Home Blog Page 97

TUİÇ ONLİNE STAJ (O-STAJ) BAŞVURULARI

0

Türkiye Uluslararası İlişkiler Çalışmaları ailesi daha yolun en başından beri “hayat boyu öğrenme ve öğrendiğini aktarma” ilkesini benimseyerek hareket etmiş ve çalışmalarını sürdürmüştür.

Tıpkı önceki yıllardaki gibi yaz dönemi stajımızında başarıyla tamamlanmasının ardından kış döneminde de düzenlenecek “o-Stajımız” online olarak sürdürüleceğinden özellikle dünyanın içinde bulunduğu Covid-19 sürecinde staj yapmak isteyen adaylara büyük bir kolaylık sağlayacaktır.  Bu staj programıyla katılımcılarımız hem ilgili oldukları alanda tecrübe kazanma hem de kendisine bir ağ oluşturma şansı yakalayacaktır. “o-Staj” uygulamasıyla deneyimlerimizi size aktarmayı hedeflemekteyiz. O-Staj programımızda katılımcılara;

  • İlgili konu veya alanla ilgili temel bilgi ve gereksinimlerini karşılanması
  • Araştırma, yazma ve sunum becerilerinin kazanılması ve geliştirilmesi
  • Alanda çalışan kişilerle ağ ve tecrübe paylaşımının mümkün kılınması
  • Stajı başarıyla bitirenlere sertifika ve referans mektubu verilmesi planlanmaktadır.

O-Staj kapsamında stajyerler aşağıda belirtilen alanlarda çalışmalar yapacaklardır:

  • Latin Amerika Çalışmaları
  • Göç Çalışmaları
  • Sivil Toplum Okumaları
  • Anarşizm Okumaları
  • Balkan Çalışmaları

 

  • HER BİR STAJ PROGRAMINA 10 KİŞİ KABUL EDİLECEKTİR .

 

  • Online Staj programımız Zoom üzerinden online olarak sürdürülecektir, haftada bir gün 90 dakikalık online toplantı gerçekleştirilecektir.
  • Akademik makale önerileri ve yönlendirmeler akademik danışman tarafından sağlanacaktır.

Kimler Başvuruda Bulunabilir?

Başta uluslararası ilişkiler olmak üzere ilgili sosyal bilim alanlarında lisans , yüksek lisans ve doktora eğitimini sürdüren veya alan dışından ilgili kişiler TUİÇ O-Staj Programı’na başvurabilir.

Başvuru Belgeleri

Uluslararası İlişkiler Çalışmalar Derneği – TUİÇ’de O-Staj progamı için gerekli olan belgeler;

  • Başvuru formunun eksiksiz doldurulması.
  • Özgeçmiş: Özgeçmiş  [email protected] adresine ayrıca gönderilmelidir. 
  • Staj programına katılmaya hak kazanan adayların 200 TL staj katılım ücretini yatırmaları (Konuyla ilgili hak kazananlara ayrıntılı bilgi verilecektir)

TUİÇ O-Staj Süresi

TUİÇ o-Staj programı Ekim–Aralık ayları arasında yürütülecektir.

Başvuru Başlangıç: 19.09.2020

Son Başvuru Tarihi: 25.09.2020

Başvuru Sonuçları: 27.09.2020

Staj Başlangıç: 28.09.2020

Staj Bitimi: 30.11.2020

Online Sunum Haftası: 30.11.2020-06.12.2020

Sertifika ve Referans Mektupları Gönderimi: 7.12.2020

TUİÇ O-Staj İçeriği

Stajyerler yukarıda belirtilen alanlarda koordinatörlerin hazırlamış olduğu o-Staj müfredatlarındaki,

  1. Metodoloji Eğitimi
  2. Sunum/Makale Tartışmaları
  3. Kitap Analizi
  4. Araştırma Yazısı
  5. Belgesel/Film izleme ve değerlendirme
  6. Online Sunum
  7. Röportaj çalışmalarını yapacaklardır.

Staj Sertifikası ve Referans Mektubu:

Stajyerler başarılı olabilmek için en az 70 puan almak zorundadır. 50-70 arasında kalanlar için 2 haftalık uzatma süresi verilebilir 50 altı alan stajyerler başarısız sayılacaktır. Stajyerlerin değerlendirilmesi aşağıdaki puanlama sistemine göre yapılacaktır:

Makale Okuma ve Sunumu: 10 Puan

Kitap Analizi: 10+10= 20 Puan

Araştırma Yazısı: 20 Puan

Belgesel/Film: 5+5= 10 Puan

Sunum: 20 Puan

Röportaj: 20 Puan

Başarılı olan stajyerler staj sertifikası ve referans mektubu almaya hak kazanacaktır.

 

 

Başvuru için lütfen formu doldurunuz:https://docs.google.com/forms/d/1OQtHgp-b7eGEU6eu0CzcqkK1Tc7JtACCHcJ0sNnBLeE/edit

O-Staj Programımızın içeriği hakkında detaylı bilgi için lütfen aşağıdaki linke tıklayınız:

DR.SİNAN OĞAN’LA RÖPORTAJ: SURİYE KRİZİ VE BM

Suriye Krizi Sürecinde BM Politikasının Değerlendirilmesi – Türksam Kurucu Başkanı Dr. Sinan OĞAN

 

1) Birleşmiş Milletler’in (BM) kuruluş tarihinden itibaren temel amacına ulaştığını düşünüyor musunuz, cevabınızı örneklerle beraber açıklayabilir misiniz?

 Birleşmiş Milletler, biliyorsunuz ki 2. Dünya savaşından sonra ülkeler arasındaki savaşların son bulması ve bundan sonra yeni savaşların olmaması; bunun yanı sıra ekonomik, sosyal, siyasi, iktisadi entegrasyonun sağlam olması için kurulmuştu. Ancak BM kurulduktan sonra çok sayıda savaş yaşadık, çok sayıda ülke arasında çatışmalar yaşandı. Her ne kadar 1. ve 2. Dünya savaşı gibi 3. Bir dünya savaşına girilmese de bireysel silahlanmanın artması, ülkeler arasındaki silah yarışının hala devam ediyor olması, ülkeler arasındaki savaşların ve iç çatışmaların yaşanıyor olması ve maalesef ki BM’nin de burada zaman zaman çok fazla bir şey yapamaması, BM’nin tam amacına ulaşamadığını göstermektedir. BM daimî üyelerinin de bu konuda yeterli çabayı göstermediğini, zaman zaman kendi ülke çıkarlarını, BM çıkarlarının üstünde tuttuklarını görmekteyiz. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da “dünya beşten büyüktür” sözünü ben bu anlamda ve bu çerçevede anlamlı buluyorum. Şöyle ki, 5 tane daimî temsilci oturuyor, bir konuda birisi itiraz edince olmuyor, karar alamıyorsunuz bir şey yapamıyorsunuz. O sebeple de ben BM daimî üyelerinin bu tekel konumunun yanlış olduğunu düşünüyorum. BM’nin genelinin oylaması usulü ile sonuç alınmasının daha doğru olacağını düşünüyorum. Yoksa Suriye savaşı, bugün Ortadoğu’daki birçok savaş, Kafkasya’daki birçok savaş dünyanın birçok yerindeki savaşlar, Azerbaycan – Ermenistan arasındaki savaş hala son bulmadı.

 

2) Arap Baharı neden Afrika kıtasından çıkıp Orta Doğu’ya yayıldı? Bu yayılmanın bölge içerisindeki sebepleri nelerdir?

Arap Baharı dediğimiz hadise aslında Avrasya coğrafyasında yaşanan Turuncu Devrimler’in Ortadoğu versiyonu idi. Çünkü Turuncu Devrimler’le Avrasya coğrafyasına “demokrasi” getirmek isteniyordu. Soros’un devrimleriyle de bu yapılmak isteniyordu, Arap Baharı da bunun başka bir versiyonudur. Büyük Ortadoğu Projesi’nin bir parçası olarak bunu değerlendirip düşünmek gerekiyor ve Arap Baharı’nın getirilmek istendiği coğrafya kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkeleri; Condoleezza Rice’ın çok önceden söylemiş olduğu “22 ülkenin sınırlarını ve rejimlerini değiştireceğiz” sözü ile bire bir örtüşüyor. Büyük Ortadoğu Projesi, İsrail’in güvenliğini sağlamak için kurgulanmış bir proje idi, Arap Baharı da onun demokrasi adı altında sahneye konmuş tiyatrosuydu.

 

3) Türkiye, Arap Baharı hakkında neler düşünüyor ve bunun etkisinden nasıl kendini korudu?

Türkiye, başlangıçta Ortadoğu’ya kendisini yakın hisseden bir iktidar olduğu için Arap Baharı’nın bölgeye demokrasi getireceğini düşündü. Dahası Mısır’da Müslüman Kardeşler’in Mursi liderliğinde iktidara gelmesini de destekledi ama sonra gördü ki Arap Baharı bölgeye kan ve gözyaşı getiriyor. Dolayısıyla Arap Baharı, Suriye’de kışa döndü ve maalesef ki yüzbinlerce insanın hayatına mâl oldu, milyonlarca insan evinden yurdundan yuvasından oldu ve Türkiye de neticesinde bunun iyi bir şey olmadığını geç de olsa anladı. Geç de olsa diyorum, çünkü en başından beri Arap baharının yanlış bir şey olduğunu ifade ediyordum. “Turuncu Devrimler” adındaki kitabımda geçen, bu kurgulanmış demokrasi oyunlarının ne olduğunu anlatmaktayım. Rusya’nın eski savunma bakanı Sergei İvanov’un bir sözü var, onu ben çok sık alıntılarım: “Demokrasi, bir bahçeden çıkarılıp öbür bahçeye ekilecek patates değildir.” Yani, “ben size demokrasi getiriyorum” deyince demokrasi gelmiyor; demokrasinin kurum ve kuruluşlarıyla zihinlere iyi yerleşmesi lazım, zihinlere yerleştiremediğiniz şeyi meydanlara yerleştirerek bunu yapamazsınız.

 

4) Suriye hükümeti iç savaşını kendi imkânlarıyla durduramadı. Sizce bunun nedenleri nelerdir?

Suriye krizi, Arap Baharı’nın bir parçasıydı ve bu kendi iç imkânlarıyla zaten duracak bir şey değildi. Tam tersine Suriye rejiminin yanlış tutumu sebebiyle daha da sarpa sardı. Suriye rejimi başlangıçta bu meselelere çok sert müdahale etti. Başlangıca dönüp baktığımızda Arap Baharı, Tunus’ta bir üniversite mezunu işsiz gencin kendisini yakmasıyla başlamıştı. Suriye’de nasıl başladı? Lise öğrencilerinin, yani yaşları daha küçük çocukların duvara Esad rejimi ile ilgili yazılar yazması üzerine rejim kuvvetlerinin bu çocukları tutuklaması, bu çocukların ailesine çok sert müdahalelerde bulunması halkı galeyana getirmişti. Dolayısıyla ortada o kadar yanlış giden şeyler oldu ki hem Suriye rejimi normal gösterilere zamanla katliama varan çok sert tepkiler verdi, hem de Suriye’de çok fazla uluslararası aktör işin içine karıştı. Sürece baktığımızda “uluslararası koalisyon” dediğimiz 20 den fazla ülke askeri müdahalede bulundu: Arap baharının Suriye’de bir kanlı çatışmaya döneceği belliydi bu da iç imkanlarla her şey yanlış başladığı için durdurulacak bir şey gibi görünmüyordu.

 

5) Suriye Krizi sürecinde insan haklarının korunduğunu düşünüyor musunuz?

İnsanlar korundu mu ki hakları da korunsun? Yani insanların hayatının korunmadığı yerde haklarının da korunup korunmadığını konuşmak abesle iştigaldir.

 

6) Suriye krizinde BM Güvenlik Konseyi daimî üyesi olan ülkelerin aktif rol alması hakkında ne düşünüyorsunuz?

Şimdi Suriye krizi sürecinde daimî ülkelerin aktif rol aldığını görüyoruz ama bunlar arasında Çin ve İngiltere biraz daha perde arkasında kaldı, Fransa yarı perde arkası yarı sahadaydı ama ABD ve Rusya aktif olarak sahada yer aldı. ABD, binlerce tır sevkiyatıyla oradaki PKK/PYD’ ye, dünyanın tanıdığı bir terör örgütüne silah yardımında bulundu ve Suriye’yi fiilen bölme üzerine bir strateji kurguladı. Rusya da aktif bir şekilde BM kararı olmadan kendi tezlerine göre Suriye rejiminin davetiyle geldi, oraya yerleşti ve etrafı bombalıyor. Dolayısı ile BM daimî temsilcisi ülkelerin Suriye’deki rolü BM çatısından ziyade kendi bireysel tercihler ile kendi bireysel çıkarları çerçevesinde gerçekleşmektedir. Maalesef ki BM daimî üyeleri de dünyanın istikrarsızlaşmasında bazen çok ciddi rol oynamaktadırlar.

 

7) BM Güvenlik Konseyi daimî üye ülkelerin Suriye krizi içinde kendi çıkarları var mı? Ülkelere göre örnek verebilir misiniz?

Daimî ülkelerin ne gibi çıkarları var? ABD’nin bölgedeki çıkarı İsrail’in güvenliğini korumak, İsrail’e bölgede tehdit unsuru olan ülkeleri bölmek, İsrail’le ortak çalışacak yeni ülkeler kurdurmaktı. Bunu da PKK’ya orada bir devletçik kurdurarak yapmaya çalışıyordu. ABD ve bölgedeki ülkelerin istikrarsızlaşmasına ve bölünmesine neden oluyor. Rusya ise Esad rejiminin davetiyle geldiğini söylüyor ve Suriye’nin toprak bütünlüğünü koruyacağını iddia ediyor ama bunu yaparken hiçbir insan hakkına dikkat etmediği gibi, bölgedeki diğer ülkelerin, ülke içerisindeki grupların taleplerine dikkat etmiyor ve askeri gücüyle ağır bombardıman yaparak bölgede çok sayıda sivilin de ölmesine vesile oluyor. Dolayısıyla bunu yaparken de fiilen Rusya Suriye’nin yönetimini eline almış durumda, Suriye içerisinde Tartus başta olmak üzere askeri üsler elde ediyor. Dolayısıyla ne BM’nin kurumsal olarak ne de üyelerin tekil olarak insan hakları ihlallerinin sona ermesi, çatışmanın son bulması gibi bir dertleri bulunmuyor.

 

8) Rusya, Türkiye ve İran üçlü ittifakı ile ilgili düşünceleriniz nelerdir? Suriye krizini sonlandırmaya yardımcı olabilir mi?

İttifak” tanımını oldukça iddialı bulmakla birlikte eğer adı gerçekten ittifaksa, ben öyle bir durum görmüyorum. Bir “diyalog” derseniz belki daha doğru bir kelime olabilir. Suriye krizinde Türkiye, İran ve Rusya arasında bir diyalog başlatıldı demek doğru olur. Ancak sözü edilen ittifakın olması için düşüncelerin aynı olması lazım. Oysa İran’ın, Suriye içerisinde milisleri var ve bu milisler Türkiye ile savaşıyor. İran ve Rusya yakın gözüküyor ama Rusya İsrail’le iş birliği yapıyor, İsrail ise İran’ı bölgede vuruyor, demek oluyor ki ortada bir ittifak yok. Türkiye ile Rusya ilişkisine baktığımızda ise bilindiği üzere Rusya’nın bombaladığı bölgede 34 tane Türk askeri şehit oldu. Dolayısıyla böyle bir ittifak söz konusu değil ama gerçekleşebilseydi böyle bir diyalog işe yarayabilirdi. Her üç ülke için de ifade ediyorum her birinin çıkarları bir şekilde ortak bir noktaya getirilebilseydi bence bu diyalog Suriye krizinin çözümünde işe yarayabilirdi. Aslında herkesin çıkarının ben ortak bir noktada buluşabileceği kanaatindeyim ama maalesef ki ülkeler arasındaki ilişkiler bazen çıkarların ötesinde farklı dürtülerle farklı mekanizmaları devreye sokabiliyor.

 

9) Arap Baharı dünyada nasıl bir etki bıraktı ve devletler arasındaki ilişkilerde neleri değiştirdi?

Arap baharı dünyaya çok etki bıraktı ama Türkiye’ye 5 milyon Suriyeli sığınmacı bıraktı. Maalesef ki Arap Baharı’nın Türkiye’ye maliyeti sadece Suriye için 100 milyar dolardır. 50 milyar dolar, ülkedeki 5 milyon Suriyeli’ye harcandı. Geri kalan 50 milyar dolar ise Suriye’deki Suriyelilere harcanıyor. Şimdi bakıyorsunuz Rusya’nın Suriye’de üsleri var: Suriye kaç tane mülteci gönderdi Rusya’ya? Rusya kaç tane mülteciye bakıyor? Bölgedeki diğer önemli aktör olan İran kaç tane mülteciye bakıyor? Türkiye’de milyonlarca Suriyeli sığınmacı var ve bunun karşısında Türkiye ne kazandı? İran ve Rusya Suriye’de askeri üsler edindi, Akdeniz’de bu yolla Türkiye ile güneyden de komşu oldu ama Türkiye’nin orada kazandığı bir şey var mı? Bana göre kazandığı bir şey yok. Diğer taraftan Arap Baharı’nın dünyaya bıraktığı kan ve gözyaşı oldu, maalesef belki de amaç da buydu. Arap Baharı sayesinde 22 ülkenin rejimini değiştirmek, bazı ülkeleri bölmek gibi amaçlarına da ulaştıklarını düşünüyorum. Bazı ülkeler bölündü, bazı ülkelerin rejimi değişti, bazı ülkelerin ne olacağı belli değil günümüzdeki durumda. Libya’da olduğu gibi hala iç savaş devam ediyor. Avrupa’ya da ciddi bir mülteci tehdidi ortaya çıktı, bu sebeple Arap Baharı’nın dünyaya getirdiği kan, gözyaşı ve yeni potansiyel çatışma alanlarıdır onun dışında kanımca başka bir şey getirmedi.

 

10) Genel olarak Suriye krizi hakkında değerlendirme yapabilir misiniz?

Genel olarak Suriye krizi maalesef ki uzun süren kanlı gözyaşına sebep olan, Suriye’nin parçalanmasına vesile olan bir krizdir. Suriye krizinin çözümünün birkaç yolu vardır: Ülkeler önce samimiyetle krizin gerçekten bitirilmesini isteyecekler ve bu yolla Suriye yeniden inşa edilecek. Suriye’de PKK gibi başka terör güçleri bir ordu kurmaya bir devlet kurmaya çalışmayacak. Suriye krizi bu şekilde çözülür ama Suriye krizinin çözümünün de bugünden yarına olduğunu söylemek maalesef mümkün değildir.

 

TATİANA MASLOVA

Uluslararası Örgütler Stajyeri

ILO’NUN TÜRKİYE’DE TOPLUMSAL CİNSİYET EŞİTLİĞİ PROJELERİ

 GİRİŞ

Uluslararası örgütler; devletlerin bir araya gelerek uluslararası anlaşmalarla oluşturdukları, dünya siyasetinde etkileri olan ve önemlerinin küreselleşme ile gittikçe arttığı yapılardır. Günümüzde kurulmuş iki binden fazla uluslararası örgütten bahsedilebilse de hepsinin niteliği ve etki alanları birbirinden farklıdır. Uluslararası barışı ve güvenliği korumakla yükümlü, en geniş yetkileri olan ve en etkili olan uluslararası örgüt ise Birleşmiş Milletler’dir (BM).

Birleşmiş Milletler’in çalışma yaşamındaki uzman kuruluşu olan Uluslararası Çalışma Örgütü’nün(ILO) misyonu çalışma standartlarını belirlemek, çalışanların haklarını gözetmek, işveren ve işçi arasındaki ilişkileri düzenleyerek hak kayıplarının mümkün olduğunca önüne geçmeyi sağlamaktır. Bu amaçla uluslararası alanda çalışma hayatındaki sorunların çözümü için çeşitli alanlarda (çocuk işçiliği, iş güvenliği ve sağlığı, mülteciler vb.) projeler geliştirerek ilerlemeyi amaçlar. Türkiye’nin ILO Ankara Ofisi de bu amaçla projeler yürüterek çalışma hayatını daha eşit ve güvenli hale getirmeye çalışmaktadır. Bu çalışmanın konusu, Birleşmiş Milletler’e bağlı bir kurum olan Uluslararası Çalışma Örgütü‘nün Türkiye’de toplumsal cinsiyet üzerine yaptığı projelerin incelenmesidir. Öncelikle uluslararası örgütler hakkında tarihsel arka plan anlatılacak, ardından ILO’nun kuruluşu ve Türkiye’nin örgüte üye olma süreci ve ilişkilerinden kısaca bahsedilerek ILO’nun projelerinden bazıları hakkında bilgi verilecektir. Bu kapsamda  “Kadınlar için Daha Çok ve Daha İyi İşler” programından bahsedilerek, bunun uygulanışı ve etkileri analiz edilecektir. 21. yüzyılda toplumsal cinsiyet eşitliği için sarf edilen çaba sonucunda kadınların iş hayatında daha etkin olması, uluslararası bir kuruluş olan ILO ile Türkiye’deki yerel kurumların işbirliği ile mümkün olabilmektedir.

 

ULUSLARARASI ÖRGÜTLERİN TARİHÇESİ

Uluslararası örgütler, 1648 Westphalia Barışı’na dayanan modern devlet düzeninin getirdiği yeni anlayışın ürünleridir. 1648 yılında Avrupa’da 30 Yıl Savaşlarını sona erdiren Westphalia Antlaşması bir yönüyle dünyanın en kanlı savaşlarından birini bitirirken; diğer yandan uluslararası sistemi kökünden değiştiren bir egemenlik anlayışını da dünya sisteminde hâkim kılımıştır. Evrensel imparatorluklara karşı ülkesel “ulus devletin” zaferini simgeleyen bu barış antlaşması, uluslararası alanda devletlerin egemenliğini ve eşitliği ilkesel bir temel kural haline getirmiştir.[1] Antik zamanlarda ve Ortaçağ’da devletlerin birbiriyle ilişkileri günümüzden oldukça farklıydı. Ulus kavramı olmadığı gibi devletlerin toplu işbirliği de söz konusu olmazdı. Devletlerin kısa süreli ittifaklar oluşturması olağandı ama topyekûn bir siyasi dayanışma mekanizması dönemin teknik şartlarından dolayı da mümkün değildi.  Antik Yunan döneminde Perslerle savaş zamanında uygar dünyayı tek tip yönetim anlayışından kurtarmak için bir araya gelen özgür şehir devletlerinin kurduğu Korint Helen Birliği ve Attika Delos Deniz Birliği antik zamanlardaki devletlerin işbirliğine örnek gösterilebilir. Ne var ki bu örnekler ya da geçmişte devletlerin yaptıkları kısa süreli siyasi ya da askeri ittifaklar, modern anlamdaki uluslararası örgütlere örnek gösterilemezler. Egemen eşit devlet anlayışının yerleşmesi ve Fransız İhtilali’nin ardından, Napolyon Savaşları ile ulus, milliyetçilik, eşitlik ve özgürlük gibi kavramlar, fikirler yayıldı. XIX. yüzyıl siyasi, ekonomik, teknik ve ulaştırma gibi konularda oluşturulan ilk örgütlerin kurulduğu yüzyıl oldu. Aynı zamanda Kızılhaç ve Kızılay gibi ilk uluslararası sivil örgütlenmeler bu yüzyılda oluştu. Aydınlanma filozoflarının kültürel altyapısını oluşturduğu ulus devletlerin oluşumları, birliğini geç tamamlayan Almanya ve İtalya’nın hızlı gelişmesi ve sonunda I.Dünya Savaşı’nın yaşanmasına neden olan olaylar silsilesinin ardından dünya insanların kendi elleriyle yarattığı yıkımın ortasında kaldı. Savaşın neden olduğu yıkımın boyutlarıyla yüzleşen insanoğlu o güne kadar fazla önem verilmemiş uluslararası barış düzeni için fikirler geliştirmeye başladı. İdealizm denilen düşünce akımının etkisiyle bir daha insanlığın topyekûn bir felaketle karşı karşıya kalınmaması için siyasetçi ve yazarların oluşturduğu ideal toplum düzeni yaratma çabası oluştu.

 Daimi barışı korumanın yolunun uluslararası bir oluşumla mümkün olabileceği; böylece çatışmalardan kaçınılabileceği idealiyle Paris Barış Konferans’ının 25 Ocak 1919’da yapılan toplantısında; uluslararası barışı ve güveni sağlayacak ve devam ettirecek bir Milletler Cemiyeti kurulmasına karar verilmiştir. Bu kararı yerine getirmek için bir komisyon kurulmuştur. Komisyonun hazırladığı sözleşme 28 Nisan 1919 tarihinde Konferans Genel Kurulu’nda kabul edilmiş ve böylece Milletler Cemiyeti kurulmuştur.[2] Örgütün amacı her ne kadar çatışmaları önleyip barışı sağlamak olsa da hiçbir zaman tam anlamıyla bağımsız bir kuruluş olmadı ve bu durum örgütün kurucuları hariç diğer ülkelerin kuruma güven duymamasına neden oldu. Milletler Cemiyeti hiçbir zaman kuruluş amacına ulaşamayarak objektif olamadı ve kuruluşunun ardından geçen kısa süre içinde büyük ve güçlü devletlerin egemenliği altına girerek işlevsiz hale geldi. Barışın bu yolla korunamayacağı kısa sürede anlaşıldı ve bu kez I.Dünya Savaşı’ndan daha büyük bir yıkıma neden olacak II. Dünya Savaşı patlak verdi. Sayısı milyonları bulan can kayıpları, dünya tarihinde kara bir leke olarak kalacak olan soykırım ve atom bombası felaketleri bu sırada yaşandı. Savaşın neden olduğu tozlar dağıldığında insanlık bu kez daha büyük bir felaketle karşı karşıya kalmıştı. Hayatta kalmak için savaşmak değil işbirliği yapmak gerekliliği daha iyi anlaşıldı. Tarafsızlığı zaman zaman sorgulansa da Birleşmiş Milletler savaşın hemen ardından kuruldu. İnsan hakları örgütün kuruluşunun hemen ardından evrensel olarak tanındı.  

 Dünya siyaseti yeni dünya düzenine geçiş yaptı. Bu düzende insan hakları genelinde kadın ve çocuk hakları, işçi hakları ve sendikalar, insani çalışma koşulları önem kazandı. Bu bağlamda o yıllardan itibaren küresel ve bölgesel işbirliğini sağlamak amacıyla pek çok örgüt kuruldu. Temelde devletlerarası işbirliğini artırarak siyasi, ekonomik, askeri ve sosyal konularda gelişmeyi ve ilerlemeyi hedefleyen uluslararası örgütlerin faydaları anlaşıldıkça yaygınlığı da aynı oranda artmıştır. Bunun yanında özellikle 1990’lı yıllarda Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) dağılmasının ardından çok uluslu şirketler ve sivil toplum kuruluşlarının da etkili siyasal aktörler haline geldiği gözlenir. Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ardından geniş katılımlı uluslararası örgüt ve kuruluşların yanı sıra bölgesel örgütler de önem kazanmaya başladı. Belirli coğrafi alan üzerindeki devletler farklı siyasi, ekonomik ve güvenlik talepleri doğrultusunda bir araya gelmektedirler. Bu anlamda devletlerin bulundukları bölge, komşuları ve komşu ülke ile ilişkileri, söz konusu ülkelerin dış politikadaki hedef ve stratejilerini belirleme noktasında önemli bir yere sahiptir.[3]  Geleneksel olarak kabul edilen dünya siyasetindeki en etkin aktörün devletler olduğu görüşü hala büyük oranda geçerliliğini korusa da diğer aktörlerin varlığı ve etkisi geçen yıllar içerisinde hızla artmaktadır. Uluslararası örgütlerin küresel etkileri olduğu gibi bölgesel örgütlerinde kendi sahalarında etkinlikleri yadsınamaz. Gelişen iletişim teknolojileri ile gün geçtikçe küreselleşen ve sınırların önemini kaybettiği dünyada ülkelerin işbirliğine dayanan bu tür kuruluşların önemleri ve etki alanları gittikçe artmaktadır.  

 

ULUSLARARASI ÇALIŞMA ÖRGÜTÜ (ILO)

 Uluslararası Çalışma Örgütü, Birinci Dünya Savaşı sonrasında 1919 yılında Versay Anlaşması kapsamında kurulmuş ve 1946 yılında Birleşmiş Milletler ’in ilk uzman kuruluşu konumuna gelmiştir. Uluslararası Çalışma Örgütü’nün kendine özgü yapısı; hükümetleri, işçi ve işveren temsilcilerini bir araya getirmektedir. 186 Devletin üyesi olduğu ILO’nun merkezi İsviçre’nin Cenevre kentindedir. ILO’nun birincil hedefi, kadınlara ve erkeklere, özgürlük, eşitlik, güvenlik ve saygınlık koşullarında insana yakışır ve üretken işler bulma fırsatları sağlanmasıdır.

Çalışma yaşamında barışın refah açısından vazgeçilmez olduğu şeklindeki kurucu misyonu doğrultusunda hareket eden ILO; sosyal adaleti, uluslararası planda tanınan insan ve emek haklarını gerçekleştirmek için çalışmaktadır. Bugün Uluslararası Çalışma Örgütü insana yakışır işler yaratılmasına; çalışanları ve iş çevrelerini kalıcı bir barış, refah ve ilerlemeye sahip çıkmaya yöneltecek ekonomik koşullarla çalışma koşullarının sağlanmasına yardım etmektedir.[4]

Uluslararası Çalışma Örgütü üç taraflı yapıya sahip olup, bütün kadınlar ve erkekler için insan haklarına uygun işlerin artması amacıyla çalışır. ILO’nun temel amaçları, iş hayatında belli hakların yasalarca tanımlanarak uygulanması, böylece hakların insani şartlardaki istihdam olanaklarının yaygınlaştırılıp, sosyal kurumların güçlendirilerek çalışma ortamı ile ilgili konularda işçi ile işverenin iletişiminin sağlanmasıdır. Uluslararası Çalışma Örgütü’nün kendi resmi internet sitesinde belirttiği ve aşağıda bulunan dört stratejik hedefi bulunmaktadır: 

  1. Çalışma yaşamında standartların, temel ilkelerin ve hakların yaygınlaştırılması ve yaşama geçirilmesi
  2. Kadınların ve erkeklerin insana yakışır işlerde çalışıp insana yakışır kazanç sağlayabilmeleri için gerekli fırsatların artırılması
  3. Herkes için sosyal korumanın kapsamının genişletilmesi ve etkililiğinin artırılması
  4. Üç taraflılığın ve sosyal diyaloğun güçlendirilmesi

Belirtilen bu dört hedefle birlikte temel amaç, bunları gerçekleştirebilmek adına çeşitli projelerin hayata geçirilmesi ve yapılan çalışmalarla iş hayatı konusunda uzmanlık birikiminden uluslararası düzeyde yararlanılmasıdır. BM’nin de II. Dünya Savaşı sonrası kabul ettiği insani şartlarda yaşama ve çalışma haklarına uygun olarak ILO’nun oluşturduğu standartlar ile herkesi saygın bir iş sahibi olma ve geçimini sağlama hakkına sahip olması için çalışmalar yapıldı. Uzman bir kuruluş olarak çeşitli deneyimler bütünüyle ILO, kurulduğu günden beri dünyadaki iş hayatını geliştirerek küresel düzeyde hizmet vermektedir. ILO’nun hayata geçirdiği planların listesi, örgütün resmi internet sayfasından alınan haliyle listelenmiştir:

  • Temel insan haklarının gözetilmesine, çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesine ve istihdam fırsatlarının güçlendirilmesine yönelik uluslararası politika ve programların geliştirilmesi
  • Uygulamaların denetlenmesine yönelik kendine özgü bir sistemle desteklenmek üzere uluslararası çalışma standartlarının belirlenmesi
  • Bu politikaların etkili biçimde uygulanmasında ülkelere yardım etmek üzere bileşenlerle aktif ortaklık yoluyla hazırlanan ve uygulanan yaygın bir uluslararası teknik işbirliği programı
  • Tüm bu çabaların daha ileriye taşınmasına destek olacak eğitim ve araştırma çalışmaları

ILO’nun hedefi toplumsal olarak adaletin sağlanması ve uluslararası anlaşmalarla güvence altına alınmış insan ve işçi haklarının tüm devletlerce kabul edilerek uygulanmasını, bu hakların gerekli görülmesi halinde artırılarak çağın gereklerine uygun hale getirilmesini sağlamaktır. Uluslararası Çalışma Örgütü bugün itibarıyla 187 ülkedeki işçileri ve işveren temsilcilerini bir araya getirerek uluslararası iş gücü standartlarının belirlenmesinde rol oynar.  Pek çok uluslararası örgütte olduğu gibi Uluslararası Çalışma Örgütü’nün de yaptırım gücü yoktur. Yani bir ülkedeki işçiler küresel olarak kabul edilen haklardan yararlanmadan çalıştırılırsa veya verilen ücretler belirlenen standartların altında ödenirse örgüt herhangi bir müdahalede bulunamaz. Bunun nedeni, örgütün bunu yapabilecek araçlardan mahrum olması ile birlikte böylesi bir müdahalenin uluslararası örgütlerin yetki alanını aşmasıdır.

ILO’nun kadın ve erkek arasındaki eşitsiz ücret alma konusunda da yaptığı çalışmalar bulunmaktadır. Bunun nedeni geleneksel olarak dünyada kadın emeğinin erkeğinkinden daha az değerli sayılmasıdır. Sanayi Devrimi ve sonrasında çoğunluğu taşrada yaşayıp tarımla uğraşan halk kitleleri, üretim mekanizmalarının değişmesi ve kapitalizmin doğuşuyla yerini yaşamını idame ettirebilmek için emeklerini satmak zorunda olan işçi sınıfına bıraktı. Oluşan bu yeni sınıfın başlarda düşük ücretlerle uzun saatler insani olmayan koşullarda çalışmasıyla işçi hareketleri ortaya çıktı. İşçilerin sosyal haklara kavuşması, sekiz saat çalışma sınırı, sigorta ve emeklilik daha sonra ortaya çıkan kavramlardır. I. Dünya Savaşı’nın ardından ILO’nun kuruluşuyla bu haklar ilk kez uluslararası alanda tanınmış, diğer devletlerce kabul edilmiştir

 

Members of the Commission on International Labour Legislation to the Paris Peace Conference. Samuel Gompers in the first row, third from the left (1919). https://www.ilo.org/global/about-the-ilo/history/lang–en/index.html

 

ULUSLARARASI ÇALIŞMA ÖRGÜTÜ VE TÜRKİYE İLİŞKİLERİ

Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne ve Uluslararası Çalışma Örgütü’ne üyelik sürecinin, değişik etkenlerin rol oynadığı birçok düşünsel ve siyasal aşamadan geçerek, olağanüstü toplantıda Genel Kurul kararıyla sonuçlanan son evresi, doğrudan üyelik başvurusu yaparak değil, Milletler Cemiyeti üyesi 29 devletin Türkiye’yi üye olmaya davet etmesiyle başladı. Milletler Cemiyeti Genel Kurulu’nun, 6 ve 18 Temmuz 1932 tarihlerinde yaptığı altıncı ve yedinci olağanüstü oturumlarında görüşüldükten sonra da karara bağlandı. Üyelik, 18 Temmuz’da kesinleşip yürürlüğe girdi. Böylece resmî üyelik süreci, Türkiye’nin sürecin özellikle “bekle gör” evresinde sık sık dile getirdiği ve çözüm arayışları içinde olduğu “Milletler Cemiyeti’ne katılmaksızın Uluslararası Çalışma Örgütü’ne üye olma seçeneği” yerine, çifte üyeliğin eşzamanlı ve kendiliğinden gerçekleşmesiyle sonlandı. Lozan Barış Konferansı görüşmelerinin başladığı ilk aylardan beri, gerek Türkiye’nin ve gerekse Uluslararası Çalışma Örgütü’nün gündeminde yer alan, zaman zaman kısa, olumlu ya da olumsuz yönde açıklama ve yorumların yapıldığı ama zaman zaman da unutulduğu ya da askıya alındığı, aynı zamanda siyasal, sosyal, ekonomik ve uluslararası boyutları olan bir sorun noktalandı. Türkiye-ILO İlişkilerinin birinci on yılının ikinci beş yılında başlayan “gözlemci delegelik” evresinden “resmî delegelik” evresine geçildi.[5] Elbette yeni kurulan ülkede henüz gelişmiş bir sanayi olmadığı için herhangi bir işçi sınıfı ya da bu sınıfın sahip olacağı çalışma standartlarından henüz söz edilemese de ikili ilişkiler kurulmuştu. Türkiye Cumhuriyeti o yıllardaki dış politikası kapsamında işbirliğine açık, barışçıl bir politika izlerken batıya dönük politikalarla kendisini çağdaşlaştıracak çeşitli uygulamalarını hayata geçirmekteydi.

Türkiye’deki ILO Ofisi, ILO’nun Türkiye’de hükümet, sosyal ortaklar, paydaşlar, uluslararası topluluk ve genel kamuoyu nezdindeki diplomatik temsilcisi olarak işlev görmektedir.
ILO Türkiye Ofisi, uluslararası çalışma standartlarını Türkiye’de yerleştirmek için çalışmakta, herkes için insana yakışır iş fırsatlarını yaygınlaştırmaya yönelik teknik işbirliği programları ve projeleri geliştirmekte, uygulamakta ve izlemektedir. Ofis ayrıca Türkiye’deki sosyal ve ekonomik gelişmeleri, yasal düzenleme süreçlerini ve politika alanındaki girişimleri izleyip analiz etmekte, tanıtım-savunu çalışmaları yürütmektedir.[6] Türkiye ve Uluslararası Çalışma Örgütü’nün uzun geçmişine bakıldığına bu örgütün ana ofisi Ankara’da bulunan etkin bir örgüt olduğu ve dünyada olduğu gibi Türkiye’de de iş gücü ve işveren arası hakları düzenleyerek uluslararası standartlar getirdiği görülür.

 BM kuruluşları içinde hükümet, işveren ve işçiden oluşan üçlü yapıya sahip tek kuruluş olan ILO, sosyal adaletin temel unsurları olan insan haklarına saygıyı, saygın yaşam standartlarını, insanca çalışma koşullarını, istihdam olanaklarını ve ekonomik güvenceleri geliştirmeye ve tüm çalışanlara ulaştırmaya çaba göstermektedir. Bu hedefler çerçevesinde ILO Ankara; Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı ile 10.02.2009 tarihinde imzalanan mutabakat zaptı çerçevesinde, önümüzdeki yıllarda çocuk işçiliği ile mücadeleyi, genç ve kadın istihdamını artırmayı, sosyal diyaloğu güçlendirmeyi ve kayıt dışı istihdamı engellemeyi öncelikli hedefleri arasına getirmiştir.[7]

Türkiye, üyeliğinden itibaren Uluslararası Çalışma Örgütü ile işbirliği yaparak çeşitli projeler gerçekleştirmeye devam etmektedir. Yapılan işbirliği sonucu uygulanan projelerden çalışma hayatının iyileştirilmesi ve sosyal adaletin sağlanması alanında olumlu sonuçlar elde edilmiştir. 01 Ocak 2009 ve 31 Mart 2010 tarihleri arasında Türkiye’de Kadınlar İçin İnsan Yakışır İş İmkânları Sağlanması Yoluyla Toplumsal Cinsiyet Eşitliğinin Gerçekleştirilmesine Yönelik Aktif İşgücü Piyasası Politikaları Pilot Projesi yürütülmüştür. Projenin amacı işsiz kadınları aktif işgücü piyasası programlarına yönlendirerek istihdam edilebilirliklerini artırmak olarak belirlenmiştir 15 Şubat 2013 – 30 Haziran 2016 tarihleri arasında Kadınlar için Daha Çok ve Daha İyi İşler: Türkiye’de Kadınların İnsana Yakışır İşlerle Güçlendirilmesi projesi tamamlanmıştır. Proje ile kadınlar için insana yakışır iş fırsatları yaratılmasını, toplumsal cinsiyet eşitliği ve çalışma standartları konusunda algı oluşturulması hedeflenmiştir.

Türkiye, üye olduğu 1932 tarihinden itibaren Uluslararası Çalışma Örgütü sözleşmelerini onaylamış, eğitim ve teknik yardım alarak ILO ile olan işbirliğini devam ettirmektedir. ILO ile yapılan işbirliği ve ortak çalışmalar Türk çalışma mevzuatına olumlu bir katkı sağlamıştır. Özellikle Bireysel İş Hukukunun temel ilkelerinin benimsenmesinde ve sendika hukuku konularında ILO sözleşmeleri doğrudan belirleyici norm olmuştur.[8]

 

ULUSLARARASI ÇALIŞMA ÖRGÜTÜNÜN TÜRKİYE’DE TOPLUMSAL CİNSİYET EŞİTLİĞİ PROJELERİ

Kadın istihdamını artırma hedefine ulaşmak, işgücünün kadın katılımının düşük olduğu ve kadınlar için düşük istihdam fırsatlarının olduğu önemli bir toplumsal cinsiyet farkı ile nitelendiği Türkiye’de bir öncelik haline gelmiştir. Kadınlar, Türkiye nüfusunun neredeyse yarısını oluşturmaktadır (40 milyon), bununla birlikte Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) tarafından yayımlanan Temmuz 2019 verilerine göre işgücüne katılım oranı kadınlar için %34,5 iken; bu durum erkekler için %71,8’dir. Kadınların çoğu işgücü piyasasının dışında kalırken, birçok kadın aslında kayıt dışı ekonomide çalışmaktadır. Uluslararası Çalışma Örgütü’nün bakış açısından, sadece istihdam olanaklarına erişim değil aynı zamanda iş kalitesi ve çalışma koşulları da herkes için insana yakışır iş küresel hedefi için çok önemlidir.

Kadınlar İçin Daha Çok ve Daha İyi İşler: Türkiye’de Kadınların İnsana Yakışır İşlerle Güçlendirilmesi” Projesi Faz I, 2013-2018 yıllarında İsveç Uluslararası Kalkınma İşbirliği Ajansı (SIDA) finansmanı ile Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) ve Türkiye İş Kurumu (İŞKUR) tarafından uygulanmıştır. Projenin Birinci Faz’ında politika düzeyinde ve ayrıca Türkiye’de kadın istihdamının güçlendirilmesini desteklemek amacıyla, kadınların insana yakışır iş fırsatlarına erişiminin sağlanması ile toplumsal cinsiyet eşitliği ve çalışma koşulları konusunda farkındalık yaratma bakımından önemli sonuçlar elde edilmiştir.

SIDA tarafından finanse edilen “Kadınlar için Daha Çok ve Daha İyi İşler” Programı olarak tasarlanan Faz II, Uluslararası Çalışma Örgütü Türkiye Ofisi’nin “Çalışma Yaşamında Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Portföyü” kapsamında uygulanmaktadır. Program kapsamında, kadınların istihdam olanaklarına erişimlerini teşvik etmek ve kadınların çalışma koşullarını iyileştirmek için Ankara, Bursa, İstanbul, İzmir, Kocaeli ve Konya illerinde çeşitli projeler yürütülecektir. Bu çerçevede, kadınların seçilmiş tekstil, ticaret ve ofis, gıda, genel hizmetler ve metal sektörlerinde çalışma koşullarını iyileştirmek için Kamu İstihdam Kurumu (İŞKUR), Çalışma Genel Müdürlüğü ve diğer ilgili kamu kurumları, işçi ve işveren örgütleri ve ayrıca özel sektör dâhil olmak üzere birçok kurumla ortak çalışmalar gerçekleştirilecektir. Bu zorlukların üstesinden gelmek için, ILO Türkiye Ofisi, İsveç Uluslararası Kalkınma İşbirliği Ajansı (SIDA) aracılığıyla İsveç tarafından finanse edilen “Kadınlar için Daha Çok ve Daha İyi İşler-II” adlı kapsamlı bir program yürütmektedir. Program hem kadın iş arayanların iş fırsatlarına erişimlerini desteklemeyi, hem de çalışan kadınlar için insana yakışır çalışma koşullarının iyileştirilmesine katkıda bulunmayı hedeflemektedir. Bu nedenle, program, toplumsal cinsiyet eşitliğinin desteklenmesine katkıda bulunmak için çalışma yaşamının temel aktörleriyle işbirliği içinde kadınların insana yakışır çalışmaya erişmesini engelleyen farklı zorluk boyutlarına odaklanan çeşitli projeler içermektedir. Program Ankara, Bursa, İstanbul, Konya, Kocaeli, İzmir olmak üzere 6 pilot ilde yürütülmektedir.[9]

Küresel düzeyde eşitsizliğin yapılan pek çok araştırma ile kanıtlanmasının etkisiyle çalışma hayatını düzenleyen küresel bir örgüt olan ILO’nun müdahalesi elzem olmuştur. PwC Türkiye İnsan Kaynakları Danışmanlığı Ekibi’nin “Çalışma Hayatında Cinsiyet Eşitliği” araştırmasının sonuçları aşağıdaki gibidir. Buna göre:

  • OECD ülkelerini kapsayan araştırmalarda tüm dünyada cinsiyete dayalı ücret eşitsizliği verileri göze çarparken, Türkiye’de yapılan “Çalışma Hayatında Cinsiyet Eşitliği” araştırmasına katılan kadın ve erkeklerin %54’ü kendi kurumlarında ücret eşitsizliği olmadığını düşünüyor.
  • Araştırmaya göre bir iş başvurusu ya da iş görüşmesi sürecinde ayrımcılığa uğradığını düşünen kadınların oranı erkeklerin oranının iki katından fazla.
  • Çocuk sahibi olmak kadınlar tarafından kariyerlerinde bir engel olarak görülmüyor.
  • Erkekler çalışma hayatında kadın oranının daha az olmasını kadınların gönüllü olarak iş piyasasından çekilmesi nedeniyle olduğunu düşünürken, kadınlar ise bu durumu en çok aile ve/ veya çocuk bakımına yönelik destekleyici hizmetlerin yeterince sağlanmaması ile açıklıyor.
  • Katılımcıların arasından ileride kendilerini üst düzey yönetici olarak görmeyen kadınlar daha çok kurumların politikalarını ve kariyer olanaklarını sebep olarak ilk sıraya koyuyor.
  • Türkiye’de ve dünyada kadın-erkek arasında ücret eşitsizliği olduğunu düşünen kadınların oranı erkeklerin iki katı.
  • Türkiye’deki kadınlar dünya geneline göre iki kat daha fazla ayrımcılığa uğradıklarını düşünüyor.[10] Bu çalışmanın ortaya koyduğu eşitsizliğin nedenleri geleneksel toplum düzeninin yaşadığımız yüzyılın şartlarıyla uyumsuzluklarındandır. Bu durumun değişebilmesi için toplumsal cinsiyet kavramı ve toplumsal cinsiyet eşitliği anlaşılmalıdır.

Toplumsal cinsiyet kavramı, insanların biyolojik olarak sahip oldukları cinsiyetten bağımsız olarak toplumların belirlediği kadın-erkek davranış kurallarını anlatan bir ifadedir. Buna göre toplum kadın ve erkeğin belli davranış kalıplarına uygun davranmasını bekler. Geleneksel olarak aile içinde dağılmış roller vardır. Toplumsal cinsiyetin kullanılışı, biyolojik açıklamaları açıkça reddeder. Kadınların çeşitli tahakküm altına alınma biçimlerinin ortak paydası olarak kadınların doğurma yetisinin olması ve erkeklerin daha fazla kas gücüne sahip olması gibi açıklamaların sunulması, buraya örnek olarak verilebilir. Bunun aksine toplumsal cinsiyet, kadınlara ve erkeklere ilişkin uygun roller hakkındaki fikirlerin tamamen toplumsal olarak yaratıldığını ifade eden kültürel inşalara işaret etmenin bir yoludur. Toplumsal cinsiyet, erkeklerin ve kadınların öznel kimliklerinin yalnızca toplumsal kökenlerine işaret etmenin bir yoludur.[11] XIX. yüzyıldan itibaren gelişen sanayi toplumu ve değişen ekonomik ilişkilerle birlikle geleneksel modelde de farklılaşma görülür. Ulus devletlerin yavaş yavaş yaygınlaştığı ve yönetilenlerin seçimle iş başına gelmeye başladığı dönemde kadın hareketleri de siyasal hayata karışma talebiyle gündeme gelmeye başladı. Yirminci yüzyıl süresince kadınlar erkeklerle yasalar önünde eşit haklara sahip birer vatandaş olma mücadelesi kazanarak haklarına kavuştu. Kadınların iş hayatına katılması da yine Sanayi Devrimi sonrasındaki döneme rastladı, buna rağmen erkelerle aynı işi yapan kadınlar her zaman erkeklerden daha az ücret alarak daha zor koşullarda çalışmak zorunda kaldılar. Eğitim alarak meslek sahibi olmanın yaygınlaştığı modern zamanlarda bile kadın emeğinin erkeğinden değersiz görülmesi ve yaşanan diğer zorluklar, iş hayatına katılan kadınların ve erkeklerin oranları arasında ciddi farklılıklara neden olmaktadır.

Dünya genelinde özellikle ikinci dalga feminizm hareketiyle birlikte kadınların iş hayatındaki varlığının artırılması ile ilgili pek çok proje başlatılmıştır. Toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlamaya yönelik olarak olumlu ayrımcılık politikalarının diğer ülkelerde de yaygınlık ve çeşitlilik kazanmasında İkinci Dalga Kadın Hareketi’nin dinamikleri ile uluslararası örgütler düzeyindeki geliştirilen duyarlılığın büyük rolü olmuştur. Özellikle 1975 yılında “BM Kadın On Yılı’nın ilan edilmesi sonrasında, bu alanda daha kapsamlı politikalar geliştirilmiş ve cinsiyet eşitliği konusundaki temel belgelerden biri olarak kabul edilen ve üye devletleri “kadın-erkek eşitliğini fiilen sağlamak için geçici ve özel önlemler alma” yükümlülüğü altına sokan Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi de (CE DAW), bu dönemde kabul edilmiştir.  Sözleşme’nin 3. maddesine göre bu geçici ve özel önlemler, üye devletlerce ayrımcılık olarak nitelendirilemeyecektir. Birleşmiş Milletler, Uluslararası Çalışma Örgütü gibi örgütler bu alanda bağlayıcı antlaşmalar, özel mekanizmalar oluşturmak yoluyla üye devletler üzerinde baskı yaratmaktadırlar. [12]

 ILO kuruluş amacına uygun olarak çalışma hayatında hak kaybı yaşanmaması için çalışmaktadır. Bunun sonucunda pek çok ülkede yaptığı projelerle kadınların iş hayatında daha aktif katılımını sağlamak ve kayıt dışı emek sömürülüşünün önüne geçmek amacıyla çeşitli projeler geliştirmiştir. Dünyadaki ülkelerin gelişmişlik düzeyi ile kadın istihdamı arasında bir ilişki olduğu açıktır. Hükümetlerin uyguladığı politikalarla kadınların iş hayatında daha etkin rol alabilmesi mümkün hale getirilebilir. Çalışan kadınlar için çocuk bakım merkezlerinin daha uyun fiyatla daha yaygın olması, çocuk sahibi olan kadınlara uzun süreli ücretli izin ve bazı durumlarda esnek çalışma saatleri gibi teşviklerle kadınların çocuk sahibi olduktan sonra da iş hayatına devam etmeleri sağlanabilir. Bunun yanında geleneksel olarak eğitim almaları engellenen kadınlar için pozitif ayrımcı politikalar ve burs imkânları, devlet desteği, kadınların da erkekler kadar iş gücüne katılımını sağlayabilir.

ILO’nun desteklediği ve Türkiye’deki toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlamak amacıyla hayata geçirilen projeler, TÜİK verilerinin ortaya koyduğu gerçeğin de düzeltilmesi için yapılan çalışmalardan bazılarıdır. Buna göre kadınların iş hayatında olma yüzdesi erkeklerin yalnızca yarısına denk geliyor. Ayrıca kayıt dışı çalışan ve sosyal güvenceden yoksun olarak uzun saatler düşük ücretle çalıştırılan kadınların haklarını alabilmeleri için de çalışmalar sürdürülüyor. ILO yalnızca iş ilişkilerini düzenlemekle değil aynı zamanda insani şartlara sahip çalışma ortamının oluşmasını sağlama amacı taşır. Elbette bir ülkenin yalnızca uluslararası bir kuruluş sayesinde toplumsal sorunları gidermesi beklenemez. ILO’nun görevi çeşitli standartlar getirmek ve teşvik edici projeler yürütmektir ama uluslararası örgütlerin yetkileri uluslararası anlaşmalarla belirlenmiştir. İş dünyasında kadın ve erkeğin eşit haklara sahip olabilmesi için yasal düzenlemelerin yanında uygulamalarda da eşitlik ilkesi gözetilmelidir.

 

SONUÇ

Uluslararası örgütler, modern devletlerin oluşmasının ardından XIX. yüzyılda oluşmuş topluluklardır. Devletlerarası imzalanan anlaşmalarla ekonomik, siyasal, askeri, sosyal vb. işbirliği amacıyla kurulurlar. II. Dünya Savaşı sonrası kurulan Birleşmiş Milletler, dünyadaki en geniş yetkileri bulunan ve en çok üyeye sahip örgüttür. Örgütün finans, sağlık, eğitim, kültür gibi konularla uluslararası düzeyde ilgilenen pek çok sayıda uzman kuruluşları da bulunur. Uluslararası Çalışma Örgütü, Milletler Cemiyeti ile birlikte kurulmasına rağmen daha sonra kurulan BM bünyesinde çalışmalarına devam ve çalışma hayatını düzenleyen uzman bir kuruluştur. Uluslararası standartlar belirleyerek dünyadaki çalışma koşullarında iyileşme, çalışan haklarını gözetme, insan haklarına uygun çalışma koşulları oluşturma ve işçi ile işverenlerin arasında diyalog kurma gibi amaçlarla ilgili olduğu alanı düzenlemeye çalışmaktadır. Bu amaçlarla dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi Türkiye’deki ILO Ankara ofisinde çeşitli iyileştirme projeleri hayata geçirmektedir. 21. Yüzyılda dönüşen ve gelişen toplumda kadın erkek eşitliğinin yalnızca yasal olarak değil uygulamada da benimsenmesi için farkındalık artırılmakta, her geçen yıl çalışma hayatına daha çok kadının atılmasıyla birlikte toplumun dönüşerek yeni düzene ayak uydurması kolaylaştırılmaya çalışılmaktadır. Bunu yaparken ILO gibi uluslararası kurumların yerel örgütlenmelerle işbirliğinde bulunarak hayata geçirdikleri projeler pozitif yönde katkı yapmayı amaçlar.

 

BERNA YERLİ – Yıldız Teknik Üniversitesi

Uluslararası Örgütler Stajyeri

 

 

KAYNAKÇA

Kitap:

  • Hasgüler, Mehmet ve Uludağ, Mehmet. Devletlerarası ve Hükümetler Dışı Uluslararası Örgütler Tarihçe-Organlar-Belgeler-Politikalar. İstanbul: Alfa Yayınları, 2018.
  • Gülmez, Mesut. 1919-2019 ILO Türkiye İlişkilerinin Yüzyılı. İstanbul: Uluslararası Çalışma Örgütü yayınları, 2019ILO Ankara. “Uluslararası Çalışma Örgütü”. Erişim 29 Ağustos 2020. https://www.ilo.org/ankara/lang–tr/index.htm

 

Çevrimiçi Kaynak:

 

[1] Murat yayınları, “Uluslararası Örgütler Tarihçesi”, 07.09.20 https://muratyayinlari.com/storage/catalogs/0335096001521274808.pdf

[2] Tarihi olaylar, “Milletler Cemiyeti- Cemiyet’i Akvam”, 07.09.20 https://www.tarihiolaylar.com/tarihi-olaylar/milletler-cemiyeti-cemiyet-i-akvam-387

[3] Furkan Terzi, “Uluslararası Örgütlerin Kurulma Sebepleri: Şanghay İşbirliği Örgütü Örneği” (yüksek lisans tezi, İstanbul Ticaret Üniversitesi,2019), 37

[4] ILO Ankara. 28.08.2020. https://www.ilo.org/ankara/about-us/lang–tr/index.htm

[5] Gülmez, Mesut. 1919-2019 ILO-Türkiye İlişkilerinin Yüzyılı. ILO yayınları,2019

[6] “OIT Ankara” , 07.09.20 http://www.oit.org/ankara/about-us/lang–tr/index.htm

[7] “ILO Ankara Uluslararası Çalışma Örgütü”, 29.08.2020 https://www.ilo.org/ankara/areas-of-work/lang–tr/index.htm

[8] Ali Kemal Nurdoğan,” Uluslararası Çalışma Örgütünün(UÇÖ-ILO) Yüzüncü Yıl Dönümü ve Türkiye İlişkileri” 30.08.2020 https://www.researchgate.net/publication/336650133_Uluslararasi_Calisma_OrgutununUCO-ILO_Yuzuncu_Yil_Donumu_ve_Turkiye_Iliskileri

[9] “ILO Ankara Uluslararası Çalışma Örgütü”, 29.08.2020 https://www.ilo.org/ankara/projects/gender-equality/lang–tr/index.htm

[10] PwC, “Çalışma Hayatında Cinsiyet Eşitsizliği”, 07.09.20 https://www.pwc.com.tr/calisma-hayatinda-cinsiyet-esitligi

[11] Joan, Scott,  “Toplumsal Cinsiyet: Faydalı Bir Tarihsel Analiz Kategorisi”, s.5, 07.09.20 http://www.feministyaklasimlar.org/wp-content/uploads/2013/05/12-9.TOPLUMSAL-CINSIYET.pdf

[12] Ece Öztan, “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Politikaları ve Olumlu Ayrımcılık”, 208-209,  07.09.20 https://dspace.ankara.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/20.500.12575/52619/5079.pdf?sequence=1&isAllowed=y

BREXIT: HOW BRITAIN WILL LEAVE EUROPE

0

ÖZET

Denis MacShane tarafından yazılan bu kitapta, 1960’lı yıllardan beri başlayan Britanya ve Avrupa Birliği ilişkileri süreci anlatılmıştır. Süreç, 2015 yılına kadar detaylı bir şekilde aktarılmış ve hem AB’nin bu konuda takındığı tavrı hem de Brexit sürecinin iç politikaya yansıması ele alınmıştır. İç politika bağlamında parlamentonun süreç boyunca gösterdiği tavır, hükümetlerin ve başbakanların yaşadıkları krizler ve Britanya halkının bu sürece karşı tutumu kaleme alınmıştır. Bunlara ek olarak sürecin nasıl başladığı ve çıkma referandumu kararının nasıl alındığı, kronolojik bir şekilde okuyucuya aktarılmıştır. Son olarak Brexit’in etkileri ve çıkış sebebi ile ilgili geniş kapsamlı bir kaynak ortaya çıkmıştır.

 

GİRİŞ

Denis MacShane. (2015). Brexit: How Britain will leave Europe. Londra: I. B. Taruris   Yayınları, 240 sayfa, ISBN: 1784533130                        

                                                   

Brexit: How Britain Will Leave Europe” kitabının yazarı olan Denis MacShane, Britanya İşçi Partisi üyesi bir siyasetçidir. MacShane, Tony Blair’in başbakanlığı döneminde 1997-2005 yılları arasında kabinede etkin rol almış ve bakanlık görevi yürütmüştür. MacShane 2015 yılında Londra’da yayımladığı kitabında, Büyük Britanya’nın Avrupa Birliği’nden ayrılmayı isteme sebeplerini, sürecin bu noktaya gelmesinin arka planını ve Brexit’in iç politikadaki yansımalarını konu edinmiştir. Kitapta sade ve anlaşılır bir dil kullanılmıştır. Yazar yaşanan süreci, okuyucuya kronolojik bir sıra ile aktarmaktadır. Buna ek olarak tarihsel süreci çok iyi ve sıkı bir şekilde işlemiştir. Bu tarihsel süreçte en çok parmak basılan nokta, Muhafazakâr Parti ve İşçi Partisi arasındaki şüphecilik veya destek yarışı olmuştur. Politik liderlerden sıkça söz edilmesi ve parti içerisinde yer alan önemli figürlerin rolleri de detaylı bir biçimde anlatılmıştır. Yer yer bu detaylara boğularak konudan uzaklaşılması, eksi bir yön olarak göze çarpsa da yazarın dili bu detayları okunabilir kılmaktadır.

 

DEĞERLENDİRME

İçerik olarak kronolojik bir sıraya sahip olan kitap, başlıklar altında ise sorunlu bir sıralamaya sahiptir. Cameron döneminin anlatıldığı başlık altında, söz konusu olayın 1960’lardan başlaması buna örnek verilebilir. Kitabın ele aldığı başlık bağlamında içerik, okuyucunun ihtiyacını karşılayamamıştır. “Nasıl ayrılacak?” sorusunun net bir cevabı, kitap içerisinde bulunmamaktadır. Kitabın daha çok durum değerlendirmesi yaptığı ve sürecin geldiği noktayı belirttiği söylenebilir. Kitap tarihsel bakış açısıyla yazılmış olmakla birlikte konu, hikâye anlatıcılığı metoduyla okuyucuya aktarılmaya çalışılmıştır. Yazar da sorunun daha iyi kavranabilmesi ve çözüme ışık tutabilmesi açısından Britanya ile AB arasındaki tüm ikili siyasi görüşmelere ve iç siyasetteki gelişmelere detaylı bir şekilde yer vermiştir. Belirtilen sorun ise Britanya’nın Avrupa Birliği’nden nasıl ayrılacağıdır. Eksiklik olarak, yazarın somut çözümler yerine durum değerlendirmesi yapması, iç olayları anlatırken fazla detaya inerek okuyucuyu asıl konudan uzaklaştırması ve soruna AB cephesinden yaklaşılmaması sayılabilir. Ayrıca Thatcher ve Cameron gibi Muhafazakâr Parti liderlerine inceden de olsa yapılan eleştiriler göze çarpmaktadır. İşçi Partisi Genel Başkanı olarak başbakanlık yapmış olan Tony Blair’in anlatıldığı bölümde, taraflı bir bakış açısı göze çarpmasa da muhafazakârlara karşı yapılan eleştirinin biraz daha yüksek seste olduğu söylenebilir. Bunların yanı sıra yazar, verdiği derin ve önemli bilgilerde açık ve net bir tavır sergilemiştir. Bu alanda yazılan diğer eserlere baktığımızda 1960’larda başlayan süreci 2015 yılına kadar anlatan yazar, hiçbir detay atlamamıştır. Harold Wilson’dan David Cameron’a kadar her dönem, incelikle ele alınmıştır. Hatta ileriki yıllarda parti başkanı olması beklenen Boris Johnson’a da Avrupa şüpheciliği bağlamında yer verilmiştir. Sürecin aktarımında verilen örnekler ile olay örgüsü uyumlu bir biçimde anlatılmıştır. 2015 yılına baktığımızda kitap, o zamana kadarki süreci duru bir şekilde anlatmış denebilir. 2016 referandumu öncesi ekseninde ele aldığımızda, öne çıkan bir eser olarak gösterilebilir.

1975 Roma Antlaşması ve 2016 Referandumu vurgularıyla başlayan kitap, öncelikle içeriye odaklanmıştır. Basın ve partilerin AB’de kalıp kalmamak konusunda ikiye bölündüğünü belirtip, iş adamlarının ise Avrupalı coşkusunun tekrar yeşermesinden çekindiği belirtilmiştir. Yazar, temel itibariyle Britanya’nın AB’den ayrılmasının sebepleri hakkında doğru noktalara parmak basmıştır. Bu sebepler; ekonomik sonuçların kötüye gidişi, göçmenlerin Britanya’ya akını ve devamında orada kalıp çalışarak demografik yapıyı bozmaları, Brüksel’e ödenen paranın gittikçe yükselmesi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin ülkenin iç işlerine sürekli müdahalesi, Britanya normlarına hükmeden üst bir anayasa olması ve ulusal kimlik ile kültürün tehlikede olması olarak gösterilmiştir. Bu konuya örnek olarak ihracat ve ithalat değerleri verilmiştir ve bu verilere bakıldığında Britanya’nın, büyük bir zararda olduğu görülmektedir. Bu sebepler belirtilirken belki de sürecin en önemli aktörlerinde biri olan Nigel Farage ve partisi UKIP’e de değinilmiştir. AB karşıtı ve Avrupa şüpheciliğini savunan partinin ilişkileri, muhafazakârlarla ve Cameron ile olan bağlantıları ve süreçteki rolü açıkça belirtilmiştir. Britanya, Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET)’e katıldığında örgütün uluslar üzerinde korumacı bir gücünün olmamasının ve ulus üstü bir yapı haline geldikçe Britanya’nın bundan rahatsız olmasının sık sık altı çizilmiştir. AET konusuna ek olarak yazar, tek marketin etkisine değinmekle birlikte para, hizmet, ulusal sınır gibi ortak haklar veya kuralların yoksunluğunun Britanya için daha uygun olduğu ısrarla belirtmektedir. Bu durum ise bağımsızlık ve egemenliğin kısıtlanması gibi kavramlarla desteklenmektedir. Fakat Britanya’nın Ortak Tarım Politikası’nı kabul ettiğini de unutmamak gerekir. Halk açısından analiz ettiğimizde yazar, İngiliz halkının sağlam bir anlaşma ve güçlü bir hükümet ile gerçekleştirilmesi gerektiğini aktarmaktadır. Burada “İngiliz halkı” ifadesinin kullanılma sebebi, İskoçların Brexit’e sıcak bakmamasıdır. Çoğunluğa baktığımızda Britanya halkı 2016’da yüzde 52 ile çıkma kararı almıştır ancak MacShane, İskoçya’dan karara büyük tepki geldiğini de her yeri geldiğinde belirtmiştir. Olayın basın boyutunda Avrupa karşıtı basının Brüksel’i, Britanya’da çalışan Avrupalıları ve AİHM’i hedef aldığı belirtilmiştir. Yani ayrılma sürecinde politik figürlerin ve halkın yanında basının ve gazetenin de etkin rolü olduğu çıkarımı yapılabilir. Yazar kitap içerisinde, Norveç gibi AB dışında ama AB normlarına ve direktiflerine uygun hareket eden bir ülke veya Kanada gibi tamamen bağımsız, bağlantılı olmayan ülke örneklerini vermiştir. Ancak Britanya’nın hangi modele daha uygun olduğu konusunda net bir bilgi veya sonuç vermemiştir. Bu konuda soru sorulmuş fakat cevap eksik bir şekilde bırakılmıştır.

Tarihsel süreci analiz ettiğimizde 60’ların başında İşçi Partisi’nin federal düzene teşvik, bölücülük ve demokrasi ile egemenliğin tehlikeye girmesi gibi sebeplerle AET’e karşı olduğu öne sürülmüştür. Yazar bu yargıları ekonomi, tarım ve dış politika konularında kontrol kaybı olmaması ve ulus devletin bağımsızlığını kaybetmesi gibi endişelerle açıklamıştır ve doğru örneklerle destekleyerek dönemi değerlendirmiştir. Yazarın vurgu yaptığı en önemli konulardan biri, partilerin bakış açısının yıllar içinde nasıl değiştiğidir. Yıl yıl ele alarak okuyucunun olayı özümsemesi sağlanmıştır. 1967’de Harold Wilson tarafından yapılan ilk başvuru sonrasında 70’lerde Avrupa karşıtlığı (Anti-Europanism) ve Avrupa korkusu (Europhobia) politikaları ile hareket eden İşçi Partisi, 1983 seçimleri hezimetinden sonra bu söylemleri bitirerek Tony Blair’in etkisiyle, daha ılımlı bir parti haline gelmiştir. Muhafazakârlar ise Edward Heath’in başbakanlığında ve kendisinin yoğun çabasıyla ülkesini 1973’te örgüte sokmuştur ancak yıllar içerisinde tam tersi şekilde Avrupa şüpheciliği (Eurosceptic) ile hareket eden parti Muhafazakârlar olmuştur. Muhafazakârların ise bu değişiminde 1988 yılında, Fransız Jacques Delors ile Britanya Başbakanı Margaret Thatcher’ın büyük etkisi olmuştur. Thatcher, o dönem Delors tarafından Avrupa’ya sunulan işçi hakları, insan hakları, işçilerin kolektif hakkı, işçilerin siyasete katılım hakkı ve iş garantileri konusundaki yeniliklere sosyalizm karşıtı olarak şiddetle karşı çıktı. İlişkilerde adeta dönüm noktası olan bu süreci MacShane, iki siyasetçinin de bakış açısından aktarmış ve olayı başarılı bir şekilde detaylandırarak, okuyucuda heyecan uyandırmıştır. Yazar, işi burada sonlandırmamış ve devamında gelen Britanya’nın kendi parlamentosunun yeterli olduğu, İngilizlerin lidere değil görüşe oy verdikleri, Avrupa Parlamentosu’nun ulusal parlamentonun etkisini azalttığı, kendi öz kültürü korumayı, güvenlik ve dış politika konusunda kontrol kaybı endişeleri gibi bu konunun beraberinde gelen ayrılıkçı fikirlerin de üzerinde durmuştur. Bu fikirleri tarafsız bir şekilde ortaya koyan yazar, kitap boyunca kendi düşüncesini her zaman arka planda tutmuştur. Halkın düşüncelerinin de eserde görüldüğünü görmekteyiz. Yazar Britanya halkı için Avrupa’nın bir bağlılık olmaktan daha çok bir çıkar ilişkisi olduğunu ortaya koymuştur. Onlara göre Avrupa kimliğinden daha önemli olan şey Avrupa’nın Britanya’ya olan avantajları veya dezavantajlarıdır. MacShane’in eski bir İşçi Partili olarak bu görüşlerinin tarafsız olarak anlatması, kitabı daha değerli kılmakta ve herkese hitap etmektedir.

 

SONUÇ

Genel bağlamda kitap, kronolojik sırayı da takip ederek geçmişten günümüze Britanya- Avrupa Birliği ilişkilerini, yaşanan krizleri, sorunları, dönüm noktalarını ve yaşanan gelişmelerin iç siyasete yansımasını ele almıştır. Thatcher, Cameron, Blair gibi etkili liderlerin politikalarının yanı sıra parti üyelerinin ve partilerin tavırlarının da başarılı bir şekilde okuyucuya geçirildiği eserde basının ve diğer etkenlerin rolü de unutulmadığı göze çarpmıştır. Bir başka önemli nokta sade ve duru bir dil ile Brexit’e giden süreç aktarılmıştır. Analizin içinde de belirtildiği gibi yer yer okuyucu detaylara boğulsa da bunun sebebi yazarın, olayı geniş çerçevede ve daha iyi anlaşılabilir anlatmak istemesidir. Yazar, eski bir Britanya milletvekili olup bir partiye bağlı bulunmuş olsa da tarafsız bir bakış açısıyla yazmaya özen göstermiştir. Başlıkta belirtilen soruya kesin bir cevap veremese de kitap süreci aktarma bakımından başarılıdır. Ancak Britanya’nın Avrupa Birliği’nden nasıl çıkacağı sorusunun çözümüne kitapta yer verilmemiştir. Bu açıdan 2015 sonrası dönem için kitabın devamının gelmesi gerekmektedir. Böylece okuyucuların aklındaki soru işareti giderilebilir.

 

UZAY YÜKSEKKAYA

Uluslararası Örgütler Stajyeri

 

GÖNÜLLÜ EKİP ARKADAŞLARI ÇAĞRIMIZ SONUÇLANMIŞTIR!

0

TUİÇ Gönüllü Ekip Arkadaşları Çağrısı başvuru sonuçları açıklandı! Başvuruya gösterilen yoğun ilgi ve istekten dolayı bütün adaylara teşekkür ederiz. Üzülerek olumsuz geri dönüş sağladığımız adaylar, bir sonraki eğitim, staj ve gönüllülük programlarına katılmak için sitemizdeki ve sosyal medya hesaplarımızdaki duyuruları takip edebilirler. Başarılı adayları tebrik eder, yetkili koordinatörler tarafından kendileriyle iletişime geçileceğini belirtmek isteriz.

 

KABUL EDİLENLERİN LİSTESİ:


İnsan Kaynakları:

1. Büşra Kavrayıcı
2. Damla İrem Üstüntaş
3. Dilek Keçeci

Sosyal Medya:
1. Göktürk Metehan Toklu

Proje Yönetimi:
1.Uzay Yüksekkaya
2.Halis Aküzüm
3. Metin Er

Editör:
1. Öykü Tansu
2. Derya Azer
3. Gizem Güven

Uliwiki:
1. Selin Dikmen
2. Begüm Hergüvenç
3. Muhammed Emin Keskin

Doç. Dr. Hasan Tekgüç Röportajı: Sürdürülebilir Kalkınma ve Göç

Röportaj, Kadir Has Üniversitesi – İktisadi, İdari ve Sosyal Bilimler Fakültesi öğretim üyesi Doç. Dr. Hasan Tekgüç ile “Sürdürülebilir Kalkınma ve Göç İlişkisi” üzerine yapılmıştır.

 

1 – a) Emek göçü ve hareketlilik hakkında neler düşünüyorsunuz?

Emek göçü ve hareketliliğinin sağlıklı bir ekonomi için kaçınılmaz ve gerekli olduğunu düşünüyorum. En temelinde ekonomik göç, emekçinin ücret ve gelirin düşük olduğu yerden ücret ve gelirin daha yüksek olduğu yere hareketidir. Kapitalist piyasa ekonomilerinde ücreti ve geliri belirleyen temel öğelerden biri, emeğin bulunduğu ortamdaki verimliliğidir. Dolayısıyla insanların daha yüksek ücretli bölgelere iş bulmak amacıyla göç etmeleri, iktisadi açıdan en önemli ekonomik kaynak olan emeğin daha az verimli olduğu ortamdan daha çok verimli olacağı ortama hareketi yönündedir. Bu göçmenler gittikleri yerlerde istihdama dâhil olabilirlerse toplam pasta hemen hemen herkes için büyüyecektir.

 

1 – b) Bu kapsamda güvenli ve düzenli geçici emek göçü mümkün kılınabilir mi?

Geçici emek göçünü, “süresi önceden belli, bir dönem gidilen yerde çalışma amacıyla göç etme” şeklinde anlıyorum. Bu tür sözleşmeli göç hareketleri pratikte göçmeni bir işverene bağlar dolayısıyla da o göçmeni işverenine karşı çok eşitsiz bir pozisyona koyar (örneğin çalışan işvereninin kanun dışı bir aktivitesini polise bildirmekten kaçınabilir). Çalışanla işveren arasındaki zaten eşitsiz güç ilişkisi iyice dengesizleşir. Bu tip geçici uygulamalarda çalışanın sadece ülkede kaldığı süreyi kısıtlayan (örneğin emekliliğe kadar) ama onu tek bir işverene bağlamayan modeller daha başarılı olabilir. 

 

2) Düzensiz göçe yönelik stratejiler nelerdir? Düzenli göç mümkün kılınabilir mi? 

Düzensiz göçten anladığım hedef ülkeye göç etme niyetine beyan etmeden, turist veya kaçak girişler, girip emek piyasasına katılan göçmenlerdir. Düzensiz göçe yönelik stratejilerin büyük çoğunluğu düzensiz göçü mümkün mertebe azaltmaya çalışır. Bu azaltma çabasının sebebi doğruluğu tartışmalı ön kabullerdir. Bunların başında hedefteki ülkenin “vatandaşlık priminin sabit” olduğu ön kabulü gelir. Diğer bir deyişle vatandaşların doğuştan gelen sosyal hakları (eğitim, sağlık, emeklilik, vs.) sabit bir miktarmış ve düzensiz göçmenler bu sosyal haklara haksız yere ortak oluyorlarmış ön kabulü vardır. Bu ön kabul genelde yanlıştır; çünkü istihdama katılan göçmenler toplam pastanın (GSYİH) büyümesine katkı koyarlar dolayısıyla da sosyal hakları fonlayacak olan kaynaklar göçmenlerin hedefindeki ülkede de artar. Bu perspektiften bakıldığında tüm göçmenlerin bir an önce formel istihdama entegre olmasına yarayacak politikalar çok faydalıdır. 21. yy’da genel eğim tam ters yöndedir.

 

3) Göçmenlerin haklarının korunması hakkında neler düşünüyorsunuz? Örneğin; BM sözleşmesinin imzalanması vb. önlemler yeterli mi?

Göçmenlerin haklarının korunmasının çok yetersiz olduğunu düşünüyorum. İmzalanan anlaşmalar bile sahada gerçeğe dönüşmüyor. Bu yetersizliğin nedeninin, üst düzey politika yapıcılardan kanunları sokak seviyesindeki uygulayıcıları olan polis memuruna kadar çok geniş bir kesimin yukarıda bahsettiğim yanlış ön kabulü paylaşmasının rolü olduğunu düşünüyorum.

 

4) Göç ve kalkınma arasında politik uyum geliştirilmesi gerekir mi? Göçün kalkınma politikaları hakkında neler düşünüyorsunuz?

Göç hem göç veren hem de göç alan ülkelerin kalkınmasını etkiler. Göçmenler gittikleri yerlerde girişimcilikleriyle, yerlilerin yapmak istemediği işlere talip olmalarıyla ve de yarattıkları taleple ekonomiye canlılık getirirler.

Göç veren ülkelerdeyse bir yandan o ülke seviyesinde kalifiye olan elemanların kaybı yaşanır, bir yandan da göçmenler gittikleri ülkeden memleketlerine döviz göndererek, anavatanlarına katkı yaparlar. Ayrıca, temelli dönüş yapan göçmenler gelişmiş ülkede kazandığı birikimi ve donanımı da memleketine getirmiş olur. Bu iki zıt etkinin hangisinin baskın olduğu zamana ve yere göre değişebilir.  

 

5 – a) Göçmen kadınların haklarının korunması için model ve çerçeveler nasıl gelişmelidir?

Pek bilgili olduğum bir alan değil.

 

5 – b) Statülerinden bağımsız kadınların ve çocukların her türlü hizmete erişmelerini sağlamak için neler yapılmalıdır?

Çocukların eğitim sisteminde yaşadığı problemlere eğilerek başlanabilir. Örneğin belli bir seviyeye kadar iki dilde eğitim uygulanabilir. Kadınlar içinse yapılabilecek en genel uygulama eve kapanma ve izolasyon kısır döngüsünü kırmak üzere, bu kadınlara göç ettikleri yerin dilini ve kültürünü öğretecek ücretsiz kurslar düzenlenebilir. Bunlar ilk aşamada yapılması gerekenlerdir. Daha kapsamlı öneriler benim uzmanlık alanımı aşıyor.

 

6) Felaket ya da savaş yaşayan ülkelerden başka ülkelere giden göçmenlerin gittikleri ülkelerde yaşadıkları ölüm, kaybolma ve fiziksel istismar da dâhil olmak üzere yaşanan göçmenlerin durumları hakkında neler düşünüyorsunuz?

Bu olaylar beni de herkesi de çok üzüyor. Ama bir uzman olarak bu konuda görüş bildirecek birikime sahip değilim.

 

7) Şu an yaşadığınız ülke Türkiye. Eğer bir gün göç etmek isterseniz Türkiye’den neden göç edersiniz? Sebepleri nelerdir? Göç ettiğiniz yeri nasıl seçersiniz?

Eğer Türkiye’den göç edersem sebebi politik baskılar olacaktır. Ama göç edeceğim yeri seçerken yine düzenli göçmen olabileceğim, yani formel olarak istihdama katılabileceğim yeri tercih ederim.

 

8) Göçler küresel eşitliği nasıl dengeler? Dengeler mi? Göç alan ülkeler büyür mü?

Ekonomik göç yoksul bir yerden daha zengin bir yere olduğundan dolayı, eskiden çok yoksul olan bir işçi gittiği yerde de yoksul olsa dahi eskisinden daha iyi şartlarda yaşamaya başlar. Dolayısıyla ekonomik göç tanımı gereği küresel eşitsizliği azaltır. Ama göç edilen ülkenin yerelinde eşitsizlik artabilir çünkü göçmenler, vatandaş-yoksullardan da aşağıda bir alt sınıfa dönüşebilirler. Göçmenlerin gittikleri yerdeki topluma nasıl entegre olduğu yerel şartlara göre çok değişkenlik gösterebilir.

 

9) Covid-19 salgınının göçmen işçiler için oluşturduğu riskler yalnızca iş kaybı ile sınırlı değildir. İşlerine devam eden göçmenler, çalışma ve yaşama şartlarına bağlı olarak virüsün etkilerine açık haldedirler. İşçilerin dünyanın pek çok bölgesinden hijyen şartlarının yetersiz olduğu kalabalık işçi kamplarında konaklıyor olmaları, işlerine devam etmeleri vb. eşitsizlik-yaşadıkları haksız durum konusunda neler düşünüyorsunuz?

Covid-19’un işçi kamplarında yaşamak durumunda kalan göçmen işçilerin durumunu daha da ağırlaştırdığı hususunda size katılıyorum. Bu durum göçmenleri, emeklerine ihtiyaç olduğunda bile, topluma tehdit olarak gören önyargıların maalesef çok öngörülebilir bir sonucudur. Ortadoğu ve güney Asya’nın bazı bölgelerinde popüler olan işçi kampları, düzenli göçe örnektir. Göçün düzenli olduğu ama işçinin tek bir işverene bağlandığı ve ona muhtaç edildiğinde durumun nereye varabileceğine trajik bir örnektir. Düzenli göç politikalarının düzensiz göçe çare olacağını düşünenler bu durumdan ders çıkarmalıdır. 

 

BERFİN FARİSOĞLU

Göç Çalışmaları Stajyeri

 

16 Eylül 2020 Çarşamba, TUİÇ Yuvarlak Masa Toplantısı- Karadağ Seçim Sonuçları: Balkanlarda Değişim ve İstikrarsızlık

0

30 Ağustos 2020’de Karadağ’da genel seçimler gerçekleştirildi. Meclisinde 81 sandalye bulunan ülkede seçimlerde 6 ittifak ve 5 siyasi parti olmak üzere 11  liste yarıştı. Yaklaşık 540 bin seçmeni olan ülkenin iktidarında 30 yıldır Cumhurbaşkanı Milo Djukanovic ve liderliğini yaptığı Sosyalistlerin Demokratik Partisi (DPS) bulunmaktaydı. DPS hükümeti Karadağ’ın NATO’ya üyeliğinde ve Avrupa Birliğine’ne üyelik sürecinde son derece önemli roller üstlendi. Genel seçimdeki rekabet asıl olarak Avrupa’daki en eski iktidar olarak adlandırılan DPS ve NATO karşıtı ve Sırbistan ile bağların güçlendirilmesini arzulayan Demokrat Cephe (DF) arasında yaşandı. Seçim sonucunda ise her ne kadar DPS’nin başında olduğu “Karadağ İçin Kararlı” ittifakı sandıktan oyların %34’ünü ve mecliste 29 koltuk kazanarak birinci olarak çıksa da DF öncülüğündeki muhalif ittifak %32 oranında oy alarak mecliste 28 koltuk kazandı. İttifakın lideri Zdravko Krivokapic muhaliflerin mecliste 42 millet vekiline sahip olacaklarını söyleyerek iktidar ittifakının kaybettiğini belirtti.

Karadağ’da yaşanan bu gelişmeleri gazeteci Marko Vesovic ile tartışmak üzere 16 Eylül 2020, Çarşamba günü saat 19:00’da TUİÇ ofisimizde buluşacağız. Etkinlik dili İngilizce olacaktır. Yuvarlak masa toplantımızda pandemi önlemlerinin hepsi alınacaktır, bu nedenle toplantımıza sınırlı sayıda katılımcı kabul edilecektir.

Katılım için lütfen formu doldurunuz:https://docs.google.com/forms/d/1yViHIcV47D70TYmXoqWa0jNkbwE5Na_8ZyWA2iQY-Xc/edit

Son Başvuru Tarihi: 14 Eylül 2020

TUİÇ Ofis Adresi:Cihannüma, Cihannüma Sk. 2-20, 34353 Beşiktaş/İstanbul

 

Montenegro election was held on 30 August 2020. Eleven coalition lists and political parties ran for the 81 parliament seats. Nearly 540,000 citizens cast vote for the elections. The ruling party which called The Democratic Party of Socialists (DPS) has held power for the last thirty years. The party played a key role in Montenegro’s NATO membership and the process of accession to the EU.  The election resulted in the victory of the opposition bloc, the ruling party has lost the majority of seats. Therefore, DPS is unable to form the new government and its three decades rule has terminated.

On 16 September 2020 at 7:00 pm, we will discuss the latest developments in Montenegro with the journalist Marko Vesovic. The roundtable meeting will be held in TUİÇ’s Office and conducted in English.  Additionally, all Covid-19 measures will be taken. For this reason, the number of participants will be limited.

Please fill the form to participate in our meeting:https://docs.google.com/forms/d/1yViHIcV47D70TYmXoqWa0jNkbwE5Na_8ZyWA2iQY-Xc/edit

The Application Deadline: 14 September 2020

TUİÇ Office Adress: Cihannüma, Cihannüma Sk. 2-20, 34353 Beşiktaş/İstanbul

Interview on Vulner Poject / With Luc Leboeuf

0

Luc Leboeuf is Scientific Coordinator of the VULNER project / Head of Research Group at the Department of Law and Anthropology of the Max Planck Institute for Social Anthropology

For further information on the issue please visit: https://www.vulner.eu

1) There are many definitions of the concept of vulnerability. How do you define the vulnerabilities of migrants? What kind of differences do you see between migrants and migrants with vulnerabilities, if any? 

I think I should explain to you what the project is about because this is a bit more conceptual. than that. As you have seen the project members, we are all academics. So, what we want to do first and foremost is to reflect on that very notion of vulnerability. So, maybe I will tell you a bit more about that, and then I will also explain to you why I actually am not able to answer your question right now. I might be in a one-year time but now I am not able to answer. 

So, first what is the objective of the project? I do project really started from this finding that when you have policies today like humanitarian policies, even migration control policies, asylum policies to deal with migrants. There is this focus on what has been called vulnerable migrants. And we realize that when you have kind of an agreement of the fact that you should take care of the vulnerable migrants, there is no across the board understanding of what that actually means. And, that is what we want to discover. We want to know, first how the authorities define that, how do they identify and define vulnerabilities, what do they understand by that, for example when you have in the legislation, the example of EU directive on asylum, a provision says that when you give access to the refugee camps when you get reception conditions, you must to be very careful about the specific needs of the vulnerable migrants. We want to see how the civil servants or social workers implement this provision understanding because of course, it is a notion that is very broad. Everyone seems to have an intuitive understanding of it. But it is implemented in a very different way. That is the first thing we want to do. I have teams in different countries. And what they have done is that they try to understand what is the understanding of vulnerability and what kind of mechanisms are placed to assist in vulnerable migrants. And, what we want to do with this project is to document that, then confront it to what we see on the ground because after that the researchers will go into the camps and will talk with migrants to see what actually their vulnerabilities are, and also reflect more generally whether this focus on vulnerability is a good idea.

2) How do migrants cope with or adapt to these vulnerabilities, particularly during Covid-19 period?

The study is ongoing now so I do not have a lot of definitive results but I can give you some hints, some things that the researchers have observed when being on the ground. What they observed is an increasing difficulty in accessing the services. I would give you the example of Uganda. It is a very good example. You have some services that out there, among the services, you have special assistance including a bit of money for what they call lactating mothers, the woman who just gives birth to children. To benefit from that assistance they must go into the refugee camps. However, due to Covid-19 lockdown, it’s increasingly difficult to go to the camp to have access to these services. So, they have the choice: Either they stay in the camp and they have access to that service, but they won’t be able to integrate themselves into a local job market or go into the cities where they can try to integrate themselves to the city and try to have a small job etc. But then, they will have difficulties in accessing that kind of assistance. 

3) What kind of differences do you see in the vulnerabilities of migrants in Europe (Belgium, Germany, Italy, Norway) and the Middle East (Lebanon)? What are the parameters that you are looking for when you investigate that?

What I know whether it is and when it comes to the way the vulnerability is being seized by the authorities; we have three different ways of thinking about that. In Europe, you have the EU directives that give a more or less clear indication of the kind of society we need to take care of. In Canada, it is typically obvious. In Lebanon, in Africa, actually, the general mindset is that very nice western thing to do. The real and true vulnerabilities are economic ones. The worst situation as an asylum seeker, as a migrant compared to another migrant comes more from your socio-economic background, then the fact that you are a woman, gay etc. So that’s not something they very much have in mind. Despite these regulations which exist but which come much more from the international community than from their practices and understanding of what migrants’ vulnerabilities are.

4) What kind of human rights violations against the migrant community do you observe during Covid-19 crisis? 

I am not really comfortable replying to that right now because the research is still ongoing so I can base myself on. But I would say that maybe the most difficult thing for migrants right now from the preliminary findings is accessing the services. It has been made much more difficult. In Belgium, for example, they need to register online if they want to apply for asylum right now. It’s the general trend we can observe right now. Access to protection services has been made more difficult. 

Twitter: @VULNERproject, @LucLeboeuf1

Özden ÖZ

Göç Çalışmaları Staj Programı

TÜRK DIŞ POLİTİKASININ DENGE UNSURU: AVRASYA

0

Giriş

Avrasya, kelime anlamıyla Asya ile Avrupa’yı birleştiren kara parçası olmakla birlikte, genellikle farklı anlamların yüklendiği bir kavramdır. Coğrafi konumun ötesinde siyasi içerikler çerçevesindeki anlamların daha çok yüklendiği bir kavram olmuştur. Türkiye’de Avrasya’nın karşılığı; bazen Rusya, bazen Rusya ve Çin aynı anda, bazı zamanlarda da Türk Cumhuriyetler akla gelmektedir. Bundan dolayı Avrasya, Rusya, Çin ve Türki Cumhuriyetleri kapsayan bir kavram diyebiliriz. Türkiye için bu aktörlerin önemi vesilesiyle Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) de önemli bir kurum haline gelmektedir.

Avrasya olarak adlandırılan bölgenin, dünya nüfusunun üçte birini barındırması, bununla birlikte Çin’in dünyanın en büyük ikinci ekonomisine sahip olması ve ilerleyen zamanlarda ABD’nin liderliğini elinden alacağı kanısı, dünyadaki nükleer silahların yarısının Asya’da olması, Çin ve Rusya’nın BM Güvenlik Konseyi’nde daimi üye olması gibi sebepler uluslararası arenada ülkenin önemini arttırmaktadır. Tüm bu sayılan faktörler Türk dış politikası için Batıya karşı en güçlü alternatif halindedir.

Bu çalışmada Türk dış politikasında son yıllarda gelişen “Avrasya ilişkileri, Batılılaşma yolunda bir eksen kayması mıdır?” sorunun cevabını vermek amaçlanmıştır. Bu amaçla ilk olarak Türk dış politikasının, Batı ilişkilerini ele alacağız. Daha sonra batıya alternatif olarak Avrasya ile ilişkilerinden bahsedilecektir. Devamında, Türkiye’nin Avrasya ile olan işbirliklerine değinerek bunun bir eksen kayması olarak değerlendirilebileceği ihtimali üzerine çalışılacaktır.

 

Türkiye’nin Avrasya’ya Yönelmesi

Türkiye, geleneksel olarak batılılaşma yönünde bir dış politika izlemekte ve bunu benimsemektedir. Cumhuriyet öncesi dönemde 1800’lü yıllardan bu yana batılılaşma süreci her zaman olmuştur. 1. Dünya Savaşı’ndan sonra batılı devletlere karşı Kurtuluş Mücadelesi verilmesine rağmen, batılılaşma bir hedef olarak benimsenmiştir. Kısacası Türk dış politikasının ana ekseni batılılaşmadır. Avrasya’daki üç önemli unsurun içerisinde olan Türk Cumhuriyetleri SSCB’nin içinde yer almış, Çin 1949’dan itibaren Komünist rejim tarafından yönetilmeye başlanmış olması Batılılaşma yolunda ilerleyen Türkiye’yi Avrasya’dan daha da uzaklaştırmıştır.

Türkiye, batılı ülkelerle sorunu olduğu dönemlerde örneğin Lozan Antlaşması ile sorunlarda bir denge unsuru olarak Sovyet Rusya’yı kullanmıştır. Ancak batılı ülkelerle sorunların çözülmesi, 2. Dünya Savaşında Moskova’nın Türkiye’den toprak istemesi, Türkiye’yi Sovyetlerden uzaklaştırmıştır. Diğer taraftan Komünizm tehdidine karşı Türkiye NATO’ya üye olmuş ve askeri alanda batı ile güçlü bir ilişki kurmuştur. Aynı tarihte Avrupa Ekonomik Topluluğu’na üyelik süreci gibi gelişmeler sonucu Türkiye’nin Batı ile ilişkisi kurumsallaşmıştır. 

“Komünizm tehdidinin ortadan kalkmasıyla Türkiye 1990’lardan itibaren Avrasya’ya açılma imkânı elde etmiş, bu dönemde Avrasya’daki güç merkezleri arasından bir dış politika alternatifi olarak en fazla Türk cumhuriyetleri öne çıkmıştır” (Uzgel & Yaramış , 2010). “Bu bağlamda Türkiye Kafkasya ve Orta Asya’da aktif bir dış politika izlemekle birlikte, bu politika Rusya’nın ve İran’ın bölgedeki etkisinin güçlenmesine karşı ABD tarafından desteklenmiş, dolayısıyla Türkiye’nin gerçekleştirdiği Avrasya açılımı dış politikasında Batı’nın yerine bir alternatif arayışı şeklinde gerçekleşmemiştir” (Telatar, 2019).  

Bu bağlamda Türkiye’nin Avrasya ile olan ilişkisi genelde sınırlı bir şekilde ilerlemiştir. 2000’li yıllardan itibaren daha fazla alternatif işbirliği arayışına girse de Avrasya’nın, Türk Dış Politikasını meşgul edecek seviyeye geldiğini söylemek mümkün değildir.

Bunun nedeni Türkiye için, Avrasya’yı batıya sadece bir alternatif olarak görmesidir. Keza Batı ile ilişkiler iyi olduğu dönemlerde Avrasya Türkiye’nin gündeminde dahi olmazken, aksi durumda, Avrasya’nın sahip olduğu potansiyel gündeme gelmekte ve batı ile olan çıkmazlar dile getirilmektedir. “2002’nin sonlarında iktidara gelen Ak Parti’nin önceki yönetimleri Türkiye’nin geçmişini ve potansiyelini yok sayan statik bir dış politika izlemekle eleştirerek çok boyutlu ve dinamik bir dış politika izleme iddiasında bulunması Avrasya’ya yönelik dış politikanın da ivme kazanacağı beklentisi yaratmıştır” (Davutoğlu, Stratejik Derinlik: Türkiye’nin Uluslararası Konumu, 2002). “Türkiye’nin Avrasya tanımlamasının içinde yer alan Karadeniz havzası, Kafkasya ve Orta Asya Ak Parti iktidarının dış politikasında çok sık geçmekteydi”. “Pek çok bölgesel kimliğe sahip bir merkez ülke olarak Türkiye’nin kendisine komşu olan bu bölgelerle ilişkilerini geliştirmesi ve güvenlik ve istikrara katkıda bulunması öngörülmekteydi. Ayrıca Türkiye’nin enerji güvenliği açısından Kafkasya ve Orta Asya’nın önemi vurgulanmakta, bölge enerji kaynaklarının Batı’ya sevk edilmesinde Türkiye’nin merkezi bir rol oynaması amaçlanmaktaydı” (Davutoğlu, 2008, s. 78-79,81,91).

Yine de AKP hükümeti de Avrasya’ya yönelik bir dış politika geliştirmemiştir. Ancak son yıllarda yaşanan olaylar sebebiyle Türkiye, Avrasya’yı dış politika gündeminde değerlendirmeye almıştır. Bunun sebebi de “Türkiye’nin AB ve ABD ile ilişkilerinde Soğuk Savaş’ın sona ermesinden itibaren en kötü dönemin yaşanmasıdır”. “Zira Güney Kıbrıs’ın Birliğe üye olması ve Avrupa’da yükselen aşırı sağ ile birlikte Türkiye karşıtı yönetimlerin iş başına gelmesi nedeniyle müzakere sürecinin fiilen durma noktasına gelmesi” (Hüsamettin, 2016, s. 229-246), “mülteci sorununun çözümüne ilişkin 2013’te Geri Kabul Anlaşması’nın imzalanmasıyla başlayan işbirliğinin vize serbestisi konusunda yaşanan sorundan dolayı darbe alması” (Telatar, 2019, s. 351-369), “15 Temmuz darbe girişiminden sonra bazı darbecilerin Avrupa ülkelerinde barındırılması gibi nedenlerle Türkiye-AB ilişkileri oldukça zayıflamış durumdadır”.  “ABD’nin 15 Temmuz darbe girişimindeki rolü ve ülkesinde yaşayan Fethullah Gülen’i iade etmemesi,  Esad rejimini devirme amacını bir kenara bırakması” (Posta, 2014)  “sonucunda Ankara’nın Suriye krizinde yarı yolda bırakıldığını hissetmesi, ayrıca Washington’ın Suriye’de Ankara’nın da desteklediği ılımlı muhaliflere desteği keserek yerel müttefik olarak PYD’yi (Demokratik Birlik Partisi) seçmesi, Türkiye’nin PYD-PKK bağına dikkat çekmesine rağmen PYD ile işbirliğinden vazgeçmemesi gibi nedenlerle Türk-Amerikan ilişkileri de bir krizin içinden geçmektedir” (Telatar, 2019, s. 351-369).

Yukarıda da bahsedildiği gibi, Türkiye ne zaman batı ile sıkıntı yaşasa, yüzünü Avrasya’ya dönmektedir ve artık eski dönemlere göre daha ciddi bir dış politika gündemi haline gelmiştir. Bunu iki sebebi vardır. İlki, Avrupa Birliğinin ve ABD’nin 15 Temmuz darbe girişimine verdiği destek iddiaları ile demokrasisini tehdit etmesi ve ulusal güvenlik sorunu bağlamında PYD’ye verilen destektir. Neticede bu sorunlar sebebiyle, AKP hükümeti Avrasya’ya yönelik somut adımlar atmaya başlamıştır. Bu adımlar; Türkiye’nin ŞİÖ’ye üye olma isteği üzerine 2012 yılında diyalog ortaklığı statüsü elde etmesi, ilk kez batı ile ilişkisi olan bir ülkenin ŞİÖ ile bağlantısının kurumsal hale gelmiş olması ve işbirliği içinde olmasıdır.

Bu işbirliğinin sahaya yansıması açısından Suriye örneği oldukça önemlidir. Türkiye’nin hava sahasını ihlal eden Rus uçağını düşürmesinden sonra Moskova, Esad Rejimine daha çok destek vermiş ve Türkiye’nin tedbir almasını zorlaştıracak hamleler yapmıştır. Ancak uçak krizinin sona ermesinin akabinde 24 Ağustos 2016’da Türkiye’nin güvenliğini tehdit eden PYD ve IŞİD terör örgütlerine karşı Suriye sınırları içerisinde Fırat Kalkanı Operasyonu başlamış ve daha önce Türkiye’nin Suriye Politikasını ağır bir dille eleştiren Moskova bu operasyona daha yumuşak bir tepki göstermiştir. Daha sonra Zeytin Dalı Operasyonu ve Barış Pınarı Harekatına da ciddi tepki vermemesi uçak krizinden sonra gelişen ilişkilerin sahadaki örnekleridir. “Türkiye-Rusya ekseninde siyasi, askeri ve ekonomik alanlarda yaşanan tüm bu gelişmeler neticesinde Türkiye’nin Avrasya ile ilişkileri stratejik bir boyuta evirilmiş olmaktadır” (Telatar, 2019). “Türkiye’nin Batı’dan uzaklaşmakta ve Avrasya’ya kaymakta olduğu yönünde bir kanaat ortaya çıkmasına neden olan da ilişkilerin kazandığı bu stratejik boyuttur” (Telatar, 2019). “Bu gelişmelerin Türkiye’nin AB ve ABD ile ilişkilerinde yaşadığı sorunların artmasına paralel olarak ve Rusya ile Batı arasında gerginliklerin olduğu bir dönemde yaşanması ayrıca önem arz etmektedir” (Telatar, 2019).  

 

Bir Eksen Kayması mı Yaşanıyor?

Türkiye’nin son zamanlarda batı ile sürekli sorun yaşaması sebebiyle her zaman uygulamaya çalıştığı denge politikası, Batı ekseninde bir eksen kayması mı oluyor sorusunu ortaya çıkarmıştır. Ancak Türkiye’nin batı ile ilişkilerinde yaşadığı sorunlara ilişkin tarihsel tecrübe bir eksen kaymasının olmadığını söylemek mümkündür. “Nitekim yaşanan tüm sorunlara rağmen Türkiye’nin AB’ye üyelik sürecinden henüz vazgeçmemesi, tam aksine Birliği üyelik sürecinde kendisini oyalamakla eleştirmesi” (Milli Gazete, 2017), “AB’nin ise müzakere sürecindeki tüm sorunlara rağmen Ankara’ya üyelik dışında bir ilişki biçimini (imtiyazlı ortaklık gibi) önermiş olmaması, güvenlik, göç, ekonomi, enerji tedariki gibi alanlarda pek çok ortak çıkara sahip olduğu Türkiye ile diyaloğu sürdürmenin çok önemli olduğunu vurgulaması” (Hürriyet, 2019), her iki tarafın da pragmatik bir tavır sergileyerek siyasal bağlarını canlı tutmaya özen gösterdiğini ortaya koymaktadır.

“Ayrıca bir NATO üyesi olarak Batı ile güçlü bir askeri entegrasyon içinde olan Türkiye, önemli çatışma bölgelerine komşu olan coğrafi konumu nedeniyle Batı’nın güvenliği için işbirliğine ihtiyaç duyulan bir müttefiktir” (Telatar, 2019). “ABD’nin Ankara’nın almasına karşı çıktığı S-400’lere alternatif olarak Patriot füzesi satışını önermesi” (NTV, 2019) “ayrıca Ankara’nın Suriye’nin kuzeyinde güvenli bölge oluşturma isteğini Barış Pınarı Harekâtı nedeniyle de olsa kabul etmesi” (BBC, 2019) Türkiye’yi kaybetmek istemediğini göstermektedir. “Dolayısıyla Türkiye, Avrasya ile ekonomik ilişkilerini geliştirmesi ve bu şekilde ekonomisinde Batı’nın ağırlığını azaltması durumunda Batılı ülkeler ile yaşayabileceği siyasi sorunların ekonomik etkilerini azaltabilecek, yani Batı’yı ekonomik olarak da dengeleyebilecek, böylece Batı ile ilişkilerinde daha geniş bir manevra alanına sahip olacaktır” (Telatar, 2019).

 

Avrasya’ya Yönelmedeki Engeller

Avrasya’nın sahip olduğu ekonomik, askeri ve siyasi potansiyel, uluslararası sistemin merkezinin Transatlantik bölgesinden giderek Avrasya’ya kayacağı yönünde beklentiler yaratmış, bu nedenle Batı ile yaşadığı sorunlardan dolayı Türkiye de bu bölgeye yönelmiştir” (Telatar, 2019). Türkiye için Avrasya, batı ile ilişkilerinde denge oluşturmak ve batıdan beklentilerini karşılayamayınca gündeme gelen güçlü bir alternatiftir. Ancak hem askeri hem de ekonomik açıdan Avrasya’ya yönelmenin önünde engeller olduğunu söylemek gerekmektedir.

Ekonomik açıdan risk, Türkiye’nin dış ticaretinin %43’ü AB yani batı ile buna karşılık ŞİÖ’ye üye devletlerle dış ticaret %17’ye tekabül etmektedir. Avrasya’nın ekonomik açıdan batıya alternatif olması için uzun bir zamana ihtiyaç vardır.

Türkiye Avrasya’ya yöneldiğinde askeri risk ise, en tartışmalı konudur. Bunu açıklayacak en önemli örnek herhalde S-400 füzeleri olacaktır. Batı’nın Rusya ve Çin’i tehdit olarak algıladığı bu ortamda NATO üyesi bir ülkenin Avrasya ile yapacağı silah ticareti Avrupa-Avrasya dengesinin en büyük sorunudur.

 

MEHMET SALKIM

Yakın Doğu Üniversitesi / Siyaset Bilimi Bölümü

 

 

KAYNAKÇA

BBC. (2019, 10). BBC. 04 16, 2020 tarihinde https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-50092778 adresinden alındı

Davutoğlu, A. (2002). Stratejik Derinlik: Türkiye’nin Uluslararası Konumu. İstanbul: Küre Yayınları.

Hürriyet. (2019). Hürriyet. 04 16, 2020 tarihinde http://www.hurriyet.com.tr/dunya/son-dakika-abden-turkiye-aciklamasi-41150276 adresinden alındı

Hüsamettin, İ. (2016). Türkiye-AB ilişkileri: Entegrasyonu Zora Sokan Saiklar. Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 229-246.

Milli Gazete. (2017). Milli Gazete. 04 16, 2020 tarihinde https://www.milligazete.com.tr/haber/1212714/cumhurbaskani-erdogan-ab-bizi-oyaliyor-fakat-samimiyetimiz-surecek adresinden alındı

NTV. (2019, 12). NTV. 04 16, 2020 tarihinde https://www.ntv.com.tr/dunya/son-dakika-patriotlarin-turkiyeye-satisina-onay-ne-anlama-geliyor,2CJChAhks0yYPqaeTOyIfQ adresinden alındı

Posta. (2014). 04 17, 2020 tarihinde Posta: https://www.posta.com.tr/obamadan-esad-sorusuna-yanit-253872 adresinden alındı

Telatar, G. (2019). TÜRK DIŞ POLİTİKASINDA AVRASYA SEÇENEĞİNİN YÜKSELİŞİ. Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Dergisi, 15(3), 351-369.

Uzgel, İ., & Yaramış , V. (2010). Özal’dan Davutoğlu’na Türkiye’de yeni Osmanlıcı Arayışlar. Doğudan(16), 36-49.

 

DEVLETLERARASI VE HÜKÜMETLER DIŞI ULUSLARARASI ÖRGÜTLER TARİHÇE-ORGANLAR-BELGELER-POLİTİKALAR

Giriş

Mehmet Hasgüler & Mehmet B. Uludağ. (2018). Devletlerarası ve Hükümetler Dışı Uluslararası Örgütler Tarihçe-Organlar-Belgeler-Politikalar. İstanbul: Alfa Yayınları, 819 sayfa, ISBN:9789752979420.

Bu kitap, uluslararası ilişkiler yazını içinde yer alan uluslararası örgütleri tarihsel arka planı dâhilinde inceleyip analiz ederek alanında öncü bir akademik değerlendirme haline gelmiştir.  Kitabın yazılış amacı, yazarlarının önsöz kısmında da belirttiği şekilde “uluslararası örgütler konusuna kapsamlı ve tarihsel bir analiz içeren eleştirel yöntem kullanılarak” yaklaşmaktır.  Kitabın dili ve üslubu konusuna gelirsek; dil, açıklayıcı ve akıcı bir biçimde kullanılmıştır ancak kitabın anlaşılabilmesi için belli bir düzeyde tarihsel bilgi ve uluslararası ilişkiler disiplinin terminolojisine hâkim olmak gerekmektedir. Kitapta kronoloji, şekiller, tablolar, ekler bölümünde, kitapta bahsi geçen anlaşmaların maddeleri mevcut olup, belirtilen tarihsel kongrelerin ve toplantıların fotoğrafları ve yine bahsi geçen olaylarda önemli rol almış kişilerin fotoğrafları bulunmaktadır.

Kitabın yazarlarından biri olan Mehmet Hasgüler; Kıbrıslı akademisyen ve yazardır. Pek çok makalesi çeşitli dergilerde yayınlanan yazar, 2015’ten beri YÖDAK (Yükseköğretim Planlama, Denetleme, Akreditasyon ve Koordinasyon Kurulu) üyeliği ve köşe yazarlığı yapmaktadır. Kitabın bir diğer yazarı Mehmet B. Uludağ ise İzmir Kâtip Çelebi Üniversitesi ve Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi’nde ders veren bir akademisyen ve yazardır. SSCB, Gürcistan ve Avrasya bölgeleri üzerine çalışmalar yapan yazarın 2011 yılında Kriter Yayınevi tarafından yayımlanan ‘’Dünya Siyasi Tarihi’’ adlı kitabı da bulunmaktadır.

 

1.Bölüm

Kitap, giriş kısmı ve dört bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde, dünya siyasi tarihinde yer alan uluslararası örgütlerin tarihsel kökenine yer verilmiştir. Perslerle sık sık savaş yapılan Antik Yunan döneminde, uygar dünyayı tek tip yönetim anlayışından kurtarmak için bir araya gelen özgür şehir devletlerinin kurduğu Korint Helen Birliği ve Attika-Delos Deniz Birliği örnek gösterilerek, o dönemde ortak bir amaç uğruna kurulan siyasal ve askeri ittifakların modern dönemdeki örgütlerle karşılaştırması ve analizi yapılmıştır. Sparta ve Atina çekişmesi ile II. Dünya Savaşı sonrası başlayan SSCB-ABD rekabeti arasında paralellik kuran yazarlar, Roma İmparatorluğu’nun da yüzyıllar süren iktidarının nedeninin fetihlerle sonuçlanan askeri başarılar değil; iş birliğine dayanan anlaşmalar ve ittifaklar bütünü olduğu tezini savunmaktadırlar. Modern devletin temellerinin 1648 yılında Vestfalya Antlaşması ile oluştuğu, egemen ve eşit devletlerin uluslararası ilişkilerde din temelli görüşlerden uzaklaşarak, rasyonalizm temelli karar alan mekanizmalarla yönetilen kurumlar haline gelişi vurgulanmakla birlikte tarihsel açıdan devletlerin çıkar odaklı askeri iş birliklerine de örnekler verilmiştir.

XIX. yüzyıl, tüm dünyada değişim yılı olmuş ve üretim ilişkileri değişmiştir. Kapitalizmin doğmasıyla birlikte bu anlamda devletlerde bir dönüşüm yaşanmış ve süreç içerisinde ideolojik temellendirmeyle birlikte ulus-devlet halini almışlardır. Bilimsel ve teknik ilerlemelerle birlikte, uluslararası iş birliği daha önemli bir hale gelmiştir. Böylece XIX. yüzyıl siyasi, ekonomik, teknik ve ulaştırma gibi alanlarda ilk örgütlerin kurulduğu bir yüzyıl olmuştur. Aynı zamanda Kızılhaç ve Kızılay gibi ilk uluslararası sivil örgütler bu yüzyılda kurulmuştur. Yazarlar bundan hareketle, bu ilk örgütlerin kuruluş amacını ve tarihsel süreçlerini akıcı ve bilgilendirici bir üslupla anlatmaktadır. Uluslararası örgütler konusunda adeta bir tarihsel süreç bilgilendirmesi olan bu bölüm, okuyucuya daha sonraki bölümler için temel bilgiler vermesinin yanı sıra, genelde I. Dünya Savaşı öncesi dönemde pek adından bahsedilemeyen uluslararası örgütlerin kapsamını da genişleterek, antik dönemde de belli değerlerin korunması ve savunma amaçlı konfederasyon benzeri örgütlenmelerin bulunduğunu anlatmaktadır.

 

2.Bölüm

Bu bölümde I. Dünya Savaşı ve neden olduğu yıkımdan yola çıkarak döneme damgasını vuran iki büyük ideoloji olan Sosyalizm ve Liberalizm ile Milletler Cemiyeti’nin oluşum süreci, organları ve mekanizmaları anlatılmaktadır. Yazarların bu bölümde savundukları temel düşünce, Milletler Cemiyeti’nin I. Dünya Savaşı galipleri tarafından mağlupların fikri alınmadan onlara dayatma yoluyla imzalattıkları barış antlaşmalarının kendi güdümlerindeki kontrolünü sağlamak amacıyla kurmuş oldukları, temeli sağlam olmayan bir örgüt olduğudur. Bu nedenle bağımsız ve tarafsız bir kurum olamayan cemiyet, kuruluş amacı olan “dünyadaki barışı muhafaza etme’’ görevinde başarısız olarak kısa sürede işlevsiz hale gelmiş ve II. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte iş yapamaz bir hale gelmiştir. ‘’Örgüt üyeleri arasında dünya politikasına ilişkin derin görüş ayrılıkları oluşunca Konsey çalışamaz hale gelmiştir” ifadesiyle cemiyet hakkındaki temel görüş belirtilerek, tarihsel bilgiler çerçevesinde analiz yapılmaktadır. Milletler Cemiyeti’nin sömürgeciliği devam ettirmek için kullandığı, ‘’manda rejimi’’ olarak da adlandırılan formül bu bölümde anlatılmaktadır.

Yazarlar temel olarak bazı Osmanlı münevverlerinin de bu rejimden yana olduklarını, bu şekilde savaşın yaralarının İngiltere, ABD ya da Fransa gibi güçlü bir ülkenin himayesiyle sarılabileceği düşüncesinde olduklarını savunmaktadırlar. Bu düşüncenin de en hafif tabirle ‘’onursuzca’’ olduğunu belirten yazarlar, Milletler Cemiyeti’nin manda fikri ile, ahlaken meşruiyetini kaybettiği fikrini ortaya koymaktadırlar. Yine de yazarların da altını çizdiği gibi Milletler Cemiyeti, organları ve yönetim yapısıyla küresel çapta bir iş birliğine dayanarak kurulan ilk örgütlenme olması bakımından önemlidir. Ayrıca bu bölümde, kuruluşu Wilson ilkelerine dayanan cemiyete ABD gibi güçlü ve ağırlığı bulunan ülkelerin üye olmayışı nedeniyle varlığını uzun bir süre koruyamayacağı fikri savunulmaktadır. Bununla birlikte II. Dünya Savaşı sonrası dönemde kurulan Birleşmiş Milletler’in oluşum süreci, hukuki yapısı, organları ile Birleşmiş Milletler’e bağlı diğer örgütler ve uzman kuruluşlar, ayrıntılarıyla anlatılmaktadır. 

Kitapta BM Genel Kurulu’nun bir “parlamento görünümü’’ verdiği halde bağlayıcı karar alma ve uluslararası yasalar çıkarma yetkisi olmadığı vurgulanır. BM Genel Sekreterlerinden de bahsedildiği bölümde bu kişilerin, genelde tarafsız politika izleyen devletlerin uyruğundaki diplomatlardan seçildiği belirtilmiştir. Bu durumun bir istisnası olarak, yazarlar tarafından 1991’de BM Genel Sekreterliğine seçilen Butros Butros-Gali’nin Kıbrıs sorunu konusunda Ortodoks dayanışması sergilediği ve Bosna Soykırımı konusunda da Müslümanların yıkımına sessiz kaldığı iddia edilmektedir.

’BM Müdahalesini Gerektiren Bölgesel Nitelikli Sorunlar’’ başlığı altında yer alan sorunların BM tarafından dört başlık altında incelendiği belirtilmektedir. Filistin sorunu, bunlardan en uzun soluklu ve üzerinde en çok durulan sorunlardan biridir. II. Dünya Savaşı’nın ardından Yahudilerin kendi devletlerini kurma isteğiyle birlikte 1947 yılında hukuksal olarak BM’nin gündeminde yer alan ve Siyonizm’in etkisiyle ilan edilen Balfour Deklarasyonu, başlangıç olarak kabul edilir. İngiltere’nin mandater yönetimi altındaki Filistin, bölgeye yapılan Yahudi göçleri ve1948’de İsrail’in kurulmasıyla bölgedeki yerel halkın sığınmacı konumuna gelmesiyle birlikte, yıllardır Ortadoğu’da çözülemeyen ve insani drama dönüşen uluslararası bir sorun haline gelmiştir. Kitapta yazarların Filistin sorunu ile ilgili temel argümanı, BM’nin bu süreci ABD ve İngiltere güdümünde ele aldığı, ABD’nin Güvenlik Konseyi’nde veto hakkını kullanarak BM’nin çabalarını sonuçsuz hale getirdiğidir. İsrail ile iyi ilişkileri bulunan ABD’nin, müttefiki karşısında taraflı oluşu ile İsrail’e karşı bir birlik kurulamayışı ve ambargo kararı dahi alınamadığı vurgulanarak, amacı barışı ve insan haklarını korumak olan örgütün bu misyonunda Filistinliler söz konusu olduğunda başarısız olduğu sonucuna varılmaktadır. Arap toplumu da dâhil olmak üzere uluslararası toplumun, bu büyük insani dramda rolü olduğunu savunan yazarlar, İsrail’in sivilleri vurması da dahil son gelişmelere değinerek Filistin’in 2012’de BM’ye “üye olmayan gözlemci devlet statüsü’’ aldığını bildirerek konuya noktayı koyar.

Kore, Vietnam, Kıbrıs ve Afganistan gibi geniş etkileri olan sorunların incelendiği bu bölümde, BM’nin etkisizliği de eleştirilir. Kuveyt krizi sürecinde Irak’ın bu ülkeyi işgaline karşı Batılıların verdiği tepki, diğer Arap ülkeleri arasında yaşanan anlaşmazlıklar ve özellikle İsrail sorunu ile karşılaştırılarak Batılı devletlerin çıkarlarına uygun hareket ettikleri çıkarımı yapılmaktadır. Kıbrıs konusunda Türkiye’ye karşı harekete geçilmemesinin SSCB ile olan ilişkilerle açıklandığı bu bölümde, Irak için aynı durum söz konusu olmaması sebebiyle BM’nin bu ülkeye karşı harekete geçtiği savunulur. 

                                                                                             

3.Bölüm

Kitabın üçüncü bölümünde bölgesel nitelikli uluslararası örgütler; Avrupa, Amerika, Ortadoğu ve Afrika gibi başlıklar altında incelenir. Bu örgütlerin üyeleri, yalnızca belirli bir bölgeden olduğu halde etkileri küreseldir. Bu kategoride sayılabilecek en önemli örgütlerinden biri şüphesiz NATO’dur ve kitapta oldukça ayrıntılı bir biçimde tarihçesi, kuruluş amacı ve Soğuk Savaş döneminde üstlendiği misyon incelenmiştir. Örgüt, II. Dünya Savaşı’nın ardından Sovyet Rusya’nın yarattığı korku nedeniyle kurulmuş, demir perdenin indiği dünyada safları belirleyerek Sovyetlere karşı askeri savunma amacıyla hareket etmiştir. Yazarlar örgütün amacını, SSCB’yi çevreleme politikası ile ilişkilendirerek ANZUS Paktı, SEATO ve Bağdat Paktı’nı da bu politikanın sonucu olarak göstermektedir. Bu bölümde, NATO’nun mekanizmaları, çeşitli uzmanlık daireleri ve tarihsel süreçte uyguladığı çeşitli stratejiler açıklanmaktadır. NATO’nun Batı dünyasının bölgesel ve küresel çıkarlarını koruma gerekçesiyle kurulduğu tezini savunan yazarlar, SSCB’nin yıkılışının ardından eski Varşova Paktı üyelerinin örgüte üyeliğini de bu devletlerin yeni kurulan Demokratik-Kapitalist rejim yapılarıyla açıklamaktadırlar.

Sovyetlerin yıkılışının ardından, NATO için yeni bir düşman bulunması gerektiğinden, bu örgütün giderek İslam karşıtı haline geldiğinin altını çizen yazarlar, 11 Eylül olaylarının süreci hızlandırdığını ve bu duruma haklılık payı kazandırdığını belirtir.  NATO’nun Bosna Hersek ve Kosova müdahalelerinin ve yine Afganistan’daki hareketlerinin anlaşılabilir olduğu belirtilirken, Irak konusunda örgütün ikna edilemediğini açıklayan yazarlar, çeşitli örneklerle örgütün çifte standart uygulayarak ikiyüzlü davrandığını savunur. Örneğin demokrasiyi savunan örgütün diktatörlükle yönetilen Portekiz’i kabulü, Yunanistan’daki cunta yönetimine karşı sessiz kalması ya da dini terörizm ile mücadele amacında olup bu grupları destekleyen ABD ve İsrail’e yaptırım uygulamaması bunlardan bazılarıdır. Bu bölümde ayrıca NATO üzerinde çok fazla durulsa da pek çok bölgesel örgütten bahsedilir ve bu örgütlerin kuruluş amaçları, yönetim mekanizmaları, üyeleri, bu üyeliklerin konjonktür değiştikçe nasıl farklılaştığı ve iç politikanın etkileriyle oluşup dağılan ittifaklar analiz edilmektedir.

           

4.Bölüm

Kitabın dördüncü bölümü, ‘’Hükümetler-Dışı Uluslararası Örgütler’’ başlığını taşır ve öncelikle eski çağlardaki uygarlık karşılaştırması ile devletin algılanışı yani Doğu-Batı arasındaki farklılıkların kökenini açıklar. Antik Yunan Medeniyeti ve Antik Mısır Uygarlığı karşılaştırılarak günümüze kadar süregelen ayrım vurgulanmakla birlikte; Doğuda tek bir hükümdarın mutlak yönetimi altında yaşama geleneği ile Batıda ayrı ve özgür şehir devletleri şeklinde örgütlenerek kurulan Yunan devletlerinin farklı iki medeniyet geleneği doğurduğu tezi savunulmaktadır. Doğu medeniyeti, içine Ön Asya, Hint ve Çin’i alırken bu geleneğin son temsilcisinin Osmanlı Devleti olduğu vurgulanır. Batı’da bu şekilde tezahür etmeyen olaylar içerisinde, özgürlük ve parçalanmışlıkla hareket eden gelenek sayesinde bireyi kapsayıcı ve merkezi bir öze sahip olan anlayışın geliştiği ifade edilmektedir. Bugünün Avrupa medeniyetinin kökenlerinin Antik Yunan uygarlığına dayandırılması ve demokrasi, bireysel hak ve özgürlüklerin kökeninin burada aranması tesadüfi değildir. Hristiyanlık öğretisi yayıldıkça, kilisenin devletten bağımsız bir otorite olarak ortaya çıkışı ve feodalizm nedeniyle de Doğunun aksine güçlü bir merkezi otorite oluşamamış ve hükümdarlar mutlak hâkim olmak yerine “eşitler arasında birinci” konumunda kalmıştır. Bu zıt anlayışlar Batı’da Kapitalizm ve Liberalizm’in doğuşuna neden olmuş, buna bağlı olarak da burjuva sınıfının oluşturduğu loncalar ve meslek örgütleri sivil örgütlenmenin örneklerini oluşturmuştur.

Bu bölümde sivil örgütlenmenin antik zamanlardan itibaren tarihsel gelişimini aktaran ve çıkarımlarda bulunan yazarlar, günümüzde sivil toplum kuruluşlarının nasıl baskı grubu oluşturarak siyasal ve toplumsal alanda söz sahibi olduklarını ve bu örgütlenmenin neden Batıda ortaya çıkarak bu derece etkili olduğunu analiz etmektedir. Sivil toplumun özellikleri sıralanarak İngiltere, Hollanda ve ABD gibi ülkelerde burjuva devrimine bağlı olarak erken gelişerek ileri düzeye eriştiğini öne süren yazarlar, Almanya ve Rusya’da bu durumun farklı işlediğini, Rus devriminin totaliter özelliklerini de bu durumla yani üretim ilişkileri ve az gelişen sivil toplumla açıklamaktadır.

Sivil topum kuruluşları, belli bir mesele üzerine yoğunlaşan, siyasal ya da dinsel fark gözetmeyen, geniş kitlelere ulaşabilen ve çeşitli sosyal meselelerde (eğitim, sağlık, bilim, sosyal yardım vb.) kamuya destek olan yardımlaşma ve iş birliğine dayanan sivil teşebbüslerdir. Sivil toplum örgütleri, devletlerarası düzeyde kurulabilir ya da sınırları, kuruldukları ülkenin sınırlarını aşabilir. Bu durumda Hükümetler-dışı uluslararası örgütler, sivil toplum kuruluşlarının -küresel sermaye desteğiyle- küreselleşmesi ile oluşmuştur. Günümüzde uluslararası sistemin etkili aktörlerinden biri haline gelen hükümet-dışı örgütler (NGOs), iç ve dış politikalarda oldukça etkilidir. Sendikalar, Uluslararası Af Örgütü ya da Sınır Tanımayan Doktorlar gibi kuruluşların örnek olarak açıklandığı bu bölümde daha pek çok kurum başlıklar halinde sıralanarak incelenmiştir.

 

Sonuç

Mehmet Hasgüler ve Mehmet B. Uludağ ‘ın Devletlerarası ve Hükümetler Dışı Uluslararası Örgütler kitabı, uluslararası ilişkiler disiplini içerisinde yer alan uluslararası örgütler konusuna ciddi bir akademik kaynak olarak konuyu tüm yönleriyle ve ayrıntılarıyla inceleyen bir analiz kitabıdır. Kitapta yalnızca örgütler ve işlevleri ayrıntılarıyla anlatılmakla kalmıyor; aynı zamanda örgütlerin oluşmalarının kökenleri ve dönemin tarihsel arka planı ile ilişkilendirilen analizler ile metin zenginleştiriliyor. Kitapta örgütlerin yalnızca işlevleri değil aynı zamanda kurulma sebepleri ve dönemin tarihsel arka planı ile ilişkilendirilen analizleri de açıklanmaktadır. Zengin bir kaynakça ve ekler bölümü de bulunan kitapta, anlatımı destekleyen şekiller ve tablolar bölümü de mevcuttur. Bu yönüyle kitabın ne kadar derin ve kapsamlı bir araştırma sonucunda ortaya çıktığı anlaşılabilmektedir.

 

BERNA YERLİ

Uluslararası Örgütler Stajyeri