Home Blog Page 93

Euro – Türkler

0

“Euro-Türkler Türkiye ile Avrupa Birliği Arasında Köprü mü, Engel mi? Almanya Türkleri ve Fransa Türkleri Üzerine Karşılaştırmalı bir Çalışma”, Yazarlar: Ayhan Kaya – Ferhat Kentel, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 223 Sayfa, ISBN: 975-6176-25-3

Kitap, yazarları Ayhan Kaya ve Ferhat Kentel’in 2003 yılının sonu ve 2004 yılının başında yaptıkları araştırmalarına dayanır. Prof. Dr. Ayhan Kaya, İstanbul Bilgi Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler ve Siyaset Bilimi Bölümü öğretim üyesi ve Bilgi Üniversitesi Göç Araştırma ve Uygulama Merkezi yönetim kurulu üyesidir; Prof. Dr. Ferhat Kentel ise İstanbul Şehir Üniversitesi Sosyoloji Bölümü öğretim üyesidir. Araştırma aynı zamanda İstanbul Bilgi Üniversitesi, Açık Toplum Enstitüsü, Heinrich Böll Vakfı, T.C Başbakanlık Tanıtım Fonu, Avrupa Birliği İletişim Grubu tarafından desteklenmiştir ve danışmanları Prof. Dr. Bianca Kaiser ile Dr. Martin Greve’dir.

Araştırmanın çıkış noktası, Aralık 1999’daki Helsinki Zirvesi’nde Türkiye’nin Avrupa Birliği (AB) adaylığının ardından çıkan, Türkiye’nin siyasi, ekonomik, sosyal ya da kültürel anlamda AB ile uyuşup uyuşmadığına ilişkin çıkan tartışmalardır. Yazarlara göre bu fikirlerin genellikle Euro-Türklere ilişkin olumsuz egemen yargılardan kaynaklandığı düşünülebilir ve araştırma da bu yanılgıların aslını öğrenmek amacıyla Almanya’da ve Fransa’da yaşayan Türkiye kökenli insanlar üstüne yürütülmüştür.

Yazarlar temel olarak Türkiye’den iki ülkeye olan ilk göç süreci ile başlayıp, göçmen profilinin, sosyal sınıfların, anavatan ve “yeni vatan”a karşı tutumların, AB’nin ve Avrupalılığın, yeni kimlikler inşa etmenin üzerinde durmuşlardır. İşlenilen her bir konuda; kültür, kimlik siyaseti ve güvenlik gibi pek çok tartışmalı ve kompleks kavrama eğilerek yapılan görüşmeler ve anketler kapsamında çıkan sonuçları desteklemişlerdir. 

 Araştırma için sırasıyla geniş çaplı bir literatür araştırması, odak grup tartışmaları ve derinlemesine mülakatlar yapılmış ve son olarak da yapılandırılmış görüşmeler ve anketler uygulanmıştır. Almanya’da 1065, Fransa’da 600 adet anket yapılmıştır. Kitapta toplam 29 tane tablo ve 67 grafik kullanılmıştır.

Araştırmanın sorduğu soruya ilişkin verdiği yanıt, Euro-Türklerin Türkiye ile Avrupa Birliği ülkeleri arasında bir köprü görevi görebileceğidir. Yapılan araştırma sonucu, 3 büyük Euro-Türk kategorisi tespit edilir:

  1. Köprü Gruplar (%40tan fazla):
  1. Hem anavatan hem de yaşanılan ülke ile eşit oranda ilişkili olanlar. Kozmopolitan ve senkretik kültürel kimlikler (çokdilli) taşıyan genç kuşaklar bu kategoriye girmektedir;
  2. Hem anavatan hem yaşanılan ülke ile ilişkili olan ve Euro-Müslümanlar gibi (Fransa’da Cojepiennes ve Almanya’da MUSİAD), Türkiye ve Almanya veya Fransa’yı birbirine bağlayan dinamik bir ulusaşırı alan inşa eden gruplar;
  3. Belirli bir siyasal, dini, etnik ya da ırksal kimliği tözselleştirmeksizin tireli ve çoklu kimliklere sahip olanlar.
  1. Engel gruplar (Yaklaşık %40):

Aşırı dindar, milliyetçi ve laik kişileri ve grupları kapsayan, hala anavatana ilişkin güçlü yönelimleri olanlar.

  1. Asimile Olmuş Gruplar (Yaklaşık %20):

Çoğunluk toplumuna asimile olanlar genel olarak ekonomik açıdan daha varlıklı kişi ve gruplar ile Türkiye’de kendilerini dinsel, siyasal ve etnik nedenlerle dışlanmış olarak gören bazı gruplardır.[1]

Ana akım medyanın yansıttığının aksine köprü grupların oranı azımsanacak gibi değildir. Euro-Türkler Avrupa’ya ve Avrupalılık kimliğine çeşitlilik getirerek kültürler arası diyaloga hazırdır ancak medyada kullanılan klişeler ve basmakalıp modeller yüzünden yanlış temsil edilmektedirler. Basmakalıp “Türk” imajına uymayan Euro-Türkler medyada yeterince temsil edilmemektedir. Basmakalıp modeller, gruplar arasındaki etnik, kültürel ve dinsel sınırları pekiştirmektedir. Ancak bu sınırlara meydan okuyan çok sayıda Türk kökenli göçmen bulunmaktadır.[2] Bağlantılı olarak, medya Euro-Türkler tarafından sevilen bir kurum değildir; Fransalı-Türklerin en sevmediği kurum ve Almanyalı-Türkler için ikinci en sevmedikleri kurumdur[3] .

Engel grupların oluşmasının başlıca nedeni olarak bu iki Avrupa ülkelerindeki entegrasyon politikalarına bağlı yapısal dışlanma vurgulanmıştır. Fransa’nın asimilasyoncu politikası kendini şu şekilde gösterir; “Fransa’da çok-kültürlülük genel olarak hoş karşılanmaz- yurttaşlık cumhuriyete tam üyelik anlamına gelir ve bütünüyle entegre olmayı, yani asimile olmayı gerektirir. Dolayısıyla, resmi söyleme göre tüm sosyal gruplar eşit ölçüde Fransız olduğundan azınlıklardan söz etmek pek anlamlı değildir” (Schuster ve Solomos, 2002, s. 47).[4] Aynı asimilasyon mantığından ötürü, Fransalı-Türklerin üzerinde Almanyalı-Türklerden daha fazla dil baskısı gözlemlenmiştir; bu durum Fransa’da kamusal hayata katılımda dilin ne denli önemli bir unsur olduğunun altını çizmektedir.[5] Alman ulusu ise, evrensel siyasal değerlerin taşıyıcısı olarak değil fakat organik, kültürel, dilsel ya da ırksal bir cemaat olarak (Volksgemeinschaft) algılanmıştır. Bu anlayışa göre ulus, siyasal değil, etno-kültürel bir olgudur (Brubaker, 1992, s. 1).[6] Yine de Almanya’da bu anlayış büyük ölçüde değişmiştir. Almanya’yı ayrımcı (segregasyonist) bir ülkeden bütünleşmeci (entegrasyonist) bir ülkeye dönüştüren, yurttaşlık yasalarına yaptığı değişimlerden ötürü Sosyal Demokrat-Yeşil Koalisyonu olması muhtemeldir. 2000 yılından beri Almanya yurttaşlık yasaları bakımından daha demokratik ve kapsayıcı bir nitelik kazanmıştır. Son zamanlarda Almanya’daki çok-kültürlülük, kültürel çeşitlilik ve çoğulculuk söylemi de Almanyalı-Türkleri kamusal alanda kendilerini kendi kültürel kimlikleriyle temsil etmeye yöneltmiştir. [7]

Kitap Türkiye ve AB ilişkilerini baştan anlatmasıyla ve göç sürecinin başlangıcından 2005 yılına gelmesiyle, Türkiye’den Avrupa Birliği ülkelerine göç hakkında çalışmaya yeni başlayan okuyucular için oldukça açıklayıcıdır; fakat sade bir üslupla yazılmasına rağmen araştırmanın kapsamından ötürü ağır bir kitap olduğunun da altını çizmek gerekir.

Kitabın basıldığı 2005 yılının üstünden Türkiye ve AB ilişkileri açısından çok çalkantılı bir 15 yıl geçirdiğimiz göz önünde bulundurulursa araştırma güncel olarak nitelendirilemez. Buna rağmen, sunulan verilerin günümüzle alakasız olduğu da söylenemez. Araştırma, 15 yıl sonra bile, günümüzü aydınlatmamıza yardımcı olabilecek kadar kapsamlı veriler sunmuştur. Türkiye ile Avrupa Birliği ilişkilerinin başlangıcını ve Euro-Türklerin araştırmanın yapıldığı 2003 ve 2004 yıllarındaki durumlarını görebilmemiz, bu sayede günümüzdeki olayları geçmişle ilişkilendirebilmemiz açısından “Euro-Türkler: Türkiye ile Avrupa Birliği Arasında Köprü mü, Engel mi?” literatüre önemli bir katkı sağlamıştır.

 

ZEYNEP ÖKSÜZ

TUİÇ Göç Araştırmaları Stajyeri

 

Kaynakça

Ayhan Kaya & Ferhat Kentel. (2005). Euro-Türkler Türkiye ile Avrupa Birliği Arasında Köprü Mü, Engel mi?. İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayıncılık. s. 155-156

South of the Border Belgesel Analizi

Güney Amerika ülkelerinin liderlerini ve bu liderler ile yükselen solun gelişimini, yaşanan siyasi ve sosyal hareketlilikleri inceleyen bir belgesel olan, Oliver Stone’nun yönettiği “South of the Border” 2010 yılında izleyici ile buluşmuştur. Özellikle Hugo Chavez’in Venezuela’da lider olmasıyla gelişen kıta içerisindeki siyasi olayları ve yedi ülkenin liderlerinin bu gelişmelere olan bakış açıları izleyiciye sunulmuştur. Oliver Stone; liderlerle görüşüp merak edilen sorulara yanıt bulmuş, kıtada yaşanan gelişmeleri, liderlerin bu süreçte yaşadıkları deneyimleri bu belgesel yoluyla aktarmıştır. Ancak pek çok noktada yaptığı medya eleştirisi ve Amerika’nın bölge üzerindeki etkisini izleyicilerle paylaşması ile belgeselin tarafsız olmadığı eleştirilerini de beraberinde getirmiştir. Yine de dönemin siyasi havasını, uluslararası ilişkilerin bölgedeki yerini anlayabilmek için yararlı bir kaynak olarak görebiliriz.

Belgesel, ABD ve Avrupa’daki televizyonların ve gazetelerin Güney Amerika ile ilgili yaptıkları haberleri aslında ABD’nin perspektifine göre dünyaya sunulduğunu belirterek başlamaktadır. Sonrasında ilk ülke ve lideri ile Güney Amerika yolculuğuna başlanmış, Venezuela ve Hugo Chavez’in hikâyesi anlatılmıştır. Hugo Chavez ve Venezuela’nın hikâyesi belgeselin büyük bir bölümünü oluşturmuştur. Seçilmiş bir lider olan Chavez’in ve diğer ülke liderlerinin siyasi görüşlerinin uyuşmadığı ABD tarafından “diktatör – terör destekçisi” olarak gösterildiği belirtilmektedir. Hugo Chavez’in 1998’de Venezuela Başkanı seçilmesiyle yaşanan gelişmeler ve mücadelesinin diğer ülkeler için de örnek teşkil ettiği belirtilmiştir. Chavez’in yolsuzluğa ve iktisadi eşitsizliğe karşı çıkarak başladığı bu yolda 2002’de kendisine karşı yapılan askeri darbe girişimi, Chavez dönemi anlatılırken önemli bir yer tutmaktadır. Bu darbenin medyadaki etkisi büyük olmuştur ve kurgulanmış görüntüler ile protestolarda yaşanan katliamın Chavez tarafından verilen bir emir olduğu söylenmiştir. Ancak belgesele göre bu bir manipülasyondur ve medya darbeyi meşrulaştırmayı hedeflemiştir. ABD’nin bu darbedeki rolü ve etkinliği ise tartışma konusu olmuştur. Chavez, ABD’nin bu girişimde rolü olduğunu ve planın içerisinde olduğunu iddia etmiştir. Girişim başarısız olmuş ve Chavez liderliğine devam etmiştir ancak yine de Venezuela’da sular durulmamıştır. PDVSA (Venezuelalı devlet petrol ve doğalgaz şirketi) greviyle ülkede ekonomik durgunluk başlamış; Venezuela petrol endüstrisi felç olmuştur. Buna karşılık Küba, Venezuela için doktor göndermiş ve karşılığında ucuz petrol alarak durumu iyileştirmeye çalışmıştır. Chavez bu sorunu PDVSA’yı kamulaştırarak çözmüştür. Belgesele göre bu hareketle ekonomi büyümüştü, yoksulluk azalmıştır. 

Oliver Stone, Hugo Chavez’in Venezuela’sından ayrılarak bir sonraki durağı olan Bolivya ve Evo Morales ile Güney Amerika yolculuğuna devam etmiştir. Evo Morales de Güney Amerikalı solcu liderler dalgasının bir örneği olarak karşımıza çıkmaktadır. Kendisi yerli halktan başkan olan ilk kişidir. Morales de Chavez gibi ABD’den bağımsız kendi kaynaklarına sahip çıkan bir devlet anlayışını benimsemektedir. ABD’nin Güney Amerika’daki uyuşturucuyla mücadele çalışmalarını ise ülkelerinde denetim kurmanın bir bahanesi olarak gördüğünü belirtmiştir. Belgeselin bir sonraki durağı ise Arjantin’dir. Arjantin’den, 2001 ekonomik krizine kadar 50 yıl boyunca IMF, Dünya Bankası ve ABD Hazine Bakanlığı’nın dediklerini uygulamış bir ülke olarak bahsedilmektedir. Ekonomik kriz sonrasında Néstor Kirchner liderliğinde olan Arjantin böylece IMF’ye karşı koymuş ve IMF’nin krize yönelik çözüm önerisi olarak sunduğu serbest ticaret politikasını reddetmiştir. Néstor Kirchner’ın Bush’a karşı aldığı kararlar ve önerilen politikanın reddi önemli bir gündem oluşturmuştur.

Oliver Stone, Arjantin’den sonra Paraguay ile izleyicilere Güney Amerika’nın siyasi ve sosyal yaşamını yansıtmaya devam etmiştir. Paraguay başkanı Fernando Lugo ile birlikte Paraguay’da da yaşanan iktidar değişimi son 10 yılda Latin Amerika’da yaşanan gelişmeler ışığında değerlendirilmiş ve bunun coğrafyada yeni bir düşünme biçiminin başladığına dair ortaya çıkan inanç gündeme getirilmiştir. Coğrafyadaki toplumsal hareketlerin bu değişimlerde olan etkisinin öneminden bahsedilmiştir. O dönemde yeni bir iktidar değişimi yaşamış olan Brezilya da belgeselde bahsi geçen ülkelerden bir diğeridir. Lula da Silva ile yapılan röportajda Silva, Güney Amerika ekonomisinin, hukukunun bir gün bölgesel bir entegrasyon ile birleşeceğine olan inancından bahsetmektedir. Belgeseldeki son ülkeler ise Ekvador ve Küba’dır. Ekvador başkanı Rafael Correa Ekvador’da bulunan Amerikan üssünü kaldırmak istediğini ancak ABD’nin bunu kabul etmediğini anlatmıştır. Correa ayrıca Güney Amerika’da Chavez’in etkisinin önemini ve onun mücadelesinin diğer ülkeler için bir örnek teşkil ettiğinden de bahsetmiştir. Son olarak Küba devlet başkanı Raúl Castro ile Küba devrimi ve güncel tarihte yaşanan siyasi hareketliliklerin üzerine bir sohbet edilmiştir. 

Belgeselde Güney Amerikalı solcu liderler arasında benzer anlayışlar ve benzer tepkileri rahatlıkla görebilmekteyiz. Medyaya olan güvensizlik, IMF’ye olan karşıtlık ve iç işlerine diğer ülkeler tarafından dâhil olma girişimlerine karşı olan hassaslık hepsinde görülmektedir. Yönetmen son bölümde ABD’nin Chavez’e olan tavrının sebebini ABD’nin sahip olduğu sistemine karşı oluşturduğu tehlike olarak görmektedir. Belgesel biterken Obama yeni Amerikan başkanı olarak tarih sahnesine çıkmaktadır. Yeni başkan ile birlikte Güney Amerika ülkelerinin ABD ile olan ilişkileri için de yeni bir başlangıç umudu gözlenmektedir. Obama, Bush’a göre daha ılımlı bir politika yürütmüş, liderler ile görüşmüştür. Bununla birlikte ABD medyasının bu görüşmelere karşı olan hoşnutsuzluğuna da yer verilmiştir. Ülkeler ise bölge liderleri toplantısında ABD’ye karşı birlik olmuştur ve Küba’nın eksikliğini kabul etmeyeceklerini dile getirmişlerdir. Belgesel kısa dönemli bir zamana ışık tuttuğu için dönemi anlamak ve liderlerin düşüncelerini kendi perspektiflerinden öğrenebilmek için faydalı bir kaynak olarak görülebilir.

Evrim Dilhan YİĞİT

Latin Amerika Staj Programı

 

Sivil Kadın: Türkiye’de Kadın ve Sivil Toplum

0

Çaha Ömer, Sivil Kadın: Türkiye’de Kadın ve Sivil Toplum (Ankara: Savaş Yayınevi, 2017)

Çaha Ömer,  Women and Civil Society in Turkey: Women’s Movements in a Muslim Society (Farnham: Ashgate Publishing, 2013)

Ömer Çaha’nın “Sivil Kadın: Türkiye’de Kadın ve Sivil Toplum” kitabı, ilk olarak 1996 senesinde yayınlanmıştır. Bu ilk basımın ardından, doktora tezinin konu içeriğine ek olarak günümüze dek meydana gelen olaylar ve gelişmeler çerçevesinde güncellemesi yapılarak kitap 2010 senesinde tekrar yayınlanmıştır. 2010 senesinde basımı yapılan kitabın aynı zamanda “Women and Civil Society in Turkey: Women’s Movements in a Muslim Society” başlığı ile İngilizce olarak düzenlenmesi yapılmış ve pek çok uluslararası dergide analizi yapılmıştır. İki kitap da Osmanlı dönemi kadın hareketlerinden başlayarak günümüze kadar sivil alanda meydana gelen değişimleri ele almakta ve okuyucular için Türkiye’de sivil toplum ve demokrasinin yapılandırılması sürecini anlamada kadın hareketlerinin önemini vurgulamaktadır. Türkçe olan kitap toplam on bölümden oluşmaktadır. İngilizce olan kitap ise yedi bölümden oluşmaktadır. Bu yazıda Çaha’nın Türkiye’de sivil kadın ve kadın hareketleri üzerine yazdığı iki kitabı üzerinden ortak bir kitap analizi yapılması amaçlanmıştır.

İlk olarak; yazar kitaplarında sivil toplum tartışmalarını ve onların feminist eleştirilerini sunmuştur. Antik filozoflarla başlayarak devamında Hobbes, Rousseau, Hegel ve Marx ile anlatımını sürdürmüştür. Yazar ayrıca kamusal ve özel alanlarla ilgili fikirlerini aktarmış ve mevcut teorilerin bakış açılarına göre kadınları nasıl dışladığını, hatta aşağıladığını göstermiş; feminizmin üç dalgasının sivil toplumla ilgili temel teorileri ve tabii ki feminist eleştirileri geliştirdiğine değinmiştir.

Ardından Türkiye’de kadın hareketinin tarihsel sürecine odaklanarak, öncelikle Osmanlı döneminde kadın hareketlerine ve bunların batıdaki ilk dalga feminist hareketlerden nasıl etkilendiğinden söz etmiştir. Çaha, 19. yüzyıldan itibaren Osmanlı Devleti’nin modernleşme süreci ile birlikte kadın konusunun daha sıklıkla gündeme geldiğini belirtmiş, kadınların o dönemde çıkardığı dergileri incelemiş, İslam’ın toplumu nasıl ikiye böldüğünden ve kadın-erkek ayrımını artırdığından bahsetmiştir. Kitapta İkinci Meşrutiyet Dönemi’nde Osmanlı kadın hareketinin niteliğindeki değişimin ve örgütlenmeye başlamalarını; kadınların vatandaş olarak eğitim alma, çalışabilme, özel alanda haklar gibi temel haklarını talep ettiklerini de ekleyerek bunun yerli feminizmin doğuşu olarak nitelendirilebileceğinin altı çizilmektedir. Devamında Çaha, Cumhuriyet Dönemine ve o dönemde kadının özgürleşmesinin nasıl gerçekleştiğine odaklanmaktadır. Osmanlı döneminde gelişmeye başlayan kadın hareketi Cumhuriyet döneminde Atatürk’ün kadınları ülkenin kalkınmasında önemli bir konuma koymasının sonucu olarak daha radikal bir boyut kazanmıştır. Kadın haklarına ilişkin Cumhuriyet reformları sayesinde kadınlar özel ve kamusal alanlarda yer kazanmışlardır.

1980 ve sonrasındaki dönem ile ilgili; o dönemde Türkiye’de sivil toplum kavramının içeriği geçmiş senelere kıyasla büyük oranda değişimlere sahne olmuştur. Yazar’ın daha önceki dönemlerde “yerli feminizm” olarak nitelendirdiği kadın hareketi bu dönemde “sivil feminizm” olarak nitelendirilmiştir ve yazar feminizm hareketinin bu dönemde Türkiye’de gelişim sürecinin dört aşamada (gizil hazırlık, uyanış, meşruluk arayışı, bir harekete dönüşme) gerçekleştiğini belirtmiştir. Yazar ‘kardeş’ kavramının inşasından sonra 1980’lerde Türkiye’deki kadın hareketinde sivil toplumun rolüne de vurgu yapmıştır. Çaha, kitaplarında hem sokak feminizmine yer vermiş hem de kadın medya üretiminin yaygın olduğunu açıkça ortaya koymuştur. Bu gelişmelerin bazılarına o dönemdeki sol kesim ve İslami kesim tarafından tepki gösterilmiştir. 1980’li yıllardan itibaren sokak hareketleri başta olmak üzere meşruiyetini arttırmaya çalışan feminizm akımı, 1990’lı yıllarda üçüncü dalga hareketi ile yeni sürecine girmiştir çünkü Türkiye’de üçüncü dalga feminizmin ortaya çıkmasıyla birlikte kadınlar artık cinsellikleri, etnik kökenleri, ülkenin siyasi durumu gibi yeni konularla ilgilenmeye başlamıştır.

İslami kadın hareketi ve Kürt kadın hareketine dair; yazar öncelikle kamusal alanlarda başörtüsü yasağına tepki olarak Türkiye’de İslami kadın hareketinin nasıl ortaya çıktığını anlatmıştır ve İslami kadın hareketinin hem medyada hem de siyasette nasıl var olduğuna dair geniş bir analiz vermiştir. Yazarın öne sürdüğü önemli iddialardan biri İslamcı kadınların kimliklerini dindar, cinsiyet aktivisti veya kadın yanlısı olarak inşa ettikleri; böylece faaliyetlerinin ve hareketlerine katkılarının bu kimlikler etrafında dönmesidir. Türkiye’de İslami kesimin İslami feminizme mesafeli olduğunu ifade eden yazar, bunun sebebinin feminizmin sınırsız cinsel özgürlük, erkek düşmanlığı ve aileye saldırı vb. algılar ile eş görülmesi olduğunu vurgulamaktadır. Kürt kadın hareketine dair ise kadınların hareketlerini ve ürünlerini örgütler ve dergiler olarak özetlemiştir. Yazar, Kürt kadın hareketinin niteliği itibariyle üçüncü dalga kadın hareketi içinde değerlendirilebileceğini ifade etmektedir ve hem sivil haklara hem de kadın haklarına karşı bir mücadele olması açısından Kürt kadın hareketinin siyah kadın hareketiyle benzerlikler gösterdiğini öne sürmektedir.

Son olarak; yazar Türkiye’de kadın hareketi ve sivil toplum üzerine değerlendirmeler yapmaktadır. Batı’da kadın hareketinin başlangıcı ile Türkiye’de başlangıcını karşılaştıran yazar, Batı ülkelerinde çeşitli sosyal gruplar tarafından yürütülen sürecin Türkiye’de devlet aracılığı ile geliştiğini ifade eder. 1980 sonrasında feminist hareket ile birlikte İslami kesim ve etnik hareketler çerçevesinde kadınlar da hareketin güçlenmesinin önünü açmışlardır. Kadın hareketi ile sivil toplumun bir ilişki içinde olduğu ve her ikisinin de birbirine katkıda bulunduğu sonucuna varır.

Ömer Çaha, Türkiye’deki kadın hareketinin geniş bir analizini ve sivil toplumun gelişmesine nasıl yardımcı olduğunu anlattığı kitaplarında İslami kadın hareketi ve Kürt kadın hareketi de dâhil olmak üzere Türkiye’deki hemen hemen tüm feminist hareketlerin net ve geniş bir açıklamasını vermiştir. Ancak Çaha, Ermeni kadınları ve LGBT+ kadınları çalışmasına dâhil etmeyerek kadın hareketinde bazı önemli noktaları dışarıda bırakmıştır. Çaha’ya kitabın içeriğiyle ilgili üç temel eleştiri yöneltilebilir. Her şeyden önce kitap, Türkiye’deki Ermeni kadınların diğer etnik kökenler kadar mücadele ettiğine işaret etmiyor ki Ermeni kadın hareketinin dergi çalışmaları da olmuştur. Örneğin Hayganuş Mark, Ermeni kadın hareketinin medya üretiminde önemli bir figürdür ve Osmanlı döneminde Ermeni kadın dergisi Hay Gin’i yayınlamıştır. Ayrıca Türkiye’de Ermeni Kadın Platformu gibi Ermeni kadınların kurdukları bazı kuruluşlar da vardır. İkincisi, LGBT+ topluluğunun üyesi olan kadınlar kitaba dâhil edilmemiştir. Son eleştiri, kadınların çevrimiçi platformlardaki aktivizminin ve kadın kuruluşlarının artık çevrimiçi platformları halka ulaşmak için bir araç olarak kullandıklarından kitapta bahsedilmemektedir. Bu durum kitabın son halinin 2010 senesinde güncellenmesinden de kaynaklanabilir olsa da çevrimiçi platformların kadın hareketi ve sivil toplumdaki etkinliği, güncel gelişmelerle ilgili iyi bir içerik olabilir.

 

ECENUR GÜVENDİK

Sivil Toplum Okumaları Stajyeri

Sürgünde Toplumsal Cinsiyet

0

“Sürgünde Toplumsal Cinsiyet İstanbul’da Suriyeli Kadın ve LGBTİ Mülteciler”, Nurcan ÖZGÜR BAKLACIOĞLU- Zeynep KIVILCIM, Derin Yayınları, 2015, 1.Baskı, 173 Sayfa, ISBN 978-605-4993-65-9

Sürgünde Toplumsal Cinsiyet, Nurcan Özgür Baklacıoğlu ve Zeynep Kıvılcım tarafından İstanbul’da yaşayan Suriye kökenli kadın ve LGBTİ mültecilerin yaşadıkları sorunları ve bu sorunların yapısal sebeplerini tespit etmek amacıyla Nisan-Aralık 2014 tarihleri arasında İstanbul’da yaşayan Suriye kökenli mülteci kadın ve LGBTİ bireylerle yapılan görüşmeler neticesinde yazılmıştır. Suriyeli kadın ve LGBTİ mültecilerin temel insan haklarına erişimde yaşadıkları sorunlara ve bu sorunların yapısal sebeplerine odaklanan araştırma iki bölüm halinde incelenmiştir. İlk bölümde Türkiye’deki uluslararası koruma mevzuatı toplumsal cinsiyet bakımından incelenmiş ve eleştirilmiştir. Yine aynı bölümde Suriye kökenli mültecilere uygulanmakta olan Geçici Koruma Kanunu, uluslararası hukuki standartlar ve toplumsal cinsiyet açısından değerlendirilmiştir. İkinci bölümde ise hukuki mevzuatın uygulanış yolunun Suriye kökenli kadın ve LGBTI mültecilerin hayatlarına yansıma biçimi, mültecilerle yapılan görüşmelerden alınan alıntılarla, mültecilerin diliyle anlatılmıştır. Kitabın 2015 yılında yazılmış olması sebebiyle, kitabın yazıldığı yıla göre güncel olan veriler ve bilgiler günümüzde değişkenlik gösterebilmektedir. Kitabı, Türkiye’de yaşayan Suriye kökenli mültecilere dair sayısal veri, istatistik ve Suriye kökenli mültecilere uygulanan kanunlara dair bilgi almak amacıyla kaynak olarak kullanmak isteyenler bilgileri güncel kaynaklardan teyit ederek kullanmalıdır.

Kitapta araştırmanın sınırlılıkları, görüşmecilerin yaşamsal koşulları ve bu koşulların görüşmeler üzerinde bıraktığı etkiler okuyucu ile şeffaf bir şekilde paylaşılmıştır. Örneğin, giriş kısmında görüşme esnasında mülteci kadınların kalabalık ailelerde ikamet etmeleri sebebiyle genç kadınların ailedeki yaşça daha büyük olan kadınlardan çekinerek eksik bilgi vermiş olabileceklerinden bahsedilmiştir. Yine mültecilere ulaşımda aracı olan kişi ve kurumların güven ilişkisinin kurulmasına katkı sağladığı fakat aracılar ve mülteciler arasında bir sadakat ilişkisinin kurulmuş olması sebebiyle mültecilerin aracı kişilere saygısızlık etmek  istememelerinden kaynaklanan eksik bilgi paylaşımının gerçekleşmiş olabileceği okuyucu ile paylaşılmıştır. Kadın mültecilere ulaşımın LGBTI mültecilere ulaşımdan daha kolay olması sebebiyle görüşme yapılan kadın mülteci sayısı LGBTI mülteci sayısından daha fazladır. Kitapta belirtilene göre bunun sebebi, araştırmanın yapıldığı yılda İstanbul’daki sivil toplum kuruluşların henüz LGBTI mültecilere yönelik çalışmalarına ve LGBTI mültecilerin bilgilerine ulaşımın kısıtlı olmasıdır. Yine de Suriye kökenli LGBTI mülteciler ile yapılan görüşmeler, okuyucunun kafasında bu kesimin yaşamsal faaliyetlerini sürdürmede karşılaştıkları sorunlara dair bir çerçeve çizmektedir. Kitabın ekler kısmında Suriye kökenli kadın ve LGBTI mültecilerle yapılan görüşmelerin, mültecilerin sesini aracısız bir şekilde duyurmak amacıyla okuyucu ile paylaşılmış olması okuyucunun mültecilerin içinde yaşadıkları koşulları anlaması ve bu koşulları tahayyül edebilmesi açısından çok faydalı olmuştur.

Kitabın Türkiye’de Uluslararası Koruma Mevzuatının Toplumsal Cinsiyet Duyarlı Eleştirisi isimli birinci bölümünde Türkiye’de bulunan Suriye kökenli mültecilere uygulanan mevzuatın 2015 yılına kadar olan gelişimi anlatılmıştır. Bu gelişim doğrultusunda mevzuatın uluslararası hukuk standartlarına uygunluğu değerlendirilmiştir. Uluslararası hukuk standartlarında geçici koruma yönetmeliklerinin uyması gereken kurallar detaylı bir şekilde anlatılmış ve Türkiye’nin uyguladığı Geçici Koruma Kanunu’nun bu kurallara uyduğu ve aykırı olduğu durumlar ayrıntılı bir şekilde değerlendirilmiştir. Türkiye’nin uyguladığı Geçici Koruma Kanunu’nun eksik ve hatalı yönlerinin anlamak isteyenler için kaynak oldukça açıklayıcıdır. Suriye kökenli mültecilerin sosyal hayatlarında yaşadıkları sorunların yapısal sebeplerini anlamak açısından bu bölüm oldukça faydalıdır. Yine aynı bölümde Suriye kökenli kadın ve LGBTI mültecilerin yaşadıkları sorunların yapısal sebeplerini okuyucuya daha net aktarabilmek amacıyla mevzuat toplumsal cinsiyet bakış açısıyla değerlendirilmiştir. Türkiye’de uygulanan Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu’nda ve Geçici Koruma Kanunu’nda yer alan maddelerin toplumsal cinsiyet perspektifinden eksiklikleri detaylı bir şekilde açıklanmıştır. Mevzuat hazırlanırken kadın ve LGBTI mültecilerin toplumsal cinsiyetlerinden kaynaklanan baskı sebebiyle tek başlarına yabancı bir ülkede hareket ederken yaşadıkları sınırlılıkların düşünülmemiş olması, bu kısıtlılıkları giderecek maddelere yer verilmemiş olması kadın ve LGBTI mültecilerin hayat kalitesini de ciddi düzeyde düşürmektedir. Kitap, bu kısıtlılıklar doğrultusunda kadın ve LGBTI mültecilerin kanunda bulunan kurallara uyum sağlamakta yaşadıkları sorunlara ve bu sorunların mültecilerin hayat kalitelerine etkisine dair okuyucunun aklına gelebilecek soruları yanıtlama  konusunda yetkindir. Kitabın birinci bölümü Türkiye’de Suriye kökenli mültecilere uygulanan mevzuatın uluslararası hukuk standartlarına uyum ve toplumsal cinsiyet bakımından eksikliklerin, bu eksikliklerin mültecilerin hayatlarına yansımasını okuyucuya aktarmada başarılı olmuş ve amacına ulaşmıştır.

Kitabın Suriyeli Kadın ve LGBTI Mültecilerin Dilinden Uygulama ve Sorunlar isimli ikinci bölümünde Suriye kökenli mültecilere uygulanan mevzuatta var olan yapısal sorunların kadın ve LGBTI mültecilerin hayatlarına yansıması detaylı bir şekilde anlatılmış, mültecilerle yapılan görüşmelerden alıntılar kullanılarak, mültecilerin kendi anlatımı ile de desteklenmiştir. İstanbul’daki yaşam koşulları, Türkiye’de Suriye kökenli mülteci olmanın bu zorluklara olan etkisi, sosyal ve iş hayatında maruz kalınan istismar, yoksulluk, insanı yardımın kısıtlayıcı yanları, kamp hayatı ve sağlık hakkına erişimde karşılaşılan sorunlar detaylarıyla aktarılmış ve mültecilerle yapılan görüşmelerden yapılan alıntılarla örneklendirilmiştir. Bu bölüm, Suriye kökenli kadın ve LGBTI mültecilerin hayatın her alanında karşılaştıkları zorlukları bütün şeffaflığıyla okuyucunun önüne sermektedir. Mültecilerle yapılan görüşmelerden alıntıların kullanımı sorunları algılamayı kolaylaştırmış ve bölümü çok rahat okunur hale getirmiştir. Mültecilerin kendi dilleriyle anlattıkları, içinde bulundukları durumu çok net bir şekilde anlatmaktadır. Örneğin, bu bölümde kullanılmış olan: “Beş ay boyunca bir tekstil atölyesinde iki kızımla birlikte çalıştık. Aylık 200-300 liradan 800 lira vermesi gerekiyordu, vermedi. O nedenle oradan çıktık. İçeride 3.000 lira paramız kaldı.” (s.77) alıntısı mültecilerin iş yerlerinde uğradığı hak ihlallerini açık bir şekilde özetlemektedir. Bu ifadeler, Türkiye’de kayıtlı olmayan ve bu sebeple çalışma izni olmayan mültecilerin mağduriyetinden işverenlerin nasıl fayda sağladığına dair açıklayıcı bir örnektir. Buna benzer örnekler kitabı rahat okunur kılmakla birlikte Suriye kökenli kadın ve LGBTI mültecilerin yaşadığı sorunların okuyucuya aktarımını kolaylaştırmıştır. Kitabın bu bölümü, kitabın Suriye kökenli mültecilerin yaşadığı sorunları anlamak amacıyla faydalanılabilecek kıymetli bir kaynak haline gelmesine katkıda bulunması sebebiyle amacına ulaşmıştır.

Kitapta Suriye kökenli mültecilerin “sorun” olarak görülmesinin ve mültecilerin topluma katılımına katkı sağlayacak bir mevzuat hazırlamak yerine Suriye kökenli mültecilerin engellenmesine yönelik bir mevzuat geliştirilmesinin Suriye kökenli mültecilerin hayatlarına etkilerini geniş bir perspektifle anlatmaktadır. Araştırmada amaçlanmış olan Suriye kökenli kadın ve LGBTI mültecilerin yaşadığı sorunların ve bu sorunların yapısal nedenlerinin tespiti başarıyla gerçekleştirilmiştir. Kitapta araştırma esnasında erişilen bilgilerin şeffaf bir şekilde aktarılması sebebiyle Suriye kökenli kadın ve LGBTI mültecilerin yaşam koşullarını merak eden okuyucular bu kaynaktan rahatlıkla faydalanabilir. Kitap, mülakat metinlerini okuyucunun erişimine sunması sebebiyle okuyucuları kitapta bulunan yorumlamalar ve tespitlerle kısıtlı tutmayarak okuyucuların mülakat metinlerini okuyup kendi yorumlarını ve tespitlerini geliştirmelerine imkân tanımaktadır. Özellikle Suriye kökenli LGBTI mültecilerin hayatlarına dair kısıtlı kaynak bulunması sebebiyle Sürgünde Toplumsal Cinsiyet, LGBTI mültecilerin yaşadıkları ya da yaşayabilecekleri sıkıntıları göstermesi açısından önemli bir kaynaktır. Kitabın yazıldığı yıllarda LGBTI mültecilere dair, Suriye kökenli mültecilere yönelik çalışan resmi kurumların ve sivil toplum kuruluşlarının çalışmalarından edinilen bilgilerin kısıtlı olması, çalışmayı 2015 yılına kadar olan durumu anlatması açısından önemli kılmaktadır. Sürgünde Toplumsal Cinsiyet, Suriye kökenli kadın ve LGBTI mültecilerin yaşam koşullarını merak eden okuyucuların sorularını yanıtlayacak ve meraklarını giderecek niteliktedir.

 

GİZEM KARA

Göç Çalışmaları Staj Programı

Batı Trakya Türkleri

0

Giriş

 “20. Yüzyıl’da Batı Trakya Türkleri”, Hikmet Öksüz. 2016, ISBN 978-9944-374- 73-6

Hikmet Öksüz tarafından yazılan kitap 176 sayfa olup, 2016 yılının Mart ayında Trabzon’da basılmıştır. Kitabın editörü ise Veysel Usta’dır. Kitabın ana fikri 20. Yüzyıl Yunanistan’da bulunan Türk azınlığın siyasi, sosyal ve kimlik sorunlarıdır. Ana fikir, yalın ve anlaşılır bir dilde işlenmiştir. Anlatım teknikleri olarak; açıklama, örneklendirme, karşılaştırma ve sayısal verilerden yararlanma gibi yöntemler kullanılmıştır. Kitap içinde tablo olarak; Yunan Parlamentosu Milletvekili ve seçim sonuçları, Batı Trakya’da bulunan nüfus oranı ve çıkan gazetelere yer verilmiştir.

Anahtar sözcükler: Batı Trakya Türkleri, Yunanistan, Türkiye, Lozan

Yazar, Batı Trakya Türkleri konusunu bölümler halinde ele almış; her bölümde ise konunun alt başlıklarına, akademik yazım tarzında değinmiştir. Önsöz ve ekler kısmı hariç kitapta 8 bölüm bulunmaktadır. Bu bölümler;

  1. Batı Trakya Türklerinin Kısa Tarihi
  2. Lozan’da Batı Trakya Sorunu
  3. Lozan’da Azınlıklar Meselesi
  4. Yunanistan’daki Türkiye Karşıtı Basın-Yayın Faaliyetleri ve Türk Hükümetlerinin Aldığı Tedbirler(1923-1938)
  5. Batı Trakya Türk Basınında Atatürkçü Bir Gazete: İnkılap (1930-1931) 6. Batı Trakya’dan Türkiye’ye Göçün Sebepleri (1923-1950)
  6. Yunan İç Savaşı’nda Batı Trakya Türkleri (1946-1949)
  7. Batı Trakya Türklerinin Yunan Parlamentosunda ‘’Temsil Sorunu’’ (1923-2015)

Ekler bölümü kısmında, yazarın kendi anılarından bulunan fotoğraflar yer almaktadır. Batı Trakya Türkleri, mübadele ve Yunanistan ve Türkiye tarihi konularına meraklı olan ve bu konular hakkında çalışma yapmak isteyenler kitaptan faydalanabilirler.

 

Özet

Kitap; Batı Trakya bölgesinin sınırlarını doğuda Meriç Irmağı, batıda ise Mesta-Karasu Irmağı olarak söylemiş; Gümülcine, Dedeağaç ve İskeçe illerinin ise bölgeyi oluşturduğunu belirtmiştir. Lozan görüşmeleri sırasında gerçekleşen Batı Trakya konusunda Türkiye ve diğer devletlerin talepleri tartışılmış, Misak-ı Milli sınırlarında olduğu da Türk heyeti tarafından görüşmelerde dile getirilmiştir. Sonuç olarak, Batı Trakya antlaşma ile Yunanistan tarafında olacak şekilde karar kılınmıştır. Orada yaşayan Türkler ise antlaşma kapsamında Müslüman-Türk azınlık olarak Yunanistan anayasasında belirtilmiştir. Batı Trakya Türkleri ilerleyen zamanda yapılacak olan mübadele kapsamının dışında tutulmuştur. Balkan Savaşları sonundan itibaren yaşanılan göç dalgalarının günümüze kadar devam ettiğini eklemiştir. Göç olaylarını önlemek için gerek Türk hükümeti gerekse Batı Trakya Türk azınlığı tarafından çalışmalar yapılmıştır. Yapılan çalışmaların yeterli veyahut yetersiz olduğu tartışmalıdır. Özellikle Soğuk Savaş döneminde ortaya çıkan Yunan İç Savaşı, Batı Trakya Türklerinin yaşadığı zulmü daha da arttırmıştır. Türk azınlığın yaptığı propagandalar, hak arayışları, azınlığın bilinçlenmesi ve Türkiye ile olan bağının güçlenip kopmaması için, gazeteler kullanılmıştır. Bunlardan en önemlisi ise İnkılap gazetesidir. Milletvekili çıkarma başarısına sahip azınlığın siyasal engellere takılmış, Yunan İç savaşında taraf olmamasına rağmen baskı ve zulümlere uğramıştır. 2015 yılına kadar yaşanılan olayların Batı Trakya Türkleri açısından değerlendirilmeleri yapılmıştır.

 

Sonuç

Yazarı, Hikmet Öksüz olan Yirminci Yüzyılda Batı Trakya Türkleri kitabı, Batı Trakya’da bulunan Türk azınlığın siyasi, sosyal ve kimlik sorunlarına değinmiştir. Anlaşılır ve sade bir şekilde ele alınan kitap, akademik tarzda yazılmıştır. Yazar bahsetmek istediği konuyu, 8 bölüm olacak şekilde açıklama yoluna gitmiştir. Her bölüm akademik açıdan gerekli şekilde; açıklama, örnek verme, karşılaştırma, sayısal veri ve tablo kullanma teknikleriyle desteklenmiştir. Yazılan her bölümde kaynakça gösterilmiş, sayfanın sonunda belirtilmiştir. Okuyucuya gerekli bilgileri verme ve okuyucuda merak uyandırma kaygısı olan bir kitaptır. Bölümlerin bilgi içermesi ve her bölümün giriş kısmında aynı bilgileri tekrarlaması, okuyucuyu konudan uzaklaşmaması ve alt bilgisini taze tutması için uyarmaktadır. Gerekli yerlerde verilen sayısal bilgiler, tablolarla okuyucunun daha rahat anlaması ve çalışmaları için kullanması açısından kolaylık sağlamaktadır. Yazarın vermiş olduğu alt başlıklar bilgi içerikli olsa dahi okuyucunun yorumda bulunmasına engel teşkil etmemektedir. Parlamento, temsil, seçme ve seçilme hakları konusuna kitapta değinilmiş olması, azınlık hakları açısından insanların bilinçlenmesini sağlamaktadır. Özellikle, farkındalık yaratmak için kurulmuş gazetelerin insan hak ve özgürlükleri arayışında önemli bir yere sahip olduğunu göstermektedir. Kitap birlik ve beraberliği de vurgulamıştır.  Kısacası bir elin nesi var iki elin sesi var atasözünü kitabı okurken oldukça hissetmektesiniz. Kitap, Batı Trakya Türkleri konusunda, araştırma ve çalışma yapmak isteyen kişi ve kişileri hayal kırıklığına uğratmayacaktır.

 

AHMET ÖMER YÜCE

Balkan Çalışmaları Staj Programı

 

Yeni Sömürgecilik ve Bağımsız Sivil Toplum Kültürü

0

Ufuk Coşkun, “Yeni Sömürgecilik ve Bağımsız Sivil Toplum Kültürü”, 151 Sf., İlke Yayıncılık, ISBN:9789757105947

Ufuk Coşkun tarafından 2007 yılında Yeni Sömürgecilik ve Bağımsız Sivil Toplum Kültürü adıyla ele alınan kitap 151 sayfa olup, sömürgeleşme ve kardeşlik bilinci, sivil toplum, eğitim ve toplum olmak üzere dört ana bölümden oluşmaktadır.

 

Önsöz

Kitabın özü, yazarın ifadesiyle “güçlü devletlerin insan hakları, demokrasi, özgürlük gibi kavramları kullanarak halkların madenlerinden inançlarına, eğitim sistemlerinden gündelik yaşantılarına kadar sömürerek ellerinden alma planlarını deşifre etmektir.” Coşkun, kapitalizm ve sömürgeciliğin evrimleşmiş halini göreceğimizi iddia ettiği ilerleyen yıllarla birlikte “yeni sömürgecilik” biçiminin hayatımıza daha kolay ve daha aldanılabilir şekilde geleceğini belirtmiştir. Oldukça yalın bir dille direktif vererek okuyucu yönlendirmeyi hedefleyen uyarıcı dili kitabın önsözüyle birlikte başlayarak tüm eser boyunca kendini hissettirmektedir.

 

Birinci Bölüm: Sömürgeleşme ve Kardeşlik Bilinci

Yazar ilk bölüme özgürleşme ve toplumlar üzerinde üstünlük kurma üzerine görüşlerini ifade ederek başlamaktadır. OECD (Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü), WEF (Dünya Ekonomik Forumu), AB (Avrupa Birliği) gibi örgütleri “emperyalist” devletlerin bir aracı olarak görerek diğerleri üzerine üstünlük kurma çabalarının bir uydusu olarak gördüğünü belirtmektedir.

Yazarın deyimiyle Batı kültürünün bir parçası olan aydınların söylemleri, birlikteliğin tam karşıtıdır. Birlik ve beraberlik ifadelerini sıklıkla kullanan Coşkun’a göre özgürleşme yalnızca bu birlikten yola çıkarak kazanılabilecek bir amaçtır. Genel itibariyle Coşkun, bilimsel bir kaynak ya da araştırma ortaya koymaksızın, kendi ideolojik çerçevesi içerisinde haklı/haksız ayrımında bulunarak bazı fikirler ortaya atmaktadır:

“Büyük sermayeyi ve nükleer güçleri ellerinde bulunduran yeni dünya düzeninin aktörlerinin akıl almaz güvenlik felsefesine göre, neredeyse tüm Ortadoğu halkları teröristtir. Güvenliklerini tehdit etmeniz için esmer tenli ve Müslüman olmanız yeterlidir.”[1]

Batı dünyası olarak adlandırdığımız bölgelerde İslamofobi yaygın bir görüş olmaya başlamış olsa dahi, bu tarzda bir söylemde bulunmak Müslüman dayanışmasını sağlamayı amaçlamaktan çok Müslüman olmayan toplumları dışlamak ve küreselleşmenin tam karşıtı bir tutum içerisinde takınmak olarak algılanabilir. Türkiye’nin Ortadoğu politikasını eleştiren yazar, bölgede daha aktif ve daha “kucaklayıcı” bir siyaset yapılmasını önermekle birlikte Türkiye’nin emperyalist ülkelere karşı bir sivil toplum desteğine ihtiyaç duyduğunu belirtmektedir. Kitabın 2007 yılında yayımlanması göz önüne alındığında bu noktada yazarın talihsiz bir açıklamada bulunduğunu söylenebilir. Müslüman-terörist bağdaştırmasını şiddetle reddetmesinin ardından vermek istediği birlik mesajını iletmesini istediği kişinin 2020 yılında terörist olarak kabul edilmesi buna örnek verilebilir.

Ermeni ve Kürtler için de Batı’dan aldıkları destek nedeniyle benzer açıklamalarda bulunan yazarın idealize ettiği toplum; İslami değerler çerçevesinde hareket eden, emperyalist devletlerin karşısında birlikte hareket etmesi gereken bir toplumdur. Bu çıkarımı yazarın şu sözleriyle de anlayabilmek mümkündür:

“(…) Bizler asla bu tuzağa düşmeyeceğiz çünkü bize göre insan insanın kurdu rakibi ve düşmanı değil; insan insanın kardeşidir. Bizim terbiyemiz, ahlakımız, inancımız bunu gerektirir.”[2]

 

İkinci Bölüm: Sivil Toplum

Sivil toplum başlığı altında yazar genel itibariyle Türkiye’de sendikacılık faaliyetlerini mercek altına almıştır. Sivil toplum kuruluşlarının ülkedeki demokrasi anlayışına, insan haklarına ve özgürlüklerine büyük etki sağlayacağını belirten Coşkun, sivil toplum kültürünün ülkede artması gerektiğini belirtmiştir.

Coşkun’a göre Türkiye’deki sendikalar statükocu bir yapıda hareket etmekte ve bu yapıdan bir an önce kurtulmaları gerekmektedir. Sendikalar  “din, ırk, renk, görüş ayırt etmeksizin” çalışabilmelidir. Farklı ideolojiler etrafında kurulan sendikalaşmanın özellikle eğitime verebileceği zararları ele alan yazar, kökten bir değişimin bu alanda yaşanması gerektiğini anlatmaktadır.

Coşkun bölümün sonlarına doğru STK’ların hedeflerinin, özgürlüklerinin ve muhaliflik hareketlerinin köreltilmeye çalışıldığına dikkat çekmektedir bu görüşünü farklı şekillerde ifade etmektedir:

“Türkiye’deki sivil toplum örgütlerinin kendi insan hakları kavramlarına, özgürlüklere ve demokrasiye olan inançlarını tekrar tazelemeleri gerekmektedir. Bu uğurda üretilecek fikirler ve verilecek mücadeleler asil bir duruşla, kendinden emin, ön yargılardan uzak, küreselcilerin ağına düşmeden buraya ait özgün söylemlerle, en önemlisi bilinçli muhalefetle olmalıdır.”[3]

Türkiye’deki sendikaların şebekeleştiğini savunan Coşkun, mevcuttaki sivil yapıların seküler kültüre ait kavramlarla değil “kendi kültürümüze yakın” olacak şekilde yapılanması gerektiğini belirtmektedir.

 

Üçüncü Bölüm: Eğitim

Yazar üçüncü bölüm olarak ele aldığı eğitim bölümüne eğitimde Batı müfredatı kullanılmasına bir eleştiri ile başlamaktadır. Kendi değerlerine yabancılaştırılan bir topluma öğretilen Batılı değerlerin yalnızca “zenginlere iş gücü ve iktidarlara itaatkâr insan” getirdiğini belirtmiştir.

Öğretmenlerin yüceltilmesi, değerlerinin bilinmesi gerektiğini ifade eden yazar, genel anlamda Türkiye’deki eğitim sistemine birçok açıdan eleştiri getirmektedir. Bireylerin doğru yetiştirilmesi için pek çok farklı etmenin eğitimde verilmesi gerektiğine inanan Coşkun, bu şekilde toplumların yabancılaşmadan kurtulabileceğini ifade etmektedir.

 

Dördüncü Bölüm: Toplum

Dördüncü ve son bölüm olan toplum bölümüne gelindiğinde yazar okuyucuya ilk olarak popüler kültür eleştirisi sunmaktadır. “Kendi değerlerimiz” ve “emperyalistlerin değerleri” üzerinden yorumladığı popüler kültür algısı yazara göre yozlaşmış bulunmakta ve bir devleti diğerine bağımlı hale getirmektedir. Yani popüler kültür eleştirisiyle yazar özgürleşmenin tam olarak sağlanmadığını savunmaktadır. Ancak bu noktada ironik olan özgürleştirme ifadesiyle birlikte halkı, toplumu belli bir doğrultuda yönlendirme isteğinin olmasıdır. Yazar popüler kültürü bir tehlike, tuzak olarak tanımlamaktadır.

Bir diğer tartışma konusu olarak yazar demokrasiyi ele almıştır. Güçlü olmak ile demokratik olmak arasındaki bağı sorgulayan yazar görüşlerini şu şekilde dile getirmektedir:

“Güçlü olduktan sonra demokrasiye ihtiyaç kalmıyor. Velhasıl demokrasi güçlülerin inandığı bir kavram olmaktan çok uzaktır. Ve bizlere yutturulmaktadır. Güçsüzlerin neden bu kadar çok demokrasi istediklerini anlamak çok da zor olmasa gerek!”[4]

Kitabın bütünlüğüne tam olarak uyumlu olmayan bu başlıkta yazarın arkasında durmaya çalıştığı fikir de oldukça belirsizdir. Bu başlık altında Batılı devletlerdeki demokrasinin tam olarak demokrasi olmadığına bir inanış veya demokrasinin değerlerine katılmama gibi iki farklı görüş çıkartılabilir.

Genel itibariyle son bölüm yazarın belli başlı konular üzerinde kitabın genelinde savunduğu görüşlerini ele aldığı kısa yazılardan oluşmaktadır. Kitabın geri kalan üç bölümünün kendi içerisindeki bütünlük bu bölümde sağlanamamış, yazarın köşe yazarı kimliği özellikle dördüncü bölümde kendini fazlaca hissettirmiştir.

 

Sonuç

Genel okuyucu kitlesine hitap ederek yazılan bu kitap, Ufuk Coşkun’un şahsi görüşlerini özellikle eğitim, sivil toplum, dış politika alanlarında ele almıştır. Kitapta okuyucuya yönelik pek çok yönlendirme yapılmakta, yazara göre doğru olana yöneltme amacı taşıdığı her bölümde hissettirilmektedir. Yazarın üslubunda akademik bir amaç taşımadığı, verdiği örnekleri yeterince temellendirmeden kendi görüşleri içerisinde yorumlamasından anlaşılabilmektedir.

Kitaba yönelik yapılabilecek eleştiriler arasında küreselleşmenin “kötü” olarak lanse edilmesi yer alabilir. Yazarın bir emperyalizm aygıtı olarak kabul ettiği pek çok kurum ve kuruluşun; dünya üzerinde kendisinin savunduğu birlik ve beraberlik, insan hakları gibi birçok değerin daha da yaygınlaşmasını sağladığı bir gerçektir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi gibi kurumlarca yargı yollarının artması, Batı’nın diğer devletlerin içişlerine karışmak için seçmiş olduğu bir yol olarak algılanmaktansa insan haklarının genel bir çerçeveye oturtulması olarak da yorumlanabilir.

Yazarın savunduğu gibi bazı kurumlar ideal değerler üzerinden kitleleri yönlendirme gibi amaçlar taşıyor olabilir; bununla birlikte devletlerin ya da kişilerin belli bir kurum, kuruluş ya da örgütlenmeye karşı kutuplaşmış bir tavır alması herhangi bir fayda da getirmeyecektir. Coşkun’un emperyalist olarak adlandırdığı devletlere karşıt değerlerle bir birlik oluşturmak; eğer ki insan insanın -herhangi bir ayrışma olmadan- kardeşiyse ne denli “birlik” olarak sayılabilir?

Yeni Sömürgecilik ve Bağımsız Sivil Toplum Kültürü kitabı, yazarın eleştirdiği noktalara birçok farklı bakış açısı getirse de okuyucuyu hali hazırda aynı düşünce birliği içerisinde değilse okuyucuyu ikna etmek anlamında çok güçlü argümanlarla donatılmamıştır.

 

BEGÜM ÖZDAMAR

Sivil Toplum Staj Programı

 

Kaynakça

[1] Ufuk Coşkun, Yeni Sömürgecilik ve Bağımsız Sivil Toplum Kültürü, İlke Yayınları, İstanbul, 2007, s.19.

[2] A.g.e., s. 40.

[3] A.g.e., s. 57.

[4] A.g.e., s. 102.

Amerikan Dış Politikası

0

Steven W. Hook & John Spainer.(2016).Amerikan Dış Politikası. İstanbul: İnkılap Kitapevi, 480 sayfa, ISBN:9789751034090.

 

Özet

Bu kitap analizinde Amerikan dış politikasında Soğuk Savaş yıllarında (1945-1991) yaşanan belli başlı olaylar ele alınıp, 1991 Körfez Savaşı, eski Yugoslavya ‘ya Amerikan ordusunun iki müdahalesi, 11 Eylül terörist saldırılarıyla bunu takip eden Amerika’nın teröre karşı savaşı ve yakın dönemde, 2011 Arap Baharı’nın yol açtığı Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki birçok ayaklanmayla ABD’nin tepkisi dahil, Soğuk Savaş’tan bu yana olan belli başlı dış politika gelişmeleri inceleniyor. Kitabın ana konusu, ABD’nin derinlerde gömülü dış politikasını yeniden değerlendirip bu yaklaşımın küresel güç dengelerindeki güncel değişimlerinden nasıl etkilenebileceğidir.

Anahtar Kelimeler: Amerika Birleşik Devletleri, Dış Politika, Soğuk Savaş

 

Giriş

Amerikan Dış Politikası” kitabı Steven Hook ve John Spanier tarafından 2013 yılında yayımlanmıştır. İlk yayım ülkesi ABD olup, kitap daha sonrasında Birleşik Krallık ve  Hindistan’da basılmıştır. Türkiye’de ise yayın hakkı İnkılap Kitabevine ait olup 2016 yılında yayımlanmıştır.

Kent State Üniversitesi Siyaset Bilimi bölümünde profesör olan Steven Hook, çok sayıda kitabı ve makalesinin yayımlanmasının yanında, International Studies Assocation ve American Political Science Assocation’ın Dış Politika Analizi bölümünün eski başkanıdır. John Spainer, doktorasını Yale Üniversitesi’nden almıştır. 1957’de Florida Üniversitesi kadrosuna katılmasından bu yana, Amerika Dışişleri Bakanlığı’nın Dış Hizmetler Enstitüsünde, Deniz Harp Akademi’sinde, askeri akademilerde ve birçok üniversitede ders vermiştir.  

 

Değerlendirme

Dış Politikaya Amerikan Yaklaşımı

Amerika Birleşik Devletleri’nin engin doğal kaynakları, istisnai öz benlik duygusu ve yabancı güçlerle olan ilişkilerinin sonucu, uzun süre önce oluşan tutum ve kalıplarıyla, dünya devletlerine olan bakış açısı bu bölümde tahlil edilmektedir. ABD’nin erken başarısı – ilk önce büyük güç politikalarından kendini ayırması ve daha sonra iki dünya savaşında galip gelmesinin- ulusal “belirgin alın yazısı” algısını teşvik ettiği savunulmaktadır. Bu başarı sicilinin, hemen hemen yarım yüzyıl boyunca küresel ilişkilerde egemen olup neredeyse her iki ülkeden birinin yurtiçi ve yurtdışı politikalarını şekillendiren Soğuk Savaş dönemini zorladığı iddia edilse de ABD’nin kendi sınırları ötesinde çalkantılı dünyayı yönetirken, gelecekteki fırsatlarını değerlendirirken geçmişten çıkarılacak derslerin de kritik öneme sahip olduğu ileri sürülmektedir.

Dünya Savaşından Soğuk Savaş’a” bölümünde, Soğuk Savaş’a sürat veren temel iki faktörün iki kutuplu devlet sistemi ve Sovyetler Birliği’nin tavırları olduğu alıntılanmıştır. II. Dünya Savaşı öncesi Amerikan dış politikasına, ülkenin Avrupa’nın büyük güçlerinden ayrılmasını yansıtan kültürel geleneğin ve batı yarım kürede bölgesel güvenlik arayışının şekil verdiği fikri öne sürülmektedir. Bu yüzden yazar, Amerikan geleneğini Soğuk Savaş’taki rakibi Sovyetler Birliği ile karşılaştırmaktadır. Bölümün sonuna doğru ise ABD’nin Sovyetler Birliği ile savaş sonrası iyi ilişkiler umduğunu savunsa da II. Dünya Savaşı sonrası uyumlu dünya düzeni umutlarını terk eden ABD, Stalin’e karşı koymak için gerekli tedbirleri aldığı ifade edilmektedir.

Üçüncü bölümde, ABD’nin biri dünyanın en geniş topraklarına sahip Sovyetler Birliği, diğeri en büyük nüfusuna sahip Çin’e karşı -askeri olarak komünist olan bu devletler-, II. Dünya Savaşı sonrası daha da güçlenen askeri gücüyle karşı koyuşu ele alınmaktadır. Bretton Woods Sistemi, Ulusal güvenlik Yasası ve Marshall Planı ile ABD Sovyetlerin etki alanları arasına net bir çizgi çekerek, niyetinin Avrupa’da kalıcı olmak olduğunu göstermesinden bahsetmektedir. Bölümün sonuna doğru Asya Cephesine de değinen yazar, Avrupa’daki çatışmayı Berlin Duvarı nasıl örneklediyse, aynı şekilde Tayvan üzerine yaşanan mücadelelerin de Doğu Asya’daki Soğuk Savaşı belirlediğini iddia etmektedir.

Dördüncü bölümde, Vietnam tecrübesinin, Amerikan dış politikasının gelişmekte olan dünyada ilk başarısız askeri müdahalesi olarak geçmeyeceğinden, bu başarısızlığın ABD’nin küresel üstünlüğü ve halkının göreceli olarak yüksek eğitim seviyesi ile karşılaştırılarak çelişkili bulunmuştur. Nixon’un “onurlu bir savaş” ifadesine karşı halkın bu savaşı büyük bir hata olarak görmesi sebebiyle Nixon’un halkın güvenini tekrar kazanması süreci bu bölümde konu edilmiştir.

Beşinci bölümde, ülkenin 20. Yüzyılın başında iki dünya savaşından galip çıktığından ancak yükselen itibarı ile gelen sorumluluklardan kaçarak, savaşların arasındaki barışı kaybettiği savunulmaktadır. Bölümde işlenen Amerika’nın 1970’li yıllarda ‘özgür dünyanın’ lideri olarak ilan ettiği rolüne uygun yaşaması için yeterince donanıma sahip olmadığı iddia edilmektedir. Sonrasında Carter’ın iktidara gelişiyle, yeni başkanın insan haklarını Amerikan dış politikasının uygun temeli olarak tanımladığına değinilmektedir. Tüm bunların sonucu olarak ise Amerikan dış politikasının çatışan çıkarlar ve güç testleri arasında çamura saplanıp kaldığı tartışılmaktadır.

Altıncı bölüm, Ronald Reagan’ın liderliği üstlenmesi ile 1980’lerin başındaki kendine daha güvenen ulusal havayı bünyesinde toplamasıyla başlamaktadır. Amerika’nın daha önceki çevreleme politikalarının bir savunma doktrini olduğu ama Reagan’ın “geri dönüş” stratejisinin saldırgan eylem çağrısında bulunduğu savunulmaktadır. Bölümün sonuna doğru, Soğuk Savaş’ı Gorbaçov’un nasıl sona erdirmek zorunda kaldığı işlenmektedir.

Sovyetler Birliğini dağılması, 1940’lardan beri süren iki kutuplu düzene bir son getirmiştir. Batılı devletler eski konumlarını elde etmişti ve AB tek bir oluşum olarak şekil almaya başlamaktaydı. Ve sanayileşmiş birçok ülkenin– en çok Doğu Asya’da- küresel sahnede dişli bir oyuncu haline gelmesi yedinci bölümün ana konusu olmuştur. Ancak, sekizinci bölümde tüm bunlar, tek kutuplu bir dünyanın istikrarlı veya uzun süreli bir dünya olacağı iddiasıyla reddedilmektedir.

Yeni Bir Düzende Eski Gerilimler” bölümünde, 1990’ların ortasında Soğuk Savaşın bitimini kuşatan coşku aynı zamanda ülke içinde partizan münakaşalara ve Kongre’nin Clinton’a saldırısıyla son bulmasından bahsederek başlamaktadır. Yazar iki kutupluluğun çökmesinin istikrarsızlık getirdiğini ve üç farklı yoldan parçalamayı desteklediğini savunmaktadır. Parçalanmış dünya düzeni Amerikan ittifaklarının esnekliğini sınadığını iddia edip bölümün devam eden kısmında bölgesel krizlerden çıkarılan derslere değinilmektedir.

Onuncu bölümde, Amerika’nın Avrupa konusundaki jeopolitik kaygısından bahseden yazar, AB’nin artık ABD’ye bağlı olmadığını ve Avrupa’nın kendi içinde giderek bütünleştiğini savunmuştur. Bu bütünleşmeyi de ekonomik bir devrim olarak kabul eden yazar; bu devrimin ortak para birimi olarak avronun kullanılması ile olduğunu savunmuştur.

Yazara göre ABD, dış dünyanın tehlikelerine karşı hiç olmadığından daha fazla dokunulmazdı ve dünyayı özgürlüğe, barışa ve refaha doğru öncülük etme misyonunu yerine getirmek için daha fazla kapasiteye sahipti. Ama zamanla tek kutuplu düzende gerilimler başladı ve Amerika terör olaylarıyla ateş altında kaldı. Yazar on birinci bölümde bu saldırıların sebebinin çelişkili bir biçimde kendi demokratik siyasal sisteminden kaynaklandığını iddia etmektedir. On ikinci bölümde ise George Bush’un “teröre karşı küresel savaş” kavramının başlama sebeplerini ve sürecini detaylı olarak anlatmaktadır.

Kitabın son bölümü, Beyaz Saray’ın 2011 yılında Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da, “Arap Baharı” olarak bilinen, kendiliğinden gelişen demokratik ayaklanmalarla ilgilenmesini konu edinmektedir. Başka bir cephede, Obama’nın Asya- Pasifik bölgesine yönelik Amerika’nın güvenlik stratejisinde jeostratejik dönüşü tartışılmaktadır. Bölüm, Amerika’nın kalıcı dış politika “tarzının” nihai bir değerlendirmesiyle son bulmaktadır.

 

Sonuç

Bu kitap, ABD’nin büyük bir güç olarak, sadece dünya savaşlarındaki durumunu çözerek değil; ayrıca Amerika’nın tarihsel, uluslararası sistemi kendine benzer şekilde yeniden oluşturma tutkusunu gerçekleştirmeye çalışarak, nasıl bir davranış sergilediğini anlatıyor. İlk bölümlerde ABD ve Sovyetler Birliği arasındaki yarım yüzyıllık Soğuk Savaş’ı inceliyor ve çevreleme politikasının hayal kırıklığıyla; birinin diğeri üzerinde zaferiyle değil, Sovyet vatandaşlarının umutsuzluğu ve Sovyet devletinin çöküşüyle sonuçlanması üzerinde duruluyor. İlerleyen bölümlerde, “yeni dünya düzeninin” ilk başlarda Amerikalı liderlerin ortak isteği olan küresel bir uyum getireceği beklentisinin aksine tekrar canlanan etnik çatışmalar, hesaplaşmalar ve İslami terörün doğuşunu konu ediniyor. Yazar, Amerikan dış politikasını sadece tarihsel bir süreç olarak ele almamış, politikalara sebep olan olayları ayrıntılı şekilde okura anlatmak istemiştir. Ayrıca, kitabın İkinci Dünya Savaş’ından günümüze kadar yaşanan olayları tarihsel açıdan ele alan bir çerçeveye sahip olmasının, kitabın içinde verilen çok fazla ayrıntıya rağmen metinlerin akıcılığının korunması ve okurun tarihsel bütünden kopmaması için düzenlenmiş önemli bir yöntem olduğunu söyleyebiliriz.

 

BURCU KARAGÖL

Latin Amerika Staj Programı

 

Prof. Hüseyin Emiroğlu ile Röportaj: Kosova ve Yugoslavya

1) Öncelikle lisans eğitimim boyunca birçok kez dersinizi almış öğrenciniz olarak sizinle röportaj yapmanın benim için onur verici olduğunu söylemek isterim. Bize biraz kendinizden bahsedebilir misiniz?

1968 Alanya doğumluyum. Üniversiteye kadar eğitim hayatım Alanya’da devam etti, fen bilimleri mezunuyum. Normal şartlarda fen mezunları tıp gibi bölümler okumak ister ancak benim irademle gerçekleşmeyen durumlar neticesinde Uludağ Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümünü 1985 yılında kazandım. 1989 yılında lisans eğitimim bitince İstanbul Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi’nde Yüksek Lisans ve Doktora programlarına devam ettim. Sosyal Bilimler alanında Yüksek Lisans ve Doktora yapmanın dezavantajları var ben de bunları fazlasıyla yaşadım. 1993 yılı Kasım ayında Kırıkkale Üniversitesi Siyasi Tarih anabilim dalında açılan araştırma görevliliği kadrosuna başvurdum, mart ayında görevime başladım. 1997-2008 yılları arasında Yardımcı Doçentlik yaptım, 2008 tarihinde Doçentlik ve en son 2013 yılında da Profesörlük kadrosuna atandım. Kesintisiz olarak 1994-2020 arasında en uzun süre görev yapan öğretim üyesi durumundayım. Görevime Uluslararası İlişkiler bölüm başkanı olarak devam ediyorum.

 

2) Kırıkkale Üniversitesi’nde 1994 yılından beri siyasi tarih anabilim dalında görev yapıyorsunuz. Röportajımız Balkanlar odaklı olacak ancak farklı alanlarda da çalışmalarınız var. Kısaca diğer çalışma alanlarınızı paylaşabilir misiniz?

1992 senesinde doktoraya devam ederken yeni üniversiteler açılmaya başladı. Bu da yeni kadrolar açılması anlamına geliyordu. Ben de bütün programlara başvurdum. Kırıkkale Üniversitesi’nde ise Siyasi Tarih açıldığı için o kadroya başvurdum ancak yapmış olduğumuz çalışmalar daha çok Türk Dış Politikası ve Uluslararası Politika bağlamında değerlendiriliyor. Doktora tezim Türk Dış Politikasında Kuvvet Kullanımıydı.  Uluslararası Örgütler, Asya-Pasifik Bölgesi ile ilgili de çok sayıda makalelerimiz var. 1998-1999 yılları itibariyle Uluslararası Örgütler dersine girmeye başladım ve ciddi anlamda Türkçe kaynak boşluğu olduğunu gördüm.  Özellikle 2002 yılından itibaren Balkanlar alanına yoğunlaşmaya başladım ve “Soğuk Savaş Sonrası Kosova Sorunu” kitabını yazdık.

 

3) Soğuk Savaş Sonrası Kosova Sorunu (1989-2000) isimli kitabınızda kitabı yazmanızdaki büyük etkenlerden birinin üniversitede vermiş olduğunuz Uluslararası İlişkilerde Balkanlar dersi olduğunu söylemişsiniz. Peki Balkanlar ile ilgili çalışmalar yapmanızın, bölgeye ilgi duymanızın sebebi olarak ne söyleyebilirsiniz?

1980’li yıllarda Uluslararası İlişkiler bölümünde bölge dersleri çok büyük müfredatlar tutmuyordu. Ortadoğu dersleri oluyordu ancak diğer bölgeler siyasi tarih dersleri içerisinde yer alıyordu. 1990 sonrası Yugoslavya krizinin patlak vermesi sebebiyle Uluslararası İlişkilerde Balkanlar, Uluslararası Politikalarda Balkanlar dersleri okutulmaya başlandı. Biz Kırıkkale Üniversitesi’nde ilk olarak 1996 yılında Balkanlar dersini koyduk. Ancak üçüncü sınıfa koyulmuş bir ders olduğu için ilk olarak 1999-2000 eğitim öğretim yılında öğrencilere okutuldu. Derse girmeye başladığımda bölge ile ilgili Türkçe akademik çalışmaların olmadığını gördüm. 2006 tarihinden sonra Türkçe basımı gerçekleşen Barbara Jelavich’in Balkanlar Tarihi, aslında Jelavichler diyebiliriz çünkü eşi de akademisyen, her iki yazarın da kitaplarını Bilkent Üniversitesi kütüphanesinden çoğaltarak elde ettim, James Wolf’un Zamanımızdaki Balkanlar isimli kitabını, süreli süreksiz yayınları topladım ve bunları derledim. Bu çalışmalar çerçevesinde dersi yürüttüm ve bunları kitap çalışmasında birleştirmek istedim. Soğuk Savaş Sonrası Kosova Sorununun alt yapısını bu şekilde oluşturdum.

Balkanlar, Türkiye açısından son derece önemlidir. Türkiye’nin ardılı olduğu Osmanlı İmparatorluğu, Balkan merkezli bir imparatorluk olarak kurulmuştur. Özellikle 19. yüzyılda yapılan savaşlar neticesinde (1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı ile başlar, Balkan savaşları ve Birinci Dünya Savaşı ile devam eder) çok sayıda Osmanlı tebaası bölgeyi terk ederek Anadolu topraklarına gelmiştir. Balkan kökenli çok sayıda Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı bulunmaktadır. Balkanlar jeopolitik ve jeokültürel açıdan da önem taşır, bu da bizim Balkan ülkelerine vermemiz gereken önemi belirtir. Balkanlar bölgesinde de Türk ve Müslüman nüfus çok fazladır. Benim bu alanda çalışma yapmış olmam, daha çok bir ders yürüttüğüm ve dersin çerçevesini çizerken toplamış olduğum materyalleri değerlendirmeye yönelik olmuştur. Elimizde çok sayıda yayın olduğu için ve konu üzerine kafa yorulduğu takdirde kendinizde bir şeyler yapabiliyorsunuz ancak tabi ki Türkiye’de akademik yayınları yayınlama noktasında büyük sıkıntılar oluşabilmektedir. Bu sıkıntılarda daha fazla çalışma yapmanın önünde engel olarak durmaktadır. 2006-2007 yıllarında Kosova kitabının yayınlanma süresindeki yaşadıklarım daha sonraki dönemde pozitif yönde destekleyici değil negatif yönde engelleyici tarzda bir etki yaratmıştır.

 

4) Bölgeye genel olarak bakıldığında bir istikrarsızlık sorunu olduğu açık. Benim kendi fikrim bölgeyi değerlendirirken büyük güç konumundaki aktörlerin politikalarının göz önünde bulundurulması yönünde. Örneğin Soğuk Savaş sonrası dönemde Sovyetler galip gelseydi Balkan bölgesinin durumu sizce nasıl olurdu?

Balkanlar bölgesi doğu-batı, kuzey-güney aksında geçiş bölgesi olması ve güçlü deniz bağlantısı olması sebebiyle büyük merkezi güçlerin önem verdiği bir bölgedir. Tarihsel süreç irdelendiğinde büyük güçlerin bölgeyle olan ilişkisi, bölgeye yönelik olarak merkez ya da çevre bağlamı içerisinde değerlendirilebilir. Örneğin; Roma İmparatorluğu’nun doğuya ilerleme süresinde bölge merkez değil çevre rolündedir. Roma bildiğimiz gibi İtalyan yarımadası merkezli bir siyasi yapıdır ancak Bizans açısından bakıldığında tam Balkan merkezli bir imparatorluktur, Osmanlı da aynı şekildedir. Bu sebeple Balkanlar jeopolitiği oldukça önemlidir. Söz konusu merkezi siyasi yapıların güçlü olduğu dönemlerde Balkanlarda ki istikrar ve düzen daha kolay sağlanabilmiştir. Bizans için daha kısa bir döneme tekabül ederken Osmanlı için daha uzundur. Bizans yapısı zayıfladığında merkezkaç unsurlar bölgede ciddi bir istikrarsızlık kaynağı oluşturmuştur aynı şey Osmanlı içinde geçerlidir. Balkanlar istikrar unsuru olmanın ötesinde yavaş yavaş istikrarsızlık kaynağı olarak anılmaya başlanmıştır. Özellikle 19. yy. ikinci yarısında ve 20. yy. başlarında büyük güçler arasındaki mücadelenin yansıması olarak büyük oranda istikrarsızlık yaşayan bir bölge olarak resmedilmiştir. Bu durum 1990 sonrasında çok sayıda soğuk savaş sonrası dönemi değerlendiren yazarlar tarafından “küresel Balkanlaşma” gibi pejoratif bir kavramın kullanılmasıyla biraz daha ön plana çıkarılmıştır. Churchill açısından Balkanlar, tarih üreten değil tarih tüketen bir yerdir. Daha çok istikrarsızlık, çatışma, katliamlarla uluslararası camianın gündeminde olduğu algısı vardır. Fakat bu her zaman için doğru değildir. Özellikle Richard Hoolbroke’un “Bir Savaşı Bitirmek” kitabında vurguladığı gibi 19-20. yy itibariyle çatışma olgularıyla gündeme gelmesine rağmen Osmanlı döneminde birçok etnik grubun bir arada yaşadığı bir istikrar ortamına da sahip olmuştur. 1945 sonrasında doğu batı çekişmesinde Sovyetler Birliği bölgede hâkimdir. Sovyet modeli, bölgenin tümünde rızaya dayalı bir kabul görmemiştir. Yugoslavya’da Sovyet karşıtlığı vardır, Bulgaristan ise Sovyetlerle çok daha yakın bir ilişki içerisindedir. Burada Bulgar dış politikasının kendine özgü sebepleri etkili olmuştur. Fakat 1990 sonrası bölgede Sovyet tipi modelin egemen olduğunu varsayarsak yani tersinden düşünürsek, bölge halkları açısından 1945 sonrasının acı tecrübelerinin yeniden canlanması gündeme gelecektir. Çünkü 1945 ile 1990 yılları arasında bölgenin Sovyetler Birliği ile geçirilen zamanlarının hatıraları çok olumlu değildir. Büyük güçlerin Balkanlar’daki mücadelesi; bölge halklarını kendi dış politikalarını yürütebilmek için büyük güce yanaşma ihtiyacını doğurmuştur, halklar tarafından olumlu bir durum değildir. Halkların belki de asıl yapması gereken, kendi iç dinamiklerini ortaya çıkartarak daha sağlıklı çözümler bulmak ve büyük güçlerin müdahalesini engellemektir. Yoksa balkanlar gündemi ile büyük güçlerin gündemi çoğu zaman örtüşmeyebilir. Bu da çatışmaların derinleşmesine sebep olur. Örneğin 1919-1933 yıllarında Fransa’nın Balkan ülkeleriyle diplomatik yakınlaşması Almanya’yı çevrelemeye yöneliktir. 1933 sonrası Almanya’nın bölgede etkin olmasının amacı ise bölgeyi kendi ekonomik ve siyasal çıkarları için kullanmaktır. Yine bir örnek verecek olursak 1941 Almanya-Bulgaristan ittifak anlaşmasında açıkça belirtildiği gibi, Bulgaristan anlaşma ile Ege Denizi’ne çıkış elde edecektir ancak Yunanistan ile sorunların çözülmesinden ziyade çatışma ortaya koymuştur. En en uygun çözüm tarafların kendi tezlerine yakın çözümleri olabildiğince hayata geçirmektir.

 

5) O dönemdeki devlet içi çatışmalar göz önünde bulundurulduğunda insanlar bulundukları bölgelerden göç etmek/ettirilmek zorunda kalmıştır. Bu durum aynı zamanda bölgeye yönelik güvenlik çalışmalarının da artmasını sağlamıştır. 1999 yılında yaklaşık 2 milyon insan zorla yerlerinden edilmiş, peki devam eden yıllarda göç sorununun ortaya çıkardığı uluslararası sorunlardan bize biraz bahsedebilir misiniz?

Balkanlar bölgesi ile ilgili bir tanım yapmak gerekirse etnik, dinsel, jeokültürel ve siyasal açıdan parçalanmış ve bölünmüş bir bölgedir. Tarihsel süreç incelendiğinde bu tanıma temel teşkil eden pek çok sebep vardır. Etnik heterojen yapının oluşmasında, bölgedeki imparatorluk tarzı siyasal yapılanmaların varlığı son derece etkili olmuştur. Bir de özellikle 19. yüzyıldan itibaren dünya politikasında değişen güç dengeleriyle ilgili olarak, Avrupa merkez güçleriyle Osmanlı arasındaki çatışmalar bölgedeki temel dinsel ve etnik grupların yer değiştirmelerini ve sınırlarını büyük oranda etkilemiştir. Bu çerçevede baktığınızda etnik dinsel gruplar hem Osmanlı merkezi otoritesine hem de birbirlerine karşı mücadele içine girmişlerdir. Bölgede Osmanlı etkisinin yüksek olduğu dönemlerde Müslüman grupların etkileme gücü artarken, azalan Osmanlı merkezi otoritesinin etkisiyle Hristiyanların etkileme kapasitesinde ciddi bir artış meydana gelmiştir. Etnik Hristiyan unsurların yakınlaştığı devletler arasında zaman zaman farklılaşmalar olabilir. Bunların etnik heterojeniteyi çok fazla etkilediğini varsayamayız. Bu bağlam içerisinde baktığınızda Kosova için kritik tarihin 1. Balkan Savaşı sonrasından bölgenin Osmanlı yönetiminin ekinden çıkması, Sırplar tarafından işgal edilmesi ve 2. Balkan Savaşından sonra da yapılan anlaşmalarla süreklilik taşımasıdır. Bu çerçeve içerisinde bakıldığında 1878 tarihinde Osmanlı Devleti’nin Bosna-Hersek üzerindeki egemenliğini kaybetmesi ve bölgede Avusturya-Macaristan egemenliğinin hâkim olması ve arkasından Balkanlardaki son Osmanlıya bağlı olan toprağın bağımsızlığını ilan etmesi ve Kosova’nın da Osmanlı etkisinden çıkmasıyla burada Avusturya etkisine açık bir alan haline gelmiştir. Ancak 1918 sonrasında Avusturya dağılınca bölgede Yugoslavya’nın kurulabilmesinin zemini ortaya çıkmıştır. Yugoslavya 1928-1945 yılları arasında daha çok batılı ülkelerle yani başlangıçta Fransa daha sonrasında Almanya ile yakın ilişkiler kuran bir ülkedir. 1945-1990 yıllarında Tito önderliğinde Kosova ve diğer Müslümanların yaşadığı topraklar üzerinde denetim kurduğunu söyleyebiliriz. Yugoslavya örneği verecek olursak Tito iktidarı süresinde etnik temele dayalı olmayan bir Yugoslavya inşa etmeye çalışmış, etnik grupları dengeleme politikası izlemiştir. Balkanların 1918’e kadar var olan İmparatorluk geçmişleriyle uyumludur. Ben derslerimde çoğu zaman Yugoslavya’ya mikro imparatorluk benzetmesi yaparım. 1990 yılına gelindiğinde ise aslında Tito Yugoslavya’sının büyük oranda bütünleşmediği görülecektir. Bu çerçeve içerisinde 1990 yılında Sovyetler Birliği parçalanırken eş zamanlı olarak Yugoslavya’nın da parçalanma içerisinde olduğu gözlemlenir. 1991 Haziran ve temmuz aylarında Slovenya ve Hırvatistan’ın bağımsızlık ilan etmesi çatışmaları beraberinde getirmiştir. Slovenya’da çok fazla sık nüfus bulunmadığından (%1) göç çok kısıtlıdır ancak Hırvatistan’ın Krajina bölgesinden çok sayıda Sırp yer değiştirmek zorunda kalmıştır. 1991’deen itibaren Bosna Hersek krizi tırmanmaya başlamış ve 1992-1995 yılları arasında yaklaşık 2 milyona yakın insanlar ki bunlar sadece Boşnak değil diğer etnik gruplarda yer değiştirmiştir çünkü Yugoslavya’da ki Sırpların sadece %64’ü Sırbistan’da, geri kalanları Bosna Hersek, Sancak, Hırvatistan gibi bölgelerde yaşamaktadır. Balkanlarda etnik grupların bir diğerini asimile etme eğilimi son derece güçlü olduğu için ana ülke tarafından kendi vatandaşlarının diğer ülkenin azınlığı konumunda olması tehdit halini almıştır. 1991 sonrasında Balkanlarda ki Yugoslavya’nın parçalanma süresinde göç ettirmek etnik homojen devletler yaratmanın bir parçasıdır. Örneğin Bulgaristan’dan Türklerin göç ettirilmesi olayı. Aynı politika Sırbistan tarafından Kosova ve Bosna Hersek üzerinde görülmektedir. Dyton Anlaşmasıyla beraber yer değiştirmiş insanların ve mültecilerin geri dönmesi hakkında düzenlemeler yapılmasına rağmen sorun hala tam anlamıyla çözülmemiştir. Avrupa Birliği’nin bu noktada mali yardımları yetersizdir. Bu çözüm sürecinde ortaya çıkan siyasi yapı sorunları çözmek yerine kendi başına bir sorun haline gelmiştir. 2009 yılında Foreign Affairs dergisinde yayımlanan bir makalede başlık Dyton Anlaşmasının Ölümü şeklindedir. Anlaşmanın ortaya koyduğu çözümün idari anlamda çok ciddi sorunlar ifade ettiği belirtilmiştir. Göç sorunu tabi ki sadece Yugoslavya’nın parçalanmasıyla alakalı değildir. Bugün dünyanın çok farklı noktalarında krizler hala devam eder fakat biz Yugoslavya bağlamı içerisinde yer değiştirmiş kişiler ve mültecilerin sorunlara baktığımızda kesin sonuca ulaşıldığını söyleyemeyiz. Ortaya çıkan siyasi yapı etkin bir şekilde bu sorunları ele almamıştır. Yugoslavya’nın parçalanması sonrasında etnik gruplar arasında çıkması olası yeni çatışmalarda mutlaka göç sorunu önemlidir ama siyasi yapıların hedef olarak Avro-Atlantik kurumlara (AB ve NATO) girme hedefini ortaya koymuş olmaları onlar açısından yer değiştirmiş insanlar ve mülteci sorunlarının çözülmesi açısından daha yapıcı adımlar atmasına katkı sağlayabilecektir.

 

6) Göç ve güvenlik sorunları arasında bir bağ kurabilir miyiz?

Günümüzde uluslararası politikalarda en önemli sorunlar göç, mülteci ve yer değiştirmiş insanların sorunları olduğunu söyleyebiliriz. Bunun için uluslararası ilişkiler alanında çalışma yapıyor olmak gerekmez. Kısaca özellikle 1979 Sovyetler Birliği’nin Afganistan işgali ile başlayan sürece bakarsanız, 1979’dan 2020 tarihine kadar Afganistan ve 2001’den 2020 tarihine kadar Irak ve Suriye gibi ülkelere bakıldığında, çok ciddi göç, mülteci insan dalgasının ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Bunlar gittikleri ülke açısından güvenlik sorunlarını ortaya çıkarabilirler. Uluslararası alanda da güvenlik sorunlarını ortaya çıkarırlar. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği bu sorunları ele almaktadır. Kısa vadede çözüm bulunması oldukça zor konulardır. Özellikle Orta Doğudaki sorunların farklı boyutları olabilir. Günümüz itibariyle daha 1967 İsrail-Arap savaşındaki Filistinli mültecilerin sorunları bugün bile içinden çıkılması zor bir durum halindedir. Benzer şekilde Irak ve Suriye bölgesinde 2001’den itibaren meydana gelen sorunlar, sorunların bırakın küçülmesini artarak devam etmesine yol açmaktadır. Bunların dışında Afrika kabileler arası sorunlara ev sahipliği yapar ve mülteci sorunlarını çok daha büyük sorunlar haline getirir. Önümüzdeki dönemde de uluslararası politikadaki çalışmaların önemli bir kısmı güvenlik eksenli çalışmalara kaynaklık teşkil edecektir. Göç ve güvenlik sorunları birbirleriyle çok yakın sorunlardır ve gelecekte de bunların artarak devam edeceğini varsayabiliriz.

 

7) Yine soğuk savaş sonrası Sovyetlerin bölgeden ayrılmasıyla birlikte sosyalist olan ülkelerde dağılmalar gözlemlenmiştir. Yugoslavya bu ülkelerden biridir. Önce iç savaşa sürüklenip daha sonrasında parçalanmıştır. Değişen güvenlik algısının o dönemlerde Yugoslavya için milliyetçilik akımı ve azınlık sorunları üzerinden şekillendiğini söyleyebilir miyiz?

Uluslararası ilişkiler tarihinde bildiğimiz üzere 13. yüzyıldan itibaren meydana gelen gelişmeler, Kıta Avrupası’nda kademeli şekilde ulus-devletlerin kurulması sürecinin gerçekleşmesi sürecine zemin hazırlamıştır. Kıta Avrupa da en geç birliğini sağlayan iki ülke Germenler ve Latinlerdir. Prusya liderliğinde Almanya ve Piyemonte liderliğinde İtalya’nın kurulmasıyla süreç tamamlanmıştır. Bu süreç Balkanlar açısından son derece büyük önem arz etmektedir. 19. yüzyılın başından itibaren başlangıçta ekonomik ancak daha sonradan milliyetçilik temelli bağımsızlık hareketleri gözlemlenecektir. Ülkeler Osmanlı merkez otoritesine karşı ayaklanarak kendi kimliklerini oluşturmaya çalışmışlardır. İlk örneği Yunanistan’ın kurulmasıdır. Berlin Konferansından sonra Bulgaristan ve Arnavutluk hariç bağımsızlıklarına kavuşmuşlardır. 1908’de Bulgaristan’ın bağımsızlığını ilan etmesiyle Hristiyan kökenli halklar açısından bütün Balkanlar bağımsız ulus-devletlerin kurulmasına ev sahipliği yapacaktır. 1912 yılında da Arnavutluk’un bağımsızlığını kazanmasıyla beraber Osmanlının Balkan hâkimiyeti en aza inecektir. 1919 ile 1945 yılları arasında Balkan ülkeleri arasında kendi ulus-devletlerinin kurulması ve sonrasındaki başarısı üzerine odaklanmış, milliyetçi dozu oldukça yüksek siyasi kadrolar vardır. Fakat, en temel olan şeylerden biri özellikle Yugoslavya, Romanya ve Bulgaristan açısından içerisinde çok fazla etnik grup vardır bu da Balkanlarda oturmamış sınırların var olduğunun bir göstergesidir. Ancak bu sınırlar sağlıklı sınırlar değildir. Söz konusu siyasi yapılanmalar güçlü asimilasyon eğilimleriyle bir araya geldiğinde azınlık sorunlarının büyümesine yol açarlar onun için Yugoslavya içerisinde sadece Müslümanlar etnik gruplardan baskın olanların diğerlerini uyguladığı baskılardan rahatsız olmayacaklardır. Sırbistan ile Karadağ arasında da benzer sorunlar ortaya çıkmıştır. 1945-1990 arası Tito etnik temele dayanmayan bir Yugoslavya inşası hedef alsa da bir sonuç ortaya koyamamıştır. Ölümünden kısa bir süre sonra özellikle Sırpların izlemiş olduğu politikalar milliyetçilik ve azınlık sorunlarının içinden çıkılmaz bir hal almasına neden olmuştur. Tarafların birbirinden şüphelenmesinin, devletlerinin güvenlik sorununu dönüştürmesinin de tarihsel arka planı vardır. Barbara Jelavich’in Balkanlar Tarihi kitabını okuduğunuzda İkinci Dünya Savaşı sürecinde Balkan halklarının birbirlerine karşı izlediği politikalara dair şu tespiti yaptığını görebilirsiniz; “bölgenin işgalcisi konumunda olan İtalya’dan çok birbirleriyle çatışmayı ve öldürmeyi tercih etmişlerdir” der. Krajina bölgesinde Hırvatlar tarafından öldürülen Sırpların sayısı 300-700 bin arasında değişen rakamları bulunmaktadır. Aynı şekilde Arnavutlara yönelik olarak Sırp katliamlarının ve fırsat bulunduğunda Arnavutların Sırplara yönelik sayısı son derece fazladır. Yugoslavya ardılı gruplardaki barış ve istikrarının en önemli şartının kendi azınlıkları ile kurduğu sağlıklı ilişkiler üzerinden şekilleneceğini söyleyebiliriz. Yani, Avrupa Birliğinin vizyon oluşturması ve azınlık sorunlarının AB müktesebatı çerçevesinde çözümlenmesi Balkan müfredatı açısından önemli bir araç rolü oynayacaktır. Son 150 yıl derlendiğinde milliyetçilik ve azınlık sorunları, çatışma dinamiğini tetikleyen ve yeni güvenlik sorunları ortaya çıkaran bir husus olarak ortaya çıkmıştır diyebiliriz.

 

8) 17 Şubat 2008’de Kosova’nın Arnavut yönetimi, Bağımsızlık Bildirgesi’yle Sırbistan’dan bağımsızlığını ilan etti. Bağımsızlık ilanı belli bir süre meşru olup olmadığı konusunda tartışıldı. Son olarak Kosova’yı tek taraflı bağımsızlık ilanına iten süreçten ve etkili olan faktörleri bizlere anlatabilir misiniz?

19.Yüzyıldaki milliyetçilik akımı Osmanlı devletinin Balkan toprakları üzerinde yaşayan haklar üzerinde büyük etkide bulunmuştur özellikle bölgede Katolik veya Ortodoks fark etmeden Hristiyanlar batılı ülkelerin büyük desteğini almışlardır ancak 1878 Berlin Konferansından başlamak üzere Müslüman Osmanlı tebaasında bulunan Arnavutlar çoğu zaman batılı ülkelerin desteğini alamamışlardır. Milliyetçilik akımı Arnavutları da etkilemiş ve 1912 yılında bağımsızlığını ilan eden Arnavut toprakları Yunanistan Sırbistan Karadağ gibi komşu ülkeler tarafından işgal edilmiştir. 1912 Birinci Balkan Savaşında Arnavutların yaşadığı bölge olarak belirginleşen Kosova Sırbistan kontrolü altına girmiş ve 1918 sonrası kurulan Sırp-Hırvat-Sloven Krallığı içerisinde bu bölge Sırbistan kontrolünde kalmaya devam etmiştir. İkinci Dünya Savaşında, bölgeyi işgal eden Almanlar ile iş birliği yapan Arnavutlar kontrol etmeye başlamışlar ancak 1944’ten sonra bölgeyi Arnavutluk’a vermeyi vaat eden Tito komünist unsurların desteğini elde etmiş ancak Büyük Yugoslavya Projesi içerisinde Arnavutluk’a da yer vererek Arnavutlar komünistleri hayal kırıklığına uğratmıştır. 1946 anayasası ile beraber Kosova, kendisinden çok daha az nüfuslu ve daha heterojen bölgelere cumhuriyet statüsü verilirken özerk bölge statüsüyle Yugoslavya içerisinde yer almıştır. Tito bölgedeki Arnavutların desteğini alman amacıyla Kosova özerk bölgesine kendi gelecekleri ile ilgili konularda veto etme hakkı tanımıştır. Tito’nun vermiş olduğu bu hak Sırplar tarafından çok büyük bir tepkiyle karşılanmıştır. 1980’de Tito’nun ölümüyle beraber Kosova’ya yönelik Sırp liderlerin söylemleri sertleşmeye başlamış. Özellikle 1987’den sonra Miloseviç’in söylemleri Arnavut halk üzerinde tedirginlik yaratmıştır. 1989 Sırbistan devlet başkanlığı seçimlerinde Miloseviç’in Kosova savaşı ve Kosova’nın önemi üzerine konuşmalar yapması tedirginliği çok daha ileri boyutlara taşınmıştır. 1990 sonrasında Yugoslavya parçalanma sürecine girmiştir, bu süreç içerisinde özellikle 1991-1995 seneleri arasında Sloven, Hırvat, Boşnak ve Sırp temelli çatışmalar içerisinde, Slovenya, Hırvatistan ve Bosna-Hersek’in bağımsızlık ve çatışmalar sürecine Kosova dahil edilmemiştir. Kosova’daki liderliğin bağımsızlık hedeflerine pasifist temellere dayandığı görülmektedir. Ancak Kosova’daki İbrahim Rugova liderliğindeki çabalar sonuç vermeyecek ve 1996’dan itibaren Kosova Kurtuluş Ordusu olarak nitelendiren UÇK’nın faaliyetleri Sırplar ve Arnavutlar arasında şiddet sarmalı ortaya çıkmasına yol açacaktır ve bu çerçeve içerisinde 1998’de artan Sırp saldırganlığı neticesinde 800 bin mülteci ortaya çıkacaktır. Yugoslavya’nın bir parçası olarak kabul edilen Kosova sorununa çözüm bulunmak amacıyla Fransa’da bir konferans düzenlenecek ve bu konferansa Sırplar ve Arnavutlarda katılacaktır ancak bölgeye bir uluslararası gücün yerleştirilmesine karşı çıkan Sırpların anlaşmayı imzalamaması üzerine Kosova’ya 71 gün sürecek olan bir harekât başlatılacaktır. Haziranda Ahdesaari-Çernomirdin anlaşmasının imzalanmasıyla yeni bir döneme girilecektir. UNNIK diye ifade edilen BM Kosova misyonu kurulacak ve bu misyon çerçevesinde Sovyetler Birliği de dahil olmak üzere belirli bölgelere ayrılan Kosova uluslararası bir gücün kontrolünde 8 saf tamamlayacaktır. BM Genel Sekreterinin Süreci izleyecek ve bilgi verecektir. Ancak bölgedeki gelişmeler Sırplarla şiddetleri artıracaktır. 2004 yılında meydana gelen bu durumlar neticesinde önce meydanlar sonra statü denilen süreç tersine dönerek önce statü sonra standartlar halini alacaktır ve bu çerçeve içerisinde 2006-2007 arasında müzakereler yapılacaktır. Bunlara Viyana Müzakereleri denir. Tarafların bu müzakereler içerisinde geri adım atmadığı gözlemlenir. Yine kilit rol oynayan Ahdesaari Sırpların artırılmış özerklik teklifinden, Arnavut tarafının da bağımsızlıktan geri adım atmadığını ifade edecek ve en iyi çözümün uluslararası toplumun gözetiminde bir bağımsızlık olduğunu ifade edecektir. Ancak 2008 Şubat ayında Arnavutluk tarafı tek taraflı bağımsızlığını ilan edecektir. Uluslararası hukuk çerçevesinde tartışmaları vardır. Biz şöyle ifade edelim Kosova sorunu uzun yıllar BM gündemine alınmamıştır. En büyük gerekçesi ise Kosova sorununun Yugoslavya toprak bütünlüğü içerisinde değerlendirilmesidir. 1998 yılından itibaren almış olduğu kararlarda tüm olası çözüm önerilerinin Yugoslavya’nın toprak bütünlüğü içerisinde gerçekleşeceği söylenmiş ancak 2003 yılında Eski Yugoslavya ismi kullanılmayarak Karadağ ve Sırbistan arasında yeni bir konfederasyonun temelleri atılmıştır. Daha sonra 2006 yılında Karadağ Sırbistan’dan ayrılmıştır. Şimdi, bu noktada 1998 yılındaki BM Güvenlik Konseyi kararlarında altı çizilen husus Yugoslavya toprak bütünlüğü kararıdır ancak 2008 tarihinden sonra Yugoslavya diye bir devlet kalmamıştır. Kosova’nın 2008’deki bağımsızlık kararında tarihsel arka planın yanında özellikle Karadağ’ın 2006 yılından itibaren Sırbistan’dan ayrı bir siyasi varlık olarak ortaya çıkması da son derece etkili olmuştur ve aynı zamanda da 1999 tarihinde imzalanan anlaşmalar çerçevesinde UÇK’nın Kosova koruma kuvvetine dönüştürülmesi düşünülmüştü. Yani, 1999 ile 2011 arasında BM Genel Sekreterlerinin hazırlamış olduğu raporlarda Kosova’nın sekiz standart içerisinde büyük ilerlemeler kaydettiği ve özellikle Kosova Birliğinin BM Barış Gücü operasyonlarında son derece önemli faaliyetler gösterdiğini uluslararası kamuoyuna olumlu bir imaj olarak sunmasının da Kosova bağımsızlık sürecine kolaylaştırıcı etki yaptığını varsayabiliriz.

 

DAMLA DENİZ

Balkan Çalışmaları Staj Programı

Türkiye’deki Suriyelilerin Sorunları ve Toplumsal Uyum Süreçleri

0

“Türkiye’deki Suriyelilerin Sorunların ve Toplumsal Uyum Süreçleri, Aydın İli Örneği”, Dr. Eren Alper Yılmaz, Bursa: Ekin Basım Yayın Dağıtım, 2019, 1.Baskı, 182 sayfa, ISBN:978-605-327-953-2.

Yazar Eren Alper Yılmaz, “Türkiye’deki Suriyelilerin Sorunları ve Toplumsal Uyum Süreçleri” isimli kitabı ile Aydın’a 2011 yılından beri zorunlu olarak göç eden ve Türkiye tarafından “geçici koruma” statüsü verilen Suriyelilerin toplumsal algılarını analiz ederek uyum sürecinin uzun vadede daha sağlıklı yürütülebilmesi için uygulayıcı ve karar alıcı bazı aktörlere çözüm önerileri sunmayı amaçlamıştır. Yazar her okuyucunun anlayabileceği şekilde sade bir dil kullanmıştır.

Kitap yapısı itibariyle dört ana bölüme ayrılmıştır. Birinci bölümde kavramsal açıdan göç ele alınmıştır. Göç kavramının literatürdeki farklı tanımlarına, göçün türlerine yer verilmiş ve göçün tarihsel gelişimi aktarılmıştır. Aynı zamanda göçün sebepleri, ekonomik sebepler, güvenlik endişesi, yoksulluk, bilimsel ve kariyer odaklı sebepler  olarak ayrılmıştır. Güvenlik endişesinden kaynaklı sebepler ise terör saldırıları, iç savaşlar, siyasi baskılar, iklimsel koşullar ve doğal afetler olarak ayrılmıştır.

İkinci bölümde uluslararası hukuk nezdinde mültecilik ve sığınmacılık kavramlarına yer verilmiştir. Tabiiyeti olduğu ülkenin dışında bulunmanın, baskı ve zulme dayalı sebeplerin mülteciliği doğurduğu aktarılmıştır. Vatandaşı olduğu ülkenin himayesinden kendi isteği ile yeniden yararlanma talebi, vatandaşlığını kaybettiği ülkenin vatandaşlığını yeniden kazanma, yeni bir ülkenin vatandaşlığını kazanma ve korumasından yararlanma, terk edilme veya zulüm korkusu ile dışında bulunulan ülkeye yerleşmek üzere geri dönme gibi sebeplerin mülteciliği sona erdirdiği belirtilmiştir. Mültecilerin hakları ve sorumlulukları ele alınırken, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ve uluslararası mülteci hukukunun temeli olarak kabul edilen 1951 Cenevre Sözleşmesi’nden bazı maddelere yer verilmiştir. Bu sözleşmeye ek olarak kabul edilen, yer ve zaman sınırlamalarını ortadan kaldıran 1967 Protokolü’ne de ayrıca yer verilmiştir. Türkiye’nin 1951 Cenevre Sözleşmesi ve 1967 Protokolü’ne taraf olduğu fakat coğrafi sınırlama konusunda çekince koyduğu belirtilmiştir. Bu coğrafi sınırlama sebebiyle Türkiye’nin Ortadoğu, Afrika gibi coğrafyalardan gelenlere mültecilik statüsü değil de geçici koruma statüsü verdiğini ve yalnızca Avrupa içinde meydana gelen olaylar sonucunda sığınma talep edenlere mültecilik statüsünü tanıdığı belirtilmiştir. Aynı zamanda ilk bölgesel mülteci belgesi olan 1969 Afrika Birliği Örgütü Sözleşmesi’ni, Latin Amerika Bölgesi’ni kapsayacak şekilde hazırlanmış bir bildiri olma özelliğini taşıyan 1984 Cartegena Mülteciler Bildirisi’ni ve Arap devletlerinde mültecilerin yasal statülerini düzenlemeyi amaçlayan bölgesel bir mülteci sözleşmesi olan 1994 Tarihli Arap Sözleşmesi’ne yer verilmiştir.

Üçüncü bölümde göç kuramlarına, uyum kavramına ve uyum teorilerine yer verilmiştir. Sosyal kimlik teorisine göre bireyler, kendi kültürlerini başka kültürler ile mukayese ederek daha üstün görmekte, iç grup kayırmacılığı yapmakta ve kendi gruplarına olumlu ayırt edicilik göstermektedir. Bu çerçevede, Suriyeliler de Türkiye’ye ilk  geldikleri zamanlarda  yabancılık çekmişlerdir. Travma ve güvensizlik sebebiyle kendilerini toplumdan soyutlamışlar, gettolaşmışlar ve izole bir yaşam sürmüşlerdir. Kendi kültürlerinden olanları daha üstün tutmuşlardır. Burada uyum süreçleri ile ilgili birkaç modele de yer verilmiştir. İki ya da daha fazla kültür arasındaki etkileşim ile “kültürlenme” ortaya çıkmaktadır. Göçmen grupların kendi grupları dışında başka bir kültüre uyum sağlamak istemediği ve sadece kendi kültürünü devam ettirmek istediği durumda ise “ayrılma” ortaya çıkmaktadır. Bu durumda dominant grubun baskı yapması ile de “ayrımcılık” ortaya çıkmaktadır. Kendi kültürünü koruyarak başka kültürlerle entegre olunan ve dengenin sağlandığı durumda ise “entegrasyon” modeli ortaya çıkmaktadır. 2011 yılının başlarında Suriyeliler, travmalar, önyargılar, dil bilmeme ve güvensizlik sebebiyle dışarıya kolayca açılamamışlardır. Bu da o dönemde uyum süreçlerinin olgunlaşmadığını göstermektedir. Emek sömürüsü bu “ayrılma” durumunu daha da belirgin kılmıştır. Baskın grup olan Türklerin, azınlık grup olan Suriyelilere karşı olumsuz bakış açıları çatışma durumları ortaya çıkarmıştır. Bazı araştırmalara göre Türkler, işlerini elinden alındıklarını düşündükleri için Suriyelilere karşı mesafeli davranmaktadır. Zamanla yerel halkın ılımlı yaklaşımı ve hükümetin entegre edici politikaları sebebiyle hem sistemsel hem de kültürel uyum sürecinde ilerleme kaydedilmiştir. Çalışma izinlerinin verilmesi, eğitim politikalarındaki değişiklikler, yasal mevzuatlarla verilen güvenceler ve sağlık alanındaki gelişmeler sebebiyle “entegrasyon” durumuna geçilmiştir. Suriyelilere verilen vatandaşlık da bu süreci günden güne hızlandırmakta ve topluma karşı aidiyet hissetmelerini sağlamaktadır.

Dördüncü bölümde ise Aydın’da Suriyelilere yönelik anket çalışmasına ve gözlemlere yer verilmiştir. Aydın’da yaşayan Türklerin komşuluk ilişkilerinin güçlü olduğu sonucuna varılmıştır. Suriyelilerin kendilerini dini ve kültürel anlamda Türklerle yakın gördüğü tespit edilmiştir. Araştırmanın gerçekleştirildiği bölgede ayrıca, iş bulma konusunda özel sektör ve devletin yeterli desteği vermediği de düşünülmektedir. Suriyelilerin düşük ücretle çalıştırılması, sigortalarının olmaması, uzun çalışma saatleri sebebiyle emeklerinin karşılığını alamadıkları düşüncesi hâkimdir. Yüksek ev kiraları da ekonomik uyum sürecindeki diğer bir etkendir. Etnik kökenlerinden dolayı ev sahiplerinin kendilerine çifte standart uyguladığını iddia etmektedirler. Suriyelileri Türkiye’ye göç ettiren ve kalmalarını cazip hale getiren faktörler ise  “Türkiye’nin güvenli ülke olması” ile “kültürel yakınlık” ortak olarak vurgulanmıştır. Göç tercihinde “mesafe faktörü”, göçün devamlılığında ise “Aydın halkının misafirperverliği” vurgulanmıştır. Yapılan gözlemlerde ise Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne duyulan minnettarlık, misafirperverlikten duyulan memnuniyet gibi durumlar olumlu anlamda görülebilir. Ev kiralarının yüksek olması, kazançlarının düşük olması, eczane ve hastanede yaşanılan iletişim ve sağlık sorunları da görülen olumsuzluklardır. Yazar, entegrasyonun iki tarafın katılımıyla olacağını belirtmektedir. Bu sürecin doğru şekilde ilerleyebilmesi, sistemsel ve kültürel uyum modellerine bağlıdır. Sistemsel uyum noktasında, yasal düzenlemelerin artması ve eğitimde kalıcı adımların atılması, çalışma izni yönetmeliklerinin uygulanabilirliğinin daha sıkı denetim altına alınması, iş kapasitelerinin artırılması ve emek sömürüsünün önüne geçilmesi gerekliliği vurgulanmıştır. Kültürel uyum süreci noktasında ise yargı mercilerinin ve hükümetin Suriyeliler  hakkında bilgi dezenformasyonu yaratanlara karşı yaptırımlar uygulanmasının gerekliliği belirtilmiştir. “Suriyelilere karşı göz yumuluyor” algısını kırmak için para veya hapis cezası gibi caydırıcı önlemler alınması önerilmiştir. Kamuoyunun Suriyeliler hakkında doğru bilgilendirilmesi adına “Uyum Bakanlığı” adı altında bir bakanlığın kurulması gerekli görülmüştür. Suriyeli nüfusun yüksek doğum oranı sebebiyle Türkiye’de bazı çevreler, ileride oluşabilecek işsizlik durumu veya toplumsal özerklik ihtimali sebebiyle kaygılanmaktadır. Bu yüzden aile planlaması da bu kapsamda incelenen bir konudur. Suriyelileri uzun vadede topluma kazandıracak mesleki kurslar, dil eğitimleri gibi programların arttırılması da önemle vurgulanmıştır. İç savaşın yıkıcı etkilerine maruz kalmaları sebebiyle psiko-sosyal destek verilmesi de süreç açısından önemlidir. Ayrıca illere göre Suriyelilerin sorunları değiştiği için her ilin uyum politikası da farklı olmalıdır. Bu sebeple merkezi hükümetin yerel yönetimlere inisiyatif vermesi savunulmuştur. Yazarın yaptığı çıkarıma göre Suriyeliler Türkiye’de düzenlerini kurmuşlar, Türkçeyi öğrenmişler, Türk arkadaşları ile ilişkileri belli bir seviyeye getirmişler, meslek sahibi olmuşlar, Türklerle evlilikler yapmışlar, hatta vatandaşlık alarak gelecek planlarını Türkiye’de kalmak üzerine kurmaya başlamışlardır. Suriyelilerin Türkiye’ye karşı algılarının daha olumlu yönde ilerlediğini ve ülkede kalıcı olmak istedikleri bu çalışma da dâhil olmak üzere yapılan genel araştırmalar çerçevesinde görülmüştür. Bu durumda, her ne kadar Suriye’de yaşam şartları normalleşse de Türkiye’de yaşayan Suriyelilerin ülkelerine geri dönüş istekleri sınırlı olabilir, dolayısıyla ülkelerine dönmelerini beklemek de Türkiye toplumu açısından gerçekçi olmayabilir. Bu sebeple Suriyelilerin ülkelerine geri dönmelerini beklemek yerine onların uyum sürecini hızlandırmak daha rasyonel bir davranış olarak görülebilir. Bu süreçte gerek vatandaşlara gerekse yerel, ulusal ve uluslararası paydaşlara büyük bir rol düşmektedir. (Yılmaz, 2019, s.168)

Genel olarak bakıldığında, “Türkiye’deki Suriyelilerin Sorunları ve Toplumsal Uyum Süreçleri”, Türkiye’deki Suriyeliler özelindeki göç sorununu ve onların toplumsal uyum süreçlerini anlayabilmek için mutlaka okunması gereken bir kitaptır. Kitabın adı ve belirlenen alt başlıklar kitap içeriğine uygundur. Verilen bilgiler açık, net ve doyurucudur. Kullanılan sade dil sebebi ile kitaptan herkes faydalanabilir. Göçün kavramsal olarak irdelenmesi, mültecilik ve sığınmacılık kavramlarının ele alınması, göç kuramlarına yer verilmesi ve uyum sürecini daha iyi analiz edebilmek adına uyum kavramına ve uyum teorilerine yer verilmesi konunun daha iyi anlaşılmasını sağlamıştır. Yapılan alan araştırması ise  Türkiye’deki Suriyelilerin  sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel sorunlarını görmek, Türkiye’ye göç etme sebeplerini ve ülkede kalış sebeplerini anlayabilmek açısından önemlidir. Ayrıca merkezi ve yerel aktörlere çözüm önerileri sunan kitabın bir noktada amacına ulaştığını söyleyebiliriz.

 

CANSU ZOR

TUİÇ Göç Çalışmaları Stajyeri

 

Kaynakça

Yılmaz, E. A. (2019). Türkiye’deki Suriyelilerin sorunları ve toplumsal uyum süreçleri: Aydın ili örneği. Bursa: Ekin Basım Yayın Dağıtım.

Bakunin Marx’a Karşı

0

Bakunin Marx’a Karşı”, Mikhail Bakunin, Çeviren: H. Murat Yurttaş

Karl Marx’ın Birinci Enternasyonel’de en ciddi rakiplerinden biri olarak tanınan Rus anarşist devrimci Mikhail Bakunin, 1814 yılında soylu bir ailenin evladı olarak dünyaya gelmiş, fakat sınıfsal kökeninin ayrıcalıklarından yararlanmayı reddederek uzun yıllar boyunca tüm yaşamını devrimci mücadeleye adamıştır. Ezilen sınıfların içine hapsolduğu düzeni ve bu düzenin savunucularını acımasızca eleştiren Bakunin, özgürlük tutkusunun etkisi altında söz konusu sistemin tasfiyesinin gerekliliğini ifade eden birtakım yazılar da kaleme almıştır. Fakat kendisini profesyonel bir yazar olarak nitelendirmeyen ve meşru müdafa dışında yazı yazmayı tercih etmediğini belirten Bakunin, bu anlamda didaktik bir üsluba sahip olmuştur. Bununla ilişkili olacak şekilde, teorik bir tartışmaya girişmekten ziyade, kendi içinde barındırdığı duygulardan ve isteklerden yola çıkarak karşı cepheyi eleştiri yağmuruna tutmayı hedefleyen Bakunin’in yazılarının bir bildiri niteliğinde olduğunu da belirtmek gerekir.

Bakunin’in hedefinde sadece içinde yaşadığı dönemin toplumsal sistemini yeniden üreten ayrıcalıklı sınıflar yer almamıştır. Yeni bir toplum inşasına yönelik Bakunin’den farklı bir sosyalizm anlayışına öncülük eden Karl Marx ve arkadaşları da yazarın rakip gördüğü kitleyi oluşturmuştur. Karl Marx’ın öngördüğü yeni düzenin, nihai kertede eşitsizliği yeniden üreteceğini ve bu düzenin, özgürlük kisvesi altında çoğunluğu oluşturan işçi sınıfını bir grup despot azınlığın kölesi haline getireceğini iddia eden Bakunin, bu öngörülerini farklı zamanlarda yazdığı makalelerde dile getirmiştir. “Bakunin Marx’a Karşı” isimli derleme eser de bu makalelerin ilgili bölümlerinin toplamından oluşmaktadır. Söz konusu bölümler, Mikhail Bakunin’in Karl Marx’ın sosyalist programına yönelik temel eleştirisini öne çıkaran anlamlı bir bütün halinde bir araya getirilmiştir. Aynı zamanda, yazarın hayatını adadığı bir mücadelenin yansıması olarak yorumlanabilecek olan bu kitap, Bakunin’in toplumsal dönüşüme ilişkin temel argümanlarını ve öngörülerini de içermektedir.

 

Giriş

Bakunin, “ben gerçeğin tutkulu bir takipçisiyim” diye söze başlarken, bir bakıma olması gereken ve mevcut olan arasında bir ayrım yapar. Olması gereken diye nitelendirilen toplumsal düzen, tüm bireylerin gelişimi için zorunlu olan özgürlüğün mevcut olduğu bir düzendir. Bireylerin kendi doğalarının yasaları tarafından onlara dayatılan ve Bakunin’in tabiriyle bireyin maddi ve ahlaki varlığının temelini oluşturan sınırlamaların dışındaki her bir engel, toplumun gelişimi ve mutluluğu önünde aşılması gereken bir engeldir. Fakat önemli olan, bu sınırlamaların nasıl aşılacağı ve bireylerin özgürlüğünün nasıl kurulacağıdır. Bu soru, aynı zamanda benzer amaçlarla harekete geçen iki grup – Devrimci Sosyalistler ve Otoriter Komünistler – arasında bir yol ayrımına işaret etmektedir.

Bakunin, her iki tarafın “eşyanın tabiatı gereği emeğin kolektif örgütlülüğüne yöneldiği, herkes için eşit ekonomik koşulların sağlandığı ve üretim araçlarının kolektif mülkiyeti üzerinde kurulacak bir toplumsal düzen” hayal ettiğini ifade etmektedir. Fakat temel sorun, devletin siyasal iktidarının ele geçirilip geçirilmeyeceğidir. Yazarın siyasal iktidara yüklediği olumsuz anlam, doğal olarak toplumsal düzeni siyasal iktidarın ele geçirilmesi aracılığıyla değiştirmeyi hedefleyen kitlelere karşı da benzer bir karşı çıkışı zorunlu kılmaktadır. Zira devletin siyasal iktidarını elinde bulunduran belirli sayıda azınlık, aynı zamanda otorite ilkesinin de savunuculuğunu yapmış olur. Bu ise çoğunlukta bulunan kitlelere karşı bir baskı ve dayatma anlamına gelmektedir. Böyle olduğu takdirde, bireylerin özgürlüğü için verilen tüm çabalar boşa gitmiş olacak ve eski düzenin savunduğu eşitsizlik yeniden üretilecektir. Dolayısıyla Devrimci Sosyalistler için sorun, herhangi bir hükümet biçiminde değil hükümetin temel ilkelerinde, yani devlet kavramının kendisinde yatmaktadır. 

 

Marksist İdeoloji

Bu bölüm, Alman Otoriter Komünistleri olarak nitelendirilen Karl Marx’ın ve destekçilerinin öncülük ettiği sosyalist düşüncenin temel ilkesine yönelik bir eleştiriyi yansıtmaktadır. Bunun öncesinde Bakunin, aynı zamanda Karl Marx’ın liderlik ettiği okulun, proletaryanın mücadelesine yaptığı katkıların öneminden de bahsetmiştir. Fakat yazara göre bu olumlu özellikler, Alman doktriner okulunun teorik tezlerinin temelinde yer alan sorunları görmezden gelmemize neden olmamalıdır.

Bireylerin düşüncelerinin tarihsel olguları ürettiği görüşüne karşıt olarak, onların yaşam biçiminin nasıl düşüneceklerini belirlediğini iddia eden Marx’ın, bu yaşam biçiminin temeline ekonomik olguları yerleştirmesi Bakunin tarafından sorunlu bir yaklaşım olarak ele alınmıştır. Her ne kadar Bakunin, ekonomik ve siyasal olgular arasında varolan bağların kaçınılmazlığını kabul ettiğini ifade etse de, bu zorunluluğa biat etmenin anlamsız olduğunu belirtmektedir. Burada dikkat edilmesi gereken farklılık, mevcut toplumsal düzenin acımasızlığına yönelik bir karşı çıkıştan ziyade, anarşizm savunucuları tarafından söz konusu düzene içkin kabul edilen kurumlara karşı bir mücadeledir. Hem Bakunin’in hem de Karl Marx’ın öncülük ettiği düşünce, ezilen sınıfların sömürüsü üzerinden hayatlarını sürdüren ayrıcalıklı sınıfın tasfiyesini zorunlu kılmaktadır. Fakat bu amaca yönelik araçlar iki taraf için bir ayrım noktası teşkil etmektedir. Daha açık bir şekilde ifade etmek gerekirse, Bakunin için kitlelerin kurtuluşu, içine sıkıştıkları sömürücü ve acımasız düzenin kurumları ile değil, bunların tasfiyesi ile mümkün hale gelecektir. Aksi takdirde, kitlelerin akıl ve ahlak duygusu, onların isyan içgüdüsünü elinden alacak bir biçimde saptırılacak ve ezilen sınıflar yeniden köle muamelesi görecektir.

 

Devlet ve Marksizm

Devlet sosyalizminin otoriter komünizminin gerçekleştireceği toplumsal dönüşümün sonucunda devletin tek mülk sahibi, emeğin yöneticisi ve emeğin ürettiği ürünlerin dağıtıcısı olacacağını ifade eden Bakunin Bismarck ve Marx’ın düşünceleri arasında devletin varlığına ilişkin herhangi bir fark olmadığını iddia etmektedir. Yazara göre, büyük bir Alman devleti kurma hayaliyle yaşayan bu iki kişi arasındaki tek fark, hükümet biçimine ilişkindir. Dolayısıyla Bismarck’ın politikalarının bireylerin özgürlüğü açısından yaratacağı sorunlar, Marx’ın hayal ettiği toplumsal düzende de varolmaya devam edecektir. Bakunin bu eleştirisine, devletin varlığının zorunlu sonucu olan sorunları açıklamakla devam etmektedir.

Emperyalizmin yoğun bir biçimde yaşandığı 20. yüzyıl boyunca devletler arasında devam eden rekabet, anlaşmazlık ve savaş söz konusu birimlerin bir arada varolamayacağına ilişkin yorumları da beraberinde getirmiştir. Dolayısıyla Bakunin’e göre bir devletin varlığı, tüm uluslardan halkları kendi içinde barındırmadığı ve ülkesel anlamda belirli bir sınırı olduğu sürece başka bir devletin varlığını ve sonu gelmez savaşları zorunlu kılmaktadır. Bu ise “evrensellikten kopuş” olarak nitelendirilen başka bir sorunu ortaya çıkarmaktadır. “Halk Devleti” adıyla inşa edilen bu birim, içinde barındırdığı kitleyi yurttaşlık bağıyla kendisine bağladığı sürece saf ve evrensel ahlaka ulaşmak imkansız hale gelecektir. Aynı zamanda, devletler arasında devam eden rekabet, söz konusu evrenselliğin ve farklı uluslardan bireyler arasındaki dayanışmanın çeşitli araçlarla engellenmesini zorunlu kılacaktır. Zira devletin devamı veya onu yöneten azınlığın çıkarları, bu rekabetin yeniden üretiminden bağımsız değildir. Böyle bir zorunluluk ise dışa karşı takınılan agresif tutumun, devletin içinde yaşayan bireylere karşı da benimsenmesine neden olacaktır. Böylelikle bireylerin özgürlüğü, otorite ilkesine sadık küçük bir azınlık tarafından kendi çıkarları veya ‘kamu yararı’ kisvesi altında sınırlanacaktır.

 

Enternasyonalizm ve Devlet

Karl Marx’ın kendi hedefleri açısından bir çelişki içinde olduğunu iddia eden Bakunin, bu düşüncesini Enternasyonal’in ve Alman Devleti’nin üstlendiği rolün karşılaştırması üzerinden açıklamaya çalışmaktadır. Bakunin’e göre Marx, bir Alman yurtseveri olarak kurmayı planladığı devletin gücünü ve büyüklüğünü arzularken, aynı zamanda Enternasyonel aracılığıyla tüm dünyadaki proletaryanın özgürlüğünün savunuculuğu yapmaya çalışır. Bu savunmayı yaparken aynı zamanda merkezi bir sistem, yönetim ve diktatörlük öngörür. Söz konusu merkezi yönetim, mutlak gerçeğin bilgisine sahip olduğunu iddia eden küçük bir azınlığın tüm dünyaya hükmetmesi anlamına gelmektedir. Fakat Bakunin Marx ve destekçilerinin iddia ettiği gibi, herkes tarafından koşulsuz olarak kabul edilecek mutlak bir gerçeğin varolmadığını ve dolayısıyla Enternasyonel için de tek bir resmi siyasal ve ekonomik teorinin mevcut olmadığını ifade etmektedir.

Tüm dünya proletaryası için ortak kabul edilecek tek ilke dayanışmadır. Bu dayanışmanın ise dayatma yolu ile değil, farklı uluslardan oluşan emekçi kitlelerin kendiliğinden örgütlenmesi yoluyla oluşması gerekmektedir. Her türlü baskıya ve otoriteye karşı çıkan Bakunin, Enternasyonelin tek gerçek ilkesi için devlet başta olmak üzere içinde baskı ve otoriteyi barındıran tüm siyasal kurumların tasfiyesini bir zorunluluk olarak görmektedir. Karl Marx’ı “diktatör”, “dünya devriminin baş mühendisi” ve “makine yöneticisi” olarak suçlayan Bakunin, dünyada varolan heterojenliğin küçük bir azınlık tarafından kavranılmasının imkansız olduğunu iddia ederek, böylesi bir yönetimin eski düzenin saçmalıklarını farklı biçimlerde yeniden üreteceğini defalarca tekrar etmektedir. Söz konusu saçmalıkları bir “devrimci geçiş” olarak dahi kabul etmemesi, Bakunin’in devlet kültüne yönelik hassasiyetini bariz biçimde gözler önüne sermektedir.

 

Toplumsal Devrim ve Devlet

Enternasyonalizm ve Devlet” bölümünde Marx’ın siyasal programına yönelik eleştirilerin devamı niteliğinde olan bu bölüm, burjuva radikalleri ile Marx ve destekçileri arasında oluşacak olan işbirliğine ve bu işbirliğinden doğacak sömürü düzenine vurgu yapmaktadır. Bakunin’e göre, 1871 yılında Londra’da gerçekleştirilen toplantı, Marx’ın Enternasyonel’de zafer kazanma isteğinin bir sonucuydu. Burada dile getirilen siyasal programın temelindeyse önceden de belirtildiği gibi, işçi sınıfının siyasal iktidarı ele geçirmesi yer almaktaydı. Fakat Bakunin gibi bir devrimci anarşist için siyasal iktidar, otorite ve hükümet kavramları baskıcı düzenin sürdürülmesi ile eşanlamlıydı. Dolayısıyla yıkılması beklenen düzen, tüm olumsuzluklarıyla farklı biçimlerde yeniden karşımıza çıkacaktı. Söz konusu iki düzen arasındaki tek fark, eski düzenin burjuvazisinin soylu sınıfa yönelik muamelesinin, Marx’ın öngördüğü yeni düzende kent proletaryası tarafından kır proletaryasına yönelik olarak sürdürüleceğiydi. İşçi sınıfı içinde ‘lümpen proletarya’dan farklı olarak üst katmanda yer alan bu işçi kesim, Bakunin’e göre en az sosyalist ve en bireyci kişilerden oluşmaktaydı. Yapılması gereken ise burjuva düşüncelerin cazibesine kapılmamış büyük halk yığınlarının toplumsal dönüşümü veya devrimi gerçekleştirmesiydi.

Marksist ideolojiye yönelik eleştirisinde devletin gerekliliğini tamamen reddeden Bakunin, aynı zamanda siyasal iktidarın ve özgürlüklerin kazanılmasının gerekliliğini de kabul etmemekteydi. Bu eleştiri, Marksist ideolojide temel tartışma noktasını oluşturan altyapı ve üstyapı ilişkisine yönelik bir sorunu da içinde barındırmaktaydı. Bakunin’e göre Marx, tarihsel gelişim sürecinde ekonomik olgulara öncelik verirken, en önemli ögeyi gözden kaçırmaktaydı. Bu öge, her ulusun kendine has mizacı ve özellikleri idi. Böyle olduğu takdirde, evrensel bir gerçeğin bilgisine ulaştığınızı iddia ederek, insanlar arasında varolan bu çeşitliliği görmezden gelemezsiniz. Söz konusu mizaç ve özellikler içinde en önemlisi özgürlük içgüdüsüdür. Kendi içinde özgürlük ve dayanışma olarak ayrılan bu içgüdü, kendiliğinden oluşmadıkça toplumun mutlak anlamda özgürlüğünden bahsedemeyiz. Böyle bir özgürlük ve dayanışma, yalnızca ortak çıkarların, arzuların ve eğilimlerin özgür federasyonu sonucundamümkün olabilir. Fakat Marx’ın siyasal programı bu idealdan uzak olmanın yanısıra, burjuvazinin reformist veya devrimci radikalizmi ile işbirliği içinde tasarlanmıştır. Bakunin’e göre bu işbirliği, nihai olarak burjuva düzeninin yeniden kurulmasıyla sonuçlanacaktır.   

 

Siyasal Eylem ve İşçiler

1869 yılında Sosyal Demokrat İşçi Partisi’ni kuran programa yönelik bir eleştiriyi dile getiren bu bölüm, temelde “toplumsal devrim” ve “siyasal devrim” düşünceleri arasında net bir ayrım yapmaktadır. Bakunin Marx ve destekçilerinin siyasal devrim aracılığıyla barışçı yollardan gerçekleştirilecek reformların nihai kertede, sorunlu bir yaklaşım olduğunu ifade ediyor. Zira söz konusu reformlar, Bakunin’in kökten karşı olduğu devletin yeniden yapılandırılması ve burjuva kesimi ile işbirliği anlamına gelmektedir. Siyasal devrim yoluyla elde edilecek olan oy hakkı, halkoylaması, serbest ve zorunlu eğitim, kiliseyle devletin birbirinden ayrılması ve basın özgürlüğü tamamiyle burjuva demokratlarının kendi çıkarları için talep ettiği yeniliklerdir. Bu siyasal özgürlük gerçekleştiği takdirde, bireylerin kendi ülkelerine yurttaş olarak bağlı kılındığı yeni bir “burjuva sosyalizmi” ortaya çıkacaktır. Bu durum, Enternasyonel’in tüm dünyayı kapsayacak bir devrim anlayışla çelişmektedir.

Bakunin’e göre, işçi sınıfının siyasal devrimin gerçekleşmesi için burjuvaziye yardım etmesi sonucunda, toplumsal devrimin gerçekleştirilmesi için burjuva sınıfının da işçilere destek vereceğine duyulan inanç bütünüyle yanlış bir inançtır. Bu yolla işçi partileri, sadece burjuvazinin bir aracına dönüşecektirler. Dolayısıyla böylesi bir siyasal programın kabul edilmesi, Enternasyonel’in ruhunu öldürecektir; bunun engellenmesi gerekmektedir. Siyasal devrimin doğal sonucu olan temsil ilkesini gücün merkezileşmesi olarak kabul eden Bakunin için bireylerin mutlak anlamda özgürlüğü, söz konusu merkezi gücün dağılımıyla ve herkesin özgürleşmesiyle mümkün olacaktır. Nitekim, Bakunin’in bu konuda işçi sınıfına duyduğu inanç tamdır. Zira tüm tarihsel deneyimler, otorite ilkesine sıkıca bağlı bir yönetimin veya despotluğun ekonomik eşitliği tam anlamıyla sağlayamayacağına, üstelik bu eşitliğe yönelik taleplerin de baskı araçlarıyla engelleneceğine işaret etmektedir.

 

Devletsiz Sosyalizm: Anarşizm

Özgürlüğe giden yolda Fransız Devrimi’ni başlangıç noktası olarak ele alan Bakunin, devrim ile birlikte ilan edilen yeniliklerin, insanların ekonomik dönüşüme yönelik istek ve arzularını da beraberinde getirdiğini ifade etmektedir. Bu dönüşüm, sadece sosyalist bir düzen ile mümkün olacaktır. Fakat dikkatten kaçırılmaması gereken nokta, özgürlüğü içinde barındıran bir sosyalizm anlayışının gerekliliğidir. Dolayısıyla sosyalizmden arınmış bir özgürlük anlayışı ne kadar sorunluysa, özgürlükten arınmış Marksist bir sosyalizm anlayışı da bir o kadar tehlikeli olacaktır.

Sosyalizm, aynı zamanda insan vicdadına dayanan bir adalet anlamına gelmelidir; kaba kuvvet, şiddet, kutsal güç veya devlet hukuku aracılığıyla kurulan ‘resmi adalet’ anlamına değil. Zira siyasal iktidarın adaleti, eninde sonunda yöneten yönetilen, sömüren sömürülen, köle ve efendi ayrımını üretecektir. İnsan vicdanına dayanan adalet ise yalnızca devletsiz sosyalizm anlayışıyla mümkündür. Anarşizmin savunduğu devletsiz sosyalizmin temel ilkesi, tüm bireylerin kendi insanlıklarını geliştirecek maddi ve manevi araçlara sahip olmasıdır. Böyle bir örgütlenme biçimi, her bireyin toplumsal zenginlikten ona yaptığı katkı ölçüsünde pay almasını da mümkün kılacaktır. Her birey, kendi niteliklerini eşit dağılmış üretim araçlar aracılığıyla geliştirebilecek ve bu sayede emeğin, çalışmadan hayatını sürüdüren belli bir azınlık tarafından sömürülmesi engellenecektir. Bunun yanısıra, toplumda varolan eşitsizliği kalıtsal hale getirilen miras ve benzeri kurumlar bütünüyle ortadan kaldırılacaktır. Her birey kendi doğasının rehberliğinde ve kendi çabalarının ürünüyle hayatını idame ettirecektir.

 

Paris Komünü ve Devlet Düşüncesi

1871-73 yıllarında kaleme alındığı düşünülen bu metinde Bakunin, Paris Komünü’nün başarısızlığının nedenleri, toplumsal devrimin gerekliliği ve bu devrimde doğrudan rol oynaması gereken bireyin doğasının toplumsal niteliğinden bahsetmektedir. İlk başta Paris Komünü’nde yer alan insanların niteliklerinden bahseden yazar, bu kitleyi üç gruba ayırmıştır. Bunların ilki, sosyalist olmayan Jakobenlerden oluşmaktaydı. Bu grubu oluşturan insanlar içsel anlamda sosyalist bir görüşe sahip olmadıkları için burjuva önyargılarının izinden hareket etmeye devam etmişlerdir. Bu durum, nihai kertede Paris Komünü’nün zararına sonuçlanmıştır. Diğer bir grubu oluşturan Paris halkı ise içgüdüsel olarak sosyalist görüş taraftarı olsalar da, düşünme biçimleri, onların sosyalist içgüdülerinin önünde bir engel oluşturmaktaydı. Geri kalan inançlı sosyalistler ise küçük bir grubu oluşturmaktaydı ve onlar çok zor koşullarda mücadele etmek zorundaydılar. Dönemin şartları, onları Jakoben bir tarzda örgütlenmeye zorlamıştır. Fakat buna rağmen, otoriter komünistlerden farklı olan Parisli sosyalistler, toplumsal dönüşümün siyasal devrimin yaratacağı kurumlar aracılığıyla değil, bireylerin kendiliğinden ve sürekli eylemleri aracılığıyla gerçekleşeceğine inanıyorlardı. Bu dönüşümün ardından ortaya çıkacak toplumsal örgütlenme, “aşağıdan yukarıya ve işçilerin özgür birlikleri ile federasyonları aracılığıyla” kendiliğinden gerçekleşecektir. Baskının, otoriterinin ve kaba kuvvetin olmadığı  “yasaklayıcı olmaktan uzak” düzen, her bir bireyin çıkarına uygun ve onların uluslararası nitelikteki dayanışmasını öngören bir sistem olacaktır. Bu sistem, aynı zamanda bireylerin çıkarları arasındaki uzlaşıya da işaret etmektedir. Böyle bir uzlaşının söz konusu olamayacağı itirazlarına insan doğasının toplumsal niteliği ile cevap veren Bakunin, bireyin toplumun dışında  özgür olması bir tarafa, kendisinin bilincinde olan bir varlık olarak bile varolamayacağına işaret eder. Bireylerin uzlaşmaz çıkarlarının evrensel dayanışmayı engelleyeceği anlayışı, Bakunin’e göre, siyasal, dinsel ve metafizik bir yalanın sonucunda söz konusu kurumların varlığının sürdürülmesi için tüm insanlığa zorla kabul ettirilmiş safsatadan başka bir şey değildir.

 

MAHAMMAD ALIZADA

Anarşizm Staj Programı