Home Blog Page 95

Anarşi Felsefesi – İdeali

Yazar: Pyotr  Alekseyeviç Kropotkin

Pyotr Alekseyeviç Kropotkin, 9 Aralık 1921 yılında Moskova Rusya’da dünyaya gelmiştir. 1857 yılında St. Petersburg’daki Pages Taburuna katılır ve bu taburda eğitim görmeye başlar. Kropotkin sınıf arkadaşları ile ilişkilerini geliştirmekte zorlandığından 1862 yılına yani taburdan ayrılana kadar kendini kitap okumaya, mektup yazmaya ve dergi çıkarmaya adamıştır. 1862 yılında mezun olan yazar, Sibirya’ya yerleşmeyi tercih eder ve böylelikle on yıl süreli bir gezginlik dönemine başlar. 1864 yılında işinden istifa etmeyi düşünen Pyotr Alekseyeviç Kropotkin’e Mançurya’nın coğrafik araştırmasına katılması teklif edilir. Teklifi kabul ettikten sonra 1865 yılında kendini tamamen coğrafi araştırmaya adar.

1873 yılına tutuklanarak hapse alınan Pyotr Alekseyeviç Kropotkin, 1876 yılında İngiltere’ye kaçar ve burada kısa bir süre kaldıktan sonra İsviçre’ye giderek Jura Federasyonuna katılır. 1877 yılında da Paris’e giderek sosyalist hareketin başlatılmasına katkıda bulunur.

 

Anarşi Felsefesi İdeali

Anarşi felsefesi ve ideali konusunun ele alındığı bir konferanstan bahsedilmektedir.  Anarşinin geleceğe dair ham hayaller yığınından başka bir şey olmadığına, mevcut uygarlığın tümünü yıkıma götüren bilinçsizce bir tepki olduğuna inanan hala çok sayıda insan bulunması üzerine yapılan bu konferansta, birçok konu ele alınmıştır.  Anarşiyi incelerken anarşi adı altında, toplumların geçmiş ve şimdiki yaşamlarının yeni bir yorumu ortaya çıkarken aynı zamanda, geleceklerini içeren bir öngörü de oluşmaktadır. Anarşistlere göre insan beyninin belli başlı azınlıkların fikirlerinden kurtulması gerekmektedir, bu fikirlerden kurtuldukça yeni bir toplum kavrayışı ortaya çıkacaktır. Önceki kuşakların emeğiyle birikmiş olan toplumsal sermayede tüm toplum üyelerinin eşit hakkı olduğunu kabul ederek, sömürülenler ile sömürenlerin, yönetilenler ile yönetenlerin, ezilenler ile ezenlerin arasındaki ayrımı reddederler. Gerçekten de iktisadi kölelik var oldukça özgürlükten bahsetmenin nafile olduğunu çok iyi bilmekteyiz. Onlara göre bireyin tam özgürlüğüne ve yaşamına saygı gösterilmesi için ne biçim de olursa olsun, insanın insan tarafından yönetilmesinin reddedilmesi gerekmektedir. Yani devlet kavramının tamamen ortadan kaldırılması gerektiğini sert bir dille ifade etmektedirler.

 

Anarşizm

Bu bölümde “Anarşizm, toplumun yönetimsiz olarak tasarlandığı bir yaşam ve davranış teorisine ya da ilkesine verilen addır.” tanımıyla karşılaşıyoruz. Anarşistlerin devletin herhangi bir özel biçimiyle değil, her türlü devlet olgusuyla mücadele ettiğini görmekteyiz.  Devletle verdikleri mücadelelerde parlamentolarda politik partiler kurmaya çalışmadıkları gibi, emekçileri de bu partileri kurmamaya davet ettikleri dikkat çekmektedir.

 

Anarşizmin Tarihsel Gelişimi

Topum kavramı ve bu toplumun dinamik ifadesi olan eğilim, yönetici hiyerarşi kavramı ve eğilimine karşıt olarak insanlığın içinde her zaman var olmuştur ve tarihin farklı dönemlerinde biri diğerine üstün gelmektedir. Bu anarşist eğilimi, özgür orta çağ kenti benzeri kurumların evrimine borçluyuz. Benzer eğilim, orta çağların büyük dinsel hareketlerinde, özellikle de ilk reform hareketi ve onu önceleyenlerde büyük bir enerjiyle kendisini ortaya koymaktadır. Eski Yunanistan’daki Anarşist felsefenin en iyi örneği Platon’un “Devlet” ütopyasına, yönetimin olmadığı özgür bir topluluk kavramıyla açıkça karşı çıkan Stoa felsefesinin kurucusu Giritli Zeno’dur. Ne yazık ki Zeno’nun yazıları bize ulaşmamıştır ve onu sadece parçalar halindeki alıntılardan tanıyabilmekteyiz. Orta çağlarda, devlet üzerine benzer görüşlere, ünlü Alba piskoposu Marco Girolamo Vida’nın birinci diyaloğu De Dignitate Reipublicae’de rastlıyoruz. Rabelais ve Fénelon da ütopyalarında benzer düşünceleri açıklamışlardır. İki ciltlik Enquiry Concerning Political Justice (1793) adlı olağanüstü yapıtında geliştirdiği düşüncelere Anarşizm adını vermese de Anarşizmin siyasal ve ekonomik kavramlarını ilk kez formüle eden William Godwin olmuştur. Devlet konusuna gelince, Godwin açık biçimde “devletin” ortadan kaldırılmasını istemiştir.

 

Anarşist Komünizm

Sosyalistler ile ortak olarak anarşistlerin de toprak, sermaye ve makinalar üzerindeki mülkiyetin zamanını doldurduğunu yani ortadan kalkmaya mahkûm olduğunu ve üretim için gerekli olan tüm şeylerin toplumun ortak mülkiyetinde olması gerektiğini savunduklarını ve sosyalizm bağlamında anarşistlerin çoğunun da ücret sisteminin tamamen yadsınmasından ve komünizmden yana olduğunu görüyoruz. Ücretlilik sistemimize baktığımız zaman bilim adamları, yöneticiler ve çalışanların yani toplumun ortak çabasına bağlı olan servet artışının yalnızca sermaye sahiplerinin elinde öngörülemeyen bir servet birikimiyle sonuçlandığını ve bu sırada emekçilerin büyük çoğunluğu için artan sefalet ve yaşam güvensizliğinin ortaya çıktığı gözlemlenmektedir. Üretim araçlarının özel mülkiyete tabi olması ne adildir ne de yararlıdır. Herkes zenginliğin üreticisi ve tüketicisi olarak aynı düzeyde yer almalıdır. Birinin faydası için diğerlerinin yoksun bırakılması Kropotkin’e göre adaletsizliktir. Kropotkin, bu sorunun devlet olduğunu saptar, çözüm olarak da devrimi önerir. Yeni oluşacak toplumun Anarko Komünist bir toplum olacağını belirtmektedir.

 

Anarşizmin Tanımı

Kropotkin,1882 yılında Lyon’dan geçerken, bir suikast nedeniyle tutuklanır ve mahkemeye çıkarılır. 1 Ocak 1883’teki duruşması sırasında mahkeme heyeti karşısında şu açıklamayı yapar:

“Anarşi nedir? Anarşistler, düşünce özgürlüğünün her yerde vaaz edildiği bir yüzyılda, sınırsız özgürlüğü salık vermenin görevleri olduğuna inanan yurttaşlardır. (…) Biz özgürlük istiyoruz, yani tüm insanlar için, doğal imkânsızlıklardan ve saygı duyulması gereken komşularının ihtiyaçlarından başka sınır olmaksızın, hoşuna giden her şeyi yapma; tüm ihtiyaçlarını başka sınır olmaksızın, tüm ihtiyaçlarını tam olarak karşılama hakkını ve imkânını talep ediyoruz.

Biz özgürlük istiyoruz ve özgürlüğün varlığının, kökeni ve biçimi ne olursa olsun ister seçilmiş olsun ister dayatılmış ister monarşist olsun ister cumhuriyetçi hiçbir iktidarın varlığıyla bağdaşmadığına inanıyoruz. (…)

Başka deyişle, anarşistlerin gözünde kötülük, yönetimin herhangi bir biçiminde değildir. Kötülük, yönetim fikrinin kendisindedir, otorite ilkesinin kendisindedir.

Tek kelimeyle, insan ilişkilerinde sürekli olarak gözden geçirilebilir ve feshedilebilir özgür sözleşmenin idari ve yasal vesayetin, dayatılan disiplinin yerine geçmesi; bizim idealimiz budur. Dolayısıyla anarşistler halkın tıpkı Tanrı’dan vazgeçmeyi öğrenmeye başlaması gibi, yönetimden de vazgeçmesini isterler.

Halk, mülk sahiplerinden vazgeçmeyi de öğrenecektir. Gerçekten de zorbaların en kötüsü sizi hapse tıkan değil, sizi aç bırakandır. (…)

Eşitlik olmadan özgürlük olamaz! Sermayenin, her gün biraz daha yoksullaştıran bir azınlığın elinde tekelleştiği ve herkesin parasıyla ödenen kamu eğitimi de dâhil hiçbir şeyin eşit olarak dağılmadığı bir toplumda özgürlük yoktur!

Bizler, geçmiş kuşakların iş birliğinin ürünü olduğundan insanlığın ortak mirası olan sermayenin (…)  herkesin kullanımında olması gerektiğine inanıyoruz. (…)

Tek kelimeyle, eşitlik istiyoruz: Fiili eşitlik; herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre özgürlüğün gerekçesi olarak, daha doğrusu temel koşullu olarak – işte bizim samimi olarak istediğimiz şey budur!”

 

DİLARA İNCESU

Anarşizm Okumaları Stajyeri

 

Kaynakça

Pyotr  Alekseyeviç Kropotkin, Anarşi: Felsefesi – İdeali, 3. Baskı, Ankara: Kaos Yayınları, 2009

Inside the Revolution: A Journey into the Heart of Venezuela

Devrimin İçinde: Venezuela’nın Kalbine Yolculuk isimli belgesel Pablo Navarrete tarafından 2009 yılında çekilmiştir. Genel itibariyle belgesel, Venezuela’nın Hugo Chavez önderliğinde değişen toplumsal ve siyasal yapısını anlatmaktadır. Venezuela’nın devrimsel süreci belgesel içinde farklı boyutlarıyla ele alınmıştır. Örneğin; ülkedeki toplumsal yapı, sosyoekonomik düzen, tarihsel gelişmeler ve medya gibi farklı konular bir arada incelenmiştir. Özellikle halktan alınan birebir röportajlar ve uzman kişilerin yorumları belgeselin içeriğini zenginleştirmiştir, devrim sürecinin anlatımını güçlendirmiştir. Tüm bunlara ek, belgeselde ağırlıklı olarak incelenen konu Venezuela’daki siyasi ve toplumsal meselelerde medyanın aldığı aktif roldür.

İlk olarak belgesel, popüler kültürün ve yeni neslin Venezuela’daki siyasi meselelere olan bakış açısını ve yaklaşımını ele alarak başlar. Rap müzik yapan bir gencin ülkedeki siyasal meselelere olan uzak tutumu, siyasetin belli bir kültür ve fikir birikiminin yayılmasında önemli bir araç olarak kullanıldığını fark etmesi sonucu değişir. Sonrasında Chavez’in 10 yıllık başkanlık sürecinin tarihsel arka planı işlenir.

20.yüzyıl boyunca Venezuela tarihine kısa bir şekilde değinen belgesel, özellikle 1980’lerin sonuna kadar süren iç istikrarsızlıkları kısaca gözler önüne serer. Esasında, 1989 yılında Neoliberal politikaların ülkede uygulanmasını sağlayan Carlos Andres Perez’in iktidara gelmesiyle ülkedeki ekonomik sorunlar çözülememiş; aksine gelir eşitsizliği daha fazla belirginleşmiştir. Bunun üzerine halkın tepkisi gitgide artmış ve hükümete karşı bir isyan başlamıştır. Bu noktada bir kadının pahalı olan otobüs ücretini ödemeden otobüse binmesi sonucu şoförün onu otobüsten atması, akabinde otobüsteki yolcuların duruma isyan edip otobüsü yakması eylemine değinilir ve doğrudan röportajlarla bu olayın hükümete karşı tepkinin başlangıcını oluşturduğu gösterilir. Başlayan El Carazco isyanıyla birlikte o zamanlar orduda görevli olan Hugo Chavez, hükümete karşı bir darbe girişiminde bulunmuş ancak başarısız olmuştur. Bunun sonucunda Chavez, başarısızlığı kabul etmiş ancak ülkedeki iktidarın değişimini sadece ileriye ertelediğini belirten bir konuşma yapmıştır. Özellikle kullanmış olduğu “şimdilik” ifadesi, her zaman Bolivarcı düşünceyi temel almış olan Hugo Chavez’i destekleyenler için umut olmuştur. 1994 yılında Rafael Caldera’nın Venezuela başkanı olması ülkedeki sorunları düzeltmemiştir ve sonunda Chavez 1998 yılında başkan olmuştur. 1999’da yapılan anayasal değişiklik ile ise ülkenin siyasi yapısında radikal dönüşüm gerçekleşmiştir. Kendisinin ve o zamanki birçok uzmanın değerlendirmesi ile ‘Third Way’ olarak adlandırılan neoliberalizm ve sosyalizm arasında bir orta yol benimsenmiştir. Fakat kendisine karşı olan muhaliflerin ülke içerisindeki etkinliğinin artması, 2002 yılında Chavez’e yönelik bir darbe yapılmasına sebep olmuştur.

Bu çerçevede belgesel, süreci anlatırken medyanın oynadığı rolü derinlemesine inceler. Örneğin, ülkedeki özel medya kuruluşlarının yapmış olduğu muhalif yayınlar gösteriler için çok önemli teorik ve pratik temel oluşturmuştur. Hatta bazı uzmanların yaptığı yorumlara göre medya, bu süreçte bir siyasi parti gibi davranmıştır. Örneğin, insanların sokakta yaptıkları gösteriler ve Chavez’e yönelik diktatörlük söylemleri medya tarafından fazlasıyla vurgulanmıştır. Nitekim mevcut uluslararası gelişmeler ve uluslararası medya kuruluşları da ülkedeki muhalif hareketlerin destekçisi olmuştur. Özellikle ABD’nin Irak’ı işgalini bir terör unsuru olarak değerlendiren Chavez, uluslararası medyadan ve bizzat ABD’den gelen propaganda ve muhalif harekete doğrudan maruz kalmıştır. Daha sonra kısa bir süre başkanlıktan düşen Chavez, destekçilerinin çabası ile tekrar hükümete geçmiştir. Belgesel, bu süreci anlatırken sokak gösterilerine ve bireylerin şahsi röportajlarına eğilmektedir. Devamında Chavez’in genel olarak politikalarını şekillendirdiği söylemlerini inceleyen belgesel, onun alternatif bir sosyalist model oluşturma girişimini birebir Chavez’in konuşmasından aktarmaktadır. Chavez 2005 yılında yaptığı bir konuşmada 21. yüzyıl sosyalizmini öne sürmüş ve bunu alternatif ve kendine özgü bir model olarak betimlemiştir. Bu bağlamda, Sovyet Rusya’nın bürokratik sosyalist yapısından ziyade halkın kendisini ön plana koyan bir sosyalizm tasarlanmıştır. Özellikle bürokrasi yerine bölge insanlarının bulunduğu yerlere komite benzeri yapılar kurması ve bire bir halkın sorunlarıyla ilgilenmesi verilen röportajlarla halkın Chavez’e karşı olumlu yaklaşmasını sağlamıştır. Ek olarak, bu gelişmeleri değerlendiren uzman kişilerin bahsi geçen modelin gerçekten bir alternatif oluşturup oluşturmadığını ve toplum üzerinde yarattığı etkileri irdeleyen değerlendirmeleri belgesel boyunca aktarılmıştır.

Venezuela devriminin gelişimini toplumsal tabakada kronolojik bir biçimde veren belgeselin temel odak noktalarından birisi de 2008 seçim süreci olmuştur. Özellikle Chavez’in seçim propagandası olarak rap müzik yapan gençleri seçmesi ve onlarla yakın ilişkisi vurgulanmıştır. Ayrıca süreçte hem iç hem de dış basının Chavez karşıtı söylemleri ve Chavez’e karşı çeşitli olumsuz nitelemeleri aktarılır. Yine bu dönemde tıpkı 2002 darbesinde olduğu gibi medya bir parti gibi davranmaktadır. Dolayısıyla medyanın toplum üzerinde bu denli kutuplaştırıcı rol oynamasının özünde demokratik bir görüntü oluşturup oluşturmadığı belgeselde çeşitli kişilerce sorgulanmıştır.

Sonuç olarak belgesel, tarihi olayları vatandaşlarla yapılan bire bir röportajlar ile aktarmıştır. Ayrıca konu ile alakalı uzman olarak adlandırılabilecek kişilerin yorumları ve analizlerine de yer verilmiştir. Özellikle medyaya ve yeni nesle yapılan vurgu ile belgesel, Venezuela devrimi ve siyasal yapıdaki değişimin toplumsal hareketlerle nasıl iç içe geçtiğini göstermek amacını gütmüştür. Medyanın seçim süreci ve toplum içindeki aktif ve birçok açıdan kutuplaştırıcı rolü sebebiyle demokrasi ve medya arasındaki ilişki ise yeniden irdelenmiştir.

Alperen CENNETKUŞU

Latin Amerika Staj Programı

Ebedi Hatıra: Chernobyl (2019)

“Yalanların bedeli nedir?”

26 Nisan 1986 tarihinde o dönem Sovyetler Birliği’ne bağlı olan Ukrayna’nın Pripyat şehri yakınlarındaki Çernobil Nükleer Santrali, insanlık tarihinin belki de görüp görebileceği en korkunç felaketlerden birine sahne olmuştur. Nükleer Santral’in dördüncü reaktöründe yaşanan patlama sonucu, Hiroşima’da atılan atom bombasından çok daha da fazlası radyasyon yayılmıştır. Patlamanın ardından radyoaktif madde yayılımı Türkiye de dâhil olmak üzere birçok ülkeyi etkilemiştir. Birçok insan doğrudan ya da dolaylı olarak hayatını kaybetmiştir.

Chernobyl, HBO tarafından 2019 yılında izleyiciye sunulan, yönetmenliğini Johan Reck’in, senaristliğini Craig Mazin’in yaptığı Çernobil Nükleer Santrali’ndeki patlamayı konu alan bir tarih/dram mini dizisidir. Dizide nükleer çekirdeğin patlamasıyla birlikte SSCB’nin batısı ve Avrupa’da bulunan geniş bölgelere radyoaktif maddenin yayılmasına ilişkin gerçeklik, etkili bir şekilde aktarılmıştır. Ayrıca Sovyet halkının önyargıdan uzak bir şekilde yansıtılması, Rusya karşıtlığının kırılması açısından dikkate değerdir.

Chernobyl, Sovyet bilim insanı Valery Legasov’un (Jarrid Harris) intihar etme hazırlıkları yapmasıyla başlar. Legasov’un, reaktöre yapılan müdahalenin yönetilmesinde önde gelen bir rol oynamış olduğunu görürüz. Legasov, olaylara ilişkin anılarının ses kayıtlarını bırakır, bunları güvenli bir yere saklar. Nükleer felaketin ikinci yıldönümünden bir gün sonra kendini asar. Legasov, Sovyet gizli polisi tarafından sürekli izlenmektedir ve Legasov’un etrafındaki herkes ondan uzaklaştırılmıştır.

Dizi, bundan sonra zamanda geriye gider ve izleyiciyi, 26 Nisan 1986 dehşetiyle başlayan olaylara götürür. O gece, enerji santralinde uzun süre ertelenmiş ve kötü bir şekilde tasarlanmış bir güvenlik testi, reaktörün çekirdeğini parçalayan bir dizi sistem arızasını tetikler. Çalışanlar, enerji santralinde neler olduğunu anlayamaz. Onların başındaki Anatoly Dyatlov (Paul Ritter)  kibirli bir şekilde, işçilerin ölümüyle sonuçlanan talimatlar verir. Patlamanın ardından olay yerine gönderilen itfaiyeciler, koruyucu giysi ve donanım yönünden eksik, bir nükleer patlamayla uğraştıkları konusunda bile uyarılmadan çağrılırlar. Radyasyon şehri yavaş yavaş sarmaya başlar ve hastaneler dolup taşar. Yetkililer ne olduğunu itiraf edemezler, durum kontrol dışına çıkmaya başlamıştır. Legasov’un belirttiği gibi;

“Gerçek rahatsız ettiğinde yalan üstüne yalan söyleriz, ta ki yalanın orada olduğunu hatırlamayıncaya kadar.”

Sonunda, Sovyetlerin üst makamları olayların gerçek boyutunu gizlemeye çalışırken, kaynakları seferber ederler. Batı Avrupa üzerinde nükleer patlamanın esintileri hissedilmeye başlar, bu konuda birtakım kuşkular oluşmaktadır. Geçen her vakitte Hiroşima boyutlarında radyasyon yayılmaktadır. Çoğunlukla sıradan erkekler ve kadınlar tarafından, milyonlarca insanı kurtarmak için olağanüstü ve kahramanca önlemler alınır. Yetkililer, kazanın nedenlerini ve sonuçlarını gizleme çabalarını sürdürmektedirler. Çernobil, sadece bir facia değil; aynı zamanda bir suçtur.

Dizi, izleyiciyi bir nükleer savaşın beraberinde getireceği korkunç gerçekliğe duyarlı bir hale getirmektedir. Chernobyl, hem Sovyet yaşamının hem de nükleer felaketin farklı boyutlarını etkili bir şekilde yansıtmayı başarmıştır.

Patlamanın sebebi genel itibariyle maliyet azaltma önlemlerinin bir sonucu olarak nitelendirilebilir. Felakete katkıda bulunan bir hata yıllar öncesinden bilinmektedir ancak gizli tutulmuştur. Durum böyle olunca bu kriz içindeki toplum çözüm arayışına gitmektedir. Nükleer atık bölgesine, “tasfiye görevlisi” adı verilen kişiler gönderilir. Madenciler, radyasyona maruz kalarak tam bir nükleer erimeyi önlemek için yalnızca kürekler yardımıyla tüneller kazıp gece gündüz çıplak bir şekilde çalışırlar (çünkü tüneller giysi gitmek için fazlasıyla sıcaktır). Erler, radyasyona maruz kalmış ev hayvanlarını fiziksel olarak imha ederler. Herkes bu felaketten kurtulmak için seferber olmuştur.

Dizide önemli görülebilecek nokta bu belirli bölümlerin doğruluğundan ziyade olayların sunulma biçimleridir. Olaylar gerçekçi bir şekilde izleyiciye sunulmaya çalışılmıştır. Çernobil faciasının önemli bir boyutu da, facianın devamında nelerin yaşandığına ilişkindir. 1991 yılının sonuna gelindiğinde, artık Sovyetler Birliği dağılmıştır. Aslında Çernobil dağılmak üzere olan SSCB’nin ve Gorbaçov yönetiminin bir yansımasıdır.

Dizi, Legasov’un ve bilim insanı arkadaşı Ulana Khomyuk’un (Emily Watson) sadece enerji santralinin yöneticilerini değil, Sovyet sistemini suçladıkları bir mahkeme sahnesiyle son bulmaktadır. Yargılama gerçekte yapılmış olsa da dizide gösterildiği gibi gerçeklememiştir. Yani aslında Sovyet yönetimi Çernobil faciası dolayısıyla mahkeme huzuruna çıkmamıştır. Yalnızca patlamanın sorumluları yargılanmıştır.

Dizide, Stalinizmin gösterilmesi görevi birkaç birey üzerine indirgenmiştir. Ulana Khomyuk karakteri bu amaçla yaratılmıştır. Nükleer araştırmacı olan Khomyuk, Sovyet memurlarına meydan okur, bürokratların karşısına çıkar, bilimin üstünlüğünü ileri sürer ve sırları ortaya çıkarmaya adar kendini. Ulana karakteri, Çernobil faciası üzerine gerçekten seferber olmuş yüzlerce bilim insanını temsilen yaratılmıştır.

Bütüne bakıldığında, Chernobyl, gördüğü büyük ilgiye layıktır. Çünkü bir diziden çok daha fazlasını sunmaya çalışır. Kurgusallık bakımından eleştirmenlerinden olumsuz yorumlar gelse de nihayetinde bir dizi olduğunu tekrar belirtmek gerekecektir. Ayrıca dizinin İngiliz-Amerikan ortak yapımı olduğu göz önünde bulundurulduğunda bunun bir Anti-Sovyet propagandası olduğu düşünülebilir. Ancak bu noktada dizinin politik görüşünün yanı sıra, çevresel felaketin yarattığı insani boyutu da ön plana çıkardığı gözden kaçırılmamalıdır.  Sovyet politikalarının ince nüanslarla eleştirildiği noktalar olsa da, odak noktamız “insan” olmalıdır. Ve son olarak diziden, Legasov’un cümleleri ile noktalamak gerekirse;

“Gerçeği aramaya o kadar odaklandık ki… Gerçekte ne kadar az kişinin onu bulmamızı istediğini görmedik. Fakat görsek de görmesek de, tercih etsek de etmesek de gerçek hep orada. Gerçek, ihtiyaçlarımızı ve isteklerimizi umursamaz. Hükümetlerimizi umursamaz, ideolojilerimizi inançlarımızı.. Her zaman pusuda bekler. Bu, sonunda, Çernobil’in hediyesi.”

Aydan YOLCU

Sivil Toplum Okumaları Staj Programı

 

Sivil Toplum ve Ötesi: Rousseau, Hegel, Marx

“Sivil Toplum ve Ötesi”, Gülnur Acar Savran’ın yazdığı, “sivil toplum” kavramının 20. yüzyılın sonlarına doğru kazandığı ivmeden ve günümüzde kullanılan anlamından ayrılarak siyaset teorilerinin içindeki sivil toplum kuramının açıklandığı kitaptır. Acar Savran, kitabında Rousseau, Hegel ve Marx’ın sivil topluma bakışını, sivil toplumu nasıl konumlandırdıklarını,  sınırları ve eleştirileriyle beraber detaylandırarak inceler. Birbirinden ayrı üç bölüm gibi görünen kitap, aslında üç düşünürün de birbirileriyle benzerlik ve farklılıklarının gösterilmesi açısından bir bütün olarak düşünülmelidir. Çünkü kitapta da bahsedildiği üzere, Hegel’in Fransız Devrimine karşı olumlu, Rousseau’ya karşı olumsuz tavrını anlamak için önce Rousseau’nun sivil toplumu nereye konumlandırdığını bilmek gerekir.

Kitabın Giriş bölümünde sivil toplumun 1970 sonrası dönemde, gelişmemiş ülkeler tarafından ulaşılması gereken bir hedef, varılması gereken bir nokta olarak algılandığını görmekteyiz. İlerleyen paragraflarda sivil toplum, bir “sosyalizm umudu” olarak karşımıza çıkıyor. Bu umut kimi çevreler tarafından, az gelişmiş ülkelerde sıkça gözlemlenen güçlü devlet ve zayıf toplum dinamiğinden dolayı “romantik bir hayal” olarak da adlandırılıyor. Tam da bu noktada Gramsci’ye atıfta bulunan yazar, hegemonya kavramı ve sivil toplum ile olan ilişkisinden de bahsediyor. Gramsci’nin en yalın şekilde özetlenebilecek, sivil toplumda hegemonya sahibi olanların iktidarda da egemen (hegemon) olabileceklerine dair görüşü, azgelişmiş ülkelerin “sivil toplum” ve sosyalizm umutları açısından yeni bir tartışma başlatıyor.

 

Rousseau ve Sivil Toplum

Rousseau ve Sivil toplum bölümü, siyasi düşünceler tarihinin en temel kavramlarından olan “doğa durumu öğretisi” ile başlıyor. Hobbes, Locke ve Rousseau birbirinden farklı üç doğa durumundan ve bu doğa durumundan çıkıp devletin nasıl kurulacağından bahsederler. Hobbes, doğa durumunun bitmek tükenmek bilmeyen bir savaş olduğu düşüncesine dayanarak doğa durumundan çıkışın, insanın kendi gücünü istediği gibi pratiğe dökme yetisinden kurtulmak için tek çıkış görür. Doğal hak ve yasa pratikleri, doğa durumu dışında sivil toplumda da işlerliğini korur. Acar Savran’a göre, Hobbes’un içinde yaşadığı iç savaş ortamı ona, sivil toplumun çatışmalı yapısını anlamak için bir olanak sağlamıştır. (Acar Savran, 2013) Hobbes’un güvenlik eksenli şekillenen doğa durumu öğretisi Locke’da yerini mülkiyet, emek ve doğa kavramlarına bırakır. Locke’a göre belirli bir siyasi otoriteye bağlanana kadar yaşanan dönem doğa durumu olarak adlandırılır. Locke, mülkiyet kavramını insanın doğa üzerindeki emeği üzerinden anlatır. Bu, sadece insanın kullanacağı ve kendi için ortaya koyduğu bir emek, dolayısıyla mülktür. Ancak, paranın işin içine girmesiyle beraber mülkiyet, kümülatif bir kavram haline gelir. Locke, tam da bu yüzden paranın doğa durumuna ait olduğunu savunur. (Acar Savran, 2013, sf. 37)  Tam da bu sebeple her bir insanın emeğinin, yani mülkünün, korunması amacıyla bir siyasal topluma gerek vardır. Rousseau her iki düşünürden de farklı olarak doğa durumundaki insanın basit bir yaşama sahip olduğunu ve yukarıda anlatılan kompleks sistem ve durumların içinde yer almadığını söyler. Bu sebeple doğa durumu ile sivil toplumu birbirinden tamamen ayırması tutarlı bir görüştür. Çünkü Rousseau’ya göre sivil topluma geçiş için büyük bir dönüşüm gerekir. (Acar Savran, 2013, sf. 67)   Ona göre sivil toplum, öz çıkarların kendini gösterdiği bir yerdir. Çünkü siyasal toplum ortak bir çıkar için hizmet etmeli; eğitim yoluyla vatanseverlik inşasında bulunmalı ve bütün insanları ortak bir genel çıkara yönlendirecek motivasyona sahip olmalıdır. Din ve eğitimle sağlanması amaçlanan bu genel çıkara toplumları yönlendirmenin yolları da “sivil bağlar” olarak adlandırılır. Acar Savran bu durumu şöyle özetler: “Rousseau için törenler, bayramlar, yarışmalar, topluluğa özgü özel bir ruh durumu yaratmanın yollarından bazılarıdır. (Acar Savran, 2013, sf. 56). Bu bağlamlarda birey çok belirli bir bütünün parçası haline gelir ve bütüne somut bağlarla bağlanır.” Son olarak Rousseau, iktisat konusunda da Locke’dan ayrı bir çizgidedir. Locke’un parayı doğa durumu içinde tanımlaması karşısında Rousseau, doğal insanın basitliğine vurguda bulunarak ticaret, para ve diğer iktisadi ilişkilerin “biriken servetlere” ya da aşırı yoksulluğa yol açtığını söyler. Bunun yanında ekonomik olarak bağımsız ve diğer uluslara muhtaç olmayan bir ekonomi modeli çizer.

 

Hegel ve Sivil Toplum

Hegel’in sivil toplum anlayışında bir sivil toplum/devlet kopukluğu ya da karşıtlığı karşımıza çıkar. Ona göre doğa durumunda eşit olmayan insanlar, aynı şekilde sivil toplumda da eşit değillerdir. Gerçek özgürlüğü ve gerçek birliği devlette bulan Hegel, sivil topluma bile bu bakış açısından bakar. Hegel, Fransız Devrimi’ni ömrü çoktan dolmuş feodal sistemin bir yok oluşu ve “özgürlüğün kendini geliştirme sürecindeki en belirgin” olarak tanımlamasına rağmen Rousseau’yu eleştirir. Ona göre hükümdarın, yani siyasal toplumun dışında kalan sivil toplumda bir halk egemenliğinden bahsetmek saçmadır. Kurduğu devlet kuramı açısından Hobbes’u öven Hegel, tutarlı bir bakış açısıyla gerçek özgürlüğün devletle geldiğini ve öncesinde doğada bir özgürlükten bahsedilemeyeceğini öne sürer. Hegel sivil toplumu, eşitliğin olmadığı ve çatışmaların olduğu bir yer olarak tanımlar. Rousseau’ya ve onun öne sürdüğü sözleşme kuramına yönelttiği eleştiriler de bu doğrultudadır. Rousseau’nun ortaya koyduğu sözleşmede sivil bağlar, vatanseverlik ve din gibi konularla sağlanan genel çıkara yönelik yönetim, bir devlet tasviridir. Ancak Hegel, böylesi bir birliğin sivil toplum içinde var olabileceğini ve bunun devlette olması gereken birlik durumuna uymadığını söyler. (Acar Savran, 2013, sf. 169) Hobbes’un doğa durumu öğretisine yakın bir pozisyonda duran Hegel, insanın doğa durumunda özgür olmadığını ve emek ile doğa durumundan kurtulup, devlette özgürlüğü bulacağını tekrar yineler. Acar Savran’a göre: “genellikle köle-efendi diyalektiğinin, Hegelin siyasallık öncesi, toplumsallık öncesi durumdan sivil topluma geçiş öyküsü olduğu kabul edilir.” (Acar Savran, 2013, sf. 191) Hegel sivil toplum eleştirilerinde, sivil toplum/devlet kopukluğunu bir sorun olarak tanımlar ve sivil toplumu bireyci bir alan olarak ortaya koyar. Sivil toplumda evrensellik yoktur. Bu da onu çatışma ve eşitsizlik bir alan haline getirir. Sivil toplum, servet birikimini arttırır ve “yoksullar yığınını” oluşturur. (Acar Savran, 2013, sf. 215) Meslek birliği ve zümrelerin en başta sivil toplum ile devlet arasında organlar olduğu görüşünü ortaya atsa da bu iki grup sadece sivil alan-siyasal alan kopukluğunu yeniden üretir. Sivil toplumu kendi içinde problemlere boğarak dış müdahaleye muhtaç bırakır.

 

Marx ve Sivil Toplum

Marx, kendisinden önce yapılan sivil toplum kuramları, sivil toplum ve devlet ilişkileriyle ilgili farklı bakış açısını en baştan ortaya koyar. Ona göre hem Rousseau’da hem Hegel’de kendini gösteren, sivil toplumun çatışmalı çözümlenemez yapısı ve kendi içinde giderek karmaşıklaşan sorunları ancak sivil toplumun aşılmasıyla çözülür. Bu da büyük bir dönüşümü gerektirir. Marx, bir siyasal toplum ve sivil toplum ayrımına girmeden sivil toplumu, kapitalist üretim ilişkilerinin bir sonucu olarak açıklar ve sivil topluma siyasal iktisadi perspektifinden bakar. O sivil toplumu, emeğin sömürüsü ve özel mülkiyet kavramlarının doğal bir sonucu olarak tanımlar. Marx’ın en temel farklarından biri “emek” kavramına verdiği ontolojik önceliktir. Bu onun sivil toplum anatomisini ve eleştirilerini tutarlı bir çerçevede birleştirir. Acar Savran, kitabın Marx’ın Sivil Toplum Eleştirisi isimli bölümünün Sivil Toplumun Anatomisi isimli alt başlığında sivil toplumla ilgili söyle bir tanımda bulunur: “Devletin, toplumdan kopuk bir ‘siyasal devlet’ olarak oluşması sivil toplumun kuruluşuyla aynı tarihsel sürecin ürünüdür; ya da tersinden bakıldığında ‘siyasal devletin’ varlığı, toplumu o özgüllüğü içinde yani sivil toplum olarak belirler.” (Acar Savran, 2013, sf. 263) Marx’ın Fransız Devrimi’ne bakış açısı Hegel’den farklıdır. Ona göre devrim, siyasal bir sivil toplumdan siyasal olma özelliğini almış, siyasalla sivili ayrı toplumlara koymuş ve ortaya siyasal olmayan bir sivil alan çıkarmıştır. Bu sebeple sivil toplum, kişisel ve ekonomik ilişkilerin yaşandığı bir alan olarak varlığını sürdürür. Bu belirli ilişkiler, sivil toplumu sivil toplum yapan en belirgin özelliklerden biridir. Marx’ın sivil toplumun anatomisini yaparken başvurduğu iki önemli kavram daha vardır. Bunlar, kapitalist üretim ilişkileri öncesinde görülen, bizatihi sivil toplum ve kapitalist sistemle ortaya çıkıp gelişen arı sivil toplum ayrımıdır. Emeğin metalaşması ve insanın kendisi için değil başka insanların amaçları için emek harcaması, metalaştırılan bu emek üzerinden bir iktisadi ilişki kurulması da insanı kendine yabancılaştırır. Yani kapitalist sistem hem bir sivil toplum kurucusu hem de insanı kendine yabancılaştıran bir mekanizmadır. Bir diğer önemli nokta, sivil toplumun altyapı ile üstyapının birleştiği nokta olmasıdır. Acar Savran’a göre Marx’ın sivil toplum eleştirisi, sivil toplumun dönüşümü için elverişli bir teori sunar. Sivil toplumu aşmak ve gerekli dönüşümleri sağlamak için ortaya koyduğu gerçeklik diğer düşünürlerden farklı olarak olanaklı ve gerçekçi olarak temellendirilmiştir. Marx’a göre dönüşüm, özel mülkiyetin negatif, emeğin ise pozitif temeli üzerine kurulmalıdır.

 

AYŞE DENİZ ÖZTÜRK

Sivil Toplum Okumaları Staj Programı

 

KAYNAKÇA

Gülnur Acar Savran, Sivil Toplum ve Ötesi, 1. Baskı, Ankara: Dipnot Yayınevi, 2013.

 

 

Great Decisions in Foreign Policy

“Great Decisions in Foreign Policy”, Amerika Birleşik Devletleri’nin günümüzde karşılaştığı meydan okumaları ele alan bir belgesel serisidir. Serinin 11. sezonunun 6.bölümü olan “Competing For Influence: China In Latin America”, Latin Amerika’da artan Çin yatırımlarını ele almaktadır. 13 Şubat 2020’de yayınlanan bölüm, Latin Amerika’da Çin yatırımlarını anlatan az sayıda araştırmalardan biri olmasının yanı sıra, bölgedeki Çin yatırımlarını Latin Amerika, Amerika Birleşik Devletleri ve Çin perspektifinden inceleyerek konuya objektif bir şekilde yaklaşmaktadır. Bunun yanı sıra, belgeselde bazı ABD Senatörleri, Dünya Bankası’nın eski Başkan Yardımcısı, Meksika’nın eski Çin Büyükelçisi ve Panama’nın eski Başbakanı gibi önemli isimlerle röportajlar yapılarak farklı görüşlere yer verilmiştir.

Bölüm, 2017 yılında Çin’in Panama ile diplomatik ilişkiler kurmasıyla başlar. Orta Amerika’da Çin ile diplomatik ilişki kuran ikinci ülke olan Panama’yı, Dominik Cumhuriyeti ve El Salvador takip eder. Çin’in bu ilişkilerden yalnızca ekonomik bir beklenti içerisinde olmadığı, aynı zamanda özellikle Tayvan’ı tanıyan ülkelerle yakınlaşarak, Tayvan’ı yalnızlaştırma politikası izlediği vurgulanır. Çin’in Latin Amerika açılımının, “Kuşak ve Yol Girişimi” politikası kapsamında Asya ve Afrika’da uyguladığı diğer yatırımlarla benzerlik gösterdiğine dikkat çekilir. Belgeselde ABD’nin farklı eyaletlerinden senatörler Çin’in Latin Amerika yatırımlarının kıtadaki devletler için tehlike arz ettiğini ve bölgede faaliyet gösteren birçok şirketin devlete ait işletmeler olduğunu belirtmiştir. Böylelikle belgeselde ABD’nin Latin Amerika’daki Çin yatırımlarına karşı kuşkulu yaklaştığının altı çizilmiştir.

Çin, bölgede öncelikle Ekvador ve Venezuela gibi sol hükümetlerle ilişkiler kurmuş, daha sonra Latin Amerika’da yer alan onlarca devletin özellikle ulaşım ve enerji sektörlerine yapılan yatırımlara imza atmıştır. Anlatıcı, Çin Başkanı Xi Jinping’in defalarca kez Latin Amerika’yı ziyaret ettiğini ve bu ziyaretler sonucu birçok ikili anlaşma ile elini güçlendirdiğini vurgulamıştır. Çin, halihazırda, Brezilya’nın en büyük ticaret ortağıdır. Çinli şirketler bölgede Arjantin gibi birçok ülkenin demiryolu ve ulaşım projelerinde etkin bir rol oynamıştır. Böylece hem Latin Amerika ülkeleri hem de bu altyapı projeleriyle taşınacak ürünlerin alıcısı olan Çin, bu ticaretten kazanç sağlamaktadır. Pekin hükümeti genellikle Latin Amerika’da Batılı şirketlerin desteklemedikleri projeleri üstlenerek bölge devletleri için güçlü bir alternatif haline gelmiştir.

Belgeselin ilk kısmında Latin Amerika’da Çin yatırımlarının olumlu yanlarından bahsedilirken bir sonraki kısımda madalyonun diğer yüzü açığa çıkmaktadır. Anlatıcının röportaj yaptığı kişiler, Latin Amerika’da gerçekleştirilen bazı Çin yatırımlarının aslında çok da gerekli olmadığını ve bu yatırımların önemli bir parçası olan girişimcilerin yolsuzluk ve rüşvet suçlamalarıyla karşı karşıya olduklarını aktarmışlardır. Çin yıllardır Batılı ülkeler tarafından sömürülen bu devletler için iyi bir iş ortağı olarak gözükse de Çin’in daha önceden benzer yatırımlar yaptığı ülkelere bakıldığında, Latin Amerika ülkelerini bekleyen zorluklar açıkça anlaşılmaktadır. Çin’in borç verdiği birçok ülke bu borçları ödeyecek potansiyele sahip değildir. Fakat yine de bu durum Çin’in yatırımlarını yavaşlatmaktadır.

Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Donald Trump, bütün bunları Çin’in borç tuzağı politikasının bir parçası olarak görmektedir ve borçlarını ödeyemeyen ülkelerde Çin’in politik nüfuzunu arttıracağı tezini savunmaktadır. ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo, 2019 yılında Şili’yi ziyaret ederek Çin etkisi ve yatırımlarına karşı ihtiyatlı davranmaları gerektiği konusunda uyarılarda bulunmuştur. Belgeselde bazı Amerikalı karar alıcıların Çin yatırımlarını açık bir şekilde düşmanca ve kötü niyetli olarak nitelendirdiği konuşmaları görülmektedir. ABD’nin, “arka bahçesinde” gerçekleşen bu gelişmelere karşı huzursuz olduğu aşikârdır.

Çin yatırımlarına Latin Amerikalı yöneticiler ve halk tarafından bakıldığında ise her şey çok daha açık ve nettir. Latin Amerika ülkeleri, kıtada bir boşluk olduğunu düşünmektedir. ABD’nin Latin Amerika’ya azalan ilgisinin ardından, bölge bu boşluğu doldurmak zorundadır. Mevcut uluslararası sistemde ABD’nin en büyük rakibi olan Çin’in Latin Amerika yatırımları kıtadaki devletlerin ilgisini çekmiştir. Washington, Latin Amerika devletlerini Çin etkisine ve yatırımlarına karşı dikkatli olmaları konusunda uyarsa da Latin Amerika için bir alternatif sunmamaktadır. Bu nedenle kıtadaki bazı devletler, kuzey komşularından gelen bu uyarıları ciddiye almamaktadır.

2018 yılında, Kongre ABD’nin Çin ile tüm dünyada mücadele edebilmesi için BUILD yasasını kabul etti. Bu yasa, Trump yönetiminin özel sektör fonlarını uluslararası gelişmelere yönlendiren bir devlet kurumu oluşturmasının yolunu açtı. 2019 yılında ABD Uluslararası Kalkınma Finansmanı Kurumu oluşturuldu. Bu kurumun amacı, 90’dan fazla ülkede faaliyet göstererek en çok ihtiyaç duyan ortaklara uygun fiyatlı konut, su ve altyapı sağlayarak ABD dış politika ve kalkınma hedeflerini genişletmekti.

Belgeselin son kısmında anlatıcı, artan Çin yatırımlarının ABD ve Çin arasında rekabet veya işbirliği doğurma ihtimali olduğundan bahsedip son olarak ekler: Bu gelişmeler neye sebebiyet verirse versin Amerikalı karar alıcılar Çin’in dünyanın her köşesinde yükselişi ile mücadele etmek zorundadır ve bu bölgelere artık ABD’nin “arka bahçesi” de dâhildir.

Abdülsamed DAŞDAN

Latin Amerika Staj Programı

 

Wag the Dog (1997)

Wag the Dog: Kötü bir durumda dikkatleri dağıtmak için konuyu değiştirmek.[1]

Amerika’da başkanlık seçimlerine iki hafta kala başkanla ilgili bir skandal ortaya çıkmak üzeredir. Bir cinsel taciz iddiası üzerine; seçim kampanyası ekibi, başkanın basın danışmanları ve bir reklamcılık uzmanı seçimlerin bu krizden etkilenmemesi için bir acil durum toplantısı yaparlar ve olaylar o andan itibaren bambaşka bir yöne doğru seyreder.

Senaryosunu Hilary Henkin’in yazdığı yönetmeliğini Barry Levinson’ın yaptığı ve Larry Beinhart’ın “American Hero” kitabından esinlenerek çekilen 1997 yapımı Wag the Dog, bize politikanın iç yüzünü, medyanın kamuoyunu nasıl manipüle ettiğini ve her şeyden önce “gerçeklerin”, görmemiz istenilen illüzyonlar olduğu fikrini ortaya koyuyor. Filmde başrolleri paylaşan Robert De Niro bir halka ilişkiler ve reklamcılık uzmanını ve Dustin Hoffman Hollywoodlu bir film yapımcısını canlandırıyor. Başkanın cinsel taciz skandalını örtmek için toplanan kriz ekibi, Conrad Brean’ın (Robert De Niro) planını uygulamaya koyuyor. Plana göre, Arnavutluk ile savaşa girilmesine karar veriliyor. Fakat bu sadece “Büyük Kurt” lakaplı başkanın yeniden seçilmesi için uygulanacak bir stratejiden ibaret. Arnavutluk hükümetinin ABD’ye karşı hareket eden terör örgütleriyle ilişki içinde olduğu ve ülke sınırlarında bu örgütlerin kamp kurmasına izin verildiği iddiası ortaya atılıyor ve hayali bir 303 numaralı askeri ekip kurularak Arnavutluk’a savaş açıldığı halka duyuruluyor. Conrad’ın teoride sorunsuz işleyen planını pratiğe dökmesinde ünlü Hollywood yapımcısı Stanley Motss (Dustin Hoffman) yardım ediyor ve savaş için yazılacak şarkıdan, Arnavutluk’ta yaşanan olaylardan yavru kedisiyle beraber kaçan bir kızın videosuna kadar adeta bir film prodüksiyonu kuruluyor. Ana haberlerde yayınlanan “kaçan kız” videosunun çekimleri sırasında film ekibi videoya istedikleri gibi siren sesleri, çığlıklar ve dumanı tüten evler ekleyebiliyorlar.

Filmde medyanın nasıl politikayla kol kola yürüdüğünü, basın toplantısına yerleştirilmiş ve soracağı sorular dahi önceden hazırlanmış gazetecilerden anlıyoruz. Başkanlık seçimindeki diğer adayın iktidar partisinin planlarını bozmak için nasıl çabaladığını film boyunca görüyoruz. Filmin başında, cinsel taciz skandalının ortaya çıkmasıyla ilgili konuşan ve başkanlık makamının hak ettiği saygınlığa kavuşabilmesi için mevcut başkanın gitmesi gerektiğini söyleyen muhalefet adayını ilerleyen sahnelerde Arnavutluk ile olan savaşın bittiğini açıklarken izliyoruz. Savaşın bittiğini duyurarak Conrad ve Stanley’nin işini zorlaştırmayı amaçlayan aday onlara hiç ummadıkları bir fırsat sunuyor. “Her savaşın bir kahramanı vardır” düşüncesinden yola çıkarak planlarının ikinci aşamasını ya da Stanley’nin deyimiyle “ikinci sahnesini” oluşturuyorlar. Özel askeri programa kayıtlı bir askeri seçerek onu bu hayali savaşın hayali kahramanı olarak tanıtıyorlar: William Schumann ya da “Old Shoe.” Seçtikleri asker, geçmişi ve güncel durumu sebebiyle bir kahraman olmaktan çok uzaktadır. Ancak bu yine de ekibi durduramıyor ve “Old Shoe” için ülkesi adına savaşan hatta daha sonra Arnavutlukta esir düşmüş ve kendi ülkesi tarafından kurtarılmış birisi imajı çiziliyor.

Film hayali gerçeklikler yaratmanın yanı sıra halkın milliyetçi hislerinin nasıl yönetildiğini ve toplumsal hafızanın ömrünün nasıl belirlendiğini de bizlere gösteriyor. Filmde bu duruma örnek olarak, 1990’ların başında kamuoyunda oldukça yer kaplayan Körfez Savaşı’na ve 1963’te faili meçhul bir suikasta kurban giden John F. Kennedy’e de referans veriliyor.

Filmin en çarpıcı noktalarından birinin, yeniden seçilmesi için uğraşılan başkanın hiç görünmemesi olduğunu söyleyebiliriz. Çin’e gerçekleştirdiği seyahatten ne zaman döneceğinden, söylediği her kelimeye kadar bütün hareketleri krizi yönetmek için çalışan ekip tarafından belirleniyor. Film ismini tam da bu durumdan alıyor. Sistem aslında kuyruğunu sallayan bir köpek değil, kuyruk tarafından sallanan bir köpekten oluşuyor.

Filmi izlerken, dünya siyasi tarihi boyunca sık sık kullanılmış “günah keçisi bulma” ve bir ortak düşman yaratma stratejisini de görüyoruz. Savaşların, gündemi değiştirmek ve kimi zaman hayali bir düşman yaratarak halkı ortak bir çatı altında toplamak için kullanılan bir araç olduğunu görüyoruz. Psychology Today’den Steve Rathje’nin (2018) “Do We Need A Common Enemy?” [2] başlıklı yazısına göre, ortak düşmanlar, insanları birleştiren ve yaşanan kötü durumların sebebi olarak bir suçlu yaratmak amacıyla kullanılıyor. Filmde De Niro’nun “Arnavutluk hakkında ne biliyorsun? Bize bir şey yapmamış olabilirler ama bizim için bir şey yapmış da değiller.” cümlesi, uzaktan kompleks ve çok katmanlı gözüken “ittifak” ve “düşman” kavramlarının temel motivasyonlara dayandığını anlatıyor.

Wag the Dog, sistemin devamı için uğraşan ve görünmeyen aktörlerin hikâyesini bize dinamik bir senaryoyla, hızını hiç düşürmeyen bir tempoda anlatıyor. Politik psikoloji, kamuoyu ve medya-siyaset ilişkisi ile ilgilenen ve güzel bir kara mizah filmi izlemek isteyen herkes bu filmi izlemelidir.

Ayşe Deniz ÖZTÜRK

Sivil Toplum Okumaları Staj Programı

Kaynakça:

[1] The Idioms: Wag the Dog https://www.theidioms.com/wag-the-dog/

[2] Makalenin tamamı için: https://www.psychologytoday.com/us/blog/words-matter/201812/do-we-need-common-enemy

Doç. Dr. Erhan Akdemir ile Röportaj: Brexit Süreci

Röportaj Başlığı: Brexit Sürecinde İngiltere Parlamentosu ve İngiliz Hükümeti’nin Rolü

 

1) Avrupa Birliği’ne (AB) giriş süreci ile ilgili 1967’de ikinci başvuruyu gerçekleştiren Harold Wilson yönetimindeki İşçi Partisi, 1970’ten sonra bu anlayışını değiştirerek şüpheci anlayışı benimsemiştir. Fakat Tony Blair ve sonrası gördüğümüz İşçi Partisi, AB’ye daha ılımlı yaklaşmış, hatta 2016 referandum sürecinde de İşçi Partisi AB’de kalma yönünde kampanya gerçekleştirmiştir. Bu eksen değişimlerinin sebebi nedir?

AB, bütünleşme süreci içinde İngiltere’yi değerlendirirken sadece 1970’lerdeki değil, 1930’lardaki İngiltere’yi de göz önünde bulundurmamız gerekiyor. AB bütünleşmesi çok uzun bir siyasi ve ekonomik geçmişe sahip, 1950’lere dayanmıyor. Dünya savaşları arasında birleşme çabaları hız kazandı. Bunun sebebi de bildiğiniz gibi kalıcı barışın sağlanması, savaşların önlenmesi, kan akmamasıdır. Bu hedef yeni bir hedef değildi. Birinci Dünya Savaşı sonrası bu hedef dile getirilmişti. Ancak Avrupa’daki bütün devletler bunu istemedi. Federalistler Avrupa bütünleşmesini desteklediler. Avrupa’daki birçok devlet mensubu fikir önderleri, ekonomik ve siyasi birliklerin iç içe geçmesini savundular. Buna Kalergi ve Spinelli’yi örnek verebiliriz. Diğer mensupların da buna karşı olarak birliğin herhangi bir uluslararası örgütün ötesine geçmemesi, ulus devletin egemenliğinin korunması ve uluslararası egemenlik olmaması gerektiğini söylediler. İngiltere’yi de bu açıdan değerlendirmek gerek. 1930’larda İngiltere’de Avrupa’nın bütünleşmesine sıcak bakan kesimler vardı. Bu kesimler gelecekte AB’ye üye olmayı amaçlamışlardır ve İngiltere’nin de üyeliği hedeflemesinin gerektiğini, ancak uluslararası örgüt olarak sınırlanması gerektiğini vurgulamıştır. Avrupa, uluslar adına topyekûn karar alacak bir birlik mekanizmasına mı sahip olacak yoksa uluslararası örgüt şeklinde mi kalacak? Klasik uluslararası örgüt kavramında üyeler adına karar alan bir mekanizma yoktur. Üyeler, veto gibi haklarla kendi kendilerine karar alırlar. Fakat AB’nin ulus üstü yapısında üyeler adına karar alma yetkisine sahip kurumlar var: Avrupa Komisyonu ve Avrupa Parlamentosu. Bu yapı, kısaca bütünleşme içerisindeki bu ulus devlet egemenliğini sulandırma fikri, İngiltere’nin AB’ye şüpheci yaklaşımının temelini oluşturdu. Yine de bu, İngiltere’de her kesim için geçerli değildi. Federalistler olduğu gibi anti-federalistler de vardı. 31 Ocak Brexit referandumu, AB’ye karşı çıkanların zaferi ile sonuçlandı. İngiltere’nin bu anlamda temelde karşı durduğu 2 konu vardı: İlki siyasi bütünleşmenin hızla ilerlememesi, ikincisi de işin ekonomik boyutuydu. İngiltere, tarım sübvansiyonları bağlamında nüfus ve coğrafyadan dolayı çok fazla para ödüyordu. Ülkesinde tarım olmadığı için bu sübvansiyonlardan çok az para alıyordu. Bu sebeple İngiltere, AB’nin kendisini sömürdüğünü düşündü. Muhalefet ve iktidar ne zaman köşeye sıkışsa AB’yi günah keçisi ilan etti veya halkın egemenliğini savunan politikalar gündeme getirdi. İşçi partisinde de benzer politikalar oldu. Bir yandan destekleme bir yandan da karşı çıkma olabiliyordu. Aslında bu, İngiltere’nin AB’ye karşı net bir bakış açısı ortaya koymamasından kaynaklanıyordu. Bu konuda belki yalnız Thatcher’ı dışarıda bırakabiliriz. Kısacası İngiltere’nin iç ve dış politikadaki değişimlerine göre AB süreci hem desteklendi hem eleştirildi. Genel bağlamda baktığımızda İngiltere’nin AB’den çıkış süreci aslında AB’ye girdiği andan itibaren; hatta giremediği andan itibaren başladı da diyebiliriz. Çıkış süreci De Gaulle’ün vetosuyla başladı. De Gaulle’ün İngiltere’nin üyeliğini reddetme sebebi ise İngiltere’nin bir kıta, bir ada devleti olmasıydı. İngiltere’nin bir Avrupa devleti olmadığını, dolayısıyla gelecekte başlarına iş açacağını savundu. Nitekim dediği gerçekleşti, AB’nin karar alma mekanizması kilitlendi. Çünkü İngiltere hiçbir zaman veto hakkının elinden alınmasını ve AB’nin kendi adına karar almasını istemedi. Bu durum AB’yi hem iç hem dış politikada ciddi şekilde sekteye uğrattı. Hatırlarsınız ki AB’ye gelen en büyük eleştiri, Bosna’da ve diğer bölgelerde olduğu gibi küresel meselelerde hızlı hareket edememesidir. Çünkü karar alınması için 28 devletin onayı gerekmektedir. Ancak İngiltere hiçbir zaman kendisini AB’nin bir parçası olarak görmedi ve kendi isteği dışındaki kararlara destek olmadı. De Gaulle’ün de aslında vurgulamak istediği İngiltere’nin “transatlantik”, yani ABD ile ilişkilerine AB ile ilişkilerinden daha çok önem vermesidir. İngiltere, ABD ile çıkarlarını her zaman AB’den ve AB çıkarlarından önde tuttu, bu da AB’yi yavaşlattı. Blair’e baktığımızda ise o, Irak işgalinde AB ve Almanya ile taban tabana zıt bir politika izledi. İç ve dış politika ekseninde İngiltere siyasi partileri genellikle karşı olmakla beraber, hiçbir zaman AB’den çıkmaya Cameron kadar veya Cameron’ın yaptığı yanlış kadar yaklaşmadı. Sonucunda ise İngiltere bugünkü durumuna geldi.

 

2) Olaya Muhafazakârlar çerçevesinden bakarsak, 1973 yılında Britanya’nın Ortak Pazar’a girmesini sağlayan Edward Heath yönetimindeki Muhafazakâr Parti’nin, Thatcher döneminin de etkisiyle günümüzde Boris Johnson yönetiminde AB şüphecisi konumunda yer aldığını ve birlikten çıkmak için büyük çaba sarf ettiğini gördük. Muhafazakâr Parti’nin tavrı neden keskin bir değişime uğramıştır?

Tek başına parti politikası değil fakat temel nedeni uluslararası politikadaki değişimlerdir diyebiliriz. Söz konusu dönemlere baktığımızda uluslararası örgütlenmenin arttığı ve devletlerin işbirliğine açık olduğu bir dönem görülüyor. Henüz soğuk savaşın adı konmamış ama devletlerin belirli kutuplar içinde hareket etmeye çalıştığı; hatta kendi gücünü tarttığı dönemlerdir. Johnson’ın dönemine bakarsak, bambaşka bir tablo ile karşılaşmaktayız: Göçmen tartışması, küresel ekonomik kriz, AB’nin kendisine bir yol çizemediği bir süreç, uluslararası konjonktürde AB’nin tartışılması ve özellikle ekonomik anlamda eleştirilmesi gibi konular hâkimdir. Hem üye ülkelere hem aday ülkelere bakarsak siyasal partilerin benzer şekilde mevcut süreçten oy devşirmeye çalıştığı bir dönem görüyoruz. Johnson bunu iyi kullandı. Çünkü Johnson bunu üretmedi, süreci elinde buldu. Referandumu kendi yapmadı ama o sonucun üzerine giderek oy topladı. 31 Ocak’ta yaptığı açıklamada halkın verdiği kararı yerine getiriyoruz dedi. Bunun üzerine politika inşa etti ve bunda başarılı oldu. Aslında ikinci bir referanduma gidilseydi belki de Johnson elindeki gücü kaybedecekti. Çünkü referandum parlamentoda çok söz konusu oldu. Kolay bir süreç değildi. Bunun nedeni şudur: Cameron bir karar aldı, insanlar da o dönem AB’ye kızgınlıklarından dolayı Cameron’ın yanında durdu. Ancak daha sonra AB’den çıkmanın onlar için de dezavantajlı sonuçlar doğuracağını anladılar. Parlamentoda çok zorlu oylamalar geçti. Brexit olmaması daha olasıyken, Johnson’ın adımlarıyla bir şekilde durum tersine döndü. Dahası Brexit’in nasıl gerçekleşeceği belli değil. Liderlerin ve politikacıların takip ettiği bazı politikalar var ama Johnson’ın şansı, uluslararası konjonktürün buna yardım etmesi oldu. Dünyadaki ekonomik çalkantılar Johnson’ın rüzgârı arkasına alarak hareket etmesini sağladı. O sebeple diğer dönemlerle karşılaştırma yapmamız biraz sıkıntılı olabilir. Çünkü aynı sahada top oynamadılar. Dolayısıyla birinin daha kolay diğerinin ise daha zor bir politika ile karşı karşıya kalması mümkündü. Ancak İngiltere’de her zaman biz AB’ye para veriyorsak bundan biraz gelir elde edelim ya da en azından çok büyük zarar etmeyelim düşüncesi hâkimdi. İngiltere, sübvansiyonlardan para alamadığını belirtiyordu. İtalya, Portekiz, Yunanistan gibi Akdeniz ülkeleri ve daha sonra genişlemelerle gelen düşük refahlı ülkeler mali yük getirdi. Bunların finansman yükü büyük oranda İngiltere’nin üstündeydi. Thatcher da aynısını söylüyordu, yani ayrılığı tarım sübvansiyonlarına yormasının temel nedeni ondan ne elde ettiğiydi ve bu yüzden İngiltere’de her zaman bu bir tartışma konusu oldu. AB’de her zaman bir yabancı düşmanlığı vardı ama kriz ve göç artınca bundan faydalanacak kesimin etkisi daha fazla artmaya başladı. İngiltere de benzer bir süreç yaşadı. İngiltere’de iç sıkıntılar arttıkça AB’ye karşı olan şüphecilik arttı ve destek azaldı. Bunu da siyasetçiler kendi çıkarlarına göre kullandılar.

 

3) “Demir Leydi” adıyla da bilinen Margaret Thatcher’ın AB’ye karşı sert ve taviz vermeyen tutumu ikili ilişkileri nasıl etkilemiştir? Thatcher’ın, Komisyon Başkanı Fransız Jacques Delors ile işçi hakları konusunda karşı karşıya gelmesinin Britanya- AB ilişkileri ve Brexit süreci açısından ne gibi etkileri olmuştur?

Thatcher’ın politikaları aslında liberal politikalardır. O dönem de çok ciddi liberal politikalar takip edilen bir dönemdi. Dediğimiz gibi bu damar Fransa’da ve diğer Avrupa ülkelerinde de var. Bu damar dediğimiz ulusalcılık damarı, ulusal egemenliğin ön planda tutulduğu ve ulusal egemenliğin ileriki zamanda sulandırılmasına karşı olan bir yaklaşımdır. İngiltere, siz uzun dönemde birleşik federal bir yapı düşünüyorsanız biz yokuz dedi. Kendi ulusal kimliğini, varlığını, aidiyetini birinci aşama olarak gördü. Aslında Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerinde de yaşadığımız bir sorun var. Bu sorun hem aday olmak isteme hem kuralları kendine göre koyma sorunudur. Benzer şekilde bu İngiltere’de de var. Birliğin içerisinde ama oyunun kurallarını kendi koymak istedi. Şu an AB ile yapılan anlaşmayla İngiltere hem birlikten ayrılmak istiyor hem de bunun kurallarını kendi koymak istiyor diyor. Aslında 2020’den 1970’lere gittiğimizde, İngiltere hep oyunun kurallarının kendisine göre oynanmasında diretiyor. Ayrılmasının temel nedeni de bu. Thatcher’ın komisyon ile yaşadığı sıkıntının benzerini bugün müzakerelerde görüyoruz. Thatcher, İngiltere çıkarlarını ön planda tutarak AB ile ilişkilerini geliştirmeyi istemişti. Bugün de aynı durum var. Zaten ayrılma isteğinin temel nedeni de buydu. Lizbon Antlaşması’nda AB’den çıkılması kararının anayasada var olmasının nedeni de İngiltere’dir. İngiltere bunu planladı, belki de yakın zamanda çıkarım diye düşündü. Lizbon Antlaşması’na o yüzden öyle bir madde ekletmişti. Dolayısıyla Thatcher’ın politikalarının bugüne etkisi vardır. Fakat bu Thatcher’ın politikası mı yoksa İngiltere devlet politikası mı onu iyi irdelemek lazım. İngiltere’nin AB’ye ve ulusal egemenliğe bakış açısı birçok Avrupa devletinden çok farklıdır. Zaten ayrılma sürecinde bunu çok net gördük. Brexit müzakere sürecinde de öyle. Sonuçta İngiltere’nin tezahür ettiği AB ile Fransa, Belçika, Almanya’nın tezahür ettiği AB arasında çok büyük bir fark vardır. İngiltere, ekonomik açıdan birbirine yakınlaşmış ama siyasi bütünleşme açısından tamamen düşük yoğunlukta bir AB istedi. AB’de ekonomik bütünleşme ilerledi, parasal birlik de sağlandı. Artık siyasi bütünleşme, yani “Avrupa Birleşik Devletleri” tabirini kullanmaya başladı. İngiltere de bunun üzerine öyle bir birlik içinde olmayacağını söylemeye başladı. Thatcher da bu söylemleri benzer şekilde dile getirdi. Bu aslında anlaşamadığı konuların ortaya çıkış süreciydi. O yüzden bugünkü İngiltere’nin bakış açısı bu çerçevede gelişmiştir. Yani ekonomik ve siyasal bütünleşmeyi İngiltere ve AB nasıl gördü, nasıl algıladı sorusunu sormak gerek. Bu ilişkiler zorunlu bir birlik, ekonomik ve siyasi çıkar olarak devam etti. Ancak ne zaman ki AB, ben artık küresel aktör kimliğimi gerçekleştirmek, daha etkin bir aktör olmak ve ABD ve Çin’in karşısında daha güçlü bir AB olmak istiyorum dedi, o andan itibaren sorunlar yaşandı. Bunun içerisine anayasal anlaşmayı, Lizbon Antlaşması’nı eklemek lazım. Bunların hepsi aslında bir niyetti, o niyet de “Avrupa Birleşik Devleti”nin yaratılması fikriydi. Federalistler bu niyette ancak AB üyesi devletler bu niyette değildir. Bunun da en somut göstergesi İngiltere oldu. Thatcher ve İngiltere politikalarına baktığımızda Brexit boyunca pek de şaşırılası bir süreç yaşanmadı.

 

4) Tony Blair ve Gordon Brown dönemlerinde tartışılan “AB Anayasası” fikri ve devamında gelen Lizbon Antlaşması ülkede AB karşıtlığının artmasına sebep olmuş mudur? Bu gelişmeler bir sonraki Başbakan Cameron üzerinde baskı yaratmış mıdır?

2005 yılında, o zamanlar “AB Anayasa Taslağı” denen ve başında Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac’nın bulunduğu AB Konvansiyonu’nun ortaya konduğu taslak, kurucu üyelerden olan Fransa ve Hollanda’nın vetosuyla reddedildi. Bu AB bütünleşmesini ciddi anlamda sekteye uğrattı. “AB parçalandı, bölündü, mahvoldu” şeklinde haberler vardı. 2005’teki referandumdan hayır çoğunluğu alınca AB, 2007 yılına kadar anayasa kelimesini ağzına almadı. Bunun nedenlerine baktığımızda, ilk olarak iç politikada karar alan mercilere yönelik tepkiler vardı. Fransa ve Hollanda’da hükümetlerin aldığı kararlar tatmin edici değil, dolayısıyla insanlar ekonomik olarak hükümetlerden memnun değildi. Bu tepkiler “anayasaya hayır” diyerek gösterildi. Özünde bu durum, iç politikanın etkilediği bir AB tepkisiydi. İkinci olarak da Brüksel’e duyulan bir tepki vardı. İlk sebep olarak İngiltere’nin yanında Fransa ve Hollanda da her şeyi Brüksel yapacaksa biz meclisleri ve bayrakları kapatalım şeklinde tepkilerini dile getirdiler. Özellikle Fransa’da Marine Le Pen, Hollanda’da Geert Wilders, Avusturya’da Heinz-Christian Strache Avrupa’da ciddi bir AB karşıtlığı kampanyası yürüttü. İngiltere’de de UKIP (United Kingdom Independence Party) bu kampanyayı takip etti. Sonuçta 2 ülke reddetti. İkinci sebep ise Türkiye’nin adaylığı meselesiydi. Türkiye hızlı bir şekilde süreçte ilerliyordu. 3 Ekim 2005’te müzakereler başladı ve Türkiye’nin AB üyeliği ciddi bir şekilde gündemdeydi. AB şüphecileri ise anayasaya evet denirse Türkiye’nin otomatik olarak AB’ye gireceği yönünde propagandalar yaptılar ve bu söylem çok tutuldu. Bu nedenlerden dolayı önce Fransa ve Hollanda daha sonra İrlanda anayasayı reddetti. Polonya ve Çek Cumhuriyeti bu devletler evet diyene kadar evet dememe kararı aldı. En nihayetinde anayasanın yürürlüğe girebilmesi için her devletin onaylaması gerekiyor. Daha sonrasında Lizbon Antlaşması yapıldı ve anlaşma yürürlüğe girdi.  Bu tabii ki AB’deki her siyasal iktidar üzerinde baskı yarattı. Bugün hala o sürecin etkilerini görüyoruz. AB, birleşik devlet olamadıysa veya anayasasında bayrağını ve marşını tarif edemiyorsa yani bir federal devleti belirleyecek simgelerden yoksunsa bunun nedeni anayasa taslağının reddedilmesidir. Bu İngiltere’de çok büyük bir mutlulukla karşılandı tabii ki. Çünkü İngiltere, bir siyasi bütünleşmeyi istemiyordu.  Bu Cameron’ın üzerinde baskı yaratmaktan çok AB karşıtlarının elini güçlendirdi. Brexit’ten sonra Frexit (Fransa), Grexit (Yunanistan) gibi meseleler gündeme geldi. Bu moda kavram her ülke için kullanılmaya başlandı. Çünkü bunun mümkün olduğunun farkına varıldı. Referandum sonrası diğer ülkelerde de böyle bir endişe oluştu. Devletlerdeki AB muhalifi iktidarlar, bu söylemi daha rahat kullanmaya başladı. Cameron da buradan güç alarak belki de hiç istemediği bir sonuç elde etti, yani belki de referandumun sonucunun hayır çıkacağını düşündü. Cameron referandum öncesi bu süreci baskı altında değil, isteyerek yönetmiş oldu. Baskı altına ancak referandum sonunda girdi.

 

5) David Cameron’ın tekrar iktidara gelebilmek amacıyla 2015 genel seçimlerinde “referandum” sözü vermesi ve bu referandum sonucunda Brexit sürecinin başlaması sizce Muhafazakârlar açısından bir strateji hatası mıydı?

Cameron için bir strateji hatası olabilir ancak Muhafazakârlar için değil. Sonuçta Muhafazakârlar istediğini bir şekilde elde etmiş oldu. Muhafazakâr derken parti içindeki şüphecilerden bahsediyorum. Muhafazakâr Parti içerisinde, AB içinde kalmak isteyenler de vardı. Cameron için ise onun siyasi hayatını sona erdiren bir süreç oldu tabii. Çünkü sonraki gelişmeler Cameron’ı ayakta tutamadı. Aslında AB’yi de biraz rahatlattı bu süreç. AB daha rahat bütünleşebilirdi. Çünkü “çok vitesli Avrupa, çekirdek Avrupa” kavramları konuşulmaya başlanmıştı. Bunun bağlamda İngiltere, dış çeperde yer alıyordu ve AB ondan kurtulmuş oldu. İngiltere, ticari antlaşmalarına çok önem veriyordu ama AB İngiltere’ye serbest ticaret anlaşması yaptırmıyordu. Ülkelere yaptırmıyor daha doğrusu. Durum böyle olunca İngiltere rahatladı ve ABD ve diğer ülkelerle ilişkilerinde AB şüphecilerinin istediği bir duruma gelmiş oldu. Buna zafer veya başarı diyebiliriz ancak bütün bu simülasyonlara baktığımızda her iki taraf da çok büyük kayıp yaşayacak. Ticari müzakereler devam ediyor ve iki taraf da birbirini suçluyor. Bu müzakereler bir süre daha uzayacak gibi görünmektedir. Özellikle pandemi bu süreci uzattı. Fakat bu süreçte İngiltere’de AB şüphecileri önemli bir başarı elde etti.

 

6) Britanya halkının 2016 referandumundan sonra internet üzerinden “Avrupa Birliği nedir?” araması yapması kamuoyunda gündem olmuştu. Sizce Britanya halkı bilinçsiz bir şekilde mi oy kullandı? Konuya daha hâkim bir seçmen kitlesi olsaydı yüzde 52’ye 48’lik oy oranı değişir miydi?

Bu farkındalıkla ilgilidir. İngiltere’de sonuçlar çıktıktan sonra halk tarafından yeniden referandum yapılsın dendi. Çünkü halk, ne olduğunun farkına vardı. Ciddi bir şekilde AB’den çıktıklarını fark ettiler. Benzer bir durum diğer birçok ülkede de var. İnsanlar AB’nin tam olarak ne olduğunu bilmiyor. Erasmus programlarını biliyor, projeleri biliyor, serbest dolaşımın farkında, serbest çalışmanın farkındadır. Aslında AB’deki insanların çoğu Avrupa vatandaşlığı kavramını çok iyi bilmiyor. Bugün insanlar Şampiyonlar Ligi resmi marşına AB marşından daha bağlıdır. Bunun nedeni AB vatandaşlığı kavramının tam olarak anlaşılmamasından kaynaklı. Bu İngiltere’de daha düşük oranda: Araştırmalara veya Avrupa Parlamentosu’na katılım oranlarına baktığımızda çok net görülüyor ki AP’ye katılımda 1979’dan beri düzenli bir düşüş vardır. Bu İngiltere adına biraz daha fazla seviyededir. Çünkü insanlar farkında olduğu ve günlük hayatlarında çok fazla ilgilendikleri bir durum değildir. Özgürlüklerine, hayat standartlarına, maaşlarına, vizelerine, gezmelerine önem veriyorlar. Dolayısıyla İngiltere halkı bunları kaybedeceğini düşündüğü andan itibaren tekrar referandum istemeye başladı. Bence Türkiye’deki gençler bu konuda daha bilgili çünkü sürekli AB üzerinde çalışıyorlar. Ben AB gençleri içerisinde AB’ye ilişkin bu kadar bilgi birikimi ve farkındalığın olduğunu zannetmiyorum. Bu sebeple İngiltere’de durumlar böyle sonuçlandı, yani bilinçsizlik doğru bir saptamadır.

 

7) Theresa May’in Avrupa Birliği ile yaptığı ve uzlaşıya vardığı anlaşmayı İngiltere Parlamentosu’ndan geçirememesi ve devamında istifasına neden olması Brexit sürecini uzatmış mıdır?

Muhakkak uzattı. Kamuoyunun da kafası çok karıştı, AB ve İngiltere’nin de kafası çok karıştı. Hatta yeniden referanduma gitmek istenmesi bu süreç içindeydi zaten. Halk evet dedi ama büyük olasılıkla neye evet dediğinin farkında değildi. Avam Kamarası da bunun zararlı olacağını düşündü. O yüzden sonuna kadar bu süreci yavaşlattı. Tekrar referanduma gidilseydi, bence sonuç hayır çıkacaktı. İlkinde hayır çıkıp, ikincisinde evet çıkması için bunu yapabilirlerdi fakat evet çıktığı için ikinci bir referanduma gitmediler. İngiltere’de de parlamento Brexit’in yaşanmaması için büyük bir çaba gösterdi, hatta direndi. Ancak sonunda İngiltere Johnson’ın liderliğinde Brexit kararını aldı. Theresa May’in de siyasi sonunu getirdi. Az önce söylediğimiz gibi, Brexit süreci birçok siyasinin politika hayatını sonlandırdı ve birçok siyasi dönüşüm yaptırdı İngiltere’ye. Fakat önemli olan da demokrasinin güzelliği: İngiltere’de demokrasinin var olması böyle bir şeydir. Karar alıcılar, kendilerini halka karşı sorumlu hissettiği ve sorumluluğunu yerine getiremediği zaman görevini bırakma erdemini gösterebiliyor. İngiltere’nin de AB’ye ihtiyacı olmamasının nedeni bu: sağlam demokrasi.

 

8) Referandum süreci sonrası Cameron’ın yerine geçen ve süreç boyunca kalma veya ayrılma konusunda tarafsız yönetim çabası içinde olan May’in, 2016’ya kadar Londra Belediye Başkanı ve sıkı bir Brexit destekçisi olan Boris Johnson’ı Dışişleri Bakanı olarak ataması bize neyi göstermiştir?

Zaten Brexit’in önderliğini Johnson yapmıştı, UKIP de onu fazlasıyla desteklemişti. Sonunda da Johnson bunun temel aktörü haline geldi. Brexit’in sözünü verdi. Kitleleri de bu sayede arkasına alabildi. “Halktan aldığımız oyun gereğini yapıyoruz.” dedi. O yüzden de Johnson’ın gelişi bu süreci hızlandırdı. Zaten süreci bitiren de Johnson’ın politikaları oldu. İngiltere’nin nötr bakış açısından çıkma hedefi biraz lideriyle ilgiliydi. O süreçte konjonktür onu gerektirdi. Böyle bir politikanın yani Brexit sürecini devam ettirmenin kendisine oy getireceğini öngördü ve damarı iyi yakaladı. Medya bunu pek göstermedi belki ama parti onu iyi sezdi ve üzerine gidip oradan oy aldı. Yüzde 52 kritik gibi görünse de o damarı görüp kartlarını onun üzerine oynadı ve istediği sonucu elde etti. Nötrlüğünü kaybetmiş midir? Tabii ki, muhakkak nötrlüğünü kaybetti.

 

9) Britanya’nın AB’den ayrılmasına çoğunlukla karşı çıkan İskoçya’nın geleceği hakkında, İskoçya’nın Britanya ve Birleşik Krallık’tan ayrılıp bağımsız bir ülke haline geldikten sonra AB’ye üye olması gibi bir durum söz konusu olabilir mi? İskoçların bu tutumu Britanya’yı nasıl etkiler?

Muhakkak olacak çünkü İskoçya en baştan beri Brexit’e karşı olduğunu söylüyor. Ben son İskoçya bağımsızlık referandumu sürecini de orada takip etmiştim. İskoçya’dan ciddi bir tepki var. Britanya’nın içerisinde AB ile ilişkilerini canlı tutmak isteyen, AB’de kalmak isteyen bölgelerden bir tanesi İskoçya. Bunu tabii ki ilerletmek isteyecektir. Büyük ihtimalle şu anda hem pandemi sürecinden dolayı hem de İngiltere ile AB arasında ticaret anlaşmaları devam ettiği için onun sonucunu bekleyeceklerdir. Ardından hem AB ilişkileri hem de bağımsızlık yolunda kendisine yeni bir yol haritası çizeceğini düşünüyorum. İskoçlar bunu ciddi şekilde istiyor. İskoçya için AB’den çıkış süreci buna ciddi bir meşruiyet kazandırdı. AB içindeyken bunu etkin bir şekilde yapmıyordu. Çünkü AB, İspanya’daki Katalonya ve Bask örneklerinde gördüğümüz gibi kendi içindeki bu gelişmelere sıcak bakmıyor. İngiltere-AB müzakerelerinin sonrasında bence İskoçya’nın bağımsızlık süreci çok farklı olacak.

 

10) Britanya’nın sancılı geçen bu süreç sonunda AB’den ayrılma hedefini gerçekleştirmesinin önümüzdeki dönemde Britanya’ya ne gibi artı ve eksileri olabilir?

İşin siyasi, kültürel, ekonomik ve sosyal boyutu var. Tabii ticari müzakereler hala devam ediyor. Bunun net bir verisi henüz yok, çıktığında veya kaldığında ne kadar kazanacağına ya da kaybedeceğine dair bir veri yok. İki taraf da mutlaka kaybedecek ama iki taraf da kaybettiği ekonomiden kazanım elde etmek istiyor ve müzakereler bu yüzden tıkanıyor. Kimse ekonomik çıkarlarından vazgeçmek istemiyor. Bununla birlikte bir serbest dolaşım krizi ortaya çıktı. Şimdi İngiltere’de yabancı futbolcu kavramı meydana gelecek. İngiliz futbolu büyük bir darbe yiyecek ve buna nasıl bir çözüm bulacaklar bilmiyoruz. Bununla birlikte bilim insanlarının orada yaşaması ve vize sorunu var. Yani hala büyük bir karmaşıklık söz konusu. Pandemi süreci bunu bir süreliğine dondurmuş gibi görünüyor ancak sorun aynı şekilde kaldı. Vizeden tutun da ticari faaliyetlere kadar çok büyük bir sorun yumağı İngiltere’yi bekliyor. AB de burada elini güçlü göstermek istiyor. “Sen benden ayrıldın, ben senden ayrılmadım” diyor. O yüzden büyük müzakere ve çatışma süreçleri; ticari, siyasi, kültürel ve sosyal boyutları ile bizi bekliyor. Gençlik, değişim ve çalışma programları ve serbest istihdam bunun içerisindedir. Kısacası çok büyük sorunlar olacak ve bunların anlaşılmasının çok zaman alacağını düşünüyorum.

 

UZAY YÜKSEKKAYA

Uluslararası Örgütler Stajyeri

Ölümcül Kimlikler – Amin Maalouf

Ölümcül Kimlikler – Amin Maalouf, Çeviren: Aysel Bora, Yapı Kredi Yayınları, 2020

Özet

Göç, tarih boyunca her zaman canlılığını devam ettirmiş ve dönem dönem tartışmalara yol açmış bir olgudur. Modern dönemde göç ile ilgili en fazla araştırma çokkültürlülük, kimlik ve aidiyet üzerine yapılmıştır. Günümüz yazarlarından Amin Maalouf, “Ölümcül Kimlikler”- orijinal adıyla “Les Identités Meurtrières”- kitabında kimlik ve kültür çatışmaları üzerine düşüncelerini okuyucuya aktarır. 1949’da Lübnan’da doğan, toplumbilim okuduktan sonra gazetecilik yapan Maalouf, 1976 yılında doğduğu ülkeyi terk ederek Fransa’ya yerleşir. Bir göçmen olan ve ailesinde farklı kültürlerden insanlar barındıran Maalouf, yaşamı boyunca bir kimlik muhasebesi içindedir. Esasen “Ölümcül Kimlikler” de bu muhasebenin bir dışavurumudur.

Anahtar Kelimeler: Kimlik, Göç, Kültür, Çokkültürlülük, Küreselleşme

 

Göç ve kimlik konularına yoğunlaşan Maalouf, kitabı ana hatlarıyla dört bölüme ayırmıştır. “Kimliğim, aidiyetlerim” ismini verdiği ilk bölümde bu iki terim arasındaki ilişkiye odaklanır. Günümüz insanlarının, sahip oldukları aidiyetler arasında tarih boyunca çeşitli seçimler yaptığını ve duruma göre birini diğerlerine göre öne çıkarttığını dile getirir. Yazara göre, inançlarının tehdit altında olduğunu hisseden insanlar, diğer bütün kimliklerini kapsar biçimde dinsel aidiyet geliştiriyor. Fakat bu noktada, yazarın dinsel bir aidiyet hissetmeyen bireyleri dikkate alıp almadığını ya da inançsızlığı da bir inanç kategorisine sokup sokmadığını kesin bir şekilde sezemiyoruz. Bundan dolayı, toplumda “azınlık” olarak niteleyebileceğimiz bireylerin göz ardı edildiği düşüncesi zihnimizde belirebilir. Aslında tüm iyelikler kimliği oluşturur ve aralarında seçim yapılamaz ya da yüzdelere ayrılamaz yazara göre. Aidiyetlerin doğuştan gelmediğinden, daha sonra oluştuğundan söz eder. Ancak bu söylem bir noktada eleştiriye açıktır. Elbette birey çoğu aidiyet duygusunu aile, çevre ve sosyal yaşam ile kazanır. Lakin, çocuğu yetiştiren ebeveynlerin sahip olduğu kimlik çocuğun kimliğine doğrudan etki eder. Bu yüzden ki, aile faktörünü ve kimliğini bireyin doğuştan sahip olduğu kimlikten keskin bir çizgi ile ayıramayız. Yazar, göçmen statüsünü sadece doğup büyüdükleri yerden ayrılan insanlar kategorisiyle sınırlı tutmaz. Zira yazara göre göç sadece somut bir yerleşim değişimi değildir. Hepimiz köklerimizin dayandığı topraklara hiç benzemeyen bir evrende yaşamaya zorlanıyoruz; hepimiz başka diller, başka ağızlar, başka işaretler öğrenmek zorundayız. Maalouf’un, göç konusuna böyle mücerret bir bakış açısıyla yaklaşması okuyucuya bir düşünce kapısı açmaktadır. Bu bölümde Maalouf, toplumdaki göçmenlerin kültür çatışmalarından bahsederken ortaya bir sav da atar. Bu sava göre, bir göçmen kendi kültürünün saygı gördüğünü ne kadar hissederse, geldiği ülke kültürüne de o kadar açılacaktır. Bu kanıya varırken Maalouf, sadece kendi deneyimlerinden yararlanmış gibi gözükmektedir. Maalouf, kendi göç hikayesinde, Lübnan’dan Fransa’ya göç eden bir Hristiyan olarak zaten halihazırda aynı inancı paylaştığı bir toplumun içinde bulur kendini. Lakin bunu tam tersi olarak düşündüğümüzde; yerel kültüründen farklı bir kültürün içine göç eden bir göçmen, bu geçişi o kadar da yumuşak bir biçimde deneyimlemeyebilir. Buna ek olarak, yazarın bazı genellemeleri fazlaca iyimser bir bakış açısıyla yapması da çarpıcıdır. Örneğin; bölümün bir kısmında Maalouf, çokkültürlülüğün zenginlik olarak görülmesi gerektiğini savunur ve bu kapsamda herkesi hoşgörüye davet eder. Burada eleştiriye açık nokta şudur ki; çokkültürlülük zaten çoğu liberal demokratik topluluk tarafından idealize edilen bir toplum şeklidir. Yazarsa, bu idealin üzerine bir şey eklemeden okuyucusunu “Peki ama nasıl?” sorusuyla baş başa bırakır.

Kitabın ikinci bölümünde, Lübnan’dan Fransa’ya göç deneyimini yaşamış biri olarak Maalouf, Arap dünyasına bir bakış sunar. Bu bakışı sunarken İslam hakkında bazı tespitler de geliştirir. İslamı diğer dinlerle kıyaslayarak, onun bir hoşgörü dini olduğu sonucuna varır. Çünkü Maalouf’a göre İslam; Hıristiyan toplumlarının hiçbir şeyi hoş görmedikleri bir devirde, bir “hoşgörü protokolü” düzenlemişti. Bu “protokol” ki, yüzyıllar boyunca bütün dünyada yan yana birlikte yaşamanın en ileri biçimi olmuştu. Yine de yazar da bu söylemi biraz iddialı bulmuş olacak ki ilerleyen paragraflarda bu söylemi daha ılımlı bir hale sokarak, İslam’ın eski hoşgörü geleneğinin artık günümüz dünyasında kalmadığı kararına varır.

Üçüncü bölümde yazar oldukça ilgi çekici iki terim ortaya atar; yatay miras ve dikey miras. Dikey miras, bize atalarımızdan ve bulunduğumuz kültürel cemaatten aktarılan miras; yatay miras ise çağımızdan, çağdaşlarımızdan aktarılarak edinilmiş miras olarak tanımlanır. Maalouf, kimlik oluşturma sürecinde belirleyici olanın öncelikle yatay mirasımız olması gerektiğini iddia eder ve dikey mirasın kimlikler üzerindeki belirleyiciliğini kuşaklar arası uçurum üzerinden sorgular. Yine bu bölümde, farklı din ve millete mensup insanların ortaklıkları küreselleşme kavramı üzerinden irdelenir.

“Panteri Evcilleştirmek” adını verdiği son bölümde, baskın kültürlerden ve küreselleşmeyle oluşan ortak kültür yığınından bahseden yazar, bu yığının yetersiz kaldığını da ekler. İngilizcenin ortak dil olarak kabulünün bir noktada yetersiz kaldığını da ortaya koyar. Örneğin, Birleşik Devletler’de çoğu insan İspanyolca konuşarak kendini daha iyi ifade etmektedir ancak buna rağmen resmî dil olarak İngilizce kabul edilir. Amin Maalouf, her bireyin kendisi gibi çok kültürlü olmasını ve içinde bu zenginliği barındırması gerektiğini savunur. Yine de Maalouf’un bu argümanının gerçekçi olup olmadığı tartışmaya açık bir konudur.

“Ölümcül Kimlikler”in yirmi sene önce kaleme alındığı göz önünde bulundurulduğunda, Maalouf’un tespitleri kulağa daha da anlamlı gelir. Öyle ki, o dönemde uluslararası bir mülteci/göç krizi gündemde değildi. Küresel çapta yaşanan bu krizi ön görmesi mümkün olmadığından bazı varsayımları bugün eleştiri toplasa da tespitlerinden bazılarının gerçekleştiğini de söylemeliyiz. Örneğin; ortak kültür inşasından bahsederken Maalouf, bir gün ABD başkanlığında siyahi birinin bulunabileceğinden bahseder ve tam 10 yıl sonra Barack Obama başkanlık koltuğuna oturur. Diğer bir öngörüsü ise küreselleşme ile çatışmaların azalacağı fikridir. Fakat gerçek o ki, kitabın basımının ilerleyen yıllarında küresel mülteci krizi ile kültürler arası çatışmalar da ivme kazanmıştır. Öyle ki, Amin Maalouf bu denemeyi yazdıktan birkaç yıl sonra “İslamofobi” kavramı daha fazla dikkat çekmeye başlamıştır.

“Ölümcül Kimlikler”, genel yazılış biçimi itibariyle ders verme niteliği taşıyan didaktik bir bakış açısıyla yazılmıştır. Maalouf’un da göçmen kimliği, konuya yaklaşımına farklı bir boyut kazandırmıştır. Kitap deneme türünde yazılmasına rağmen kısa ve öz bir düşünce/deneyim yazısı şeklinde betimlenebilir. Kimlik, çokkültürlülük ve göç konularına kattığı farklı bakış açılarıyla literatüre katkı sağlayan bir kitap olarak çok farklı disiplinlerle ilişkili olduğunu söyleyebiliriz. Son olarak belirtmek gerekir ki; kitap, sade ve anlaşılır bir dil kullanılması bakımından gerek genel okuyucu kitlesine gerekse literatürdeki kavramlara değinilerek analizler yapılması açısından akademik çalışmalar yapanlara bir rehber olacak şekilde kaleme alınmıştır.

 

Elif TUNÇ

Göç Çalışmaları Stajyeri

Göçmen Entegrasyonu ve Tanınma Teorisi: “Adil Entegrasyon”

Gülay Uğur Göksel. (2019). Göçmen Entegrasyonu ve Tanınma Teorisi: “Adil Entegrasyon”. İstanbul: Pinhan Yayıncılık, 213 sayfa, ISBN:9786059460767.

Yazar Gülay Uğur Göksel, Bilgi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümünde öğretim üyesidir. Aynı zamanda Göç Araştırmaları Derneği (GAR) kurucu üyelerindendir. Türkiye’nin çeşitli illerinde Türk vatandaşlarının Suriyeli mülteciler algısı üzerine saha çalışmaları yapmıştır. “Göçmen Entegrasyonu ve Tanınma Teorisi: Adil Entegrasyon” isimli bu kitabı ile göçmen entegrasyonu sorununu eleştirel bir perspektifle ele almıştır. Kitapta, Türkiye’de göçmen entegrasyonu meselesi oldukça sıcak bir tartışma konusu olmasına rağmen bu alanda yapılan çalışmaların yetersiz olduğuna dikkat çekilmiştir. Dolayısıyla bu kitap daha eşitlikçi politikalar üretmek adına literatürde var olan “betimleyici” çalışmaların yanı sıra göçmen entegrasyonu meselesinin teorik bir perspektiften ele alınmasının ihtiyacını gidermeyi amaçlamıştır.(Göksel,2019 s. 5-6) 

Kitap, genel itibariyle Axel Honneth’in “Tanınma Teorisi” üzerine kurulu olduğu ve diğer siyaset felsefecilerin teorilerini analiz ettiği için göçmen entegrasyonu sorununa ve siyaset felsefesi terimlerine aşina olmayı gerektirir. Akademik bir çalışma olması bakımından dili açık ve net olmasına rağmen literatür taramasının verildiği bölümler örnek vaka incelemeleri yapılan bölümlere kıyasla okuyucudan daha fazla dikkat talep etmektedir. Benim fikrime göre, vaka incelemesi yapılan bu bölüm sayesinde ilk iki bölümün getirdiği soyut atmosfer dağıtılarak kitap, okuyucu için daha somut ve anlaşılır hale gelmektedir. Dolayısıyla vaka incelemesi bölümünün bir diğer getirisinin de kitabın okuyucu kitlesini genişleterek göçmen entegrasyonu meselesinde akademik çevrelerin ötesinde de bir duyarlılık yaratabileceğini düşünüyorum. 

Yazar, kitabı giriş ve girişi takip eden iki ana bölüme ayırmıştır. Kitap, giriş bölümünde entegrasyon kavramının akademik ve politik bağlamda incelenmesi ile başlamıştır. Birinci bölüm, “Adil Entegrasyon Teorisi” ismi ile çokkültürlülük ve tanınma teorisi üzerine yapılmış bir literatür taraması ve ele alınan teorilerin eleştirisi olarak kurgulanmıştır. “Örnek Vaka İncelemesi: Adil Entegrasyon Teorisi Uygulaması” isimli ikinci bölümde ise önceki bölümdeki teorik düzlem, Kanada’daki nitelikli göçmenler ve Türkiye’deki Suriyeli mülteciler üzerinden örneklenerek açıklanmıştır.

 

a) Giriş: Entegrasyon Nedir?

Entegrasyon, “çeşitlilik gösteren nüfus yapısının birleştirilmesi yoluyla ortak kimlik inşa etme ve çeşitli toplulukların sivil katılımı için kurum ve hizmetlerin ortak zeminini şekillendirme” (Göksel, 2019, s.16) olarak tanımlanmıştır. Bu bölümde ise entegrasyonun nasıl gerçekleşeceği sorununu okuyucunun daha iyi kavraması adına entegrasyona engel teşkil eden birkaç hususun altı çizilmiştir.

Her şeyden önce entegrasyon pratiklerinin asimilasyon ve çokkültürlülük skalasında gezindiğine dikkat çekilmiştir. Yazar, çokkültürlülük söylemlerinin entegrasyondan ziyade asimilasyona yaklaştığını örnekler yoluyla vurgulamıştır. Özellikle çokkültürlülük tartışmalarının tarihsel altyapısı verilerek ilerleyen bölümlerde çokkültürlülük eleştirisi yapılacağının sinyalini verilmiştir. Benim düşünceme göre, bu bölümde Kanada’ya dair çokkültürlülük stratejilerinin tarihsel ve politik arka planının verilmesi, vaka incelemesinde derinlemesine tartışılacak Kanada örneğinin daha iyi anlaşılmasına olanak sağlamıştır. Yazar, “çokkültürlülüğün resmi olarak benimsendiği bir ülkede bile çeşitliliğe yönelik kamusal tavır belirli olaylar ve hükümet değişiklikleriyle olumsuz etkilendiği için ‘entegrasyon’ terimi bazen gizli asimilasyon yanlısı duygularla yorumlanabilmektedir.”(Göksel,2019 s.21-22)  diyerek Kanada’nın çokkültürlülük söyleminin entegrasyondan ziyade asimilasyon perspektifine daha yakın olduğunu iddia etmiştir.

Yazarın entegrasyon idealine engel teşkil ettiğine inandığı bir diğer husus ise entegrasyon sürecinin göçmen bireylere “katı bir grup kimliği” ile ve tek taraflı olarak dayatılması sorunudur. Yazara göre, “entegrasyon külfeti göçmenin üzerindedir ve sivil entegrasyon tek yönlü bir süreçtir.”(Göksel,2019 s.25) Dahası, bu tek taraflı ve statik bakış açısı, bu meseleyi analitik bir şekilde ele almamızı engellemektedir. Yazar, bu bölümde bu sorunların altını çizerek ileride değineceği tartışmalara zemin hazırlar. İleriki bölümde Kymlicka’nın kültürel çeşitlilik yapılarına analitik bir göz ile bakarak “katı grup kimliği” sorununu çözmeyi amaçlar. Ayrıca yazara göre, göçmen entegrasyonu meselesini göçmen bakış açısıyla ele almak tek taraflılık sorununu çözmemizde önemli rol oynar.

Yazarın bu bölümde göçmen entegrasyonuna dair dikkatimizi çektiği bir diğer nokta ise ön plana çıkarılan güvenlik sorunu ve göçmenlerin sosyal uyuma zarar verdiği söylemleridir. Yazarın böylesine popüler söylemleri ele almasının yine okuyucu kitlesini genişletebileceğini düşünmekteyim. Yazar, bu iddialar ile “aslında daha önce hiç var olmamış, kayıp bir düzeni, sosyal uyumu kurtarmak” için göçmenlerin “günah keçisine” dönüştürüldüğü tespitini yapmaktadır.(Göksel,2019 s.30) Buna ek olarak yazar, popüler söylemde ön plana çıkarılan güvenlik sorunu ile göçmenlerin ulus devlet yapısını zedelediği varsayımının bağdaştırılmasını vurgulamaktadır. Dolayısıyla çözüm, göçmenlere asimilasyon yoluyla ulusal kimliğin “kazandırılması” olarak görülmektedir. Oysa yazara göre, “Ulusal kimlik, vatandaşlar arasındaki tek sivil bağ olarak görüldükçe göçmenler son derece tehdit oluşturan potansiyel istilacılar olarak algılanacaktır.”(Göksel,2019 s. 30) Bu sebeple yazar, okuyucuyu sosyal uyum ve güvenlik gibi popüler söylemlerin göçmen entegrasyonu idealini gerçekleştirmede oynadığı yıkıcı “ideolojik rolü” sorgulamaya davet etmektedir. Göksel, şu sözler ile kitabın ana gayesini ortaya koymaktadır:

“Bu çalışmada, göçmenlerin sosyal ve politik entegrasyonu meselesinin ulusal kimlik ve sosyal uyum görüşünün ötesinde olduğu ve demokratik adalet bakış açısıyla yaklaşılması gerektiği savunulmaktadır.”(Göksel,2019 s. 32)

 

b) Birinci Bölüm: Adil Entegrasyon Teorisi

Adil entegrasyon teorisi iki alt bölüm ile ele alınmıştır. Bunlardan ilki “Adalet Teorileri, Çokkültürlülük ve Tanınma Teorisi” isimli bölümdür. Bu bölümde adil entegrasyon teorisine temel teşkil eden literatür eleştirel bir biçimde sunulmuştur. Bu bölümde yazarın üzerinde durduğu temelde iki nokta vardır. Bunlardan ilki, giriş bölümünde de ele alınan göçmen entegrasyonu meselesine katı grup kimliği perspektifinden bakılması sorunudur. Yazar, Honneth dışındaki diğer filozofların tanınma teorilerinde “katı kültürel grup şartlarını” vurguladıkları için bu görüşleri göçmen entegrasyonu için uygun bulmamaktadır. Yazara göre, göçmen entegrasyonu meselesine katı grup kimlikleri perspektifinden değil de bireysellik bakış açısıyla yaklaşılması gerekmektedir. Göksel, Axel Honneth’in tanınma teorisinin “özneler arası bağımlılığın sonucu olarak kişinin kırılganlığını” vurguladığı için en uygun tanınma teorisi yaklaşımının bu olabileceğini öne sürmektedir.(Göksel,2019 s. 57) Honneth’in tanınma teorisini yazarın alıntıladığı şu ifadeler ile özetlemek mümkündür: “Tanınma, bireylerin kişiliklerinin belirli yönlerinin çabalamaksızın hâkim sosyal etkileşim yöntemi aracılığıyla karşılıklı kabulüdür.”(Göksel,2019 s.61)

Yazar bu bölümde ikinci bir mesele olarak Honneth’in tanınma teorisinde üç temel alana dikkat çekmektedir. Çünkü Honneth’e göre ancak bu üç sosyal entegrasyon alanıyla karşılıklı tanınma mümkün olabilecektir. Söz konusu üç alan sevgi, haklar ve dayanışma olarak verilmiştir. Sevgi ve arkadaşlık, bireyin özgüven kazandığı alanlardır. Haklar ise bireyin yasal düzlemdeki güvencesidir. Üçüncü alan olan dayanışma için önkoşul olarak itibar gerekmektedir. İtibar, “toplumda kişilerin farklı özellik ve yeteneklerinin karşılıklı tanınması[dır].”(Göksel,2019 s. 67) Karşılıklı itibar ise bizi üçüncü bir alan olan dayanışmaya götürmektedir. Kitapta bu üç alanın sosyal entegrasyon için elzem olduğu savunulmuştur. Bu nedenle, entegrasyon sürecinin gerektirdiği “arkadaşlık ve kimlikler, devletin adil olarak dağıtabileceği kazançlar” olmadığı için entegrasyon görevini yalnızca devlete yüklemek yersizdir ve hatta “aktörleri dengesiz olarak güçlendirme eğilimi” olduğu için tehlikelidir de.(Göksel,2019 s. 54) Ancak yazara göre, “Çokkültürlülük yaklaşımı, entegrasyon sorununu kamusal alan sınırları içinde tutarak değişmez şekilde tanımlanmış göçmen grupların demokratik talepleri karşısında adaleti sağlama görevini temel olarak devlete bırakmaktadır.”(Göksel,2019 s. 44) Dolayısıyla bu bölüm, vaka incelemesi bölümünde ele alınan Kanada çokkültürlülük pratiklerinin göçmen entegrasyonu hususunda yetersiz olduğu analizi için okuyucuya teorik bir düzlem sunmuştur.

İkinci alt bölüm olan “Adil Entegrasyon Nedir?” kısmında yazar, konuya dair kapsamlı bir literatür verdikten sonra adil entegrasyonun katı grup kimliklerinden ziyade göçmen bireyler için kamusal düzlemin ötesine de geçen bir entegrasyon modeli olduğunu öne sürmektedir. Dahası, bu modelin göçmen entegrasyonu meselesini popüler söylemlerin odağından kurtararak adalet perspektifine çektiğini belirtmektedir. Bu tartışmanın güçlü yönlerinden biri ise literatürden farklı olarak göçmen entegrasyonu meselesinin hem bireysel hem de kültürel ölçekte ele alınmasıdır. Bu bölümün temel vurgusu ise göçmen entegrasyonu meselesinin asimilasyon ya da uyumdan ziyade “göçmenlerin kendilerini gerçekleştirmeleri sonucunda özsaygı ve öz itibar elde ettikleri bir süreç olarak” görülmesi gerektiğidir.(Göksel,2019 s. 113)

 

c) İkinci Bölüm: Örnek Vaka İncelemesi- Adil Entegrasyon Teorisi Uygulaması

Yazar, bu bölümde iki örnek vaka incelemesi yapmıştır. İlki Kanada’daki nitelikli göçmenlerin sosyo-ekonomik entegrasyonunun incelenmesidir. Çokkültürlülük politikalarının resmi olarak kabul edildiği ve pratikteki uygulamalarının dünyaca takdir gördüğü bir örnek olarak Kanada’nın seçilmesi, çokkültürlülük söyleminin her zaman entegrasyona tekabül etmeyeceğinin gösterilmesi için manidardır. Bu bölümde temel iddia Kanada’daki –Birleşik Krallık ve Amerika Birleşik Devletleri dışından gelen- nitelikli göçmenlerin yurtdışı eğitimlerinin ve tecrübelerinin yok sayılması ve(ya) değerinin düşürülmesi yoluyla göçmenlerin sosyo-ekonomik entegrasyonunun engellendiğidir.

Yazar, bu vaka incelemesine konu olan göçmen kategorisini keskin sınırlar ile belirlemiştir. Ayrıca çalışmanın “ırksal azınlıklara ait göçmenler ve herhangi bir milliyetten kadın göçmenlerle ilgili daha güçlü bir duruşa” sahip olduğunun belirtilmesi, seçilen göçmen kategorisinin zayıf noktalarını göstermesi açısından önemlidir.(Göksel,2019 s. 135) Dolayısıyla bu zayıf noktalar ileriki çalışmalarda giderilmeli ve söz konusu iddialar yeniden incelenmelidir. Diğer yandan, mercek altına alınan grubun böylesine keskin sınırlar ile belirlenmesine rağmen Birleşik Krallık ve Amerika Birleşik Devletlerinden gelen göçmenlerin çalışmaya dâhil edilmemesi iddiaların güvenirliliğini zedelemektedir. Vaka analizi boyunca diğer göçmenlerin, Birleşik Krallık ve Amerika Birleşik Devletlerinden gelen göçmenlerin aksine sosyo-ekonomik ayrımcılığa maruz bırakıldığı iddia edildiğinden böyle bir iddia bu iki grubun çalışmaya dâhil edilmesi ile kanıtlanmalıydı.  Dahası, yazarın kendi deneyimlerinden yola çıkması her ne kadar bizi göçmen perspektifine yaklaştırsa ve söz konusu durumun daha iyi betimlenmesini sağlasa da yazarın nesnelliğine gölge düşürdüğünü düşündürmekte. Bu sebeple yazarın nesnelliğinin muğlaklaştığı noktalarda daha çok ankete başvurulması iddiaların güvenilirliğini güçlendirebilirdi.

İkinci vaka incelemesi ise Türkiye’deki Suriyeli mültecilerin entegrasyonu meselesidir. Yazara göre, hâlihazırda 3 milyondan fazla Suriyeli mülteciyi barındıran Türkiye hem yasal hem de ekonomik açıdan bu mültecilerin Türkiye toplumuna entegrasyonu açısından ciddi engeller barındırmaktadır. Bunlardan ilki Suriyeli mültecilere yönelik yasal ve kamusal söylemin tutarsızlığıdır. Yasal söyleme göre Suriyeliler mülteci değildir ve geçici koruma statüsündelerdir. Bununla birlikte, yasal olarak “göçmenler ve toplumun karşılıklı olarak birbirlerini anlamasıyla sonuçlanacak istemli bir uyum” öngörülmektedir.(Göksel,2019 s. 190) Dolayısıyla yazar, yasal söylemin göçmen entegrasyonu meselesine hak odaklı yaklaştığını belirtmektedir. Tüm bunlara rağmen Göksel’e göre, devlet yetkililerinin kamusal söylemi bu uyum anlayışından oldukça uzaktır. Örneğin, sıklıkla Türk misafirperverliği övülerek Suriyeli mülteci sorununun geçici bir durum olduğu telkin edilmektedir ve bu durum Suriyeli mültecilerin Türkiye toplumuna entegrasyonunu olanaksız hale getirmektedir.

Suriyeli mültecilerin entegrasyonuna olumsuz yönde etki eden diğer bir durum ise bu mültecilerin “Türkiye ekonomisini olumsuz etkilediği ve yüksek işsizlik oranına sebep olduğu” söylemleridir.(Göksel,2019 s. 198) Ancak yazar, çeşitli istatistiki veriler sunarak bu hususta önemli bir etkinin gözlenmediğini belirtmektedir. Nitekim yazar, Suriyeli mültecilerin kayıt dışı istihdamı sebebiyle kısıtlı zamanlarının olmasını Türkçe öğrenmelerinin önünde önemli bir engel olarak göstermiştir. Bu durum Suriyeli mültecilerin ekonomik entegrasyonunun yanında sosyal entegrasyonlarını da zorlaştırmaktadır. Ek olarak yazar, Türkiye’deki Suriyeli mültecilere yönelik kullandığı verilerin güvenilirliği açısından okuyucuyu uyarmaktadır. Dolayısıyla bu hususta daha çeşitli ve kapsamlı veri kaynaklarını içeren çalışmalar ile bu iddiaların yeniden incelenmesi gereklidir.

Göçmenlere yönelik vaka analizlerinin belki de en güçlü yönlerinden biri, bu bireylerin yaşadıkları sorunların psikolojik sağlıklarına etkisinin yeterince detaylı bir biçimde verilmesidir. Bu durum, yazarın kitabın en başında amaçladığı göçmen entegrasyonu meselesine göçmen bakış açısı ile bakılması fikrine uygun düşmektedir. Ayrıca göçmen deneyimlerinin sosyo-ekonomik ve psikolojik boyutlarının irdelenmesi kitabı daha disiplinlerarası bir boyuta sokmakta ve göçmen entegrasyonuna dair daha fazla disiplinlerarası çalışmanın yapılmasının gerekliliğini ortaya koymaktadır.

 

d) Sonuç

Genel olarak bakıldığında, göçmen entegrasyonu meselesi hem tanınma teorisi ve çokkültürlülük söyleminin teorik arka planı incelenerek hem de vaka analizleri ile “adil entegrasyon” teorisinin uygulaması yapılarak tutarlı bir biçimde tartışılmıştır. Bu kitap okurlarını, var olan statik göçmen kavramını, çokkültürlülük pratiklerini, baskın yaklaşımları ve en nihayetinde göçmen entegrasyonunun nasıl gerçekleşebileceğini sorgulamaya davet etmektedir. Ancak kitapta siyaset felsefesine dair bazı tartışmalar derinlemesine incelendiğinden kitabı okumadan çokkültürlülük ve tanınma teorisine dair bazı ön okumalar yapmak yerinde olacaktır. Bu kitap, tartışmalara aşina olan ilgililer ve göçmen entegrasyonu alanında disiplinlerarası akademik çalışmalar yürütmeyi amaçlayanlar için değerli bir kaynak olacaktır.

 

BÜŞRA KAPLAN

Göç Çalışmaları Stajyeri

 

Kaynakça

Gülay Uğur Göksel. (2019). Göçmen Entegrasyonu ve Tanınma Teorisi: “Adil Entegrasyon”. İstanbul: Pinhan Yayıncılık

Ides of March (2011)

Ides of March (Türkçe çevirisi ile “Zirveye Giden Yol”) filmi George Clooney’nin hem yönetmenliğini yaptığı hem de oyuncu kadrosuna dâhil olduğu 2011 yapımı politik- dram türünde bir Amerikan filmidir. Film pek çok saygıdeğer sinema ödülüne layık görülmüştür ve bu başarısının arkasında filmin oyuncu kadrosunun (Ryan Gosling, Paul Giamatti, Marisa Tomei ve Philip Seymour Hoffman gibi) etkisinin büyük olduğu bir gerçektir.

Özet olarak, film Amerika Birleşik Devletleri’nin Ohio eyaletinde başkanlık seçimlerinde iki adayın başkan olmak için verdikleri mücadeleyi anlatmaktadır. Film, ABD’deki federal sistemin işleyişi hakkında, siyasete karşı ilgisi olmayan kişilere dahi, temel bilgi verme niteliğini taşımaktadır. Federalizmin temel özelliği egemenliğin paylaşılması fikridir[1]. Bu nedenle Amerika seçimlerinde eyalet bazında gerçekleşen seçimler oldukça önemlidir. Ayrıca güncel Amerikan siyaseti içerisindeki etkin iki siyasi partinin (Demokratlar ve Cumhuriyetçiler) arasındaki çekişmenin sadece başkan adaylarının hayatlarını değil aynı zamanda çalışma ekiplerinin de gerek özel gerekse profesyonel hayatlarını derinden etkilediğini gözler önüne sermektedir.

Demokrat görüşe sahip Vali Mike Morris (George Clooney) karakteri eyalet bazındaki ön seçimlerden galip çıkarak başkanlık koltuğuna oturmayı hedeflemektedir ve bu hedefini gerçekleştirmek için kendisine alanında yetkin bir siyasi danışman ekibi oluşturmuştur. Film boyunca görüldüğü üzere, Amerikan siyasetinin entrikalı atmosferi hem Vali’yi hem de danışmanlarını fazlasıyla kendi içerisine çekmiştir. Bu açıdan Ides of March, izleyiciye Amerika’daki seçim süreçlerinde dönen entrikaları akıcı diyaloglar ve güçlü bir olay örgüsü dâhilinde sunmuştur.

Filmde Steven (Ryan Gosling) karakterinin idealist bir siyasi danışman olarak kazanma hırsı seçim sürecinin her aşamasında işlenerek izleyiciye sunulmuştur ve bu kapsamda izleyiciye “Başarıya giden yolda her şey mübah mıdır?” sorusu yöneltilmiştir. Steven’ın hırslı karakter yapısı – filmin afişinden de görülebileceği üzere – onu asıl başrol gösterecek kadar detaylı şekilde işlenmiştir.

Filmde siyasetin kişiler üzerindeki gerek kurumsal gerekse bireysel dönüştürücü etkisi erdem kavramı üzerinden işlenmiştir. Vali Morris karakterinin, kampanyanın başındaki dürüst ve doğrucu tavrı filmin ikinci yarısında farklı bir yöne evrilmiştir. Ayrıca basın ve medya kanallarının siyaset üzerindeki etkisinin bazen destekleyici bazense tehlikeli olduğu da New York Times muhabiri Ida Horowicz (Marisa Tomei) karakterinin haber hazırlama sürecinde istediği bilgilere erişebilmek için Steven’a karşı şantaj uygulaması üzerinden izleyiciye sunulmuştur.

Filmde Vali Morris ile danışmanı Steven’ın seçim sürecindeki ilişkileri üzerinden en çok öne çıkan kavramlar ihanet ve sadakattir. Bu noktada, filmin isminin kaynağını da incelemekte fayda vardır. “The Ides of March” aslen Latince bir tabir (Eidus Martiae[2]) olarak “Mart’ın ortası” anlamına gelmektedir. Bu tabirin önemi, 15 Mart M.Ö. 44 tarihinde Sezar’ın Brütüs’ün ihanetine uğrayarak suikast sonucunda öldürülmesidir. Öyle ki konu Shakespeare’in Julius Caesar isimli oyununda kâhin karakterinin Sezar’a yönelttiği “Beware the ides of March!” repliği ile tiyatro izleyicisinin de hafızasında yer edinmiştir.

Son olarak, Ides of March, gerek siyaset ile doğrudan ilgilenen gerekse siyasete karşı ilgisi olmayan sinema izleyicileri için keyifli bir yapımdır. Güncel siyasete dair minimum düzeyde aşinalığı olan bir kişi dahi, filmde 2008 Amerikan genel seçimlerine gönderme yapıldığını; Vali Morris’in demokrat bir aday olması ve seçim kampanyasında 2008 seçimlerinde Obama’nın kullandığı afişlerin benzeri afişleri kullanması üzerinden yorumlayabilir.

Ecenur GÜVENDİK

Sivil Toplum Okumaları Staj Programı

Kaynakça

[1] Heywood, Andrew (2012). Siyaset, Adres Yayınları, 2012, s. 217.

[2] Anscombe, Alfred (1908). The Anglo-Saxon Computation of Historic Time in the Ninth Century. British Numismatic Society. s. 396.