Home Blog Page 94

Truva (2004)

Homeros’un 15 bin satırı aşkın İlyada destanında bahsedilen Truva Savaşı’nın gözler önüne serildiği bu filmi realist bakış açısıyla analiz etmek mümkündür. Başta aşkın tetiklediği bir savaş olarak göze çarpan bu savaşın ardında yatan sebep bunun da ötesindedir. Filmin ilk sahnelerinde Truva kralı Priam tarafından Sparta kralı Menealus ile iki devlet arasındaki barışı imzalamak amacıyla oğulları Hector ve Paris’in gönderilmesi bir sulh ortamının yaratılması amaçlamıştır fakat bu sulh ortamı Prens Paris’in Spartalı güzel Helena’yı Truva’ya giden gemiye alması üzerine bozulmuştur ve bu durum savaşı kaçınılmaz kılmıştır. Gururun, kıskançlığın, hırsların ve milliyetçiliğin yönlendirdiği bu savaş yüzyıllar sonra bile geride bıraktığı yıkımlar ve doğurduğu yeni medeniyetler dolayısıyla ölümsüzlüğe kavuşmuştur.

Realist teoride devletler üstü bir yapı yoktur ve uluslararası ortam anarşiktir, her devlet birbirleriyle varoluş mücadelesindedir, hayatta kalmak ve bekayı sürdürebilmek asıl gayedir (Donnelly, 2008). Realizmin düşünürlerinden Tukididis ve en eski örneği olan  Peleponez savaşının değerlendirilmesine bakacak olursak, Peloponez Savaşında general Tukididis, savaşların nedenlerini ve siyasi liderlerin politikalarını incelemiş  geçmişten dersler çıkarmayı amaçlamıştır. Tukididis, Peloponez Savaşlarının Sparta’nın gücünü ve egemenliğini kaybetme korkusundan Atina’ya saldırdığını aktarmıştır, Realizm felsefesinin temel düşüncesi burada kendisini göstermiş, bulunduğu sistemde devletlerin mutlak güçlü ve hâkimiyet sahibi olmak istemesi Realist devletin önceliğini oluşturmaktadır. (Viotti ve Kauppi Uluslararası İlişkiler ve Dünya Siyaseti) Filmde ise bunu Peleponez ligi ve başı Sparta olarak değil; Yunan ligi ve başı Miken olarak, Atina değil Truva olarak değerlendirebiliriz.

Realizmin insan doğasından kaynaklanan güç isteğini ve sürekli bir mücadele içerisinde bulunduğunu ve insanın bu yapısının devletlere yansıdığı; bu nedenle devletlerin aynı güç arayışı içerisinde olduğunu, diğer devletlerle mücadele içerisinde bulunduğunu ve devletin çıkarları söz konusu olduğunda ahlak değerlerini devletin çıkarları için geri plana çektiği bilinmektedir. Realizmde ahlak kurallarına bakılmaksızın devletin çıkarını düşünmek gereklidir. Realizmin önemli düşünürü Makyavelli’nin savunduğu gibi kendisi siyasetin ahlakının olmadığını oldukça kitabı Prens’te oldukça vurgular, Filmde anlayacağımız üzere kendi kardeşini ve askerlerini kendisine rakip olarak gördüğü özgür Truva’yı domine etmek için feda eden bir adamın şahsi egemenliğine tehdidi ortadan kaldırma mücadelesi denebilir. Savaşın ilerleyen kısımlarında hırsından geri çekilmeyen bir adamın tek korkusunun ve geri çekilmeme nedeninin boyunduruğu altındaki diğer devletlerin isyan edip ona karşı gelebileceği potansiyeli olmuştur, bu bir varoluş mücadelesidir.

Truva filminde de Miken kralı Agamemnon’un çevredeki bütün diğer krallıkları kendine bağlaması ve onları domine etmesi aynı Sparta gibi komşuları üzerlerinde edindiği gücün simgesidir. Truva, Agamemnon’dan uzak ve ona karşı koyabilecek güçtedir, iki tarafta Ege Denizi üzerinde ticari faaliyetlerde bulunaktadır fakat Truva bulunduğu konum dolayısıyla Yunan kolonilerin dışında Anadolu’dan gelen malların da geçiş noktasında bulunmaktadır. Karadeniz ticaretinin kontrolünü boğazlardan sağlamaktadır, yani doğunun ve batının kesişim noktasında yer alan bir ticari merkezdir. Agamemnon kurduğu hegemonik yapıya gördüğü tek tehdit Truva’dır, çünkü Truva ondan bağımsızdır ve ekonomik olarak Miken krallığının dengi dolayısıyla rakibidir. Menalaus’un yardım istemesi, bu tehditi ortadan kaldırmak için ihtiyaç duyulan bahanenin zeminini oluşturmuştur.

Diğer karakterlerin gözünden bakacak olursak hepsi için bu savaşın ayrı önemi vardır; Helen, Menealus’un eşidir ve eşinden, oradaki olmayan benliğinden kurtulup kendine yaşama sevincini geri veren Paris’le birlikte Truva’ya gitmiştir. Paris, genç ve yakışıklı olduğunun farkındadır ve kendisiyle aynı yaşta olan Helen’e aşık olmuştur. Paris’in gözünden savaş sadece aşktan ibarettir. Hektor ise krallığının koruyucusu olarak, üzerine düşen bütün görevleri yapmıştır. Sadece Yunanlılarla değil, kardeşinin bilinçsiz aşkıyla ve babasının körü körüne tanrılara bağlılığıyla da savaşmıştır. Yapıcı taraf olması da dikkat çekicidir. Ancak babasına ve babasının mistik düşüncelerine karşı gelememiştir. Aşil ise kusursuz savaşçıdır. Tanrıça bir annesi ve ölümsüz bir bedeni vardır. O, ülke veya menfaat için değil, sadece kendi onuru için savaşır.

Menealus’un hırsı ve kıskançlığı ile başlayan bu savaş maalesef yine onun ölümüyle sonlanmamıştır. Hektor’un kardeşini korumak için kendisini öldürmesi üzerine ağabeyi Miken Kralı Agamemnon savaşın seyrine yön vermiştir ve ordusunu Truvalılara saldırması komutuyla harekete geçirmiştir. Onun esas amacı Truva’nın sahibi olmak ve deniz ticaretine hakim olmaktır.

Kaynak: http://www.maicar.com/GML/MapAchaeansTrojans.html

Yukarıdaki haritada dönemin siyasi biçimi gözler önündedir. Yunan yarımadasında fetihlerini gerçekleştirmiş ve bütün devletleri boyunduruğu altına alıp bir hegemonya oluşturan Agamemnon, deniz ticaretinin en önemli noktasında bulunan Truva için savaş hazırlıklarına başlamıştır. Saldırgan realizm modeliyle bunu sağladığı şartlar bakımından bağdaştırabiliriz, bu şartlardan en önemlisi devletlerin stratejik ve rasyonel aktörler olup, hayatta kalmalarını sağlayacak bütün adımları atmaktaki kabiliyetleri ve iradeleriyle açıklanabilir. Kurulmak istenen düzenin dışında kalan Truva ise buna en büyük tehdidi oluşturuyordu ve ilerde durdurulması şarttı, ancak bu istila Truva’nın yok oluşuna sebep olmuştur.

Göründüğü üzere İlyada Destanı’nda ortada somut olarak tek bir savaş “Truva Savaşı” gibi görünse de aslında bu savaşa katılan herkesin ayrı ayrı verdiği bir savaş vardır. Bu da savaşı ve savaşanları ölümsüz kılan ve hala konuşulmasına neden olan en önemli etmendir, fakat realist bakarsak bu bir varoluş ve hegemonya mücadelesiydi, Hegemon bu savasın neticesinde boyunduruğu altındaki devletler üzerinde gücünü konsolide etmiş, düşmanlarına korku salmış, rakibini elemiş ve tek süper güç olmuştur.

Mustafa Yağız KIROĞLU

Sivil Toplum Okumaları Staj Programı

Kaynakça :

  1. Donnelly, J. (2008). Realizmin Etiği. The Oxford Handbook of International Relations. Oxford University Press.
  2. http://www.maicar.com/GML/MapAchaeansTrojans.html
  3. Viotti, P. R., Kauppi M. V. (2014). Uluslararası İlişkiler ve Dünya Siyaseti. Nobel Yayın Dağıtım.

 



 

CFR Makalesi: Biden’ın Seçilmesine Dair Dünyadan Perspektifler

0

Biden yönetiminin seçilmesi şüphesiz tüm dünyada yankı bulmuştur. Council of Councils’in (CFR) bu seçime dair dünyanın farklı yerlerinden uzman görüşleri derlemesinin çevirisini görüşlerinize sunuyoruz. Makalenin orjinal adı: Biden and The World: Global Perspectives on the U.S. Presidential Election

 

Fonteh Akum – İcra Direktörü Güvenlik Çalışmaları Enstitüsü (Güney Afrika)

ABD’nin Yeni Diplomatik Yapılanmasında Afrika İçin Fırsatlar

Amerikalılar ayrımcı bir şov adamı yerine tecrübeli bir devlet ismi ve devamlılık yerine de değişimi seçerken dünya, öngörülebilir çok taraflı ve diplomatik kazançlar elde etmeye çalışmaktadır. Seçilmiş Başkan Joe Biden, çok taraflılık ve diplomasiye yabancı olmamakla birlikte, uzun süren kariyeri onu ABD dış politikasının merkezine yerleştirmiştir.

Yurtiçi ve yurtdışında birbiriyle birleşen sorunlar göz önüne alındığında, ABD’nin kanıta dayalı politikaya, tutarlılığa ve sistematik eyleme geri dönmesi gerekmektedir. Bunun için de çetin bir dış politikanın yeniden başlatılması gereklidir.

ABD 2017’den beri, küresel çok taraflılığa karşı -Birleşmiş Milletlerin yetmiş beş yıldır karşılaşmış olduğu- en kuvvetli saldırıya liderlik etmektedir. ABD’nin Paris Anlaşması ve Kapsamlı Ortak Eylem Planı gibi büyük anlaşmalardan çekilmesi, belirsizliği ve sürekli değişimi teşvik etmiştir.

Ancak bu yakında değişebilir. Biden, çok taraflılığa ve kurallara dayalı uluslararası bir sisteme saygılı görünmektedir. Amerika’nın örnek bir ülke olması gerektiğine inanmaktadır. Küresel bir salgının zemininde Dünya Sağlık Örgütü ile çalışmak, enfeksiyonu önlemek ve bir COVID-19 aşısı üretme yarışını hızlandırmak için olumlu sinyaller gönderecektir.

Afrika ile ilişkileri yeniden kurmak için bu kıtayı Çin ile bir rekabet alanı olarak kullanmak yerine Afrika’nın potansiyeline ve zorluklarına odaklanmak için bir yöntem değişikliği gerekmektedir. Biden demokratik yönetişimi sürdürebilmek için, eski Başkan Barack Obama’nın Afrika Birliği’ni destekleme mirasını sahiplenebilir. Cezayir ve Sudan’daki kırılgan geçişlerin ardından, buralarda yönetişimi iyileştirmeye ve sivil iktidar değişimi sürecine ortak olmak için açık bir fırsat bulunmaktadır.

Terörle yapılan mücadele, Sahel, Çad Gölü Havzası ve Somali’de yapıcı sonuçlar doğurmuş ancak terörist grupları tümüyle ortadan kaldırmamıştır. Washington’ın Afrika devletlerine verdiği terörle mücadele desteğinin yeniden değerlendirilmesi, daha kapsamlı yaklaşımlara öncelik verebilir.

Büyük Etiyopya Rönesans Barajı anlaşmazlığında eşitlik ilkeleri ve uluslararası hukuktan yararlanarak tarafsız bir arabuluculuk sağlandığı takdirde, bu durum ilgili tüm taraflar için çift taraflı kazanç şeklinde sonuçlanacaktır.

Amerika Birleşik Devletleri muhtemelen yeni diplomatik yapılanmasını hızlandıracak müttefikler bulacak, ancak aynı zamanda Orta Doğu’dan Doğu Akdeniz’e kadar her yıl devam eden ve ortaya çıkan sorunlara sürdürülebilir çözümler üretme konusunda çok ciddi zorluklarla karşılaşacaktır. Bununla birlikte, dünya yeni bir başlangıç için hazırdır.

 

Ricardo Alcaro – Araştırma Koordinatörü ve Küresel Aktörler Programı Başkanı, Uluslararası Çalışmalar Enstitüsü (İtalya)

Avrupa’nın ABD Desteğiyle Daha Fazla Özerklik Sağlama Şansı

Başkan Donald J. Trump’ın yeniden seçilememesi, birkaç bölgeyi Avrupa’dan daha fazla etkileyecektir. Başkan Trump’ın Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü gibi ittifakların Amerika Birleşik Devletleri’ne fayda sağlayacağından kuşku duyması ve Avrupa entegrasyonunu küçümseyen tavırlar sergilemesi, AB ülkelerini -özellikle Almanya’yı- “ABD’den yararlananlara’’ yönelik tiratlarının hedefi haline getirdi.

Joe Biden yönetiminde tüm bunlar ne kadar farklı olacaktır? Elbette yüzey biraz süreklilik gösterecektir. Biden yönetimi Çin’e karşı yine geri adım atmayacaktır, Rusya’ya karşı bu konuda daha da istekli olacak ve İran’ı kontrol altında tutmak için de henüz açık olmayan diplomatik kanalları tercih edecektir. Buradaki temel fark ise, Biden’in transatlantik ittifakını canlandırmaya ve tüm bu konularda AB ile iş ilişkisi kurmaya yatırım yapacak olmasıdır.  Avrupa’dan gelen mallara gümrük tarifeleri uygulama konusunda daha az istekli olacak ve Avrupa kurumlarına sınır ötesi yaptırımlar uygulamasından kaçınacaktır. Ayrıca, özellikle iklim değişikliği ve küresel ekonomik yönetişimi olmak üzere çok taraflılık çabalarında Avrupalılarla yeniden bağlantıyı güçlendirecektir. Son olarak, Avrupalıların savunmaya daha fazla harcama yapması için baskı yapacak, ancak- Trump’ın aksine- Biden, Avrupa ülkelerinin Avrupa Birliği içindeki kaynakları birleştirme girişimlerine olumlu bakacaktır.

Paradoksal olarak, Avrupa için ana risk yine Avrupa’nın kendi içerisindedir, çünkü Avrupalılar, Amerika’nın yenilenen transatlantik taahhüdünü eski lider-takipçi ilişkisinin bir yeniden düzenlemesi olarak yorumlamak isteyeceklerdir. Ancak bu, COVID-19’un her şeyi mahvettiği ve giderek ABD-Çin rekabeti ile daha fazla şekillenen bir dünyada sürdürülebilir değildir.

Biden yönetimi, Avrupalılara karşılıklı güçlendirici dinamikler olarak stratejik özerklik ve transatlantik iş birliğini sürdürmek için tarihi bir fırsat sunacaktır. Avrupalılar bu şansı en iyi şekilde değerlendirmiş ve kendi gelecekleri için daha fazla sorumluluk almış olacaktır. Bunu diğer ABD başkanları, bu kadar hızlı gerçekleştiremeyebilir.

 

Steven Blockmans – Avrupa Çalışmaları Merkezi (Belçika)

Biden Demokrasilere Yeni Dengeyi Getirebilir

Demokrasi, dünyanın pek çok yerinde kabuğuna çekilmiş durumdadır. Freedom House ve diğer gözlemci grupların raporları, seçilmiş otoriter yönetimlerle birlikte demokratik özgürlüğün giderek azaldığını göstermektedir. Popülizm ve pandeminin birleşimi, 2. Dünya Savaşı sonrası düzeni düşüşe geçirmiştir. Biden yönetimin başa gelmesi, kuvvetler dengesini güçlendirip küreselleşmeyi yeniden yükselişe geçirebilir.

İç zorluklarla geçen ABD seçimlerine dair bütün şüphelere rağmen ülke demokrasisi ayakta kalmıştır. Bu sonuç başta Avrupa ülkeleri olmak üzere diğer demokratlara öncülük edebilir. Son gelişmeler şunu gösteriyor ki demokratik yollarla seçilen liderler çoğunluk oylarını anayasal sınırları aşmak, görünürde adil seçimlerle kendilerini yeniden kazandırmak için kullanmaktadırlar. Biden yönetimi radikal muhafazakârlık tarafından yavaşlatılmış olsa bile ABD’nin illiberal demokrasilere karşı uluslararası rolü ve baskısını hissettirecek ittifakların güçlenmesi kaçınılmaz olacaktır. Bu Avrupa Birliği için iyi bir haber olmakla birlikte bölge içinde otoriter eğilimlerin yıpratıcı etkilerini azaltacaktır.

Aynı zamanda Avrupalılar bu transatlantik ilişkilerin mevcut duruma geri döndüreceklerine dair kendilerini kandırmamaları gerekir. Her şey bir yana “America First” düsturu yerinde durmaktadır. Biden’ın başkanlık sözlerinde yeşil enerji yatırımlarına ağırlık vereceği, eğitim ve yeni ticaret anlaşmalarına ağırlık vereceği bulunmaktadır. Biden yönetimi, Dünya Sağlık Örgütü (WHO) ve Dünya Ticaret Örgütü (WTO) gibi çok taraflı kurumlarla birlikte ABD’nin konumunu güçlendirecektir. Bu Donald Trump’ın tek taraflı uygulamalarından sonra vakit alacak olsa bile dünya düzeninde buna dair inanışı yeniden uyandıracaktır.

 

Jose Otavio Bordon – Uluslararası İlişkiler Arjantin Konseyi Yardımcı Başkanı (Arjantin)

Biden’ın Başkanlığı: Çok taraflılığın ve Ulusal Uzlaşmanın Zorluğu

Joe Biden’ın son seçim zaferi ABD’nin ulusal birliğe odaklanan daha dengeli bir hükümet geliştirmesini sağlayabilir. Bu durum dünyanın geri kalanı için bölgesel ve küresel zorluklarda müttefiklerle ve dost hükümetlerle çalışma konusunda daha fazla isteklilik anlamına gelebilir.

ABD’nin Çin ile olan rekabeti dış politikanın kritik bir parçası olmaya devam edecektir. Güvenlik rekabeti devam edecek olsa da, Biden yönetimi muhtemelen ticari ve çevre konularında bir taahhüt ve uzlaşma stratejisi uygulamaya çalışacaktır. Her iki ülke de, ortak çıkarları ilgilendiren konularda bir miktar gelecek istikrar etmeye çalışmalıdır.

Biden yönetiminin aynı zamanda ABD’nin Latin Amerika ilişkilerini de geliştirmesi beklenmektedir. Biden, Barack Obama yönetiminde ABD-Küba diyaloğunun ayrılmaz bir parçasıydı. Biden’ın Dışişleri Bakanlığı iyi bir komşu olma eğilimine geri dönebilir. Ayrıca Avrupalı ortaklarıyla Venezuela’daki insani ve demokratik krizi çözmek için de yapıcı bir rol oynayabilir. 

Trump’ın Latin Amerika hakkında görüşleri; ticaret, göç ve Çin politikalarıyla iç içe geçti. Biden yönetimi, Çin’in bölgede artan önemi hakkında endişelenecek fakat daha müreffeh bir bölge sağlamak, siyasal yolsuzluk, insan hakları ve çevre konusunda elverişli bir bölge gündemi oluşturmak için mevcut tüm siyasi araçları kullanacaktır.

Biden aynı zamanda çok taraflı sistemi güçlendirme arzusunu da açıkça ifade etmiştir. Yine de yapısal ve yerel kısıtlamalar güvenlik politikası değişikliklerinin minimum düzeyde olduğu anlamına gelebilir. En son teknolojiye sahip bir ordunun Biden’ın stratejisinin temel unsurlarından olup olmadığı bilinmemektedir.

ABD’nin ticari ve çevre politikalarındaki değişiklikler hızlı bir şekilde ortaya çıkmayacaktır. Önceki statükonun altüst olması, gelecekteki idarenin, Çin ve diğer küresel ticaret ve finans ortaklarıyla daha iyi bir anlaşma yapılmasına olanak tanıyacaktır.

Peki Biden liberal bir liderliği küresel rekabet gücü çerçevesinde nasıl uygulayacak? Başlıca karşılaşacağı zorluklar ise çevresel kısıtlamaların gölgesindeki enerji rekabeti, otokratik hükümetler konusunda artan endişeler ve zayıf ülkeler üzerinde meşrutiyet kazanabilme kabiliyetidir.

Biden, salgın ekonomik iyileşme ve zehirli siyasi ortam konusunda zor kararlarla karşı karşıyadır. Geçişin belirsizliği, yönetimi sekteye uğratabilir.

 

Slawomir Debski – Uluslararası İlişkiler Polonya Enstitüsü Yöneticisi (Polonya)

Biden Orta Avrupa’yı, Orta Avrupa’da Biden’ı Tanıyor

Joe Biden’ın Amerika Birleşik Devletleri’nin kırk altıncı başkanı olarak seçilmesi, ABD-Avrupa stratejik ilişkileri ve Polonya-ABD münasebetleri için iyi bir haber. ABD’nin Kuzey Atlantik Savunma Paktı’ndan (NATO) geri çekilme ve Avrupa’yla olan bağlarını koparma tehdidi bundan böyle transatlantik ilişkilere bağlı kalmayacak ve Polonya güvenlik politikasını kurumsal bir krizden kurtaracaktır.

Biden, politik mirasını da beraberinde getirmektedir: Almanya’nın yeniden birleşmesi, tek parça ve özgür bir Avrupa’nın inşası, NATO’nun sınırlarını genişletme ve ABD’nin Orta ve Doğu Avrupa ile olan bağlarını güçlendirmesi, Biden’ın kişisel müdahalelerindendir.  17 Eylül 2009 yılı olan Polonya’ya karşı Sovyet saldırısının yıldönümünde Barrack Obama yönetimi, Polonya ve Çek topraklarında kurulacak olan ABD’nin füze-karşıtı savunma sistemi anlaşmasından taraflara herhangi bir uyarı dahi vermeden geri çekilmişti. Biden, bozulan ABD-Polonya ilişkilerini düzeltmek için derhal Varşova’ya gelmişti. Polonya’da bir ABD Hava Kuvvetleri müfrezesinin kalıcı olarak konuşlandırılması gerektiğini öneren ilk kişi de Biden’dı. ABD’nin Polonya ve NATO’nun doğu kanadındaki varlığını artırmayı hedeflediği politikası, Polonya’da daima farklı görüşteki partiler tarafından destek görmüştür.

Yeni gelen Biden yönetimi, uluslararası hukuka uyumu güçlendirmek için çaba gösterecektir. Polonya ve Avrupa Birliği’nin geri kalanı, istenilen müttefikler olacaktır. Polonya, Trump yönetimi altında Kırım’ın ilhakının transatlantik tarafından tanınmadığını doğrulamak için Dışişleri Bakanlığı ve Millî Güvenlik Konseyi’yle beraber çalışmıştı. Ayrıca Polonya, diğer AB ülkeleriyle birlikte İsrail’deki büyükelçiliğini Tel Aviv’den Kudüs’e taşımayı reddetmiş ve İsrail’in tek taraflı olarak Golan Tepeleri’ni kendi topraklarına dahil etmesini tanımamıştır. Son olarak dünya artık, yasadışı toprak ihlâlleriyle alakalı olarak tutarlı bir ABD politikasına güvenebilecektir.

Biden yönetimi, Amerikan politikasına kökten bir değişiklik getirecektir. Hem Joe Biden’ın temsil etmiş olduğu, Soğuk Savaş’ın sonunu gören nesil tarafından politikaları etkilenen son jenerasyon, hem de Başkan Yardımcısı Kamala Harris’in temsil ettiği demokratik değerlerin ve fikirlerin küresel zaferinin çağında erişkin politik yaşamına dahil olan ilk jenerasyon seçilmiş oldu. Bu, Amerikalı yeni nesil politikacılara; transatlantik ilişkilere, NATO’ya ve demokratik topluma bağlılık fikrini, aşılamak için son bir fırsattır. Polonya bu önemli hususta kesinlikle bir müttefik olacaktır.

 

Yasushi Kudo – The Genron NPO Düşünce Kuruluşu Başkanı (Japonya)

Uluslararası İş Birliğini Yenilemek

Japonya’daki birçok insan, 2020 ABD başkanlık seçimlerinin, demokrasi anlayışının bir testi olduğuna inanıyor.

Joe Biden’ın zaferi, Japon hükümetini bazı hayal kırıklıklarından kurtaracaktır. Geçen birkaç yılda Tokyo’nun diplomatik çabaları, eski Başbakan Shinzo Abe ile Donald J. Trump arasındaki kişisel ilişkiyle desteklenmişti. Lakin mevcut Japon hükümetindeki hiç kimse, Başkan Trump’la aynı istikamette çalışacak yeterliliğe sahip değildi. Seçim sonucu bu açmazın önüne geçiyor. Eski Başkan Yardımcısı Biden’ın seçilmesi dikkate alındığında, Japonya ve Amerika Birleşik Devletleri’nin, uluslararası iş birliği teşebbüslerini canlandırmak için birlikte çalışabilme şansı çok yüksek gözüküyor. Birincisi Biden, çok taraflı iş birliğini desteklemektedir. Birinci kadar önemli ikinci konu ise, Genron NPO tarafından eylül ayında yapılan yakın tarihli bir ankette, Japon halkının yüzde 70’den fazlasının küresel ayrılıktan ziyade uluslararası işbirliğini destekleyen görüşü savunduğunu ortaya koymasıdır.

Buna ek olarak Japonya’nın serbest ticaret, bulaşıcı hastalıklar ve iklim değişikliği ile ilgili konularda Biden yönetimini desteklemesi yüksek bir olasılıktır. Biden yönetiminin, Trump döneminde ayrılmış olduğu Trans-Pasifik Ortaklığına geri dönme kararı, son yıllarda gidilen istikameti değiştirmeye yardımcı olacaktır. Ayrıca Biden yönetimi, ABD-Japon ittifakını, küresel özgürlük ve demokrasi değerleri üzerine kurulu bir birliktelik olarak güçlendirecek ve aynı zamanda kurallara dayalı küresel liberal düzenin korunmasına yardımcı olacaktır.

 

Fyodor Lukyanov – Savunma ve Dış Politika Konseyi Başkanı (Rusya)

ABD Değerler Algısı ve Etik Çoğulculuğun Uzlaştırılması-

Biden başkanlığı, Birleşik Devletler’in kendisini değişen dünyaya adapte ettiği bir deneyin sonraki aşamasında başlayacak. Trump yönetimi, Soğuk Savaş sonrası dünyaya hakim olan söylemleri gözden geçirmek için ilk aşamada güçlü ve hatta kaba bir söylem ile idame ettirdi. Bu durum, büyük ölçüde olumsuz tepkilere neden oldu.

Biden yönetiminin, olumsuzlukları gidermek adına, daha yumuşak ve uzlaştırıcı yaklaşımlar kullanarak düzeltmesi gerekecektir. Yine de küresel liderlik kavramının yeniden nasıl yorumlanacağı ikilemi devam etmektedir.  Bu ikilem, ABD siyasi düşüncesinin kaçınılmaz bir parçası gibi görünüyor ama parçalanmış ve evrenselcilikten uzaklaşan dünyaya adapte edilmesi gerekmektedir. İkinci eğilim düzeltilebilir ancak uzun vadede tersine döndürülmesi mümkün olarak görülmemektedir. Çünkü birbirine bağlı ancak daha az küreselleşmiş ve daha çeşitli bir dünya ortaya çıkmaya başlamaktadır.

Bugün dünyadaki belirsizliklere bakıldığında ABD’nin daha aktif katılımı birkaç sektörde olumlu olacak ve şüphesiz diğer uluslararası aktörler tarafından memnuniyetle karşılanacaktır. Ortak fayda ve çeşitli kişisel çıkarlar arasında dengeye ulaşılması gereken bir alan, iklim değişikliğidir. Stratejik istikrar, ABD’nin vazgeçilmez olduğu başka bir alandır çünkü bu istikrarı korumanın ve güçlendirmenin yeni modeli, çok merkezli bir dünya için zorunludur. 

Önümüzdeki yıllarda ABD yönetimi için temel zorluk, Amerikan değerler algısına yönelik güçlü bağlılığı, uluslararası ilişkilerin bir sonraki dönemini şekillendirecek olan etik çoğulculuk ile uzlaştırmak ve yönetmektir. Küresel liderlik kavramı, sorunun nasıl ele alınması gerektiğine dair bir rehber değil, çeşitli çıkarlar arasında aracılık ve ılımlılık anlamına gelecektir.

 

Rohinton Medhora – Uluslararası Yönetişim Yenilik Merkezi (Kanada)

Daha Eşit Ama Yine de Kısıtlı, Çok Taraflı Bir Sistem

Pek çoğumuz Trump’ın süslü sözlerini ya da uluslararası ittifak ve sözleşmeleri göz ardı etmesini aramayacağız. Yine de, Trump ulusal ya da uluslararası düzlemde bu siyasi ortamı kendi başına yaratmamıştır. Kendisi bu siyasi ortamın bir ürünü olmakla birlikte buna bir dinamik kazandırmıştır. Seçimi kaybeden aday olsa da yine de yüzde 48 oranında bir halk oyu yakalamıştır. Yönetimi yakın zamanda tarihe karışacak olsa da, mevcut küresel ortam ve onun temelini oluşturan eğilimler varlığını sürdürmektedir. Özellikle Birleşik Devletlerde ve Batı Avrupa’da büyük kitleler kendilerini bugünkü küreselleşmenin mağduru olarak görmekte ve buna içerlemektedirler. Birçok ülkede iktidarlarını koruyan otoriter, popülist hükümetler, bu ve diğer nedenleri kullanarak yabancı düşmanlığını meşrulaştırmaktadır. Makine öğrenimi ve otomasyonla halihazırda yaygınlaşan, üretimin ülke içine taşıyan ve çevreye baskı yapmadan ekonomik büyümeyi amaçlayan politikalar COVID-19 ile sağlamlaşmış ve Çin’in yükselen gücüne rakip olmuştur.

Biden geleneksel ve dışa dönük bir dış politika benimsemiştir. Çevre yönetimini vurgulayan Paris Anlaşması, Kanada petrolünü ABD pazarına taşıyacak olan Keystone XL boru hattının onayının iptali anlamına da gelebilir.

Biden yönetimi, Birleşik Devletleri Trans-Pasifik Ortaklıklara -Trans-Pasifik Ortaklık için Kapsamlı ve İlerici Anlaşma (CPTPP)- orijinal anlaşmada bulunan ve küçük ülkelerin inovasyon destekleme kapasitelerini kısıtlayan bazı maddelerin tekrardan yürürlüğe girmesi şartı ile, tekrar dahil edebilir. Büyük teknoloji firmalarının yönlendirdiği ABD çıkarları, çift taraflı ve çok taraflı ticaret anlaşmalarıyla avantajı içeriye döndürme konusunda yumuşayacak gibi gözükmemektedir.

Birleşik Devletler, Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü (NATO) gibi ittifaklara ve Dünya Ticaret Örgütü (WTO) gibi çok taraflı kurumlara geçtiğimiz dört yılda verdiğinden çok daha fazla değer verecektir. Fakat Birleşik Devletler ve başka yerlerde mevcut olan uluslararasıcılığa olan kayıtsızlık göz önüne alındığında, bu dostane söylemin anlamı çok da belirgin değil. Bu, Kanada gibi küçük, açık bir ekonomi için, kısıtlı olsa da, daha eşit yetkilere dayalı bir sistemden elde edilen kazanımları, önemli ikili konulardaki kayıplara karşı dengelemek anlamına gelebilir. Tüm bunları göz önünde bulundurduğumuzda, gerek ikili ilişkiler gerek çok taraflı süreçlerde mevcut oyunun kuralları ve küresel istikrarın alternatifleri geride bırakması bakımından, bu olumlu bir gelişme sayılabilir. 

 

Ong Keng Yong

Yönetici Başkan Vekili, S. Rajaratnam Okulu – Uluslararası Çalışmalar (Singapur)

ABD-ASEAN Stratejik Ortaklığında Süregelen Sorunlar

Güneydoğu Asya ve bölgedeki örgütleri, Güneydoğu Asya Uluslar Birliği (ASEAN), Başkan Donald J. Trump’ın çoğu zaman ilgisi dahilinde değildi. Başkan, ASEAN konularıyla ilgilenme ya da ASEAN devletleriyle tartışma konusunda ülke içinde bir baskı görmedi. Güneydoğu Asya, Trump’ın büyük oyunları içinde tamamen önemsizdi ve başkanlığın ikinci dönemi kazandığı takdirde öyle olmaya devam edecekti.

Yine de Seçilmiş Başkan Joe Biden’ın zaferi, ne ABD’nin Güneydoğu Asya’ya verdiği stratejik önemi ne de ASEAN liderleriyle daha yakın ilişkileri garanti etmektedir. Çin, özellikle denizcilik alanında bölge hakimiyeti için uğraşmayı ve ASEAN liderlerinin ABD koruması altında baskıcı Çin’in dengelemek için birlikte oluşturdukları hassas çerçeveyi zayıflatmayı sürdürecektir.

Birleşik Devletlerden gelen söylem, oluşturacakları Çin politikasının iki partinin de desteğini alacağı yönünde. Üstelik, Biden’in kişisel karakteri Asyalı mevkidaşları için daha makul. Ayrıca Biden’in hem daha kurumsal hem de bölgedeki müttefik ve dostlarla uzun süredir devam eden ilişkileri bozma konusunda daha az istekli olduğu da söylenmektedir. Aynı zamanda, Güney Çin Denizi ve Hint Okyanusu başta olmak üzere, Çin’in Güneydoğu Asya’daki hamleleri, özellikle Amerika Birleşik Devletleri ve onun Hint-Pasifik’teki müttefiklerinin uzun vadeli stratejik çıkarları göz önüne alındığında özel bir kaygı ile gözlemlenmektedir. Demokrat Parti’nin otoriterlik olarak algıladığı politikalara karşı tavizsiz tutumu ve ASEAN üyesi bazı devletlerdeki ordunun rolü, Biden yönetimi Beyaz Saray’a yerleştiğinde Güneydoğu Asya’daki huzursuzluğu gün yüzüne çıkarabilir.

Öyle ki, bir sonraki ABD Başkanı’nın kim olacağından bağımsız, daha içine dönük bir Amerika ve daha agresif bir Çin ile belirlenen mevcut stratejik ortam, ABD-ASEAN stratejik ortaklığının ilerletilmesinde kayda değer sorunlar yaratacaktır.

 

Sam Roggeveen – Uluslararası Güvenlik Programı Yöneticisi, Lowy Enstitüsü (Avustralya)

ABD’nin Göreceli Gerilemesi Devam Edecek

Avustralya siyasi sınıfının ABD siyasetine yönelik takıntısı, Donald J. Trump başkanlığında eşi görülmemiş boyutlara ulaşmıştır. Avustralya medyasında yer alan ABD başkanlık seçimiyle ilgili haberler, medyanın altında kaldığı mali baskı göz önünde bulundurulduğunda tamamen abartılıydı.

Bu takıntı kısmen Trump’ın -kendi tarzında- büyüleyici bir  kişiliğe sahip olmasıyla açıklanabilir. Eğer kafanızı çevirirseniz, olağanüstü bir şey kaçırabilirsiniz. Bununla birlikte, Avustralya’da ABD siyasetinin büyüyen profili, Amerika’nın Avustralya meselelerini  etkileme kapasitesiyle doğrudan çelişkili haldedir. Avustralyalı politikacılar, gazeteciler ve yorumcular, Asya’da Avustralya’ya her zaman iyi hizmet eden baskın bir ABD varlığını ve iki devlet arasındaki ittifakı sürdürmek istiyor gibi görünmekteler. Başkan Joe Biden göreve geldikten sonra bile Amerika Birleşik Devletleri’nin göreceli gerilemesinin devam edeceği şeklindeki basit gerçeği kabul etmekte isteksizler.

Göreceli” kelimesi vurgulanmayı hak etmektedir. Amerika, dünyadaki en kabiliyetli orduyla büyük bir güç olmaya devam edecektir. Aynı zamanda çok geniş buluş rezervlerine ve genç, büyüyen bir nüfusa sahiptir. ABD toplumunda iddia edilen, derinleşen bölünmelerle ilgili ahlaki panik geçecektir.

Ancak Avustralya için kaçınılmaz gerçek, Çin’in ABD’nin yapabileceğinden daha hızlı büyümeye devam edecek olmasıdır.  Yakında Avusturalya, ABD’nin gayri safi yurtiçi hasılasını geride bırakarak dünyadaki en büyük ekonomi haline gelebilir ve bu büyüklükteki hiçbir ülke, rakibi yakın çevresine hakim olurken seyirci kalmaz. Bu bağlamda Çin de liderlik etmek isteyebilir.

Kurallara dayalı düzeni korumak ve Pekin’in liderlik eğilimine direnmekle ilgili gururlu retoriklerine karşın, Amerika Birleşik Devletleri baskın konumunu korumak için hiç ortak bir çaba göstermedi.  Biden, Amerika’nın Asya’daki tartışmasız üstünlüğünü yeniden tesis etmek için gereken türden büyük askeri kuvvetlendirmeye yönelik bir eğilim göstermiyor. Ve neden yapsın ki? Çin ile rekabet, Soğuk Savaş’tan daha maliyetli olacak ve belirsiz faydalar sağlayacaktır. En iyi ihtimalle, Amerika Birleşik Devletleri Çin’e karşı etkili bir denge ağırlığı olabilir ve Canberra, Washington’u böyle yeniden tanımlanmış bir role teşvik etmelidir.

 

Luis Rubio – Meksika Dış İlişkiler Konseyi Başkanı (Meksika)

Trump Mahmurluğu

ABD’nin kurucu ataları, Amerika Birleşik Devletleri’nin bir demokrasi değil, bir cumhuriyet olacağını açıkça belirtmişlerdir. Bu ayrım, Amerikan seçimlerindeki en tartışmalı unsurlardan biri haline geldi ve tüm dünyada, özellikle kırılgan demokrasilerde ve Trump’a yakın otoriterlerin önderlik ettiği ülkelerde, alay konusu haline gelmiştir. Medya Biden’ı kazanan ilan etse de Trump tehlikeli bir belirsizlik yaratarak bunu kabul etmemiştir. Seçim beklenenden çok daha yakın zamanda ispatlanmış ve uzun vadeli başlıca sonucu Amerika’nın yurt dışındaki en büyük varlığının, yumuşak gücün, daha fazla erozyona uğraması olacaktır. Son on yılda ABD, demokrasinin, liberal değerlerin ve piyasa ekonomisinin destekçisi, politikacılar onları istismar ederken ve Trump onları zayıflatırken imajını ve kurumlarını boşa harcamıştır.

Az sayıda ülke Trump’ın retoriğinden ve eylemlerinden Meksika kadar darbe almıştır. Trump, 2016 yılında Amerikan zararları için “Meksikalı tecavüzcüler“i suçlama kampanyası stratejisiyle başlayarak, Meksika’nın ekonomik olarak büyümesinde hayati bir faktör olan Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması’nda (NAFTA) değişiklikler yapmak için zorlamaya gitmiştir. Ekonomik etkileşim için kurallar oluşturmasına rağmen, NAFTA’nın değerini baltalayan yeni bir anlaşma üretmiştir: yatırımcılar için yasal ve politik kesinliktedir. Dört yıl daha benzer politikaların devamı olasılığı cazip değildir.

Şimdi ile Biden’ın 20 Ocak’taki göreve başlayışı arasında ne kadar hasar verileceği, Amerika Birleşik Devletleri’nin geleceği açısından çok önemli olacak.  Burada söz konusu, neredeyse kesin olarak Trump’ın geleneğe uymayı reddetmesiyle sınanacak olan Amerikan kurumlarının gücü olacaktır. Benjamin Franklin “Bir cumhuriyet, eğer elinde tutabilirsen.” demiştir. Dünya, bazı yerlerden kötü niyetle, ancak çoğunlukla ABD’nin bir kez daha demokrasinin ve kurumsal gücün parlayan bir ışığı olacağını ümit ederek izliyor olacaktır.

 

Abdulaziz Sager – Körfez Araştırma Merkezi Başkanı (Suudi Arabistan)

Körfezin Ekonomik Refah ve İstikrarini İlerletme

Körfez bölgesi ülkeleri, Joe Biden’ın başkanlık seçimi zaferinin ardından Amerika Birleşik Devletleri ile güçlü ilişkilere sahip olmaya devam edeceklerinden eminler ve halihazırda tebriklerini gönderdiler.

Suudi Arabistan ve Amerika Birleşik Devletleri, Beyaz Saray’daki siyasi partiden bağımsız olarak onlarca yıldır güçlü siyasi ve ekonomik bağlarını sürdürüyor. Aynı zamanda bu yıl, Başkan Franklin Delano Roosevelt ile Kral Abdülaziz arasında resmi ABD-Suudi ilişkilerini başlatan toplantının yetmiş beşinci yıldönümüdür. Körfezin ve Orta Doğu’nun istikrarı ve güvenliği için Biden yönetiminin bu ortaklığı ilerletmeye öncelik vermeye devam etmesi kaçınılmaz. Böyle bir çaba, İsrail-Filistin çatışmasına iki devletli bir çözüm için baskı yapma, İran’a füze programını ve bölgedeki askeri müdahaleciliğini ve yayılmacılığını sona erdirme taahhüdü vermesi için baskı yapma ihtiyacını içeriyor. Biden, İran’la nükleer programı konusunda yeniden müzakerelere girmeyi seçerse, nihai amaç bölgenin askeri nükleer silahlardan arındırılması olmalıdır.

Dahası, Biden’ın bölgedeki dış politikası, Yemen’deki Başkan Abed Rabbo Mansour Hadi’nin hükümeti gibi, yalnızca bölgedeki uluslararası kabul görmüş meşru hükümetlerle çalışarak hukuk ve düzeni desteklemelidir. Şiddet yanlısı devlet dışı aktörlere – özellikle Irak, Lübnan, Libya, Suriye ve Yemen’de – bir platform verilmesi, egemen hükümetlere zarar verecektir. Son olarak, Biden’ın dış politikası, terörle mücadele ve enerji konusunda işbirliği yapmaya, bölgedeki ülkelerle ticareti ve yatırımı derinleştirmeye devam etmelidir. Bu alanlarda şimdiden birçok başarı elde edildi. Joe Biden bu başarıları güçlendirerek ve genişleterek, Körfez’in ve Orta Doğu’nun ekonomik refahını ve istikrarını daha da ilerletme fırsatına sahiptir.

 

Elizabeth Sidiropoulos – Güney Afrika Uluslararası İlişkiler Enstitüsü Baş Yöneticisi (Güney Afrika)

Öngörülebilirliği, Güveni ve Güvenilirliği Yeniden İnşa Etmek

Dünyanın birçok bölgesi, Amerika’daki başkanlık seçimlerinin sona ermesiyle birlikte, Joe Biden’ın kazanan olmasından dolayı Amerika’da oluşabilecek daha sakin ve uygar bir ortam oluşması açısından oldukça rahatladı. Ancak, geçtiğimiz son dört yıldaki öngörülemezlik ve kargaşa ortamı kolaylıkla ortadan kaldırılamayacaktır. Amerika’nın itibarı ciddi bir hasar almış, güven ortadan kaldırılmış ve Amerika hakkındaki kötü algıların bazıları doğrulanmıştır. Neyse ki, dünya bu duruma göz yummadı.

Amerikan’ın yeni başkanı seçilen Biden’ın önünde Amerika’nın itibar sermayesini yeniden tesis etmek, ittifakları ve ortaklıkları yeniden kurmak ve muhtemelen ABD’yi çok taraflı sistemin garantörlerinden biri olarak eski durumuna getirmek gibi muazzam bir görevi bulunmaktadır. Bu bağlamda, düzeni tekrardan sağlayabilmek adına paralel hatlarda eş zamanlı eylemler gerekli olacaktır.

İlk olarak, yerel düzende, Biden COVID-19 salgınını kontrol etmesi, ırkçılığa karşı bir önlem alması ve Amerikan kurumlarının bütünlüğünü yeniden tasdik etmesi gerekmektedir çünkü iç düzendeki uyum ve refah, Biden’ın yurt dışındaki etki ve yumuşak gücü açısından ciddi bir önem taşımaktadır. İkinci olarak, uluslararası cephede, Biden yönetimi Dünya Sağlık Örgütü gibi çok taraflı organlarla yeniden ilişki kurmalı ve Paris Anlaşması’na yeniden katılmalıdır. Dahası, Biden yönetimi ilk yüz gününde yalnızca Avrupa ve Doğu Asya’daki müttefiklere değil, aynı zamanda Afrika, Asya ve Latin Amerika’daki diğer önemli bölgesel ortaklara da üst düzey bir siyasi düzeyde diplomatik erişim sağlamalıdır. Bu ülkelerin hiçbiri, sadece daha çok taraflı bir zihniyete sahip olan bir ABD yönetimi devreye girdi diye, son dört yılda yaşanan küresel yönetişim sorunlarının biteceğine inanmamaktadır. Ancak güveni, güvenilirliği ve öngörülebilirliği yeniden inşa etmek, küresel kurumların kendilerinin reforma ihtiyacı olsa bile, daha fazla uluslararası işbirliği için elzem olacaktır. Bu noktada, dünyanın istikrarlı, öngörülebilir bir Amerika Birleşik Devletleri’ne ihtiyacı var, tıpkı Amerika’nın gelişmek için daha öngörülebilir, istikrarlı bir dünyaya ihtiyacı olduğu gibi.

 

Johannes Thimm – Amerika Araştırma Birimi, Uluslararası ve Güvenlik İlişkileri Alman Enstitüsü (Almanya)

Çok Taraflılık Zor İş

Alman halkının çoğu ve Almanya liderleri, Joe Biden’ın son ABD başkanlık seçimlerindeki zafer haberine olumlu yönde tepkilerde bulundu. Avrupa’nın büyük bir kısmı, başkan seçilen Biden’ın müttefiklerle yeniden ilişki kurma ve Paris Anlaşması ve Dünya Sağlık Örgütü gibi çok taraflı forumlara dönme planlarını desteklemektedir.

Ancak, ABD’nin güvenilir bir aktör görüntüsü, farklı yönetimler altında sert yönde değişen dış politika çehresi nedeniyle oldukça zarar gördü. Son 20 yılın 12 yılı, çok taraflı işbirliğine derinden şüpheyle bakan başkanlar Beyaz Saray’ı “işgal” etti. Şimdi bile, seçilen Biden yönetimi, uluslararası dürtülerini paylaşmayan ve çok taraflı işbirliğini düşünmeyen bir kongre ile mücadele etmek durumunda kalacak. Amerikan seçmenler, geçmişle kıyaslandığında, uluslararası taahhütlerde daha az destekçi oldukları görülmektedir. Dahası, Washington’ın uluslararası örgütlere ve müttefiklere karşı uygulamış olduğu gündelik yaptırımlar önemli ortaklar arasındaki güvene zarar vermiştir.

ABD’deki liderlik geçmişe kıyasla, şu an oldukça çekişmeli bir konumda yer almaktadır. Uluslararası kulvarda Çin nüfuz kazanmaya devam ederken, öte yandan Rusya ve Türkiye gibi “hasis” rejimlerin sık sık askeri kulvarlarda diğer ülkelerin işlerine karışmaya devam etmişlerdir. Yine de, salgınları kontrol etmekten iklim değişikliğiyle mücadeleye kadar dünyanın en acil sorunlarıyla uğraşmak, farklı ilkelere sahip olabilecek hükümetlerle çalışmayı gerektirir.

Hızlı çözümler birer efsanelerdir. Yeni bir başkan için, bir sonraki yönetim tarafından kolayca geri alınabilecek bir yürütme eylemi yoluyla çok taraflı bir faaliyet telaşına girmesi bir şeydir. Bu, iklim değişikliğiyle mücadele gibi konularda başlangıçta gerekli olabilir, çünkü dünyanın zamanı azalıyor. Ancak, yürütme eylemi başlı başına bir strateji olamaz. Özellikle ABD’nin gücünün azaldığı şu dönemde, uluslararası işbirliğinin gerekliliğini ABD kamuoyunun kabul etmesi oldukça önemlidir. Birleşmiş Milletler ve BM’ye bağlı özelleştirilmiş kuruluşları, birçok sorunlarına rağmen, amaçlarını geride bırakmamışlardır ve bu BM reformu, yalnızca ABD’nin dış işlerindeki çıkarlarına hizmet etmek için var olan bir uzantısı haline dönüştürmek anlamına gelemez. Tıpkı Amerika’nın denetim ve denge sistemi gibi, çok taraflı işbirliği uzlaşmayı gerektirir. Uluslararası kuruluşlar, ancak üye devletlerinin çoğundan yararlanırlarsa hayatta kalırlar.

 

Amos Yadlin – Ulusal Güvenlik Çalışmaları Enstitüsü Yöneticisi (İsrail)

Ari Heistein – Ulusal Güvenlik Çalışmaları Enstitüsü Araştırmacısı ve Yönetici Ekibi Lideri (İsrail)

Yeniden Dengelenmiş bir ABD Orta Doğu Politikası Beklentisi

ABD’de yakın zamanda yapılan seçimin ışığında, Orta Doğu’daki uluslararası işbirliğinin ilerlemesi açısından seçilen başkan Joe Biden’ın ne gibi adımlar atacağı dikkate değerdir. Biden’ın beklenen Orta Doğu politikasının 3 temel hususu aslında Washington’da derinlemesine bölünmüş iki partinin anlaşmasına tabidir. Birincisi, sözde bitmeyen savaşları sona erdirerek ve yeni çatışmalardan kaçınarak bölgedeki ABD askeri varlığını azaltma arzusudur. İkincisi, İran’daki tehlikeli rejimin nükleer silah elde etmesine izin verilmemesi gerektiği kanaatidir. Üçüncüsü Körfez’den çıkan enerji akışını sağlama inancı, artık ABD’nin çıkarları açısından hayati bir önem taşımamaktadır. Bu ilkelere ek olarak, bölgedeki ABD politikasının daha fazla diplomasi ve daha fazla yük paylaşımını içerecek şekilde yeniden çalışılması gerektiği sonucudur.

Bununla birlikte, Birleşik Devletler’in maliyetli çatışmalarda sonsuza kadar çıkmaza girmesine gerek yoktur. Aynı zamanda bölgeyi aceleyle tamamen terk etmekten ve arkasında bir güç boşluğu bırakmaktan kaçınmalıdır.

Washington’un ortaklarıyla yeni ilişkiler kurmaya çalışarak Amerikan yanlısı bölgesel güvenlik mimarisini güçlendirme çabalarını üstelediği bir orta yol mümkündür. Örneğin: 2020 Abraham Anlaşmasını Suudi Arabistan gibi ülkeleri içerecek şekilde genişletmek, müttefikler arasında devam eden kavgalara, özellikle Katar ve Arap Dörtlüsü arasındaki sürtüşmeye aracılık etmek, ve İsrail ile Filistinliler arasında olanlar da dahil ancak bununla sınırlı olmamak üzere, acil ve kapsamlı kararların alınmadığı durumlarda müttefikleri ilgilendiren devam eden çatışmalardan kaynaklanan zararı sınırlamak gibi adımlar atılabilmesi mümkündür. Bazı durumlarda, Washington, bu hedeflere ulaşma çabalarının karşılıklı olarak güçlendirici olduğunu görebilir, örneğin, İsrail’in gelecekte iki devletli çözümünü koruyan ve daha da tehlikeli bir tek devlet gerçekliğine kaymasını önleyen adımları karşılığında İsrail ve Arap devletleri arasında normalleşmeyi teşvik etmeye devam etmek, Washington açısından güçlendirici bir durum olarak görülebilir.

 

Selim Yenel – Küresel İlişkiler Forumu Başkanı (Türkiye)

Dünya Yıprandı, Sıfırlanmaya İhtiyacı Var

COVID-19 salgını ve Başkan Donald J. Trump dünyayı ve hatta Amerika Birleşik Devletleri’ni bitap düşürdü. Dürüst olmak gerekirse, tüm söylemlere rağmen ABD dış politikasında son dört yılda dramatik değişimler görülmemiştir. Başkan Trump, ondan önce başlamış olan süreçleri, kendine özgün bir tarz ile hızlandırmıştır.

Küresel düzen yetmiş beş yıl önce ortaya çıktı, görünüşte özgecil görünümüne rağmen, aslında ABD hâkimiyetini sürdürmüştür. Bununla beraber, üzerinden on yıllar geçerken, ABD gittikçe uluslararası örgütlerle arası açıldı, finansal katkılarını geri çekti veya ABD’nin veya batı öncülüğünü takip etmeyen bu kuruluşlardan çekilmeye karar verdi. Bu kuruluşlar zamanla ABD için alakasız bir hale gelmiştir.

ABD öncülüğü, çoktan komünizm tehdidinin sona ermesiyle yavaşça ortadan kalkmaya başlamıştı. Dünya şu an bir lider eksikliği duruma gelmektedir. Pandemi bu durumu ortaya çıkarmaktadır.

Biden yönetimi başlangıçta Amerika Birleşik Devletleri’nin geleneksel rolünün izini sürmek için çaba gösterebilir. Biden tarafından yapılabilecek acil değişiklikler, kurallara dayalı çok taraflı bir sistemin yeniden oluşturulmasını içerebilir. Biden şüphesiz kutuplaşmış bir toplumu iyileştirmeye öncelik verecektir. Dış politika açısından da öngörülebilir politikalar sağlayacak bir Birleşik Devletler’e olan güveni yeniden tesis etmesi gerekecektir.

Bununla birlikte, uluslararası sistemin sıfırlanması gerekmektedir. Sadece ulusların değil, aynı zamanda özel kurumların ve sivil toplum kuruluşlarının da dâhil edilmesi gerekmektedir. Dünya değişti ve akabinde birçok ülkenin uluslararası düzeni takip etmekten kaçındığı bölgesel tımarlıklar yarattı. Bu, bazı bölgesel güçlerin saldırgan politikalarını cezasız bir şekilde sürdürmelerine yol açar. Yeni bir sistem daha adil ve sürdürülebilir bir fikir birliği gerektirir. En önemlisi, bir kez daha işbirliği ve işbirliğine ihtiyaç olduğuna inanmaktır. Bu, Biden yönetimi için nihai sınav olacak.

 

Yu Tiejun – Pekin Üniversitesi, Uluslararası ve Stratejik Çalışmalar Enstitüsü Yardımcı Başkanı

ABD-Çin Stratejik Rekabeti Kontrol Altında Tutma

Pasifik’in batı tarafında, birçok Çinli, Biden’ı sahneye çıkaran uzun, heyecan verici ve yorucu seçim sürecini yakından takip etti. Trump yönetimi altında ABD-Çin ilişkileri eşi görülmemiş bir şekilde zarar gördü. Trump’ın görevden ayrılmasıyla birlikte, Biden ABD-Çin ilişkisine neler kazandırabilecek?

Pandemiyle mücadele, ekonomiyi canlandırma ve sosyal, etnik ve siyasal çözülmeleri düzenleme gibi iç sorunların acil olması nedeniyle, bir uluslararası gündem Biden’ın öncelikleri arasında yer almayabilir. Dahası, iki partili ABD’nin Çin’i stratejik bir rakip olarak fikir birliğine ulaşması ışığında, ABD’nin Çin politikasında olası bir değişiklik için hem motivasyon hem de potansiyel sınırlı olduğu görülmektedir.

Bununla birlikte, Biden, seçimden sonraki süreçte, yalnızca iki ülke için değil, aynı zamanda dünya için de hayati önem taşıyan ABD-Çin ilişkilerini iyileştirme fırsatına sahip olacaktır. ABD-Çin işbirliği olmadan Birleşmiş Milletler, DTÖ ve WHO gibi uluslararası kurumlar çalışamaz; iklim değişikliği, COVID-19, finansal sistem istikrarı ve nükleer silahlanma gibi ulus-ötesi zorluklar yönetilemez ve Afganistan, İran ve Kuzey Kore’de bölgesel güvenlik sorunlarını koordine etmek de daha zor bir hale gelecektir. Görünüşte hızlanan bir güç kayması, abartılı bir ideolojik rekabet, ekonomik karşılıklı bağımlılığın ve teknolojik yeniliğin güvenlikleştirilmesi, kamuoyunun aşağı doğru bir sarmalının ve artan psikolojik kaygının hepsi stratejik rakibe katkıda bulunmaktadır. Biden daha öngörülebilir ve rasyonel olarak görülmesi ve milli güvenlik ekibi muhtemelen daha profesyonel olması bu ikili ilişkiler için iyi bir haber niteliği taşımaktadır. Ancak liberal ideolojiyi, insan haklarını ve demokratik barış teorisini ihraç etme konusundaki tartışmalı politika tercihi, ikili ilişkilerin dalgalanmalarını oldukça artırabilir. Geleneksel devlet sağduyu idaresi, güvence ve kendini sınırlama hala gereklidir. Eğer ABD-Çin stratejik rekabeti kaçınılmazsa, her iki tarafın da onu kontrol altında ve doğru yolda tutması ve mümkün olduğunca işbirliği yapması gerekmektedir.

 

 

Displaced: Oil and Ruin – The Exodus of Venezuela

Deutsche Welle’nin hazırlamış olduğu bu belgesel, 2020 yılının başında yayınlanmıştır. Belgeselin konusu son yıllarda Venezuela içerisinde yaşanan iç karışıklıkların Venezuela halkı üzerinde yarattığı olumsuz etkiler ve bireylerin tecrübelerine dayanmaktadır. Bu doğrultuda belgesel, gözlemi devlet boyutunda değil; daha çok halk açısından yapmıştır. Konuyu aktarmak üzere bireyler ile yapılan röportajlar belgeselin temel içerik ve biçimini oluşturmuştur.

İlk olarak belgesel, Venezuela’da yaşanan iç karışıklığın halkı sürüklediği kötü yaşantıyı gözler önüne sermektedir. Örneğin; yeme içme ihtiyaçlarını dahi sağlıklı bir şekilde gideremeyen birçok insanın yaşam ile ölüm arasındaki ince çizgide kalması ve hayata tutunmak için farklı yollar denemeleri anlatılır. Bu yollardan en dikkat çekeni yasadışı göçlerdir. Belgeselde vurgulandığı üzere Maduro döneminde yaşanan iç karışıklıklar ve çöken ekonomi sonucu bulunduğu yeri terk etmek isteyen binlerce, hatta milyonlarca insan olmuştur. En çok göçün gerçekleştiği ülke ise Venezuela’nın sınırı olan Kolombiya’dır. Kolombiya sınırları içerisinde kendilerine barınacak yer bulan Venezuelalılar, ülkelerindeki koşullardan kısmen daha rahat bir şekilde yaşamlarını sürdürmektedir. Bu noktada en çarpıcı örnek Mirle Quijada isimli yedi çocuklu bir annenin hikayesidir. Zor koşullarda yaşamaya çalışan kadın, eşinin başka bir ülkeye göç ettiğini ve onun gönderdiği parayla çocuklarına baktığını anlatmaktadır.

Belgeselde ülkenin bu koşullara gelmesindeki en önemli etkenin Chavez’den itibaren ülke yönetiminde görülen yolsuzluk ve kötü yönetim olduğu işlenmektedir. Özellikle ülkedeki gelir eşitsizliğinin her geçen yıl daha çok arttığı anlatılır. Birçok kişinin değerlendirmesiyle bunun sebebi, ülkenin gelirlerinin daha çok yönetim kadroları tarafından paylaşılması olarak gösterilmiştir. Tüm bu ekonomik gelişmelere ek olarak, siyasal bağlamda yükselen otoriteryanizm ve muhalefetin sert bir şekilde bastırılması ülkedeki gerilimi artırmıştır. Öyle ki, muhalif bir vatandaşın yalnızca karşıt düşünceleri sebebiyle yönetim tarafından işkenceye maruz kaldığını görsel kanıtlarıyla anlatması ülkedeki siyasi çekişmenin ne boyutta olduğunu gözler önüne sermiştir.

Belgeselin diğer bir kısmında ise eskiden Venezuela’nın özel kuvvetlerinde görev alan Merian Zorrilla adında bir kadının hikayesi anlatılır. Bahsi geçen kişi; görevdeyken birilerini zorla öldürmekten, yaşadığı baskı dolayısıyla görevinden ayrılmak zorunda kalmaktan ve yaşamak için Venezuela’dan Berlin’e gitmek zorunda oluşundan bahseder. Bu röportajla belgesel, Venezuela hükümetinin sert müdahalesinin hangi boyutlara ulaştığını gözler önüne serer. Merian, Berlin’de yaşar ve Venezuela’da kalan küçük kızına, annesine ve babasına maddi yardımda bulunur. Küçük kızının pasaport elde edememesi sonucu ona duyduğu özlem röportajla çarpıcı bir şekilde ifade edilir. Ayrıca Merian’ın annesi ve babasının çiftlik tarlasında son zamanlarda artan hırsızlık vakaları, ülkedeki suç oranın da arttığına dair kişiler arasında bir kanaat oluştuğunu gösterir.

Sonraki kısımda Venezuela’nın başkenti Caracas’ta yaşayan muhalif bir gazetecinin öyküsü aktarılır. Çocuklarına bakmakla yükümlü gazeteci, Venezuela’nın şu an yaşadığı ekonomik sorunların ABD’nin veya uluslararası camianın ülkeye uyguladığı yaptırımlardan kaynaklanmadığını; bu sürecin baştan aşağı sorumlusunun Chavez döneminden süregelen hükümet olduğunu ifade eder. Belgesel, gazetecinin ebeveynlerinden uzak bir şekilde yaşamakta olan çocuklara yaptığı ziyareti aktararak ülkedeki kötü koşulların en kötü kurbanının aslında çocuklar olduğunu ve onların nasıl bir ruh hali yaşadıklarını vurgulanmaktadır. Örneğin, Peru’ya ekonomik gerekçelerle gitmek zorunda olan ve annesini ne kadar özlediğini belirten erkek çocuğunun yaşadığı üzüntü yansıtılmıştır.

Ülkedeki insan hakları ihlallerinin geldiği seviyeyi göstermek amacıyla, ABD’den Venezuela halkına gönderilen insani yardımların bizzat Venezuela hükümeti tarafından engellendiği ve halkın hiçbir şekilde bu yardımlardan yararlanamadığı gösterilmiştir. Venezuela’nın eski enerji bakanı, yaptığı röportajla ülkedeki ekonomik koşulların ne kadar kötüye gittiğini ve petrolden elde edilen gelirin plansızca değerlendirilmesinin ülkedeki sorunların temel kaynaklarından birini oluşturduğunu söylemektedir.

Sonuç olarak belgesel, Maduro hükümetinin agresif ve baskıcı yönetiminin ülkeyi bahsedilen koşullara sürüklediğini vurgulamıştır. Venezuela’da artan iç karışıklığın ve ekonomik sorunların halk üzerinde nasıl bir etki yarattığı incelenmiş ve hem kırsal hem de kentsel kesimlerden seçilen bazı ailelerin öyküleri ile durum çok boyutlu bir şekilde gözler önüne serilmiştir.

ALPEREN CENNETKUŞU

Latin Amerika Staj Programı

 

The Imitation Game: Enigma (2014)

0

Enigma, 2014 yılında Morten Tyldum tarafından yönetilen, Alan Turing ismindeki matematikçinin II. Dünya Savaşı’nda Nazilerin gizli bilgilerini saklayabilmek amacıyla tasarladığı “Enigma” kodunu çözmesini ve devamında savaşın gidişatını değiştirmesini konu alan bir savaş/dram filmidir.

1.DünyaSavaşı sırasında Hitler’in yayılmacı politikası karşısında İngilizler, savaşın daha da yayılmasını önlemek amacıyla Nazilerin şifrelenmiş mesajlarını çözebilmek için bir ekip kurmuştur. Bu ekibin içinde modern bilgisayarın gelişimini sağlayan Alan Turing de yer almaktadır. Son derece zeki ve iyi bir matematikçi olan Alan Turing’in, cinsel yöneliminin toplum tarafından normal bulunmaması nedeniyle çoğunlukla dışlanan, hormon tedavisi görmek zorunda bırakılan ve bu nedenle kendi hayatına son veren bir bilim insanıdır.

Filmdeki en önemli karakterlerden biri olan Joan Clarke ise, 1950’li yıllarda kadınlara biçilen rollerin filmde tercümanlık, sekreterlik gibi meslekler olarak bahsedilmesine rağmen kişisel yetenekleri sayesinde Alan Turing’in takdirini toplamış ve Enigma’yı çözecek ekibe dahil edilmiştir. Burada dikkat edilmesi gereken noktalardan biri de dönemin aile yapısıyla ilgili bir ipucu içeren Joan’ın ailesinin, Joan’ın erkeklerle birlikte çalışmasını sorun etmesi nedeniyle bir grup kadının da işe alınmasıdır.

Alan Turing, Enigma’yı yalnızca bir makinenin yenebileceğine inanır ve bir makine tasarlamaya başlar. Bu makinenin adını ise ‘Christopher’ koyar. Bu makine, Enigma’yı çözebilmek için var olan ihtimallerin sayısını azaltsa da zamana karşı bu da yetersiz kalacaktır. Çözülebilmiş mesajların ortak noktası olan “Heil Hitler!” (Yaşa Hitler!) ifadesi Enigma’nın çözümünü de beraberinde getirir. Ancak Enigma’yı çözmek de savaşı kazanabilmek için yeterli değildir. Enigma’nın çözüldüğünü anladıklarında Naziler, şifrelemeyi değiştirerek yeniden asla çözülemeyecek yeni kodlamalarla haberleşecektir. Tam bu noktada Alan Turing bilim adamı kimliğinden uzaklaşarak aslında uluslararası diplomasinin bir parçası haline gelir. Savaşta kimin öleceğine ya da kimin yaşayacağına dair çok önemli ahlaki kararlarlar vermek zorundadır: Enigma’nın çözüldüğünü anlamayacakları oranda kişiyi feda ederek ancak Enigma’nın çözülmesinin anlamlı olacağı oranda kişiyi de kurtararak… Gerçekleşen görüşmeler ve yapılan gizli anlaşmalarla Hitler’in durdurulması sağlanmıştır.

Böylelikle film, aslında savaşların yalnızca cephede yaşanmadığını, savaşların perde arkasında, masada yaşanan görüşmelerin ve teknolojinin savaşa nasıl etki edebileceği mesajını izleyiciye göstermektedir. Alan Turing, savaşı kazandıran bu önemli gelişmelere yol veren kişi olmasına rağmen Enigma’nın çözüldüğü bilgisi kamuoyuyla paylaşılmamaktadır ve bir devlet sırrı olarak saklanmaktadır.

Özellikle vurgulanan diplomasi mesajı haricinde filmde dikkat çeken bir diğer nokta ise uluslararası ilişkiler teorilerinden realizmle yorumlanabilecek olan devletlerin güvenilemez olduğu mesajıdır. Dünya tarihinde en çok sivil kaybın yaşandığı savaş olan II. Dünya Savaşı ortamında son derece yayılmacı ve saldırgan bir politika sürdüren Hitler ve Nazi Almanya’sı filmde endişe veren, anlaşmaya varılamayacak haliyle her ülkenin kendi çıkarlarını korumak için neler yapabileceğini ortaya koymaktadır.

Filmin üzerinde durduğu bir diğer konu ise LGBT hakları üzerinedir. Filmin sonunda da gösterildiği üzere Alan Turing’in eşcinsel olması nedeniyle maruz kaldığı sosyal baskı, 7 Haziran 1954 yılında intiharıyla sonlanmıştır. Filmin eşcinsel hakları vurgusu, bazı yorumcular tarafından “Y kuşağına” yönelik olarak da yorumlanmıştır.[1]

Film, II. Dünya Savaşı’nın kaotik ve endişe veren hissiyatını cephe savaşını neredeyse hiç göstermeden başardıysa da tarihsel arka planını daha silik bırakmıştır. Buna rağmen II. Dünya Savaşı’nda yaşananlara farklı bir perspektif üzerinden değerlendirme getirmesi de oldukça önemlidir.

 

BEGÜM ÖZDAMAR

TUİÇ-Sivil Toplum Okumaları Staj Programı

 

Kaynakça

[1]Andrew Hodges, Alan Turing: The Enigma: The Enigma. Random House. (2012): 1 .

 

Balkanlar’ı Tahayyül Etmek

0

Balkanları Tahayyül Etmek” isimli eser, Bulgar kökenli tarihçi Maria Todorova tarafından yazılmış, 1997 yılında Oxford Yayınları tarafından “Imagining the Balkans” adıyla basılmıştır. 14 dilde çevrilen eser, Türkçe yayının 1. Baskısını 2003, 2. Baskısını 2006 ve 3. Baskısını 2010 yılında İletişim Yayınları tarafından yayımlanmıştır. Giriş ve yedi ana bölümden oluşmaktadır. Kitabın Türkçeye çevirisi ise çevirmen Dilek Şendil tarafından yapılmıştır.

 

Giriş

Kitap, Balkanlar’ın zaman ve mekân içinde nasıl kurgulandığını, Balkanlarla ilgili olarak nasıl bir imge yaratıldığını gözler önüne serer. Todorova, Balkanlar’ı sınıf mücadelesinin dışında salt bir “kültürel alan” olarak görür. Ayrıca eserin girişin de ileri sürdüğü tezini şu cümle ile belirtmiş ve ardından amacını da açıklamıştır: “Okumakta olduğunuz bu kitap, Balkanizm’in, yalnızca oryantalizmin bir alt türü olmadığı tezini ileri sürmektedir. Dolayısıyla, burada ortaya atılan argüman, ‘Balkan teması üzerine oryantalist bir çeşitleme’ olmaktan öte bir anlam taşır. …Benim amacım, oryantalist söyleme karşı kendimi konumlandırmak ve “Balkanizm” diye adlandırdığım onunla özdeş görünen, ancak yalnızca benzer olan fenomeni irdelemektir.” Oryantalizm ve Balkanizm farkını ise Şark’ın ve Balkanlar’ın algılanması üzerinden açıklar. Kitap Balkanların dışardan algısını bölgede ne denli içselleştiğini de vurgulamaktadır.

Kitabın birinci bölümü “Balkanlaşma” ve Balkan üzerinde durmaktadır Balkanlaşma sözcüğü Birinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkmıştır Terimin ilk kullanışı ise 20 Aralık 1918 tarihine denk düşmektedir Rathenau bu terimi dünyanın sonu anlamına gelen bir yıkım beklentisini dile getirmek için kullanmıştır. Terim, İkinci Dünya Savaşı sonrası sömürgeciliğin sona ermesiyle tekrar gündeme gelmiştir. Bu kavram, akademi dünyasındaki değişik ve karşıt siyasal temsilcilerin kullanımına girmiştir. Çok kültürlülük Balkanlaşmayla özdeş sayılmaktadır Postmodernizm ve Postkomünizm dönemini anlatan bir metafordur. Balkan sıfatına ve Balkanlaşmak fiilini bugünkü siyasal ve kültürel kullanımından doğan nosyona denk düşmediği inancına dayanmaktadır. Öte yandan terimin bağlamından koparılması ve yeniden tersine bir işlemle Balkanlara atfedilmesi, iki basit anlama dayanmaktadır. Terim, günümüzde coğrafi ve tarihsel terminolojide yer almaktadır.

Kitabın ikinci bölümünde, Balkan uluslarının eğitimli elitleri içeresinde etnik, ulusal, dinsel, yerel ve benzer pek çok kimliği üstlenenlerin veya en azından bu kimliklerin bilincinde olanların bir Balkan kimliğini nasıl tanımladıkları, kabul ettikleri bu kimlik karşısında çelişkili veya kayıtsız bir tutum sergiledikleri kastedilmektedir. Balkan adıyla ilgili en popüler imge, Bulgar yazar Aleko Kostantinov’un ölümsüz kahramanı Bay Ganyo Balkanski’dir. Diğer incelikli yaklaşım ise, Avrupa ile Balkanlar arasındaki ilişkinin günümüzde nasıl dile getirildiği ve Balkan sözcüğünün çeşitli balkan dillerinde nasıl kullanıldığının incelenmesidir. Bu incelemeler, kişinin Balkanlılık’ına ilişkin değerlendirmeler yelpazesini ve bunu kabul etme derecesini bir ölçüde aydınlığa kavuşturur.  Balkanlar ile Orta Avrupa arasında genel olarak Doğu ile Batı arasında yeniden açılan sınırlar üzerindeki kimliği, Batı ile Büyük Asyalı Doğu arasında geçişi, somutlaştıran bir ülkeyi kesinlikle Avrupalı sayılamayacak ama hiç de Asyalı olmayan bir tür sahipsiz toprakları göstermektedir. Niyazi Berker söyle yazmıştır: “Türkiye bugün ne Batılı ne de Müslüman bir ulustur. Hristiyan kapitalist sosyalist bir topluluğa mensup değildir. Ne Asyalıdır Ne de Avrupalı …”

Kitabın üçüncü bölümünde, Balkanların keşfiyle ortaya çıkan toplumsal, kültürel ve coğrafi değerlendirmeler üzerinde durulmaktadır. Balkanların keşfi, siyasal gözlemcilerin, istihbarat görevlilerinin ve diplomatların yazdıkları, genellikle gezi eserlerinin bazılarında bulunanlardan daha keskin gözlemlerin, daha çok bilgiye dayanan saptamalarının ürünüdür. Bu bölümde, Osmanlı İmparatorluğu’nun başkenti İstanbul’a doğru yol alan bir güzergâh olduğuna ve bölgeden geçen gezginlerin, bu toprakların keşfi açısından büyük önem taşıdığına işaret edilmektedir. Osmanlı için bu topraklar, coğrafi ve kültürel bir şahsiyet sayılmaya başlar ve bu algılama da giderek pekişir.

Kitabın dördüncü bölümünde, Balkanların 1900’lü yıllara kadar nasıl algılandığı ve bu dönemlerde İngiltere, Almanya gibi ülkelerin gezi yazılarında Balkan ve Balkanlaşma kavramlarının algılarında nasıl büyük bir rol oynadığı gösterilmektedir. 19. Yüzyılın bir bölümüne kadar, Balkanlar üzerine izlenimlerini kaleme alanların çoğu, aristokratlar veya onlarla yakın ilişkisi olan ve onların beğenilerini ve tutumlarını taklit eden kişilerdir. Ayrıca bu değerlendirmelerde gözlemcilerin tutumunda önyargıların izlerini görmek mümkündür. Yine de farklılıklar açıkça kendini göstermektedir.

Kitabın beşinci bölümünde, Avrupalı devletlerin Balkanları nasıl bir politik araç haline getirdiği ve kendi içlerindeki tüm olumsuz yargıları sanki Balkanlar’dan ithal edilmiş gibi görmeleri üzerinde durulur. Aslında jeopolitik bir nosyon olan Balkanlar olumsuz bir söz olarak Balkanlı batılı gazetecilerin ve siyasetçilerin sözlüğünde artık yer almamaktadır. Batı akademik dünyasında bile, 1960 ortalarından bu yana Balkan İncelemeleri alanının verimli büyümesine rağmen, çok az istisnayla egemen kategori Doğu Avrupa idi ve son zamanlara kadar Doğu Avrupa’nın Balkan kesimleri ile Balkan olmayan kesimleri arasında ayrım yapmak için çok az girişimlerde bulunulmuştur. Avrupa kelimesinin anlamı düşünülünce, Avrupa aile modellerinin epistemolojik değeri ve Avrupa coğrafyasında yer alan toplumların Avrupalı ve Avrupalı olmayan diye ikiye bölünmesi problematik bir hale gelir.

Kitabın altıncı bölümünde, Balkanlar’da ortak bir Balkan kimliği bırakılmış, Doğu -Batı ekseninde bir tanımlamaya gidilmiştir. İki kutuplu dünya düzeninin yıkılmasıyla yeniden adlandırma yolları aranmıştır. Balkanlar Avrupa’nın temel bir parçasıdır, sadece son yirmi otuz yılda Balkanların dışlanması için gerçek bir girişimde bulunulmuştur.1980 ‘lerin sonlarına gelindiğinde, Orta Avrupa ve Doğu Avrupa arasında bir farklılık olduğu argümanı şekillenmiş ve önemli sayıda entelektüel tarafından içselleştirilmiştir. Havel ve Konrad da Doğu Avrupa ile Orta Avrupa kullanımları arasında önemli bir semantik ayrıma işaret etmiş, Doğu Avrupa’yı negatif bir bağlamda kullanılırken Orta Avrupa için pozitif olumlayıcı bir bağlamda kullanılmıştır. Özetleyecek olursak, bu iki kavramın metodolojik olarak kıyaslanamayacağını, dolayısıyla bağdaşmaz yapılar olduğu savunulabilir.

Kitabın son bölümünde ise, Balkanlar genel bir perspektifte ele almıştır. Balkan coğrafyasının nasıl tanımlandığı ve Balkanların Osmanlı’ya, ardından Türkiye Cumhuriyeti’ne olan bakışından bahsedilmektedir. Yazar, Osmanlı’nın mirasının reddi konusunda da genel kabule katılmayarak, Balkanlar’ı Osmanlı mirasıyla eşdeğer tutmaktadır. Gerek İslam gerek Türkiye gerekse Arap ülkelerinde Osmanlı geçmişiyle önemli bir bağlantı oluşturulmuştur.

Tutum; inançların karmaşık niteliği ve etkileşimiyle bir topluluğun geçmişe bağı anlamında Osmanlı mirasının bugüne dayalı bir bakış açısı ve değer yargılarıyla inceleme ve retrospektif değerlendirme olarak tanımlanabilir. Neredeyse bütün Balkan toplumlarında doğrudan doğruya Osmanlı varlığına atfedilebilecek birtakım ortak nitelikler vardır. Balkanlar ve Osmanlı arasında güçlü bir bağ vardır. Özetle, Osmanlı mirası farklı derecelerde kalıcılık göstermiş; gerek tarihçiler, şairler, yazarlar gazeteciler gerekse siyasetçiler tarafından nesillerce şekillendirilmiş ve halen şekillendirilmektedir. 

 

Sonuç

Balkanlar, Doğu ve Batı kültürlerinin bir araya geldiği, farklı halkların ve dinlerin harmanlandığı bütün kıtaların kavşak noktası niteliği taşır. Doğu ile Batı arasında bir geçiş bölgesidir. Bu eser Balkanların sadece coğrafyası ile ilgili değil, aynı zamanda kültürel ideolojik altyapısının nasıl oluştuğu hakkında da önemli ipuçları verir. Balkanların nasıl tanımladığının üzerinde durur. Tarihsel süreç içerisinde yaşanan değişimlerini genel bir perspektif de ele alır. Balkan Araştırmaları üzerinde çalışan herkes için önemli bir kaynak olabilecek nitelikte bir eserdir.

 

DİDEM ŞİMŞEK

 Balkan Çalışmaları Staj Programı

 

Security: A New Framework of Analysis

“Security: A New Framework for Analysis”, Sep. 1998, Barry Buzan, Ole Wæver,  Jaap De Wilde. ISBN-13 : 978-1555877842 

Security: A New Framework of Analysis was written by Barry Buzan, Ole Weaver and Jaap de Wilde. The book contributes to the International Security Studies by suggesting a new analysis to investigate international security subjects.

The authors examine how different sectors take an issue, which they believe to be threatening their existence, and render it a security problem, which is called “securitization”. When an issue is securitized, it is taken out of the normal rules of politics and becomes subject of extreme measures.

In the book, the sectors are divided into five categories: military, environmental, economic, societal and political. It is suggested that for each sector, the “existential threats” and things in need of extreme protection, that is the “referent objects”, will be different as well as the actors who initiate the securitization process. In the military sector the referent object is the state and existential threats may be weapons of mass destruction acquired by a hostile state. In the environmental sector, referent object is the habitat, the living things and the existential threat may be a global warming. For the economic sector, the referent objects are the firms, banks etc. and an existential threat may be a bankruptcy or an international crisis. As for the societal sector, referent object is identity and what threatens it can be anything that damages the homogeneity of the particular identity – such as migration. Lastly, in the political sector the referent object is mainly state sovereignty but ideologies can sometimes be included as well. Sovereignty can be threatened by things that question the authority of the government or whoever holds the legitimate power (can be a non-state actor who controls a specific area).

The main aim of the book is to show how and when different actors belonging to the mentioned sectors securitize an issue. In order for a problem to be securitized, there needs to be a perceived threat to ones referent object which will be brought by an actor, like a government representative or an activist, to the scene. Through what the authors call “speech act” the actor delivers the concerns to the audience. If the audience accepts that the issue needs to be securitized, then the “securitization act” reaches to success.

This is a constructive process. The existential threats and referent objects for each sector are not fixed. There is a relationship between the securitizing actors, who attaches certain meanings to a subject that they believe should be securitized, and audience who either agrees or disagrees. If their security concerns overlap the issue becomes securitized. This process can be applied to any issue therefore according to the book; it would be misleading to claim that security concerns are constant. The issue that had been securitized before can also be desecuritized when the circumstances change.  

When the time the book was published, International Security Studies (ISS) was dominated by traditionalists who believe that security has a fixed meaning that is the survival of the state. This is a realist point of view where the international system is believed to be anarchical and states are responsible to provide their own security. In this self-help system, security is usually achieved through military means, acquisition of weapons and strategic alliances. The only actors who can securitize an issue are military and state authorities.

Traditionalists refuse to include other referent objects other than the state by claiming that doing so would dilute the meaning of security and deteriorate the academic coherence of ISS.

In this book the authors take a different approach to security than classical realists. They claim that there are other referent objects than the state for different sectors. Through the securitization act, various actors can initiate a securitization act and if they become successful by convincing the authors through the speech act, the issue would be securitized regardless of the sector it belongs to. This approach presents a systematic framework to analyze security where it explains in detail how an issue can be securitized and it does not limit this process with the state and the military contrary to the realist point of view. By this way, the authors would be widening the security agenda. This is important because in today’s world, security is not only about state survival (nor it has ever been before). I believe, when studying International Security restraining the meaning of security to state’s survival would be turning a blind eye to most of the world’s issues. A realist would define the meaning of security as the rivalry between United States and Soviet Union during the Cold War but one should ask: for whom? In this regard, the book is useful for readers to see the process of different actors securitizing different issues.

However, it would still be misleading to say that the authors fully adopt a widen agenda. For example they do not consider an unsuccessful securitization act to be considered under security analysis where they state: “There are socially defined limits to what can and cannot be securitized… This means security analysis is interested mainly in successful instances of securitization—the cases in which other people follow the securitizing lead, creating a social, intersubjective constitution of a referent object on a mass scale” (Buzan, Weaver, de Wilde, 1998, p.39). This point of view generates two important questions. First, who defines these social limits to what can or cannot be securitized? If this kind of an approach were taken, then some societies or groups would be rendered more powerful to decide on what can be or cannot be securitized. Likewise, even within the society certain groups can define limits of things to be securitized but this does not mean that their definition is totally representative of the society’s main concerns. Second, what happens to unsuccessful securitization acts? Does this failure mean that the issue that was brought up is not important enough just because it fails to convince the audience? For example gender-based violence is a real thing that threatens most people’s but yet it failed to convince many of the states to securitize this issue nation wide. Or think about instances where there is a powerful securitizor, like a government authority, and an audience that is full of partisan people who are willing to accept the concerns of the actor. This, according to the book, would be a great environment for an issue to be securitized.

However, what if this issue is threatening only the government authorities and they use their power and resources to convince the audience for them to embrace their concerns in order to take the issue out of normal politics and deal with it through extreme measures by securitizing it? So according to the book only the successful securitization action are subject to security analysis but most of the securitization actions reflect power politics, that is whoever is more powerful are more likely to convince the audience to accept his/her definition of security. Does this mean that the issues that couldn’t be securitized due to the securitizing actor’s lack of power are not security issues in reality? They would also not make it into security analysis according to the authors because they failed however one should analyze also why they were unsuccessful. Can it be because the audience they speak to, for example a dominant male group in a patriarchal society is unwilling to accept the concerns of the securitizing actor because doing so would be shaking its own power in the society. But does this eliminate the security concerns of the actors who initiated the act? No. To sum, the authors are more into analyzing the “mainstream” securitizations, where the actor holds enough power to convince its audience. By doing so, they left out marginalized people’s securitization initiatives just because they do not have enough power and resources to convince the society or because there is strict hierarchical rules in the society so much so that their initiatives are deemed to fail.

Although not explicitly, this position takes the authors closer to traditionalists who also deals with mainstream securitization acts mostly coming from state and the military. There is an important difference though. The authors did widen the security agenda to include other sectors that the state. However although they introduced new levels of analysis, they are still drawing boundaries to what is worth as a security issue. They do not consider the context in which the unsuccessful securitizing actor initiates a securitization act. They do not analyze the circumstances that make an action fail. They simply refuse to take this issue under security analysis, which is in my opinion makes the analysis incomplete.

Aslınur İNALCI

Göç Çalışmaları Staj Programı

Anarşizm Neyi Savunur?

0

Emma Goldman, “Anarşizm Neyi Savunur”, Çeviren: Derya Kömürcü, 140 Sf., Agora Kitaplığı, ISBN: 9786051031460

“Anarşizm Neyi Savunur” başlığıyla yayınlanmış olan kitap, anarko-feminizmin öncü isimlerinden biri olan ve yaşadığı dönemde “Kızıl Emma” olarak da bilinen Emma Goldman’ın Anarşizm’e dair yorumlarını içeren yazılardan oluşmaktadır. Goldman kitapta anarşizm temelinden ayrılmadan cinsiyet sorunu, hapishaneler ve siyasal şiddet gibi çeşitli konulara değinmiştir.

 

Önsöz

Kitabın ilk sayfalarında, Goldman’ın John Most’a yönelik övgüler ile başlayan anarşizm hayallerine tanık oluyoruz. Bu hayallerin gözünde ne kadar büyük olduğu ve bunların yansımasını gerçek hayatta bulamadığından bahsederken aynı zamanda neden yansımadığı sorusunun cevaplarına dair fikir yürütür. Bu cevaplardan birisini incelerken en sonunda neden yazmaya karar verdiğine ve yazmayı diğer seçeneklerden -özellikle sözlü propaganda yollarından- nasıl daha farklı gördüğünü anlatır. Bölümün geri kalanında ise çeşitli konuşmalarında kendisine yöneltilen ve buna ek olarak okuyucularının kendisine yönelteceğini tahmin ettiği sorulardan yola çıkarak kendisinin anarşizme bakış açısına dair kısa bir ipucu veriyor.

Bu kısımda yazarın birinci ağızdan, gereksiz süsten uzak gündelik dil kullanmasını okuyucuyu kitaba bağlayan en önemli unsurlardan biri olarak görüyorum. Anlatmak istediği her şeyi lafı dolandırmadan, olduğu gibi ortaya koyuyor.

 

Anarşizm Gerçekte Neyi Savunur?

Bölüm, John Henry Mackay’in bir şiiriyle başlıyor ve seçilmiş olan bu şiir bölüme dikkat çekici bir giriş yapılmasına ön ayak oluyor. ”Yönetmeyeceğim ve yönetilmeyeceğim!”[1] cümlesi ile biten şiirin devamında Goldman, Eski ile Yeni mücadelesi üzerinden, eskiyi yıkmak üzere var olan anarşizmin anlaşılmaması ve var olanın direncini yıkmasına engel olunması sorununa değiniyor. Sonrasında ise anarşizme karşı çıkan ve birincisi anarşizmin pratikte uygulanamayacağı, ikincisi ise anarşizmin şiddet ve yıkımdan yana olduğunu öne süren ve bu nedenlerle anarşizmden uzak durulması gerektiğini söyleyen iki temel itiraz üzerinden anarşizmin gerçekte neyi savunduğunu düşündüğünü anlatıyor. Bu anlatıya, anarşizmin bir tanımını vererek başlıyor. Ayrıca anarşizme yönelik anlamsız bulduğu bu itirazları anarşizmin devletin işleyişi karşısındaki tutumunu ve ister dini, ister siyasal bir otoritenin, özellikle de devletin neden var olmaması gerektiğinin sebeplerini öne sürerek çürütürken bir yandan da bu itirazların ortaya çıkmasına sebep olan düşüncelere dair tahminlerde bulunmayı ihmal etmiyor.

 

Bir Anarşistin Hayata Bakışı

Bu bölümde, Paul Robeson ve Rebecca West’in de katıldığı 1 Mart 1933’te 29. Edebiyat Toplantısı’nda yaptığı konuşmanın metnine yer veriliyor. Bu metin ayrıca yazarın “Dans Edemeyeceksem Bu Benim Devrimim Değildir” kitabında da yer alıyor. Geçmişini ve geçmişini şekillendiren düşüncelerini, Amerika’ya yolculuğunu ve Amerika’da haftalık 2,5 dolar gibi bir ücret karşılığı çalışmasını anlatırken onu en çok etkileyen olaya, 1887’de bazı anarşistlerin idamına, Chicago trajedisine, geçiyor. Emma Goldman’ın hayat hikâyesini bilen bir kişi, bu olayın hayatının en önemli dönüm noktası olduğunu onun sözlerine gerek kalmadan da rahatlıkla anlayabilir ancak Goldman da bu olayın kendisini nasıl etkilediğini, anarşizm düşüncesine nasıl yöneldiğinin üzerinde özenle duruyor. Bu olayı, manevi doğumu olarak nitelendiriyor ve sonrasında yeniden anarşizme dair düşüncelerine yer vermeye başlıyor. Bu düşüncelerini toplumun anarşizmin olduğunu sandığı şeye karşı çıkarak öne sürüyor.

Bu bölümü, Maksim Gorki’nin “Yılan ve Şahin” metninden yapmış olduğu alıntı ile özgürlüğün uğrunda can vermeye bile değecek kadar önemli olduğuna ve özgür olmanın hayatı yaşamak anlamına geldiğine dair vurucu bir son ile tamamlıyor.

 

Benim İnandığım

Goldman bu yazısına kendisine yöneltilen iftiralara değindiği eğlenceli bir dil ile başlıyor. “satılık kalemler” olarak tanımladığı bu kişileri alaya alıyor ve bu görüşleri umursamadığını açıkça belli ediyor. Bölümün devamında, yazının “The World” için Goldman’ın gerçek düşüncelerini doğrudan sunmak amacıyla yazdığını öğreniyoruz. Burada da, kitabın çoğunda olduğu gibi kendisine yöneltilen yersiz olarak nitelendirdiği eleştirilere karşı düşüncelerini anlatıyor, onlara karşı bir tez öne sürüyor.

Öne sürdüğü en önemli fikir, her yeni ülkünün erken evrelerinde yanlış tanıtıldığı ve onu savunanların kötülendiği fikri. Bunu, okuyucu kitlesindeki insanların daha yakın hissettikleri bir olguyu kullanarak pekiştiriyor: Bundan iki bin yıl öncesinde İsa’ya inananların gördüğü zulümden, ne kadar yanlış anlaşıldıklarından bahsediyor. Ve böylece onlara kendilerini yakın hissettikleri bir geçmişten örnek vererek yeniden kendisini açıklamaya başlıyor.

Şimdiye kadar incelediğim bölümlerdeki karışık bir şekilde birbirini takip eden hayali bir monolog şeklindeki anlatısından farklı olarak Goldman, bu bölümde anarşizme dair düşüncelerini maddelendirerek etraflıca ele alıyor. Bu maddeler mülkiyet, hükümet, militarizm, kilise, evlilik, şiddet vb. temel ve önemli konulardan oluşuyor.

 

Siyasal Şiddetin Psikolojisi

Bir önceki bölümde, anarşizmde siyasal şiddeti savunmamakla birlikte anarşistleri buna itenin şiddeti doğuran devlet olduğunu ve anarşistlerin şiddetlerinin amacının kişisel çıkar olmadığını belirtmişti. Bu bölümde ise siyasal şiddet konusunu daha derinlemesine inceliyor.

Asıl olarak şiddetin ortaya çıkış sebeplerinden ve doğa ile bağdaşan yanlarından bahsediyor. Şiddetin anlayışla karşılanmaması gerektiğini belirtmenin yanı sıra, ortaya çıkan şiddet örneklerinin hayati sebepleri olduğundan ve şiddetin, uygulayan kişinin kişisel çıkarlarını tatmin etme amacı gütmediğinden bahsediyor.

Bölümün devamında ise devlet eliyle anarşistlerin üzerine yıkılan suçlara örnek vererek halkın gözündeki anarşizmin tamamen şiddete denk olduğu fikrinin devlet ve basın eliyle bilinçli bir şekilde pekiştirildiğini öne sürüyor. Bu bölümde fikrini destekleyen yaşanmış olaylara yer vermesi, düşüncelerinin altını dolduruyor ve öznel fikirler olmaktan daha öteye taşıyor.

 

Hapishaneler: Toplumsal Bir Suç ve Başarısızlık

Bu bölüme Fyodor Dostoyevski ve Oscar Wilde’ın hapishanede tutuldukları dönemlerin etkisiyle ortaya çıkardıkları eserlerden örnek vererek başlıyor. Devamında ise hapishanelerin yüksek meblağdaki harcamalarını ve toplumu suçtan caydırmak adına bir yararı olmadığını öne sürerek hapishanelerin toplumu suçtan uzaklaştırmak için işe yarar bir çözüm olmadığından bahsediyor ve bazı isimlerden yaptığı alıntıların da desteğiyle birlikte hapishaneleri tamamen toplumsal bir başarısızlık olarak nitelendiriyor.

Hapishaneleri neden toplumsal başarısızlık olarak nitelendirdiğinin cevabı ile devam ediyor. Burada suçun sebebine de değinmeyi ihmal etmiyor ve yine bu kısımda mahkûmlardan alıntı yaparak onların genellikle kendilerini değil, toplumdaki adaletsizliği suçlu bulduklarına işaret ediyor. Goldman da buna katıldığını belirtiyor.

 

Anarşi ve Cinsiyet Sorunu

Bu makalenin öne sürdüğü fikirlerden biri sevgi temeli olmayan evliliğin sebep olduğu sorunlar, özellikle de erkeğin tek yönlü beklentileri üzerine kurulan evliliğin, kadınlara yüklediği yük ve verdiği zarar. Bölümde savunduğu fikirlerin önemi, kendisinin geçmişinde yer alan başarısız evliliği ve babası tarafından on beş yaş gibi küçük bir yaşta evlendirilmek istemesi gibi durumlarla birlikte kadınların bu konudaki en önemli sorunlarından bir kısmını bizzat deneyimlemiş olmasından geliyor.

Bir diğeri ise kadınların hayatta karşılaştığı maddi manevi zorlukların sebebinin malların adaletsiz dağılımı ve erkeklerin kadınlardan faydalanma amacı olduğu. Kadınlardan faydalanan ve onlara zarar veren bu sistemin erkek, kadın ve çocuğa tamamen eşit haklar sağlanmadıkça düzelmeyeceğinden bahsediyor. Bu eşitlik sağlandığında ise insanların birbirlerini seveceğini, saygı göstereceğini ve böylece evlilik bağını da sevgi temelinde kurabileceklerini öne sürüyor. Sevgi temelinde kurulan birlikteliklerin sürdürülemeyeceğine karar verildiğinde sonlanması da sorunsuz olur. Ayrıca sevgi temelinde kurulan birlikteliklerin ürünü olan çocuklar da zihinsel ve bedensel bakımdan sağlıklı ve güçlü olur, böylece toplum en genç bireyinden en yaşlısına kadar zorlama olmaksızın olumlu bir değişim geçirebilir.

 

Francisco Ferrer ve Modern Okul

Bu bölüme konu olmuş olan Francisco Ferrer, İspanya hükümeti tarafından Katolik Kilisesi’nin emri ile öldürülen ve yaşamı boyunca İspanya dışında pek tanınmayan ancak ölümünün ardından evrensel bir isme dönüşen bir ilkokul öğretmenidir. Bölümde genel olarak düşünce dünyasını şekillendiren olayların vurgulandığı hayat hikâyesi ve özgürlük arzusuyla katıldığı eylemler sonucu ayrılmak zorunda kaldığı ülkesine geri döndüğünde karşılaştığı durumlardan bahsedilir. Benzer örnekleri o dönemde diğer ülkelerde de bulunan ve idamına kadar kurduğu yüzden fazla okulun öncüsü olan Modern Okul’dan, sonrasında ise savunduğu düşünceler ve kurduğu okullar sebebi ile idam edilmesi anlatılır.

 

Sonuç

Kitabı okurken bir bütün olarak tasarlanmadığı, parça parça makalelerden oluştuğu göz önüne alınmalıdır. Bu yer yer düşüncelerin tekrarına ve kopukluğuna sebep olsa da Emma Goldman’ın samimi cümleleri okuyucuyu kitabın içine çekmeyi başarabilir.

Kitabın hedef kitlesi anarşizmi tanımayan ve anarşizme karşı olanlardır ve Goldman’ın savunduğu fikirleri somut olaylarla, çeşitli insanların da kendisini destekler nitelikteki yorumlarıyla büyük ölçüde sağlam temellere oturtması hedef kitlesini tam anlamıyla ikna etmese de, fikirlerinin değerini göstermekte başarılı olacaktır.

Yazarın yazılarındaki en temel iddiaları, anarşizmin insanların içinde bulunduğu koşulları iyileştirmekle yetinmeyip temelden değiştireceği ve bu değişimin insanlara cinsiyet, yaş ayrımı yapmaksızın eşitlik sağlayacağıdır. Buna ek olarak devlet ve basın yoluyla yapılan propagandadan etkilenerek anarşizmin şiddetle bir tutulmasının yanlış olduğu, anarşizmin tamamen şiddet içermediği ve gerektiği takdirde ortaya koyduğu şiddetin de devlet eliyle uygulanan şiddete bir tepki olduğu, bireysel çıkar gözetmediği ve devlet şiddet uygulamaya devam ettikçe anarşizmin şiddetinin de kaçınılmaz olduğudur.

Kitap kendi içerisinde tutarlı ve birbirini destekleyen fikirlerle ilerliyor, oldukça akıcı olmakla birlikte akademik dilden uzak, okuyucu ile sohbet ediyormuşçasına samimi bir dil ile yazılmış ve kitabın tamamı bu üslup ile devam ediyor. Kitabın çevirisi de bu üslubu korumak konusunda oldukça başarılı.

Goldman’ın yazıları anarşizm alanına, anarşizmin kadınların bakış açısından da anlaşılması adına oldukça büyük katkı sağlıyor. Hayatı boyunca zaten pek çok suçlama ve ceza ile yüzleşmiş olması, fikirlerini de korkusuzca savunmasını sağlamış. Teorik anlamda kitap eşi görülmemiş bilgiler sunmasa da, anarşizmin pratiğine dair değerli bilgiler ve deneyimler içeriyor.

 

TUĞÇE PULURLUOĞLU

Anarşizm Staj Programı

 

Kaynakça

[1] John Henry Mackay, “Anarchy” (1888)

The War on Democracy (2007)

Christopher Martin ile John Pilger’in beraber yönettiği ve John Pilger’ın aynı zamanda anlatıcılığını yaptığı “The War on Democracy” (Demokrasiye Açılan Savaş), Amerika Birleşik Devletleri’nin Latin Amerika’da uyguladığı politikaları sert bir şekilde eleştirmektedir. 2007 yılında yayınlanan belgeselin kapak resmi, belgeseli özetler niteliktedir. Resimde bir kartal, pençesinin altında Amerikan bayrağı taşımaktadır ve bu Amerikan bayrağı Latin Amerika kıtası şeklindedir. Burada kartal ABD’yi; bayrak ise Latin Amerika ülkelerini temsil etmektedir. John Pilger’ın cesur anlatımı ve ilginç röportajları, belgeseli oldukça akıcı ve sürükleyici kılmaktadır.  

Belgesel birden fazla ülkeyi mercek altına almaktadır ve bunların başında Venezuela gelmektedir. Anlatıcı, Caracas şehrinin çoğunluğunun kent mimarisi dışında kalan ve “barrio” olarak isimlendirilen yerlerde yaşadığını belirtir. Bu bölgede yaşayan halk kendi toplumlarından bile dışlanmış durumdadır. Öyle ki, sadece Hugo Chavez “barrioların sesi” olarak politika sahnesine çıkmıştır. Chavez Venezuela’daki elit demokrasisinin miadının dolduğunu belirtmiş fakat bu tutumu ABD tarafından hoş karşılanmamıştır. Medyanın saldırgan diliyle, Chavez ABD’de bir nefret objesi haline gelmiştir. Belgeselde dönemin televizyon programlarından ve gazete manşetlerinden parçalar gösterilerek medyanın ne kadar güçlü bir silah olduğunun üzerinde durulmuştur.

Chavez döneminde marketlerde satılan pirinç ve sabun gibi ürünlerin ambalajlarının arkasına vatandaşların anayasal hakları yazılmıştır. Üstelik halkın bir kısmı anayasal haklarını bu paketlerden öğrenmiştir. Maddi imkânı olmayan çocukların tam gün eğitim alması ve vatandaşların ücretsiz sağlık hizmetlerinden faydalanması gibi politikalar özellikle yoksul halkın Chavez’e büyük bir bağlılık hissetmesini sağlamıştır. Ancak, tüm bu olumlu gelişmelere rağmen şehrin doğusunda yaşayan elit kesim Chavez’in liderliğinden memnuniyetsizlik duymaktaydı. Çeşitli algı operasyonları ve manipülasyonlarla ülkede yaratılan karışıklık sonucunda Venezuela’da bir darbe gerçekleşmiştir. Belgeselin bir kısmında, bizzat Chavez bu dönemlerde başından geçenleri birebir anlatmaktadır. Chavez, halkın desteği ve başkaldırısı sayesinde darbeden yalnızca 48 saat sonra gücünü yeniden kazanmıştır. Washington yönetimi Hugo Chavez’i darbeye karşı uyardığını iddia etse de John Pilger’ın ortaya koyduğu belgeler ABD’nin darbeye finansman sağladığını ve desteklediğini ortaya çıkarmaktadır.

John Pilger, ABD’nin Latin Amerika müdahalelerine dikkat çekmek için ömrü boyunca ABD müdahalesine uğradığına şahit olduğu Latin Amerika ülkelerini listelemiştir: Arjantin, Belize, Bolivya, Brezilya, Kolombiya, Şili, Küba, Ekvador, El Salvador, Fransız Guyanası, Grenada, Guatemala, Guyana, Honduras, Nikaragua, Panama, Peru, Surinam, Uruguay ve Venezuela’dan oluşan liste görüldüğü üzere oldukça kabarıktır. 

Venezuela’da yaşananların ardından anlatıcı, Guatemala’da nüfusun yalnızca yüzde ikisini oluşturan bir kesimin United Fruit Company gibi Amerikan şirketleriyle iş birliği içerisine girerek ülkedeki doğal zenginliği kontrol ettiğini belirtmiştir. John Pilger, bu bölümde, United Fruit Company ile yakın ilişkiler içerisinde olan iki ilginç isimden bahseder: ABD Dışişleri Bakanı John Foster Dulles ve onun kardeşi olan CIA şefi Allen Dulles. 

Belgesel, Guatemala’nın ardından 11 Eylül 1973 tarihinde Şili’de Salvador Allende hükümetine karşı gerçekleşen darbeye değinmiştir. Tıpkı Venezuela örneğinde olduğu gibi, Amerikalı karar alıcılar yaşanan durumla bir bağlantıları olmadığını iddia etmişse de;  Pilger bu müdahalede de ABD’nin parmağı olduğunu öne sürdüğü belgelerle kanıtlamıştır. Allende’ye yapılan darbe sonrası Amerikan karar alıcılar Şili ekonomisinin çok iyi durumda olduğunu belirtmesine rağmen belgeselde Şili halkının durumu gözler önüne serilmiştir: İhtişamlı gökdelenler ve canlı şehir hayatının uzağında Şili’de birçok insan hayatta kalma mücadelesi vermekteydi.

Belgeselde ele alınan ülkelerden bir diğeri de Bolivya olmuştur. Ülkenin yerlileri olan Aymara ve Quechue halkı önemli bir kültürel mirasa sahiptir. Bölgedeki tarihleri İspanyolların kıtaya gelmesinden çok daha öncesine dayanan yerli halk ülkenin yoksul kesimi içerisinde yer almaktadır.  Anlatıcı Bolivya’da Gonzalo Sánchez de Lozada (Goni) hükümeti döneminden bahsetmiştir. Bu yıllarda birçok Latin Amerika ülkesinde olduğu gibi, Bolivya’da da hükümet ABD tarafından desteklenmekteydi. Öyle ki; 2003’te başa geçen Goni, Bolivya’nın resmi dillerinden birisi İspanyolca olmasına rağmen İngilizceyi bu dilden daha akıcı konuşmaktaydı. Ancak Bolivya halkı sahip oldukları doğal zenginliklere rağmen fakirlik içinde yaşamakta usanmıştır. El Alto halkı, La Paz’a giden yolları kapatarak isyan etmiştir. Ancak, bu isyanın bir bedeli vardı. İsyan eden halk kendi ordusu tarafından öldürülmüştür. Belgeselin bu kısmında o anlara tanıklık eden insanlara yer verilmiştir. Ayaklanma sırasında verilen kayıplara rağmen Bolivya halkının mücadelesi en sonunda başarıya ulaşmış ve Goni Amerika Birleşik Devletleri’ne kaçmıştır. Bu gelişmelerin ardından Bolivya tarihinde ilk kez yerli halktan bir kişi başkan seçilmiştir. Eva Morales, tıpkı Chavez’in Venezuela’da yaptığı gibi ülkeye yeni bir demokrasi ve başlangıç sunarak yoksul halkın sempatisini kazanmıştır.  

Belgesel oldukça cesur ve sarsıcı bir şekilde gerçekleri gün yüzüne çıkarmaktadır. Belgeselde Latin Amerika’da kötü muameleye maruz kalan ve işkence gören kişiler o günleri tüm ayrıntılarıyla açıklarken, John Pilger kan donduran görüntülerle vahşetin boyutunu açığa çıkarmıştır. Belgeseldeki en ilginç röportajlardan biri; 30 yılı aşkın süre Amerikan Merkez İstihbarat Servisi’nde görev alan ve 1981-1987 yılları arasında Latin Amerika bölümünün şefi olan Duane Clarridge ile gerçekleştirilen röportajdır. Pilger, Clarridge’e kıtada gerçekleşen olaylar ile ilgili sorular sorduğunda Clarridge soğukkanlı bir şekilde yapılması gerekenin yapıldığını iddia etmiştir. Öyle ki, John Pilger’ın kıtadaki müdahaleleri zalimce görmesi üzerine, Clarridge ABD’nin bölgeye bakışını özetler nitelikte olan şu cevabı vermiştir: “Biz kendi ulusal güvenlik çıkarlarımız için nereye istersek oraya müdahale ederiz. Eğer bunu sevmiyorsan, buna katlanmak zorundasın.”

ABDÜLSAMED DAŞDAN

Latin Amerika Staj Programı

                       

Black Mirror: The Waldo Moment (2013)

Bu yazıda 2011 yapımı Black Mirror dizisinin 2. sezonunda yer alan “The Waldo Moment” adlı bölümünün, genel hatlarıyla politikacıların topluma olan tutumunu ve toplumun teknolojiye karşı olan bağlılığını eleştiriye tabi tutması üzerine bir değerlendirme ve kısa bilgilendirme yapmak amaçlanmıştır.

Dizilerde ve filmlerde karakter seçimleri, hikâyeyi ve verilmek istenilen bilgiyi seyirciye yansıtmak açısından çok önemli bir yer tutmaktadır. Dizi, farklı eleştirilerin aracılarını oluşturmak adına üç ana farklı karakterden oluşmaktadır. İlk karakter, seçimler için aday olmak isteyen; kazanamayacağının farkında olan, bu adaylığı “sıçrama tahtası” olarak gördüğünü açıkça dile getiren Gwendolyn Harris adlı politikacıdır. İkinci karakteri ise  “Waldo” adındaki çizgi film karakterini seslendirmek üzere bir programda yer alan, karakterin arkasında kendini sıkışmış hisseden, Waldo’nun kendinden ayrı bir karakter olduğunun farkında olan Jamie oluşturmaktadır. Jamie, Waldo’yu etik olmayan ancak insanları güldüren esprilerle donatır. Waldo’nun yeni bölümünde konuk olan Liam Monroe,  bir “politikacı” hissizliğine sahip, ciddi, seçimlere aday olmak için hazırlanan üçüncü karakter olarak yerini almaktadır. Monroe, Waldo tarafından programda “politikacı” kimliğiyle küçük düşürülür. Monroe’nun bu programda kızdırılması ve Waldo’nun onu aşağılayıcı sözleri oldukça beğeni toplar. Bunun üstüne politikacıları “çürük bir tahta” olarak gören programın yapımcısı Waldo’yu sırf politikacıları kızdırmak ve alay etmek için adaylığa sokmaya karar verir. Bu sırada Jamie, kendi gibi bulunduğu noktada mutlu olmayan, daha fazlasını isteyen Gwendolyn ile arasında bağ kurar.

3 aday olarak Gwendolyn, Waldo ve Monroe öğrencilerin hazırladığı bir soru-cevap söyleşisine katılır. Uyuşturucu bağımlılığı gibi çok ciddi bir konudan bahsedilirken Waldo’nun gençleri farklı yöne çekmeye çalışan tavrı Monroe’yu oldukça sinirlendirir. Monroe buna karşılık olarak Waldo’nun arkasına sığınan, kendi deyimiyle “insanlarla bire bir bağ kurmaya korkan” Jamie’yi ismini söyleyerek hedef haline getirir. Jamie’ye adıyla seslenmesi Waldo kimliğini aradan çıkarır ve Jamie içinde bastırmış olduğu tüm duyguları ortaya döker. Politikacıların kendi kişisel arzuları için hareket ettiklerini, etrafında gerçekleşen kötü ne varsa görmezden gelip hedefe odaklandıklarıyla ilgili bir konuşma yapar. Bu demeç, günümüzde de insanların sıkça dile getirdiği politikacılar tarafından artık temsil edilmeme hissi ve politikacıların bireysel çıkar için hareket ettiği ile ilgilidir.

Aslında Jamie’nin bu konuşması günümüzdeki siyaset ve toplum arasındaki kopukluk hissinin, bu karakter aracılığıyla ekranlarda temsil edildiğini göstermektedir. Temsil edildiğini hisseden halk, Waldo’yu sahiplenir ve daha çok destek verir.

Bu olayların üstüne daha da ileri gitmek isteyen yapımcı, Jamie ile bir konuşma gerçekleştirir. Bu konuşmada günümüz teknolojisinin esir aldığı gençlerin politik dünyaya bakış açısının bile artık sosyal medya üzerinden yönlendirildiği açıkça görülür. Buradaki gençlerin yaşadığı yanılsama, Karl Marx’ın idealara olan yorumunda olduğu gibi yansıtılmış, tersine dönmüş gerçeklik olarak tanımlanabilir.

 Jamie ve yapımcı arasında teknolojinin insanlara “doğrudan demokrasi” verebileceğine, politikacılara ihtiyaç olmadığına değinen bir konuşma geçer. Yapımcı, hayata geçirilecek politikalara karar verirken internete koyup insanların beğenip beğenmediğini dile getirebileceklerini söyler. Tıpkı bir fotoğraf, video, yazı paylaşıldığında insanlara onu beğenme ya da beğenmeme hakkı verildiği gibi. Yapımcı ve Jamie, gündeme geldikten sonra “teşkilattan” bir yetkiliyle görüşme gerçekleştirir. Dizinin en çarpıcı ve en önemli konuşması da burada geçer: Teşkilatı temsil eden kişi, Waldo’nun “sözde” başkan figürü için mükemmel bir seçenek olduğunu söyler. Waldo’nun insan olmadığı için şahsi kusurları olmadığını, insanların onu aşağı çekecek bir şey bulamayacağını dile getirir. Yaptığı çarpıcı, umursamaz konuşmalara bir de umut ve hedef eklerlerse şimdiki politik sisteme karşı “kusursuz bir suikastçi” olacağından bahseder. Daha önce teknolojinin tehlikeli yanına yapılan vurgu burada daha da ileri gitmektedir. İnsanların sadece bilgisayarda yaratılmış sahte bir karakteri olan figüre inançlarını birkaç sözle açıkça bağlanabileceği gösterilmektedir. İyice karakterin arkasında sıkışan Jamie, bu durumdan kurtulmak için harekete geçer ve bir kampanyada ekranın arkasından çıkıp “Bana oy vermeyin, ben Waldo’yum” der. İşte tam bu sırada açıkça görülür ki Waldo artık siyasi bir fikrin kalıplaşmış figürü olarak Jamie’yi saf dışı bırakır. Dizinin sonunda ise seyircinin karşısına Waldo’nun sözde başkan olduğu, askeri güçlerin onun arkasından dünyayı yönettiği bir düzen konulur. Tam da teşkilattan gelen adamın bahsettiği “kusursuz suikast” gerçekleşir.

Waldo Zamanı, teknolojinin artık hayatın her köşesine rahatça erişebildiğini, etkileyebildiğini ve hatta karar mecrası haline geldiğini vurgulamaktadır. İnsanlara olan ihtiyacı gittikçe azaltan bu sistem, insanları her geçen gün daha çok içine çekmektedir. Politikaya kadar uzanan bu el aynı zamanda dünya sistemindeki politikacıların da bir ürünüdür. İnsanlara daha az kulak vermek, barışçıl dünya düzeninden uzaklaşan politikalar izlemek, insan haklarında ileriye gitmek gerekirken; her geçen gün geri adım atmak, birbirine muhalif düşünceleri propagandalarla besleyip bireyler arasındaki kutuplaştırmayı arttırmak, toplumları oldukça yorgun ve inançsız bırakmaktadır. İnsanlar umut getirebileceklerine inandıkları her bireye, yapıya ve düşünceye bağlanır hale gelmektedir. İnsanların ekranlara yansıtılmış gerçekliği değil asıl olanı görmesi, politikacıların da topluma daha çok inmeleri, “ortak fayda” için çalışmaları gerekmektedir. Şimdilerde oldukça hassas zeminde yer alan toplum-devlet ilişkisinin temsilciler aracılığıyla güçlendirilmesi gerekmektedir. Yoksa dizide yer alan “kusursuz suikast”in dünya sistemine de sıçraması o kadar da imkânsız olmayacaktır.

Güzide Gülizar DOĞAN

Sivil Toplum Okumaları Staj Programı

 

Drina Köprüsü

Drina Köprüsü adlı eser, Yugoslav yazar İvo Andriç tarafından 1942-1943 yılları arasında Belgrad’da yazılmıştır. Kitap 353 sayfadır ve 24 bölümden oluşmaktadır. Kitabın sonunda kitabın Sırpça aslında kullanılan Türkçe kelimelere de yer verilmiştir. Hasan Ali Ediz ve Nuriye Müstakimoğlu tarafından Sırpça aslından çevrilmiştir. İletişim Yayınları tarafından 25. baskısı ISBN-13: 978-975-470-782-3 numarası ile 2019 yılında yayımlanmıştır.


GİRİŞ
İvo Andriç, Drina Köprüsü romanında, 16. yüzyılda Osmanlı hakimiyetinde olan Sırbistan ve Bosna Hersek üzerinde bulunan Vişegrad kasabasındaki Drina ırmağı ve onun üstünde kurulu Drina Köprüsü etrafında gelişen olayları anlatır. Irmak Müslüman ve Hristiyan halkın arasında bir sınır gibi geçmektedir ve bu iki tarafı birbirine bağlar. Roman 16. yüzyılın ilk çeyreğinden başlayıp I. Dünya Savaşı’nın başladığı 1914 yılına kadar 350 yıllık bir zaman dilimini ele alır. Eser o dönemdeki Bosna’nın demografik, sosyal ve siyasi yapısını Drina Köprüsü çevresinde insanların birbiri ile ilişkisini, tartışmalarını, mutluluklarını, gelenek ve göreneklerini, milli duygularını, tarihi olaylarını akıcı bir anlatımla okuyucuya sunar.

İlk bölümde Vişegrad kasabasını ve Drina Köprüsünü zengin bir betimleme ile anlatarak başlar. Köprüyü o civardaki Sokoloviç köyünde doğmuş olan Osmanlı Sadrazamı Sokollu Mehmet Paşa yaptırmıştır. Köprüyü Mimar Rade’in yaptığı söylense de bazı kaynaklarda Mimar Sinan’ın yaptığı belirtilir. Romanda, Sokollu Mehmet Paşa’yı Müslüman ve Hıristiyanlar kendilerine göre yorumlasalar da, iki dinin de vardığı ortak kanı, sadrazamın değerli biri olduğudur.

Osmanlı’da devletin ileri gelenleri tarafından kurulan vakıflar ile yapılan köprüler ve hanlar aracılığı ile Osmanlı, otoritesini korumayı amaçlamıştır. O bölgelerden edinilen gelirlerle oralarda hizmet verilmesi bu topraklarda patlak verebilecek isyanları önlemiştir. Sadrazam Sokollu Mehmet Paşa’nın kararını verdiği yıl inşaat başlar. Köprü inşaatını engelleme girişimleri inşaatı yöneten son derece sert biri olan Abid Ağa’nın kulağına gitmesinin ardından yakalanan kişinin katı bir şekilde cezalandırılması, o dönemlerde devletin kendi otoritesini sağlamak için uyguladığı yöntemler olduğunu göstermektedir. Köprü yapıldıktan sonra Kapiya isimli yer kasabalıların toplanıp sohbet ettiği, kasabanın önemli bir sosyal merkezidir. Kazığa geçirme, kelle alma gibi birçok ceza, isyanlar sırasında kurulan karakollar ve savaş gibi birçok olaya tanıklık etmiştir.

Her 30 yılda bir, Drina’nın taşması ile bölgede su taşkınları olmaktadır ve toparlanması çok güç taşkınlardır. 18. yüzyılda büyük bir taşkın olur ve Müslümanlar Müslüman evlerine, Hristiyan ve Yahudiler de Hristiyan evlerine yerleştirilir. Böylelikle bir doğal afetin farklı dinlerden insanları bir araya getirdiği görülür.

İlerleyen bölümlerde 1804’te Kara Corc isimli kişinin önderliğinde Sırbistan’da bir ayaklanma çıkar. İsyancılar kasaba yakınlarına gelir ve yaktıkları ateş kasabadan görünür. Bu ateş bir süre sonra uzaklaşır. Buna Türkler sevinirken, Sırplar hayal kırıklığına uğrar. Çünkü bu isyan onlar için haksızlığa karşı yapılmış bir isyandır. Bu isyandan sonra tedbirler alınan kasabada bir Sırp gencin Türkler’e ait bir şarkının sözlerini değiştirerek söylemesi üzerine yazar bu bölümde iki farklı din ve kültürün çatışmasını şu sözlerle anlatmıştır:
Bosna’da iki din arasında yüzyıllardan beri süren bu büyük ve tuhaf savaşta din kisvesi altında toprak, iktidar, kendi hayat görüşü ve dünyayı idare ediş biçimi için de çarpışıyorlardı. Birbirlerinin sadece kadınlarını, atlarını silahlarını değil, şarkılarını, şiirlerini bile çalıyorlardı. Onlar da değerli bir ganimet gibi birinden ötekine geçiyordu.”

Aynı zamanda eserde, o dönemlerdeki barış ortamını, Hristiyan din adamı Rahip Nikola ve Müslümanların hocası Molla İbrahim arasındaki dostluk hakkında yazılmış şu satırlarda görmek mümkündür:
Onlar o çağda, Müslümanlarla ve Sırplar arasında ne ölçüde bir dostluktan söz etmek mümkünse o derece eski dost ve çocukluk arkadaşıydılar. (…) Şaka olarak birbirlerini “komşu” diye çağırırlardı. Çünkü evler kasabanın karşılıklı iki ucunda bulunuyordu. (…) Başka zamanlarda, Meydan’da ya da Okalişte’de birbirlerine rastladıkları zaman hiçbir rahiple hoca arasında görülmedik bir samimiyetle selamlaşır, hal hatır sorarlardı.”

19. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nun gerileme dönemine girmesi ile birlikte, Avusturya Bosna’yı işgal etmiştir. Yüzyıllardır Osmanlı hakimiyetindeki kasaba halkında benimsenen yaşam biçimi ve huzur, Avusturya’nın Bosna’yı işgali ile bozulmuştur. O dönemde askerler çekildikten sonra karakol kurulmuş ve memur olarak Çekler, Polonyalılar, Hırvatlar, Macarlar ve Almanlar bölgeye yerleşmiştir. Kasabanın düzeni yavaş yavaş değişmeye başlamıştır. Farklı milletlerin gelmesi ile yeni kültürler de gelmiştir. İnsanların çalışma hırsından değiştirdikleri binaların yapısına kadar her şey kasaba halkına yabancı gelmiştir. İşgalin dördüncü yılında her şeyin bir derece yatıştığını belirten yazarın “Türklerin zamanındaki o tatlı ve sakin yaşam yoktu ama (bu zaten imkansızdı), yeni anlayışa göre her şey düzenleniyordu.” cümlesi, Avusturya ve Osmanlı hakimiyetini karşılaştırıp, Osmanlı zamanındaki yönetim hakkındaki olumlu düşüncelerini ortaya koymaktadır.

Kitabın ilerleyen sayfalarında yazar:
İlk anlaşmazlık ve çatışmalardan sonra yeni hükümet halkın üstünde net bir sağlamlık ve devamlılık izlenimi bıraktı. Gücünü dolaylı olarak hissettiriyor, onun için de halk onu eski Türk düzeninden daha kolay sindiriyordu. Açgözlülüğünü ve zulmünü, geleneksel biçimlerle bir ağırbaşlılık ve parlaklık maskesi altında gizliyordu. Halk hükümetten korkuyor ama, ölüm ve hastalıktan korkar gibi korkuyor, zulüm, felaket ve fenalık karşısında titrer gibi değil! (…)Yeni devlet iyi idare sistemi ile insanların cebinden Osmanlı idaresinin zorla çektiğini, acısız ve kimseyi sarsmadan alıyordu. O kadar ki, halk ödediği vergilerin, yükümlülüğünün belki farkında bile olmuyordu. Böylece Avusturyalılar Osmanlılar zamanından fazla para çekiyor, ama bunu daha kolay bir biçimde yapıyordu.” cümleleri ile Osmanlı ve Avusturya dönemini karşılaştırmış, Avusturya hakimiyetinin Osmanlı’ya göre varlığını zor kullanmadan hissettirdiğini belirtmiştir. Avusturya’nın izlediği stratejinin Osmanlı’ya göre daha yumuşak olduğunu ama daha çok kazanç elde ettiğini bu satırlardan çıkarabiliriz. Yazar halkın yeni düzene alışma sürecini de şu şekilde anlatmıştır:
Bu yeni yaşantı hiçbir kasabalının ta ezelden beri ruhunda beslediği emeli kanında taşıdığı şeyi gerçekleştiremiyordu. Hepsi de Hristiyan’ı da Müslümanı da bu yeni hayata, ihtiyatla, türlü çekingenlikle giriyordu. (…) Kâh uzun kâh kısa süren bir duraklamadan sonra çoğunluk kendini bu yeni akıma kaptırıyordu. İş görüyor, alım satım yapıyor, yeni düşünce, yeni davranışlara göre yaşıyordu. Çünkü bunlar herkese yeni ufuklar açıyor ve daha çok imkân sağlıyordu.”

O tarihlerde kasabaya birçok yenilik gelmiştir. Avusturya’nın kasabaya ticari gelişim dışında getirdiği bir başka yenilik de Yahudi bir kadının işlettiği Lotika Oteli’dir. Burada insanlar genelde içki içer ve kumar oynardı. Otelin oraya yapılması ile halk kendini içkiye ve eğlenceye vermiştir ve otel kasabanın merkezi durumuna gelmiştir. Otelin kurulması ile Kapiya’nın değeri azalmış, insanlar eğlence için oteli tercih etmiştir. Ayrıca Osmanlı zamanında kurulan ve çok göz önünde olmayan bir kumarhane yerine oteldeki masalar tercih edilmiştir. Bu da değişen düzenin bir etkisi olarak görülmektedir. Osmanlı zamanında hayır için yapılan hanın, köprünün yerini, maddi kazanç ve eğlence için yapılan bir yapı almıştır.

Bir diğer yenilik de demiryolunun yapılmasıdır. Demiryolu ile köprünün önemi azalmıştır. Sadece sol kıyıdan geçenlerin kullandığı bir yer olmuştur. Sağ kıyı, batı ülkeleri ile yapılan ticaretin önemli bir yeri olmuştur. Trenlerin sefere başlaması ile iki yer arası mesafede geçen süre de azalmıştır. Ali Hoca romanda dikkat çeken bir kişidir. Avusturya’nın yaptığı yenilikleri olumsuz karşılar. Trenin kasabaya gelmesi ile hem zamandan hem de paradan tasarruf ettiklerini söyleyenlere şöyle der:
Eğer gittiğin yer bir cehennemse daha ağır gitmek daha hayırlı olur. Eğer Avusturyalıların bu makineyi senin gideceğin yere çabuk gitmen ve işini daha çabuk görmen için yaptığını düşünüyorsan aptalın birisin. (…) Bir gün gelecek Avusturyalılar seni, trenleriyle istemediğin ve gitmeyi hiç düşünmediğin yerlere de sürükleyecekler.”

Avusturya ile birlikte gelen banka, eğlence merkezi, otel gibi yenilikler ilk etapta hayatı güzelleştiren ve kolaylaştıran şeyler gibi görünse de, aslında kasabaya emperyalizmin getirdiği, eski zamanlardaki tarihi ve sıcak hayatı bozan unsurlardır.

Yazar romanda kasabadaki gençlerin farklı ülkelere eğitim için gittiklerini ve geldiklerinde aralarında nasıl bir ortam olduğuna da değinmiştir. Gençler gittikleri ülkede tıp, felsefe, hukuk alanlarında eğitim görmüşlerdir. Geldiklerinde de Kapia’da toplanıp özellikle milli ve siyasi meseleler üzerinde konuşmuşlardır. Fakat gittikleri Batı ülkelerinde Fransız devrimi etkisi ile yayılan milliyetçilik, liberalizm ve sosyalizm gibi akım ve ideolojilerin etkisinde kalmaları sebebiyle konuşmalar şiddetli tartışmalara dönüşmektedir ve bu da gençler arasında bir gruplaşmanın etkisi olarak görülmektedir. Gençlerin eğitim için gitmesini yazar şu şekilde anlatır:
Başka adamların, başka ırkların, başka çağlarda ve başka ülkelerde yüzyıllar boyunca yaptıkları çabalar sayesinde, hayatları pahasına, hatta hayatlarından da değerli fedakarlık ve feragatlar pahasına yaratmayı ve elde etmeyi başardıkları şeylerin hepsi, kaderin tehlikeli bir hediyesi veya rastlantıyla ele geçen bir miras gibi şimdi önlerine serilmiş bulunuyordu. (…) İsteklerini söylüyor, her şey üzerine serbestçe, ölçüsüz yargılarda bulunabiliyor, istediklerini söylemeye cesaret edebiliyorlardı.

Kitabın son bölümlerinde, Sırplar bir eğlence düzenler. Geleneksel dansları olan kolo oynarlarken kasabaya askerler gelir. Böylelikle 1. Dünya savaşı zamanı başlar. Bombardımanlarla geçen günlerde halk hep korku ile yaşar, Müslümanlar Müslümanların evinde, Sırplar Sırpların evinde kalır ve sosyal yaşam durmaya başlar. Avusturya daha önceden köprünün 7. sütununa patlayıcı yerleştirmiştir ve savaş sonunda bölgeyi terk ederken patlayıcıyı patlatıp köprüyü yıkarlar.

SONUÇ
Eserde yazar, farklı etnik gruplardan oluşan Vişegrad kasabasını ve Drina Köprüsü’nü merkez alarak, o bölgede yaşanan önemli tarihi ve siyasi olayların bölge halkını nasıl etkilediğini, halkın o olayları nasıl karşıladığını objektif bir biçimde anlatmıştır. Olayları yer yer karakterlerin gözünden anlatarak zengin bir anlatım oluşturmuştur. Sadece tarihi olaylar değil, bazı karakterlerin yaşadıklarına da yer verilerek içerik zenginleştirilmiştir. Eser, Osmanlı İmparatorluğu zamanından 1. Dünya Savaşına kadar Bosna’da gerçekleşen siyasi ve toplumsal olaylara halkın gözünden bakabilmek adına son derece faydalı bir eserdir.

MELİSA ÖZAY

Balkan Çalışmaları Staj Programı