdit unsuru sunmaktadırlar. Bunun en belirgin örneği Soğuk Savaş döneminde yaşanmıştır. Söz konusu dönemde ABD, toplumuna ulusal tehdit olarak komünizmi, yani yegâne temsilcisi Sovyetler Birliği’ni gösterirken; Sovyetler Birliği ise ABD’nin vahşi kapitalizmini düşman olarak göstermiştir.

Son olarak, limon ağaçları uluslararası basında ve İsrail basınında gündem olmuş ve Salma Zidane’nın davası Filistin halkının direnişinin sembolü haline gelmiştir. Yargıtay’da görülen davanın sonucunda, Savunma Bakanı’nın güvenliğini tehlikeye atan limon ağaçlarının boylarının kısaltılmasına karar verilmiştir. Bu karar, İsrail’e karşı kazanılmış bir zafer olarak addedilmiştir. Filmin son sahnesinde ise tehdit olarak gördükleri Filistin’e karşı önlem almak amacıyla, sınıra İsrail devleti tarafından “duvar” örülmüştür.

Filme adını veren limon ağaçları, filmde mecazi bir nitelik taşımaktadır. Bilindiği gibi ağaçlar, sürekli büyüyen, kendini yenileyen canlılardır. Yani ağaçlar insanlar gibidir ve zarar gelmemesi, korunması gerekmektedir. Bu bağlamda, filmde ulusal güvenliği tehdit eden unsur olarak gösterilen limon ağaçlarına karşı verilmiş her hukuksuz ve acımasız karar, aslında Filistin halkına karşı verilmiş olmaktadır.

Yağmur AKYOL

TUİÇ Güvenlik ve Strateji Çalışmaları Staj Programı

Kaynakça:

[1] Judyth O. Waever, “Securitization and Desecuritization.” Ronnie Lipschutz (ed.). On Security [Elektronik versiyon] ,1995, New York: Columbia University Pres., www.ciaonet.org/book/lipschutz/ (Erişim Tarihi: 26 Temmuz 2020).

Montenegro – A Case Unexpected

0

The Montenegrin parliamentary elections in 2016 enabled the political alliance that advocated NATO membership to definitely get a full mandate to bring this matter to an end. That’s what happened. Montenegro became a member of NATO in 2017, but it also built an international case on the stories about the coup attempt in the 2016 elections and the attempt to stop NATO membership, although many questioned the credibility of that story and the evidence of the coup attempt.

The new mandate, however, also opened up new-old problems. In the first place, the regular use of the repressive apparatus in accordance with the needs of the ruling party. At the same time, the increase in violence and crime on the streets of Montenegrin cities and frequent attacks on journalists have become commonplace. The situation is further complicated by the fact that Montenegro is an unprecedented case in Europe – from the fall of the Berlin Wall until today, the government has not been replaced in democratic elections. The head of state, Milo Đukanović, a reformed communist, and his Democratic Party of Socialists hold all the power in their hands.

The opposition, on the other hand, has been in serious trouble for decades. With frequent mutual attacks and violations of the agreement on the boycott of the state parliament, the opposition began to lose strength, bearing in mind that in the 2016 elections, they almost overthrew Djukanovic.

In the meantime, in 2019, mass protests were organized as a reflex to the appearance of evidence of the institutionalization of crime and corruption at the top of the government. However, despite numerous tensions in the domestic political field, and especially in relation with Serbia, with which the joint state disintegrated in 2006, the current government has managed to carry out its full mandate to the end.

But in this small Balkan country, where there is a parliamentary system, it is never boring. In June this year, it was decided that the regular parliamentary elections would be held on August 30, although at that time the temperatures in Montenegro will be very high and summer is at its peak then. As a justification for that decision, it was said that the Kovid 19 pandemic is at the very end, so it is important to use that and organize elections in peace. It happened that the pandemic gained momentum, so now over 1,500 cases have been registered, which is a huge number in a country that officially has 625 thousand inhabitants.

Djukanovic, who is formally calling the elections, previously held consultations with representatives of parliamentary parties. Only representatives of the ruling coalition and the minority party responded to the call.

No opposition party has responded to the Montenegrin president’s invitation for consultations, as they believe the conditions for holding elections are worse than four years ago when the last parliamentary elections were held.

The opposition did not recognize the results of the 2016 elections. Considering that the atmosphere of fear on the election day four years ago significantly affected the regularity of the elections, the opposition first boycotted the work of the parliament, and later a part of the opposition returned to the parliament.

The key accusation of Djukanovic’s coalition against the opposition is that they are incompetent politicians, who work for the interests of some foreign countries, primarily Serbia and Russia. However, when questions about corruption, organized crime, and government abuses arise, Djukanovic’s coalition is not so loud, and they generally respond to numerous accusations with silence.

This year, another important detail happened. The American organization Freedom House declared Montenegro a hybrid regime, for the first time since 2003, emphasizing that the persecution of critics of the government is increasing, as well as that corruption is more and more pronounced.

In addition, the crisis of legitimacy of the political system is clearly reflected in numerous examples, especially when it comes to the status of municipalities in which Djukanovic’s opponents had a local government. In two of the five such municipalities, opposition councilors sided with Djukanovic under mysterious circumstances and gave the majority to his party.

Election conditions have hardly ever been worse. The situation in the voter list is such that the list hardly corresponds to the actual situation on the ground. Authorities do not hide the devastating economic situation, with a public debt of over 80% of GDP and the expected collapse of the summer tourist season.

In less than 60 days since the election, the government wants to use the existing funds for party employment and social benefits, as a form of blackmail for the most vulnerable segments of the population. If we also have in mind the fact that Kovid 19 virus returned with a growth trend higher than for the period March-April, and the decision of Montenegro to follow the EU Council and open borders for EU member states, it is clear that due to health and economic risks there are no conditions for fair elections.

Although there are growing indications that the vast majority of citizens want fundamental political change, it is also clear that they do not trust the existing actors or the conditions under which the elections will be held.

In such a situation, it is difficult to talk about a regular political environment. These elections will certainly bring new challenges, and Montenegro is at a turning point again.

Author: Marko Vesovic, Journalist from Podgorica

COVİD 19’U YEREL KAYNAKLARINDAN ÇALIŞMAK: DÜNYA SAĞLIK ÖRGÜTÜ

0

Tüm dünyayı kısa sürede etkisi altına alan, merkezi Çin’in Wuhan kentindeki virüs, ilk defa 31 Aralık 2019’da Çin Halk Cumhuriyeti tarafından Dünya Sağlık Örgütü’ne (DSÖ) bildirilmiştir.[1] 23 Ocak 2020’de Dünya Sağlık Örgütü ‘kaygıya gerek olmadığı ve Çin Halk Cumhuriyeti’nin durumu kontrol ettiği’ açıklamasını yapmıştır.[2] Bir hafta içerisinde dünyanın farklı noktalarında da virüsün ortaya çıkması ve Çin Halk Cumhuriyeti’nde artan vakalardan sonra 30 Ocak 2020’de DSÖ ‘Küresel Acil Durum’ ilan etmiştir.

Çin Halk Cumhuriyeti tarafından virüsün genom dizisinin DSÖ’ye gönderilmesi ve yapılan araştırmalar sonucunda virüsün DSÖ tarafından ‘COVID-19’ olarak adlandırılacağı bildirilmiştir. Virüsün ulaştığı her ülkeyi sarsan bu salgın sürecinde 11 Mart 2020’de DSÖ tarafından ‘küresel pandemi’ ilan edilmiştir. Dünyada katastrofik izler bırakmakta olan bu virüs, devletlerin sosyal, siyasal ve ekonomik krizlerle yüzleşme potansiyelini ortaya çıkarmıştır. Bu çalışma, Covid-19 pandemisini kontrol altına alma bağlamında DSÖ’nün yaptığı çalışmaları anlatmaktadır.

Ülkelere destek sağlamak ve pandeminin yayılım hızını yavaşlatmak için çalışmalara başlayan DSÖ ilk olarak 120 ülkeye laboratuvar malzemeleri ve 57 ülkeye kişisel koruyucu ekipman tedarik etmiş ve bununla birlikte Birleşmiş Milletler (BM) ile önemli işbirliklerine başlamıştır. Teknolojik bağlamda ilk olarak Whatsapp uygulaması, Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu (UNICEF) ve Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) işbirliğiyle pandemiyle küresel mücadeleyi desteklemek için kurulan Whatsapp Koronavirüs Bilgi Merkezi[3], iletişim için Whatsapp’ı kullanan sağlık çalışanları, eğitimciler, toplum liderleri ve yerel işletmelere rehberlik sağlamayı amaçlamaktayken, bir diğer işbirliği ise UNICEF’in ‘Dayanışma Müdahale Fonu’ aracılığıyla virüsün yayılmasını izlemek, eksikleri ve ihtiyaçları değerlendirmek, sahadaki sağlık çalışanlarına kişisel koruyucu ekipmanlar sağlamak, laboratuvar ve test araçlarının dünya genelinde mevcut olmasının sağlamak, toplumların ve sahadaki ekiplerin en güncel teknik kılavuzlar hakkında bilgi sahibi olmasını sağlamak gibi konularda Dünya Sağlık Örgütü’nü desteklenmesidir.

23 Nisan 2020’e gelindiğinde 83 yeni tip koronavirüs aşısının geliştirildiği ve bunların altısında insan üzerinde test yapılmaya başlandığı açıklamasını yapan DSÖ, 6 aşıdan 3’ünün Çin’de test edildiğini ifade etmiştir. Ancak tüm dünyada yıkıcı sonuçlara sebep olan pandemide devletlerin süreci iyi yönetememesi ve pandemi krizine yönelik doğru politikalar geliştirememeleri krizi derinleştirmiştir.

Buna rağmen, Dünya Sağlık Örgütü’nün Türkiye Sağlık Güvenliği Projesi Koordinatörü Shaikh açıklamasına göre Türkiye’nin Corona virüse karşı aldığı tedbirler ve izlediği politikalar ile dünyaya örnek olduğunu belirtmiştir.[4] Ocak ayından beri iyileşme oranlarında gelişme kaydedilmesine rağmen tamamen kontrol sağlanamamasıyla DSÖ tarafından koronavirüsün endemiye dönüşerek kalıcı olabileceği bildirilmiştir.

Pandemi ilk ilan edildiğinde virüsün merkez üssü Çin iken, ülkelerin geç önlem alması ve yanlış politikalar sonucu İtalya ve İspanya’daki artan vakalar ile merkez üssü Avrupa’ya taşınmış ve son olarak Güney Amerika’nın salgının yeni üssü olduğu açıklamaları yapılmıştır. Ghebreyesus, DSÖ’nün şeffaflık, hesap verebilirlik ve sürekli kendini geliştirme konusunda kararlı olduğunu vurgulayarak salgında kazanılan deneyimi ve alınan dersleri gözden geçirmek, ulusal ve küresel çapta salgına karşı hazırlık ve müdahalelerde önerilerde bulunmak adına, en uygun zamanda bağımsız bir inceleme başlatacağını bildirmiştir.[5]

Virüse karşı verilen mücadelede yoğun olarak çalışan DSÖ son olarak 37 ülke ile beraber 29 Mayıs tarihinde ‘Ortak Erişim Havuzu’ girişimi başlatmıştır. DSÖ Genel Direktörü bu girişim ile tedavi ve önleme araçlarına tüm insanlığın dayanışma içerisinde ortak olarak yararlanması sağlamayı amaçladığını belirtmiştir. Girişime Türkiye dahil Çin, Fransa, Almanya, Japonya ve ABD gibi G20 ülkeleri henüz katılım sağlamamıştır.[6]

Pandemi sürecini iyi yönetmek, salgını kontrol etmek ve devletlerin doğru politikalar geliştirmesini sağlamak amacıyla çalışmalar yapan DSÖ, bu konudaki araştırmalarını her geçen gün genişleterek dünya kamuoyuna bilgi akışı sağlamıştır. 8 aydır aşı ve ilaç tedavi yöntemlerinde gelişmeler kaydedilmiş ve dünya yeni normal sürecine adapte olmaya çalışmıştır. Henüz kesin tedavi yönteminin bulunamaması ve sınırların tekrar açılmasıyla ne yazık ki ikinci dalga ihtimali herkesi en çok korkutan bir olasılık durumundadır. Her ne kadar DSÖ süreci iyi yönetmek amacıyla çalışmalar başlatmışsa da Çin Halk Cumhuriyeti tarafından virüsün 31 Aralık 2019 tarihinde bildirilmiş olmasına rağmen DSÖ, durumun kontrol altında olduğu açıklamasını 23 Ocak 2020’de yapmış ve paniğe gerek olmadığını belirterek devletlerin önlem alma noktasında gecikmelerine sebep olmuştur. Bu gecikme ve ihmal sebebinin Çin Halk Cumhuriyeti’nin DSÖ’ye bilgi akışı sağlamaması ve bazı istatistikleri gizli tutmaya çalıştığı iddiaları da mevcuttur. Sebebi ne olursa olsun bugün, dünyada yüzbinlerce insan Covid-19 sebebiyle hayatını kaybetmektedir. DSÖ’nün, küresel acil durum ilanını geç yapması, devletin önlemleri geç almasına ve dolaylı olarak mevcut ölüm oranının yüksek olmasına yorulabilir. Bağışıklık çalışmaları son hız devam etse de ilaç sektöründeki rekabetin, aşının ulus devletlere ve bireylere nasıl ve ne şekilde ulaşabileceği de farklı bir konuyu oluşturmaktadır.

MERVE DEMİRDELEN

 

KAYNAKÇA

[1] DSÖ’nün, Canlı Hayvan Pazarlarında Hayvanlardan Kaynaklanan Patojenlerin İnsanlara Bulaşma Riskini Azaltmak İçin Önerileri. (n.d.). Retrieved July 28, 2020, from https://www.seyahatsagligi.gov.tr/Site/HaberDetayi/2231

[2] Ntv. (2020, January 23). Dünya Sağlık Örgütü: Corona virüsle ilgili acil durum ilan etmek için erken. Retrieved July 28, 2020, from https://www.ntv.com.tr/saglik/dunya-saglik-orgutu-corona-virusle-ilgili-acil-durum-ilan-etmek-icin-erken,JjtxphTyNEm25zOPz2PeSg

[3] COVID-19: WHO, UNICEF ve UNDP ile WhatsApp işbirliğiyle, dünyada milyarlarca insana gerçek zamanlı sağlık bilgileri ulaştırılacak | Türkiye’de Birleşmiş Milletler. (n.d.). Retrieved July 28, 2020, from https://turkey.un.org/tr/38756-covid-19-who-unicef-ve-undp-ile-whatsapp-isbirligiyle-dunyada-milyarlarca-insana-gercek

[4] Milliyet.com.tr. (2020, May 03). DSÖ’den flaş Türkiye açıklaması! Dünyaya örnek. Retrieved July 28, 2020, from https://www.milliyet.com.tr/gundem/dsoden-flas-turkiye-aciklamasi-dunyaya-ornek-6204192

[5] Dünya Sağlık Örgütü Genel Direktörü Ghebreyesus’tan Kovid-19 için ‘bağımsız inceleme’ sözü. (n.d.). Retrieved July 28, 2020, from https://www.aa.com.tr/tr/dunya/dunya-saglik-orgutu-genel-direktoru-ghebreyesustan-kovid-19-icin-bagimsiz-inceleme-sozu/1845196

[6] DSÖ ve 37 ülke Kovid-19’a karşı mücadelede ‘ortak erişim havuzu’ girişimi başlattı. (n.d.). Retrieved July 28, 2020, from https://www.aa.com.tr/tr/dunya/dso-ve-37-ulke-kovid-19a-karsi-mucadelede-ortak-erisim-havuzu-girisimi-baslatti/1858399

Küreselleşme Sürecinde Güvenliği Yeniden Düşünmek

Bilal Karabulut tarafından kaleme alınan eser, güvenlik olgusunun, Soğuk Savaş sonrasında küreselleşme sürecinin ivme kazanmasıyla beraber geleneksel anlamından uzaklaştığı ve bu nedenle yeni güvenlik anlayışı çerçevesinde analiz edilmesi gerektiği savı etrafında şekillenmektedir.Yazar, savını gerekçelendirmek için geleneksel tehditlere yönelik mücadele yöntemlerinin, küreselleşme süreciyle birlikte yetersiz kaldığı ve bu nedenle yeni güvenlik tanımlamasına ek olarak, yeni mücadele araçlarının da devreye sokulması gerekliliğini öne sürmektedir. 

Savı ve gerekçelendirmesi sonucunda yazar, çalışmasını üç ana bölüme ayırmaktadır. Çalışmanın ilk bölümünde güvenlik olgusunun tarihsel ve tanımsal kısmı ele alınmaktadır. Yazar, geleneksel ve yeni güvenlik anlayışını uluslararası ilişkiler teorileri çerçevesinde ele alıp idealizm, realizm ve neo-realizm gibi geleneksel akımların yanında eleştirel, yapılandırmacı, post-modern ve feminist teorilere de yer vermektedir. 

Çalışmanın ikinci bölümünde, ‘güvenlik‘ kavramının değişmesi ve dönüşmesinin sebebi olarak görülen ‘küreselleşme‘ kavramının, tanımı ve tarihsel süreci ele alınmaktadır. Ardından yazar, bölümle ilişkili olarak, küreselleşme sürecinde ortaya çıkan yeni tehditlere ve yeni güvenlik alanlarına değinerek, açıklamalarıyla bizleri geleneksel güvenlik anlayışını yeniden düşündürmeye davet etmektedir. 

Çalışmanın son bölümünde ise eleştirel bir bakış ile yeni güvenlik anlayışı ele alınmaktadır. Yazar, ilk iki bölümde ele aldığı eski ve yeni güvenlik anlayışını bu bölümde karşılaştırarak okuyucuya sunmakta ve bölüm kapsamında ve çalışmanın amacı doğrultusunda, küreselleşmenin güvenlik alanında yaptığı değişimlerin somut yansımaları olarak gördüğü devlet ve uluslararası örgütlere yer vermektedir. Verdiği örneklerde yazar, BM ve ABD örneklerini seçerek okuyucuya, savını kanıtlama ve gerekçelerini somutlaştırarak sunma niyetinde olduğunu göstermektedir. 

Yazar, eserde geleneksel güvenlikten yeni güvenliğe geçiş sürecine ve küreselleşmeyle ortaya çıkan yeni güvenlik tanımı ihtiyacına yer vererek, güvenliğin değişen boyutlarına dikkat çekmektedir.İlk bölümde yazar, geleneksel güvenlikten yeni güvenliğe geçiş süreci ile küreselleşmenin ortaya çıkardığı güvensiz uluslararası toplumun, neden güvenliği yeniden düşünmeye çalıştığını göstermek için zemin oluşturmaktadır. Ardından yeni güvenlik-küreselleşme ilişkisi ele alınarak çalışmanın hipotezine ulaşılmak amaçlanmıştır. 

Eserin literatüre katkısı, kitabın ikinci bölümünde ön plana çıkarılmaktadır. “Küreselleşme ile güvenlik arasındaki ilişkileri ele alan çalışmalar sosyal bilimlerin diğer temel kavramlarına göre yeterli düzeyde değildir. Örneğin küreselleşme sürecinin ekonomi ile ilişkisi, küreselleşmenin güvenlikle ilişkisine nazaran daha fazla ilgi duyulmuş bir konudur. Benzer şekilde küreselleşme sürecinin politik ve kültürel alanlarla olan etkileşimi konusunda daha fazla çalışma yapıldığı görülmektedir.” Karabulut’un eserde yer verdiği bu ifadeden de anlaşılacağı üzere, bu eserle literatürdeki güvenlik-küreselleşme ilişkisi eksikliğinin giderilmesi amaçlamaktadır. 

Son olarak, eserin genel özetine geçmeden önce, yazarın kullandığı üslup ve örneklemeler üzerinde durmak yerinde olacaktır.Eserde kullanılan örnekler, konunun daha iyi anlaşılır olmasına ve özümsenmesine yardımcı olacak niteliktedir. Ek olarak, kitabın dili açık, sade ve anlaşılırdır. Kullanılan ifadeler, her okuyucunun kolayca anlayacağı bir şekilde sunulmuştur. 

Statik bir kavram olması ve nereden, hangi koşullarda bakıldığına bağlı olarak değişen ve ortak bir tanımı yapılamayan güvenlik kavramı, genel olarak, tehditlerden, korkulardan ve tehlikelerden uzak olma durumu olarak ifade edilmektedir. Bu açıdan bir aktörün güvende olabilmesi için, bir tehdidin olmaması ve bir tehdit varsa bile bunu savurma kapasitesine sahip olması gerekmektedir. Güvenlik, fiili/görünür bir tehdidin olmaması ya da aktörlerin kendilerini güvende hissetmeleri, tehdit algılamamaları açısından ikili bir özellik göstermektedir.

Güvenlik kavramı, genel olarak tehdit, caydırıcılık, şiddet, çatışma, savunma ve emniyet gibi temel kavramları bünyesinde barındırmaktadır. Diğer yandan güvenlik, genel olarak tehditler etrafında şekillenmekte ve tanımlanmaktadır. Bu nedenle tehditlerin değişmesi ya da çeşitlenmesi, güvenlik kavramının yalnızca tanımını değil, kapsamını da değiştirmektedir. 

Güvenlik kavramının tarihsel gelişimine bakıldığında, ilk insana değin bir tarihi olduğu görülmektedir. Bu tarihsel gelişim, genel olarak tarihteki önemli kırılma noktaları etrafında ele alınmaktadır. Bu önemli kırılma noktaları ise; savaş teknolojisindeki gelişmeler, dini nitelikli savaşların yaşanması (Haçlı Savaşları ve günümüzde varlığını sürdüren radikal örgütler gibi), Batı dünyasının yükselişe geçmesi, milliyetçilik ve ideolojilerin ortaya çıkması ve silahlanma yarışı gibi gelişmelerdir. 

Güvenlik çalışmalarının tarihsel gelişimine bakıldığında ise özerk bir alan olarak I. Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıktığı ve genellikle askeri çevreler tarafından ele alındığı görülmektedir. II. Dünya Savaşı sonrası, bu durum değişmiş ve çalışmalar sivilleşmiştir. Ancak 1960-1980 arası yılları kapsayan yumuşama dönemi, güvenlik çalışmalarının yavaşlamasına ve ilginin ekonomi politiğe kaymasına yol açmıştır. Son olarak, yumuşama döneminin sona ermesiyle ilgi yeniden canlanmış ve güvenlik, akademik yazılarda da kendini göstermeye başlamıştır. 

Güvenliğe olan ilginin artması, uluslararası ilişkiler teorilerinin de bu kavrama çalışmalarında yer vermesine zemin oluşturmuştur. Böylece, uluslararası ilişkiler alanında güvenlikle ilgili tartışmalarda, geleneksel güvenlik savunucuları ve yeni güvenlik savunucuları olmak üzere iki taraf oluşmuştur. 

Geleneksel güvenlik anlayışının temelinde “Westfalya Barışı” yatmaktadır. Bu anlayışta, güvenlik denilince akla devlet gelmekte ve devletin güvenliği öncelikli olmaktadır. Ayrıca savaş, barış ve güç etrafında şekillenmiştir. Geleneksel güvenlik, devleti öncelediği gibi askeri gücü ve güvenliği de öncelemektedir. Bu anlayışta, aslolan devlet güvenliğidir ve devlet yöneticisi bunu sağlamak için her yolu deneyebilir ve her politikayı uygulayabilir. 

1970’lerden itibaren geleneksel güvenlik anlayışına yönelik eleştiriler baş göstermiştir. Bu kavramın yeniden düşünülmesine sebep olan iki etken bulunmaktadır. Bu etkenlerden ilki, Soğuk Savaş’ın sona ermesidir. İkinci etken ise küreselleşmenin, uluslararası ilişkilerin hemen her alanını etkisi altına almasıdır. Bu etkenler etrafında düşünülmeye başlanan yeni güvenlik anlayışı, geleneksel güvenliğin bazı argümanlarını eleştirmektedir. Örneğin; geleneksel güvenlik anlayışı, askeri güvenliğe ve devlet güvenliğine önem vermeleri nedeniyle eleştirilmiştir. Bunun aksini savunan yeni güvenlik anlayışı, askeri alan dışındaki ekonomik, toplumsal vs. alanların da güvenliğe dahil olması gerektiğine ve devletlerin değil, asıl önemli olanın birey güvenliği olduğuna dikkat çekmiştir. Özellikle, Soğuk Savaşın sona ermesinin ardından, etnik çatışmalar, kimlik sorunları, çevre, salgın hastalıklar gibi birçok alan yeni güvenlik çalışmalarında yerini almıştır.

Ekonomiden siyasete, teknolojiden kültüre hemen hemen her alanda yaşanan değişimleri açıklamak için kullanılan, kimi zaman dünyayı daha yaşanılabilir bir hale getiren, kimi zamanda emperyalizmin şekil değiştirmiş hali olarak görülen küreselleşme, etkisini güvenlik alanında da göstermiştir. Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve küreselleşme sürecinin ivme kazanmasıyla beraber, donmuş çatışmalar ya da tehditler gün yüzüne çıkarken, yalnızca askeri alanla kısıtlı kalmayan yeni tehditler de  görünür hale gelmiştir. Bahsedilen iki etken, birbirini tetikleyerek ve etkileyerek güvenlik alanında yeni bir bakışın doğmasına yol açmıştır. Öyle ki uluslararası arenadaki sorunları çözmede, geleneksel güvenlik politikaları yetersiz kalmaya başlamış ve yeni tehditlerle mücadele edebilmek için yeni güvenlik tanımı, politikası ve araçlarına ihtiyaç duyulmuştur.

Tarihteki kırılma noktaları ve önemli gelişmeler neticesinde ortaya çıkan yeni güvenlik anlayışı, birey güvenliği, ekonomik güvenlik, çevre güvenliği, sağlık güvenliği, enerji güvenliği, yasa dışı göç, silahlanma gibi birçok alanı bünyesine dahil etmiş ve giderek genişlemiştir. Diğer yandan, yaşanacak yeni gelişmelerin güvenlik kavramını değiştirmeye devam edeceği, hem kavramın statik olmayan doğasından hem de tehditlerin çeşitlenme olasılığından kaynaklanmaktadır.

Küreselleşme sürecinde yaşanan değişimler güvenliğin genişlemesi ve derinleşmesini zorunlu bir hale soksa da bu durum, yeni güvenlik anlayışının eksiksiz ve kusursuz olduğu anlamına gelmemektedir. Yeni güvenlik anlayışı da çeşitli yönlerden eleştirilmiştir. İlk olarak, yeni güvenlik anlayışını savunan kimi yazarlar geleneksel güvenlik anlayışını yok saydıkları için eleştirilmiştir. Günümüzde devletin, güvenliği temin eden en önemli aktör olma konumunun devam etmesi ve askeri tehditlerin günümüzde de var olması, geleneksel güvenlik anlayışının ortadan kalmadığını, bu nedenle yok sayılamayacağını göstermektedir. Bu açıdan bakıldığında, geleneksel güvenlik anlayışının yerine yeni güvenlik anlayışı ikame edilmemiş, aslında her iki güvenlik anlayışı birbirini tamamlamıştır. İkinci olarak, hemen hemen her şeyin güvenlik alanına dahil edilmesinin kavramı genişletmediği, bilimsellikten uzaklaştırdığı savunulmaktadır. Öyle ki kimi zaman yeni güvenlik tehdidi olarak görülen şeyler, aslında yalnızca birer sorundur. Üçüncü olarak, yeni güvenlik anlayışını savunan yazarlar, güvenliği diğer tüm kavramların üzerinde görmekle eleştirilmişlerdir. Son olarak, yeni güvenlik anlayışının savunucuları, yalnızca bilim insanları değil politikacılar, askerler, gazeteciler olduğu için, bu grup kimi zaman kavramı, kurumların veya devletlerin menfaatleri doğrultusunda kullanmaktadır. Ayrıca yeni tehditlerle mücadele yöntemleri ya da tanımlanan yeni tehditlerin hemen hemen hepsi Batı, özellikle de Amerikan bakış açısına göre şekillendirilmektedir. 

“Küreselleşme ile güvenlik arasındaki ilişkileri ele alan çalışmalar sosyal bilimlerin diğer temel kavramlarına göre yeterli düzeyde değildir. Örneğin küreselleşme sürecinin ekonomi ile ilişkisi, küreselleşmenin güvenlikle ilişkisine nazaran daha fazla ilgi duyulmuş bir konudur. Benzer şekilde küreselleşme sürecinin politik ve kültürel alanlarla olan etkileşimi konusunda daha fazla çalışma yapıldığı görülmektedir.”

Yukarıda ele alınan geleneksel güvenlik ve yeni güvenlik anlayışları karşılaştırmalı olarak analiz edildiğinde, birtakım farklılıklar ortaya çıkmaktadır. Bu farklılıklar: geleneksel güvenlik anlayışı askeri tehditlere ve ulusal güce odaklanırken; yeni güvenlik anlayışı ise askeri tehditler dışında da tehditlerin ele alınması gerektiği üzerinde durmaktadır. Geleneksel anlayışa göre tehditler, genellikle diğer devletlerden gelirken; yeni anlayışa göre devletlere yönelik başlıca tehditler, diğer devletlerden ziyade gerilla ya da terörist gruplar gibi oluşumlardan  gelmektedir. Geleneksel güvenlik savunucuları dış tehditlere odaklanırken; yeni güvenliği savunanlar ise dış tehditlerden ziyade iç tehditlerin belirleyici olduğunu varsaymaktadır. Eski dönemde tehditler kolaylıkla tanımlanabilirken, yeni güvenlik anlayışına göre yeni dönemde tehditlerin tanımlanması, algılanması, nereden geldiğinin saptanması zordur. Çünkü tehditler, çok yönlü ve yoğun bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Geleneksel anlayış, tehditlerin genellikle askeri yapıda olmasından dolayı mücadele araçlarının da askeri temelli olmasını savunurken; yeni güvenlik anlayışı, tehditler çoğaldığı ve çeşitlendiği için yalnızca askeri önlemlerin yetersiz kalacağını savunmaktadır. 

Yeni güvenlik anlayışı, sadece akademik alanı değil, devletler ve uluslararası örgütleri de etkisi altına almaya başlamış ve BM, NATO, AGİT ve AB gibi örgütler yeni anlayış çerçevesinde politikalar, stratejiler belirlemiştir. Diğer yandan devletler özelinde, yeni güvenlik anlayışının etkisinin analiz edilebilmesi için ABD’nin değişen güvenlik anlayışına bakılabilir. Esasen, ABD’nin güvenlik anlayışında değişim ve dönüşümün nedenleri şu başlıklar altında toplanmaktadır; Soğuk Savaş sonrası yeni bir uluslararası yapının ortaya çıkması, küreselleşme sonrası yeni tehditlerin ortaya çıkması, 11 Eylül saldırıları, ABD’nin iç yapısındaki değişiklikler ve güvenlik çalışmalarının etkisi. ABD’nin tarihsel süreçte yaşadığı deneyimlere bakıldığında, kendi güvenliğine yönelik tehditleri yine kendisinin oluşturduğu görülmektedir.vÖrneğin, ABD’nin Soğuk Savaş dönemindeki en büyük tehdidini (Sosyalizm), oluşturduğu algı sebebiyle kendisi meydana getirmiştir. Diğer bir örnek olarak, Irak ve Afganistan’da görüldüğü üzere, ABD bu ülkelere önce askeri, ekonomik ve politik destekler sağlamış, ancak bu ülkelerin istediği çizgiden çıkması üzerine tehdit kategorisine sokmuştur. Ek olarak, terörizmin en büyük tehdit olarak meydana gelmesinin sebebi de ABD’nin geçmiş dönemlerde bu örgütlere verdiği destektir. 

Ülkelerin kendi sorunlarını ortadan kaldırmak için ortaya attıkları çözümler, bir süre sonra küresel bir tehdit olarak ortaya çıkmaktadır. Önümüzdeki yıllarda bu tehditlerin artması beklenmektedir. Özetle, tehditlerin çeşitlenmesi, geleneksel açıdan bakılan güvenliğin yeni bir boyut kazanmasına yol açarak devletler ve uluslararası örgütleri tek başlarına tehditlerle mücadele edemez bir hale getirmiştir. 

Yazar, eserin sonuç bölümünde küreselleşme sürecinde güvenliğin yeniden düşünülmesi konusunda atılacak adımları ve önerileri okuyucuya sunmaktadır. Bu adımlar: kavramın tanımının yapılması, devlet merkezli ve askeri tehdit odaklı geleneksel bakış açısının terk edilmesi, tehditler arası hiyerarşinin düşünülmesi, güvenlik ve diğer disiplinler arası etkileşimin sağlanması ve kavramsal açıdan bilimsel çerçevesinin çizilmesidir. Son olarak, küreselleşme sürecinin ortaya çıkardığı imkanlar, ayrıştırıcı ya da ötekileştirici olarak kullanılmamalı, bunun yerine daha barışçıl bir dünya fikri üzerinde durulmalıdır.

Esere genel olarak bakıldığında, giriş kısmında sunulan hipotezin, başarıyla savunulduğu görülmektedir.Yazar, kitaba adını da veren “küreselleşmeyi yeniden düşünmek” temasını okuyucuya, kitabın genel özetinde de bahsedilen argümanlarla beraber verebilmesi başarmıştır.Genel manada eser, “güvenlik nedir” , “geleneksel ve yeni güvenlik anlayışı nedir ve hangi argümanları savunmaktır” , “küreselleşme ile güvenlik arasındaki ilgi nedir” soruları üzerine yoğunlaşarak, güvenliğin temelleri ve günümüzde ne şekilde karşımıza çıktığını anlamak açısından hazırlanmış ve okuyucuyla buluşturulmuştur.

Melike ATLIĞ 

TUİÇ Güvenlik ve Strateji Çalışmaları Staj Programı