Home Blog Page 92

TUİÇ ARALIK-OCAK DÖNEMİ o-STAJ PROGRAMI BAŞVURULARI

0

TUİÇ daha yolun en başından beri “hayat boyu öğrenme ve öğrendiğini aktarma” ilkesini benimseyerek hareket etmiş ve çalışmalarını sürdürmüştür.

Önceki yıllardaki gibi bu yılda düzenlenecek o-Staj programı online olarak sürdürüleceğinden özellikle içinde bulunduğumuz pandemi sürecinde staj yapmak isteyen adaylara büyük bir kolaylık sağlayacaktır. Bu staj programıyla katılımcılarımız hem ilgili oldukları alanda tecrübe kazanma hem de kendisine bir ağ oluşturma şansı yakalayacaktır. “o-Staj” uygulamasıyla deneyimlerimizi size aktarmayı hedeflemekteyiz. o-Staj programımızda katılımcılara;

  • İlgili konu veya alanla ilgili temel bilgi ve gereksinimlerini karşılanması
  • Araştırma, yazma ve sunum becerilerinin kazanılması ve geliştirilmesi
  • Alanda çalışan kişilerle ağ ve tecrübe paylaşımının mümkün kılınması
  • Stajı başarıyla bitirenlere staj katılım belgesi ve referans mektubu verilmesi planlanmaktadır.

o-Staj kapsamında stajyerler aşağıda belirtilen alanlarda çalışmalar yapacaklardır:

  • Latin Amerika 
  • Göç 
  • Sivil Toplum 
  • Anarşizm 
  • Balkan 
  • Feminizm 
  • Toplumsal Cinsiyet 
  • Uluslararası Hukuk 
  • Migration 
  • Milliyetçilik
  • Siber Güvenlik 
  • Uluslararası Örgütler

 

*Online Staj programımız Zoom üzerinden online olarak sürdürülecektir, haftada bir gün 90 dakikalık online toplantı gerçekleştirilecektir.

*Akademik makale önerileri ve yönlendirmeler akademik danışman tarafından sağlanacaktır.

 

Kimler Başvuruda Bulunabilir?

Sosyal Bilimler alanında lisans , yüksek lisans ve doktora eğitimini sürdüren veya alan dışından ilgili kişiler TUİÇ o-Staj Programı’na başvurabilir.

Başvuru Belgeleri

TUİÇ o-Staj programı için gerekli olan belgeler;

  • Başvuru formunun eksiksiz doldurulması.
  • Özgeçmiş
  • Staj programına katılmaya hak kazanan adayların 250 TL staj katılım ücretini yatırmaları (Konuyla ilgili hak kazananlara ayrıntılı bilgi verilecektir)

TUİÇ o-Staj Süresi

TUİÇ o-Staj programı Aralık–Ocak ayları arasında yürütülecektir.

Başvuru Başlangıç: 07.12.2020

Son Başvuru Tarihi: 13.12.2020

Başvuru Sonuçları: 14.12.2020

Staj Başlangıç: 15.12.2020

Staj Bitimi: 31.01.2021

Online Sunum Haftası: 25.01.2021-31.01.2021

Staj Katılım Belgesi ve Referans Mektupları Gönderimi: 01.02.2021

TUİÇ o-Staj İçeriği

Stajyerler yukarıda belirtilen alanlarda koordinatörlerin hazırlamış olduğu o-Staj müfredatlarındaki,

  1. Metodoloji Eğitimi
  2. Sunum/Makale Tartışmaları
  3. Kitap Analizi
  4. Araştırma Yazısı
  5. Belgesel/Film izleme ve değerlendirme
  6. Röportaj
  7. Online Seminer Programı çalışmalarını yapacaklardır.

Staj Katılım Belgesi & Referans Mektubu

Stajyerler başarılı olabilmek için en az 70 puan almak zorundadır. 50-70 arasında kalanlar için 2 haftalık uzatma süresi verilebilir 50 altı alan stajyerler başarısız sayılacaktır. Stajyerlerin değerlendirilmesi aşağıdaki puanlama sistemine göre yapılacaktır:

Makale Okuma ve Sunumu: 10 Puan

Kitap Analizi: 20 Puan

Araştırma Yazısı: 20 Puan

Belgesel/Film: 10 Puan

Sunum: 20 Puan

Röportaj: 20 Puan

*Eğitim süresi boyunca katılımcıların en fazla 2 derse mazeretli katılmama hakkı bulunmaktadır.

Başarılı olan stajyerler, staj katılım belgesi ve referans mektubu almaya hak kazanacaktır.

 

NOT: Eğer formda başvurmak istediğiniz alanın olmadığını fark ederseniz bu yoğun başvurular sebebiyle o programın kontenjanının dolduğu ve o alana başvuruların kapandığı anlamına gelmektedir. Arzu ederseniz başka bir alana başvuruda bulunabilirsiniz.

 

Başvurmak için lütfen linke tıklayarak başvuru formunu doldurunuz: https://docs.google.com/forms/d/e/1FAIpQLSdKUFEf7o1SmlCxF_wsQ-CIbWTV-gDfH6V59CT0K2JmdTIDzg/viewform

o-Staj programının içeriği ve staj yapılacak alanlar hakkında daha fazla bilgi almak için ekteki dosyaları indirebilir ve bunları inceleyebilirsiniz.

 

 

Uğursuz

“Uğursuz” Necad İbrişimoviç, Ketebe Yayınları-Modern Klasikler Dizisi 1, 2018, 1. Baskı, 264 Sayfa, ISBN 978-975-2482-86-9

 

Değerlendirme

Uğursuz; Balkanlar coğrafyasında Bosna Savaşı döneminde yazılmış, köklü bir aile olan Abazoviçlerin dallanıp budaklanan ve kasvetli gelişimi içinde hayatı sürekli sorgulayan bir kölenin gözlemleriyle betimlenen ve neticede insanoğlunun acımasızlığının sebeplerini irdeleyen bir başyapıt olarak kabul edilebilir. Yazar Necad İbrişimoviç, eseri kaleme alırken on dokuzuncu yüzyıl Bosna’sındaki yozlaşmış bir bey ailesinin çöküşünü, Abazoviç ailesinin beyi İhtar’ın kuma getirdiği çingene Nurka’dan olma dilsiz, onların deyimiyle uğursuz Muzaffer’in ağzından anlatmıştır. Eserin üslubu modernist Faulkner’in eserlerinden yansımalar taşımaktadır zira farklı bakış açılarıyla otorite, şiddet ve ruhsal karmaşayı dile getirirken olay örgüsünü anlatıcının bile kavrayamayacağı bir altyapıyla aktararak bir taraftan gizemi artırdığı gibi diğer taraftan karmaşa ortamını merak uyandırarak dikkat çeker hale getirmiştir. Olay akışında kronolojik bir sıranın takip edilmemesi kavrayışı güçleştiren bir unsur olarak karşımıza çıkmaktadır. Modernist yazarların genel bakış açısıyla kaleme alınmış olan eser, tutarlı bir üslupla sürekli sorgulayan, gerçeği ve adaleti arayan bir karaktere vurgu yapmaktadır. Eser temelde vermek istediği sorgulayıcı tavrı, yozlaşmış bir ailenin yaşadıklarını ve sonuç olarak içten içe birbirine düşmanlık besleyen fertlerin çöküşü kaçınılmaz kılan vesveselerini betimleyerek bir düzlemde topluyor. Hardekovast bölgesinin beylik idaresini elinde tutan bu büyük ailenin ayanlık esasıyla yönetimin babadan oğula geçişi ile dönemin Bosna’sının gayrimüslim “başıbozuk” tüccarlardan alınan vergilerle yürüdüğü tarihsel bir perspektiften okuyucuya yansıtılmıştır.

Necad İbrişimoviç, Muzaffer’in ağzından Abazoviç ailesinin hikâyesini anlatırken yardımcı karakterlerin ruhsal durumlarını vesvese ekseninde tahlil ederek döneme ait algıların, kadın ve erkeğe biçilen kaftanların tabulaştırıldığını okuyucuya başarılı bir biçimde aktarmıştır. Bir bütün olarak değil, sayılarla olaylara atıf verilerek bölmeler halinde genele ulaşılan eserde, farklı duygu durumlarının gizemi arttıran sorgulamalara hizmet ettiği söylenebilir. Dönemin kadın ve erkek figürlerini dinsel inanç ekseninde ele alan eser, Balkanlar coğrafyasının tebaasının yaşama bakış açılarını ve zihinsel sorgulayıcılığı ve aslında hiç tamamlanamayan içsel yolculuklarıyla karmaşayı birleştirmiş, okuyucuyu çıkmaza sürüklemektedir. Eserin kahramanı Muzaffer’in annesini ararken şahit olduklarının kitabın sonunda okuyucuya birer karakter analizi şeklinde açığa çıkarıldığı görülmektedir. Eserde ele alınan konu bakımından, acı ve bilinmezliğin kadınlarla kendisini gösterdiği, iyiliğin elinin erkek eli değil kadın eli olduğunu okuyucuya başarılı biçimde aktarmış, kadının rolünü yüceltmiş, böylece dönemin ezilen kadınlarının arkasındaki duruşuyla karakter analizlerini derinleştirmemizi sağlamıştır. Eserde süreklilik kazandırılmış olan sorgulayıcı üslubun ve karakter tespitlerinin oldukça kuvvetli olduğunu belirtmek gerekir. Zira eserin merkeze aldığı ve karakterlerin ayrı ayrı sahip olduğu vesvese neticesinde gazabın Hardekovast’a sirayet ettiğini sorgulamaları sorunun içinde soru, şüphenin içinde şüphe doğurmasıyla betimleniyor. Tüm yaşanan karmaşanın arasında olayın kahramanı Muzaffer, kendi benliğini sorgulayarak eseri başka bir boyuta taşımaktadır. Söz konusu sorgu, hayatın amacı, öbür dünyanın varlığına ilişkin kesin delillere erişme isteğiyle aslında okuyucunun iç dünyasına sirayet eden felsefi dayanaklardır.

Öte yandan din unsurunun toplumsal ilişkilere yön verdiği ancak ele alınan olaylar bakımından birbirine taban tabana zıt durumda betimlenen davranışların, toplumun en küçük yapı taşı olan aile yapısını yozlaşmadan kotarma çabaları olarak yorumlanabilir. Sonuç olarak Uğursuz, eleştirmenlerin birinci sınıf bir eser olarak kabul ettiği, karakter analizleriyle sorgulayıcı tavrın kendi içinde sonuca ulaşmadaki etkisini ortaya koymaktadır. “Bu bilgisizlik kötülüğün ta kendisidir” diyerek aslında içerisinde sorgu olmayan bir hayatın, çöküşü kaçınılmaz kılacağı vurgulanmak istenmiştir.

 

GİZEM UYSAL

TUİÇ Balkan Çalışmaları Staj Programı

Sivil Toplum

0

İsmail Akbal.(2017)Sivil Toplum: Sivil Toplum Düşüncesi, Sivil Toplum Kuruluşları ve Kamu Yönetiminde Karar Alma Üzerine Etkisi. İstanbul: Çizgi Kitabevi,200 sayfa,ISBN:6051960759

Bu inceleme İsmail Akbal’ın 2017’de çıkan kitabının üç bölüm halinde incelenmesinden oluşmaktadır. Kitabı oluşturan üç ana başlıkla paralellik gösteren bu üç bölümden; ilk bölüm sivil toplum ve kavramsal çerçeveyi, ikinci bölüm sivil toplum kuruluşlarını üçüncü bölüm ise sivil toplum kuruluşlarının karar alma süreçlerine etkisini incelemektedir. Bu makale her bölüme dair en can alıcı noktayı tespit edip derinlemesine bir inceleme sunma amacıyla kaleme alınmıştır. Üç bölümün sonunda kitabın literatüre etkisi ve genel eleştiriler sunulmuştur.

Birinci bölümde, sivil toplum kavramının tarih süresince gelişimini, sivil toplumun siyasal toplum ile birlikteliğini ve ayrılığını, Hobbes, Rousseau, Locke, Hegel Marx, Gramsci gibi düşünürlerin sivil toplum teorileri ile temel bir bakış açısı kazandırarak aktardıktan sonra, sivil toplumun modern toplumdaki anlamı ve yerini, dolayısıyla sivil alan ve kamusal alan ayrımını devlet toplum ilişkisi ile detaylandırılmıştır. Birinci bölümün sonunda, aktarılan tarihsel süreç ve farklı Avrupa düzenlerini açıklamak üzere geliştirilen farklı sivil toplum anlayışlarını göz önüne alarak, yazar bu sefer Türkiye’de sivil toplum düşüncesinin gelişimini ele alıyor.

Akbal’a göre sivil toplum Tanzimat döneminden bu yana Türkiye coğrafyasında öncelikle Türk aydın ve yöneticileri devamında halkın da katılımı ile büyük gelişme göstermiştir. Akbal, Şerif Mardin’den alıntı yaparak, batıda sivil toplumu oluşturan koşulların Osmanlı’daki ekonomik düzen, kapıkulu düzeni ve devletin halkı denetleme yetkileri sebebiyle bu coğrafyada olgunlaşmadığını belirtiyor (s: 92). Bugün Türkiye’de demokrasi unsurlarının ve demokratik faaliyetlerin batı kamuoyunun aksine tarihsel çerçevede bir temel bulamamasının sebeplerini başlıca batılılaşma sürecinde Bati yönünde gelişme isteğinin ve itici gücünün sürekli devletten gelmiş olmasına bağlamıştır. Bir diğer deyişle, Türkiye’de sivil toplum Batı’da olduğu gibi kendini hukuki düzen içerisinde politik topluma kabul ettirememiş, aksine devletin daha da detaylandırdığı hukuki düzenlemeler içinde izin verilmiş bir boşluğa ancak sahip olabilmiş, devleti denetleyen değil devlet tarafından denetlenen kısmi bir topluluk formunu ancak alabilmiştir.

Literatürün de hemfikir olduğu gibi Akbal, Türkiye’de sivil toplum en büyük canlanmasını 80 sonrası dönemde Turgut Özal’ın 1983-89 yılları arasında cumhurbaşkanı olarak görev yaptığı döneme rastladığını belirtir. Bu süreçte, Türkiye hem demokratik liberal değerlerle tanışmış hem de özelleştirmeye giderek devletin ekonomideki egemenliğinin azaltılmasının bir sonucu olarak liberal ve sivil bir kültür anlayışı ile beslenmiştir. Ayrıca, önceden tektipleştirilen ve “türdeş” kalmaya baskılanan toplum, kültürel ve etnik farklılıklarını cinsel, siyasal, dinsel kimliklerini kamusal alanda savunabilir bu fikirler çerçevesinde toplumsal birliği farklılıklarının zenginliğinden beslenerek sağlar hale gelmiştir.

Akbal ilk bölümü şu şekilde noktalar: “Demokrasiyi temsiliyet üzerinden uygulamaya alan her ülkede, sivil toplum çoğunlukçu değil çoğulcu bir toplum yapısı sunarak temsili demokrasinin meşrutiyet krizini çözmek için bir çözüm olarak ortaya sunulmuştur. Demokrasi ve sivil toplum kuruluşları biri diğerinin göstergesidir. Halkın oy vermek dışında demokrasiye katılmasının bir diğer yolu da sivil toplumda aktif rol alma sorumluluğudur” (sf:101).

İkinci bölümde Akbal tarihsel ve politik bağlamdan kopmadan sivil toplum kuruluşlarının yapısını incelemiş; sivil toplum kuruluşlarının ilkeleri, özellikleri, işlevleri, demokrasideki ve küreselleşmedeki rollerini özetlemiştir. Bu roller arasında kamuoyu oluşturmak, küresel sorunların çözümünde devleti harekete geçirmek (insan hakları, iklim değişikliği, AIDS ile mücadele vb.), artan gelir eşitsizliğinde denge sağlamak, refah düzeyinin ülke içinde ve uluslararası alanda eşit dağılımını teşvik etmek gibi maddeler belirtilmiş ve açıklanmıştır. Bu anlamda sivil toplumun sosyal ve kültürel işlevleri politik işlevlerinin yanında göz ardı edilmemiştir. Akbal ikinci bölümün devamında, Türkiye’de sivil toplum kuruluşlarının tarihsel gelişimlerine daha yakından bir inceleme sunmuştur. İlk bölümde liberal ve demokratik etkinliklerin kamusal alanda en fazla görünürlük sağladığı Özal dönemi, bu bölümde 1970’lerin sosyo-politik yapısı ile eşleştirilmiş, 1980 sonrası on yıl ise dinselleşme ve İslamlaşma dönemi olarak tasvir edilmiştir. Bu bölümde verilen açıklamalara göre, 12 Eylül darbesinden sonra apolitize edilmiş toplum hareketleri, dini yapılanma ve örgütlenme de daha sık rol almış, özellikle Güneydoğu Anadolu’da patlak veren PKK sorunu, kamusal alanda yapılaşmaya giden her yeni sivil toplum kuruluşunun “Kürtçülük” yaptığına ilişkin yaftalamalarına maruz kaldığı bu yaftalamanın ancak dini STK’larda geçerli olmadığı belirtilmiştir. Her ne kadar aynı kamusal atmosfer içinde tahayyül etmek zor olsa da Akbal, ilk bölümde bahsi geçen bu dönemdeki (1980-90) liberal demokratik hareketlere örnek olarak: “Cuma ve Cumartesi Annelerini ve Sürekli Aydınlık için Bir Dakika Karanlık” eylemlerini örnek vermiştir. 2000’lerde de sürekliliğini devam ettiren bu sivil itaatsizlik eylemleri devletin hesap verilebilirliğini ve şeffaflığını ve devletin hukuk karşısında kendine statüsüne sağladığı imtiyazları sorgulatmıştır. Ne yazık ki, iki eylem de ya sürekli bir kitleselleşmeyi sağlayamadığından ya da devletin protesto hakkını hiçe sayan dağıtma müdahaleleri sebebi ile devleti denetleme veya talep edilen hukuksal yaptırımlara ulaşma anlamında hedeflerine ulaşamamıştır. Akbal sivil toplum kuruluşlarının ve hareketlerinin Batı’ya nazaran cılız ve sonuçsuz kalmasının sebebini, tekrar Batı’daki burjuva ve iktidar ilişkisinin Türkiye tarihsel sürecinde gerçekleşememesine ve bu boşluğun yasalar yoluyla telafi edilme çabasıyla açıklamıştır.

Bu bölümde bahsedilen bir diğer ilgi çekici veri ise Kalaycıoğlu (1998)’nun, Dünya Değerler Araştırması (1989-91) belirttiği :“Ülkelere Göre Hiçbir Gönüllü Kuruluşa Üye Olmayan Seçmen Nüfus Oranları” (sf; 136). Türkiye için ifade edilen oran %94.7 iken bir sonraki en yüksek oran %65.6 ile İspanya’dan geliyor. Tablonun en altında ise, %10-15 bandında İzlanda, İsveç ve Hollanda bulunmaktadır.

Son bölüm sivil toplum kuruluşlarının karar alma mekanizmalarındaki etkisini konu almıştır. Burada önce söz konusu sivil toplum kuruluşlarının yapısallaşmasını etkileyen ve politik karar mekanizmalarına dahil olmaları için zaruri olan bazı özellikler incelenmiştir. Bu özellikler: Üye sayısı, mali kaynaklar, örgütlenme özellikleri ve sivil toplum kuruluşunun toplumsal statüsü olarak ifade ediliyor. Ancak bir sivil toplum kuruluşunun başarılı bir şekilde karar mekanizmasında rol alması için nasıl bir örgütlenme ve iletişim yapısına sahip olması gerektiği veya sosyal ve toplumsal statünün toplumsal görünürlük ve medya ile ilişkileri bunu iyi ve kötü yöneten STK’larla maalesef örneklendirilmemiştir. Devamında gelen sivil toplum kuruluşlarının siyasal kararları etkileme biçimleri, STK’ların faaliyetlerinin ve karar alıcıları etkileme yöntemlerinin ancak siyasal partiler üzerinden, oy kaygısı, lobicilik, parlamento ve kamuoyu üyelerine rüşvet ve tehdit gibi yöntemlerle açıklanmıştır. Bu açıklamalara göre, sivil toplum kuruluşları çoğulcu özelliklerini kaybetmiş belki de bu özelliğe hiç sahip olmamış, çoğunlukçu sistemi daha da güçlendiren bir üçüncü sektör haline gelmiştir. Akbal burada siyasi toplum ile sivil toplumu aynı pencerede işlemiş ve bunu karar alıcıları etkilemede tek ve genel geçer yöntem olarak sunmuştur.

Bu bölümde ayrıca Sivil İtaatsizlik teorilerine de yer verilmiş, günlük hayatta “eylem” ve “örgüt hareketi” olarak tabir edeceğimiz haksızlığa karşı tepki olarak kamusal alanda hukuki yaptırım arayışlarının birleştiriciliği ve ayrıştırıcılığını tartışmıştır. Bu noktada toplumun çevre sorunlarının gerek küreselde gerek yerelde, insanları birleştirici özelliği olduğu savunulmuş, siyasi kimlikleri ile bir çatışma yaşamadan çevre sorunlarına herkesin aynı duyarlılıkla müdahale etmek istediğini, bu bağlamda doğa sevgisi ile örgütlenmenin en iyi örneğinin Greenpeace’in Türkiye’deki ve dünyadaki faaliyetleri olarak gösterilebileceği belirtilmiştir. Devamında Greenpeace’in,Gökova ve Akkuyu Termik santralleri için gerçekleştirdiği çalışmalar aktarılmış ve “Greenpeace, sadece teknede vasıfsız boş gezen takımından ibaret değildir. Bu kuruluşta bilim adamları, ekonomistler ve politikacılar da vardır.” diye belirterek kanımca toplum nezdindeki önyargıları kırmaya çalışmıştır (sf.175).

Akbal’ın kitabı sivil toplum ile ilgilenen ve bu alanda bir bilgi birikimine sahip olmayan, kendini bu alanda gelişmek isteyenler için güzel bir başlangıç olacaktır. Ancak kitabın 2017’de yayınlandığını göz önüne aldığımızda, incelemeler genellikle 80 sonrası on yılı ele almıştır. Özellikle çevresel bilincin birleştirici özelliklerine değinilmesine rağmen, Gezi Parkı olayları kitabın ilgi alanı içerisine girememiştir. Sivil toplum etkinliklerinin demokratik değil de politik katılıma bağlı olarak değerlendirilmesi aslında, siyasi kimliklerin Türkiye örnekleminde kamusal alanda da ön planda olduğunu vurgulasa da bu durumun genel geçer kabul edilmesi, ve Türkiye sivil toplum yapılanmasına getirilen tek eleştirinin batının tarihsel sürecinden geçmemiş olması olduğu bu kitaba getirilebilecek birkaç eleştiriden biridir. Türkiye’de yayımlanan çoğu sivil toplum makalesinin ve yayının aksine Akbal’ın kitabında hâkim bir ideolojik görüş hissedilmemektedir. Ancak, belki de bilerek sağlanmaya çalışılan bu tutum sebebiyle Türkiye’de sivil toplum kuruluşları, sivil itaatsizlikler ve karar alıcılara etkileri anlamında sınırlı ve yüzeysel örnekler sağlanmıştır. Bu kitabın hem teorik hem de pratik anlamda sivil toplum açısından çok fazla konu başlığını içermesi ile de açıklanabilir.

 

ELİF BAYAT

Sivil Toplum Okumaları Staj Programı

 

Yedinci Bayrak

0

Ayla Kutlu (2017).”Yedinci Bayrak Urumeli’den İzmir’e”. Ankara:Bilgi Yayınevi,2.Baskı,459 Sayfa, ISBN 978-975-22-0627-4.

İlk olarak 2016’da yayınlanan “Yedinci Bayrak, Urumeli’den İzmir’e” romanı, Saraybosna’dan başlayıp İzmir’e kadar uzanan bir yaşam öyküsüdür. Yazarımız romanda göçü, değişen yaşamların acıklı öyküsünü ve sınırları değişen devletlerin insan hayatlarına nasıl da sınırsızca işlediğini başarılı bir şekilde işlemiştir. Kitap toplam 10 bölümden oluşmaktadır. Romanın bölümleri Balkanlarda kaybedilen toprakların ismini taşımaktadır. Her bölüm ayrı bir göçü ve şehri temsil etmektedir. Saraybosna’dan başlayan öykü Üsküp’e, Üsküp’ten Selanik’e Selanik’ten Edirne’ye Edirne’den İstanbul’a İstanbul’dan İzmir’e en son da İzmir’den Salihli’ye kadar uzanan tarihi bir göç romanıdır. Söz konusu şehirlerde yaşanmış trajediler, katliamlar birkaç ailenin yaşantısı ve göç yolu takip edilerek anlatılmıştır. Saraybosna, Üsküp, Vidin ve Selanik Osmanlı-Rus Savaşı ile I. ve II. Balkan Savaşları’nı; Edirne, İstanbul ve İzmir ise I. Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı’nı anlatmak için seçilmiş şehirlerdir. Her bölümün başında o şehir ile bağlantılı bir türkü, şiir, ağıt yer almaktadır. Yedinci Bayrak, sürükleyici ve merak uyandırıcı bir dille yazılmıştır. Genel olarak üslubu ve kullandığı kelimeler anlaşılırdır fakat bazı kelimeler günümüzde kullanılmamaktadır. Yazar bu kelimeler için sayfa altında açıklama yapmamıştır. Fakat bahsedilen tarihi bir olay var ise sayfa sonunda belirtilmiştir. Geri dönüş tekniği kullanılarak yazılan romanda kullanılan teknik olayların daha iyi oturmasına ve netleşmesine yardımcı olurken; yine bu teknikle yazılmış bölümlerin bazıları kendi aralarında her zaman kronolojik olarak sıralanmamış olmaması anlaşılırlığı bazen zorlaştırmıştır. Kitap toplam 7 şehir gezmiş bir kadının yaşam öyküsünden yola çıkarak yazılan bir göç romanı olduğu için, ismi ile içeriği gayet bağlantılıdır.

Ana karakter Hasret ve ailesi etrafında dönen romanın, sıradan insanların hayatları üzerinden anlatılır gibi gözükürken edindiğimiz bilgiler aslında tarihi belgelerle desteklenmiş, tarihi olaylar temel alınmıştır. Hasret ve ailesi yerleştikleri yeni yerlerde düzenlerini kurmak için mücadele vermişlerdir. Hasret her zaman adını bir vatana duyduğu özlemle taşıyacaktır: Ait olduğunu düşündüğü hatta nereye ait olduğunu bilmediği topraklara duyacağı ‘hasret’.

Kitap genel olarak Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkan Savaşları ile parçalanmaya başladığı, Rumeli’de kaybedilen topraklar yüzünden bölgede yüzyıllardır yaşayan Müslüman nüfusun göçe zorlandığı dönemi ele alır.  Kitapta insanların uğradığı zorbalık, yorumlanmış gerçekliği ile okuyucuyu sarsmıştır. Bu yönüyle yürek burkan bir dile sahiptir. Anlatımın gerçekçiliği ve tarihî gerçeklerle örtüşmesi ve yazarın bölgenin kültürüne ve değerlerine yer vermesi romanın anlatım gücünü kuvvetlendirmiştir.

Fransız Devrimi’nden sonra artarak yayılan ‘milliyetçilik’ ile birlikte Osmanlı’daki azınlık nüfusun ayaklandığını, büyük devletlerin de bu durumu desteklediği görülmektedir. Ayla Kutlu bu romanını tarafsız ve etnik milliyetçilik yapmadan kaleme almaya çalışmıştır. Kutlu, romanında kadınlara yapılan haksızlıkları ve kalıplaşmış cinsiyet rollerini de kimi zaman eleştiren bir üslup kullanmıştır. Osmanlı’nın kaybettiği Bosna toprağı ve o topraklarda yaşamış halkı için hiçbir şey yapmamış olmasını eleştirmiştir. Aynı zamanda Avrupalı devletlerin yaşanan adaletsizliklere karşı çıkmak yerine buna sebep olan devletlerle ve kişilerle anlaşmalar yaptığını gözler önüne sermiştir.

Bir zamanlar tüm dünyaya hüküm süren Osmanlı’nın yayılmak için uzattığı kol ve bacaklarını geri çekip ‘cenin’ pozisyonuna dönüşü görülmüştür. Azınlık isyanları, çete ve komita saldırılarının Osmanlı’nın batı tarafını yok etme girişimlerinin başarılı olduğunu görülmüştür. Büyük devletler bu isyanlara ve isyan girişimlerine yardımcı olarak kendi sınırlarını garanti altına almışlardır.

Yedinci Bayrak göçün zorluğunu, gittikçe daha uzaklara, daha aç daha yoksul daha umutsuz biçimde oradan oraya savruluşun öyküsüdür. Her ne kadar bir ailenin yaşam öyküsü gibi gözükse de perde arkasında yaşanan trajik olayları içimize işlemiştir.

Çocukluk yıllarını Saraybosna’da geçiren Hasret, babasının yanında çalışan Ali Sabir ile evlenmiştir. Bu evlilikten 2 çocukları olmuştur. Saraybosna’nın Nemçe ( Avusturya-Macaristan) tarafından işgalinden sonra aile Üsküp’e göçer. Berlin Barış Konferansı’nda Osmanlıya ödenen bir miktar altın karşılığında Bosna Hersek’in Nemçe’ye bırakıldığını öğrenen Hasret şaşkınlıktan kendine gelemez. Vatansız kalmanın bu kadar kolay olmasına şaşırır. Artık Tuna’nın öte yanı Osmanlı’ya kapalıdır. Rumeli bu antlaşmayla Osmanlı’dan koparılır. Kafkasya halkları Anadolu’ya göçmüştür. Kars, Ardahan, Batum da Rusya’ya verilmiştir. Hasret, Berlin Antlaşması’nın ardından Saraybosna’ya dönmenin artık mümkün olmayan bir hayalden ibaret olduğu gerçeği ile yüzleşirken Üsküp’te de sıkıntılar baş gösterir. Osmanlıyı yaralı, hasta bir aslana benzeten yazar, “doğrulup soluk almasına bile izin vermeden saldıran çakal sürüsünün  ortasında, gövdesini ve canını parça parça yitirmekteydi, “Dün Saraybosna’ya olan yarın – Allah muhafaza- Üsküp’e olmaz mı sanırsınız?” (s.85). Ali Sabir, vatanına, bayrağına, namusuna çok önem veren bir karakterdir. İşgal edilen topraklarda kalmayıp, inancını yaşayabileceği şehirlere göç etmek istemiştir. Bu esnada bir Arnavut genci, kızları Sacide’ye göz koyar. Baba Ali Sabir, Sacide’yi Arnavut’a vermeyince aralarında çatışma çıkar. Arnavut genci Ali Sabir’ i vurarak öldürür. Kocası öldükten sonra Hasret kocasının sözlerini hafızasından hiçbir zaman atamaz. “Osmanlı tuğunun altını vatan bilin, onun dalgalanmadığı yerde yaşamak size haramdır. Benim için tek uğraşınız, kemiklerimi yâd ellerde bırakmamak olsun.” (s. 246) Ali Sabir’in ölümüyle çok zor durumda kalan aile, Selanik’e göç etmek zorunda kalırlar. Hasret’in Selanik’ten göçmesinin en büyük sebebi kocasının vasiyetini yerine getirmek istemesidir. Türklere artık Balkanlar’da da huzur kalmamıştır. Bir zamanlar güçlü olan Osmanlı’nın şimdi çatısı çöküyor tuğun eğiliyor, biz korunma örtümüzü yitiriyoruz. (s.206) Hasret, kocası Ali Sabir’den sonra oğlu Alemdar’dan olan torununu ve oğlu Alemdar’ın eşini de çağın hastalığı koleradan kaybetmiştir. Hasret göçmen olmayı  ‘Yaşadığı yerden kopamamakla yaşayacağı yeri tanıyamamaktan oluşan zihin bulanıklığı’(s.80) olarak tanımlamıştır. Selanik’in işgalinden sonra bu kez göç Edirne’yedir. Oysa Edirne’de Bulgar işgaline girmektedir ancak daha sonra Osmanlı ordusu tarafından kurtulacaktır. Romana tümü ile bakıldığında Osmanlı’nın Rumeli’de kurmuş olduğu düzenin bozulma sürecini, Osmanlı’nın azınlıkların taleplerini ciddiye almadığı, onları hep sus payı ile oyaladığı için isyanların artarak devam ettiğini ve savaşa döndüğünü görüyoruz. Balkanlardaki isyanın ortaya çıkışı, Batılı devletlerin bu isyanlara nasıl göz yumduğu gösterilmektedir.

Romanda tarihi olaylar açısından ele aldığımızda 1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı, 1911 Trablusgarp Savaşı, Balkan Savaşı, Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı ele alınmıştır. Tarihi olaylar gerçekliğe uygun olarak anlatılmıştır. Roman göç konusunu her ne kadar herkes için ele almış olsa da her konuda olduğu gibi bu konuda da kadın için daha zorlu süreçler mevcuttur. Ayla Kutlu romanlarında çokça kadına ve yaşadıkları zorluklara, toplumsal sorunlara değinen bir yazar iken bu romanında da olayları kadın penceresinden ele alması eserleri arasında incelemede bütünlük göstermiştir. Hatta bazı yorumlara göre nehir roman olma özelliği gösterdiği düşünülmektedir. Tarihsel roman yazmanın zorluklarından biri olan tarihsel gerçeklikle uyumlu olarak ilerlemesini, kurguyla gerçekliğin örtüşmesini başarılı bir şekilde sağlamıştır. Bir tarihi göç romanı olarak yazılmış olan bu kitap bana göçün ve göçmenlerin sadece birer sayıdan ibaret olmadıklarını, tarih adı altında sadece rakamlarla öğrendiğimiz ve üzerinde durmadığımız olayların milyonlarca insanın yaşamı içerisinde nasıl ‘trajedi’ yaratabileceğini bir kez daha göstermiş oldu. Yedinci Bayrak, sınırlarını genişletmek isteyen devletlerin büyümek adına yapılmış savaşların sadece toprak parçası olarak değişmiş sınırlardan ibaret olmadığını, yarattığı etkileri kurgusal da olsa yaşanılması çok mümkün olan olaylar eşliğinde tarihe tanıklık etmek isteyenlerin okumasını şiddetle tavsiye ettiğim bir göç romanıdır. Son olarak, tarihçi Mehmet Genç’in de dediği gibi: ‘Kendimizi yüceltmek için değil, düzeltmek için tarih bilmeliyiz.’

 

DİLAN KARAHAN

Göç Çalışmaları Stajyeri

Ulusların Düşüşü

0

Daron Acemoğlu, James A. Robinson.(2009).Ulusların Düşüşü: Güç, Zenginlik ve Yoksulluğun Kökenleri. İstanbul:Doğan Kitap,496 sayfa,ISBN: 9786050918120.

On Beş Bölümden oluşan bu eser, ulusların siyasi gelişimi ve ekonomik büyümesi hakkında kapsamlı bir analizin ürünüdür. Dünya çapında eşitsiz bir şekilde dağılan refahın kökenini inceler. Bu bağlamda çok geniş bir tarihsel perspektifle Neolitik devrimden Natufyan kültürüne, Amerika’nın keşfinden kıtadaki modern sorunlara; Sanayi Devriminden Afrika’daki kronik yoksulluğa değinir. Kitabın ana amacı bu farklılıkları kurumsal bakış açısıyla açıklamaktır.  Yazarlardan biri olan Türk-Amerikan ekonomist Daron Acemoğlu, MIT’de iktisat profesörüdür. 2005 yılında, ekonomik düşünce ve bilgi dünyasında yapmış olduğu önemli katkılarından ötürü 40 yaşın altındaki iktisatçılara verilen Joh Bates Clark Onur Ödülü’nü almıştır. 2013’te sosyal bilimler dalında Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü’ne değer görülmüştür. Acemoğlu’nun temel çalışma alanları; ekonomik kalkınma, politik ekonomi, teknoloji, gelir ve ücret eşitsizliği, beşerî sermaye, eğitim ve çalışma ekonomisidir.

Kitabın diğer yazarı, James A. Robinson ise siyaset bilimci ve ekonomisttir. Harvard Üniversitesi’nde siyaset bilimi profesörüdür. Latin Amerika ve Afrika coğrafyalarında uzmanlaşmıştır. Bostsvana, Mauritius, Sierra Leone ve Güney Afrika’da çalışmıştır. Bu kitabın yanı sıra ikilinin, “Diktatörlük ve Demokrasinin Ekonomik Kökenleri” ve “Dar Koridor” isimli eserleri de bulunmaktadır. 

Yazarlar, günümüz dünyasındaki ekonomik ve siyasi eşitsizliğin son 200 yılda şekillendiğini savunarak neden bazı ülkelerin varlıklı bazılarının ise yoksul olduğunu açıklamak için bir kuram ortaya koyarlar. Bu kurama göre, eşitsizliğin sebebi kurumsaldır ve kurumlar davranış ve güdüleri etkilediklerinden ulusların başarı ya da başarısızlıklarını belirlerler. Kurumları sömürücü ve kapsayıcı olarak ikiye ayırarak sömürücü ekonomik kurumların sömürücü siyasi kurumları; kapsayıcı ekonomik kurumlarının ise çoğulcu siyasi kurumları teşvik ettiğini söylerler. 

Sömürücü ekonomik kurumlar, belli bir kesimin çıkarına hizmet ederek onları zenginleştirirken toplumun geri kalanını fakirleştirir. Ekonominin kontrolünü elinde tutan kesim siyasi kurumları da aynı şekilde yalnızca kendi hâkimiyetini pekiştirecek şekilde kullanır. Tam tersine kapsayıcı ekonomik kurumlar, toplumun tamamına açıktır ve rekabete dayalıdır. Bireylerin yetenek ve becerileri doğrultusunda tercihler yaparak bu sisteme katkıda bulunmasını; ekonomik etkinliği ve verim artışını teşvik ederler. Kapsayıcılığın sağlanması için güvence altına alınmış özel mülkiyete, tarafsız bir hukuk sistemine ve herkese eşit şartlar sağlayan kamu hizmetlerini içeren çoğulcu siyasal kurumlara ihtiyaç vardır. 

Yazarlar iki farklı kurumsallaşma arasındaki farka dikkat çekerken “yaratıcı yıkım” kavramını kullanırlar. Bu kavram, eskiyle yeninin değiştirilerek sistemin daha iyiye ve modernleşmeye yönelmesini içerir. Fakat bu aşama adı üzerinde “yıkıcı” olduğundan mevcut güç ilişkilerini değiştirir ve çoğunlukla siyasal sistemi istikrarsızlaştırır. Bu istikrarsızlığın kendi ellerinde yoğunlaşan güç dengesini tehlikeye atacağını düşünen sömürücü kesim, yaratıcı yıkıma şiddetle karşıdır. Bu sebeple yazarlar, sömürücü kurumlarda ekonomik büyümeye rastlamanın her ne kadar mümkün olduğunu söyleseler de bu büyümenin sınırlı olduğunu ve sürdürülebilir olmadığını savunurlar. Bu doğrultuda verilen örneklerden biri Sovyetler Birliği’dir. Bu devlet, daha fazla sömürülecek zenginlik üretmek için mevcut teknolojilere dayalı bir ekonomik büyüme benimsemiştir. Toprağın özel mülkiyeti kaldırılmış ve herkes komünist devletin işlettiği kolektif çiftliklerde çalışmaya zorunlu kılınmıştır. Böylece tarımsal üretime el konmuştur ve elde edilen gelirle yeni milli fabrikalar kurulmuştur. Bu fabrikalarda çalışan insanlar ise sömürücü sistemle elde edilen gelirle beslenmiştir. Dolayısıyla, işgücü tarımdan sanayiye kaydırılmıştır ve 1960’lara kadar hızlı bir ekonomik büyüme elde edilmiştir. 1970’lere gelindiğinde ise yenilikten yoksun ve ekonomik teşvikleri zayıf bu ekonomik çöküşe geçmiştir. 

Yazarlara göre mutlakiyetçi yapılanma ve merkezi devletin yokluğu da sömürücü siyasal kurumların farklı bir formda var olmasına olanak tanımaktadır. Buna örnek olarak: 18.yy Habsburg mutlakiyetçiliği ve Afrika’daki merkezi otorite boşluğu örnek verilmektedir. Habsburg hükümdarı Franz Joseph, toprakları üzerinde tam bir mutlak hâkimiyete sahipti. Kararları istişare edilmez, kamuoyu tarafından tartışılmaz; yalnızca uygulanırdı. Otoritesini devamlı suretle muhafaza etmeyi amaçlamış, bu doğrultuda tehdit sayılabilecek her şey sansürlenmişti. Emek piyasası, ekonomik teşvik ve yeni teknolojiler sınırlandırılmıştı. Değişimin kendi otoritesini tehlikeye sokmasından endişelenen Franz, çıkarları uğruna siyasal çoğulculuğu ve ekonomik verimliliği feda etmişti. 

Bu duruma bir diğer örnek ise Afrika’dır. Tarih boyunca adı açlık ve yoksulluk ile anılan Somali, bir merkezi devlet otoritesinden mahrum olmakla beraber altı klan ailenin hâkimiyetindeydi. Bu klanların barışçıl bir ilişkisi olduğunu söylemek güçtür. Aksine etkileşimleri daha çok kan davaları ve bunun karşılığında ödenen kan parasına dayanıyordu. Klanların kendi içindeki siyasal yapılanmasında ise iktidarın tek bir elde toplanmasından kaçınılmış, her yetişkin Somali erkeğine klanını etkileyecek kararlara dair söz hakkı verilerek çoğulcu bir uzlaşma benimsenmişti. Fakat bu çoğulcu siyasal yapı, kapsayıcı bir siyasi ortama ya da verimli ekonomik kurumların açılmasına olanak sağlamamıştır. Çünkü ülkede ne asayişi sağlayacak ve mülkiyet haklarını garantiye alacak merkezi bir otorite; ne de yazılı bir yasa, polis ya da hukuk sistemi bulunmaktaydı. Yazarlar, ülkeler arasında var olan eşitsizliğin temelde çok küçük kurumsal farklılıklara dayandığını, fakat bunların bir tarihsel dönüm noktasıyla derinleştiğini savunmaktadır.

1347-1353 arasında, Avrupa nüfusunun üçte birinin kaybedilmesine sebep olan Hıyarcıklı (bubonik) veba, diğer adıyla “Kara Ölüm”, 1340’ların sonunda İngiltere’yi de vurmuştu. Fakat bu korkunç hastalık ülkedeki nüfusun yarısını yok etmenin yanı sıra çok daha çarpıcı kurumsal değişikliklerin de temelini oluşturmuştu. O zamanın feodal koşulları için nüfusun yarısının kaybedilmesi büyük çaplı bir emek kıtlığı yarattı. Bu durum lordları işçiler üzerindeki hâkimiyetlerini arttırmaya teşvik ederken, köylüleri ise kendi emekleri için söz söylemeye yüreklendirdi. 1381’de köylü isyanı patlak vererek feodal sistemi zayıflattı ve işçi ücretlerinin artırılmasına sebep oldu. Almanya’da işçilerin ücret almadan birkaç yıl çalışması zorunlu hale getirilip, Macaristan’da işçiler için haftada üç gün ücretsiz hizmet yasallaştırılır iken, İngiltere’de bu gelişmelerin yaşanması ülkeyi diğerlerinden çok farklı bir gelişim rotasına yönlendirdi. Kara ölüm, İngiltere’deki güçlü siyasal ve ekonomik kurumların oluşmasındaki tarihi dönemeçlerden ilkiydi. 

İkincisi, İç Savaş dönemi ve sonrasındaki Görkemli Devrim’di. 1640’ta mali krizin eşiğinde olan devlet, çareyi vergileri arttırmakta bulunca toplanan parlamento da halk da isteklerini dile getirmeye başladı. Kralın mutlakiyetçiliğine ve sömürücü tutumuna karşı giderek artan hoşnutsuzluk sonucunda iki yıl sonra iç savaş patlak verdi. Sömürücü kurumlardan kurtulmak isteyen muhalifler giderek güçlendi ve yönetime el koydu, kral idam edildi. Fakat bu durum, kapsayıcı kurumların ortaya çıkması ile sonuçlanmadı. Çünkü kralın mutlakiyetçiliği isyan boyunca krala ve onun sömürücü kurumlarına karşı olan grubun başı Oliver Cromwell’in diktatörlüğü ile değiştirilmişti. Cromwell’i ise II. Carles ve III. William izlemişti. Aslında monarşinin yeniden tesis edilmesi ile 40 yıl önce verilen mücadele anlamsız görünse de gerçek böyle değildi. William, anayasal monarşiyi benimseyeceğini açıkladı ve parlamento ile yeni bir anayasa müzakere edilerek Haklar Bildirgesi yayımlandı. Bu durum, İngiltere’de mutlakiyeti sona erdiren pek çok düzenlemeyi ve kapsayıcı kurumların inşası için gerekli temeli beraberinde getirdi. Ekonomi parlamentonun kontrolüne geçti, oy hakkı genişletildi, tekeller kaldırıldı, oy hakkı olsun olmasın herkese parlamentoya dilekçeyle başvurma hakkı tanındı. Siyasi sistemin kapsayıcılığa doğru evrilişi başlamıştı. 

Mülkiyet haklarının garanti altına alınmış olması, ekonomik kapsayıcılık ve yeterli altyapı yatırımları Sanayi Devrimi’ni ortaya çıkmak için İngiltere topraklarını seçmeye teşvik etmişti. Bu durum sanayi sektörü başta olmak üzere toplumda ve ekonomide muazzam değişikliklere yol açtı. Üretim kalıpları değişti, dünya ekonomisi bir dönüşüm geçirdi ve toplumsal ilişkiler yeniden belirlendi.  Fakat yazarlara göre, tüm bunların İngiltere’de gerçekleşmesinin sebebi o güne kadar yaşanan kurumsal değişimlerdi. Öncelikle sistem, yaratıcı yıkıma açık ve elverişliydi. Görkemli Devrim sayesinde idareye ve çoğulculuğa dayalı bir sistemin kurulması yalnızca bir kesimin gücü elinde barındırmasına olanak tanımıyordu. İngiltere’deki sistem, mülkiyet haklarının gelişmiş ve siyasi kurumların çoğulcu bir karaktere sahip olması dolayısıyla gelişmelerin burada ortaya çıkmasının sebebiydi. Fakat aynı zamanda yaşanan gelişmeler siyasi kurumları daha da geliştirmiş ve ekonomiye bambaşka bir ivme kazandırmıştı. Böylece yazarların, “verimli döngü” dedikleri durum ortaya çıkmıştı. Tarih boyunca İngiltere’nin yaşadığı değişim ve dönüşümler, onu Sanayi Devrimi’ne hazırlamış ve devrim ile siyasi ve ekonomik kurumların kapsayıcılığı gelişmişti.

Yazarlar ortaya koydukları kurumsal teoriyi Sanayi Devrimi’nin gerçekleştiği tarihte İspanya’nın durumunu ele alarak karşılaştırmalı şekilde açıklamıştır. 16.yy’da İngiltere sömürgeci kurumlardan kapsayıcı kurumlara geçişin ufak adımlarını atarken İspanya ise mutlakiyetçiliğini güçlendiriyordu. Amerika seferleriyle servetini katlayan İspanya’da yüzyılın sonlarına gelindiğinde ise hızlı bir ekonomik bunalım baş göstermişti. Fethedilen topraklarda tekele dayalı bir ticaret söz konusuydu. Mal ve zenginlik ise tek taraflı olduğundan ekonomik büyüme sürdürülebilir değildi ve İngiltere’de olduğu gibi geniş çaplı ve hükümdarı kısıtlayıcı bir ticaret sınıfının oluşumuna olanak sağlamıyordu. İspanya ile tek taraflı zenginlik akışını güvence altına alan koloniler arasındaki ticaret yasağı aslında hem Amerika ülkeleri hem de İspanya’nın menfaatlerini ciddi ölçüde kısıtlıyordu. Fakat bu yasağın yarar sağladığı tek bir grup vardı. Bu grup; İspanya’da mutlak gücü elinde bulunduran yönetici elitti. Her ne kadar ülkede bir meclis bulunsa da vardı, meclis halkı temsil etmekten çok uzaktı. Yalnızca kentsel kesimi temsil ediyordu. Dolayısıyla hiçbir zaman İngiltere’deki gibi mutlakiyete meydan okuyacak bir yapıda değildi.

İki ülke arasında benzer şekilde başlayıp bambaşka şekilde sonuçlanan bir diğer olay ise hükümdarın vergileri arttırmak için parlamentoyu toplamasıydı. Bu durum İngiltere’de çok büyük bir toplumsal dönüşümü ateşleyip isyancıların kralın kellesini almasıyla doruk noktasına ulaşmış ve mutlakiyetçiliğin yenik düşüp merkezi devletin oluşumuna olanak tanımıştı. İspanya’da ise, 1520’de hükümdar aynı şekilde vergileri arttırmak istediğinde ortaya çıkan hoşnutsuzluk Cortes’in kapatılması, isyanın kanlı bir şekilde bastırılması ve mutlakiyetçiliğin güçlenmesiyle sonuçlanmıştır. Dolayısıyla aslında 15.yy’da ekonomi ve siyaseti birbirinden yalnızca çok küçük farklarla ayırt edilen bu iki ülke, 16.yy’daki tarihsel dönüşüm süreçleriyle kendilerini gelişmişlik spektrumunun bambaşka noktalarında bulmuşlardı. 

Yazarlar, İngiltere örneğinde bahsettiğimiz verimli döngünün sömürücü kurumlarda da aynı şekilde işlediğini fakat bu durumda “kısır döngü” adını aldığını söylemişlerdir. Çoğulculuk ve hukukun üstünlüğü bir kez yerleştiğinde daha fazla çoğulculuk ve siyasi katılım için talep doğacağını; sömürünün ve ekonomik adaletsizliğin ise daha çok yolsuzluk ve baskıyı beraberinde getireceğini savunmaktadırlar. Aslında bu Robert Michels’ın, “Oligarşinin Tunç Yasası” felsefesiyle de örtüşmektedir. Verimli döngünün en çarpıcı örnekleri az önce bahsedilen İngiltere ve ABD’nin günümüzün en demokratik ülkesi olarak anılmasına sebep olan tarihi gelişmelerdir. Kısır döngüyü açıklamak içinse Sierra Leone’u örnek vermektedirler.

İngiltere, 19.yy’da Sierra Leone’da dolaylı bir idare sistemi kurmuştur. Pek çok Afrika krallığının birleşmesiyle oluşan bölgenin hükümdarlarını tanımış ve onlara şef unvanı vermiştir. Bu şefler vergi toplamakta, adaleti dağıtmakta ve düzeni sağlamaktaydı. Aynı zamanda toprak dağıtımını gerçekleştiriyorlardı. Toprak mülkiyet hakları yalnızca şeflerle kişisel bir bağı olan kişilerin garantisi altındaydı. Şeflik sistemi, Sierra Leone için çoğulcu bir yapının kurulma şansını ortadan kaldırıyordu. Önceden hükümdarlar makamda kalmak için halk desteğine ihtiyaç duyarken sömürgecilik eliyle yaratılan şeflik kurumları sosyal tabakalaşma sistemi getirerek sistemi kalıtsal bir aristokrasiye dönüştürmüştü. 

Ekonomide de sömürgeci kurumlar devredeydi. 1949’da Ürün Pazarlama Komitesi kurulmuştur. Bu komite devlet tekelini temsil ediyor; hem çiftçileri vergiler yoluyla sömürüyor hem de tarıma dair tüm teşvikleri yok ediyordu. Ülke 1961 yılında bağımsızlığını ilan etmiştir, fakat sömürücü kurumlardan kurtulmayı başaramamıştır. Hükümetler bu kurumları kaldırıp çoğulcuları inşa etmek yerine var olan sömürgeci düzeni kendi çıkarları doğrultusunda kullanmayı seçtiler. Böylece sömürücü kurumlar kısır döngünün öngördüğü bir örüntüyle yeniden oluşturuldu. 

Yazarlar her ne kadar sömürücü kurumların daha da sömürücü olanlara sebep olacağını söylemiş olsalar da, kısır döngünün kırılamaz ve geri döndürülemez olmadığını yine tarihi örneklerle açıklarlar. 1885’te Bechuanaland bir İngiliz protektorası olarak ilan edilmişti. Bu durum, eyalet şeflerinin bölgesel bir tehdit olan Cecil Rhodes’a karşı İngiltere’den yardım istemesi üzerine gerçekleşmişti. Kraliçe, onlarla ikamet edecek bir görevli atanması şartıyla eyaletlerin eski şefleri tarafından kendi usullerince yönetilmesine karar vermişti. Yine bir doğrudan idare örneği olan bu ülkede, kurumlar Sierra Leone’da olduğundan çok daha farklı bir gelişme göstermiştir. Şefler, Bechuanaland’da İngiliz demiryollarının inşa edilmesini kabul etmiş fakat ekonomik ve siyasal hayata getirilmek istenen diğer müdahalelere karşı çıkmıştır. Bechuanaland’daki Tsanava kabilesinin şefleri siyasal merkeziyet ve çoğulculuk sayesinde meşruiyete sahiptirler. Şefler kısıtlamaya tabiydi ve hesap verme mecburiyetleri vardı. Ülke 1966’da Botsvana adıyla bağımsızlığını ilan ettiğinde demokratik geçmişi, rekabete dayalı seçim geleneği ve iç savaş ve askeri tecrübesi yaşamamış olmanın avantajıyla hızla kapsayıcı kurumlar inşa etmeye başlamıştır. Diğer Afrika ülkelerinde sebep olduğu çatışmalar ve kanlı iç savaşlarla “Kanlı Elmas” olarak anılan elmas rezervleri Botsvana’da ülkenin iyiliği ve menfaati için kullanılmıştır. Böylelikle Sahra altı Afrika, sömürücü kurumların getirdiği açlık ve yoksullukla mücadele ederken Botsvana kısır döngünün nasıl kırılacağına dair bir başarı öyküsü teşkil eder duruma gelmiştir. 

Kitapta bunlara benzer sayısız örnek kaleme alınmıştır. Mayaların kültürel birikiminden Amerika’nın keşfine; Mezopotamya’daki uygarlıklardan Osmanlı’nın çöküşüne, Kore Savaşı’ndan Japonya’daki Medici devrimine, Çin Kültür Devrimi’nden Sovyetler Birliğinin çöküşüne kadar tarih boyunca ülkesel, bölgesel ya da küresel çapta kurumsal etki yaratan pek çok olaya değinilmiştir. Her ne kadar anlatımı kimi zaman dağınık ve tekrarcı bulsam, gereksiz ayrıntıya başvurularak okurun sıkıldığı anlara denk gelsem de eser, belirlediği hedefe ulaşmaktadır. Tek bir teori ile bu denli geniş bir zaman ve coğrafyaya yayılmış tarihi gelişmelerin açıklanabilmesi gerçekten büyük bir başarıdır.

 

SARE NUR KAYA

Latin Amerika Staj Programı

Çağdaş Balkan Siyaseti

0

Çağdaş Balkan Siyaseti: Devletler, Halklar, Parçalanma ve Bütünleşme, Murat Necip ARMAN ve Nazif MANDACI, Seçkin Yayıncılık, 2014 (2. Baskı)

 

Giriş

Soğuk Savaş Dönemi, Balkanlar tarihi için bir miladın başlangıcı olmuştur. 1990’ların başından günümüze kadar olan dönemde Balkanların zaman içinde tarihsel, kültürel, siyasal ve ekonomik yapısındaki değişimler görülmektedir. Bu dönem Avrupalıların Balkanları Avrupa’nın bir parçası görmekten ziyade bir arka bahçe olarak gördüklerinin altı çizilmelidir. Balkanlar; Avrupalıların hafızasında daima şiddet, çatışma ve parçalanmışlık ile yer almıştır. Bu nedenle Avrupa entegrasyon süreci ile birlikte Avrupa Birliği (AB) menşeli dökümanlarda Balkan yerine Güneydoğu Avrupa kavramının kullanımı tercih edilmiştir. Bu çalışma ise Balkan ülkelerinin siyasi, sosyal ve ekonomik süreçlerini ana hatlarıyla ortaya koymaktadır. Ek olarak çalışma, NATO ve AB ülkelerinin siyasi ilişkilerini de açıklamaktadır.

 

  1. Yunanistan

Helen Cumhuriyeti (Eliniki Dimokratia), yani Yunanistan 1830’da bağımsızlığını kazanmıştır. Başkenti Atina’dır. Ülke, bağımsızlığı kazandıktan sonraki dönemlerde ülke içi siyasi krizlerle boğuşmaktaydı. Kral Otto’ nun başa gelmesiyle ordu yeniden yapılandı ve Yunan gençleri arasında halkın milli duygularını uyandıracak Megali İdea projesini hayata geçirme çabası içine girdiler. Ülkenin demokrasiye geçiş süreçleri beraberinde siyasi dönüşümün ekonomik problemlerine de yol açmıştır. Ekonomik istikrarsızlık ve mali sorunlar ülke siyasetini olumsuz etkilemiş ve on kez hükümet değişikliği yaşanmıştır. Altyapı proje finansmanı ve dış borçların ödenmesi Yunanistan siyasetinin öncelikli konuları haline gelmiştir. 1930 dönemi İtalya ve Bulgaristan tehditleri de birleşince Yunanistan, Türkiye ile yakın ilişkiler içerisine girmiş ve Balkan Paktı ile bölge güvenliğini kurumsal bir yapıya oturmayı planlamıştır. 1950 sonrası dönemde Yunanistan hem iç hem dış politikasında Batı’ya bağımlılığının yolunu açarken 1990’lara kadar milliyetçi muhafazakâr çevrelerde tutulmuştur. Bu süreçlerde Yunanistan, Kıbrıs ve Ege sorunlarında Türkiye ile çeşitli krizler ve dalgalanmalar yaşamış ve Avrupa’yı dış politika konularında etkin kullanmıştır. 1981’den bu yana AB ilişkilerinde ekonomi ve dış politika boyutu da ele alınmalıdır. Ekonomik açıdan bakacak olursak Ortak Tarım Politikası’na geçiş, Yunanistan’ın görece avantajlı olduğu tarım sektörüne büyük darbe vururken; korumacılığın kaldırılması sanayisini de rekabete açık hale getirmiştir. Fakat ekonomi Yunanistan’ı 2001 yılı itibariyle yeniden raydan çıkaracak ve 2008 küresel krizinden sonra tarihin en sıkıntılı dönemine sokacaktır. Yunanistan’ın dış politika ve güvenlik politikası alanındaki girişimlerinde üç temel faktör bulunmaktadır: Birincisi 1990’dan sonra güvenlik algısı, ikincisi 1996’ya kadar süren Yugoslavya Krizi, üçüncüsü ise Türkiye ile olan ikili problemlerdir. Türkiye ile gerçekleşen krizlerden biri 1997 Kıbrıs sorunu, diğeri de 1999 Öcalan’ın yakalanmasıdır. Günümüzde ise Yunanistan ve Türkiye arasında Doğu Akdeniz krizi yaşanmaktadır. Yunan Hükümeti bu krizi Avrupa Birliği’ne taşımış ve Türkiye’ye karşı yaptırımlar uygulanmasını istemiştir. Bu durumlar Avrupa ve Yunanistan’ın geleceğini kaygı verici bir duruma getirmiştir.

 

  1. Bulgaristan Cumhuriyeti

Bu bölümde Bulgaristan’ın NATO (2004), AB (2007) ve Türkiye ile ilişkilerini ele alacağız. Bulgaristan’ın Balkan yarımadasına Asya’dan göç eden kavimlerden olduğu yönünde yaygın bir kanı bulunmaktadır. Bu nedenle Bulgarların Türk kökenli bir kavim olup olmadığı hala tartışılmaktadır. Beş yüz yılı aşkın hâkimiyetten sonra Bulgaristan, Osmanlı İmparatorluğu’na karşı özerklik kazanmış ve tam bağımsızlığına 1908 yılında kavuşmuştur. İkinci Dünya Savaşı’nda ülke sosyalist sistemin etkisine girmiştir. Bu durum Bulgaristan’ın dış politikasında değişimler yaratmıştır. Siyasal açıdan bakıldığında ülke, SSCB etkisi altındadır; ekonomik açıdan bakıldığında ise Dünya Petrol Krizi,  uluslararası rekabete dayanamayacak kadar kalitesiz ürün üretimi gibi olumsuz değişimlerden etkilenmiştir. Bulgaristan’ın AB ilişkilerini incelerken meydana gelen önemli bir olay da Kosova Krizi’dir. Ülkenin Türkiye ile ilişkilerine damga vuran olay ise Bulgaristan’daki Türk azınlığına yönelik asimilasyon politikaları olmuştur. Son dönemde gelişen ticari ilişkilerin iki devlet arasındaki sorun alanlarını yok etmese bile sorun konularını dile getirme noktasında bir gerilemeye neden olduğu gözlemlenmektedir.

 

 

  1. Arnavutluk Cumhuriyeti

Arnavutluk Cumhuriyeti, Balkanların nüfus açıdan en homojen devletlerinden birisidir. Ayrıca Avrupa kıtasının genç nüfus açısından da en dikkat çekici ülkesidir. Bu ülke de diğer Balkan uluslar gibi Fransız Devrimi’nden etkilenmiştir. Arnavutluk tarihi için önemli rol oynayan üç isim şunlardır: Sami Frasheri, Naim Frasheri ve İsmail Qemali. 1912’de İsmail Qemali geçiçi hükümetin başına geçmiştir. Çok zor şartlar altında kurulan yeni hükümetin temel hedefi toprak bütünlüğünün korunması ve bağımsızlığının devletlerce tanınması olmuştur. Bir taraftan Balkan komşuları diğer devletlerin Arnavutluk topraklarını işgal girişimlerine engel olurken; diğer taraftan Avrupa devletleri yeni bir krizi önlemeye çalışmışlardır. 1918 Aralık ayında İngiltere, Fransa ve İtalya gibi ülkelerle diplomatik ilişkiler kurulmuştur. Arnavut davasının sempati kazanmasında özellikle Fan Noli’nin etkisi olmuştur. Arnavut hükümeti komünizm sonrası demokrasiye geçiş sürecinde ekonomik ve politik reform süreçlerini de ilerletmiştir. Bu çerçevede Arnavutluk’un 1990 yılından itibaren günümüze dış politikalarına ve bu ülkede demokrasiye geçiş sürecindeki diğer devlet veya uluslararası örgütlerin rolüne de yer verilmiştir. SSCB’nin dağılması da demokratikleşme önündeki engeli de kaldırmıştır. Son olarak Türkiye ile ilişkilerine değinecek olursak Arnavutların gözünde genel geçer olumlu bir Türk imajı bulunduğunu söylemek çok da kolay değildir. Balkanlardaki milliyetçi hareketler, ulusal kimliği bir öteki yaratarak inşa etme yoluna gitmişlerdir. Fakat her şeye rağmen 1990 senesinden sonra Arnavutluk-Türkiye ilişkileri için yeni bir dönem başlamıştır. Bu iki ulus arasında ortak tarih ve kültür bilinci olması ilişkilerinin canlı olmasını da sağlamaktadır

 

  1. Romanya Cumhuriyeti

Romanya, hukukun üstünlüğü ilkesi ile idare edilen demokratik ve sosyal bir devlettir. 19 Eylül 1857’de Boğdan’da ve 26 Eylül 1857’de Eflak’ta yapılan seçimlerle iki eyalet birleşme kararı almış ve Romanya adı altında birleşmişlerdir. Balkan siyasetinin ve tarihinin önemli aktörlerinden Kazıklı Voyvoda’nın, Nicolae Lorga’nın, Nicolae Ceausescu’nun, Gheorghe Hagi‘nin ülkesidir. Ülke, Soğuk Savaş’ın en dramatik bitişlerine ev sahipliği yapmıştır. Romanya, bugün AB’ nin Karadeniz’e kıyısı olan iki üyesinden ve geçmişte olduğu gibi Balkanlar siyasetinin önemli aktörlerinden biridir. Dış politikasına etkisinde siyasal ve ekonomik iç hayatının istikrarlı olduğu söylenemez ancak Milletler Cemiyeti bünyesinde barışın korunması, silahsızlanma, küçük ittifak, Balkan Antantı ve Sovyetlerle diplomatik ilişkiler gibi bağlantıları kurmuştur. Ülkedeki siyasi yapı yeniden oluşturulurken ulusal kimliğinin inşasına dair girişimler de olmuştur. 1990’lı yıllara girilirken Romanya ekonomisi, bölgesindeki en iyi ekonomilerden birisi haline gelmiştir. Ancak 1990’ların ortasında Doğu Avrupa’nın en kötü ekonomilerinden birisi olmuştur. 2008 Ekonomik Krizi’nden de oldukça etkilenmiştir. Bu da işsizlik sorunlarına yol açmıştır. Fakat 2011 yılında ekonomisi tekrar canlanmaya başlamıştır. Dış politika hedefinde ise NATO ve AB üyeliklerini sağlamak, siyasi ve ekonomik kurumlarda yer almak ve toplum ve sermayeyle entegrasyon olmuştur. Türkiye ile ilişkilerine değinecek olursak da ülke, Osmanlı İmparatorluğu’ndan kalan politik bir mirastır. İki devlet arasında 1933’te Dostluk ve Tarafsızlık Antlaşması imzalanmıştır. Daha sonra ise Şubat 1934’te Balkan Antantı imzalanmıştır. Bu anlaşmalarla Balkan dayanışması sağlanmıştır. Ayrıca Romanya, Türkiye’nin öncülük ettiği Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütü’nün kurucu üyesidir. Ek olarak Romanya’nın Montreux Sözleşmesi‘nin taraflarından birisi olduğu unutulmamalıdır.

 

  1. Sırbistan Cumhuriyeti

Sırbistan’da Soğuk Savaş sonrası dönemde yaşanan gelişmeleri değerlendirebilmek için Sırpların siyasi tarihlerindeki dönüm noktalarının ve travmaların anlaşılması ön şart niteliğindedir. Bu çerçevede Doğu-Batı ayrımı, Sırpların Ortodokslaşma süreci, 1839 Kosova Savaşı ile başlayan geleneksel mağduriyet–kurbanlık inancı, 500 yıllık Osmanlı hâkimiyeti, Balkan Savaşları, Yugoslavizm fikri, Nazi işgali ve özellikle Tito önderliğindeki Sosyalist Yugoslavya içerisinde yaşanan incelenmesi gereken temel köşe taşlarıdır. Türkiye, Sırbistan’ı Balkanların barış ve istikrarı için kilit bir ülke olarak tanımlamaktadır. Akabinde Sırp ve Türk Cumhurbaşkanları arasında sıcak ilişkiler kurulmuştur ve dışişleri bakanları da her ay düzenli olarak görüşmektedir. Bunlara ilaveten 2009’da iki ülke arasında bir serbest ticaret anlaşması imzalanmış olması ekonomik ilişkilerin de geleceğini göstermektedir.

 

  1. Karadağ Cumhuriyeti

Karadağ, 20. yüzyılın son on yılında ve 21. yüzyılın ilk yıllarına kadar değişik isimler altında devamlılığını sürdürmüştür. 2006 yılında Sırbistan’dan ayrılan bu devlet, uzun zamandır özlediği bağımsızlığına kavuşmuştur. Bağımsızlıktan sonra pek çok ilerleme gösteren Karadağ, 2010 yılında Avrupa Birliği’ne resmi adaylık statüsü kazandı. Karadağ; hukukun üstünlüğüne dayalı, uygar, demokratik, sosyal adaleti savunan ve ekolojik bir devlettir. NATO ile olan ilişkileri oldukça hızlı ilerlemiş, ülke savunma konusunda ve Barış İçin Ortaklık ve Üyelik Eylem Planı çerçevesinde önemli reform ve gelişmeler kaydetmiştir. Tam üyelik, dış politikasının öncelikli konularından birisi olarak belirlenmiştir. AB ile olan ilişkileri ise diğer Batı Balkan devletlerine kıyasla daha geç başlamıştır. 2001 İstikrar ve Ortaklık Süreci aracılığıyla ilk ilişkilerini kurmuştur. Ardından 2008’de tam üyelik başvurusunda bulunmuş ve 2011’de adaylık statüsünü kazandıktan sonra 2012’de müzakerelere başlamıştır. Diğer önemli ilişkileri ise Türkiye ile olmuştur. İlk tarihi diplomatik ilişkileri prenslik döneminde Osmanlı İmparatorluğu’na dayanmaktadır ve dostane ilişkileri Balkan Savaşları’na kadar sürmüştür. Birçok alanda hızlı bir şekilde ilişkileri güçlenmiş ve gelişmiştir.

 

  1. Bosna – Hersek

Batı ile Doğu Roma İmparatorluğu’nu ayıran sınırın bu küçük ülkeden geçmesi Bosna topraklarının stratejik önemini çok eski tarihlere götürmektedir. Batılı devletlerin eliyle oluşturulan suni siyasi yapıyla, yine onların kontrolünde Avrupa Birliği’ne (potansiyel aday olarak) ve NATO’ya üyelik yolunda aksaklıklar yaşanmıştır. Batı’nın barış projesi başarısızlıkla sonuçlanırsa Bosna topraklarında günümüzde hala tam anlamı ile çözüme kavuşturulamayan sorunlar tüm dünyayı içine alan bir girdaba dönüşme potansiyeli taşımaktadır. Bosna–Hersek, Dayton Antlaşması’nın imzalanmasının ardından uluslararası toplumun saygın bir üyesi olmak üzere çok yönlü girişimlere başlamıştır. Savaş sonrası istikrarın sağlanması maksadıyla ülkede tesis edilen kontrol azaldıkça başta AB ve NATO olmak üzere uluslararası toplum, Bosna’ya daha fazla inisiyatif alması için yardım ve tavsiyeler vermiştir. NATO ve AB gibi uluslararası örgütler ile işbirliklerinden başka, Bosna’nın doğrudan üyesi olduğu veya gözlemci statüsünde bulunduğu çok sayıda organizasyon da bulunmaktadır. Bosna’nın bir diğer önemli ilişkisi de Türkiye ile olmuştur. Türkiye, Bosna’yı hem tarihi bir dost ve müttefik hem de Türkiye’nin Avrupa’ya açılan bir kapısı olarak görmektedir. Üçlü mekanizmalar şeklinde üst düzey ziyaretler gerçekleşmektedir. Dayton Barış Antlaşması’nın imzalanmasının üzerinden günümüze kadar geçen 20 yıla yakın sürede sağlanan yapay barışın pek uzun süreceği söylenemez. Hedeflere ulaşmada AB ve NATO üyeliği yetersiz kalmaktadır. Batılı güçlerin tasarladığı federasyon yapısının işlevselliğine yönelik eleştiriler de giderek artmaktadır.

 

  1. Hırvatistan Cumhuriyeti

Hırvatistan, Adriyatik Denizi’nin doğu kıyısında kuzey-güney yönlü uzanan bir devlettir. Orta çağlardan bu yana Sobor ismindeki parlamentosu olmak üzere pek çok kurumunu muhafaza etmeyi başarmış, ancak Yugoslavizm nedeniyle Sırp ve Sloven yani Karadağlıları oluşturan halklarla egemenliği paylaşmıştır. Ülke, 8 Ekim 1991’de bağımsızlığını elde etmiştir. Dayton Antlaşması ile ülkede hızlı bir liberalizasyon başlarken 2005 yılında AB ilişkileri açısından önemli bir yıl olmuştur. Bu yıl içinde İstikrar ve Ortaklık Anlaşması yürürlüğe girmiştir. 2013 yılında ise Hırvatistan AB’ye üye olmuştur ve NATO üyeliğinde yolu açılmıştır. Bağımsızlıktan sonraki ilk devlet başkanı olan Tudjman ölümü sonrası, demokratik kurumların gelişiminde hızlı bir ilerleme olmuştur. Parlamenter sisteme geçilmesi de ekonomi ve demokrasinin gelişmesine katkı sunmuştur. Ülke de ekonominin hızlı bir biçimde liberalizasyonunu sağlamıştır. Hırvatistan için bir başka önemli dönem ise Tito dönemidir. Bu dönem, Hırvat ulusal kimliği açısından aşındırıcı bir dönem olmuştur. Ivica Račan başkanlığı dönemi ise diğer yandan Batı ile olan ilişkilerin iyileştiği bir dönem oldu. Dış ilişkiler açısından Almanya’nın Hırvatistan’ın BM ye Kabul edilmesinde önemli bir rolü olduğu düşünülmektedir. Almanya tarafından tanınması Yugoslavya’nın parçalanmasının mihenk taşlarından biridir ve uluslararası politikada kendisine önemli bir hami bulunduğunu hissettirmiştir. Ülkenin bağımsızlığını tanıyan ilk devletlerden biri de Türkiye’dir. Bağımsızlıktan hemen sonra Ticaret ve Ekonomi İşbirliği Anlaşmaları imzalanmış ve olumlu ilişkiler sergilenmiştir. Siyasi açıdan bakılacak olursa Brüksel Zirvesi ise iki ülkenin kaderlerinin birleştiği bir öneme sahiptir.

 

  1. Makedonya

Makedonya, 19. yüzyılın sonlarından itibaren bölgesel güçlerin irredentist emellerinin birbiriyle kesiştiği bir çatışma fayı haline gelmiştir. Ülkenin fiziksel boyutuyla kıyas kabul etmeyen stratejik bir önemi vardır. Makedonya’nın geçmişine bakıldığında ise Yunan, Roma, Bizans ve Osmanlı gibi Doğu Akdeniz’i derinden etkileyen büyük medeniyetlerin etkisi altında geliştiği görülmektedir. 1990’ların başından 2000’li yılların başına kadar sancılı bir süreç geçirmiştir. Ülke, yine aynı dönem çok partili hayata geçme kararı almıştır. Genel olarak Batı ile Makedonya Cumhuriyeti arasındaki ilişkilere bakıldığında ise birbirini izleyen üç dönem ve de üç farklı stratejiden bahsetmek mümkündür. Birinci dönem, bağımsızlığını ilan ettiği 1991’den 1995’e kadar sürmektedir. İkinci dönem, AB ve ABD ile çatışmaların önlenmeye çalışıldığı bir süreci kapsar. Bu süreçte Makedonya güvenliğini tehdit edecek durumlardan kaçınılmıştır. IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası örgütlerle ilişkiler kurulmuştur. Diğer önemli bir dönem ise ülkenin Türkiye ile olan ilişkileridir. Türkiye, Makedonya Cumhuriyetini deklare ettiği adıyla tanıyan ilk grup devlet arasındadır. Makedonya, Türkiye’nin önemli ticaret partneri ve transit bölge olarak jeostratejik önemi olan bir ülkedir. Ayrıca Makedonya’nın güvenliği Türk Devleti açısından burada yaşayan Türk azınlık nedeniyle de hayati bir öneme sahiptir. Tüm bunlara ek olarak, ülkenin dini ritüelleri folklorik zenginliğinin bir parçası olarak görülmüştür. Türkiye, Makedonya’nın NATO ve AB üyeliğini desteklemektedir. Son dönemde iki ülke arasında özellikle kültürel ilişkiler alanında sıkı bir işbirliği sürecine girilmiştir. Osmanlı tarihi eserlerinin onarılması ve turizme kazandırılması açısından Makedonya’ya önemli katkılar da yapmaktadır.

 

  1. Kosova Cumhuriyeti

Kosova, hem Sırpların hem de Arnavutların birbirleriyle çelişen tarihsel iddialarına konu olmuştur. Fransız Devrimi sonrasında ise Balkanlardaki Slav ulusları, Osmanlı yönetimine karşı milliyetçi taleplerini açıkça ortaya koymaya başlamışlardır. Bu durum Osmanlı’nın Balkan topraklarında bağımsızlıklarına kavuşan yeni devletlerin ortaya çıkmasıyla sonuçlanmıştır. Kosova’ya cumhuriyet statüsü tanınmasının asıl nedeni ise pratikteki politik nedenlerdir. Ancak 1974 Anayasası’nın kabulüyle özerk statüsünde iyileştirmeler yapılmıştır. Kosova, kendi anayasasıyla bir devletin sahip olduğu temel unsurları elde etmiştir. Bağımsızlık sonrası dönemde Kosova; anayasa, istihbarat teşkilatı, hafif silahlı bir savunma gücü, milli marş, bayrak ve pasaport gibi bağımsız bir devlet olmanın gerekliliklerini ve sembollerini oluşturmuştur. Devlet olma durumunu etkileyen bir başka önemli sorun ise bağımsız Kosova Cumhuriyeti’nin uluslararası toplum tarafından tanınmasıdır. En önemli ortak çıkar AB vizyonu çerçevesinde insan ve topluluk hakları, demokrasi ve ekonomik gelişmenin gerçekleştirilmesidir. Bu yöndeki çabalar, Kosova’nın 2006’da AB’nin İstikrar ve Ortaklık sürecine dahil edilmesiyle başlamıştır. Bir Avrupa perspektifi sağlamak için kendi ulusal mevzuatını AB mevzuatı ile uyumlu hale getirme çabalarına girilmiştir. 2009’dan itibaren yüksek düzeyli diyalog toplantıları başlamıştır. Bu görüşmelerdeki öncelikli konular şunlardır: Sırbistan ile ilgili yapıcı işbirliği, hukukun üstünlüğü, insan hakları ve azınlıkların korunması, yolsuzluk ve organize suça karşı mücadele ve demokratik yönetimin sağlanması. Kıbrıs, Yunanistan, İspanya, Slovakya ve Romanya dışındaki AB üyesi ülkeler Kosova’nın bağımsızlığını tanımış olsalar da bu beş AB üyesi ülke devletin tanımama kararı almış olması Kosova’nın AB ile ilişkilerde açık bir vizyonun geliştirilmemesine yol açmıştır. Türkiye siyasi, kültürel ve coğrafi olarak bir Balkan ülkesidir ve bu bölgedeki gelişmelerden yakından etkilenmektedir. Soğuk Savaş sonrası dönemde bölgeye yönelik politikasını etkileyen önemli gelişmelerden birisi de Kosova sorunu olmuştur. Yugoslavya’nın toprak bütünlüğü içerisinde çözüm bulunmasını istemiştir. Türk dış politikası açısından önemli konulardan bir tanesi de Kosova’da bulunan Türk azınlığın statü meselesidir. Bu nedenle Türkiye, Kosova konusunda çok taraflı hareket etme tercihinde bulunmuştur. Kosova’nın tanınması AB ve ABD’nin önde gelen ülkeleri ile ilişkilerini de etkileyecektir. Genel anlamda Kosovalı yetkililer, ülkelerinin bağımsızlığı ve gelişimi için Türkiye’nin desteğini ararken Türkiye’nin Kosova’nın iç işlerine karışılmasını istememektedir.

 

Sonuç

Balkanlar, yüzyılın eskitemediği bir coğrafya olarak kabul edilmektedir. Bu bölgenin üç farklı kültürü birbirinden ayıran fay hatları ile bölündüğü görülmektedir. Genel olarak bakıldığında Balkanların bir modernleşme çizgisinde ilerlediği kabul edilmelidir. Bununla birlikte, modernleşmenin tek tip olmadığını ve Avrupa modelinin evrenselliğinin kuşkulu olduğunu belirten görüşler dikkate alındığında Balkanlar açısından net bir resim çizmek zorlaşır. Aslında AB’nin Balkanlardaki rolü ileriye yönelik projeksiyonların ortaya konmasını olağanüstü derecede kolaylaştırmıştır. Soğuk Savaş sonrası Türkiye ve Balkanlar coğrafyasının 1990’larda yaşadıkları siyasal ve toplumsal dönüşüm, Transatlantik entegrasyon süreçlerini de etkilemektedir.

 

DİDEM ŞİMŞEK

Balkan Çalışmaları Staj Programı

Katalonya’ya Selam

0

George Orwell, Katalonya’ya Selam (1938), Çeviri: Jülide Ergüder, 1.Baskı: Nisan 1985, Alan Yayıncılık

Bu kitap İspanya İç Savaşına yönelik deneyimleri öne süren çok önemli bir eserdir. George Orwell tarafından yazılmış ve 25 Nisan 1938 yılında yayımlanmıştır. Anarşist ve Komünist bağlantısının yanı sıra Faşizm’e karşı yapılan mücadeleden de bahsedilmiştir.

 

George Orwell Kimdir?

Hindistanın Bengal Eyaletinde 1903 yılında doğmuştur. Eton College’de öğrenimini tamamlamıştır. Asıl ismi Eric Arthur Blair’dir. 1922-1927 yıllarında Hindistan İmparatorluk Polisi olarak görev yapmıştır. Fakat daha sonra haksızlıklara tahammül edemeyip istifa etmiştir. Yazmış olduğu birçok kitabında sistemi ve yönetimi ele almıştır. 1934 yılında ‘’Burma Günleri’’, 1938 yılında ‘’Katolonya’ya Selam’’, 1945 ‘’Hayvan Çiftliği’’, 1949 yılında ‘’1984’ ’kitabını ele almıştır. Kendine özgün tavrıyla önemli eserler vermiştir.

1938’de yayımlanan “Katolonyaya Selam” kitabı, George Orwell’ın İspanya İç Savaşı hakkında yaşadıklarını, oluşan kargaşayı, savaşın enkazını ve nedenlerini açıkça ve kendine özgü bir biçimde bize anlatmaya çalıştığı değerli bir eserdir. 14 Bölüme ayırarak kronolojik bir biçimde ilerletmiştir.

 

Kısaca İspanya İç Savaşı Tarafları ve Sebebi

1930’a kadar İspanya’da monarşi hâkim olmuştur. 1931 yılında monarşi yıkılmış ve seçimi kazanan cumhuriyetçiler olmuştur. Demokratik seçim sonrası cumhuriyetçiler ve Franco liderliğindeki milliyetçiler arasında iç savaş meydana gelmiş ve bunun sonucunda 1936 yılında Milliyetçiler darbe yapmışlardır. Savaşın nedeni siyasal ideolojiler olmuştur. Barselona’da kızıl renklerle milis kuran CNT, POUM, PSUC, UGT gibi Anarşist ve Komünist partilerin amblemlerine bürünmüştür. Oldukça kayba ve ölüme sebep olan bu iç savaş üç sene sürmüştür. Başta başarısız olan bu darbe 1939 yılında cumhuriyetçiler kaybedene kadar sürmüştür. Bu esnada Mussolini ve Hitler, faşizmi desteklemiş ve savaş uluslararası boyut almıştır. Sonunda kazanan Franco 1975 yılında ölmüş ve bu yıla kadar yönetimi elinde tutmayı başarmıştır. George Orwell’da bu savaşı ayrıntıları ve gözlemleri ile bize sunmuştur.

 

Katalonya’ya Selam

Kitabın girişinde Blair’den Orwell’e ve Cyrıl Connolly’a mektup kısmı bulunmaktadır. George Orwell bize savaşı 14 bölümde anlatmaya çalışmıştır. George Orwell gazetecilik yapmak için İspanya’ya gitmiştir fakat daha sonrasında faşizme karşı savaşmak üzere milislere katılmıştır. Orwell savaşa birebir katıldığı için bize olayları kendine özgü üslubu ile anlatmıştır. İspanya iç savaşına kadar insanlar eşitlikçi bir ortamda yaşamayı başarmıştır. Savaş esnasına gelindiğinde ise Orwell üniforma, gıda, su gibi temel ihtiyaçların bile karşılanamadığını, silahların henüz üç gün sonra dağıtıldığını; ayrıca silahlanmada herhangi bilgiye bakılmadan üstünkörü bir dağıtım yapıldığını söylemiştir. Ortam, onlara sağlık açısından son derece problem oluşturabilecek konumdadır. Orwell bir süre sonra savaş açısından hayal kırıklığı yaşadığını itiraf etmiştir. Faşizme ve Stalin’e karşı savaştığını düşünen Orwell bir süre sonra kimin aslında ne tarafta olduğunu anlamakta sorun yaşamıştır.

Orwell faşistlere karşı kendilerinin de yetersiz olduğunun üzerinde durmuştur. Faşistlerin Malağa’yı alması ve bunu uçaklardan gazete atarak söylemeleri hem Orwell’i hem de diğer milisleri yoğun hüzne boğmuştur çünkü artık sadece askeri alanda değil sivillere de değmeye başlayan savaş durumuna gelinmiştir. Huesca da Mart sonuna kadar haraketlilik olmadığının, faşizmin püskürtüldüğünün fakat Cumhuriyetçilerin de her hangi bir ilerlemede olmadığını da söylemiştir. Savaşın siyasi boyutu ilerleyen zamanlarda daha da dikkat çekmeye başlamıştır. Orwell başlarda bu savaşa katılmasını dürüstlük olarak nitelendirmişse de daha sonra siyasi boyutunun asıl etken olduğunu inkâr etmemiştir. Katolonya’da tarafsız olmak mümkün olmamıştır. İspanya devrimini ilk Komünistler tarafından bastırılmaya çalışılmış, basın da zamanla kendi etkisini savaşta güçlü biçimde kullanmıştır. Yalanlar ve propagandalar asıl Orwell’ı rahatsız eden durum olmuştur ki her savaşta mutlaka bunlara başvurulmuştur. İşçiler de herhangi grev ya da boykot yapmayı zamanla bırakmışlardır. Bu da savaşı benimsemekten gittikçe uzaklaşmış olduklarını ve Franco’nun kendi kontrolü altında hükümetten daha çok kişiyi tutmayı başarmasına sebep olmuştur. Faşistlere saldırmak üzere Torre Fabian’a gittiklerini söyleyen Orwell, çıkan çatışmanın kendi psikolojisine etkisini de anlatmıştır. Bir süre sonra Orwell izine çıkmış, bu süreçte yoksun kaldığı temizliği ve birçok şeye ne kadar ihtiyacı olduğunu anımsadığını anlatmıştır. Yani savaşın ne kadar fiziksel olarak etkisi olduğunu vurgulasa da kitap psikolojik olarak ona kattıklarından bize bahsetmiştir. Barselona’da gördüğü hava ise Orwell’ı asıl şaşkınlığa uğratan şey olmuştur. Cephede ulaşılamayan silahlar herkesin cebinde, vitrinde pahalı kıyafetler, lüks arabalar, savaşan bir ülke için oldukça tuhaf gelmiştir. Halk savaşa son derece ilgisizleşmiştir. Ayrıca Orwell kendi sağlığını da kaybetmeye başlamıştır.

Diğer önemli olaylardan biri komünist ve sosyalistlerin CNT’lilere saldırması olmuştur. İspanyol Hükümeti Franco’dan bir an önce kurtulmak istemiştir. CNT üyeleri bazı binaları stratejik olarak ele geçirmiş ve ayrıca komünist basının haberlerinden ve basının demagojisinin etkisinden bahsedilmiştir. POUM faşistlere yardım etmekle suçlanmıştır. George Orwell, POUM’a yapılan suçlamaların asılsızlığını ve bu iç dalaşmaların kendince son derece gereksiz olduğunu belirtmiştir. Bu iftiralarla çözümün asla bulunmayacağını düşünmektedir. İdeolojilerin artık yönünün belirsizleştiğini savaşın uzadıkça yozlaştığını ve İspanya’nın bu savaş sonrası zarar alarak diktatörlüğe ihtiyaç duyacağından bahsetmiştir. Hükümet düşecek yerine Franco’nun faşizmi gelecektir ve buna sevimli bir isim arayışı olacaktır. Ona göre gelecek oldukça kötü planlanmıştır. Franco’nun baskıcı rejimi elbette hükümetten daha kötü sonuç doğuracaktır. Son dönemlerde Orwell bir tüfek kazası ile vurulmuş ve iyileşmesi de zaman almıştır. Belki de savaşın onda en büyük izi bu olmuştur. Daha sonraları anarşistler ve POUM’lar hapishanelere atılmıştır. Caddelerde devriyelerin gezdiği, saatlerce ışıklar karartıldığı günler yaşanmıştır. Kıtlık daha da artmıştır. Orwell bu sefaletin anlatılmasının olanaksız olduğunu söylemiş ve ayrıca Orwell da kaçmak zorunda bırakılmıştır.

 

Sonuç

Seneler önce gerçekleşen bu savaşı George Orwell tüm açıklığı ile bizlere anlatmıştır. Aslında savaşın belli bir siyasi ideoloji ile başladığını fakat daha sonra insanları nasıl etkilediği, nasıl yayılmacı olduğu daha net görmemizi sağlamıştır. Savaş, yanında kıtlığı da beraberinde getirebilmektedir. Biz bu kitapta da aslında zor şartlarda savaşı, milislerle halkın yaşam farkını görmüş oluyoruz. Savaşın daha sonralarında başka ülkelerin de etki edebileceğini, iç mesele olmasına istinaden dışarıdan asker yardımı yapılabileceğini görmüş oluyoruz. Yani savaş yalnızca silahlı çatışmadan ibaret olmamakla birlikte psikolojik çatışmayı da gerektirmektedir.

 

CEREN GÜLOĞLU

Anarşizm Staj Programı

 

 

Kaynakça:

George Orwell Kimdir?

https://kidega.com/yazar/george-orwell-002253 

İspanya İç Savaşı Nedenleri Nelerdir? Aykan Sever BİA Haber Merkezi yazısı:

https://m.bianet.org/bianet/diger/171866-ispanya-ic-savasi-nin-kisa-tarihi

                                                                      

 

Mahallemizdeki Ermeniler

0

İsmail Arıkan (2001). İstanbul: İletişim Publications, 2nd Edition, 126 pages, ISBN: 9789754708615

“Mahallemizdeki Ermeniler” is written based on the life stories of the Armenian population that have lived in a small Anatolian village, Darende, in Malatya. Time period that is covered in the book approximately started in the mid-1920s and reached up until the mid-1950s. The characters, places, and the events are based on the childhood memories of the author. Therefore, all the resources of stories in this book and their reality bases are rooted in the subjective perspective of the author. Since all the mentioned Armenian people are real people who were neighbours of the author, overall coherence between the title and the content of the book is highly related. The main claim stated by Arıkan is that until now most of the books which are written about Armenian people and their experiences of forced deportation are concentrated mainly on the urban elite population. However, he wrote about the experiences of the poor Armenian people, “other” Armenians in his exact words. In that regard, while the author had succeeded to illustrate it to some degree; however, there can be also found some conflicting points that are incompatible with such a claim. The further examination of the book and these convergent points will be mentioned and demonstrated throughout this essay.

Primarily, to start with a general examination we can point out the tone of the author and his choice of words. While the tone is not highly-sophisticated but rather a stark and modest tone, we can say that the book is not very easy to understand at the first sight. The underlying reason here is resulted from the time slot of the memories which is early republican years. Therefore, some of the words chosen are no in use today, and also some of them are specific to the mentioned area, local dialectic. Nevertheless, Arıkan has been explaining such terms either between parenthesis within the text or in footnotes. Thus, the overall level of the book in a literary perspective enables him to have a wide audience. Beside these, the author’s choice of words about woman characters can be regarded as quite odd. He preferred referring people separately as young women and girls for pointing out their marital status, and also often used the word ‘’taze’’, meaning fresh, while he was talking about young girls. Other controversial usage of words results from Arıkan’s frequent referring to people as Armenian or Muslim even when there is no need for such labelling. The emphasis of ‘’us’’ and ‘’them’’ was quite common throughout the storyline of the book. We will further examine this point while talking about the storyline and characters of the book in the following paragraphs.

Secondly, I will continue to examine the book by looking further into the characters and the storyline. Throughout the book we have eleven Armanian characters introduced. These people were the ones that continued to abode in the village even after the deportation law. All of them have various craftsman related jobs, usually have small houses and small families. At that point, Arıkan seems to succeed the claim that the book is about non-elite Armenian people because none of them neither live wealthy lives nor have huge purchases. Furthermore, they were the “other” Armenians in the sense of their high level of integration to the society in contrast to Armenian people living in big cities like İstanbul. Most of these people changed their religion, speak Turkish fluently, named their newborns with Turkish names while themselves also took new Turkish names. On the one hand, they were no longer Armenians who have distinct religious and cultural practices but integrated into Turkish society excessively. Then, on the other hand, they were seen still as aliens from the local villagers. For instance, the author stated that children memorise people who have Armenian ethnic background, and grown-ups also treat them differently. For another example, it stated that Muslim-Turk families at that times had no problem with having Armenian bride but they do not wish that their girls married to Armenian boys. Therefore, Armenian families with boys feel a strong urge to migrate to Halep, since their boys cannot marry in the village. As a consequence, few of the remaining residents also decided to migrate in following years, now they were leaving their hometown not because of the government policy but for social-related issues.

On the other hand, we can see Arıkan conflicting with his major aim for writing this book which was to drive attention to the lives of poor Armenian people, since these people somehow have whealty positions in the eyes of Muslim-Turk villagers. For instance, when some of the Armenian people have to migrate and leave their homes behind, the villagers immediately start searching their empty houses as the hope for finding hidden treasures. The underlying idea behind such action was that the Armenian minority was still better-off then the rest of the village. They should have higher economic status in order to hide golds and money but in reality the situation was the opposite. Furthermore, Armenian people who were forced to migrate had faced vital dangers through the road, and many of them were killed by robbers. At that point, the author argues that, if the events taken reverse, meaning the deportation was ruled by Armenians and Muslim-Turks had to migrate, then there would be no much killing since they do not have money to attract thiefs as Armenian people had back then. Once again, there is a conflict within the main goal of the book because of the representation of mentioned Armenian people as wealthy people. Therefore, it can be stated that the author conflicts with his own ideas as reflecting the poor population while even himself has a more elitist perspective about them. Such representation creates confusion while thinking about the overall position of the book and its author.

In conclusion, the book is understandable for a wide audience, and easily accessible because of its relatively low price. Harmony within the title and the content is quite balanced. Coherence mainly resulted from the fact that the title directly refers to one of the main ideas of the book, illustrating the Armenian neighbours. However, the other main objective stated as demonstrating the other Armenians as poorer and much more integrated than urban Armenian minorities have failed for several reasons. Following examples, consideration of Armenians as more whealtier than their reality, and the situation that local villagers were not satisfied with the integration level of minorities even they were highly assimilated into Muslim-Turk society, were the main reasons to argue such failure. For all the reasons and examinations, expectations of some people, based on the author’s introduction, may not be properly fulfilled.

 

BÜŞRA KILIÇ

Göç Staj Programı

Hanım Ana’nın Cenaze Töreni

0

“Hanım Ana’nın Cenaze Töreni”, Yazar: Gabriel Garcia Marquez, Çevirmen: İnci Kut, Can Yayınları, 2013.

Karakterleri ile birbirine bağlanan sekiz farklı hikayeden oluşan “Hanım Ana’nın Cenaze Töreni“, Kolombiyalı yazar Gabriel Garcia Marquez’in dilini ve hayal dünyasını keşfetmek için başlangıç niteliğinde bir kitaptır. Marquez’in kitaplarında sıklıkla geçen Macondo kasabası bu hikayede de geçmektedir. Kolombiya’nın kırsal bir kasabası olan Macondo, aynı zamanda yazarın kitaplarında Latin Amerika’nın temsili olarak karşımıza çıkmaktadır. Yazar, edebi ve nüktedan bir dil kullanarak Macondo kasabası üzerinden aslında Latin Amerika’nın gerçeklerini anlatmaya çalışmaktadır.

Kitaba adını veren Hanım Ana’nın Cenaze Töreni hikayesi, 92 yıllık saltanatından sonra hastalanıp vefat eden Macondo kasabasının Hanım Ana’sını anlatıyor. Hikaye, Hanım Ana’nın yalnızca Macondo için değil, çevre bölgeler için de önemini lirik bir şekilde anlatarak başlıyor. Sanki bir efsaneyi anlatıyormuşçasına abartılara başvurularak sunulan Hanım Ana, bu anlatım tekniği sayesinde okuyucunun gözünde de oldukça önemli bir karaktere doğru evrilmektedir. Hiç evlenmemiş ve çocuk sahibi olmayan karakterin ölümü ve mirası bile bölgedeki herkesi ilgilendiren bir olaydır çünkü Hanım Ana, Latin Amerika’nın kolonyal döneminden beri toplumun köklerinde kalmış olan oligarşik düzeni, gücü, ayrıcalığı, sosyal ve sınıfsal tabakalaşmayı kısacası Latin Amerika’nın geçmişinden kalan adil olmayan düzeni yansıtmaktadır. Nitekim Marquez, karakteri hikayenin başında dini bütün bir Hristiyan olarak tanımlamaktadır. Öyle ki cenazesine Papa bile katılmıştır. Dini bütün bir Hristiyan olan Hanım Ana, Latin Amerika’da sınıfsal ayrıcalığa ve üstünlüğe sahip olan Hristiyan beyaz halkı (criollo) temsil etmektedir. Zengin-fakir, modern-yöresel, güçlü-güçsüz gibi zıtlıkların had safhada olduğu Latin Amerika, bu zıtlıkların kökeni olan kolonyal döneme ait ırk, etnisite, mülkiyet, din, dil ve güç ilişkileri üzerinden ayrışmış insanların memleketidir.

1982 Nobel Edebiyat Ödüllü yazar Marquez’in başyapıtı “Yüzyıllık Yalnızlık” kitabında da geçen Macondo kasabası ilk olarak bu hikaye kitabında kullanılıyor. Aslında Macondo kasabası yazarın yarattığı bir kasaba olmaktan çok yazarın çocukluk ve gençlik travmalarının bir yansıması olarak karşımıza çıkmaktadır. Bantu dilinde muz anlamına gelen Macondo’yu, bölgede sahip olduğu muz plantasyonlarıyla ünlü dev şirket “United Fruit Company”de çalışmış olan Marquez’in büyükbabasının bu şirketin muz plantasyonlarında sömürülmesinin bir yansıması olarak görebiliriz. Tüm bu eski kolonyal düzenden kalma çürümüş sistemin hüküm sürdüğü Macondo kasabası da bu nedenle yazarın zihninde muz tarlalarında sömürülerek çalıştırılmış yerel halk ile; yani Latin Amerika’nın hüzünlü geçmişi ile paralellik kazanmıştır.

Hanım Ana’nın hikayede yüceltilerek anlatılması aslında Latin Amerika hakkında birçok ipucu vermektedir. Her ne kadar böylesine büyük ve birbirinden farklı bir bölgeyi Avrupa merkezci bir bakış açısıyla genelleştirmek ve aynı çerçevede incelemek mümkün olmasa da Latin Amerika ülkelerinde özellikle ortak olan iki durum vardır: ilki ve en önemlisi demokrasinin sıradan insanlar için işlevsel kılınamaması, ikincisi ise ekonominin fakir çoğunluğun yararlanacağı şekilde düzenlenmemiş olmasıdır.

Aslında Hanım Ana hikayesi ile anlatılmak istenen yalnızca kudretli bir kadının yaşarken ve ölürken bölge sakinlerinde bıraktığı etki değil; aynı zamanda bu etkilerin boyutu ve kökenleridir. Latin Amerika ülkelerinin çoğunda ademi merkeziyetçi bir yönetim anlayışı uygulanamamaktadır. Devlet ya tamamen merkeziyetçi ve güçlü bir tutum sergileyecektir -ki yine bu durum da yerel düzeyde demokrasiyi aksatmaktadır- ya da ademi merkeziyetçi bir tutum sergileyecek ve ülke içi bütünlüğü ve siyasi gücü tek bir erkte toplayamayacaktır. Çünkü Latin Amerika, kolonyal dönemden kalan bölgesel güçlerin hüküm sürdüğü bir sistemin ağındadır. Bölgenin Avrupalı “conquistadorlar” tarafından kolonileştirildiği 16. yüzyıldan itibaren kolonilere ait “haciendalar” ile beraber ortaya çıkan bölgesel güçler, ülkeler bağımsızlıklarını kazandıktan sonra da geleneksel bir şekilde varlığını sürdürmüştür. Tam da bu nedenle yurttaşın ve bölge halkının sorunları ile ilgilenebilecek devlet düzeyinde bir yerel idare kurmak ve demokrasiyi yerel halk için de işlenebilir kılmak oldukça zordur. Yerel halkın sorunlarına kulak verecek bir mahalli idare yerine bölgede “caciques”, “caudillos”, “coronelos” denilen -bizdeki tabiriyle “toprak ağaları”- hüküm sürmekteydi. Hikayedeki Hanım Ana, aynı şekilde o bölgenin topraklarına ve her türlü kaynağına dolayısıyla da manevi bir otoriteye sahip bir toprak ağasından başka bir şey değildir. Yazarın da tabiriyle “Hanım Ana, geleneksel gücün geçici otorite üzerindeki üstünlüğünü, üst sınıfın halk tabakası üzerindeki egemenliğini, ilahi hikmetin insani gelişimine baskın çıkışını simgeliyordu.” Onun ölümüyle mirasının yeğenlerine geçiyor olması da gücün “matriarkal” bir düzen ile yine ayrıcalıklı olanda toplanması anlamına geliyor. Böylelikle yazar Kolombiya ve diğer Latin Amerika ülkelerinin siyasetini şekillendirmeye devam eden sömürge günlerinin kalıntısı olan siyasi sisteme de saldırıyor. Kitabın son cümlelerinden birinde Hanım Ana’nın şaşalı cenaze töreni gerçekleştirildikten sonra Marquez “Cumhurbaşkanı ülkeyi kendi ölçütüne uygun gördüğü biçimde yönetmeye koyulabilir… Hanım Ana’nın uçsuz bucaksız topraklarında tentelerini bildikleri ve istedikleri biçimde kurabilirlerdi; çünkü bütün bunlara karşı çıkabilecek ve bunu yapmasına yetecek güce sahip olan tek kişi, kurşundan bir platformun altında çürümeye başlamıştı bile.” sözleri ile Hanım Ana’nın ölümü üzerinden eski düzenin ölümünü de simgelemeye çalışıyor.

Kitabın beşinci hikayesi olan Montiel’in Dul Karısı isimli hikayede de benzer bir karakter karşımıza çıkıyor. Haksız kazanç elde etmiş olan ve bu nedenle kasabalılar tarafından hiç sevilmeyen Don Jose Montiel karakteri bölgedeki yolsuzluğun, başıbozukluğun ve zıtlıkların bir simgesidir. Hatta bölgenin belediye başkanıyla beraber haydutluk yapmış olması da aslında mahalli düzeydeki demokrasinin işlememe sebebini çarpıcı bir şekilde açıklamaktadır. Bu nedenle kasabalının nefretini kazanan Montiel’in eceliyle ölmüş olması herkes için bir şaşkınlık sebebidir. Haksız kazançlarla ve eşkıya vari düzeniyle kasaba üzerinde nüfuz kazanan Montiel, elde ettiği zenginlikle kızlarını Paris’e yollamış ve Montiel’in kızları bile “Uygarlık burada. Oysa orası bize uygun bir çevre değil. İnsanları politik nedenlerle öldürülecek kadar vahşi bir ülkede yaşamak olanaksız.” diyerek memleketlerine dönmeyi reddediyorlar. Aslında bu hikaye ile yukarıda bahsedildiği üzere yazar Marquez, Latin Amerika ülkelerinin ekonomilerini fakir çoğunluğun yararına olacak şekilde işlenebilir kılınamamasını gözler önüne seriyor. Demokrasi ile güvence altına alınmış meşru siyasi gücün eksikliği; yozlaşmanın, suçun ve yolsuzluğun ülkede kol gezmesine ve gücü elinde bulunduran ayrıcalıklı grubun ekonomiyi adaletsiz bir şekilde yönetmesine sebebiyet veriyor. Gelenekselliğin ve başıbozukluğun yüksek dozda olmasına bağlı olarak düzenli bir vergi sisteminin ve yeniden dağıtım mekanizmalarının var olmadığı ya da olması gerektiği gibi işlemediği, dolayısıyla da fakirin fakir olarak kaldığı kısır bir döngüden bahsedebiliriz.

Hanım Ana’nın Cenaze Töreni, Marquez’in büyülü realizmi ile bölgenin acıklı ve dramatik gerçeklerini gözler önüne serdiği önemli bir yapıttır. Yazarın doğup büyüdüğü topraklarda yaşadığı travmaları eleştirel ve nüktedan bir şekilde dile getirdiği bu kitap, Marquez’in tarzına ve onun büyülü dünyasına aşina olabilmek için okunması gereken başat eserlerden biridir. Marquez’in bir röportajında da dediği gibi: “Çoğunlukla bildiğim gerçeklik hakkında, Latin Amerika’nın gerçekliği hakkında yazıyorum. Bu gerçekliğin edebiyattaki herhangi bir yorumu politik olmalıdır. Kitaplarımdaki gerçekliği yorumladığımda kendi ideolojimden kaçamam; bunlar ayrılamaz.”[1]

 

NİLAY BARLAS

Latin Amerika Staj Programı

 

Kaynakça

[1] https://www.npr.org/2012/07/10/156561881/writer-gabriel-garcia-marquez-who-gave-voice-to-latin-america-dies

Sivil Toplum Yazıları

0

 

İdris Küçükömer.(2013).Sivil Toplum Yazıları.İstanbul:Mavi Ağaç,234 sayfa, ISBN:9789759962388.

Bu kitap analizinde ilk olarak “Yeni Gündem Yazıları” başlıklı bölüm, Ayşe Deniz Öztürk tarafından incelenecektir. Ardından, “Ant Yazıları” başlıklı bölüm, Aydan Yolcu tarafından değerlendirilecektir. 

 

YENİ GÜNDEM YAZILARI

Kitap, İdris Küçükömer’in Türk toplumunun politik ve ekonomik ilişkilerini incelediği ve çeşitli gazetelerde yayınlanmış yazılarından oluşmaktadır. Kitapta Türkiye’nin 1960-85 arasında yaşadığı olaylara ilişkin değerlendirmeler bulunmaktadır. Küçükömer, bu dönemde görev almış hükümetlerin ekonomi politikalarını ve toplumla kurdukları ilişkileri eleştirmektedir. Kitap, Asyagil Üretim Tarzının anlatıldığı bir giriş bölümü, yazarın 1969 yılında Ant gazetesinde yazdığı yazılar, 1980’li yıllarda Yeni Gündem gazetesinde yazdığı yazılar ve son olarak da “Değişik Yazılar” başlıklı bağımsız denemelerden oluşmaktadır.

Kitabın ismi her ne kadar “Sivil Toplum Yazıları” olsa da aslında ana tema olarak üretim ilişkilerinin nasıl şekillendiğini, hangi dinamiklerden oluştuğunu ve yaygın ölçekte kamu edilen siyasi doğruların yanlışlığını anlatıyor. Bunun en keskin örneği, “Hitler ne kadar sosyalistse Özal da o kadar liberaldir başlıklı bölüm olarak gösterilebilir. Yazarın en ünlenmiş fikirlerinden birisinin genel yargının aksine Cumhuriyet Halk Partisi’nin sağ bir parti olduğu görüşüdür. Buradan hareketle, Küçükömer’in Türkiye’deki siyasi ve ekonomik dengeleri incelerken edindiği bakış açısının eleştirel ve popüler olmayan bir perspektif olduğunu söyleyebiliriz. Küçükömer, kitapta farklı bölümler içerisinde neden Doğu toplumlarında sivil toplumun olmadığı sorusunun yanıtını vermeye çalışıyor.

Kitabın başından sonuna kadar Türkiye’deki siyasi iktidarın ekonomi politikaları ve ekonomik iktidarlarla olan ilişkileri irdelerken yoğun bir Doğu-Batı karşılaştırması da görmek mümkün. Bunun temelinde, yazarın dayandığı nokta ise hem Türkiye Cumhuriyeti’nde hem de diğer Doğu toplumlarında görülen merkeziyetçi yönetim biçimi ve bunun bu medeniyetlerinin kültürünün bir parçası haline gelmesi olarak gösteriliyor. Sözü edilen Doğu-Batı karşılaştırmasını üç ana başlıkta görebiliyoruz. İlki kapitalist üretim ilişkilerinin doğuşu ve sürdürülebilirliği; ikincisi, devletin iktidarı paylaştırmaya olan yatkınlığı; üçüncüsü ise ilk iki başlığın doğal bir sonucu olarak sivil toplumun varlığı ve işlevi. Kapitalizmin Batı toplumlarında ortaya çıkışını, Batı’nın politik kültürü içerisinde yer edinmiş iktidarın bölünebilirliğine bağlayan Küçükömer, bu sayede de sivil toplumun Batı toplumlarında olduğunu savunuyor. Bu düşünceleri oksidentalist bir bakış açısıyla değil, aksine eleştirel bir tavırla anlatıyor. Küçükömer, sivil toplum olmayan ülkeleri anlatırken, “Felsefesiz Toplum” (Küçükömer, 2013 s:134-135) kavramını da kullanıyor. Bunun sebebi felsefenin yasaklandığı ya da ilgi görmediği toplumlarda; sorgulamanın azaldığını, bunun da hükümetin gücünü arttırdığını söyleyerek, Osmanlı Devletinde 15. yüzyılda felsefenin yasaklanmasını ve İbni Rüşd’ün haksız bulunmasını örnek gösteriyor. Felsefe geleneğinin yokluğu sivil toplumun yokluğun bir göstergesidir” (2013, s:136) diyen Küçükömer, İbni Rüşd’e yapılan diğer referanslarla felsefesiz toplum kavramını tekrar tekrar açıklıyor. Yazara göre,İbni Rüşd’ün ölümüyle beraber İslam’ın akıl çağı da gömülmüştür.

Kitapta yer alan siyaset ve sivil toplum ilişkilerine dair argümanlar ise yine Doğu-Batı karşıtlığı üzerinden tanımlanarak, sivil aralık kavramından bahsediliyor. Sivil aralık, çok sesliliğin olduğu, farklılığın olduğu yerde bilginin olduğunu savunan yazar, demokrasinin, doğrudan katılımın ve insanların siyasete aktif katılımın bu farklılığı beslediğini de söylüyor. Yurttaşların, politik topluma ait olan iktidara karşı kendilerini koruyarak ortaya çıkan hukuk kavramları, Batı’nın politik kültürünün de önemli bir parçası olarak kabul ediliyor. Bu arada yurttaşlar ve iktidar iki denk olarak kabul edilir ve sivil aralık tam da budur. Oysa, Doğu’da ne insan ilişkilerinden doğan bir hukuk sistemi vardır ne de sivil aralık: “Doğuda tersinedir; bölünmüşlük strüktürel değil geçicidir; asıl olan eğilim iktidarda tekliktir! Simetri yok, tamamlayıcı organik bütün var….Kısaca, politik toplum çok dar ya da tek kişiden oluşur; sivil aralık açılamaz; ya da cılızdır yetmez, bunun ideolojisi kültürün üzerine abanır.” (2013, s:139)

Türkiye’deki politik toplumu, insansızlaştırılmış bürokrasi ve toplumun varoluş problemlerini çözememiş sistemlerden ibarettir. Bu yüzden toplum her krizde kendini kurtaracak bir “baba” arar devlette. Demokratik Misak’la politikanın ve ekonominin çatışmasının çözüleceğini öne süren yazar bunun ancak politik toplumun demokratik olarak genişlemesiyle olacağını da söylüyor. Sivil toplum inşa süreci, çalışan grupların yurttaş olma süreciyle inşa edilebilir.

Son olarak kitapta yer alan iki önemli kavram için Çakışılabilirlik ve Kültür Otonomisi diyebiliriz. Çakışma kavramı, üretim ilişkileri içinde kapitalist işverenlerin, iktidar tarafından bir müdahaleye uğramasıdır. Otonom olarak liberal kurumlar kurulamaz. Bu yüzden Türkiye’de liberalizm yoktur. Yazar, Türkiyede otonom sayılabilecek tek sınıfın bürokratlar olduğunu ve otonom bürokrasi varsa sivil toplumun var olamayacağını öne sürer. Kültür otonomisi kavramı aynı zamanda politik epistemoloji olarak da adlandırılabilir. Bunun sebebi, bir kültür mirası olarak kabul edilebilecek politik davranışlardır. Türkiyedeki kültür otonomisi, toplumu sorgulamadan “yukarının” ideolojisini benimseye iter diyen Küçükömer son olarak kapitalizmin bir Batı kültürü mirası olduğunu da açıklar.

Sivil Toplum Yazıları, okura sorular soran, yazıldığı yılların gündemine ilişkin yazılardan oluşur. O yılların siyasi ortamına, parti ajandalarına referansta bulunan kitap aslında politika, ekonomi ve sivil toplum üçgeninde türk politik kültürünün sınırlarını, dinamiklerini ve uzun zamandır süregelen problemlerini analiz eder.

 

AYŞE DENİZ ÖZTÜRK

Sivil Toplum Okumaları Stajyeri

 

ANT YAZILARI

Türkiye ekonomisi emperyalist koşullar altında tıkanma eğilimi göstermiştir (Küçükömer, 2013, s. 65). Dolayısıyla burada denenmiş ve denenebilir olan iki alternatif ele alınmıştır. 19. yüzyılda, kapitalizm, Osmanlılarda asıl çıkarlarını Batıcı-Laik kapıkulu ya da bürokratlar eliyle sağlamıştır. Yönetici bürokratlar, devlet mekanizmasındaki otonomileriyle batı kapitalistleri ile Osmanlı Devleti arasındaki ilişkiyi sağlamışlardır. Kapitalizm karşısında bir Osmanlı burjuvazisinden söz etmek mümkün olmadığından, ilişkiler doğrudan devletin yani bürokratların kanalından geçmektedir.  Bu sebepledir ki Osmanlı toplumuna nüfuz edebilmenin yolu, bürokrasiden geçmektedir. Emperyalist ilişkilerin, Tanzimat, Birinci ve İkinci Meşrutiyet bürokratları ile kurulduğunu da belirtmek gerekir.

Cumhuriyet’te ise, başka bir alternatif denenmiştir. Politik iç ve dış ilişkiler, yerli özel sermaye ve büyük toprak sahipleri aracılığıyla kurulmuştur. Bu ilişkiler oyla ve İslamcı-Doğucu halk potansiyeli kullanılarak sağlanmıştır. Bürokrasinin rolü ikincil konuma düşürülmüştür. Demokrat Parti iktidarında bu görülmüştür ve 27 Mayıs’a kadar da devam etmiştir.  Daha sonrasında Adalet Partisi iktidarı, özellikle aynı sermaye ve büyük toprak sahibi çevreler adına, yine Doğucu-İslamcı potansiyeli kullanılarak sağlanmıştır.

Küçükömer, Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren Türkiye’yi idare eden sağlam kuvvetleri hep CHP’nin temsil ettiğinden bahsetmektedir.  Burada kendisini Batıcı-Laik olarak tanımlamaya çalışan CHP’yi sert bir dille eleştirmektedir.  CHP içerisinde bir demokrasiden söz edilmediğini çünkü nihai hedeflerinin bürokrasinin elinde tutulması şeklinde olduğunu belirtir.

İsmet Paşa’ya göre Türkiye’nin dengesi, bürokrasinin, memleketin sahibi olduğu iddia edilen sağlam güçlerin dengesiyle özdeştir (Küçükömer, 2013, s.81). Burada Küçükömer şu soruyu sormaktadır: “Bu ne biçim demokrasi görüşüdür?”  Türkiye’de demokrasi, Osmanlı ve Cumhuriyet dönemleri de dahil olmak üzere “yukarıdan aşağıya” uygulanmaya çalışılmıştır.   Dolayısıyla bürokratik gücün tek elde muhafaza edildiği bir ortamda sivil toplumun var olma çabaları başarısız olarak nitelendirilebilir. Burada CHP kanadında, İsmet Paşa da dahil olmak üzere diğerlerinden ayrılan biri vardır: Bülent Ecevit. Ortanın Solu hareketinin başına getirilen Ecevit, CHP toplantısında verdiği bir demeçte halktan kopuk bürokrat aydın ile halk arasındaki ilişkiyi Marx üzerinden örneklendirmiştir.  Halkçılığın gerçekleşebilmesi için bürokrasiye karşı çıkılması, ondan uzaklaşması ile mümkün olacaktır.

Küçükömer, Türkiye’de içten ve dıştan örülen bir kördüğümden bahseder. Bu kördüğümde emperyalizmin büyük bir rolü olduğunu belirtir. Bu düğümün çözümünün ise devrimle mümkün olabileceğini ifade etmektedir.

Daha sonraki kısımda Celal Bayar’ın ele aldığı iki gruptan bahsedilmiştir: Ordu ve Aydın.  Bayar, “fiili durum” olarak bahsettiği 27 Mayıs hareketinin Demokrat Parti’ye karşı düşen ve devlete ortak olan ordu ve aydın grubundan bahsetmektedir. Bu politik meselenin aslında Osmanlı dönemi için de benzer bir versiyonundan bahseder Bayar. Osmanlı’daki Saray, Medrese ve Ordu üçlüsünden bahsedilir. Ordu ve Medresenin tabandan gelen yönetimin temsilcileri olduğu ele alınır. Çünkü Türk toplumunda Batı anlamıyla bir sınıftan söz edilemez.

Küçükömer’in teorik bilginin üzerine çıktığını ve pratik olarak da verdiği örneklerle argümanlarını güçlendirdiğini söylemek gerekecektir. İlk bölümler de doğu-batı karşılaştırması yaparak Türk toplumunun temel dinamiklerini oluşturan alt bilgiyi okura ulaştırır. Ardından Türk toplumunda eksik gördüğü noktaları, Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerinden verdiği kesitlerle zenginleştirir. Dolayısıyla okuyucu birbirinden bağımsız zaman ve mekanlarda verilen bu demeçleri aynı çizgiye oturabilir, zorlanmaz. Yukarıda da değinilmeye çalışıldığı gibi bürokrasinin varlığı sivil toplumun gelişimine engeldir. Batı’da üretim ilişkileri, devlet yönetiminde yer alan kitlenin farklı olması ve zaman olarak da Türk toplumunun sivil toplumun oluşacağı zeminden geri kalması örneklerle ele alınmıştır. 

Bir diğer önemli nokta, felsefedir. Felsefe sivil toplumun oluşabilmesi için gereklidir. Ancak doğu toplumlarında felsefe genel itibariyle mevcut değildir. “Toplumlar ideolojisiz yaşayamazlar. Ama ideolojileri de derleyip toplayacak, birini öbürüyle ikame edebilecek, üst düzeyde bir ideoloji olarak felsefe geleneği gerekli değil midir?” sorusunu sorar Küçükömer Küçükömer, 2013, s. 135). 

Bizde Batı’daki anlamda bir sivil toplum hiçbir zaman oluşmamıştır. Osmanlı, Batı’yı etkilemiş ve Lord Acton’ın deyimi ile “Modern Avrupa devletlerinin kuruluşu Türklerin Batı’yı vurması ile başlamıştır.” (s.135) Ancak bundan ötesine gidilememiştir.  Burada Batı’dan farklı olarak sivil ve politik toplumun bir bütün halinde olmasından bahsedilebilir. Modern sivil toplum sürecinde politik ve sivil toplumun ayrışması gerekir. Doğu toplumlarında, Türkiye de dahil olmak üzere sivil-politik toplum ayrımından bahsedilemez. 

Batı’da iktidarlar çeşitli düzeylerde bölünmüşlerdir. Ancak bu durum Doğu’da tersinedir. Bölünmüşlük varsa bile geçicidir. Kısaca, politik toplum çok dar ya da tek kişiden oluşur; sivil aralık açılamaz; ya da cılızdır yetmez; bunun ideolojisi kültürün üzerine abanır (Küçükömer, 2013, s. 139).

Burada kısa kısa kesitlerle ifade edilmeye çalışılan şey, Türkiye’de bir sivil toplumun Batı manasıyla olmadığının altının çizilmesidir. Belirtildiği gibi, eleştirel bir üslupla yazıldığı için sorgulanmaya açık alanlar açar ve üzerinde düşündürür.  Bu açıdan bakıldığında okunmaya ve üzerinde düşünmeye değer bir derleme olmuştur.

 

AYDAN YOLCU

Sivil Toplum Okumaları Stajyeri