Home Blog Page 98

WHY THE UK VOTED FOR BREXIT: DAVID CAMERON’S GREAT MISCALCULATION

ÖZET

Bu analizde Britanya’nın 2016 AB Referandumu’na giden süreç, sürece etki eden gelişmeler, süreçte rol oynayan siyasi aktörler, sürecin sonuçları ve dönemin Muhafazakâr Partisi lideri Başbakan David Cameron’ın politikaları incelenmiştir. Andrew Glencross tarafından yazılan “Why the UK Voted For Brexit: David Cameron’s Great Miscalculation” kitabında aktarılan ve Britanya halkının da tavrını ortaya koyan bu sürecin, yazar gözünden okuyucu ile nasıl  buluşturulduğu, eksik yönleri, artı yönleri ve yöntemleri ortaya konulmuştur. Ayrıca, süreç boyunca Birleşik Krallık ve Avrupa Birliği arasında yaşanan reform ve düzenleme sorunları tartışılmıştır. Önceki dönemlerde atlatılan siyasal süreçlerin de etkisinin kaleme alındığı kitabın sadece referandum sürecine odaklanması bakımından bilgilendirici ve alanında özel bir kitap olduğu vurgulanmıştır.

 

GİRİŞ

Andrew Glencross. (2016). Why the UK Voted For Brexit: David Cameron’s Great Miscalculation. Londra: Macmillan Yayınları. 98 sayfa, ISBN: 1137590009.

Birmingham Aston Üniversitesi öğretim üyesi olan yazar Andrew Glencross, bu kitabında 23 Haziran 2016 tarihinde Britanya’da gerçekleştirilen ve Avrupa Birliği’nde kalıp kalmama üzerine oylama yapılan 2016 Britanya Referandumu’nu incelemiştir. Yazar, Britanya halkının neden AB’den ayrılma veya kalma referandumuna gittiği sorusu üzerine yoğunlaşmıştır. Yazar soruyu ele alırken, iç siyaseti yoğun bir şekilde kullanmış ve birçok örnekle verdiği argümanları desteklemiştir. David Cameron’un yanlış hesaplaması ile söze başlayan yazar, öncelikle referandum kararının yanlış olduğuna güçlü bir şekilde vurgu yapmış ardından da bu kararın neden yanlış olduğunu ve ne gibi sonuçlar doğurduğunu ortaya koymuştur. Referandum kararı ile 2016’ya kadar olan süreci detaylı bir şekilde anlatan yazar, buna ek olarak sade ve anlaşılır bir dil kullanmıştır. Süreç anlatımı konusunda problematik bir anlatım dili tercih edilmiştir. Kronolojik sıra ile ilerlememiş ve sorun odaklı bir şekilde anlatılmıştır. Yazarın eksiğini belirtmek gerekirse; birkaç önemli husus üzerine eğilirken; tarım sübvansiyonları gibi önemli konular üzerinde fazla durmamıştır. Ancak yazar sorunlar hakkında verdiği bilgi ve kullandığı üslup ile okuyucunun ilgisini rahatça çekebilmektedir.

 

DEĞERLENDİRME

Kitap, öncelikli olarak Britanya’daki liderlerin ve halkın tutumunu ortaya koymakla başlamıştır. Britanya halkının pragmatik ve faydacı bir toplum olduğunu belirten yazar, halkın neden oy verdiği sorusuna yanıt ararken; sorunun en köküne inmeyi tercih etmiştir. Yazarın bu tutumu ise kitap içeriği ile başlığı uyumlu kılmaktadır. Olay incelemesi yöntemiyle tek tek incelenen sorunlarla birlikte yazar, tarihsel bir bakış açısı sunmaktan daha çok sorunlara çözüm getiren bir bakış açısıyla kitabı kaleme almıştır. Hem eski tarihsel olaylardan örnek verip hem bunu günümüzdeki yansıması veya etkisine odaklaması ise kitabı kendi alanında farklı bir yere koymaktadır. Britanya halkının da bakış açısının yer aldığı kitapta daha çok olay akışının Cameron ve onun yaptığı eylemler -çoğunlukla hatalar- üzerinden ilerlediğini görmekteyiz. Buna ek olarak eksikliklerden biri olarak, Cameron dönemi üzerinde fazlaca durmaktan kaynaklanan eski dönemlere daha az odaklanma sorunu da sayılabilmektedir. Ana sorun Britanya’nın çıkma yönünde karar almasıyken yazar, bu meselenin kökenlerini anlatmakla beraber Cameron döneminde alınan referandum kararına yoğunlaşmıştır. Diğer yandan Cameron ‘un özellikle 2013-2016 arasında yaşadığı süreç, büyük bir titizlikle ve detaylı bir biçimde okuyucuya aktarılmıştır. Zaman zaman 2016 referandumunun daha iyi kavranabilmesi için 1975 ve 2016 referandumlarının karşılaştırıldığı görülmüştür. Birliğe girildikten 2 yıl sonra yapılan referandum ile 2016 referandumu arasındaki farkları göz önüne sermek, yazarın istediklerini daha güçlü bir şekilde anlatabilmesine fırsat tanımıştır. Aradaki en büyük fark ise; Harold Wilson döneminde 1975’te yapılan referandumda yüzde 65 ile AB’de kalma yönünde bir karar çıkarken, Cameron dönemindeki 2016 referandumunda ise yüzde 52 ile ayrılma yönünde bir karar çıkmıştır.

Eserin içine girdiğimizde aslında Britanya’nın uzun yıllardan, hatta daha girdiği ilk yıllardan bu yana Brexit arzusunu içinde taşıdığı daha da iyi anlaşılabilmektedir. Britanya, girdiği ilk yıldan beri AB’ye çoğu güvenlik, yasa, ortak savunma gibi konularda sorun yaratmış ve kendi içişleri hakkında AB’nin karar vermesinden hiçbir zaman hoşnut olmamıştır. Britanya, kendi yasama sistemini önde tutan bir ülke olduğu için 2005 yılında “AB Anayasası” fikrini bile veto etmiştir. Bu bağlamda sadece günümüz değil geçmişi de incelediğimizde zaten Britanya’nın “Schengen” ülkeleri içerisinde yer almadığını ve AB’nin “Euro” adlı ortak para birimine geçmesine rağmen kendi para birimi olan Pound’u kullanmaya devam ettiğini görebiliriz. Birliği her zaman bir uluslararası örgüt olarak görmüş ve federal bir yapı olmasını engellemiştir. Andrew Glencross da kitabında bu noktalara sıklıkla değinmiş ve sorunun temelini bu argümanlar ile oluşturmuştur. Yazar, birçok sorunun yer aldığı bu referanduma giden süreçte tarım sübvansiyonları meselesinin de çokça tartışıldığını belirtmiştir. Birleşik Krallık içindeki devletlerin tutumuna da değinen yazar, Galler’in ayrılma yönünde referandum ile paralel bir tavırda olduğunu ancak İskoçya ve Kuzey İrlanda’nın tam tersi olarak AB’de kalma yanlısı olduğunun altını çizmiştir. Kitabı okurken çok dikkat çeken konulardan birisi de İskoçya ve onların bağımsızlık istekleridir. Siyasi liderler penceresinden olaya yaklaşan yazar, Cameron yerine gelen Başbakan Theresa May’in “Brexit, Brexit demektir” söylemini ön plana çıkarmıştır. Bir diğer siyasi lider olan aşırı sağcı ve koyu İngiliz milliyetçisi Nigel Farage ve Britanya’nın bütünlüğünü savunan partisi UKIP’tir. Farage’ın birlikten ayrılma konusunda sert politikalar yürüttüğü belirtilen kitapta, bu durumun Cameron açısından daha zorlu bir sürece döndüğü de açıkça görülebilmektedir. Cameron dönemine bakacak olursak Cameron’un seçim kampanyasında referandum sözünü vermesi ağır bir şekilde eleştirilmiştir. Yazar, bunun ülkedeki AB karşıtlığını ve şüpheciliğini daha da tetiklediğini ve Cameron’un kendi siyasi hayatını bitirecek hamleye yine kendisinin sebep olduğunu belirtmiştir. Aynı zamanda bu kararın yalnızca AB şüphecilerine karşı değil, İşçi Partisi ve Liberal Demokrat Parti’ye karşı seçimlerde zafer kazanmak amacıyla da alındığını vurgulamıştır. Referandum öncesi dönemde, yazarın bize gösterdiği ilginç bir parlamento olayı yaşanmıştır. 2013 yılında aynı zamanda koyu AB karşıtı olan 95 Muhafazakâr Partili Milletvekili, Başbakan Cameron’a, Britanya Parlamentosunun Avrupa Birliği yasama süreçlerinin ve Avrupa Parlamentosu’nun üstünde olması için bir “parlamento vetosu” teklifinde bulunmuşlardır. Yazarın yoğun eleştiriler ile ele aldığı bu konunun aynı zamanda olası bir İskoç bağımsızlığı durumu içinde düşünüldüğü aktarılmıştır. 2014 İskoç Bağımsızlık Referandumu’nda yüzde 53 ile hayır çıkmasını Cameron’un bir başarısı olarak gösteren yazar, devamında Ulster Birlik Partisi’nin (Kuzey İrlanda) “AB’de kalmak, İskoç bağımsızlık hareketine karşı arkamızda AB desteği olması demektir.” görüşünü eklemiştir.

David Cameron’un AB’den ayrılmak yerine onlarla görüşerek Britanya hakkında bazı düzenlemeler ve reformlar yapmak istediği, kitap boyunca okuyucuya anlatılmıştır. Bu bağlamda yazar, Cameron’un düşüncesinin halkın bu yeni reformlarla birlikte AB’de kalma yönünde oy kullanacağı olduğunu ve bunun onun ilk hatası olduğunu net bir şekilde vurgulamıştır. Düzenlemelerde 2017 yılının ilk 6 ayında AB Konseyi Başkanlığı’nın Britanya’ya verilmesi gibi önemli maddelerin görüşüldüğü ve Cameron’un reforma uğramış bir AB’de kalma konusunda savaşmak istediği kaleme alınmıştır. Buna karşılık Aralık 2015’te gerçekleşen görüşmelerin Şubat 2016’ya ertelenmesi ve Haziran’da referandum kararı ile köşeye sıkışan Cameron’un Paris saldırıları ile sekteye uğrayan Şubat görüşmelerinden sonuç alamaması sonucunda bu reformları çok zor bir duruma sokmuştur. Yazar, bu noktada düzenlemeler hakkında bir anlaşma yapılamamasının sebebi olarak masada olan tek pazar, serbest dolaşım, serbest çalışma, İskoçya, ticari antlaşmalar, Britanya’nın ekonomik krizi, göçmen krizi ve göç politikaları gibi pek çok sorunu göstermiştir.

 

SONUÇ

Sonuç olarak analizde de belirtildiği üzere kitabın yazarı Andrew Glencross, Britanya halkının neden referandum sürecine gittiği konusu özelinde dönemin Başbakanı David Cameron’ın politikalarını tartışmıştır. Sorunun çözümüne ilişkin ipuçları da veren yazar, olayları tarihsel açıdan değil, her bir dönemin etki ve sonuçlarını kendi içerisinde inceleyerek kitabı kaleme almıştır. Referandumun sebepleri ve etkileri, politikacıların görüşleriyle harmanlanarak çok sade bir dille okuyucuya aktarılmıştır. Kullanılan örnekler ile okuyucu ile arasında bir köprü kuran Glencross, açık ve net bilgiler kullanmış ve kitabın başından beri ortaya koyduğu soruna çözümler üretmiş, nedenlerini ortaya koymuştur. Böylece okuyucunun aklında soru işareti bırakacak söylemler kullanmamıştır. Cameron’u ve başbakanlığını sert bir dille eleştiren yazar buna ek olarak, verilen referandum sözünün, muhafazakârlar içindeki ayrılıkçıları bir arada tutmak için verildiğini ve yapılan reform görüşmelerinde de Britanya adına büyük tavizler elde edildiğinin altını çizmiştir. Buradan anlaşılacağı gibi çoğunlukla eleştirilen Cameron’un başarılarını da yansıtan yazar, tarafsız bakış açısını korumaya özen göstermiştir.

 

UZAY YÜKSEKKAYA

Uluslararası Örgütler Stajyeri

Uluslararası Afro-Avrasya Araştırmaları Dergisi- Özel Göç Sayısı Makale Çağrısı

0

Uluslararası Afro-Avrasya Araştırmaları Dergisi

Aralık 2020 Özel Göç Sayısı Makale Çağrısı

İnsanlık tarihi kadar eski göç kavramı içinde bulunduğumuz 21. yüzyıla özellikle damgasını vurmaktadır. Ülkemiz ise bulunduğu jeopolitik konum dolayısıyla göç ajandasında ayrıca önemli bir yer tutmaktadır. 1960- 1970 döneminin iş gücü deposu Türkiye, yanı başındaki insani krizin etkisi ile önce Avrupa’ya ulaşma hayali kuran milyonlar için bir geçiş ülkesi iken zamanla göç alan bir ülke haline gelmiştir. Türkiye’nin coğrafi konumu nedeniyle en yoğun şekliyle hissettiği göç dalgaları dünyanın farklı yerlerinde çok başka yansımalara sebep olmuştur. Göç “meselesi” iç politikadan insan haklarına, uluslararası siyasetten ekonomiye çok geniş bir alanda akademik disiplinle araştırılmayı bekleyen soru işaretlerini barındırmaktadır.

Göç olgusunun siyasi, sosyolojik, hukuki ve ekonomik boyutlarını birbirinden ayrı düşünmek imkânsızdır. Dolayısıyla, göç çalışmaları çok disiplinli ve dinamik karakteri ile her gün yeni çalışma alanları için bir şemsiye görevi görmektedir. Ekonomik göçmenlerin uyum sorunu ve buna ilişkin geliştirilecek politikalar, göç ve toplumsal cinsiyet, yerinden olan kimselerin temel hakları ve bu kimselerin uluslararası düzlemde korunması, diaspora ve kimlik, iklim göçü, küreselleşmenin göç üzerindeki etkileri ve nihayetinde yaşadığımız dönemin de etkisi ile toplumsal sağlık ve göç halen üzerinde çokça çalışılmaya muhtaç göç düzlemindeki alanlardan sadece birkaçıdır. Buradan hareketle dergimizin Aralık 2020 Özel Sayısını “Göç” temasına ayırdık. “Göç” ana temasını ve onun alt dallarını inceleyen özellikle siyaset, uluslararası ilişkiler, ekonomi ve hukuk bilimlerinden özgün makaleleri bu sayımıza katkı için bekliyoruz. Hakem değerlendirmesine gönderilmek üzere makaleler için son teslim tarihi 2 Kasım 2020’dir. Yazım kılavuzuna dergimizin sitesinden ulaşılabilir. Makalelerinizi DergiPark sistemi üzerinden gönderebilirsiniz.

DergiPark erişim linkimiz: https://dergipark.org.tr/tr/pub/ijar

Misafir Editörler: Itır Aladağ Görentaş & Burak Yalım

 

ENERJİ GÜVENLİĞİ VE TÜRKİYE’NİN STRATEJİK ÖNEMİ

ÖZET

Dünyada, gelişen teknoloji ve nüfus artışı, çeşitli enerji kaynaklarına olan ihtiyacın artmasına sebep olmuştur. Ülkeler, ihtiyaç duydukları enerji miktarını kendi kaynakları ile sağlayamadığı için çeşitli enerji kaynakları arayışına girmişlerdir. Bu durum, karşımıza enerji ticaretini ve enerjinin güvenliği konularını çıkarmıştır. Türkiye sahip olduğu konum itibari ile enerji ağlarının yoğunlukla bulunduğu bir ülke olarak enerji kaynakları ve uluslararası pazarlar arasında köprü görevi görmekte ve bu sebeple enerji güvenliğinde kilit rol oynamaktadır. Bu çalışmada enerji güvenliği konusu esas alınarak Türkiye sınırları içinde bulunan enerji transferi hatları ve Türkiye’nin önemi vurgulanmıştır.

 

GİRİŞ

En temel anlamıyla “hareket ettirici güç” demek olan enerji, geçmişten günümüze insanoğlunun hayatında büyük yeri olan kaynakları tanımlamak için de kullanılır. Enerji, potansiyel enerji ve kinetik enerji olmak üzere iki temel hal altında incelenebilir. Fakat oldukça farklı formlarda bulunarak hayatımızdaki önemi gün geçtikçe artmıştır.[i]

Enerjinin insanoğlunun hayatında büyük öneme sahip olması, hayatımızı devam ettirebilmemiz için çeşitli alanlarda kullanılmaya başlanması ile söz konusu olmuştur. Özellikle sanayi devrimlerinin ardından endüstri alanında enerji kaynaklarının kullanımının artması ile önemi de aynı oranda artmıştır.[ii] Enerji, yenilenebilir ve yenilenemeyen enerji kaynakları olmak üzere ikiye ayrılır. Yenilenebilir enerji kaynakları arasında güneş enerjisi, rüzgâr enerjisi, hidrolik enerjisi, jeotermal enerjisi gibi tükenme hızından daha hızlı bir şekilde kendini yenileyebilen kaynaklar bulunmaktadır. Yenilenemeyen enerji kaynakları arasında bulunan ve birçok ülkenin ithal ettiği petrol, doğal gaz, kömür gibi kaynaklar enerji elde ettiğimiz kaynakların yaklaşık %85’ ini oluşturmaktadır[iii] Toplumsal anlamda yaşamlarımızı devam ettirmemiz açısından hayati öneme sahip olan bu tür enerji çeşitleri endüstri, mühendislik ısınma sektörlerinde kullanılır. Bu tür kaynakların güvenliği, bu kaynakların ulaşım yollarının güvenliği ve ithal edilen ülkenin güvenilirliği oldukça mühim konulardır.  [iv]

İthal edilen enerji kaynaklarının vazgeçilmez ve insan hayatının devamı için bu denli önemli olması karşımıza enerji jeopolitiği ve enerji güvenliği kavramlarını çıkarmıştır. Genel anlamda jeopolitik kavramı belirli bir coğrafyada bulunan halkların diğer halklarla ve çeşitli çevre unsurlarıyla etkileşimini incelemektedir. Enerji jeopolitiği kavramı ise yalnızca enerji kaynaklarının bulunduğu alanları değil, enerjiyi ithal eden ülkelere ulaşması için kullanılan yolları da içermektedir. Burada ise yıllardır birçok savaşta başrol veyahut bir etken konu olarak karşımıza çıkan enerjinin güvenliği kavramı belirmektedir.[v] Dünyayı derinden etkileyen savaşlarda ve devletlerin iç ilişkilerinde gelişen olaylar ve yapısal değişiklikler enerji konusunu ve enerji jeopolitiğini gündeme daha fazla getirmiştir. Cenk Sevim’in de makalesinde bahsettiği gibi enerji güvenliği ve enerji jeopolitiği kavramları 1900’lerin başından itibaren birbirlerinden ayrı tanımlanamaz hale gelmişlerdir.[vi]

 

ENERJİNİN GÜVENLİĞİ

Geçmişten günümüze yenilenemeyen enerji kaynakları siyasi ve ekonomik güç unsuru olarak konumlandırılmış; aynı zamanda da ülkelerin ekonomik, siyasi gücünü belirlemiş ve uluslararası arenada güç belirleyici faktör olarak kabul edilmiştir. Zaman içinde ülkelerin enerji ihtiyaçlarının artan nüfusları ve endüstri alanında kullanılan enerji kaynaklarının değişime uğraması ile farklılaşmaya gitmiştir. Kaynak rezervlerinin değişimi, özellikle gelişmekte olan ve nüfus artışı hızla gerçekleşen ülkelerin ithal enerjiye bağımlılığının artması, enerji ihraç eden ülkelerde meydana gelen siyasi değişimler, enerjinin bir pazarlık ve güç unsuru olarak kullanılması ve piyasaların hareketlenmesi ile enerjinin ve enerji yollarının güvenliği konusu gözle görülür düzeyde önem kazanmıştır.

Yenilenemeyen başlıca enerji kaynaklarından olan ve hayatımıza etkisi fazla olan sektörlerde ham madde olarak kullanılan petrol, doğal gaz ve kömür çoğunlukla Orta Asya,  Rusya, Amerika gibi coğrafyalarda bulunur. Enerji merkezlerinin bulunduğu coğrafyaların, ticaretin gerçekleşeceği alan ve alınan enerjinin hangi yollar vasıtası ile ülkeye ulaştırılacağı ve bu yolların güvenliği enerji satın alan ülkeler için oldukça önemlidir. Kaynakların tükenebilir oluşu ve politik alanda bir güç unsuru olarak kullanılması, arz ve güvenlik problemlerini ortaya çıkarmıştır.[vii]

 

PETROL

Özellikle petrol ve doğal gaz gibi önemi gün geçtikçe artan enerji kaynaklarının rezerv dağılımlarında eşitlik olmaması; ithal eden ülkelerin ithal edilen ülkelerle aralarındaki mesafe problemleri; ekonomi ve enerji piyasalarındaki dalgalanmalar; işbirliği ve anlaşma içinde bulunan ülkelerin güven problemleri veya üçüncü taraflar dolayısıyla ortaya çıkan tehditler gibi birçok sebepten dolayı bir adım atılması ve uluslararası birliklerin oluşturulması elzem bir konu haline gelmiştir.

Petrol, en temel enerji kaynaklarından biri olarak 2018 yılı itibari ile dünya enerji talebini %33,6’lık bir oranla karşılayarak en fazla paya sahip olmuştur. [viii] Petrol rezervi olan ülkelerin petrol politikalarını birleştirmek ve güvenli ve istikrarlı ticareti sağlamak amacıyla kurucu ülkeler olarak İran, Irak, Kuveyt, Suudi Arabistan ve Venezuela, şu anda 13 üyesi bulunan hükümetler arası bir örgüt olan OPEC (Organization of Petroleum Exporting Countries) kurarak uluslararası alanda bir petrol birliği oluşturmuşlardır.[ix]

 [x]

OPEC resmi sayfasında paylaştığı verilere göre OPEC ülkeleri dünya genelinde %79.4 kanıtlanmış rezerve sahiptirler.[xi]

Enerji tüketimi içinde en fazla paya sahip olan petrolün ticareti genellikle deniz taşımacılığı ile yapılmaktadır.  Dünyanın %70 inin sular ile kaplı olması, BM’ye üye olan ülkelerin yaklaşık %80’inin denize kıyısı bulunması, dünya ülkelerinin ticaretlerinin oldukça büyük bir kısmını deniz vasıtası ile yapmasına neden olmuştur. Bu durumda dünyanın farklı coğrafyalarına giderken petrolün geçeceği deniz yolları, boğazlar ve bu boğazlara sahip ülkelerin önemi ve bu anlamda petrolün geçtiği deniz yollarının güvenliğinin önemi artmaktadır. Ham petrolün %50 den daha fazlasının deniz yolu vasıtası ile taşınması sebebiyle güvenlik konusu yükleme-boşaltma noktalarında, terminallerde de gündeme gelmektedir.[xii]

 

DOĞALGAZ

Diğer bir önemli enerji kaynağı olan doğalgazın, Petform’un 2018 yılı dünya kanıtlanmış doğalgaz rezerv dağılımı verilerine göre 35 trilyon metreküp ile Rusya ilk sıradadır, hemen ardından 33,2 trilyon metreküp ile İran gelmektedir, İran’ı ise 24,9 trilyon metreküp ile Katar takip etmektedir. [xiii]

[xiv]

Küresel ölçekte doğalgaz rezervlerine baktığımız zaman TPAO’nun da 2019 yılı raporunda bahsettiği gibi, rezervlerin %38,4’ ü Ortadoğu’da, %31,9 ise Avrasya’dadır.[xv] Dünyadaki rezervlerin yaklaşık %70’inin birbirlerine yakın olan Ortadoğu ve Avrasya coğrafyalarında bulunması, rezervi olmayan ya da oldukça az rezerv kaynaklarına sahip olan ülkelerin doğalgaz ithal etmesi için bu bölgeyi tercih etmesine sebep olmuştur.

Bir enerji kaynağı olarak doğalgazın ticaretinin yapılması, ithal eden ülkelere taşınması petrolün aksine genelde karadan geçen boru hatlarına dayanmaktadır. Doğalgazın neredeyse tamamı boru hatları ile taşınmaktadır. Çünkü doğalgazın deniz yoluyla taşınması, petrolün deniz yoluyla taşınmasına kıyasla çok daha masraflıdır. Buna ek olarak deniz yollarının ve boğazların güvenliği daha fazla risk altındadır. [xvi]

Enerji ithal eden ülkeler öncelikli olarak aldıkları enerjinin güvenliğine dikkat etmektedir. Bu aşamada enerji güvenliği ihraç eden ve ithal eden ülke için farklı anlamlara gelmektedir. Enerji kaynaklarına sahip ülkeler bu durumu siyasi ve ekonomik anlamda iyi yönetmek ve zarar etmemek için arz çeşitliliği yaratmaya çalışırken, enerji ihraç eden ülkeler, belirli bir bölgeye ya da ülkeye olan bağımlılığını azaltmak ve kendini güvenceye almak için farklı enerji kaynakları arayışına girmektedir. Uluslararası ilişkilerde ve ülkelerin dış politikada stratejik yaklaşımlarının belirlenmesinde enerjiye bağımlılıkları büyük rol oynamaktadır.[xvii]

 

KÖMÜR

Sanayi devrimi ile birlikte tüketilen bir numaralı enerji kaynağına dönüşen kömür, genellikle ısı kaynağı olarak ve enerji santrallerinde elektrik üretimi amacıyla kullanılmaktadır. Dünyada kanıtlanmış 1.1 trilyon ton kömür rezervi bulunmaktadır. Neredeyse her ülkede kömür rezervi bulunmasına rağmen sadece 70 ülkede kullanılabilir rezerv vardır. Fakat kömür rezervlerinin %70’i 4 ülkede toplanmış durumdadır bunlar sırası ile ABD, Rusya, Avustralya ve Çin’dir. [xviii]

Kömür rezervlerinin büyük bir bölümü belli başlı ülkelerde bulunsa da neredeyse her ülkenin bu kaynağa sahip olması önem arz etmektedir. Fakat yine de ihracat ve ithalat oranı her geçen yıl artmaktadır.

 

TÜRKİYE’NİN ENERJİ TİCARETİNDEKİ KONUMU

Türkiye çeşitli enerji kaynaklarına ev sahipliği yapan ve bu enerji kaynaklarının büyük bir oranının bulunduğu Orta Asya, Ortadoğu, Avrasya, Kafkasya bölgelerine komşu olması sebebiyle jeopolitik açıdan çok mühim bir konumdadır. Enerji kaynakları açısından oldukça zengin ülkelere komşu olması ve kıtalararası bağlantı noktası olması ile özellikle ithalat ve ihracat için uygulanan enerji projelerinde aktif rol almasına ve Türkiye’nin enerji koridoruna dönüşmesine sebep olmuştur. Bu bağlamda bölgesel enerji politikalarında aktif olurken kendi enerji stratejilerini de oluşturmaktadır. Artan enerji talebi ile beraber, kaynak ülkelerin çeşitlendirilmesi, enerjinin alındığı güzergâhın güvenliğinin sağlanması gibi temel hedeflere sahip çeşitli enerji politikaları geliştirmektedir.[xix]

Türkiye, sahip olduğu konum itibari ile çeşitli enerjilere sahip kaynak ülkeler ve pazar arayışındaki ülkeler arasında ve Doğu-Batı, Kuzey-Güney enerji ticareti trafiğinde, çeşitli boru hatlarına ve İstanbul, Çanakkale gibi değerli boğazlara sahip olarak bir köprü görevi görmektedir.  Çeşitli enerji kaynaklarına sahip olan Türkiye, bu kaynakların rezerv ve üretim oranlarının düşük olması sebebi ile birçok ülke gibi enerji konusunda kaynak ülkelere bağımlı durumdadır. Fakat 21 Ağustos 2020 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı’nın yaptığı açıklamaya göre enerji konusunda kaynak ülkelere bağımlı olma durumunun ilerleyen senelerde lehimize olacak şekilde değişeceği duyuruldu. Açıklamada, Türkiye’nin Karadeniz’de 320 milyar m3 doğal gaz keşfettiği duyuruldu.[xx] Dış haber kaynaklarında tarihi keşif olarak adlandırılan bu keşif ile Türkiye artık sadece bir transit ülke olma konumundan çıkıp aynı zamanda doğalgaz rezervi olan ülke konumuna gelmiştir. Türkiye, bu güne kadar enerji ihtiyacının sadece %25’ini milli kaynaklar vasıtası ile sağlamaktaydı[xxi]; fakat Karadeniz’de keşfi yapılan doğalgaz ile önümüzdeki yıllar için bu durumun değişeceği söylenmektedir. Farklı endüstrilerde ve ısınma gibi halkın günlük ihtiyaçlarını sağlayan enerji kaynaklarına olan talep gün geçtikçe artmaktadır. Türkiye’nin en fazla talep ettiği ilk üç kaynak sırasıyla doğalgaz, petrol ve kömürdür. [xxii]

Enerji ihtiyacının büyük bir kısmını Rusya’dan ithal ederek sağlayan Türkiye, aynı zamanda coğrafi konumu itibari ile kıtalararası geçişe sahip olmasıyla Rusya ile ilişkileri önem kazanmaktadır. Türkiye, Rusya’nın sıcak denizlere tek ulaşım noktası olan boğazlara sahip olması ve kıtalararası bağlantısı olması sebebiyle Rus gazının Avrupa’ya transferinde ekonomik ve siyasi anlamda önem arz etmektedir. [xxiii]

Enerji ithal eden tüm ülkeler için geçerli olan talep artışı ile ülkeler, farklı enerji kaynaklarına yönelerek, çeşitliliği arttırmayı, farklı enerji yolları kullanarak ithal ettikleri enerjiyi güvence altına almayı ve istikrarı sağlamayı amaçlamaktadırlar. Avrupa’nın enerji çeşitliliği sağlaması amacıyla alternatif enerji kaynakları olarak gördüğü Kafkasya ve Orta Asya’da ki ülkelerden temin edilecek petrol ve doğal gazın Türkiye üzerinden Avrupa’ya taşınması talebi, Türkiye’nin bulunduğu coğrafya neticesi ile önemini gün yüzüne çıkarmış ve Türkiye transit ülke konumuna gelmiştir.

Türkiye’nin kaynak ülkeler ve pazarlarını çeşitlendirmek isteyen ülkeler arasındaki köprü görevini görmesi, Türkiye’ye hem ekonomi hem de dış politika anlamında fayda sağlamaktadır. Bu bağlamda yapılan hükümetler arası anlaşmalar neticesinde çeşitli petrol ve doğal gaz boru hatlarına sahip olması ile Türkiye’nin önemi artmaktadır. Buna ek olarak keşfedilen doğalgaz rezervi ile transit bir ülke olmasının öneminin yanında;  uluslararası arenada kaynak ülke konumunda görülmeye başlanacaktır. Cumhurbaşkanı, yapılan keşifle yapılması hedeflenen diğer keşiflerin de sinyalini vermiştir. Keşfi yapılan bu rezerv ile Türkiye ithalatçı ülke konumundan çıkabilir ve yeni rezervler bulunması ile de ihracatçı ülke olması yapılan öngörüler arasında yer almaktadır.[xxiv] Bu durumun Türkiye’ye ekonomi ve dış politika alanında katkısı olacağı kaçınılmaz bir gerçektir.

 

TÜRKİYE’DEN GEÇEN BORU HATTI PROJELERİ

Türkiye sınırları içinden geçmekte olan petrol ve doğal gaz boru hatlarının sayısı oldukça fazladır. Sınırlarımız içinde bulunan boru hatlarından ikisi petrol boru hatlarıdır. Bunlar Bakü-Tiflis-Ceyhan Ham Petrol Boru Hattı (BTC) ve Irak- Türkiye Ham Petrol Boru Hattı (ITB)’dır.[xxv]

Irak-Türkiye Ham Petrol Boru Hattı (ITB)

Irak’ın özellikle Kerkük bölgesinde ürettiği ham petrolü Ceyhan (Yumurtalık) Deniz Terminaline ulaştırmakta olan boru hattı projesidir. 1976 yılında işleme alınan proje 986 km uzunluktadır. 1987 yılında ikinci bir boru hattı ile yıllık petrol taşıma kapasitesi 70 milyon tona ulaşmıştır. [xxvi]

Bakü-Tiflis-Ceyhan Ham Petrol Boru Hattı (BTC)

2006 yılında faaliyete geçen boru hattının yıllık kapasitesi 50 milyon ton olup, başta Azerbaycan petrolü olmakla birlikte Hazar bölgesinde bulunan petrolü güvenli, maliyeti uygun ve çevreye zarar vermeyecek bir boru hattı vasıtası ile Azerbaycan ve Gürcistan üzerinden Ceyhan’a ulaştırıp buradan da deniz taşımacılığı vasıtası ile dünya pazarlarına ulaştırmayı hedeflemektedir. Toplam uzunluğu 1769 km olan boru hattının 1076 km’lik kısmının Türkiye topraklarında bulunması sebebiyle önemi büyüktür. [xxvii]

 

Doğalgaz Boru Hattı ve Projeleri

Türkiye; TANAP, ITG, Türk Akımı, Batı Hattı, Mavi Akım, BTE gibi doğal gaz boru hattı ve projelerini sınırları içinde bulundurmaktadır. [xxviii]

Türkiye-Yunanistan Doğal Gaz Enterkonneksiyonu (ITG)

Türkiye üzerinden Yunanistan’a doğal gaz transferi sağlanması amacı taşıyan boru hattı, 2003 yılında 15 yıl süre ile imzalanmıştır. Kasım 2007 tarihinde boru hattı ile doğal gaz arzına başlanmıştır. Projenin Yunanistan üzerinden İtalya’ya iletilmesi planlamış olup üç ülke arasında 2007 tarihinde hükümetler arası bir anlaşma imzalanmıştır. [xxix]

Rusya-Türkiye Doğal Gaz Boru Hattı (Batı Hattı)

1986 yılında Sovyetler Birliği ile Türkiye Cumhuriyeti arasında doğal gaz alım-satım amacıyla BOTAŞ ile Soyuz Gas Export arasında 25 yıl süre ile imzalanmış bir anlaşmaya bağlıdır. Ukrayna, Moldova, Romanya gibi ülkeleri geçerek Bulgaristan sınırından girerek Ankara’ya ulaşan hat 845 km uzunluğundadır. [xxx]

Mavi Akım

Rusya’nın güneyinde bulunan şebekeler vasıtası ile Karadeniz yoluyla Türkiye’ye doğrudan doğal gaz alışverişi sağlayan proje, 1997 yılında 25 yıllık süre ile imzalanmıştır. 2002’den itibaren aktif hale gelen Mavi Akım doğal gaz boru hattı doğrudan Rusya ile Türkiye arasında bir hat olması sebebiyle siyasi önemi de büyüktür. Bu proje ile Türkiye’nin Rusya’dan yıllık 16 m3 gaz alacağı konusunda anlaşmaya varılmıştır.[xxxi]

Doğu Anadolu Doğal Gaz İletim Hattı (İran-Türkiye)

1996 yılında İran ve Türkiye arasında gerçekleşen doğal gaz alım-satım anlaşması ile yıllık 10 milyar m3 İran doğal gazının Türkiye’ye arzı konusunda anlaşma sağlanmıştır. Aralık 2001 tarihi ile de borular işlev kazanmış ve İran’dan gaz alımı başlamıştır. [xxxii]

Bakü-Tiflis-Erzurum Doğal Gaz Boru Hattı(BTE)

2001 yılında Türkiye ile Azerbaycan arasında imzalanan anlaşma ile Türkiye’nin doğal gaz arzını karşılamak amacıyla oluşturulmuştur. 15 yıl süre ile imzalanan anlaşmada yıllık 6,6 milyar m3 doğal gazın Türkiye’ye sevki konusunda karar verilmiştir.[xxxiii]

Trans-Anadolu Doğal Gaz Boru Hattı (TANAP)

Türkiye’nin artan doğal gaz ihtiyacı göz önüne alınarak, Azerbaycan Hükümeti ve Azerbaycan da Şahdeniz Sahasını geliştiren Şahdeniz Konsorsiyumu ile yapılan görüşmeler neticesinde 2011 yılında imzalanan ve 2018 yılında faaliyete geçmesi planlanan 6 milyar m3 doğal gazın ülkemize arzını öngören bir anlaşma imzalanmıştır. Buna ek olarak yıllık 10 milyar m3 Azeri gazının ülkemiz üzerinden Avrupa’ya transferi için Trans Anadolu Doğal Gaz Boru Hattı için 2012 yılında hükümetler arası anlaşma imzalanmıştır. Azerbaycan da üretilen gazın Türkiye’ye ardından da Avrupa’ya sevki için Aralık 2013’de Şah Deniz Faz II geliştirme, Güney Kafkasya Boru Hattı Genişleme Projesi (SCPX), TANAP ve Trans Adriyatik Doğal Gaz Boru Hattı’nın yatırım kararları alınmıştır. [xxxiv] “Ülkemiz, Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı (TPAO) vasıtası ile Şah Deniz Faz II ile Güney Kafkasya Boru Hattı Genişleme Projesinde %19 ve BOTAŞ vasıtasıyla TANAP Projesinde %30 hisseye sahiptir.”[xxxv] Türkiye doğal gazın üretiminden dağıtımı yapılacak tüm ülkelere kesintisiz ve uygun koşullar ile enerji güvenliğinin sağlanmasında önemli bir role sahiptir. Proje bağlamına ülkemize ilk gaz akışı 2018 yılında başlanmış, 2020 yılında ise Avrupa’ya gaz akışına başlanması planlanmaktadır. [xxxvi]

Türk Akımı Doğal Gaz Boru Hattı Projesi

Rusya’nın doğalgazını Karadeniz ve Bulgaristan üzerinden Avrupa pazarlarına sevk etmek amacıyla planlanan Güney Akım Projesi’nin yaşanan hükümetler arası krizler sebebiyle iptalinin ardından bu projeye alternatif olarak gösterilen Türk Akımı doğal gaz boru hattı projesi planlanmıştır. [xxxvii]

Toplam kapasitesi 31,5 milyar m3 den oluşan projenin iki bölümü bulunmaktadır. İlk bölümü ile Türkiye doğalgaz tedarik edecek, ikinci bölümünde ise Rus gazının Türkiye topraklarından geçerek Avrupa’ya transfer edilmesi amaçlanacaktır. Rusya’nın Anapa şehrinden başlayan ve Karadeniz altından geçerek Türkiye’nin Kıyıköy ilçesine 930 km uzunluğa sahip olan hattın inşası 2018 itibari ile bitmiş olup, 2020 Ocak ayı itibari ile de doğalgaz aktarımı başlamıştır. [xxxviii] Türk Akımı projesi, Rusya’nın doğal gaz rezervlerini doğrudan Türkiye’nin doğalgaz dağıtım merkezine bağlayarak Avrupa’ya transfer edilecek enerji için güvenilir bir kaynak sağlıyor.[xxxix]

 

ENERJİ GÜVENLİĞİNE YÖNELİK TEHDİTLER

Enerjinin ülkeler için vazgeçilmez kaynaklar olması ile beraber enerji ihtiyacı artan ülkeler, ihtiyaçlarını karşılayacak çeşitli kaynaklar arayışına girmiştir. Enerji kaynaklarının büyük bir bölümünün dünyanın belirli bir kısmında bulunması sebebiyle ithal edilmesi planlanan enerjinin güvenliği fazlasıyla önem kazanmıştır. Enerji güvenliği denildiği zaman, ülkelerin sahip oldukları çeşitli enerji rezervlerini siyasi amaçları için kullanması, enerji kaynağının güvenliği, ithal edilen enerjinin transferinde geçtiği ülkelerin güvenliği, inşa edilen boru hatlarının güvenliği ve nakil noktalarının güvenliği başlıca önem kazanan konular olmuştur.

Bu bağlamda Türkiye’nin bir doğalgaz rezervine sahip olmasının yanında; Ortadoğu ve Avrupa ülkeleri arasında bir enerji koridoru görevi görmesi, çeşitli doğal gaz ve petrol boru hatlarının transit geçişlerini sınırları içinde barındırması sebebiyle enerji güvenliğinde hem bölgesel hem de uluslararası alanda kilit rol oynamaktadır. Bu sebepten ötürü kaynak ülkelerde gelişen veyahut gelişebilecek siyasi, toplumsal ya da ekonomik bir problem, doğrudan boru hatlarının bulunduğu Türkiye’yi ve dolayısıyla alınan enerjinin güvenliğini etkilemektedir.

Dünya geneline bakıldığı zaman büyük oranda çeşitli enerji rezervlerine sahip olan Rusya ve Ortadoğu ülkelerinden olan İran ve Irak gibi ülkelerde siyasi veya etnik yapıları, tarihsel geçmişleri gibi sebeplerle meydana gelebilecek bir durumda etkilenen ilk konu enerji ticareti olmaktadır. Ülkeler, uluslararası alanda sahip oldukları enerji kaynaklarını sadece ekonomik değil aynı zamanda politik bir güç olarak kullanmaktadır.

Bu duruma ek olarak enerji transferinde kullanılan hatlara ya da nakil bölgelerine gerçekleştirilen terör saldırıları da enerji güvenliğini tehdit etmektedir. Irak Savaşı sonrası ABD’nin bölgeden çekilmesinin ardından El Kaide, DAEŞ, PKK gibi terör örgütleri bölgede özellikle lojistik gücünü ele alacak faaliyetlerde bulunup Türkiye’yi ve Türkiye sınırlarından geçen çeşitli boru hatlarını, enerji nakil bölgelerini hedef alıp petrol ve doğal gaz akışının yavaşlamasına ve ülkelerin mali zarar etmesine sebep olmuşlardır. Terör amaçlı saldırıların dışında hırsızlık veya politik amaçlı saldırılar da bulunmaktadır.[xl]

Türkiye’de enerji nakil hatlarının güvenliği konusunda Jandarma Genel Komutanlığı ve TPAO görevlidir. Bölgesel olarak bakıldığı zaman inşa edilen boru hattının birden fazla ülkeden geçmesi sebebi ile ortak bir güvenlik birimi kurulabilir. Uluslararası alanda ise enerji güvenliğinden NATO sorumludur.[xli]

 

SONUÇ

Enerji, yıllar içince kazandığı uluslararası önem ile ülkelerin ekonomik ve sosyal hayatlarına devam edebilmesinde en önemli faktör haline gelmiştir. Ülkelerin artan enerji ihtiyacı ile enerjinin tedarik edilmesinde ortaya çıkabilecek güvenlik sorunlarının çözümü elzem bir hal almış, enerji konusu ülkelerin uluslararası alanda farklı stratejiler ve politikalar oluşturmasında belirleyici unsur haline gelmiştir.

Tüm enerji kaynaklarında olduğu gibi, rezervler ülkelerde eşit düzeyde bulunmamakta ve bu durum ticareti zorunlu kılmaktadır. Enerji ithal eden ülkelerin, kaynak ülke ile ilişkileri büyük önem taşırken, ihraç eden ülkeler için de uluslararası arenadaki duruşu ve güven kazanması oldukça önemlidir. Enerjinin ve enerji yollarının güvenliği her iki ülke içinde eşit düzeyde olsa da enerji konusu pek çok kez siyasi amaçlarla kullanılmıştır.[xlii]

Yakın zaman önce gerçekleşen keşifle birlikte Türkiye, enerji anlamında hem kaynak ülke konumunda hem de bahsi geçen birçok enerji türünde rezerve sahip ülkelere komşu olması ile yapılan anlaşmalar ve kurulan boru hatları sonucu transit ülke konumunda bulunmaktadır. Türkiye özellikle Ortadoğu ülkelerinin ve Rusya’nın ürettiği enerjinin Avrupa’ya iletilmesinde ana güzergâh olması ve bu enerji kaynaklarını aktarabilen boru hatlarına sahip olması ile enerji arzının güvenliği konusunda kilit role sahiptir.

Boru hatlarının enerji alım-satımında vazgeçilmez olması ile kaynak ülke, ithal eden ülke, hatların kurulumunda rol oynayan şirketler ve hatların geçtiği ülkeler, enerji ticaretindeki ilişkiyi belirlemektedir. Bu sebeple sınırları içinde çeşitli boru hatları bulunduran Türkiye, yaptığı anlaşmalar ile enerji arz güvenliğine verdiği önem sonucunda uluslararası alanda ve bölgesel enerji ticaretinde önem ve güven kazanmıştır.

 

SEVGİ HOROZOĞLU

Yalova Üniversitesi – Uluslararası İlişkiler Bölümü

 

 

KAYNAKÇA

[i]https://www.enerjiportali.com/enerji-nedir-enerji-kaynaklari-nelerdir/

[ii]Elmas, M. PETROL ENDÜSTRİLERİ VE PETROL İHRAÇ EDEN ÜLKELER. NiğdeÖmerHalisdemirÜniversitesiSosyalBilimlerEnstitüsüDergisi, 1(3), 29-41.

[iii]TürkiyePetrolleri A.O. 2019 Ham Petrol veDoğalGazSektörRaporu

[iv]https://www.enerjiportali.com/enerji-nedir-enerji-kaynaklari-nelerdir/

[v] Sevim, C. (2012). Küresel Enerji Jeopolitiği ve Enerji Güvenliği. Journal of Yaşar University, 7(26), 4378-4391.

[vi]Sevim, C. (2012). KüreselEnerjiJeopolitiğiveEnerjiGüvenliği. Journal of Yaşar University, 7(26), 4378-4391.

[vii] Sevim, C. (2012). Küresel Enerji Jeopolitiği ve Enerji Güvenliği. Journal of Yaşar University, 7(26), 4378-4391.

[viii]TürkiyePetrolleri A.O. 2019 Ham Petrol veDoğalGazSektörRaporu

[ix] https://www.opec.org/opec_web/en/about_us/25.htm

[x]https://www.opec.org/opec_web/en/data_graphs/330.htm

[xi]https://www.opec.org/opec_web/en/about_us/25.htm

[xii]Sevim, C. (2012). KüreselEnerjiJeopolitiğiveEnerjiGüvenliği. Journal of Yaşar University, 7(26), 4378-4391.

[xiii]https://www.petform.org.tr/dogal-gaz-piyasasi/dunya-dogalgaz-piyasasi/

[xiv]http://www.tpao.gov.tr/file/2005/2019-tpao-sektor-raporu-3185ed3b4af5442c.pdf

[xv]TürkiyePetrolleri A.O. 2019 Ham Petrol veDoğalGazSektörRaporu

[xvi] Sevim, C. (2012). Küresel Enerji Jeopolitiği ve Enerji Güvenliği. Journal of Yaşar University, 7(26), 4378-4391.

[xvii] Sevim, C. (2012). Küresel Enerji Jeopolitiği ve Enerji Güvenliği. Journal of Yaşar University, 7(26), 4378-4391.

[xviii]Bilim, N. KömürünÜlkemizİçinÖnemiveEnerjiStratejileri.

[xix]İLTER, E., & KINIK, H. (2017). TÜRKIYE’NIN ENERJI DENKLEMI: TRANS ANADOLU DOĞALGAZ BORU HATTI VE TÜRK AKIMI. International Journal of Economic & Administrative Studies, (18).

[xx]https://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye-53868045

[xxi]ABBASİGİL, S. Ö. (2016). Son DönemdeGelişenTürk-RusİlişkilerininEnerjiPerspektifindenAnalizi. BarışAraştırmalarıveÇatışmaÇözümleriDergisi, 4(2), 50-83.

[xxii]İLTER, E., & KINIK, H. (2017). TÜRKIYE’NIN ENERJI DENKLEMI: TRANS ANADOLU DOĞALGAZ BORU HATTI VE TÜRK AKIMI. International Journal of Economic & Administrative Studies, (18

[xxiii]ABBASİGİL, S. Ö. (2016). Son DönemdeGelişenTürk-RusİlişkilerininEnerjiPerspektifindenAnalizi. BarışAraştırmalarıveÇatışmaÇözümleriDergisi, 4(2), 50-83.

[xxiv]https://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye-53868045

[xxv]Akbaş, F., &Ürün, E. (2016). Enerjigüvenliği: BölgeselenerjimerkeziTürkiye.

[xxvi]Akbaş, F., &Ürün, E. (2016). Enerjigüvenliği: BölgeselenerjimerkeziTürkiye.

[xxvii]Akbaş, F., &Ürün, E. (2016). Enerjigüvenliği: BölgeselenerjimerkeziTürkiye.

[xxviii] Akbaş, F., &Ürün, E. (2016). Enerjigüvenliği: BölgeselenerjimerkeziTürkiye.

[xxix] https://enerji.gov.tr/bilgi-merkezi-dogal-gaz-boru-hatlari-ve-projeleri

[xxx]https://enerji.gov.tr/bilgi-merkezi-dogal-gaz-boru-hatlari-ve-projeleri

[xxxi]Doğan, G. E. (2018). KaradenizBölgesindeBoruHatlarıJeopolitiği. KaradenizAraştırmaları, (57), 17-31.

[xxxii] https://enerji.gov.tr/bilgi-merkezi-dogal-gaz-boru-hatlari-ve-projeleri

[xxxiii] https://enerji.gov.tr/bilgi-merkezi-dogal-gaz-boru-hatlari-ve-projeleri

[xxxiv] https://enerji.gov.tr/bilgi-merkezi-dogal-gaz-boru-hatlari-ve-projeleri

[xxxv]https://enerji.gov.tr/bilgi-merkezi-dogal-gaz-boru-hatlari-ve-projeleri

[xxxvi] https://enerji.gov.tr/bilgi-merkezi-dogal-gaz-boru-hatlari-ve-projeleri

[xxxvii]Doğan, G. E. (2018). KaradenizBölgesindeBoruHatlarıJeopolitiği. KaradenizAraştırmaları, (57), 17-31.

[xxxviii]https://www.botas.gov.tr/Sayfa/sivaskompresoristasyonuyede/123

[xxxix]https://turkstream.info/tr/project/

[xl] Akbaş, F., &Ürün, E. (2016). Enerjigüvenliği: BölgeselenerjimerkeziTürkiye.

[xli]Akbaş, F., &Ürün, E. (2016). Enerjigüvenliği: BölgeselenerjimerkeziTürkiye.

[xlii] Sevim, C. (2012). Küresel Enerji Jeopolitiği ve Enerji Güvenliği. Journal of Yaşar University, 7(26), 4378-4391.

To Kill a Mockingbird

“BÜLBÜLÜ ÖLDÜRMENİN NE KADAR GÜNAH OLDUĞUNU UNUTMAMALIYDI. ÇÜNKÜ BÜLBÜLLLERİN TEK İŞİ BİZİ EĞLENDİRMEK İÇİN MÜZİK YAPMAKTIR.”

Harper Lee’nin kaleme aldığı, 1960 senesinde satış listelerini alt üst ederek dikkat çeken ve orijinal ismiyle “To Kill A Mockingbird” olarak bilinen yapıt, yayınlandığı sene Pulitzer Ödülü’ne layık görülmüştür. Kitabının yayımlanmasından iki yıl sonra, yönetmenliğini Robert Mlligan’ın üstlendiği film, beyaz perdeye taşınmıştır. Türkçe’ye “Bülbülü Öldürmek” olarak çevrilen film, seyircisiyle buluştuğu süreçte, konjonktürel basmakalıp yargılar çizgisinin dışına çıkmayı başarabilmiştir.

Film genel olarak, belirli değer yargılarına sahip bir avukat baba rolüyle Atticus Finch, Finch’in çocukları Scout ve Jem,  Finch’in avukatlığını üstlendiği Tom Robinson, Mayella Violet ve Mayella’nın babası Bob Ewell etrafında sürdürülmüştür ve küçük kız çocuğu Scout Finch’in perspektifinden seyirciye sunulmuştur. Irkçılığın önemli bir yansıması olarak ten rengi farkı sorumluluğunun, biyopsikososyal bir varlık olan insana yüklenmesinin ağır sonuçlarıyla nasıl karşılaşabileceğini gözler önüne seren film aynı zamanda, kalıplaşmış yargılar olarak stereotiplerden ve ayrımcılıktan kurtulmamızın ne kadar önemli olduğuna dair vurgu yapmaktadır. 

Filmin olay örgüsü Güney Amerika’nın Maycomb kasabasında ve 1929 yılında, Dünya Ekonomik Krizi’nin yaşanmasından birkaç sene sonra buhranın etkilerinin hissedilmeye devam ettiği dönemde geçmektedir. Dolayısıyla filmde 1929 Ekonomik Buhranı’nın derinleştirdiği sosyal tabakalaşmanın beraberinde getirdiği hiyerarşik yapının alt basamaklarında yer alan siyah tenli bireylerin, düşük sosyo-ekonomik statüleri ile maruz bırakıldıkları ayrımcı davranışlar arasında örülen ağları gözlemleyebilmekteyiz. Filmde siyah bireylerin çocuk bakıcısı ve tarım işçisi gibi meslek gruplarıyla ön plana çıkması, adil olmayan gelir seviyesinin meslek gruplarına dağılımının bir örneğidir.

Ayrımcılığa maruz bırakılan siyah genç adam Tom Robinson’a, beyaz bir kadın tarafından şiddet ve istismar iftirası atılması üzerine olayın geçtiği kasaba, adaletsiz bir biçimde ikiye bölünmüştür. Bu bölünme, siyah genç adamı destekleyen, kasabada yaşayan diğer siyah bireyler ve genç adamın savunmasını üstlenen Avukat Atticus Finch ile çoğunluğun beyaz kadına hak verdiği diğer katılaşmış ve sabitleşmiş fikirlere sahip birey bilincine sahip olmayan kişiler arasında yaşanmıştır. Film sahnelerinde Atticus Finch’in, mahkeme salonunda yapmış olduğu çapraz sorgulama ve rasyonel sorular sayesinde ulaştığı çelişkili yanıtlar, onun mesleki bilinci ve hakkaniyeti savunan vicdani sesiyle birleşmiştir. Finch’in, Tom Robinson’ın suçsuzluğunu jüri üyelerine, hâkime ve katılımcılara kanıtlama çabası ise takdire değerdir. Söz konusu saygı ifadesi, duruşma bitiminde Atticus Finch, önlerinden geçerken siyahların hep birlikte ayağa kalkmalarıyla resmedilmiştir. Bununla birlikte yaşamanın amaçlarından birinin saygıya layık yaşayarak, başı dik ve onurlu bir şekilde kararlar almak olduğuna inanan Atticus karakteri, bu duruşuyla aynı zamanda çocuklarına örnek bir rol-model baba figürüyle izleyici önüne çıkmıştır.

Atticus Finch’in duruşma esnasında yaptığı konuşma, insanın ötekileştirilmeye mahkûm edildiği her dönem kapsamında, hukuk sisteminin uygulanma yerlerinden birisi olarak mahkemelerin hüküm verdiği kararların sorgulanması ve üzerine düşünülmesi bakımından önem arz etmektedir: “Bu ülkede mahkemelerimiz büyük eşitleyici kurullardır. Mahkemelerimizde bütün tüm insanlar eşit sayılır. Ben mahkemelerimizin ve jüri sistemimizin dürüstlüğüne inandığım için bir idealist değilim. Bu benim için bir ideal değil, yaşayan işleyen bir gerçektir.” Atticus Finch’in değerlendirmesi göz önünde bulundurulduğunda, ötekileştirilen bireylerin suçsuz olmalarına rağmen, yaşadıkları coğrafyanın ayrımcı koşullarının ağır müeyyidelerini sahiplenmek zorunda bırakılmaması gerektiğini ve bu yönde alınan mahkeme kararlarının da realiteye uygun verilmesinin bir ideal değil, bir norm olması gerektiği gerçeği ile yüzleşilmektedir. 

Filmde Tom Robinson davası kadar ön plana çıkmayan, fakat toplum tarafından ırkçı bir ayrımla değil de canavarlaştırılarak ötekileştiren ve bu anlamda Tom Robinson karekteri ile ortak noktaları bulunan diğer bir karekter ise Boo Radley’dir. Tom Robinson ve Boo Radley bu dünyada ayrımcı uygulamaların bedellerini ödemekten başka seçenek sunulmayan birey ve grupların aynadaki görüntüleridir. Film sonunda linç girişimine uğramamak için kaçan Tom Robinson’ın öldürülmesi ve varlığı üzerinden şahsına derin endişeler ve korkular yüklenen Boo Radley’in bir kahraman gibi davranması, ayrımcılığa yönelen insan zihniyetine karşı verilen bilinç dersi niteliğindedir. 

Sonuç olarak nasıl ki hiçbir zararı olmayan ve tek işi güzel müzik yapmak olan bülbülleri öldürmememiz gerekiyorsa; tarihin politik, iktisadi, sosyo-kültürel, jeopolitik, jeokültürel olay ve olgularının sonuçları olan bazı öğretilmişliklere uyarak, bir takım birey ve gruplara da zarar vermemeliyiz. Atticus Finch’in metodolojisi olarak uzlaşma yöntemi ile sorunlar çözülebilir ve ön yargının doğurabileceği yıkımların önüne geçilebilir. Unutulmamalıdır ki, ayrımcılığın bedelini ödemesi gerekenler “bülbül” metaforuyla özdeşleştirilen masum insanlar değildir ve bülbüller ne kadar yaşar ve yaşatılırsa yaşam o kadar renklenecek ve farklılıklarla daha güzel bir hale gelecektir. Ve yine Nietzsche’nin söylemi akla kazınmalıdır ki, “Birini suçlamak üzere ileri uzattığın elinin üç parmağı seni göstermektedir”

Tuğçe TAŞ

Siyasi İdeolojiler Staj Programı

AMERİKA’DAKİ İLK TÜRK GÖÇMENLER: Hayat Hikayeleri – Rıfat N. BALİ

0

Bu kitap, 1900-1960’lara kadar olan bir dönemde Anadolu’dan Amerika’ya göç eden insanların hayat hikayelerini anlatmaktadır. Çeşitli gazete haberlerinden ve kaynaklardan toplanan bilgilerle yazılmış kitap, göç etmenin zorluklarını, memleket hasretini, yeni bir kültüre adapte olmayı tüm açıklığıyla göstermektedir.

Rıfat N. Bali Türkiyeli Yahudi bir yazardır ve genel olarak göç üzerine çalışmaları bulunmaktadır. Ayrıca bu konuyla ilgili  ‘Anadolu’dan Yeni Dünya’ya / Amerika’ya İlk Göç Eden Türklerin Yaşam Öyküleri’ adlı bir kitabı daha vardır. ‘Amerika’daki İlk Türk Göçmenler: Hayat Hikayeleri’ kitabında ise yıllar boyunca biriktirdiği gazete arşivlerini tarayarak derlemiştir. Yazar kitapta kronolojik olarak ilerlemiştir. İlk hikayeler gayrimüslim göçmenler hakkında, son hikayelerde ise Türk göçmen hikayelerine yer vermiştir. Kitap, gazete arşiv derlemesi olduğu için bir röportaj havası vardır. Birçok gazetecinin bilgileri ve görüşleri görülebilmektedir.

Yazar, genel olarak Anadolu’da yaşayan Rum, Yahudi ve Türklerin Amerika’daki göç hikayelerine odaklanmıştır. Esas olarak 1900’lü yıllarda Türklerin Amerika Birleşik Devletleri’ne göçü pek bilinmemektedir. Yirminci yüzyılın sonlarından Birinci Dünya Savaşı’na kadar olan dönemde, Osmanlı topraklarından binlerce Rum, Ermeni ve Türk, Amerika Birleşik Devletleri’ne göç etmiştir. Özellikle Amerikan kolejlerinde öğretmenlik yapan misyonerler, gayrimüslimlere Amerika nın fırsatlarını anlatmışlardır. Böylelikle Anadolu’da yaşayan birçok insan ‘Yeni Fırsatlar Ülkesi’ne gitmeye karar vermiştir. Bu dönemde göç edenler arasında Harput ve Kiğı’dan göç edenlerin sayısı göze çarpmaktadır. Bunun başlıca nedenleri arasında misyonerler tarafından açılan okullar ve Ermeni nüfusunun yoğun olması gösterilebilir. Peki neden Harput? Günal, Harput’un özel bir yer olduğunu şu sözlerle anlatmıştır: “Harputlu tüccarlar dünyaya kapalı değillerdi, ihracat yapıyorlardı. Ve en önemlisi Harput, Ermeni nüfusunun yoğun olduğu bir bölgedir”.[1] Hikayelerde çoğunlukla Harput’tan göç etmiş Türkleri görmekteyiz.

Genel olarak Amerika’da başarılı olmuş, yaşamını Amerika’da  devam ettiren göçmenleri anlatan bu kitap, göçmenlerin memleket hasretini okuyucuya aktarmaktadır. Bu da ağırlıklı olarak ‘Marmara Adalı Charles G. Taylor un Hikayesi’nde hissedilmiştir. Hikayede, memleketine gittiği zaman ilk olarak çocukluğundaki gibi balık tutup çok iyi balıklar yakalamış olan Taylor, her ne kadar anadilini unutsa da Türkçe konuşmaya çalışmıştır. Bir Türk gördüğü zaman çok mutlu olmuş ve kendi göçmenlik hikayesini anlatmıştır. Bir diğeri ise ‘Amerikalı Sam in Vasiyeti: Küllerimi Harput’a Gömün’ hikayesidir. 100 yıl önce Harput’tan ABD ye göç etmiş Harputlu Kaya’nın oğlu Sam Allie, hiç görmediği memleketine hasret duymuştur. Sam’in yeğeni Gazi Biliz amcasını aramaya karar vermiş ve amcası Sam Allie ile tanışmıştır. Böylelikle aileler buluşmuş ve Sam Allie hasret duyduğu, hep merak ettiği Harputlu akrabalarıyla tanışmıştır. Sam Allie’nin son vasiyeti, öldükten sonra küllerinin Harput’a gömülmesi olmuştur. 1993 yılında vefat eden Sam Alli’nin külleri daha sonra isteği üzerine babasının doğduğu köye gömülmüştür.    

Sonuç olarak  “Amerika’daki İlk Türk Göçmenler: Hayat Hikayeleri” kitabı içinde birçok hikaye ve anıların olduğu bir kitaptır. Yazarın yıllarca biriktirdiği gazete arşivlerini derleyerek o dönemlerin Amerika’nın yapısını ve memleket hasreti duyan Anadoluların hikayelerini anlatmıştır. Yaşadığımız, büyüdüğümüz ya da kökenlerimizin olduğu bir yerin ne kadar önemli olduğunu anlatmıştır.

Bu kitabı incelerken göç etmenin aslında ne kadar zor olduğunu ve doğup büyüdüğün ülkenin, hatıralarının olduğu toprakların önemini anladım. Bu kitabı okumak benim için ayrı duygu oluşturdu. Çünkü büyük dedem 1906 yılında Harputtan Amerikaya göç etmiş ve yaklaşık 15 yıllık bir göçmenlik hikayesi bulunmaktadır. Bu hikayeleri okurken büyük dedemin gözünden göç etmenin zorluklarını daha iyi anlamış oldum.

 

ZÜLAL YILDIRIM

TUİÇ Göç Çalışmaları Stajyeri

 

KAYNAKÇA

[1] Agos Newspaper (16.05.2014). Sezer Karadağ. Bir Asır Önce Harput’tan Amerika’ya.   http://www.agos.com.tr/tr/yazi/7125/bir-asir-once-harputtan-amerikaya

TUİÇ GÖNÜLLÜ EKİP ARKADAŞLARI ÇAĞRISI

TUİÇ ekibi olarak gönüllülük esaslı devam ettirmekte olduğumuz çalışmalarımıza, yeni gönüllü ekip arkadaşları arıyoruz. Editör, Sosyal Medya, Proje Yönetimi,  İnsan Kaynakları ve UliWiki İçerik Üreticisi olmak üzere beş ayrı kategori için belirtilen alanlara ilgi ve yeterli bilgiye sahip olan ekip arkadaşlarımızdan beklentilerimiz aşağıdaki gibidir.

Web Sitesi Editörü:

  • Uluslararası İlişkiler, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümlerinde okuyor olmak veya mezun olmak
  • Tercihen daha önce editörlük yapmış olmak ve makale/deneme vb. yazılar üretmiş olmak
  • Web sitemizde içerik üretebilecek ve içerikleri düzenleyebilecek
  • Web sitesi üzerine temel teknik bilgiye sahip
  • İleri düzeyde İngilizce okuma ve yazma becerisi olan
  • İleri seviye Türkçe ve İngilizce dil bilgisine sahip

Not: Editör için bir kişi seçilecektir.

Sosyal Medya Gönüllüsü:

  • Tercihen Canva ve Adobe Photoshop Programlarını sosyal medyada gönderi oluşturabilecek seviyede kullanabilmek
  • Tercihen sosyal medya hesapları yönetiminde tecrübeli
  • Yaratıcı fikirlere ve tasarım bilgisine sahip
  • Düzenli olarak paylaşımlara ve paylaşım düzenlemelerine vakit ayırabilecek
  • Ekip çalışmasına uyumlu, yeni fikirlere açık olma

Not: Sosyal medya gönüllüsü için iki kişi seçilecektir.

Proje Yönetimi Gönüllüsü:

  • Tercihen TÜBİTAK, Avrupa Birliği, Erasmus+ ve Bakanlık Projelerinde proje yazma ve hazırlama sürecinde deneyimli
  • Proje yazma ve hazırlama süreçleriyle ilgili bilgi sahibi olan
  • İleri seviyede İngilizce bilen

Not: Proje yönetimi gönüllüsü için iki kişi seçilecektir.

İnsan Kaynakları Gönüllüsü:

  • Uluslararası İlişkiler, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi, Hukuk başta olmak üzere Sosyal Bilimler alanında lisans öğrencisi
  • Gönüllülük bilincine sahip ve sivil toplum tecrübesi bulunan
  • Ekip çalışmasını seven ve insan ilişkileri konusunda deneyimli
  • Etkili bir diksiyon ve hitabete sahip

Not: İnsan kaynakları gönüllüsü için bir kişi seçilecektir.

 UliWiki İçerik Üreticisi

  • Uluslararası İlişkiler alanında lisans, yüksek lisans, doktora öğrencisi olmak veya mezun olmak
  • İleri seviye İngilizce okuma ve yazma bilgisi
  • Akademik bilgi donanımı olan ve araştırma odaklı

Not: UliWiki İçerik üreticisi ilanına başvuracak kişilerin, daha önce hazırlamış oldukları ödev, deneme veya makale örneğini [email protected] adresine göndermeleri gerekmektedir.

Not: UliWiki İçerik Üreticisi için iki kişi seçilecektir.

Başvuru için lütfen formu doldurunuz: https://docs.google.com/forms/d/1XyFz8Gwvz85w1jqne3JQrKmdUsFEnza96ALGiaNET84/edit

Sorularınız için  [email protected] adresinden bizlere ulaşabilirsiniz.

 

 

 

Asya’nın Yükselen Gücü Hindistan ve Dış Siyaseti Okuma Grubu Başvuru Sonuçları

0

Asya’nın Yükselen Gücü Hindistan ve Dış Siyaseti Okuma Grubu için başvuru sürecimiz sonlanmıştır. Yoğun ilginiz için teşekkür ederiz.

Okuma grubu için seçilen adayların ismi aşağıda yer almaktadır. Tüm katılımcılara keyifli ve yararlı bir etkinlik olmasını temenni ederiz.

Programa katılmaya hak kazanan adaylara ayrıca program sorumlusu mail aracılığıyla ulaşacaktır.

Tüm etkinliklerimiz ve duyurular için bizi sosyal medya hesaplarımızdan takip etmeyi unutmayın!

1. Ezgi Çaykara
2. Mesude Demir
3. Emre Güngör
4. Büşra Berekt
5. Cihan Öten
6. Engin Topal
7. Simgenur Bilgin
8. Emine Alp
9. Mustafa Sayın

10. Elif Eynihan

11. Begümsu Türkan

COVİD-19’U YEREL KAYNAKLARINDAN ÇALIŞMAK: GÖÇ VE ENERJİ POLİTİKALARI

GÖÇ

2019 Aralık ayında Çin’in Wuhan kentinde ortaya çıkan Covid-19 virüsü tüm kıtaları etkisi altına almıştır. Virüsün yayılış hızı ve kuluçka süresinin uzunluğundan dolayı devlet yönetimleri seyahat kısıtlamalarına gitmiş, uluslararası uçak seferlerini durdurmuş, kara sınırlarını kapatıp göç programlarını askıya almışlardır. Böylece insanların yer değiştirmeleri olabildiğince kısıtlanmıştır.      

Birleşmiş Milletler Göç Kuruluşu (IOM), göçmenlerin gözaltında tutulması bağlamında Covid-19’u önleme ve bunlara müdahale etme konusunda devletler ve paydaşların rehberliğinde acilen pratik önerilere ihtiyaç duymuştur. Öneriler neticesinde; Birleşmiş Milletler (BM), yeni tip koronavirüs ile mücadelede göçmenlerin, mültecilerin ve vatansızların korunması ile tutuklu mülteci ve göçmenlerin derhal serbest bırakılması için uluslararası topluma çağrıda bulunmuştur. Buna ek olarak merkezleri İsviçre’nin Cenevre kentinde bulunan BM İnsan Hakları Yüksek Komiserliği (OHCHR), Uluslararası Göç Örgütü (IOM), BM Mülteciler Yüksek Komiserliği (BMMYK) ve Dünya Sağlık Örgütünce (DSÖ) yapılan ortak açıklamada, koronavirüs salgını nedeniyle göçmenler, sığınmacılar ve vatansızların yüksek risk altında olduğu vurgulanmıştır. “Resmi ve gayri resmi gözaltı yerlerinde, sıkışık ve sağlıksız koşullarda tutulan mülteci ve göçmenlerin durumu özellikle endişe vericidir.” ifadesine yer verilen açıklamada, bu kişilerin Covid-19 salgınının ölümcül sonuçları göz önüne alınarak gecikmeden serbest bırakılmaları istenmiştir.[1] Ayrıca “Göçmen çocuk ve ailelerle birlikte yeterli yasal dayanak olmadan gözaltına alınanların da derhal serbest bırakılması’’ çağrısı yapılmıştır. OHCHR açıklamasında, ülkeler sınırlarını kapatırken veya sınırlama getirirken uluslararası insan hakları ve mülteci koruma standartlarına saygı göstermeye davet edilmiş; “geri göndermeme” ve “sağlık kontrolleri” prensiplerine de uymaları gerektiği hatırlatılmıştır.[2] Bu durum, uluslararası arenada hem insani hem de siyasi bir ciddiyet taşımaktadır. Çünkü 70 milyondan fazla yerinden edilmiş mülteci ve sığınmacı, bu hastalıktan en çok etkilenecek olanlar gibi görünmektedir. Yerinden edilmiş ve korunmasız aileler genellikle aşırı kalabalık mülteci kampları veya böyle bir hastalığın hızla yayılabileceği kentsel alanlarla sınır bölgelerde yaşamaktadır.[3] Kurumların önerileri doğrultusunda elleri sabun ve temiz suyla yıkama, semptomatik durumda bir sağlık kliniğini ziyaret etme ve sosyal mesafeyi kullanma talimatları uygun ve yerinde olsa dahi sığınmacıların bunları her zaman yapmaları mümkün olmamaktadır.[4] Keza, 1 nisan 2020 tarihinde Uluslararası Kurtarma Komitesi (IRC) analizinde çoğu mülteci kampında sosyal mesafeye uymanın mümkün olmadığı vurgulanmış ve örnek olarak Yunanistan’daki Moria kampında 1000 metrekare 240 insan düştüğü ortaya konulmuştur.

Konuyu Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) üzerinden ele aldığımızda; DSÖ, “Covid-19 Stratejik Hazırlık Planı”nda ve “Covid-19 Teknik Rehberi” ile uyumlu olarak, üye devletlere rehberlik sunmakta ve küresel halk sağlığı çabalarına katkıda bulunmayı amaçlamaktadır. DSÖ, toplumda Covid-19 salgınına yanıt vermek için bütünsel çabaların bir parçası olarak göçmenlerin ve mültecilerin dâhil edilmesi çağrısında bulunmuş ve temel ilkeleri hatırlatmıştır.[5] Bu ilkeler fiziki, anatomik, sosyolojik açıdan bireylere sağlıklı ortam sunulması, sağlık hizmetlerinde ayrımcılık yapılmaması ve sosyal hayatta eşit muamele olarak özetlenebilir.

Türkiye özeline geldiğimizde ise ülkemizin bu süreçte yükü ağır olmuştur. Yaklaşık 3,7 milyon Suriyeli sığınmacıya ev sahipliği yapan Türkiye, burada virüsün yayılmaması için önlemler almıştır. Bu konuda açıklamada bulunan İltica ve Göç Araştırmalar Merkezi (İGAM) Başkanı Metin Çorabatır, “Acil durum haline geri dönmüş durumdayız” şeklinde durum özeti yapmıştır. Suriyelilerin 1,7 milyonunun Avrupa Birliği (AB) fonlarından gelen Kızılay kartlardan yararlandıklarını, bunun dışındakilerin kayıtsız çalıştığını söyleyen Çorabatır, koronavirüs krizi nedeniyle pek çok Suriyelinin işini kaybettiğini belirtmiştir. Suriyelilerin salgından önce genellikle hukuki işleriyle ilgili danışmak üzere geldiklerini söyleyen Çorabatır, “Şimdiyse ‘işimi kaybettim, kiramı, elektriğimi, suyumu ödeyemiyorum’ diyen, gıda yardımı isteyen onlarca insan her gün bizi arıyor” açıklamasını yapmıştır. Çorabatır’ın açıklamalarından, ülkemizdeki Suriyeli sığınmacıların önceliklerinin köklü değişiklikler gösterdiği sonucunu çıkarabiliriz. Türkiye 700 bin sığınmacı çocuğu okula göndermiştir, ancak salgın döneminde pek çok çocuk internet ve televizyonun olmaması gibi teknik imkânsızlıklar nedeniyle uzaktan eğitime katılamamıştır.[6] Türkiye, sağlık konusunda ise gereken önemleri almış, Suriyeli sığınmacılara Göçmen Sağlık Merkezi (180 GSM) aracılığıyla hizmet vermiştir.[7] Osmaniye Kampı’nda giriş çıkışlar sınırlandırılmış; kampa giriş çıkış günde 3000 kişiden 1000 kişiye düşürülmüştür. Kayıtsız/belgesiz göçmenlerin kayıt ve testlerini yapılması için HSYS ye “vatansız” girişi uygulaması başlatılmıştır. Korona testi pozitif çıkan, geçici koruma altında ya da uluslararası koruma altındaki kişilerle dil bariyeri sorunları giderilmeye çalışılmış ve gerekli hijyen koşulları sağlanmıştır.

Sonuç itibariyle küresel pandemi süreci her şeyi değiştirmiş ve bu duruma karşı örgütler, ülkeler önemlerini alsalar bile sığınmacılar için çok daha ağır sonuçlar doğurmuştur.

 

ENERJİ

Covid-19 virüsü neticesinde tüm endüstriyel faaliyetler olduğu gibi enerji de en çok etkilenen alanların başında gelmiştir. İçinde bulunduğumuz süreçte ulaşım kısıtlamaları, tüketimin azalması, Suud-Rus petrol krizi nedeniyle varil petrol fiyatlarının düşmesi, tedarikteki sorunlar enerji piyasalarını ve politikalarını kökten etkilemiştir.

Virüsün Çin’de ortaya çıkması, üretimde büyük bir düşüşe neden olmuştur.[8] İnsanların öncelikli ihtiyaçlara yönelmeleri tüketim piyasasında alışkanlıkları değiştirmiş ve bazı ürünlerde talep patlaması yaşanırken bazı ürünlerde de arz yığılması gözlenmiştir. Arz yığılması olanlardan biri de enerji olmuştur: Ülkelerin birbirlerine uçuş kısıtlamaları getirmeleri, kara sınırlarını kapatmaları, kendi sınırları içinde geçiş kısıtlamaları getirmeleri enerji tüketiminde büyük bir düşüşe neden olmuştur. Buna ek olarak Suud-Rus gerilimi ile petrol varil fiyatının düşmesi, enerji şirketleri ve OPEC ülkelerini olumsuz etkilemiştir.[9] Şirketleri etkileyen başka bir sorun da vadeli işlemler borsasında alacaklı olan şirketlerin tam tersi borçlu duruma düşmeleridir ve New York Borsası’nda Batı Teksas tipi (WTI) ham petrol fiyatının eksi fiyattan işlem görmesi bu korkuyu güçlendirmiştir.[10] Uzmanlara göre enerji piyasası son 70 yılın en kötü dönemini yaşamaktadır. Bu süreçte petrol ithalatçısı ülkeler ve şirketler ucuz fiyattan petrol stoklamaktayken, petrol ihracatçısı şirketler arz fazlasını stoklayarak zararlarını azaltmaya ve fiyatı artırmayı denemektedirler.[11] Bu petrol krizinde hükümetler şirketlere fon dağıtıp, stok olanakları sunmuş olsalar dahi, 1980 yılında kurulan ve 485.4 milyon varillik kanıtlanmış rezervi bulunan Whiting Petroleum şirketi krizin ilk büyük şirket kurbanı olmuş ve iflasını açıklamıştır.[12] Öte yandan, konuyu çevre açısından ele aldığımızda enerji piyasası büyük bir krizin içinde olması ve virüs kaynaklı kısıtlamalardan azalan enerji tüketimi neticesinde bu süreçte çevreye zarar veren sera gazı, karbon monoksit gibi etmelerde büyük düşüş olmuştur.

Sonuç olarak göründüğü kadarıyla petrol ihracatçısı ülkeler bu süreçte ciddi kayıp yaşayan kısım olmuş ve görüşmeler petrol üreticisi ülkelerin faydasına olmamıştır.[13] Amerikan petrol şirketleri, hükümetin onlar için ayırdığı fondan memnun olsalar da bu süreklilik taşımamakta ve şirketler için yeterli olmayacağı düşünülmektedir. İthalatçı ülkeler ve şirketler uzun süreli sabit fiyatlı anlaşmaları da sorgulamaktadırlar. Bu süreçten şüphesiz en faydalı çıkanlar uzun süreli sabit fiyatlı anlaşmalar yapmayan stok kapasitesi yüksek olan petrol ithalatçısı ülkeler ve şirketler olmuştur. Gelecek yıllarda bu sektörde süreç boyunca avantajlı olup atılım yapan yeni ülkeler ve şirketler görebiliriz.

 

MERT ASAN

 

KAYNAKÇA

[1]https://www.unicef.org/press-releases/covid-19-immigration-detention-what-can-governments-and-other-stakeholders-do

[2]https://www.aa.com.tr/tr/dunya/bmden-kovid-19-ile-mucadelede-gocmenleri-koruyun-cagrisi/1787084

[3] https://www.rescue.org/covid-19-threatens-refugee-camps

[4] https://www.rescue.org/article/refugees-do-not-have-luxury-social-distancing

[5] https://data2.unhcr.org/en/documents/download/75773

[6]https://www.dw.com/tr/pandemi-d%C3%B6neminde-t%C3%BCrkiyede-g%C3%B6%C3%A7men-ve-m%C3%BClteciler/a-53098563

[7] https://korona.hasuder.org.tr/pandemi-surecinde-gocmenler-ve-multecilerle-ilgili-durum/

[8] https://www.npr.org/sections/coronavirus-live-updates/2020/04/17/836687299/chinas-economy-retreats-with-pandemic-causing-biggest-gdp-drop-in-decades

[9] https://www.aa.com.tr/tr/analiz/petroldeki-dusus-suudi-arabistan-rusya-ve-abdyi-vuracak/1759334

[10]https://www.ntv.com.tr/ekonomi/petrol-fiyatlari-tarihte-ilk-kez-eksiye dustu,nLQEBXfE_EO_m7uCPtZWjQ

[11]https://money.usnews.com/investing/stock-market-news/slideshows/the-best-energy-stocks-to-buy-this-year

[12]https://www.sozcu.com.tr/2020/ekonomi/petrolde-fiyat-savasinin-ilk-kurbani-belli-oldu-5719824/

[13] https://www.drozdogan.com/koronavirus-pandemisinin-cevreye-etkisi-resimli-anlatim/

GAZAP ÜZÜMLERİ, JOHN STEINBECK

0

“Bu kitabın sayfalarında yaşayan 500.000 Amerikalı var…”

Franklin Delano Roosevelt, 1940

Gazap Üzümleri; Amerika’nın Büyük Buhran döneminde yazılmış, hayatın açlık, yoksulluk, ölüm ve çaresizlik gibi tüm gerçekliklerini bir araya getiren, tıpkı bir tarih kitabı gibi 1930’lu yılların şartlarını bütün canlılığı ile bize betimleyen ve içinde onlarca farklı deneyimi barındıran bir başyapıt…

Amerikan edebiyatının modernist döneminin en başarılı eserlerinden biri olarak kabul edilen Gazap Üzümleri, Amerika’nın 1930’lu yıllarda geçirdiği ekonomik, sosyal ve politik zorluklarını ve yetersizliklerini, kurgusal karakterleri tıpkı tarih kitaplarında gördüğümüz ve okuduğumuz gerçek insanlarmışçasına anlatıyor. Bunu yaparken John Steinbeck, kullandığı anlatıcı tonu ve kişisi, bizi sanki bir zaman makinası ile o döneme bir gözlemciymişiz gibi ışınlıyor ve bizzat yaşanan zorlukları ve deneyimleri tüm canlılığı ile hissetmemizi sağlıyor.

Kitap bu deneyimi bize Joad ailesini merkeze alarak, bu ailenin yaşadıklarını ve ailenin etrafında gelişen olaylar silsileri ile harmanlayarak betimliyor. Küçük bir aile hikâyesi gibi başlayan kitap, aslında çok daha farklı, daha büyük bir parçanın ufak unsurları gibi gelişiyor. Joad ailesi, o dönemde Amerika’nın orta-batı bölgesinde yaşanan kuraklık ve dönemdeki ekonomik kriz dolayısıyla, tıpkı 1840 yıllarında olduğu gibi California’ya, batıya akın akın giden göç hareketlerinin bir parçası oluyor. Oklahoma’dan başlayan ve California’ya kadar uzanan bu hikâyede, Joad ailesi gördükleri reklamlarla, afişlerle veya sağdan soldan duydukları kulaktan dolma bilgilerle bir hayalin peşine düşüyor ve hiç beklemedikleri veya düşünemeyecekleri başka hayatların parçaları oluyorlar.

John Steinbeck, Joad ailesinin hikâyesini anlatırken aynı zamanda dönemin şartlarını ve gerçekliklerini anlattığı yan hikâyelerle ve başka kurgusal karakterlerle de betimlemeyi unutmuyor. Örneğin, kitabı sanki iki katmandan oluşturmuşçasına, ana hikâyenin yanı sıra kısa bölümler eklemeyi tercih ediyor. Bu bölümler aslında, hikâyeye derinlik kazandırmakla birlikte, kitabın gerçekçiliğini bir nebze daha yansıtıyor. Tarih kitaplarında gördüğümüz, o dönemle bağdaşmış olayları, kurgusal karakterlerle ve kendi yarattığı hikâyelerle somutlaştırıyor ve o dönemin aslında okuduğumuzdan ve dinlediğimizden daha zorlu bir süreç olduğunu bize yansıtıp dönemin Amerika’sıyla ilgili olan tarihsel algımızı ve bilgimizi tekrar gözden geçirmemizi sağlıyor.

Öte yandan, John Steinbeck 1930’lu yıllardaki “toz çanağından[1] California’ya uzanan, batıya akın akın giden göç hareketlerini Joad ailesiyle ve bu ailenin yaşadıklarıyla genelliyor. Joad ailesi, Oklahoma’dan yola çıkıp Amerikan rüyasını yaşamak umuduyla California’ya göç ediyor. O dönemde toz çanağında bulunan tüm çiftçilerin hayali olan rahat ve zengin bir yaşam, Joad ailesine de umut veriyor ve yolculukları boyunca asla pes etmemelerini sağlıyor.

John Steinbeck, Joad ailesinin yaşadıklarını ve düşüncelerini, 1930lu yılların göç hareketlerindeki insanların neler yaşamış olabileceklerini veya neler hissetmiş olabileceklerini genel bir çerçevede yansıtıyor. Joad ailesi, yolculukları esnasında, farklı bölgelerden insanlarla tanışıyor ve yolculuklarını birlikte devam ettiriyorlar. Steinbeck, bu şekilde aslında Joad ailesini büyük bir çerçevenin bir parçası haline getirerek yaşanan tüm olayları somutlaştırıyor. Örneğin, Joad ailesi kamp yaptığı esnada birçok farklı bölgelerden insanla tanışıp onlarla birlikte hikâyelerini paylaşıyorlar. Bu hikâyeler aslında büyük çerçevede 1930lu yıllardaki göç hareketlerinin çok basit olmadığını ve çok daha farklı derinlikte yaşanan bir deneyim olduğunu bize yansıtıyor.

Ancak John Steinbeck, bu hikâyeyi sadece hayatın gerçekliklerini veya dönemin şartlarını yansıtmak amacıyla yazmıyor. Kitabın bazı bölümlerinde görüldüğü gibi Steinbeck dönemin Amerika’sına büyük eleştiriler yapıyor.

Öncelikle, Steinbeck batıdaki Amerikan toplumunu eleştiriyor. Göç hareketlilikleri sonucu Amerika’nın batısında yüksek nüfus artışı oluyor ve özellikle California’daki yerel halk bu duruma çok sert tepkiler gösteriyor.  Orta-batıdan gelen çiftçiler, batıda şeftali veya pamuk toplama gibi saatte sadece 25 cent veren işlerde çalışmalarına rağmen yerel halk, polisin de desteği ile göçmenlerin kamplarına baskınlar düzenlemeye çalışıyor ve göçmenleri batıdan kovmaya çalışıyor. Yerel halk ayrıca, toplum içinde göçmenlere ‘Okies’ gibi lakaplar takarak ayrımcılık ve ırkçılık yapıyor. Kitapta da görüldüğü gibi yerel halkın bu tavrı bazen başarılı oluyor ve göçmenlerin bir kısmı batıyı terk etmek zorunda kalıyor. Steinbeck, aslında artan göç hareketlerinin sebeplerinden birini batıdaki işverenlerin dağıttığı reklam ve el ilanları olduğunu savunuyor ve toplum içinde oluşan ironiyi bize yansıtmaya çalışıyor. Bu ironi ile hem artan göçe sebep olanların batıdaki insanlar olduğunu söylüyor hem de batıdaki insanların göçmenleri istemediğini bize yansıtıyor.

Ayrıca, John Steinbeck Amerikan Rüyasının geçerliliğini eleştiriyor. Amerikan Rüyası çok çalışma ile başarı, refah ve şöhretin yakalanabileceği fikrini savunan bir düşünce biçimi ve geleneğidir ve hala günümüzde geçerli olan bir düşünce biçimidir. Joad ailesi de Amerikan Rüyasına kapılıyor ve refaha sahip olabilme umuduyla yolculuklarına başlıyor. Ancak kitap ilerledikçe görüldüğü gibi bu düşünce biçimi geçerliliğini kaybediyor. Refah veya zengin kavramlarının yerini yoksulluk, açlık ve ölüm kavramları alıyor. Joad ailesi bireyleri ne kadar çalışırlarsa çalışsınlar nihayetinde aç ve parasız kalıyorlar. Steinbeck, Amerikan Rüyası düşünce biçiminin gerçek dünya ile alakasının olmadığını ve gerçekliğin yanında bir mitten öteye gidemeyeceğini çok iyi bir şekilde kitabında inceliyor.

Ancak bu kadar olumsuzluğa, çaresizliğe ve trajediye karşın, John Steinbeck olumlu bir şekilde kitabını bitiriyor. Çoğu eleştirmene göre, Gazap Üzümleri tam olarak gerçekçi bir kitap ve gelecek için Amerika açısından olumlu bir çıkarım sunmuyor. Ancak John Steinbeck, Joad ailesiyle birlikte yola çıkarak, sonucunda birlikte ve güçlü bir toplum anlayışı oluşturuyor. Kitabın başlığını da bir sembol olarak kullanarak, üzüm çiftçilerinin gazabının gelecek için bir umut oluşturduğunu yansıtıyor. Nihayetinde dönemin göç hareketlerini ve aslında bu hareketlere dâhil olan her bireyi bir çatı altında birleştiriyor ve yeni güçlü bir kimlik oluşturuyor. Steinbeck’e göre kötü günlerden kurtulmanın tek yolu birlikten geliyor ve eğer birliktelik başarılabilirse, tüm güçlüklerin altından gelinebileceğini yansıtıyor. Bunun en güzel örneği, kitabın son bölümünde açlıktan ölen bir adamı anne sütü ile besleyen, yavrusunu yeni kaybetmiş bir anne ile betimliyor. Bu sahnede sanki ölen adam yeniden doğan bir çocuk gibi hayata tutunuyor ve birlik açısından geleceğe dair umut serpiştiriyor.

Sonuç olarak Gazap Üzümleri, içinde birçok farklı katman barındıran çok zengin bir kitaptır. 1940 yılında bir radyo programında Amerikan başkanı Franklin Delano Roosevelt’in de dediği gibi; “Bu kitabın kapağında 500.000 Amerikalı yaşıyor.” Dönemin şartlarını ve gerçekliklerini tüm canlılığıyla bize yansıtırken oluşan en karanlık anların bile birlikle ve inançla altından kalkılabileceğini anlatan bu kitap, tarihin en başarılı romanlarından biri olarak kabul edilmektedir.

 

OĞUZ KAAN ÖZALP

TUİÇ Göç Çalışmaları Stajyeri

 

KAYNAKÇA

[1] Açıklama: Amerika’daki kuraklık sonucu ortaya çıkan, Amerika’nın Güney Ovalarına verilen genel bir isim. Bknz: https://www.history.com/topics/great-depression/dust-bowl#:~:text=the%20Great%20Depression%3F,Okie%20Migration,traveled%20west%20looking%20for%20work.

GÖÇ SOSYOLOJİSİ – Batı Eksenli Dünya ve Türkiye’ye Gelen Dış Göç Dinamiği / Kübra Yücel Yönlü

Kübra Yücel Yönlü tarafından yazılan bu eser, Türkiye’ye gelen dış göçü, Batı kaynaklı mevcut kuramsal çerçeveden çekip alarak farklı bir bakış açısıyla açıklamayı amaçlamıştır. Yazar bu kitabında, Türkiye’de yapılan akademik göç çalışmalarında hâkim olan Batılı anlayışın, Türkiye’ye gelen dış göçleri açıklamadaki yetersizliğini eleştirerek, bu göçlerin açıklanmasında Osmanlı’nın tasfiye edilerek yeni Türkiye cumhuriyetinin kuruluşunun ve bu yeni devletin geçirdiği siyasi değişimlerinin etkili olduğunu sade bir üslup ve anlaşılır bir dil ile savunmuştur. Yazar, her okuyucunun anlayabileceği bir şekilde Osmanlı’nın son döneminden günümüze kadar Türkiye’ye gelen dış göçleri ele almıştır.

Yazar, Türkiye’ye gelen dış göçleri incelerken, kitabı üç ana bölüme ayırmıştır. İlk bölümde Batı’nın göç tarihini ve göç literatüründeki Batı hâkimiyetini kronolojik bir şekilde okuyucuya aktarmıştır. Batı’nın göç tarihi 16.yüzyılda başlayan sömürgecilik faaliyetleri ile eş zamanlı olarak ele alınsa da akademik anlamdaki göç çalışmalarının 19.yüzyılda İngiliz istatistikçi Ravenstein’in “göç kanunları” isimli çalışması ile başladığı kabul edilir. 16.yüzyılda başlayan Batı yayılmacılığı ve 19.yüzyılda Batı’nın dünya egemenliğini ele geçirmesi ile beraber göç konusunun bilimsel çalışmalara konu olması da Batılı fikirlerin dominant olduğu bir dünyada kalmıştır. Yazarın tezine göre, göçü tarihsel bir sırayla açıklayan Batı merkezli üç egemen biçim vardır. Bunlardan birincisi 19.yüzyıl göçün tarihini temelde Batı sömürgeciliği ile ilişkili olarak ele alan açıklamalardır. Daha çok Batı yayılmacılığının temelini oluşturmak için ortaya sürülen bu açıklamalar Avrupalı devletlerin deneyimlerine dayanır. Bundan dolayı, bu yaklaşımlar, Türkiye de dâhil olmak üzere Avrupa ile aynı veya benzer tarihsel süreçleri geçirmemiş toplumlardaki göç olgusunu açıklamak için yetersiz kalabilir. Batı kaynaklı göç literatüründeki ikinci egemen açıklamalar ise Batı’da yaygın olan şehirlileşme kuramlarına ve sömürgeciliğin ortadan kalkmasına dayandırılır. Bu açıklamalara göre, 2. Dünya Savaşı sonrası sömürgeciliğin sona ermesi ile savaş sonrası bozulan ekonomi ve ortaya çıkan toplumsal sorunlar, insanların göç etmek için başlıca motivasyonu olmuştur. 1980’lere geldiğimizde ise yeni dünya düzeni ile göçü açıklayan yeni egemen görüşlere ortaya çıkmıştır. Bu egemen anlayış biçimi altında, göç sadece teorik temelli açıklanmasını bekleyen bir olgu olarak değil, bunun yanında toplumda çözülmeyi bekleyen bir problem olarak da görülmüştür. Bu bağlamda, açıklamalar da küreselleşmeye, çokkültürlülüğe, göçmenlerin topluma entegrasyonuna odaklanmıştır.

Batı perspektifinden olan bu açıklamalar, göç konusunu yine Batı merkezli olarak temellendirir. Bu yüzden, yazarımız Avrupa ile aynı tarihsel süreçleri yaşamamış olan Türkiye’ye gelen dış göçleri açıklarken bu kuramları kullanmanın yetersiz ve yersiz olacağını savunmuştur. Yazar Türkiye’ye gelen göçleri Doğu sorunu ve Türkiye cumhuriyetinin kuruluş dinamiğini temel eksen alarak açıklamıştır. Bu noktada, yazarın Doğu sorunu ile neyi kastettiğini ayrıntılı olarak açıklamak faydalı olabilir. Doğu sorunu coğrafi bölge olarak geniş bir alanı içine alıyor diyebiliriz. Balkanlar’dan Orta Asya’ya kadar olan geniş bir coğrafyaya odaklanmamız gerekir. Tarih boyunca, uygarlıkların ortaya çıkışlarından beri bir Doğu sorunu algısı vardır. Fakat 19.yüzyıl ile birlikte yeni bir boyut kazanan Doğu sorunu Batılı devletler için artık daha çok Osmanlı sorunudur. 1815 Viyana Kongresi’nde ise “Doğu Sorunu” terimi ilk defa kullanılmış ve bu kullanımda Doğu olarak Osmanlı kastedilmiştir. Yani, günümüzde Doğu sorunu sanıldığının aksine yeni Türkiye cumhuriyetinin kurulması ile ün kazanmamış, Doğu sorununa Batılı devletlerin Osmanlı’ya karşı izlediği Doğu siyaseti zamanında tekrardan anlam yüklenmiştir. Fakat Osmanlı’nın yıkılması ile Doğu sorunu ortadan kalkmamıştır. Türkiye’nin Batılı devletler ile olan ilişkilerine baktığımızda bunu anlayabiliriz. Örneğin, nüfus mübadeleleri, 1939 Hatay’ın anavatana katılması ve 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı, Doğu sorunun Türkiye cumhuriyeti kurulduktan sonra da devam ettiğinin kanıtıdır.

Yazar, kitabın diğer iki bölümünde ise Türkiye’ye gelen dış göç dinamiğini Doğu sorunu ekseninde kronolojik bir şekilde anlatmaktadır. İkinci bölüm genel olarak Osmanlı’nın son dönemi ve yeni Türkiye Devleti’nin II. Dünya Savaşı’na kadar deneyimlediği dış göçü tarihsel bir çizgide işlemektedir. Yazara göre, Doğu sorunu 19.yüzyıl göç tarihinde Osmanlı için bir dönüm noktasıdır. 19.yüzyılın son zamanları ve 20.yüzyılın başlarında Osmanlı’ya yapılan göçlerin daha çok bir geri dönüş niteliğinde olduğunu söyler yazar. Bunun nedeni olarak da, bu dönemde kaybedilen topraklardan gelen göçü oluşturan göçmenlerin aslında bu topraklar ilk fethedildiğinde Osmanlı hükümeti tarafından iskân politikası kapsamında Anadolu’dan o bölgelere gönderilen Türkler olduğu düşünür. Ayrıca, bu göçlerin Osmanlı’ya genel olarak Kırım, Kafkasya, ve Balkanlar’dan gerçekleştiği ifade edilmektedir. Türkiye ise Osmanlı’nın çöküşünde sonra giderek daralmış bir coğrafyada kurulan yeni bir devlettir. Anadolu coğrafyası ve Rumeli, kısaca günümüz Türkiye toprakları, Osmanlı’nın dağılması ile birlikte yerinden edilmiş milyonlarca Türk kökenli veya Türk kültürüne yakın insana kapılarını açmıştır. Yeni Türkiye’ye göçlere ilk olarak, Lozan Barış Antlaşması ile gerçekleşen nüfus mübadelelerini örnek verebiliriz. Ardından, Hatay ve Kıbrıs sorunları ile ülkemize katılan yeni göçmenlerin serüvenlerini de unutmamalıyız.  

Kitabın son bölüme geldiğimizde ise, II. Dünya Savaşı’ndan günümüze Türkiye’ye gelen dış göçlerin incelemesi ile karşılaşıyoruz. Bu dönemde göçün ana kaynağı Balkanlar- özellikle Bulgaristan- olmuştur. Bazı Balkan ülkelerindeki baskıcı rejimlerin yaptığı zulümlere dayanamayan ve genelde çoğunluğu Müslüman olan birçok Balkan halkı bu baskıdan kurtulmak amacıyla Türkiye’ye göç etme yolunu tercih etmiştir. Bu göçler genel olarak, Bulgaristan, Yugoslavya, Yunanistan ve Romanya’dandır. Buna ek olarak, SSCB’nin dağılma sürecinde Türkiye’ye gelen göçler vardır. Aslında SSCB’nin halka uyguladığı baskıdan doğan Türkiye’ye göç yeni bir olgu değildir. Rusya çarlık rejimi zamanından beri bu göçler gözlemlenmiştir. Fakat SSCB’nin dağılması ile kötüleşen ekonomi tuz biber olarak bu göçlerin artmasına neden olmuştur. Son olarak, yazar, 1980 sonrası İran ve Irak’tan gelen göçleri ve bu göçlerin ortaya çıkardığı mülteci sorununu ele almıştır. 1970’lerin sonunda İran’da gerçekleşen devrim birçok muhalifin Türkiye’ye göç etmesi ile sonuçlanmıştır. Ayrıca, bu dönemde gerçekleşen İran-Irak Savaşı ve Körfez Savaşı sonucu bölgedeki toplumsal ve ekonomik düzen zarar görmüş ve birçok kişi sınır komşusu olan Türkiye’ye göç etmeye karar vermiştir.

Son iki paragrafı kısaca özetlememiz gerekirse, Anadolu ve Rumeli toprakları Osmanlı’nın tasfiye edilip yeni Türkiye Devleti’nin kurulduğu dönemden günümüze kadar göç alan bir ülke olmuştur. Yaşadığı topraklarda baskı, zulüm ve öldürmelerle karşılaşan insanlar için Türkiye bir sığınak durumunda olmuştur. Kötü muameleden kaçan milyonlarca insana Türkiye kucak açmış ve ev sahipliği yapmıştır.  

Eserin sonuç bölümüne geldiğimizde ise, yazar tezini bir kez daha farklı kelimeler ile özetlemektedir:

Batı’da göç kuramları Batı yayılmacılığıyla ilişkilidir. Ancak Türkiye’ye göç serüveni kendini savunma ve kendi varlığını belirtme çabasının bir ifadesi olarak ortaya çıkmıştır. Bu bağlamda göç sonucunda oluşan toplumsal değişimleri ve sürekliliği bütünsel düzeyde anlamamızı sağlayan olay Doğu Sorunu’dur.

Buna ek olarak, yazar Türkiye’de hala göçle ilgili olarak kendi dinamizmine dayanan kuramsal bir yaklaşımın geliştirilmemesinden ve Batı kaynaklı kuramlar ile kendi göç sorununu açıklamaya çalışmasından şikâyetçidir. Türkiye’de üzerine çalışılan göç literatüründeki kuramsal eksikliğe dikkat çekmektedir. Yazarın bakış açısına göre, hem Osmanlı’nın yıkılış sürecinde hem de yeni Türkiye Devleti tarihinde gerçekleşen göçlerin kendine has ve Avrupa’nın göç olgusuyla alakası olmayan özellikleri vardır. Bu durum, Türkiye’nin kendi göç trendini açıklamak için, yine kendi siyasi değişimi sınırları içerisinde yeni bir kuramsal modelin geliştirmesi gerektirir. Yazar, bu modelin Doğu sorunu tarafından belirleneceğini öne sürmektedir. Türkiye’ye göçü çalışırken getirilecek açıklamaların Doğu sorununa bağlı temellendirileceği düşünmektedir. Doğu sorununu merkeze koyarak literatürdeki bu kuramsal boşluğun doldurulabileceğini inanmaktadır. Ayrıca, yazar Türkiye’de göç konusu üzerine yapılan çalışmaların daha çok iç göç ve yurtdışına -özellikle Almanya’ya- ekonomik nedenlerle yapılan göçe odaklanmasını ve Türkiye’ye gelen dış göçün literatürde göz ardı edilmesini bir başka eksiklik olarak görmektedir. Bu duruma tepki olarak yazar literatürde çok da fazla değinilmeyen Türkiye’ye gelen dış göçleri ele almaya karar vermiştir.  

Eklemek istediğim bir diğer nokta şu ki yazar, Türkiye’ye gelen göçmenlerin hoşgörü ile karşılandığı ve Avrupa’daki gibi asimilasyon politikası güdülmediği üzerinde durmuştur. Türkiye yeni gelenlere kucak açmış ve toplumun içinde kolaylıkla yer almasını sağlamıştır. Herhangi bir ırkçılık, düşmanlık ve gettolaşma görülmemiştir. Yazar bu durumu hala toplum düzeyinde muhafaza edilebilen gizli imparatorluk yapısına bağlamıştır. Bu husus dikkatimi çekmiştir çünkü kitapta yer almayan fakat günümüzde ülkemizdeki göç sorununun ana teması olan Suriye mülteciler için durum pek de bu şekilde ilerlememektedir. Ülkemizde bulunan Suriyeli mültecilere karşı ırkçı söylemlerle ve ayrımcı davranışlarla günümüzde sıkça karşılaşmaktayız.

Eseri genel olarak inceleyecek olursak, giriş kısmında ortaya sürülen tez, yazarın kronolojik çalışması ile desteklenerek başarılı bir şekilde savunulmuş diyebiliriz. Kitabın kapağında da yazılı olan “Batı Eksenli Dünya Düzeni ve Türkiye’ye Gelen Dış Göç Dinamiği” bu kronolojik çalışma ile gayet düzgün bir şekilde açıklanmıştır. Bu kitabın okuyucuları, “Batı eksenli göç anlayışı nedir?”, “Türkiye’ye gelen göçün özellikleri nelerdir?”, “ Son iki yüzyılda Türkiye’ye nerelerden göç gelir?” ,  “Batı hakimiyetindeki göç literatürü Türkiye’ye gelen göçü açıklar mı?” ve benzeri sorulara tarihsel gerçeklikle beraber yanıt bulabilir. Bu kitap, Türkiye’ye gelen göçleri belli bir sınırlama içinde değil de, geniş bir tarihsel yelpaze ile beraber ele aldığından dolayı bu konuyla ilgilenenler ve özellikle bu konu üzerine akademik çalışma yapanlar için faydalı ve önemli bir kaynak kitap olarak kullanılabilir.

 

SENA NUR

TUİÇ Göç Çalışmaları Stajyeri