Home Blog Page 91

Kimlik Pazarlığı: Fransa ve Almanya’da Devlet ve Göçmen İlişkileri

0

 

Riva Kastoryano(2000). Kimlik Pazarlığı:Fransa ve Almanya’da Devlet ve Göçmen İlişkileri.İstanbul:İletişim Yayınları, 1. Baskı, 274 Sayfa, ISBN: 9789754707755

 

    Riva Kastoryano’nun Kimlik Pazarlığı,Fransa ve Almanya’da Devlet ve Göçmen İlişkileri adlı yapıtı, Uluslararası İnceleme ve Araştırma Merkezi (CERI) çerçevesinde gerçekleştirdiği bireysel ve kolektif araştırmaların bir sentezi olarak karşımıza çıkıyor. Yazar bu kitapta, Fransa ve Almanya’daki Müslüman ülkelerden göç eden bireylerin entegrasyon/bütünleşme yöntemlerini ele almıştır. Kitap, söz konusu toplulukların örgütlenmeleri, hareketlenme biçimleri ve kimlik konusundaki taleplerinden hareketle, ulus-devlet sorununu ortaya koyup, kitapta bahsi geçen devletlerin bir siyasal yapı olarak sağlamlığını, kuruluş ilkelerini, özellikle de kimliğini sorgulamaktadır. Kitap sekiz bölümden oluşmaktadır ve her bölümde Fransa ve Almanya’da yaşayan yabancılar ile göçmenlerin sorunlarını bu üç ülkeyi karşılaştırarak aktarmaktadır.

Riva Kastoryano, kitabında genel olarak Avrupalı devletler ile göç kaynaklı nüfus grupları arasındaki kimlik ve bağlılık çatışmalarından söz etmektedir. Bu süreçte kitaba göre, Fransa ve Almanya’daki çok kültürlülük söylemi, göçmenleri etnik ya da dini özellikleriyle tanınan cemaatlere dönüştürmektedir. Fransa ve Almanya’da gerek siyasal gerek bilimsel perspektifte göçmen popülasyonunu ifade etmek için cemaat teriminin kullanılması, bir süre sonra göç alan devletin yerli nüfusunun kendisini de bir cemaat olarak görmesine sebep olmaktadır. Bu bağlamda cemaat ifadesi yerli nüfus ile göçmen nüfusu karşılaştırmanın bir yolu olarak görülmüştür. Yazar, Benedict Anderson’ı haklı bularak şu cümlesini kitaba aktarıyor: “Ulusal cemaat hayali bir siyasi cemaattir, ama kaynağını ona ideolojik ağırlığını kazandıran kültürel, dilsel ve dinsel referanslarından alır.”

     Kastaryano’nun aktarımına göre, Fransa ve Almanya cemaat terimini farklı anlamlarda kullanmaktadır. Fransa’da cemaat kelimesi daha çok dini anlamda kullanılırken, Almanya’da ise Alman kimliği karşısında etnik bir tanım olarak kabul edilmektedir. Yazar da buradan yola çıkarak göçmen nüfus tarafından oluşturulmuş etnik, dinsel ya da ulusal tüm cemaatlerin batılı devletlerin kendi ulusal cemaatlerine biçilen ölçüler çerçevesinde tanımlandığını ifade etmektedir.

    Fransa ve Almanya’da göçmen cemaatlerin entegrasyonu konusunda belirli bir siyasi model çizilememiş ve durum hem devletlerin hem de cemaatlerin siyasi davranışlarını yönlendiren pazarlıkları beraberinde getirmiştir. Bu pazarlıklar bazı değerleri yeniden tanımlayarak veya bazılarını güçlendirerek yeni “birlikte yaşama’’ kanunları geliştirmek için ortaya konulmaktadır. Öne çıkan pazarlıklardaki ana amaç ulus-devlet düşüncesini yeniden düzenlemek, tarihsel bir süreklilik sağlamak ve kamusal alanda ortaya çıkan tikellikleri kabul etmektir.

     Kitabın giriş bölümüne Kastoryano, “Kentte şiddet, siyasi şiddet, dilde şiddet…’’ ifadesiyle başlamaktaıdır. Yazar bu şiddet çeşitlerinin göçmenlerle bağdaştırıldığını ve göçmenler ile devletler arasında karşılıklı korku ve kuşkuya sebebiyet verdiğini kaydetmektedir. Ayrıca,1960’lardan günümüze Batılı ülkelere göçlerin önemli sosyolojik sorunlar oluşturduğunu ve bu bağlamda toplumların siyasi, ekonomik, ideolojik ve ahlaki tavırlarının değiştiğine de değinmektedir.

    Yazar, bu pazarlık tercihini ılımlı bir çözüm olarak görmekte, fakat ılımlı olarak görmesinin asıl nedeni oluşabilecek çatışmalara çözüm getirebileceğini düşünmesidir. Ayrıca yazar Batı Avrupa’daki göç kaynaklı nüfus gruplarının kimliğe ilişkin taleplerinin ve pazarlıklarının Balkanlar’da, Lübnan’da ve Türkiye’de olduğu gibi bölgesel etnik çatışmalara yol açan milliyetçi hareketlerin ortaya çıkmasıyla hiçbir benzerliğinin olmadığını belirtmiştir. Fransa’daki Mağribliler’in dinsel özelliklerinin tanınma talebi veya Almanya’daki Türklerin etnik-ulusal kimliğinin tanınma talepleri büyük ölçüde belli bir siyasi ifade çerçevesinde bütünleşmektedir. Bu siyasi ifadeler demokratik yöntemin yeni temeli olarak “farklı olma hakkı’’na yönlendirilmiştir.

    Riva Kastoryano, 1980’lerde Fransa ve Almanya’daki göçmen nüfus gruplarının toplumsal entegrasyonuna da kitabında değinmiş ve bu iki ülkeyi karşılaştırmıştır. Fransa’daki göçmen grupların entegrasyon düzenlemeleri büyük ölçüde kültürel çeşitliliğe örgütlenme ve kimliklere de kendilerini ifade etme olanağı sağlayan kamusal desteğe dayandırılmaktadır. Almanya’da ise entegrasyon programları yabancıları çıkar cemaatlerinin vektörü olarak Alman korporatizmi içine dahil etmeyi hedeflemektedir. Yazar, buradan hareketle, her iki ülkede de kültürel farklılıklardan kaynaklanan toplumsal eşitsizlikleri yok etmeye yönelik politikaları, siyasi eylemin tek meşru temeli olarak kimliklerin gösterdiğini eklemiştir. Bu perspektif üzerinden devam eden Riva Kastoryano, etno-kültürel ve dinsel nitelik taşıyan cemaatlerin bu şekilde duyurulan özelliklerin ilerde yasal olarak tanınmasını sağlama noktasına varma ve iktidarla cemaatlerin pazarlığa oturması için gerekli bir taktik haline geldiğini eklemektedir. Belirtilen taktikle birlikte devletler de her zaman bekçisi oldukları ulusun kurucu değerlerini hatırlatmak ve başka kimlik tanımları, başka bağlılıklar ifade eden nüfus gruplarıyla bu değerlerin pazarlığına oturmak durumunda kalmaktadır. Buna karşılık söz konusu nüfus grupları da sınırları içinde yaşadıkları devletlerin meşruiyet çerçevesi içinde yer alan bir tanınma arayışı ile birlikte cemaat haline gelmelerini sağlayacak kimlik unsurlarını daha da sağlamlaştırmaya çalışmışlardır. Sonuç olarak Kastoryano’ya göre, Fransa’daki göçmen gruplar laiklik karşısında İslam çevresinde dayanışmalar tanımlıyor ve Almanya’da ise Türk uyruklular Almanların vatandaşlık kavramı karşısında bir etnik azınlık halinde yapılanıyorlar.

    Kimliklerin yönetiminde söylenenler ile eylemler veya ilkeler ile gerçeklik arasında en fazla çelişkiyi devlet politikaları üretmektedir. Kimlikler alanındaki  sorun, devletler ile göç kaynaklı nüfus grupları arasında bir karşılıklı güven ilişkisi yerleştirmek, bu nüfus gruplarının kimlik belirleme gereksinimlerine yanıt verebilmek ve bu açıdan siyasi ilkelerin tarafsızlığıyla ulusal kurumlar çerçevesinde meşru olarak tanınan farklılaştırıcı bir pratiği birleştirecek yolların keşfidir. Diyaloğu ve yurttaşlığı sağlamaya yetecek bireysel veya toplu meşruiyete sahip tek kimlik çerçevesini ve kimlik pazarlığı yapılmasına olanak verecek tek siyasi gücü devletler oluşturmaktadır. Görüldüğü gibi göçmen nüfusunun kimlik istekleri klasik ulus-devlet şemalarını sarsmaktadır. Fakat farklılıkların tanınması ve kimliklerin pazarlığı son olarak hep devletlerle yürütülmektedir.

    İncelediğim “Kimlik Pazarlığı, Fransa ve Almanya’da Devlet ve Göçmen İlişkileri” kitabı, birçok farklı araştırmayı bir araya toplamış, bu araştırmaları karşılaştırarak ve ülkeler temelinde örnekler vererek bizlere sunmuştur. Kitapta Fransa ve Almanya’da, devletle Müslüman göçmenler arasındaki ilişkilerden hareket edilerek ulusal modellere dayalı çözümlerin sınırları açıklanmaktadır. Amerika Birleşik Devletleri’ni kendilerine örnek ve karşı örnek alan bu iki devlet, siyasal tepkilerde de ilginç benzerlikler ve farklılıklar göstermektedir. Bu üç ülke de metot olarak demokrasiyi benimseyen ve kimliklerin kendilerini ifade etmeleri konusunda bir tür liberalizmden yararlanan ülkelerdir. Fakat üç ülkede de farklı sonuçlar ve ikilemler ortaya çıkmaktadır. Riva Kastoryano’ya göre bu ikilemleri ve sorunları çözecek model kimlik pazarlığıdır. Demokrasi içinde, devletler ile göçmen grupları arasındaki karşılıklı güvenin oluşturulma sürecini bu kitabı okuyarak anlayabilirsiniz.

 

ASIM TOLGA DOĞANGÜZEL

TUİÇ Göç Çalışmaları Stajyeri

Sivil Toplum Sivil Topluma Karşı: Sivil Toplum Örgütleri ve Çevre Politikaları

0

Sivil toplum ve sivil topluma bağlı olan konularda birçok yayını bulunan Prof. Dr. Ömer Çaha, Sivil Toplum Sivil Topluma Karşı adlı kitabında sivil toplum örgütleri ve onların değindikleri konuların Türkiye’deki ve dünyadaki serüvenine göz atmaktadır. Kitap, 15 bölümden oluşmaktadır. Her bir bölümde başka bir alandan söz eden Çaha, birçok konuya kısa ve öz bir şekilde değinmiştir. Bu yazı, kitabın “Sivil Toplum Örgütleri ve Çevre Politikaları” isimli bölümünü incelemek amacıyla yazılmıştır.

Çevre sorunları ve bunun üzerine üretilen politikalar, 1972 yılında Birleşmiş Milletler’in konuyu konseye taşımasıyla ulusal bir sorun olmaktan çıkmış, uluslararası arenada da tartışılan bir problem haline gelmiştir. Küresel ısınma, iklim değişikliği, su kaynaklarının kuruması, çölleşme tehlikesi, buzulların erimesi gibi problemler günümüzde de kaçınılmaz ve uluslararası sistemin gündeminde başı çeken birkaç sorundan biri haline gelmiştir. Günlük hayatın en içinde yer alan bu problem doğal olarak devletlerin, siyasi partilerin ve sivil toplum örgütlerinin de oldukça önem verdiği bir konudur. Çaha, kitabın bu bölümünde hem bu küresel soruna değinirken hem de Türkiye’nin bu konudaki eğilimlerini ve kuruluşlarını incelemeye almıştır.

Çaha, dünyada yürütülmekte olan çevre politikalarını 4 ana başlığa ayırmaktadır.
Dünyada çevre politikaları yürütme şekilleri:

1. Tamamen devlete bırakan ülkeler
2. Siyasi partiler üzerinden yürüten ülkeler
3. Devlet destekli araştırma kurumu üzerinden yürüten ülkeler
4. Toplum düzeyindeki baskın gruplar tarafından yürütülen ülkeler

olarak sıralanmaktadırlar. 1972 Birleşmiş Milletler konferansından sonra Türkiye bu kategoriler arasında konuyu toplum düzeyinden alıp devlete bırakanlar arasında yer almıştır. Halbuki bu tarihten önce çevre konusu, Türkiye Tabiatını Koruma Derneği gibi kurumlar aracılığıyla sivil topluma indirgenmiş bir skalada incelenmiştir.

Yazar, Türkiye’nin kendi içinde de yeşeren 4 ayrı çevrecilik şekli olduğuna değinmiştir. Birincisi, yukarıda bahsedildiği üzere “Bürokratik Çevrecilik” tir. Devletin, cumhuriyetle beraber kendini çağdaş seviyeye çıkarmak için çaba göstermesiyle birlikte çevre ve çevre sorunlarına çözüm getirme, devlet mercilerinde temel bir konu haline gelmeye başlamıştır. Çevre politikaları, devletin gelişimi için bir araç haline gelmiştir. Bu durum 90’ların sonundaki Kalkınma Planları’nda da görülmektedir. Özellikle turizm potansiyeli yüksek bölgelerin veriminden yararlanmak adına doğa yok edilip oteller, turizm merkezleri kurulmuştur. Giderek betonlaşan bu bölgelerin doğası ve güzelliği de bu hedef uğruna hala yok edilmeye devam edilmektedir. Aynı zamanda bürokratik çevreciliğin yukarıdan dayatıcı olması, ahlaki ve insani olan bu konunun buradan uzaklaşıp siyasi bir konuma düşmesine sebep olmaktadır. Bu durum çevrenin, özellikle sivil toplum yaşamını etkileyen bir faktör olarak halktan uzak kalmasına neden olmaktadır. Dolayısıyla çevre ile iç içe yaşam süren halkın bağları zedelenmektedir.

Yazara göre ikinci gelişen çevrecilik anlayışı ise “kurumsal” çevreciliktir. Kurumsal çevrecilik, bilimsel gelişmeleri baz alarak çevresel sorunları tespit edip bunlarla ilgili mercilere durumu iletme hedefiyle hareket etmektedirler. Bu tür kuruluşlar; örneğin TEMA, Türkiye Tabiatını Koruma Derneği, Doğal Hayatı Koruma Derneği gibi kuruluşlar uzman kişilerin görüşlerini devlet yetkililerine sunduğu, bu konuda yürütülen politikaları etkileyen ve bir bakıma devletin bir yardımcı kolu gibi çalışan kurumlardır. Devletin yanlış politikalarına karşı reaktif bir tutum göstermeden bilimsel şekilde ilerlemektedirler.

Yazarın ele aldığı üçüncü gelişen çevrecilik anlayışı olan “reaksiyoner” çevrecilik, yerel düzeyde yaygınlaşan ve daha çok yanlış politikalara tepki verme ve düzeltici olma yolunda ilerleyen bir anlayış olarak karşımıza çıkmaktadır. Yalnız çevre konusu için değil; ayrıca kadın hakları, katılımcı demokrasi gibi temel anlayışlar için de harekete geçmektedirler. Küçük de olsa politik bir yanı olan bu örgütlenmeler, büyük kentler olmak üzere birçok yerde faaliyet göstermektedirler.

Kitapta dördüncü olarak ele alınan “sosyal” çevrecilik, politik bir yönü olmayan Türk kültürüne de bir bakıma yerleşmiş olan çevre sevgisinin temsili olarak karşımıza çıkmaktadır. İnsanların yaşadığı çevreyi temiz tutması, yeşillendirmesi ve güzelleştirmesi temel misyonlar arasındadır. Ancak bahsedildiği üzere bu grupların etkileri ve hareketleri kendi yaşam alanları içerisinde sınırlı kalmıştır.

Yazar son bölümde ele aldığı çevre konusunu sade ve nitelikli eleştirilerle sonlandırmaktadır. Yukarıda da bahsedildiği üzere, Türkiye’de çevre politikalarının çoğunluğunun devlet adı altında yapılması güçlü bürokratik geleneğini devreye sokarak çevre konusunda toplumdaki direnci kırmaya çalışmaktadır (Çaha, 2017, s.150). Devlet, gerekli finansal desteği ve fikir belirtme alanını sağlayarak sivil toplum kuruluşlarını harekete geçirmeli ve onları politikalara ortak etmelidir. Sivil toplum örgütleri, halkla çevre arasında bir köprü kurabileceği gibi çevreyi politik bir araç olarak ele almadan çevrenin yararını koruyabilmektedirler. Sivil toplum örgütleriyle organize olarak çalışmak hem çevreye olan duyarı artırırken hem de çevrenin menfaatini korumak açısından sağlıklı bir adım olacaktır.

 

 

 

 

GÜZİDE GÜLİZAR DOĞAN 

SİVİL TOPLUM STAJYERİ

 

KAYNAKÇA:

Çaha, Ö. (2010). Sivil Toplum Sivil Topluma Karşı. İstanbul: Mana Yayınları.

TUİÇ ONLINE STAJ (o-Staj) BAŞVURU SONUÇLARI

0

Yeni dönem o-Staj programı başvuru ve seçim süreci sona ermiştir. o-Staj ilanımıza göstermiş olduğunuz yoğun ilgi için çok teşekkür ederiz. Her ne kadar herkesi staj programımıza kabul etmeyi ve hiç kimseye olumsuz dönüş yapmamayı arzulasak da katılımcıların staj sürecinden en üst seviyede verim almasını sağlamak ve programın sağlıklı bir şekilde yürütülmesi için belirli sayıda kişi kabul edilmiştir.

Seçilen stajyerlere mail ile bilgilendirme yapılmıştır. Olumlu geri dönüş alan stajyerlerin,15 Aralık Salı gününe kadar aşağıda belirtilen ödeme sisteminde ödemeleri yapmaları gerekmektedir.  o-Staj ücreti, derneğe bağış olarak kabul edilmektedir ve TUİÇ faaliyetlerinin yaygınlaştırılması adına kullanılmaktadır.  Ödemede herhangi bir sorun yaşanması durumunda [email protected] üzerinden bizlere ulaşabilirsiniz. Staj başvurusunu kazanan adayların, staj başvuru şartlarını yerine getirmemesi durumunda yedek adaylar ile iletişime geçilecektir.

 

Staj yapmaya hak kazanan adayların o-Staj ücretini aşağıdaki linke tıklayarak ödemesi rica olunur.

Ödeme Linki: https://fonzip.com/tuic/form/tuic-online-staj-o-staj-basvuru-sonuclari

Almanya’ya Hoşgeldiniz (Willkommen in Deutschland)

Yaşadıkları köyün dışındaki hayattan bîhaberken kendilerini dev, sarışın adamların ve sıra sıra dizilmiş binaların arasında bulurlar. Bütün amaçları ekmek parası kazanmak, çocuklarına düzgün bir hayat yaşatabilmektir. Film, bu 50 yıllık serüveni tam anlamıyla hissetmemizi sağlıyor.

Almanya’ya Hoşgeldiniz her karakterin, sahnenin ve repliğin filmi defalarca kez izlenmeye değer kılacak kadar iyi olduğu; kısacası her açıdan başarılı ve az bulunur bir film. Yasemin ve Nesrin Samdereli’nin yazıp yönettikleri Almanya’ya Hoşgeldiniz filminin bu hisleri yaşatmasının nedeni belki de yönetmenlerin kendilerinin de gurbetçi olmasıdır.

Hikaye, Almanya’ya göç eden 1.000.001’inci misafir işçi Hüseyin Yılmaz’ın ve ailesinin yaşam ekseninde geçiyor. Film; Yılmaz’ın gençliği, küçük yaştaki üç çocuğu ile ilişkilerinin ardından yaşlılığı, yetişkin çocukları ve  torunları ile olan sahnelerle geçmektedir. Filmin başlarında Yılmaz’ın misafir işçi olarak Almanya’ya gitmesinin altındaki sebep göze çarpmaktadır. Yılmaz’ın sabahlara kadar çalışıp didindiği halde ailesini geçindirememesi ardından bir köy kahvesindeki gazetede gözüne çarpan Almanya’nın hala işçi aldığı ilanını görmesi göçün temel sebebidir. Misafir işçi olarak göçün en büyük nedeninin ekonomik sebepler ve geçim sıkıntısı olduğu göze çarpmaktadır.

Almanya’ya ilk adım attığı andaki replik dikkat çekmektedir: “Her şeyin farklı olduğu ülke, özellikle de dilin.” Bu replik işçi göçünün en büyük ve zorlayıcı sonuçlarından birinin o ülkenin dili ve o dili öğrenmek olduğunu gözler önüne sermektedir. Almanya’ya göçten sonraki süreçte, Yılmaz’ın yüklü miktarda para kazanması ve o paraları Türkiye’deki ailesine göndermesi, Yılmaz’ın misafir işçi olarak Almanya’ya gitmesi hususunun kendince işe yaradığını hissettirmektedir. Bir süre sonra Yılmaz, Türkiye’ye ailesini ziyaret için döndüğünde çocuklarının başıboş ve okul ile ilgili problemleri olduğunu keşfetmektedir. Bu disiplinsizlikten dolayı beraberinde eşini ve çocuklarını Almanya’ya yanında götürmek istemektedir. “Almanya’da disiplini öğreneceksiniz. Zira Almanların en iyi yaptığı iş.” sözü ise ailesinin ve çocuklarının da beraberinde Almanya’ya göçünün zorunlu olmasını sağlamıştır.

Daha sonraki süreçte ailenin Almanya’ya ilk gelişlerinde göçün sonuçlarının ilk kademeleri seyirci tarafından hissedilmektedir. Eşinin ilk zamanlarda Almanca bilmemesi sebebiyle marketten ekmek almakta bile zorlandığını, çocuklarının bir kelime dahi Almanca bilmeden okula başlaması gibi göçün beraberinde getirdiği sosyo-kültürel sonuçların etkilerini kolayca fark etmek mümkündür. Belli bir süre sonra memleketlerinden uzak kaldıkça göçen ailenin Alman kültürünün etkisinde kaldığı filmde açıkça gözler önüne serilmektedir. Göçün beraberinde getirdiği sosyal ve kültürel adaptasyon ve uyum göze çarpmaktadır.

Fakat film, Hüseyin’in ailesinin iki kuşak sonrasını gösterdiğinde insanın kaybetmemesi gereken ve asla kaybetmeyeceğini düşündüğü değerlerini nasıl da kolay kaybettiğini acı bir biçimde gösteriyor. Kırk yıl sonra Hüseyin’in sahip olduğu tek şey artık kendisidir. O memleketini bırakmak istemeyen eşi Fatma’nın yerinde, Alman vatandaşlığına geçebilmek için domuz eti bile yiyebilecek kadar eski benliğiyle ters düşmüş Fatma; arkadaşlarını ve köyünü bırakmak istemeyen oğulları Veli’nin ve Muhammed’in yerinde ise artık kavgalarını bile Almanca eden ve ailesinden yeni yıl kutlaması için çam ağacı süslemeleri ve hediyeler almalarını istedikleri Veli ve Muhammed vardır. Tüm bunların yanı sıra, Hüseyin’in en küçük ve Türkçe bile konuşamayan oğlu Ali’nin Alman bir eşten olan oğlu Cenk vardır. Bu kısımlarda açık ve net bir şekilde göçün aile yapısına, dillerine, yaşayış biçimlerine, kültürlerine ve sosyal yaşamlarına etkisi görülmektedir.

Film, Yılmaz’ın ilkokul çağlarındaki torunu Cenk’i Anadolulu bir Türk oluşundan dolayı okuldaki ilk gününde diğer çocukların müstehzi bakışlar eşliğinde aşağıladıkları, bunun için Cenk’i rahatlatabilmek amacıyla vaktiyle Almanya’ya neden ve nasıl geldiklerine ilişkin olarak içini bolca fanteziyle süslediği uzun bir hikâye anlatmasıyla başlamaktadır. Bu da aslında 1960’ların başlarından itibaren evlatları için biraz daha iyi bir gelecek kurabilmek adına çeşitli Avrupa ülkelerine savrulmuş milyonlarca gurbetçinin ortak hikâyesidir. Küçük bir çocuk için göçün beraberinde getirdiği en büyük sorunu (hep yabancı hissetme, dışlanma, aidiyet) film, net bir şekilde izleyiciye hissettirmektedir. Bunun sonucunda Cenk, ailesine sürekli “Biz şimdi neyiz? Türk müyüz Alman mıyız?” şeklinde sorular yöneltir. Bu bölümlerde de göçün küçük bir çocuk için nasıl bir kimlik bunalımına sebep olduğu ifade edilir.

Filmin konusuna geri dönmek gerekirse; kırk yıl sonra köyünden toprak alan Hüseyin, bir gün ailecek yemek yerken herkesin eksiksiz olarak onunla birlikte Türkiye’ye gelmelerini ister. Fakat küçük torunu Cenk hariç aileden hiç kimse bu durumdan memnun olmaz ve zorla da olsa Hüseyin ile birlikte Türkiye’ye giderler. Çünkü değişmişlerdir. Zamanında ekonomik sebeplerle gerçekleşen bu işçi göçü sadece ekonomik değişikliklerle kalmayıp her alanda değişikliğe sebep olmuştur. Sosyal, kültürel, dil, düşünce tarzı, yaşayış biçimi gibi boyutlar bu etkilenmenin başını çeker. Fakat Türkiye’ye uçakla gittikten sonra yollarına karayoluyla devam edecek olan Hüseyin, yolda kalp krizi geçirir ve hayata gözlerini yumar. Gerisinde, Türkiye’de kalmak istemeyen koca bir aile bırakmıştır. Burada izleyici, hissedilen ekonomik sebeplerle gerçekleşen bu göçün amacına fazlasıyla ulaştığı halde vatanında ölmek isteyen insanın eşsiz duygularına tanık olur.

Filmin son kısmında ise bu işçi göçünün göz ardı edilemeyecek kadar büyük değişikliklere neden olduğu, filmin başında Almanya’ya adım atan ailenin bambaşka bir aileye dönüştüğü çarpıcı bir şekilde gözler önüne serilmektedir. Film, Max Frisch’in yabancılar üzerine alayla karışık anlatısından esinlenilmiş bir cümle ile bitmektedir:

 

“Wir riefen Arbeitskrafte, es kamen Menschen”

“Biz iş gücü çağırdık, gelen ise insanlardı.”

ELİF Berdo

Göç Çalışmaları Staj Programı

Building Mexicannes: Before and After 1910:

 

 

 

ABSTRACT

In this article, the aim is to analyze the identity of Mexicanness before and after the Mexican Revolution. After the Independence, the country had attempted to create an identity that covers all people in the land though it was not a successful attempt. The colonial legacy was an impediment in terms of creating unity within the country, yet the revolution and its “mestizaje” base racial expression started to cover the notion of Mexicanness. Although there was not a significant change for the peasantry and the natives after the 1910 Revolution, the notion of unity had started to be adapted with the folkloric mestizo identity. This paper examines the historical ground in the sense that national unity and identity of Mexicannes were hollow terms before the Revolution of 1910; yet after the revolution, the discourse and the narratives have changed and the country’s identity and formal nationalism were shaped around the folkloric mestizo base identity which is Mexicanness.

 

Key words: mestizo, identity, land, Mexican, nation

 

 

INTRODUCTION

The Mexican is a multi-layered and relative identity that is difficult to unravel and define. Purpose of this article is not to explain what it means to be Mexican in the global and capital world and to make clear definitions for the notion of “Mexicanness”. Yet, it is possible to get some features from the Mexican intellectuals’ point of view about the Mexican national identity. According to these intellectuals, being Mexican as associated with inferiority complex, has a tendency to be perceived as alienated, alone or emotional, aggressive and sometimes resentful yet on the hand also as spiritual and most importantly culturally creative.[1] Still, there is no exact definition for being Mexican due to its history of colonialism and miscegenation. Mexico’s nationalism differs from Japan, France, or Germany in the sense that it has lacked the four distinctive features that form that common ground of a national union which are the language, a common character, a relatively homogeneous race, and history. At this point, it is important to note that people living in the same territory, even the Indians, are isolated and disconnected from each other because of the lack of a common culture, race, and shared identity. Thus it is a quite difficult task to create Mexican unity and spirit. Precisely for this reason, it is not possible to mention a national identity until the 1910s due to classification, segregation, and the lack of comradeliness within the society. Therefore, after that time, it was determined that the racial expression of the country was the “mestizaje” which refers to the country’s hybridity. The cults and symbols of this mestizo base identity come from folkloric features of the pre-Columbian era. The term Mexicanness, which is the supra-identity of the country, constitutes the narrative of national unity based on mestizo race with folkloric symbols and myths. Before the 1910 Revolution, the country had no certain identity to unite all people in Mexico. There were some attempts yet they were not inclusive to the peasantry and native groups. Even in the elite circles, there were no distinct elements and notions that can form some sort of belonging to national unity. The lack of identity and belonging ceased to exist after the 1910 Revolution and thus brought stability and development to the country. The concern for building a national identity had been a central problem since 1910 because unlike the earlier times, the peasantry and natives could not be ignored due to their contributions to the revolution. Prior to 1910, the native groups were stagnant, passive and also were intentionally excluded by the elitist, white supremacist groups. In that regard, first, we will point out the social and political situation in Mexico after Independence, and then cover the changing dynamics of the unity due to the social upheavals in the country. The paper concludes that the folkloric based mestizo identity was introduced as part of national unity and it started to cover up the Mexicanness in order to settle down the disorder after 1910.

1.BEFORE 1910

Since the focus of the paper is on the Mexican identity, we need to explore the historical background of the 1910 Mexican Revolution. Therefore our starting point will be the Independence War. In this section, we will try to address three main historical periods in order to give a proper explanation to the Mexican identity. The War of Independence as first, the Liberal Constitution as the second and lastly the Porfiriato Era.

2.1. War of Independence

Mexican identity can be traced back to the country’s independence. In this section, we will explore the conditions that have contributed to the creation of Mexicanness after Independence.

During the Colonial Period, today’s Mexico was called “New Spain”. This name, New Spain, was given to the region by the Peninsulares. After the War of Independence that outbroke with the rebellion of the creole and mestizo priests, the pioneers of the Independence War named the country Mexico. It symbolized a rupture from the Colonial descendants. Rather than calling the country as New Spain, naming it Mexico represented an effort to establish a bond between the pioneers and the land. Though this independence movement did not originate from a nationalist sentiment; it is possible for us to say it generated some sort of patriotism. This form of early Mexican nationalism born out of the “creole patriotism” which is basically the common love of the land. Therefore, it is not surprising that pioneers used the name of Mexico. Furthermore, they embraced the sacred civilizations of the Americas as Europeans did the same with Greco-Roman civilization. They embraced the Ingenious past in order to validate their rights and achieve their objectives more quickly and eventually were forced to exalt the indigenous past.[2] They used several symbols to combine the old and the new, so that Mexican identity came as a syncretism in a way. The use the Aztec eagle and the search for the Pre-Colonial Christian figures such as Guadalupe represented the effort to build legitimation of the creoles on the land. [3]

2.2. The Liberal Constitution

     Although after independence, the identity of Mexicanness was started to get builded through the combination of old and new, it was not a strong identity that was embraced by all. The indigenous groups and peasant mestizos were still excluded. According to liberals, the Mexican character should not be represented; neither by the Indians nor by the mestizos. This position explains the unsuccessful efforts of the liberals to populate the national territory with European immigrants with the aim of “whitewashing” (blanquear in Spanish) the country; or the conservatives’ dreams of being ruled by a European monarch. Mexican Liberals ignored the Aztecs as mere barbarians and viewed the current Indians as an obstacle to the modernization of their country. According to liberals, the two major obstacles to the emergence of a secular, democratic society in Mexico were the wealth and impact of the Catholic church and the persistent and isolated backwardness of the Indian peasantry.[4] As a result, there was no such thing as a shared identity between the people of Mexico. The rigid segregation and social stratification within the society were an obstacle to form a sense of unity. Especially with the “La Reforma”, the range between the indigenous communities and the rich mestizos/whites became wider. With the new liberal constitution, conditions of the peasants and indigenous groups got worse than ever and they were displaced from their possessions and lands. The “hacienda” system was introduced as a mean to agricultural production. The Reform indicated that building a unity, a sense of common identity for all people was something impossible due to the wide gap between people. It was not just an economic gap, it was more of dominion over the peasant and working groups. It was the reflection of the white supremacy over and over again, in spite of the collapse of the Colonial Period. While the 1857 Constitution reflected the old liberal desire to establish a just and egalitarian society, a defensive nationalism was reinforced in the face of the cutting off of more than half of the territory as result of an economy developed through the orientation of a republican and federal State. In the second half of the 19th century, the creole project of nation-building was changing hands towards the mestizo Mexico. As Octovio Paz stated, “Mexico was not a Creole but a mestizo and it was not an Empire but a Republic”. Meanwhile, the term “Indian” started to be associated with class factors to denote other incomplete citizens, including poor peasants; i.e. class labels and races were started to be used interchangeably. Just by looking at the fifty years from independence, it is easy to say that almost nothing had changed for the indigenous groups. Independence did not create a common and shared identity for all people in Mexico, it used the land possessions and its symbols as means for justification of the creoles’ existence on the land after their ancestors had left.

2.3. The Porfiriato Era

The policies carried out during the 30-year-rule of dictator Porfirio Diaz had significant effects on the Mexican identity. It is an important period in the sense that the policies made during this era led to changes in Mexican society. First of all, it should be noted that positions of the peasants, workers and minority groups worsened during the Diaz Period. The exclusionary policies of this period were also reflected in the identity of the country. Indigenous groups and peasants, who were officially enslaved with the liberal constitution, were even more excluded and ignored during this time. The importance President Diaz attached to foreign investors can be seen as the project of creating an elite society through white hegemony, the establishment of “Cientificos” based on the principles of Social Darwinism, and moreover, the sparks on the road to the revolution. Social Darwinism, which was the trend in the world back then, and the superiority of white race became a question for some Mexican elite groups who faced identity problems and questioned their “indigenousness” as a feature to be embarrassed and hidden. Although the ruling elite groups always kept their distance from the indigenous people and peasants, they associated their existence with the assets and symbols of primitive and ancient civilizations and the land namely Mexico. Not only that, but they also excluded these disadvantageous groups from all realms of social life. Of course, in this case, it is not possible to talk about a common sense of Mexicanness. Mexico was just the name of the country, and there was no common sense of national unity or even a so-called unity. As a matter of fact, the rulers and elites who adopted white sovereignty with Social Darwinism tried to equate themselves with their European and North American counterparts, which actually demonstrated the discrimination and gaps in the society. Porfirio Diaz was pro-Western and his scientific board, Cientificos, also adopted the teachings of Social Darwinism and Herbert Spencer’s ideas and planted the seeds of these teachings all over the country. According to the Eugenics studies, not only the indigenous groups but also the mongrels were a major obstacle for the evolution and development of humanity. The mongrels were perceived as a diseased state of humanity. As a result, it was not only the peasants and indigenous peoples who were affected by this process but also the mestizo groups that suffered from this dagger of Social Darwinism.

President Diaz could have been a solution to the political imbalance that had persisted in Mexico for years. In fact, with him, there was a stability and order in the political situation of the country through his elitist policies started to affect negatively people in all parts of the country. Foreign investors and companies which were brought into the country, started to disturb Mexican businessmen and entrepreneurs and hacienda landowners, while also creating an atmosphere of unrest in the country. The situation of the workers in the mines and factories and the peasants working in the haciendas was worse than ever. The separatist situation created by the social and economic conditions created unrest throughout the country. Members of the wealthy mestizo class were also affected by the white hegemonic policies of Social Darwinism. On the other hand, white hegemonic policies meant more white investors and corporations, in which case even wealthy Mexican businesspeople were affected and the working conditions of workers and farmers were increasingly getting worse. Most importantly, during this period, the ideas of Social Darwinism were very influential because the elite Mexican group saw the indigenous people as the main reason for their backwardness and presented their policies as a justification for this. Another example of the separatist policies during the Díaz era is the efforts to attract European immigrants to the country to modernize and “whiten” the Mexican nation. According to “Científicos” member Justo Sierra, only the European blood could protect the civilization level from sinking.[5]

IMPACT OF 1910

As it is mentioned above, it was not possible to talk about any unity and common sense of belonging in the country since Independence. Although some symbols and myths seem to be used, these were all so-called changes that couldn’t alter the way indigenous people lived. After briefly mentioning the effects of the Liberal Constitution and Social Darwinism on the country, we can now examine the different identities in the society in more detail. From the Colonial Period, since the indigenous peoples were employed as workers and farmers, all people working in these areas of work began to be considered as indigenous after a while regardless of their blood ties. Rather than being a mestizo or pure indigenous through blood, one’s social status was instrumental in creating a label. All peasants working in the Haciendas were perceived as indigenous people, and social segregation was conducted over property and social status, not blood-related races. In short, being a mestizo or being indigenous was purely a social status and had no relationship through the blood. After all, it is not possible to talk about pure races with the social dynamism and mobility that emerged with the industrialization in the country. As social mobility increased, so did the miscegenation. As the anthropologist Peter Wade states that whiteness and social mobility are intimately intertwined: “There are structural links between vertical mobility and whitening which create a general association between being ‘whiter’ and having more money, education and power.”[6]

Therefore, most of the Mexican intellectuals conceive the mestizo as the key point for ensuring the unity of the country. Even, the emerging “indigenismo movement” had served for the mestizo based modern Mexican identity. The pioneers of this movement tried to dissolve the indigenous elements within the mestizo identity, therefore, the land reform movement was seen as a mean for building national unity. Unlike the white hegemonic elitists, the Mexican intellectuals of the 1900s did not ignore the indigenous peoples, but both groups had something in common; the first group saw indigenous peoples as an obstacle to development and therefore ignored it; while the second group thought that achieving nationwide development will only happen if indigenous peoples are involved. Therefore, it was very important for them to educate the indigenous peoples, to dissolve them in the mestizo element and to develop and use the indigenous groups to serve the mestizo-based national unity. As the Lomnintz pointed out “Mexican citizenship both by ‘indigenizing’ modernity and by modernizing the Indians, thus uniting all Mexicans in one mestizo community.”[7] In short, in Mexican intellectual discourse, the indigenous was perceived as an example of a traditional, primitive and archaic being that was stuck in the past and it only served for mestizo-based Mexican identity. It was not a representation of Indians, it was the dismantling of its features.

According to intellectuals such as Cabrera and Enriquez, the majority of the population was mestizo and national unity could only be reached through the mestizo-based identity. Therefore, Cabrera argued that the growing population of mestizo was necessary to establish Mexican nationality and “patria”. Cabrera defines homeland/patria as a family that shares a common territory, origin, religion, language, traditions, aspirations, and evolutionary genre. In short, patria means having unity and sharing a “common ideal”. Social mobility was therefore very important because industry meant social mobility, and social mobility resulted in miscegenation, and the key point of national development was to include isolated groups, namely indigenous peoples, in this movement. In short, social mobility was the result of both racial mixing, mestizo, as well as the dissolution of indigenous elements in mestizo through economic and social development.

The unification of race and class is evident for the mestizo which first rises as a political class and then becomes the supreme race – the strongest, more patriotic, more energetic, and “representative of true nationality”. Mexican intellectuals defined mestizo as the “real Mexican and future of modern Mexico” because it was neither Spaniard nor indigenous. Here, it is important to note that they created some sort of synthesis; the thesis was indigenous, antithesis was Spaniard and finally, mestizo came out as a synthesis but as Alan Knight indicated “It was the Revolution that mestizo cult blossomed… From this struggle emerged the mestizo, the “national race” of Mexico, the carrier of the national culture of the future… Therefore, mestizaje and nationhood were equated”. Although Mexican nationalists included Indian myths, values and history to this synthesis equation, they were reluctant to embrace the real Indian existence so that it was an “asymmetric synthesis rather than balanced one.” Yet, it is still possible to see some assertions to the Aztec rulers to instill nationalist discourses among masses: “All those who feel the blood of Cuauhtemoc throbbing in their veins.”

AFTER 1910

While evaluating this section, we will constrain the time frame with the 1940s because the main focus is to show how the mestizo based identity shaped and formed as a formal nationalism. Therefore, we will sacrifice the details and time framing for the sake of generalization.

With the armed struggle of 1910, Mexican society entered into a new stage and in the field of nationalism reached its culminating moment with the creation of revolutionary nationalism. The 1910 Revolution can be defined as democratic, popular or peasant. It manifests itself, in an explicit or implicit way, the constitutive features of the revolutionary nationalism embodied in the Constitution of 1917 that unrestricted the defense of the national wealth; by raising the standard of living of the popular sectors, either with the distribution of land, or with better working conditions. As the consolidation of the state emanated from the Revolution, a new strong discourse emerged from there, that is revolutionary nationalism. It can be suggested that with the revolution, people in Mexico found a way to be in common, unlike the earlier periods because they had achieved something in common, that is the revolution, they achieved as a whole.

Main objectives of the revolutionary nationalism is to provide coherence and legitimacy to the State that signifies that this nationalism was ready to be formal nationalism It also promoted social peace by reconciling class contradictions and establishing the bases of national political consensus. The terms of nation-revolution and Mexicanness were the only two referents of legitimacy and cohesion. After the Revolution, by using these sources of legitimacy, a large part of the artistic manifestations of post-revolutionary Mexico such as muralism, literature, and music emerged as a part of “collective consciousness”. It has shown that, with the Revolution, the Mexican people have initiated a process of creating “shared self-identity” in which the authentic is linked to the popular, with the indigenous and with the mestizo; which Manuel Gamio and Jose Vasconcelos reinforced with their theoretical reflections. After 1917, the discourse of the Mexican Revolution served as the axis of the national project and it remained for seventy years as the backbone of national unification. Nationalism was thus built in the legitimizing discourse of the State that emerged from the Revolution. [8]

By declaring itself the legitimate successor of the revolution, the post-revolutionary state, born from the new dynamics, has to rely on nationalism as the fundamental element on which its power is based, because development and improvement can only be achieved through a discourse that includes the whole society. Since the main source of livelihood of Mexico is agriculture, it is inevitable to develop a discourse that includes groups working in the agricultural sector to ensure the continuity and legitimacy of the state. Another aim is to unite the popular sections with the power and make their ideological and political independence impossible. It is the Cardenista era where nationalism gained considerable strength and gained an immense presence in all segments of the population. The nation-building project synthesizes a tradition rooted in the people, strengthened by profound social transformations. It also covers the whole society because it unites popular classes and imposes its vision of the world on various segments of the population. With Lazaro Cardenas’s mass politics, the foundations of institutional control and protection management through the State party -namely the PRM- features of the authoritarian system have been established. Thus, the corporatism-state party duality is the main mechanism of the relationship between state and society, protected by the discourse of revolutionary nationalism. Though, it is not surprising to see how protectionist economic policies and inclusive discourses towards the disadvantageous groups are coincided.

State interventionism emerged as an inevitable condition of nationalism: First, nationalism emerged as anti-imperialist and it was the reflection of the Mexican nation’s principle of sovereignty and self-determination through collectivity. When designing this principle, the Mexicans defined themselves as the opposite of the United States. “…national identity says very little about who is a ‘good Mexican,’ who or what threatens the nation, what specifically are the nation’s interests, the respective weights of these interests, or what types of policies can or should be pursued in the nation’s name.” This aspect of anti-imperialist nationalism represented a unifying criterion that emphasized differences with the “Other” rather than coincidences or common features with citizens, and Mexicans united around defending their interests against foreigners. The second meaning or scope of nationalism was the need and appropriateness of national integration, the need to unite Mexico. Therefore, it brings belonging and identity into question. Since Independence, governments did not hesitate to use the glorious Indian past. Yet despite this situation, Indian and the Indian culture was not perceived as truly Mexican, rather it was used for fortifications of the nation. As a result, the Mestizaje appeared as the solution to this problem. As Cardenas stated “Not the Indianize Mexico, Mexicanize the Indian.”

In the Mexican case, state institutions recruited a large number of anthropologists for nationalist government policies. In order for the state to develop a nationalist policy, it also needed Indian values ​​as mentioned above. The way to do this was through anthropological studies. Gamio, who is seen as the father of anthropology in Mexico, waged war on the Euro-centric perspective based on white supremacy, although his works and his intellectual world were ironically racist. Because he envisaged the education, acculturation and integration of local groups as a basis for the development of the Mexican nation yet they were part of the process of de-Indianization. Also according to Enriquez and Gamio, the equitable distribution of the land will transform the previously disadvantaged social groups (poor mestizos and Indians) into a propertied class and in turn secure the Mexican nation. Mexican revolutionaries are to create a “new patria” from the mixture of “iron and bronze.” The myth that Mexico is a homogeneous nation that is blossomed from mestizo identity appeared as a strong idea because of its spread and existence in all spheres of public culture, including official institutions such as government and universities, and especially museums, archaeological excavations, and anthropological studies. The artefacts that Gamio explored while researching Indian civilization served as a legitimate source of national pride and therefore began to be displayed in museums that were built to celebrate Mexico’s cultural success. Thus, “The Mexican revolution, then, was a contradictory movement. It was the effort to recognize Mexico’s past, assimilate it and make it live in the present.” [9]

 CONCLUSION

     When we look at the development and transformation of Mexican identity since independence, it is possible to suggest the three features in short:

  • Mexican identity is a flexible one that adapts and adjusts itself to time and situation
  • It is not as solid and rigid as in other nations, and it lacks markets of certainties
  • Precisely because it lacks these markers of certainties, the common premise of the identity is the ‘cosmic race’ as Vasconcelos indicates.

Before the 1910 Revolution, Mexico consisted of isolated, independent social groups of people; After 1910, we see a group of intellectuals and states who govern and develop a nationalist discourse which reproduces itself by praising the 1910 Revolution. “The new revolutionary mytho-history of mestizaje revalued mixture terms and became the cornerstone of a new nationalist project, a structural revolution” that was explicitly anti-imperialist and anti-colonial… Mexican official discourses promoted “racial and cultural intermixture” as the only way to create homogeneity out of heterogeneity, unity out of fragmentation, a strong nation that could withstand the internal menace of its own failures to overcome the injustices of its colonial past and the external menace of U.S. imperialism.”[10] Thus, The 1910 Mexicon Revolution is not a Marxist revolution in its sense because even though some expropriation and mass politics were seen in the country after this revolution, the state used the revolution to legitimize itself and developed a nationalist discourse within it, which is the most important tool of mass politics, to alleviate the dissatisfaction that arose with that revolution. Moreover, this discourse is set up in a way to both include everyone and sometimes exclude “some”, and that is the Mexican identity based on the mestizo race.

 

NİLAY BARLAS

LATAM STAJYERİ

 

 

BIBLIOGRAPHY

[1] MORRIS, S. (1999). Reforming the Nation: Mexican Nationalism in Context. Journal of Latin American Studies, 31(2), 363-397. doi:10.1017/S0022216X99005313

[2] Sotelo, FS. (1983). Nacion y nacionalismos en México”, Sociológica, vol. 8, no. 21, enero-abril, pp. 44-63.

[3] Lomnitz, C. (2002). Deep Mexico, Silent Mexico: An Anthropology of Nationalism (Minneapolis, MN: University of Minnesota Press)

[4] Brading, D. (1988). Manuel Gamio and Official Indigenismo in Mexico. Bulletin of Latin American Research, 7(1), 75-89. doi:10.2307/3338441

[5] Knight, A. Racism, Revolution and Indigenismo: Mexico 1910-1940, The Idea of Race In Latin America, 1940. [Richard Graham; Thomas E Skidmore; Aline Helg; Alan Knight;]

[6] Manrique L (2017) Making the Nation: The Myth of Mestizajes. Anthropol 5: 186. doi:10.4172/2332-0915.1000186

[7] Lomnitz-Adler C (1992) Exits from the labyrinth: Culture and ideology in the Mexican national space. Berkeley and Los Angeles: University of California Press, USA

[8]Castro, MG (2015). Identidad Nacional y Nacionalismo en México. Sociológica México.

[9] Hoy, T. (1982). Octavio Paz: The Search for Mexican Identity. The Review of Politics, 44(3), 370-385. Retrieved November 29, 2020, from http://www.jstor.org/stable/1407050

[10] Alonso, A. (2004). Conforming Disconformity: “Mestizaje,” Hybridity, and the Aesthetics of Mexican Nationalism. Cultural Anthropology, 19(4), 459-490. Retrieved November 29, 2020, from http://www.jstor.org/stable/3651588

 

 

REFERENCES

 

  1. Alonso, A. (2004). Conforming Disconformity: “Mestizaje,” Hybridity, and the Aesthetics of Mexican Nationalism. Cultural Anthropology, 19(4), 459-490. Retrieved November 29, 2020, from http://www.jstor.org/stable/3651588
  2. Brading, D. (1988). Manuel Gamio and Official Indigenismo in Mexico. Bulletin of Latin American Research, 7(1), 75-89. doi:10.2307/3338441
  3. Castro, MG (2015). Identidad Nacional y Nacionalismo en México. Sociológica México.
  4. Hoy, T. (1982). Octavio Paz: The Search for Mexican Identity. The Review of Politics, 44(3), 370-385. Retrieved November 29, 2020, from http://www.jstor.org/stable/1407050
  5. Knight, A. Racism, Revolution and Indigenismo: Mexico 1910-1940, The Idea of Race In Latin America, 1940. [Richard Graham; Thomas E Skidmore; Aline Helg; Alan Knight;]
  6. Lomnitz, C. (2002). Deep Mexico, Silent Mexico: An Anthropology of Nationalism (Minneapolis, MN: University of Minnesota Press)
  7. Lomnitz-Adler, C. (1992) Exits from the labyrinth: Culture and ideology in the Mexican national space. Berkeley and Los Angeles: University of California Press, USA
  8. Manrique, L. (2017) Making the Nation: The Myth of Mestizajes. Anthropol 5: 186. doi:10.4172/2332-0915.1000186
  9. MORRIS, S. (1999). Reforming the Nation: Mexican Nationalism in Context. Journal of Latin American Studies, 31(2), 363-397. doi:10.1017/S0022216X99005313
  10. Sotelo, FS. (1983). Nacion y nacionalismos en México”, Sociológica, 8 (21), enero-abril, 44-63.

 

 

Civil Society in Authoritarian Regimes

The relation between civil society and the state has been questioning for a very long time. From the ancient philosophies to contemporary ones, every thinker highlighted a different side of civil society and its complex relation with the state. For several decades, civil society has been associated with democratization in the non-Western world especially after the end of the Cold War. For instance, civil society is considered a counterbalancing power to the state and it is defined as a compulsory component of a democracy. Therefore, the connection between democracy and civil society has been widely discussed. Despite these positive attitudes towards civil society and democracy, it is not the case all the time. Civil society organizations can foster authoritarianism, patronage and can be used as a legitimization of authorization. Nowadays, the world has been witnessing significant changes in the concept of democracy; the state structures are getting more and more complicated and the lines between ideologies are blurred. Strict separations between regimes, such as democracy or dictatorship, have been losing their momentum for several decades. Moreover, despite the desired scenarios, authoritarian tendencies have increased all around the world. Hence, authoritarian regimes have a major role in global politics. Thus, this article aims to analyze the relationship between civil society and the authoritarian regimes, mainly the CA regimes. This article consists of two chapters: The first chapter will define civil society, criticize the popular generalizations about civil society and define competitive authoritarianism. Second chapter will explain the dynamics between CA regimes and civil society. The article will emphasize the common mechanisms which are adopted by states to determine their position towards civil society organizations and non-governmental organizations.

Definitions and Critics of the Civil Society

There are so many definitions of civil society and its position towards political society. While Hobbes and Hegel criticize the conflictual structure of civil society, Rousseau emphasizes the bounding nature of civil society (Acar-Savar, 2003). Moreover, Karl Marx examines civil society from an economic perspective and states that the French Revolution separated the city and political society and created a civil society without politics. Civil society finds a place for itself in the capitalist system; thus, he argues civil society should be exceeded to withdraw from the capitalist mode of production. The more contemporary arguments are shaped around the liberal and post-liberal theories of the international system. However, this article will adopt CIVICUS’[1](1997) definition of civil society which accepts civil society as “a sphere, other than family, state and the market, where people have mutual relations to protect their common interest.” Hence, one can say that the common interest can be determined by the current political agendas, global trends or ideological placement to which CSOs have belonged. Besides a positive attitude to civil society, there are several critics about the concept. Sefa Şimsek (2004) analyzes these critics in five points. Firstly, he criticizes the popular view about the positive relationship between civil society and democratization. While democratization requires pluralism, civil society is not always the answer for a democratic transition. Secondly, civil society organizations do not necessarily take a position against the state. They can cooperate and reaffirm the state, so CSOs should not take for granted opposition. The misunderstandings about the closed communities and civil society organizations lead to another grey area that makes civil society harder to define. Also, ignoring the authoritarian tendencies within civil society creates misinterpretations just as the previous points. Finally, assuming that civil society as a unanimous and homogenous community makes it impossible to understand their positive interactions with CA regimes. 

What is Competitive Authoritarianism?

The end of the Cold War significantly changed the global dynamics. Promotion of Western values and democracy had aggravated. Membership requirements of some regional organizations such as the European Union increased the strategic shift in favour of democracy. Moreover, the observation mechanisms for human rights violations and undemocratic acts of government gained traction. Consequently, the Western governments had gained more influence on global politics and in the non-Western world. In this environment, democratic transitions have not happened as it should be. Rising populism and representation of massive right-wing groups during the transition processes enables the authoritarian features to flourish especially in fragile democracies. In competitive authoritarian regimes, the opposition and the competition for power exist however their chance of gaining power is low, if not impossible, because of the unfair, biased mechanisms of fraud elections, privileged use of media sources, and patronage. Levitsky and Way define CA regimes as “an uneven playing field between government and opposition” (2002, p.53). At this point, it is important to know their democratic regime definition. They argue that:

Democratic regimes all meet four minimum criteria: 1) Executives and legislatures are chosen through elections that are open, free, and fair; 2) virtually all adults possess the right to vote; 3) political rights and civil liberties, including freedom of the press, freedom of association, and freedom to criticize the government without reprisal, are broadly protected; and 4) elected authorities possess real authority to govern, in that they are not subject to the tutelary control of military or clerical leaders.” (Levitsky&Way, 2002, p. 53).

Therefore, CA regimes have unfree and unfair elections because of the privileged use of resources. Violations of civil liberties such as freedom of expression and biased media organs have contributed to the unfair distribution of power. There are three paths for a CA regime to establish and these are, a collapse of an authoritarian regime, boosted authoritarianism in a rotten democracy and challenging an authoritarian regime with weak opposition.

State-Civil Society Relations: Cooperation, Confrontation and Mechanisms

David Lewis (2013) demonstrates three existing explanations about state-civil society relations, and these are cultural, functioning, and attitudinal approaches to understanding cooperative relations. However, these explanations have missing points to explain the oppositional relations. In other words, three approaches that already exist concentrate on the positive relations between actors. However, most of the civil society definitions view CSOs’ as a counter-balance against the state and define the relations between them as conflictual.

The first approach is cultural which relies on shared values and political culture of that particular state. Thence, the long-lasting structure of the state-society relations shapes the civil society organizations and their perception of the state. Cultural features “reaffirm, legitimize, and reproduce” the authoritativeness. While the cultural approach focuses on history, culture and values, the functionalist approach has more pragmatic and capital-oriented relations with the state. In this approach, there is a win-win situation between the NGOs and the state. While the state is acting like a sponsor of these NGOs in terms of resources, the NGOs legitimize the state’s position in the international arena in return; since functionalism is based on common goals, shared agenda and cooperation rather than questioning the state. The final approach is about reaching out to the marginalized, outsider groups within society, because attitudinal approaches perceive civil society as an arena where different actors socially interact with and another through respect and willingness (Lewis, 2013 p. 329).

Furthermore, Lewis benefits from Iris Young’s (2000)[2] dualism on civil society and introduces self-organization and the public sphere concepts. The self-organization concept can be found in authoritarian states; however, the public sphere has more offensive (Cohen and Arato, 1992)[3] features and aims to change political agenda. The self-organization concept is about “service delivery” rather than challenging the state’s authority and legitimacy. Yet, the public sphere concept sets opposition. According to Lewis, on the one hand, the self-organization aspect leads to the way “fulfill important social functions and may even represent marginalized social groups, who would otherwise have limited access to representation and resources.” On the other hand, in authoritarian states, the state’s responses towards the public sphere aspect are repression, criminal charges and violence. Under these circumstances, in authoritarian states, states determine the CSOs and NGOs’ role and presence in the public sphere. States mostly support or cooperate with NGOs which can gain advantages from. However, states adopt a restrictive and suppressive attitude towards opponent organizations. Because perceives them as a threat to her legitimization.

5-Steps-Mechanisms for Legitimization

Besides Lewis’ aspects, Jasmin Lorch & Bettina Bunk (2017) argues that there are five patterns which were adopted by the authoritarian states to control and cooperate with civil society organizations. These five patterns allow states to maintain their power upon civil society organizations and sustain their hegemony. Lorch and Bunk study the dynamics of civil society in the African continent; thus, their cases are Algeria and Mozambique. In “Using civil society as an authoritarian legitimation strategy: Algeria and Mozambique in comparative perspective” they present implementations of patterns in both cases. All these mechanisms cooperate with the state apparatus in terms of legitimization, as in competitive authoritarian regimes, state and business sectors have strong patron-client relations. With this way, the governments can ensure their time in the office. Moreover, the unfree and belligerent media organs, the opposition groups are having difficulties to mobilize and express themselves. Therefore, civil society organizations enable opposition groups to gather and to be counterbalanced against the authoritarian state.

The first pattern is about using civil society to create a democratic image. In the essence of these mechanisms, democracy can hardly find a place because of the state’s authoritarian elements. Thus, civil society helps the state to portrait itself as a pluralist democracy, on the contrary to reality. The second pattern is “making civil society play by the rules.” This pattern aims to control civil society organizations through different engagements with the state. Thus, while civil liberties and civil association can exist within the current system, they do not challenge the state by their demands or ideologies. The third pattern is about enhancing the sphere of power and influence of the state. CSOs acts as a “feedback mechanism” (p. 990) for forthcoming social policies or regulations. Because thanks to patron-client relations, pro-government associations can reach out to different groups within society. Moreover, the fourth one is about international recognition, since functional CSOs make states the so-called democracies in international politics. Last but not least, as natural consequences of all these patterns, civil society organizations paved the way for reaffirmation, reproduction and sustainability of the authoritarian regimes.

Bilge Yabancı and Two-Ended Civil Society in Turkey

Bilge Yabancı (2019) makes an important distinction among civil society organizations according to their ideological placement. Yabancı argues that there is a two-ended civil society in Turkey which can be distinguished as containment and appropriation. On the one hand, the role of civil society in CA regimes has two different sides. The first one is based upon a checking mechanism for the government’s policies and actions. The second one is a supportive pillar for the government agenda and it analyzes the societal demands and benefits from it (Yabancı, 2019 p. 288). The first contains opponent ideas towards the government, thus their acts are controlled by the authorities to prevent a public mobilization against the government. The abuse of power can be seen in the authoritarian regime in terms of repression and the use of violence. As David Lewis (2013) stated previously, authoritarian regimes do not allow opposition groups to create a more democratic and pluralist civil society and the public sphere to be more visible in the political arena. Hence, the repression mechanisms emerge to suppress civil society. Moreover, these civil society organizations are perceived as a threat to the states’ order and legitimacy. Yabancı states that:

The Turkish case suggests that the result of this dilemma is the expansion of civil society in two distinct ways: (i) variation of dissident activism seeking to carve pockets of resistance within the context of both the opportunity structures and political violence of a CA regime, and (ii) increase in terms of number and organizational reach of pro-government associations and foundations particularly in the field of youth, women, education and family policies in line with the AKP’s conservative-nationalist social agenda.” (2019, p.287)

On the other hand, there is an appropriation side of the civil society which consists of pro-government organizations who have shared values, financial benefits, and common agendas with incumbents. Pro-government organizations have several advantages such as political visibility and representation, financial benefits, and a sustainable membership system. Also, the government can collaborate with these organizations to create a positive public opinion and to enhance its sphere of influence. the appropriation side of civil society shows itself, especially in the youth policies. The parallel relations between the government’s social policies and pro-government organizations agenda show itself clearly in relations with youth and women. The pro-government organizations can create an ideal youth through several events and education. Especially the emphasis on the Turkish-Muslim identity is an important component to understand the basic motivation of the close relations between the pro-government CSOs and government officials. At this point, it is important to remember that it is not the first time that objectification of youth in politics. While the 1960s and 1970s had witnessed different youth movements specifically, the 1990s were the years that polarized civil society gave priority to create ideology-oriented youth. Especially the close relations of the same communities and the Welfare Party continued their activities and influenced especially the young people. The youth was an object of the Islamist-secular contradiction. On the one hand, there was Islamist’s community’s schools and associations; on the other, there was secular Türkan Saylan and Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği. Both sides created an ideal image of youth according to their political agenda. However, they both failed to see the reality of the young people. The agenda of youth was concerning unemployment, terror and unequal education opportunities, unlike the polarized civil society organizations’ agenda (Lüküslü, 2016 p. 354-365). In the case of women organizations, pro-government associations have commonalities about their perception of women, feminism and the unity of the family; so their approach towards femicide, domestic violence and women’s rights (Yabancı, 2019, p. 296). “Their active presence and funds allow them to provide entrepreneurial opportunities to women from disadvantaged groups and aid for poor and refugee women (KADEM.)”. (Yabancı, 2019, p. 298)

According to Metin Heper & Senem Yıldırım (2011), Turkey’s attempts to become a full member of the EU increased the presence and importance of civil society. The existence of efficient civil society requires horizontal relations in terms of public and government. However, Turkey’s long term centralization in-enables the public to have this horizontal relationship. The vertical relations sets certain roles for each actor; the public is the demander and the state is the only answer.[4]

Conclusion

The relationship between the state and civil society has always been a complex and multilayered subject which has been widely discussed by many academics. Despite the popularity of the importance of civil society organizations and their leverage on the state in a democratic regime, this article aims to analyze relations between civil society and the authoritarian states. Different mechanisms and different dynamics affect the civil society organizations’ presence and effectiveness within the political system. The article demonstrates that, firstly, there are cultural functional and attitudinal approaches to highlight the motivations behind the authoritarian state-civil society cooperation. Secondly, the article benefits from Lorch&Bunk’s five-pattern-mechanism. According to their point of view, authoritarian states use CSOs to maintain states’ legitimacy and sphere of influence. Also, civil society functions as a response mechanism for states’ forthcoming political agenda. Lastly, the article shows a specific case study and explains how Turkey has adopted a two-ended civil society approach which bases on the containment of opponent CSOs and appropriation of the pro-government CSO.

 

 

AYŞE DENİZ ÖZTÜRK

SİVİL TOPLUM OKUMALARI STAJYERİ

 

 

BIBLIOGRAPHY

[1] Alemdar, Zeynep. (2016). Baskı Grupları ve Sivil Toplum. Karşılaştırmalı Siyaset: Temel Konular ve  Yaklaşımlar. (Der.) Sabri Sayarı & Hasret Dikici Bilgin. İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları. 169-189.

[2] Lewis, D. (2013). Civil Society and the Authoritarian State: Cooperation, Contestation and Discourse. Journal of Civil Society, 9:3:325-340.

[3] ibid.

[4] Heper, M.&Yıldırım, S. (2011). Revisiting Civil Society in Turkey. Southeast European and Black Sea Studies, 11:1, 1-18.

 

REFERENCES

Acar-Savran, G. (2013). Sivil Toplum ve Ötesi. Ankara: Dipnot Yayınevi.

Alemdar, Zeynep. (2016). Baskı Grupları ve Sivil Toplum.” Karşılaştırmalı Siyaset: Temel Konular ve  Yaklaşımlar. (Der.) Sabri Sayarı & Hasret Dikici Bilgin. İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları. 169-189.

Heper, M.&Yıldırım, S. (2011). Revisiting Civil Society in Turkey. Southeast European and Black Sea Studies, 11:1, 1-18.

Levitsky, S., and Lucan A. Way. (2002). Elections without Democracy: The Rise of Competitive Authoritarianism. Journal of Democracy 13, no. 2: 51–65.

Lewis, D. (2013). Civil Society and the Authoritarian State: Cooperation, Contestation and Discourse. Journal of Civil Society, 9:3:325-340.

Lorch J. & Bettina Bunk. (2017). Using Civil Society as an Authoritarian Legitimation Strategy: Algeria and Mozambique in Comparative Perspective. Democratization, 24:6: 987-1005.

Şimsek, S. (2004). The Transformation of Civil Society in Turkey: from Quantity to Quality. Turkish Studies, 5:3: 46-74.

Yabanci, B. (2019). Turkey’s Tamed Civil society: Containment and Appropriation Under a Competitive Authoritarian Regime. Journal of Civil Society 15:4: 285-306. 

ABD 44. Devlet Başkanı Barack Obama’nın Küba Politikası

                   ÖZET

Bu çalışmada Amerika Birleşik Devletleri’nin 44. Devlet Başkanı Barack Obama’nın Küba politikasının temel dayanakları, uygulamaya çalıştığı diplomasi çerçevesinde  açıklanmaya çalışılmıştır.

ABD’nin kuruluşundan itibaren temel hedef olarak düşündüğü dünya liderliği misyonu  yayılmacı bir politikayı doğurmuştur. Amerikan dış politikası dünyaya hâkim olma görüşü  çatısı altında şekillenmiştir. Dış politika oluşum sürecinde en önemli görev ise Amerikan  başkanına aittir. Dış politikayı büyük ölçüde belirleyen kişi başkandır. Her başkanlık dönemi  farklı dış politika stratejilerinin oluşmasını seyretmiştir. Bu çalışmada Küba üzerinden  Başkan Barack Obama’nın dış politika siyaseti incelenmiştir. Başkanlık koltuğunu iki kere peş  peşe kazanan Barack Obama’nın Küba ile diplomatik ilişkilerini 50 yıl sonra yeniden canlandırma  çabası ele alınmıştır. Başkanın görüşleri, hedefledikleri ve bu hedef ve görüşlerin Küba  coğrafyasındaki yansımaları anlatılmıştır. 

Çalışmanın sonunda dönemin koşulları, aktörler ve politikalar çerçevesinde Amerika  Birleşik Devletleri’nin Küba’ya karşı dış politikasının tutarlılığı ölçülmeye çalışılmıştır. 

Anahtar Kelimeler: Amerika Birleşik Devletleri, Küba, Barack Obama

ABSTRACT

In this study, the main dimensions of the Cuba diplomacy that is carried out by Barack Obama, the 44th President of the United States, are tried to be explained. The world leadership mission which the USA possesses as the main goal since its  foundation has created an apparent expansionist policy. American foreign policy has been shaped  under the ideal of dominating the world.  As such, the most important task in the process of foreign  policy formation belongs to the American president. He or she is the one who profoundly determines the foreign policy dimensions. In essence, each presidency has followed different foreign policy strategies. In this thesis, the foreign policy of President Barack Obama over Cuba has been examined. Barack Obama, who won the presidential chair twice in a row, has tried to revive diplomatic relations with Cuba after 50 years. The President’s views, goals, the reflections of these goals and views on the Cuban geography are explained in detail. Despite all these determined examples, the consistency of the foreign policy of the  United States of America against Cuba has been measured within the framework of several conditions, actors and policies of the period.

Key Words: United States, Cuba, Barack Obama

GİRİŞ

 Dünya siyasi geçmişinde yeni bir yere sahip olan Amerika Birleşik Devletleri’nin kısa zamanda büyük ve güçlü bir ülke haline gelmesi tarih boyunca çok konuşulmuş ve gündem haline  gelmiştir. ABD, uzun süredir dünya politikasına ülkenin coğrafi konumu ve verimli doğal  kaynaklarıyla birlikte devletlerarası sistemle doğurduğu kaçınılmaz beklentileri yansıtan özgün bir ulusal tarza yaklaşmaktadır. Farklı milletlerin birleşimiyle oluşmuş bir topluma, değişik bir coğrafyaya, kendine özgü değerlere ve siyasal sisteme sahip olan Amerika Birleşik  Devletleri; sağlam bir birlik oluşturarak dünyada söz sahibi olmuştur. Aynı zamanda Amerikan dış politikasını yapanlar ülkenin istisnai öz benlik duygusundan gelen mücadeleci bir gücü tarih boyunca sergilemişlerdir.

Başkanlık sistemiyle yönetilen ABD’de devlet başkanının ayrı bir önemi vardır.  Cumhuriyetçi kanat ve Demokrat kanat olmak üzere iki kanata ayrılan bir yapıya sahiptir.  Başkan bu iki kanadın birinden seçilir. Genel olarak Cumhuriyetçi kanat her anlamda  muhafazakâr bir yapıya sahipken Demokratlar daha ılımlı ve yumuşak politikalardan yanadır.  Dış politikayı çoğunlukla başkan belirler. Kongre ve diğer kurumlar danışman niteliğinde  kalır. Bu sebeple başkanın belirlediği her politika, kendi adıyla anılan bir doktrin haline  gelmiştir. Devletin kuruluşundan bu yana ilan edilen doktrinler ABD’nin çıkarları  doğrultusunda oluşmuştur. İster Cumhuriyetçi ister Demokrat kanat olsun, oluşturulan  doktrinlerle yayılmacı politikalar ve Amerikan çıkarı savunulmuştur. 

Bu çalışmanın temel konusu, Obama döneminde ABD siyasetinde yer alan Küba ile ilişkileri geliştirme politikası çizgisinde devam edecektir. 2009 yılı Ocak ayında göreve  başlayan Başkan Barack Obama, farklı düzeylerde kriz içerisinde olan bir ülkeyle karşı  karşıya geldi. Dikkatini içerideki ekonomik kargaşaya odaklamak zorunda olan Obama’nın  küresel amaçlarının çoğunu gerçekleştirmek için sınırlı bir zamanı ve kısıtlı kaynakları vardı. 

Obama, 2008 yılında seçim kampanyasını yürüttüğü sırada başkan seçilmesi halinde  ABD karşıtlığıyla tanınan devletlerin liderleriyle ön koşulsuz görüşmeyi hedeflediğini  söylemişti. Şüphesiz bu ülkelerin arasında 1961’de diplomatik ilişkilerin koptuğu Küba da yer  alıyordu. Bu amaçla, Obama’nın politikalarını inceleme alanı olarak Küba ele alınmıştır.  Amerikan dış politikasının 2009-2017 arasındaki yıllar ele alınmıştır. Çalışma 4 ana bölümden  oluşmaktadır.

Birinci bölümde ABD’nin kuruluşu ve dış politikasının oluşum sürecinden bahsedilmiş,  ülkeyi oluşturan değerler ve başkanlık kavramı ayrıntılı incelenmiştir. İkinci bölümde ABD ve Küba ilişkilerinin tarihsel gidişatı, ABD’nin genel Küba  politikası, Obama dönemi dünya koşulları ve dönemin Küba’ya özel koşulları ele alınmıştır. Üçüncü bölümde Barack Obama’nın siyasi kişiliği, liderlik sırları, adaylık dönemi ve  başkanlık yarışından nasıl başarılı çıktığı anlatılmıştır. Dördüncü bölümde ise Barack Obama dönemi Küba politikası, dünyaya yansımaları ve  Amerikan siyasetindeki etkileri ele alınmıştır.

BİRİNCİ BÖLÜM

ABD’NİN KURULUŞU, DIŞ POLİTİKA OLUŞUM SÜRECİ VE  BAŞKANLIK KAVRAMI

 1.1 ABD’nin Kuruluşu ve Değerleri

Amerika’nın 1492’de Avrupalılar tarafından keşfinden sonra yaşayan yerli halkın aleyhine toprak sahibi oldular. Zamanla ülkede kolonileşmeler başladı, bu kıta  insanlar için yeni olanak ve yeni bir hayat demekti. Daha sonra bu sistem sömürgecilik çatısı  altında ilerlemeye başladı. İngilizler bu kolonilerden vergi almaya başladı ve 18. yüzyılda bu  kolonilerin sayısı 13’e çıkıp ABD’nin temelini oluşturdu. Bu koloniler yüksek vergiler ödeyip karşılığında bir şey alamamaktan rahatsızdı. Ardından George Washington, 4 Temmuz  1776’da Thomas Jefferson tarafından yazılan Amerikan Bağımsızlık Bildirgesini yayınladı. 6  yıl süren savaş sonunda pes eden İngiltere, 1783 yılında 13 koloninin bağımsızlığını Paris  antlaşmasıyla kabul etmiştir. Bağımsızlık ilan eden koloniler federasyon sistemi altında,  içişlerinde serbest olarak 1787 yılında Amerika Birleşik Devletleri’ni kurdular. 1789 yılında  anayasa tamamlandı, Amerika üst kimliği kendine özgü değerler üzerine homojen bir toplum  inşa etmiştir.[1]

  1. yüzyıl boyunca hızla sanayileşen ABD, bu sanayileşmenin hızıyla Amerikan İç Savaşı’na girmiş ve kuzeydekilerin bu savaşı kazanmasıyla ABD yeniden hızlı bir sanayileşme dönemine adım atmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun gerileme devrine girdiği dönemde Versailles  Antlaşması ile ABD dünya siyasetinde süper güç olmanın adımlarından birini atmıştı. 20. yüzyıl başlarında çıkan I. Dünya Savaşı’nda ABD, itilaf devletlerinin yanında yer almış ve  savaşın kazanımında önemli rol oynamıştır. II. Dünya Savaşı’nda ise Almanya, İtalya ve Japonya’ya  karşı başarılı bulunan ABD zamanla bir süper güç haline gelmişti.

Amerikan değerlerinin oluşumuna en büyük katkıyı din kavramı yapmıştı. Ülkenin  kurucuları Püriten inancına sahiplerdi. Ülkenin tanrı tarafından kutsandığına, halkının da  seçilmiş halk olduğuna inanmaktaydılar. Ülkeyi kendi inançlarına göre şekillendireceklerdi.  Bu nedenle yürütülen her politika meşru bir zemine oturtuluyor, özellikle fetih politikalarının  ABD için bir hak olduğu düşünülüyordu. 

1.2 ABD’nin Dış Politika Oluşum Süreci

  1. yüzyılın başlarında başlayan Avrupalıların Kuzey Amerika’ya yerleşim süreci, Avrupa’nın siyasi ve manevi tuzaklarından arınmış büyük bir “Yeni Dünya” vizyonunu benimsemiş liderler üretmiştir. Tarihsel analizler, eskiden beri süregelen kültürel değerlerin ülkenin kimliğiyle dost ve düşman tanımlarına etkisinden dolayı Amerikan dış politikasını ayrıca şekillendirdiğini göstermektedir. Siyasi kültür, “tarih boyunca aktarılmış anlamlar dizgisi”, genellikle ulusal kimliğin yaygın algılanma biçimleri aracılığıyla ifade edilir.[2]  Bu fikirlerin  kendi hayatları vardır, maddi çıkarlara ve kurumsal yapılara indirgenemez.

Bağımsızlığını yeni kazanmış ABD ile Avrupa ve Asya’nın büyük güçleri arasındaki  büyük uzaklık da ülkenin tarihi boyunca süren ulusal bir istisnacılık duyusunun gelişimine  ayrıca katkıda bulunmuştur.[3]  Bu sosyal güçler Amerikan dış politikasının rotasını  belirlemiştir. Bu değerlerden hareket eden Amerikan dış politikası, sadece ülkenin çıkarlarını  koruyan değil, aynı zamanda kendi kendine zarar veren devletlerarası sistemi kendinden  koruyan ahlaki bir mücadeleye dönüşmüştür. Daha demokratik bir dünyanın daha barışçıl olacağı  ve sadece böylesi bir dünyada ABD’nin güvenli olacağı varsayılmıştır. Thomas Jefferson’ın  “özgürlük imparatorluğunu” sahiplenmesi, Woodrow Wilson’ın 1917’de dünyayı “demokrasi  için güvenli” yapacağına ant içmesi, Ronald Reagan’ın 1983’te Sovyet Blok’unu “düşman  imparatorluk” ilan etmesi bu ahlaki yaklaşımın somut örnekleridir. Son olarak da 2001 terörist saldırıları  ülkenin dünya politikasını iyi ve kötü arasındaki çatışma olarak görme eğilimini pekiştirmiştir.

Amerika’nın dış politikada kendine özgü yaklaşımı, ayrıca liderlerinin ABD’yi küresel diplomasiden ayrı tutma ile dünyayı Amerika’ya benzer şekilde yeniden yaratmak arasında  değişkenlik gösteren dürtüleriyle açığa vurulur. Aynı zamanda Amerikan dış politikasını  yapanlar, ülkenin istisnai öz benlik duygusundan gelen mücadeleci bir gücü tarih boyunca  göstermişlerdir. Ülkenin batıya doğru genişlemesi, ABD’yi daha sonra Doğu Asya’ya doğru iten “belirgin alın yazısının” kanıtı olarak görülmüştür.[4]

ABD’nin bugün karşı karşıya olduğu karmaşık sorunlar bu ulusal tarza kaçınılmaz  zorluklar çıkarıyor. En temel olanı ise ABD ekonomik çıktı veya askeri harcama ile ölçülen değil,  ülkeyi her zaman yönlendirmiş olan değerler açısından kendi sınırlarının farkına varmak zorundadır.[5]  Bugün ABD, hızla değişen ve Amerika’nın ülkesinde ve yurtdışındaki  hedeflerine ulaşma kapasitesindeki sınırları açık bir şekilde ifade eden bir dünya karşısında  duruyor. Bu yüzden hem Washington’ın karşılaştığı kısıtlamaları hem de dünya sahnesinde ülkenin siyasi, ekonomik ve askeri liderliğini tekrar kazanması için fırsatlarını anlamak Amerikan dış politikası için önemli bir nokta olmaktadır. Ülkenin ahlaki liderlik gücünün kalıcılığını ciddi olarak sınayacak olan bu dersler,  ülkenin istisnai öz benlik duygusunun gerçek mi, bir mazeret mi yoksa bir efsane mi olduğu  konusunda yeni bir ışık tutacaktır.[6]

1.3 Başkanlık Kavramı 

Amerika başkanı, yürütme organının tamamını temsil eden ve Anayasa çerçevesinde en aktif ve dinamik role sahip olan kişidir.[7]  Federal devlet şeklinin gerektirdiği Anayasa’dan  dolayı bütün “federal yürütme iktidarı” ona verilmiştir. Başkana verilen yetkiler Anayasa’da  ayrıntılı şekilde açıklanmıştır. Bunun sebebi, kongre ve federe devletlerin sahip olduğu yetkilerin başkan tarafından kullanılmasını engellemektir. Buna ek olarak 1787  Anayasası’nda belirtilen yetkiler zamanla teori ve uygulamalardaki yeniliklerle birlikte  giderek çoğalmış ve başkanın çok fazla önem arz etmesi nedeniyle bu sistem onun adıyla  anılır olmuştur.[8]

Dış politika oluşumda bu kadar mühim yetki ve sorumlulukları olan başkanın seçimi için de belirli şartlar getirilmiştir; Anayasa; başkanın doğuştan Amerikan vatandaşı, en az  otuz beş yaşında ve en az on dört yıldır Amerika’da ikamet etmiş olması gerektiğini açıkça  belirtir ve bunun Yüksek Mahkeme (Federal Anayasa Mahkemesi) tarafından dahi yorumlanmasına izin verilemez.[9] Ancak vatandaşlık konusunda bu katı tutum çok fazla tartışmaya sebep  olmuş ve bir Amerikan vatandaşı ailenin başka ülkede doğmuş olan ferdinin de başkan  olabilmesine durumun engel olamayacağı görüşü kabul edilmiştir. Tüm bunlara rağmen bu yasa halen ihlal edilmemesi gereken bir şart olmaya devam etmektedir.[10]

Başkan seçiminin en dinamik ve önemli tartışmaları başkanlık süresi üzerine olmuştur.  İki adet seçenek içinden (tekrar seçilmeksizin altı ya da yedi yıl ve tekrar seçilmenin mümkün olduğu dört yıl) biri seçilmek istenmiş ve ikinci seçenek onaylanmıştır. Bu nedenle başkanlık  seçimi dört yılda bir yenilenir. Başkan seçilen kişinin anayasa çerçevesinde ikinci kez  seçilmek üzere aday olma hakkı vardır.[11]

1.4 Dış Politikada Başkanın Rolü 

Amerikan dış politikasında başkan, temel yapı taşı olarak  görevlendirilmiştir. Başkan birçok yetkiye sahipken bir yandan da bu politikanın yaratacağı sorumluluğu da üstlenecek kişidir.[12]

Bununla beraber Amerika başkanı, diplomatik ve konsolosluk ilişkilerinin gidişatına  ve denizaşırı ülkelerin yeni hükümetlerinin tanınıp tanınmamasına karar verir. Başkana  tanınan yetkilerden biri de dış politika sürecinin ilan edilmesidir. Başkan, bu politikayı  yürütürken bazı açılardan kongreye bağlı olmasına rağmen dış politikanın oluşmasında  anayasal yetkileri dışında bu maddelerin yorumlanabilmesi ile önemli bir avantaj  kazanabilir.[13]

İKİNCİ BÖLÜM

 

ABD ve KÜBA İLİŞKİLERİ, OBAMA DÖNEMİ DÜNYA KOŞULLARI  VE DÖNEMİN KÜBA’YA ÖZEL KOŞULLARI

 

2.1 ABD ve Küba İlişkileri

Küba her zaman dünya güçlerinin dikkat kesildiği bir ülke olmuştur. Küba, 1898 yılında  İspanya’nın sömürgesi altındaydı. İspanyollar, adaları 1492’de Columbus sayesinde keşfettiler.  Küba’nın başkenti Havana, Karayiplerin anahtar bölgesiydi. Yeni Dünya’nın ürünleri oradaki  limanlardan geliyordu. Havana, sömürge ürünlerinin ve zenginliklerinin ticari merkezi  olmuştu. Küba’da kölelik, İspanyol istilasından hemen sonra başladı. 300 yıl boyunca İspanya, Amerika kıtasının engin bölgelerine hükmetti. İspanya’nın Küba üzerindeki bitmek  bilmeyen vahşet ve devrim hareketlerine müdahale, komşusu olan ABD’den geldi. İspanya’ya gözdağı vermek için en modern gemisini Küba karasularına demirleyen ABD, geminin bir  gece aniden imha edilmesiyle İspanya’ya savaş açtı.[14] Resmi amaç Küba’ya bağımsızlık sunmaktı. Savaşın sonunda Amerikalı birlikler Santiago’nun tamamını kuşatmışlardı. Havana’daki İspanya bayrağı 13 Ağustos 1898’de son kez indirildi. Fakat Küba’nın özgürlük hayalleri gerçekleşmedi. İspanya bayrağı yerine bir Küba bayrağı değil, bir Amerikan bayrağı  dalgalanıyordu. Önceden bir İspanya sömürgesi olan Küba artık bir ABD hamiliğiydi.

1901’de Kübalılar toplanıp Küba’nın anayasasını yazmaya başladılar. O esnada birkaç  meclis üyesi, Orville Platt adlı bir senatörün liderliğinde Küba’yı bağımsız ilan etti.  ABD’nin geri çekilmesi için Amerikan mülklerinin korunacağına dair güvenceler olması  gerektiğine, yoksa ABD’nin müdahale etme hakkı olduğuna karar verdiler. Bunu öğrenen Kübalılar derhal bu fikri reddettiler. Platt Yasası’na göre Küba özgür bir ülke olamayacaktı. Ancak biliyorlardı ki Washington’a taviz vermezlerse birlikler geri çekilmeyecekti. Kübalılar  bunu oylamaya sundular ve önerge kabul edildi. Çoğu insanın karşı çıkmasına rağmen bunu savaşı bitirmek ve ABD  işgalini sona erdirmenin bir yolu olarak kabullenmişlerdi. Platt Yasası’na göre ABD’nin  Küba’da askeri üs kurma yetkisi olacaktı. Amerikalıların seçtiği yerler arasında adanın en  güneydoğu köşesindeki Guantanamo Koyu vardı. Koyun doğal ve derin limanı, büyük savaş gemilerini barındırmak için idealdi. Böylece Amerika Birleşik Devletleri, Küba’daki kontrollerini sağlamlaştırmıştı. Ancak uluslararası açıdan Guantanamo, utanç verici esir kampları ve orada işlenen insan hakları  ihlalleriyle tanındı.[15]

Şeker, Küba’nın ihracatının yüzde seksenini oluşturuyor ve üretimin çoğu ABD’ye  gidiyordu. Küba ve ABD arasındaki anlaşmanın parçası olarak ABD bir kota koymuş ve Küba’dan  alacağı şekerin miktarını belirlemişti. Şeker kotası Kübalılara bir tür gelecek güvencesi verdi ama alternatif ürünleri ihmal etmelerine de neden oldu. Küba’nın tüm tarımı kısa sürede  tamamen şeker kamışına odaklandı. Küba, ABD’nin bir numaralı şeker tedarikçisiydi ancak dünya pazarı, şekeri şeker pancarından elde eden Rusya ile Alman İmparatorluğu’nun  kontrolündeydi. Fakat bu durum Birinci Dünya Savaşı’nın başladığı yıl değişti. Savaş cephelerle sınırlı değildi. Savaş gemileri ve ablukalar deniz ticaretini yok ediyordu. Şeker pancarı ticareti çöktü. Küba için baş rakiplerinin elenmesi eşsiz bir fırsattı. Ada, dünya pazar lideri olmak için  elverişli konumdaydı. Talep gittikçe artıyordu. 20. yüzyılın ilk 20 yılında Amerika’nın şeker talebi her yıl yüzde 5 artıyordu, ciddi bir potansiyel vardı. Aslında bu patlamayı Birinci Dünya Savaşı’yla yaşamışlardı ancak zaten halihazırda Amerikan pazarındaki büyümeye hazırlanıyorlardı. Küba ekonomisine hâkim olan Amerikan şirketleri, Kübalıların krize rağmen rahat yaşam sürmelerini sağlayacak kadar para sağlıyorlardı. Bu, Amerikalı iş adamlarıyla İspanyol kökenli Kübalı ortakların adanın ve ada ekonomisinin kontrolünü kaybetmemelerini sağladı. Kübalılar savaş öncesi astronomik fiyatların geçmişte kaldığını anladı. Küba’nın şekere bağımlı olmayan yeni bir geleceğe doğru yol alması gerekiyordu. 

1924’te Küba başkanlık seçimlerine hazırlanıyordu. 24 Ekim 1929’da Amerikan borsası  çöktü. Bu, Büyük Bunalım‘ın başlangıcıydı. 1929 Krizi Küba’yı 1930’da vurdu. Washington’daki politikacılar endişelendiler.[16]  Onlara göre Batista’nın reformları sosyalist ve  komünist nitelikli boş hayallerdi. Yine de çoğu Amerikalı Küba’nın karşı kıyıdaki bir tatil durağı olduğunu fark etti. Birleşik Devletler‘de içki yasağı ortaya çıktığından beri Amerikalılar Küba’ya içmeye geldiler. 1920’lerde ve 1930’larda gelen ilk turist dalgalarıyla iki taraf da bu ilişkiden çok memnun  kaldı. Küba’da tropikal, lüks ve biraz da kötü üne sahip görülen her şey yaşanıyordu. ABD’de 1919 ile 1933 yılları arasındaki içki yasağı, Küba’yı Amerika’nın turist sırlarını gizleyen en iyi yer konumuna getirdi. Buradaki hayat ucuzdu, alkol serbest ve yasaldı. Küba ile Birleşik Devletler‘in resmi ilişkileri düzelince Amerika’nın organize suç çeteleri de adada tezgâh açtı. İçki yasağı sırasında Küba’dan Amerika’ya içki kaçakçılığı yaptılar.

  1. Dünya Savaşı’nın başlarında Küba’nın Karayipler’deki konumu onu stratejik açıdan çok önemli hale getirdi. Hem merkezi bir liman konumunda olması hem de Amerikan donanması açısından ticaret ve savaş gemileri Atlantik’i geçmek için gemileri Küba’ya demirliyordu. ABD 1941’de savaşa girdiği zaman Küba güçlü komşusunun yanında yer aldı, Hitler karşıtı koalisyona katılıp ABD birliklerini ikmal üssü olarak destekledi. Guantanamo’da ve Pines  Adası’ndaydılar. Amerikan donanması Küba’yı ziyaret etti. Küba, Birleşik Devletler’e şeker ve diğer ürünleri temin etti. Birleşik Devletler ve Sovyetler Birliği’nin Nazi Almanyası’na karşı müttefik olduğu zamanlardı. Küba ise Amerikan savaş makinesi için kullanışlı olmasından fayda sağladı ve ekonomisi iyiye gitti.[17]

1958 yılında Fidel Castro devriminin başlamasıyla 1958’de ABD Meclisi’nin verdiği bir karar ile Amerika, Küba’ya giden tüm silah nakliyatlarını durdurmuş ve desteklerini  Batista’dan çekmişti. 7 Ocak 1959’da ABD, Castro’nun devrimci koalisyonunu Küba’nın  resmi hükümeti olarak tanıdı. ABD ile olan gerginlikleri yatıştırmak için Fidel Castro, Nisan  1959’da Washington’ı ziyaret etti.[18] ABD’nin onu Küba’nın hükümet başkanı olarak  tanımasını istiyordu. O dönemki Amerika başkanı Nixon, Castro’nun komünist olmasa bile anti-Amerikan görüşlere sahip  olduğunu anlamıştı. Küba’nın komünizmle olan ilişkileri sadece ABD hükümetini  endişelendirmiyordu. Resmi olarak Anastas Mikoyan, Küba’ya bir ticaret fuarı açılışı için  gelmişti. Fakat perde arkasında riskler çok daha büyüktü. Öncelikle SSCB ile Küba arasındaki  ilişkinin geleceğinin temeli atılmıştı. Ayrıca Küba, SSCB’den 100 milyon dolarlık bir kredi almıştı. Son olarak Küba, ekonomisini tamamen sosyalist koalisyona doğru yönlendirmeyi  başarmıştı ki bunu SSCB ve başka ülkeler de temsil ediyordu. Bu, Küba’nın ABD ile yaptığı iş  birliğinin sonu olmuştu. Şubat 1960’ta, Sovyet Politbürosu üyesi Anastas Mikoyan adayı  ziyaret etti. Bu, Küba’nın Sovyetler Birliği ile ittifakının başlangıcıydı. Durum bir anda değil,  yavaş yavaş değişti. SSCB ile ilişki zamana yayılan bir sürede kuruldu. Kübalıların başka seçeneği yoktu çünkü Sovyetler Birliği’nin desteği olmadan bağımsız kalmaları zordu. Castro’nun kardeşi  Raúl ve simgesel devrimci Che Guevara, Moskova’yla daha yakın bağlar kurmaktan yanaydılar. Domuzlar Körfezi girişiminin amacı, bir grup Kübalıyı Küba’da bir yere çıkarıp ardından ABD devlet teşkilatını çağırarak ve Amerikan askerlerini de kullanarak müdahalede bulunmaktı. Orijinal Eisenhower programı buydu. Daha sonra aynı yılın sonunda Amerika’da Kennedy başa geldiğinde, ABD’nin işe karışmasını ve Deniz Kuvvetleri askerlerini yollamayı  istemedi. Bunun sonucunda ise ABD ile ilişkiler zarar gördü. Akabinde Fidel Castro kendini ve Küba’yı sosyalist ilan etti.

Fidel Castro, sanayi bakanı Ernesto Che Guevara’yı Moskova’ya gönderdi. Resmi amaç, yeni ticaret sözleşmelerini görüşmekti. Fakat Guevara arka planda Sovyet başbakanı Nikita  Kruşçev ile askeri bir anlaşma yaptı. Küba’ya Sovyet nükleer füzeleri kurulacaktı. Amaç hem  adayı hem de Sovyetler Birliği’ni korumaktı. ABD zaten Türkiye’ye Moskova’ya dakikalar  içinde ulaşabilecek nükleer füzeler kurmuştu. Sovyet füzelerinin amacı karşı önlem almaktı. 16 Ekim sabahı Amerikan yetkilileri Beyaz Saray’da toplandılar ve Sovyetlerin aslında Küba’yla ittifak içinde  olduğunu ve Küba’da nükleer silahlar geliştirmekte olduklarını öğrendiler. Fakat 1960’larda burası Soğuk Savaş’ın cephelerinden biri oldu çünkü Küba, Sovyetler Birliği ve onun  Avrupa’daki uydu devletleriyle sıkı bir ittifak yapmıştı. Küba’yı ve Sovyetler Birliği’ni savunmak amacıyla 1962’de adaya gizlice nükleer füzeler yerleştirildi. Çoğu Amerikan şehri  dakikalar içinde yerle bir edilebilirdi. ABD eski başkanı John F. Kennedy için bu kabul  edilemez bir tehditti. Küba Füze Krizi 13 gün sürdü. Amerika, Küba’yı denizden ablukaya aldı ve Sovyetler Birliği de bir ABD uçağını düşürdü. Sonunda, arka plan görüşmeleriyle kriz çözüldü. SSCB, Amerika’nın füzelerini Türkiye’den çekmesi koşuluyla kendi füzelerini Küba’dan çekmeyi teklif etti. Başkan Kennedy kabul etti, Fidel Castro etmedi. Kruşçev ise bu kararında Castro’ya güvenmedi.

1980’lerin sonunda yeni bir anlaşmazlık durumu daha da kötüleştirdi. Amerikan narkotik polisi Birleşik Devletler’e Küba üzerinden büyük miktarda kokain girdiğini iddia  etti. Sovyetler Birliği’nin ve onun uydu ülkelerinin 1990’ların başlarında dağılması Küba’ya  sert bir darbe indirdi. Milyarlarca dolarlık ekonomik destek birdenbire ortadan kalktı. Küba’nın altyapısı çöktü ve temel gıda maddelerinde bile aniden yetersizlik baş gösterdi.

2015 yılında Papa Francis Küba’yı ziyaret edeceğini duyurdu. Sosyalist  organizasyonlar, Küba’da Papa için maksimum katılım olmasını garanti almak için yardım  ettiler. Bu bir tavizdi, Papa perde arkasında ziyaretinden çok daha önce Küba ile Amerika  Birleşik Devletleri’ni barıştırmaya çalışıyordu. Papa’nın asıl niyeti Küba’yı ziyaret etmekti. Fakat kendisi ayrıca arabuluculuk görüşmelerinde de önemli bir faktördü. Bunun iki taraf  açısından bir kazanç olarak öne sürülmesini sağladı. Onlarca yıllık husumet sonunda ve Papa  Francis’in arabuluculuğu sayesinde Amerikan Başkanı Barack Obama tarih yazma fırsatını  kaçırmadı.

2.2. Obama Dönemi Dünya Koşulları 

Barack Obama, 2008 yılında başlayan seçim yarışında sergilediği uluslararası profilden ve seçildikten sonra Amerika’nın yeni dönemde sergileyeceği politikalar konusunda çok fazla konuşma yapmıştı. Obama, ABD hükümeti için zor bir zamanda iktidara gelmişti. Bir  yandan yükselmeye devam eden Çin Halk Cumhuriyeti, diğer yandan iki farklı cephede süregelen savaşlar ve nükleer silah girişiminde bulunan İran sebebiyle ABD dünya genelinde  oldukça olumsuz bir imaj çizmişti. 

2009 yılında Çin hükümeti tarafından açıklanan rakamlar Gayri Safi Yurtiçi Hasılanın  büyüme hızının yılın üçüncü çeyreğinde en yüksek düzeyi olan yüzde 8,9’a çıkmıştı.  Büyüme hızı oranı yılın ikinci üç ayında yüzde 7,9 idi. Çin hükümeti yeni iş alanları açmak ve  talebi artırmak amacıyla büyük altyapı projelerinden oluşan bir pakete yüzlerce milyon dolar  ayırdı. Çin giderek yükseliyordu; 2004’te Japonya’nın, 2008’de Hindistan’ın ve 2009’da Brezilya’nın en büyük ticaret ortağı olarak ABD’yi geçmişti. ABD ithalatının en büyük kaynağı Çin’di. 2008 yılında 266,3 milyar dolarlık bir ticaret fazlasına erişen Çin, yine aynı yıl elinde en fazla ABD devlet tahvili bulunduran yabancı ülke olmuştu. Bazı analistler, ABD’nin küresel ekonomideki lider rolünün zayıfladığını ve yerini Çin’in aldığını düşünüyorlardı. Aslında ABD’nin kurmuş olduğu ekonomik ve siyasi düzen, Çin’in kalkınması için olumlu bir ortam yaratmıştır. [19]

ABD, 11 Eylül saldırıları sonrasında İran’ı terör eylemlerinin destekçisi olarak görmeye  başlamıştı. Amerika’nın temel amacı İran üzerinden bölgeyi kontrol etmekti.[20]  Eğer İran’ı  kontrol edilebilirse Asya’ya açılan kapının da kontrol edebileceğine inanmaktaydı. Amerika  bunu yapabilirse bir yandan İsrail’in güvenliği diğer yandan da önemli bir ekonomik ve siyasi  çıkar elde edilecekti. Bu sebeple ABD, Büyük Ortadoğu Projesi bağlamında İran’la  mümkünse karşılıklı çıkara dayalı ilişkiler kurmak istemekte; değilse baskı ve tehdit yoluyla  İran’ı kontrol etmeye çalışmaktaydı.[21] İran rejiminin meşruluk temellerinden biri İslam ise  diğeri de Amerika ve İsrail karşıtlığıdır. Başka bir deyişle İran siyasal eliti için ABD  karşıtlığı, İran devleti için varoluşsal bir siyasi tutumdur. İki devlet birbirlerine karşı  yaklaşımlarında görülen bu aşırı duyarlılık, siyasetlerinde aşırı kapalılık politikasını da beraberinde getirmektedir. [22]

2.3 Obama Dönemi Küba Koşulları

Küba, Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra yeni potansiyel destekçisi dünya sahnesine  çıkana kadar ekonomik bunalımdaydı. Sovyetlerin dağılması sonucuyla Küba, Venezuela ile  çalışmaya başladı. 1999 yılında Küba, yeni kurtarıcısı Hugo Chavez’i bulmuştu. 2002 yılında  1000’den fazla Küba ajanı, Chavez karşıtı bir cuntanın darbe girişiminin bastırılmasına  yardım etti. Böylece Küba-Venezuela ilişkileri yoğunlaştı. Küba, Chavez’e olan muhalefeti  önlemeye yardım etmeleri amacıyla öğretmenler, doktorlar ve casuslar gönderdi.  Karşılığında, Venezuela da Küba’ya petrol verdi. Küba kendi içindeki enerji ihtiyacını karşılayacak  kaynaklara sahip değildi. Venezuela’yı zengin eden petroldü ve hem Venezuela’daki hem de Küba’daki sosyalizmi finanse etti.[23]

Öte yandan Küba, Birleşik Devletler baş düşmanı olmaya devam etti. Castro bilhassa  Guantanamo Körfezi’ndeki Amerikan Donanma üssünü daimî bir provokasyon olarak gördü.  11 Eylül 2011, dünya politikasındaki dengeleri değiştirdi. ABD, teröre karşı olan savaşında  müttefik arıyordu. Castro da terörizmi kınamıştı. ABD, Irak ve Afganistan’ı işgal ettikten sonra terörist olduğu iddia edilen şüpheliler Küba’daki Guantanamo Körfezi’nde tutuldu. Bu Küba  hükümeti için hiç sorun teşkil etmedi.[24]

2004 yılında Santa Clara’da bir açık hava buluşması vardı. Fidel, konuşmasının ardından sahneden düştü ve kendini yaraladı. Yerine 2008 yılında kardeşi  Raúl Castro geçti. Raúl kardeşinin politikalarının çoğundan ayrılmama kararı aldı. Bugüne  kadar başka bir lider hiç olmadı, Castro’nun pozisyonunu tehdit edecek liderlik karakterine sahip tarzda biri bile çıkmadı. Raúl, abisinin görevlerini devraldı. Venezuela Devlet Başkanı olan Hugo Chávez ise 2013 yılında kanserden öldü. Küba önde gelen müttefiklerinden birini  kaybetti. Daha sonra düşük petrol maliyeti Küba’nın Chávez’in haleflerinden petrol almaya devam etmesini engelledi. Ekonomik açıdan baş aşağı giden Venezuela sahip oldukları tek destekti.

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

BARACK OBAMA’NIN SİYASİ KİŞİLİĞİ, LİDERLİK SIRLARI VE  ADAYLIK DÖNEMİ

3.1 Barack Obama’nın Siyasi Kişiliği 

Barack Obama, siyasi rolüne 1983 yılında Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden mezun olarak  başlamıştır. Ardından bir üniversite daha okuyarak Hukuk Fakültesi mezunu olarak hayatına  devam etmiştir. Bu sırada kısa bir süre Harvard Law Review dergisinin yayın işleri  müdürlüğünü yapar.[25]


Hukuk Fakültesinden mezun olduktan sonra 12 sene Chicago Üniversitesi’nde Anayasa  Hukuku dersleri vermiştir. 1996 yılında İllinois’in eyalet senatosuna seçilerek siyasete giriş  yapmıştır. 2000 yılına gelindiğinde ABD Temsilciler Meclisi’ne girebilmek için Demokratik Partinin ön seçimlerine katılmış ama başarıyı burada yakalayamamıştır. 4 sene sonra ABD senatosuna koyduğu adaylıkta ise sonuçlar çok daha iyi duruma gelmiştir ve %70’lik oy çokluğuyla senatoya seçilmiştir.


2004 başkanlık seçimleri sırasında Boston’da bir kurultay toplanmaya karar vermiştir.  Canlı bir yayın olacak ve bu yayında Barack Obama yaptığı etkileyici konuşmayla medyanın  dikkatini üzerine çekmeyi başarmıştır. Kariyerine Senato Dışişleri Komisyonu’nda yaptığı  hizmet göreviyle devam etmiştir. Birçok ülkeye ziyaretlerde bulunmuş, ABD’deki senatosundaki 6 yıllık ilk dönemini tamamladığında ise 2008 ABD başkanlık seçimlerine adaylığını koymuştur. [26]

3.2 Barack Obama’nın Liderlik Sırları

Barack Obama, kültürlerin, ırkların ve medeniyetlerin ilginç bir karışımıydı: O hem siyah  hem beyazdı. Dünyanın neresinde olursa olsun, seçim kazandıran kampanyaları analiz  ettiğimizde başarıya etki eden faktörün liderin tutumu olduğu görülebilir. Liderin kişisel  özelliği her şeyin önündedir. Bilgisi, sağduyusu, inancı ve azmi her şeyi etkiler. Düşünceleri insanları harekete geçirir. Geçmişiyle ve hikayelerindeki etkileyici ayrıntılarla liderler, seçmenlerin dikkatini çekerler.[27] Barack Obama ise halka dayalı bir kampanya yapmaya karar verdi. Açıkçası bu bir tercih  değil zorunluluktu çünkü Demokrat Parti’nin parası, desteği ve ulusal ölçekte organize olabilme kapasitesi Hillary’nin yanında olacaktı. Bu durumda ona yapacak tek bir şey kalıyordu: “küçük insanlar“ ve “küçük bağışlarla” ile “küçük eyaletleri” kazanarak adaylığına  devam edecekti. 
Obama kampanyasının tüm söylemi başından beri “değişim” temasına oturtulmuştu ve  bu söylem kampanya boyunca asla değişmedi. Yönetim ve ekonomi anlayışında, uluslararası  ilişkilerde, enerji politikalarında, vergilendirmelerde, yurttaşlık hakları ve siyasette köklü bir  değişim vaat ediyordu. Yönetime gelirse Irak’tan derhal çıkacak, gerekirse İranlı liderler ve  Taliban’la görüşecek, ekonomide Amerikan şirketlerini ülke içinde yatırım ve istihdam yaratmaya teşvik edecek, enerjide dışa bağımlılığa son verebilmek için inovasyona yatırım  yapacaktı. Yani Obama’nın liderliği yepyeni bir çağ getirecekti.[28]  Obama’nın kampanyaları,  tümden değişim umudunu ve inancını harekete geçirmeyi hedefleyen kampanyalardı.  Kampanyalarında negatif söyleme ve Hillary Clinton’ı rencide edebilecek hiçbir kelimeye  izin vermedi.

3.3 Obama’nın Adaylık Dönemi

ABD’de Ronald Reagan’ın başkan olmasından itibaren gündeme gelen ve George W. Bush’la  birlikte iktidarlarının zirvesine ulaşan Neo Muhafazakârların tek kutuplu dünyada pervasız bir  imparatorluk kurma gayretleri, dünya hakları arasında nefret edilen bir Amerika imajının  oluşmasına neden olmuştu.

George W. Bush’un 2. döneminde (2004-2008) ekonomi günden güne kötüye gitmiş,  yüz binlerce Amerikalı işçi sökülmesine bizzat yardım ettiği fabrikaların yurt dışına  taşınmasıyla birlikte işsiz kalmıştı. 2007 sonbaharından itibaren ise öncü sarsıntıları bile  ABD’yi ve tüm dünyayı sallamaya başlayan yıkıcı ekonomik kriz su üstüne çıkmaya başlamıştı.

11 Eylül saldırılarının etkisiyle oluşan dönem artık sona eriyordu. Afganistan ve Irak  savaşları arzu edilen zaferlerle sonuçlanmamıştı. Hem bu ülkedeki hem diğer ülkedeki  istikrarsızlıklar devam ediyordu. Uluslararası terörle edilen mücadelede elde edilen sonuç kocaman  bir sıfırdı. Barack Obama, ABD’deki muhafazakâr iklimin dağılmakta olduğunu ve koşulların tümüyle  yeni bir Demokrat Parti iktidarını işaret ettiği böylesi bir dönemde, 10 Şubat 2007’de aday adaylığını ilan etti.[29]

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

BARACK OBAMA DÖNEMİ KÜBA POLİTİKASI VE DÖNEMİN  DÜNYAYA YANSIMASI 

4.1 Barack Obama Dönemi Küba Politikası

1959 yılından beri diplomatik ilişkilerini İsviçre üzerinden yürüten, ticaret ambargosu  dolayısıyla ekonomik ilişkileri durma noktasına gelen ABD ve Küba’nın son dönemde başkanlarının değişmesiyle olumlu bir döneme başlayacağı düşünülmüştü. Fakat son  gelişmeler ışığında iki ülke arasındaki ilişkilerin olumlu ilerlediği gözlense de tam bir  normalleşmenin kısa zamanda sağlanamayacağı görüşü ön plandaydı. ABD Başkanı Barack  Obama; Küba ile demokrasi, insan hakları ve ekonomik konularda görüşmek istediklerini  belirtirken 2008’de Fidel Castro’nun yerine geçen Küba Başkanı Raúl Castro da ABD ile her  konuyu görüşmeye hazır olduklarını açıklamıştı. Obama’nın ABD için yeni ittifaklar kurmak,  ABD değerlerini korumak, Latin Amerika’da önderlik yapmak gibi amaçları Küba İle  ilişkilerini normalleştirmesini gerektirmekteydi. Obama, Küba ile diyaloga açık olduğunu  fakat ticaret ambargosunu ancak Küba’nın siyasi değişim geçirmesi halinde kaldıracağını  belirtti. 

2013 yılında ilişkileri normalleştirmek çatısı altında arabulucu olarak Papa Francis  devreye girdi. 17 Aralık 2014 tarihinde ilişkileri normalleştirmek ve nihayetinde uzun süredir  devam eden ambargoyu sona erdirmek için bir anlaşma çerçevesinde Küba ve Amerika  Birleşik Devletleri, Havana ve Washington’daki büyükelçiliklerini yeniden açmak amacıyla  resmi müzakerelere başlama sözü verdiler. ABD tarafından tutulan siyasi mahkumlardan  bazılarının da serbest bırakılma sözü verildi. 

4.1.1 Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Barack Obama’nın Küba  Açılımı (17 Aralık 2014- 14 Ekim 2016)
           
“Change” sloganıyla hareket eden Obama, negatif politikadan pozitif politikaya  dönmeye çalışmış ve 17 Aralık 2014’te dünya kamuoyuna izleyeceği yol haritasını  sunmuştur. İlk olarak Küba hükümeti ile diplomatik ilişkiler kurmayı hedeflemiştir. 1961 yılından beri birbirinden kopuk olan iki ülke için Dışişleri Bakanlığı’na talimat vermiştir. İkincil olarak Küba’ya seyahati kolaylaştırmayı hedeflemiştir. Genel bir izin belgesi çıkarmayı önermiştir. Üçüncü olarak Amerika’da yaşayan Kübalıların memleketlerine yollayacakları paranın transferini kolaylaştırmaya çabalamıştır. Dördüncü olarak ise ithalat ve ihracatın önündeki engellerin kaldırılması için yeni öneriler getirmiştir. Buna örnek olarak şunlar gösterilebilir:

  • Küba yaptırımlarının üçüncü ülkelerde uygulanmasını değiştirmek,
  • Meksika ve Küba hükümetleri ile Meksika Körfezi’ndeki çözülmemiş deniz

problemini  bir sonuca ulaştırmak, 

  • Küba’yı teröre destek veren ülke olarak görmekten vazgeçmek,
  • Küba’nın 2015 Panama Amerikalılar Zirvesi’ne katılımını ele almak.

14 Ekim 2016 tarihli Başkanlık Yönergesiyle birlikte ABD-Küba arasında 23 anlaşma imzalandığı göze  çarpmaktadır. 

Ocak 2015’te Küba ve ABD’den üst düzey diplomatlar Havana’da bir araya geldiler.  Görüşmelerde önemli bir atılım yapılmadı fakat her iki tarafın da sıcak tavrı ilişkilerin devamının geleceğinin teminatıydı. Obama yönetimi tarafından uygulanan yeni kurallar uyarınca, Amerikalıların Küba’ya seyahat etmesine ilişkin kısıtlamalar 16 Ocak 2015 itibariyle önemli ölçüde rahatlamış ve Küba  puroları ve rom gibi maddelerin ABD’ye sınırlı miktarda ithalatına ve Amerikan  bilgisayarının ihracatına izin verilmiştir. 

Başkan Barack Obama, 1 Temmuz 2015’te Küba ve ABD arasındaki resmi diplomatik  ilişkilerin yeniden başlayacağını ve Washington ve Havana’da büyükelçiliklerinin açılacağını  duyurdu. 20 Temmuz 2015 tarihinde Washington’daki Küba Büyükelçiliği ve Havana’daki  ABD Büyükelçiliği yeniden açıldı. Barack Obama, Mart 2016’da üç günlüğüne Küba’yı  ziyaret etti. 2016 yılında ilk ticari uçuş gerçekleşti. 

4.2 Dönemin Dünyaya Yansımaları 

4.2.1 Latin Amerika Faktörü

Amerika Birleşik Devletleri’ni Küba açılımına yönlendiren en önemli etkenlerden biri Latin  Amerika ülkeleri olmuştur. Küba’nın Panama’da düzenlenen Amerikan Devletleri Örgütü Zirvesi’ne katılmasını Latin Amerika ülkeleri çok istemiştir. Bunda Castro rejimine  sıcak bakan sol liderlerin ve partilerin (Venezuela, Ekvador, Bolivya ve Brezilya) iktidar yarışının önemli bir rolü vardır. Ama tarihsel olarak ABD’ye yakın olan Kolombiya’nın bile  Küba’yı zirveye katılmasında desteklemesi, bölge ülkelerinin bu sorunların çözümünde ne kadar istekli olduklarını göstermiştir.[30]  Ayrıca Bolivarcı hareketin ideolojik olarak ABD için  çekince yaratan bir unsur haline gelmesi, Obama’yı Küba hususunda farklı bir çizgiye  taşımıştır.[31] Aslında Obama yönetimi, Küba açılımı üzerinden kalkıştığı yeni bir etki alanı  yaratma macerasına ileride Küba üzerinden tüm Latin Amerika’yı kapsayacak bir Amerikan  politikası oluşturabilmek için uğraşmıştır. Bu nedenle Obama’nın Havana’yla yakınlaşma politikaları, Washington’ın Latin Amerika’da yıllardır süregelen zarar görmüş olan  etkisini bir süredir onarmaya çabalamış uzun dönemli stratejinin parçasıdır.[32]

4.2.2 Rusya Faktörü

Sovyetler Birliği 1962 yılında Washington ve Havana arasında yaşanmakta olan huzursuz ortamdan faydalanarak Türkiye’deki Jüpiter füzeleri gibi orta menzilli füzelerini Küba’ya  yerleştirme kararı vermiştir. Küba Krizi olarak tarihe geçen bu olayda Amerikan tutumu, bu  amaçla yola çıkan Sovyet gemilerine karşı abluka kararı alınca huzursuzluk daha da artmıştır. Sovyetler Birliği, gemilerini geri çekmeyeceğini; ABD ise ablukayı kaldırmayacağını  söyledikten sonra dünya kendini nükleer bir savaşın eşiğinde bulmuştur. İki süper güç  arasında yaşanan bu problem, ABD ve Sovyetler Birliği’ni savaşın eşiğine getirmiştir. Gerek ABD ve NATO’nun ve gerekse de Sovyetler Birliği’nin krizi başarılı bir şekilde yönetmeleri dünyayı bir nükleer savaş tehdidinden kurtarmıştır.[33]  Sonuç olarak Küba Krizi uzun uğraşlar  neticesinde çözülebilmiştir.

Obama, Rusya-Küba ilişkilerinin yeniden canlanmasını kendi ulusal çıkarları sebebiyle uygun bulmamış ve Küba açılımı konusunda dinamik ve kararlı hareket etme politikası izlemiştir. Rusya-Küba ilişkilerinin yeniden güçlenmeye başladığını düşündüren olay ise Putin’in Küba ziyaretidir. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Küba ziyaretinin hemen öncesinde  Küba’nın 32 milyar dolar borcunun silinmesini konu alan “Küba Cumhuriyeti’nin Sovyetler  Birliği Döneminde Yapılan Kredi Borcu Düzenlemesi”ni onaylamıştır. Borcun geri kalan %10’unun (3,2 milyar dolar) ise on yıl içerisinde ödenmesi kararlaştırılmıştır.[34]  Bununla birlikte Havana’nın güneyinde 1967 yılında açılmış olan Lourdes Dinleme Üssü’nün  Rusya’ya yeniden tahsis edileceği iddiaları Putin’in ziyareti üzerine gündeme gelmiştir.  Rusların ABD üzerindeki gözü kulağı olan üs, 11 Eylül sonrasında Amerikan yönetimine iyi  niyet jesti olarak kapatılmıştır. Putin, dinleme üssünün yeniden açılacağına dair basında yer  alan iddiaları ülkesinde gerçekleştirdiği basın toplantısında yalanlama gereği duymuştur.[35]

SONUÇ

  1. Dünya Savaşı’ndan beri Amerikan dış politikasındaki birçok değişim seçim sandıklarında vatandaşların yaptığı tercihlerden kaynaklanmıştır. 2008 yılında seçime giden vatandaşlar, Amerikan üstünlüğü ve ön alıcı savaş vurgusu ABD için masraflı olan Bush Doktrini’ne bir alternatif aradığında ve Amerika’nın darboğazdan gelmekte olduğu dönemde Barack Obama iktidara gelmiştir. Bu zamana değin hedeflerde, siyasal stratejilerde ve üst düzey çalışanların toptan devrinde büyük dönüşümler getiren başkanlık değişimleri ABD’de her zaman zor  olmuştur. Vietnam Savaşı’ndan bu yana hiçbir başkan Amerikan dış politikasının gücü ve ilklerini geri getirmek için daha zor bir tırmanış karşılamamıştır. Obama, göreve geldiğinde ekonomiyi çöküşün eşiğinden kurtarırken bile dış politikada yeni ve çok farklı bir rota çizmiştir.

ABD’nin Küba meselesine uzun bir dönem statükocu bakmasının sebepleri olarak  şunları sıralayabiliriz: ideolojik farklılıklar, önyargılar, tutuklamalar, şiddet yanlısı  gruplar/siyasetçiler, siyasi uyuşmazlıklar, tarihsel gerilimler, toprak anlaşmazlıkları ve  ambargo içerikli kongre kararları. 2009 yılında “change” sloganıyla yola çıkan Obama için  Küba, dış politika sınamalarından sadece bir tanesidir. Obama’nın Küba açılımını  incelediğimizde özgün bir ideoloji olmadığını görmekteyiz. Obama dönemine kadar yaklaşık  10 dönem önceki başkanların da açılım üzerine hareketleri olmuştur. Obama ve dış politika  ekibi için açılım projesini önemli kılan da sonuca bu kadar yaklaşmışken açılımın kahramanı  olmaktır. Bu kapsamda diplomatik temsilciliklerin açılması, üst düzey ziyaretlerin  gerçekleşmesi ve birçok anlaşma imzalanmış olması bu konuda ilerleme kat edildiğini de  göstermektedir. Obama ve ekibi idealist, liberal ve barışçı politikalar izlemiştir. Bunun sebebi  küresel terörle savaş politikası mücadelesinde kaybedilen prestiji yeniden elde edebilmektir.  Bu durumu bazı eleştirmenler “Obama’nın iyimserliği” olarak adlandırmıştır. ABD, özelde  Küba; genelde ise Latin Amerika’yı ön planda tutsa da hem rakipleri hem de aynı ideolojide olmayan bölgesel güçler için yumuşak güç politikası üzerinden yaklaşmıştır. Bu bir anlamda Amerika için negatif politikadan pozitif politikaya geçmek, yani izolasyon ve ambargoya  bağlı statükocu dış politikaya yönelmek anlamına gelmekteydi.  ABD Başkanı Obama, Küba politikasını belirlerken bölgenin diasporasının beklentilerini de dikkate alan bir tutum sergilemiştir. Küba vatandaşları, Amerika’daki  sürgünlerini de dikkate alarak kaçanları özgürlük savaşçısı olarak adlandırıp Amerikan vatandaşlığına geçmişlerdir. “Kübalı Amerikalılar Ulusal Derneği” adı altında teşkilatlanan bu  grup, ABD’nin Küba politikasında önemli bir rol kazanmıştır. Sadece Obama ve ekibi değil,  bu diaspora da kongreyi taraf haline getirerek ambargo politikasının somutlaşmasına neden  olmuş ve kamuoyunda ses getirmesi için çalışmalar yapmıştır. 

Birbirinin devamı olarak iki kere başkan seçilen Barack Obama, ilk döneminde  yeterince hızlı hareket edemediğinden sorunların çözümünde yeterince mesafe kat  edememiştir. Diaspora ve Obama ekibinin tüm çabalarına rağmen uzun süredir sürdürülen  ambargo siyasetinin önüne geçilememiştir. Tüm bunlara ek olarak hassas noktalardan biri de üst düzey mevkilerde bulunan bürokratik kişilerin Küba konusunda çok farklı görüşlere sahip  olmasıdır. Bu durum Obama için Küba politikasının sürdürülebilirliğine sürekli zarar  vermiştir.

 

BURCU KARAGÖL

LATAM STAJYERİ

 

KAYNAKÇA

AKGÜN Birol, Amerika’nın Yeni Dünya Vizyonu ya da Yaklaşan Küresel Anarşi, Stratejik  Analiz Dergisi, 2003

ARI Tayyar, Irak, İran, ABD ve Petrol, Alfa Yayınları, 2007

ATEŞOĞLU Nurşin, “Tahran’dan Havana’ya Obama Doktrini”, 20 Ekim 2020 tarihinde http://www. bilgesam.org/incele/2380/-tahran-dan-havana-ya-obama-doktrini/#.  XAKEmmgzZPY adresinden erişildi. 

BRUCE Harold, American National Government, New York Company, 1957

CLEMENT Christopher, ‘Confronting Hugo Chavez: the United States Democracy Promotion in  Latin America’, Latin America Perspective, 2005

DOMİNGUEZ Jorge, Cuba; Order and Revolution, Belknap Press: An Imprint of Harvard  University Press

EAGLESHAM John, Guantanamo Justice, Financial Times, 2003

FERGUSON John, The American System of Government, New York. Oxford Üniversitesi,  1957

FERRER Ada, Insurgent Cuba, United States of America. University of North Carolina Press;  1st edition, 1999

GEERTZ Clifford, The Interpretation of Cultures: Selected Essays, Basic Book, 1973 GÖZEN R., Amerikan Dış Politikası, Anadolu Üniversitesi Yayınları, 2012

GÜLTEKİN Sümer, Amerikan Dış Politikasının Kökenleri ve Amerikan Dış Politik Kültürü, Uluslararası İlişkiler Dergisi, 2011

HODGSON Goldfrey, The Myth of American Exceptionalism, Yale Üniversitesi Yayınları,  2009

HUBERMAN Leo, Küba; Bir Devrimin Anatomisi, Kalkedon Yayınları, 2019

HUNTİNGTON Samuel, American Politics: The Promise of Disharmony, Harvard  Üniversitesi Yayınları, 1981

KESKİN Arif, ABD- İran Gerginliğinde Yeni Bir Dönem: ABD-AB Yakınlaşması, Stratejik  Analiz, Cilt 5

KÜNTAY Burak, “ABD-Küba Yakınlaşması”. 15 Ekim 2020 tarihinde  http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/burak-kuntay/abd-kuba-yakinlasmasi-40073323  adresinden erişildi. 

LOCKHART Charles, The Roots of American Exceptionalism: Institutions, Culture and  Policies, Palgrave Macmillan, 2003

MACDONANLD Malcom, Outside Readings in American Goverment, 3. Baskı, Thomas  Crowell Company, 1958

MEN Jing, Finansal kriz Çin’i süper güç yapacak mı?, NATO Review

OBAMA Barack, Babamdan Hayaller, Pegasus Yayınları, 2. Baskı, 2009

OBAMA Barack, İnanırsak Başarırız, Pegasus Yayınları, 1. Baskı, 2009

OBAMA Barack, Umudun Cesareti: Amerikan Rüyasını Canlandırmak Üzere Düşünceler,  Pegasus Yayınları, 1. Baskı, 2009

EROL Mehmet, “NATO ve Kriz Yönetimi”, Barış Kitap, 2012

ÖZKAN Behlül, “Obama’nın Küba Ziyareti: Batı Yarıküresinde Değişim, 12 Ekim 2020 tarihinde www. bilgesam.org/incele/2395/-obama-nin-kuba-ziyareti–bati-yarikuresindedegisim/#.XAD6TGgzZPZ adresinden erişildi.

ÖZKAN Necati, Obama’nın Liderlik Sırları, Kapital Medya, 2009

PUTİN Vladamir, “Answers to Journalists Questions”. 15 Ekim tarihinde  http://en.kremlin.ru/events/ president/news/46236 adresinden erişildi.

REDFORD Hemmette, Politics and Government in the United States, Praeger Yayıncılık,  1965

ROSSİTER Clinton, The American Presidency, Revised Edition, Johns Hopkins Üniversitesi  Yayınları, 1960

SCHWARTZ Bernard, A Commentary On The Constitution of The United States. 13 De  Paul Law, 1963

SCHOULT Lars, ‘Blessings of Liberty: The United States and the Promotion of Democracy in Cuba’, Latin Amerika Araştırmaları Dergisi, 2002

SPAİNER John, Amerikan Dış Politikası, İnkılap Yayınları, 2008

STEİNBERG John, Difficult Transitions: Foreign Policy Troubles at the Outset of  Presidential Power. Washington D.C: Brookings, 2008

XİANGLİN Mao, Küba Sosyalizminin Yolu ve Geleceği, Canut Yayınları, 2019

BİBLİYOGRAFYA

[1]GÜLTEKİN Sümer, Amerikan Dış Politikasının Kökenleri ve Amerikan Dış Politik Kültürü, Sayı 19, s.5

[2] GEERTZ Clifford, The Interpretation of Cultures: Selected Essays, New York: Basic Book, 1973, s.89

[3] LOCKHART Lockhart, The Roots of American Exceptionalism: Institutions, Culture and Policies, New York:  Palgrave Macmillan, 2003

[4] SPAİNER John, Amerikan Dış Politikası, İnkılap Yayınları, 2018, s.21

[5] HUNTİNGTON Samuel , American Politics: The Promise of Disharmony, Cambridge, Harvard Üniversitesi  Yayınları, 1981, s. 238.

[6] HODGSON Godfrey, The Myth of American Exceptionalism, Yale Üniversitesi Yayınları, 2009, s.97

[7] ROSSİTER Clinton, The American Presidency, Revised Edition, New York, 1960, s.18

[8]  FERGUSON John H. ve D. McHenry, The American System of Government, New York, Oxford Üniversitesi,  1956, s. 283

[9] BRUCE Harold, American National Government, New York Company, 1957, s.323

[10] SCHWARTZ Bernard, A Commentary On The Constitution of The United States, New York, 1963, s.12

[11] Nelson Polsby, Wildavsky Aaron, Contemporary Strategies of American Electoral Policy, 7th Edition, New  York, 1988, s.41

[12] H. Malcolm Macdonald, Wİlfred D. Webb, Edward G. Lewis, Outside Readings in American Government, 3.  Baskı, New York, Thomas Crowell Company, 1958, s. 819

[13]Hemmette S. Redford, David B. Truman, Politics and Government in the United States, New York, 1965, s.  301-302

[14] FERRER Ada, Insurgent Cuba, United States of America,1999, s. 34

[15]  J. Eaglesham, Guantanamo Justice, Financial Times, 2003, s.13

[16] DOMİNGUEZ Jorge, Cuba; Order and Revolution, Cambridge, 1978, s. 71

[17] XİANGLİN Mao, Küba Sosyalizminin Yolu ve Geleceği, Canut Yayınları, 2019, s.179-216 18 HUBERMAN Leo, Paul M. Sweezy, Küba; Bir Devrimin Anatomisi, Kalkedon Yayınları, 2019, s.116

[19] MEN Jing, Finansal kriz Çin’i süper güç yapacak mı? NATO Review, Temmuz 2009

[20] AKGÜN Birol, Amerika’nın Yeni Dünya Vizyonu ya da Yaklaşan Küresel Anarşi, Stratejik Analiz, Sayı 37,  s.81-85

[21] KESKİN Arif, ABD- İran Gerginliğinde Yeni Bir Dönem: ABD-AB Yakınlaşması, Stratejik Analiz, Cilt 5, Sayı  60, s. 57-59

[22] ARI Tayyar, Irak, İran, ABD ve Petrol, Alfa Yayınları, İstanbul, Ocak 2007, 2. Baskı, s.307

 [23] CLEMENT Christopher, ‘Confronting Hugo Chavez: United States Democracy Promotion in Latin America’,  Latin America PErspective, 2005, s.60-78

[24] SCHOUKTZ Lars, ‘Blessings of Liberty: The United States and the Promotion of Democracy in Cuba’, New  York, 2002, s. 397-403

[25] BARACK H. Obama, Babamdan Hayaller, Pegasus Yayınları, 2. Baskı, Ocak 2009, s. 29-36

[26] BARACK H. Obama, İnanırsak Başarırız, Pegasus Yayınları, 1. Baskı, 2009, s. 18-43

[27] ÖZKAN Özkan, Obama’nın Liderlik Sırları, Kapital Medya, Ocak 2009 s.43-48

[28] BARACK Obama, Umudun Cesareti: Amerikan Rüyasını Canlandırmak Üzere Düşünceler, Pegasus Yayınları, 1. Baskı, 2009, s.216-222

[29] ÖZKAN Necati, age s.24-26

[30] ÖZKAN Behlül, “Obama’nın Küba Ziyareti: Batı Yarıküresinde Değişim”, BİLGESAM, www.  bilgesam.org/incele/2395/-obama-nin-kuba-ziyareti–bati-yarikuresinde-degisim/#. XAD6TGgzZPZ, (Erişim  Tarihi: 11.10.2020).

[31] KÜNTAY Burak, “ABD-Küba Yakınlaşması”, Hürriyet, http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/ burak kuntay/abd-kuba-yakinlasmasi-40073323, (Erişim Tarihi: 18.10.2020)

[32] GÜNEY Nurşin, “Tahran’dan Havana’ya Obama Doktrini”, BİLGESAM, http://www.bilgesam.org/incele/2380/-tahran-dan-havana-ya-obama-doktrini/#. XAKEmmgzZPY, (Erişim Tarihi:20.10.2020).

[33]  EROL Mehmet Seyfettin ve Şafak Oğuz, “NATO ve Kriz Yönetimi”, Krizler ve Kriz Yönetimi, Barış Kitap,  Ankara 2012, s. 349

[34] Rusya Küba’nın 32 Milyar Dolar Borcunu Sildi”, Anadolu Ajansı, https://aa.com.tr/tr/ dunya/rusya-kubanin 32-milyar-dolar-borcunu-sildi/142320

[35] Vladimir Putin, “Answers to Journalists Questions”, http://en.kremlin.ru/events/ president/news/46236,  (Erişim Tarihi: 22.10.2020).

Türkiye’ de Anayasalar ve Sivil Toplum

0

 

Gazanfer Kaya, Sezer Ayan. (2011). Türkiye’de Anayasalar ve Sivil Toplum. İstanbul: Ütopya

Yayınevi, 158 sayfa, ISBN: 9786055580162.

Türkiye’de Anayasalar ve Sivil Toplum kitabını üç bölümde inceleyebiliriz.İlk bölümde; anayasa, sivil toplum ve sivil toplum kuruluşları kavramları, etimolojik ve anlamsal yönleriyle açıklanmıştır ve bu kavramların tarihsel koşullarda nasıl bir gelişim seyri izlediği ortaya konulmuştur.

       İkinci bölümde; Osmanlının modernleşme sürecinden 1960 yılına kadar süren dönemde, Türk Anayasacılık hareketinin geçirdiği değişimler ve bu değişimlerin sivil toplum üzerindeki etkisine de değinilmiştir. Bunların ardından ise yeni devletin anayasaları, özellikle de tek partili ve çok partili dönemde uygulanan 1924 Anayasası üzerinde önemle durulmuştur.

    Üçüncü bölüm ise çalışmanın ana bölümüdür.1961 ve 1982 Anayasaları ve sivil toplum ilişkisi bu bölümde, temel sosyo-ekonomik, siyasal etkenlerden hareketle ortaya konulmaya ve tartışılmaya çalışılmıştır. Buna ek olarak 1961 ve 1982 anayasalarının uygulandığı süreçte anayasalarda gerçekleşen değişikliklerinin sivil toplum alanı üzerinde nasıl bir etkiye neden olduğu araştırılmıştır.

      Kavramları açıklamakla başlayacak olursak:

 Anayasa kavramı: Anayasa denildiğinde ilk olarak bir devletin kuruluşunu, örgütlenişini, iktidarın el değiştirmesini ve bireylerin hak ve özgürlüklerini düzenleyen kurallar bütünü anlaşılır (Kemal Gözler, Anayasa Hukukunun Metodolojisi). Aslında Anayasa kavramının temellenmesi ile Batı burjuva demokrasisi arasında yakın bir ilişki bulunmaktadır. Anayasa kavramının çerçevesi, bu demokrasi içerisindeki geniş kesimlerin kazandığı haklarla yeni bir biçim kazanmıştır. Böylece anayasada siyasal hak ve özgürlüklerin boyutu genişlediği gibi, birtakım sosyal ve ekonomik hak ve özgürlükler de yer almıştır.

      Anayasacılık hareketinin gelişimine değinecek olursak; Anayasa insanlığın gelişim evriminde modern topluma özgü bir nitelik taşır. Anayasa kavramının ortaya çıkması ile geleneksel toplum yapısı ve bu yapıdaki iktidar ilişkilerinin değişmeye başlaması, iktidarın sınırlanması ile yakından ilgilidir. Bunun üzerine, egemenliğin meşruti kaynağının ulus olduğu bir devlet yapılanması etkili olmuştur.

    Sivil toplum kavramı üzerinde duracak olursak; Sivil toplum kavramının düşünsel temelleri Antik Yunan’a kadar uzanır. Bu kavramı en genel anlamıyla devlet ve onun siyasal iktidarı karşıtı olarak ele almak mümkündür. Sivil toplum ile ilgili yapılan farklı tanımlamalarda ortaya çıkan ortak ögeler bulunmaktadır. Bunları yurttaşlık, uygarlaşma, gönüllülük, siyasal katılım, devletin denetimi, özerk bir yapılanma, çoğulculuk, düşünce özgürlüğü ve demokrasi kültürü olarak sıralayabiliriz.

   Özetle sivil toplum kuruluşu kapsamında kabul gören örgütlenmeler olarak: Dinsel-etnik içerik taşımayan dernekler, vakıflar, sendikalar, yurttaş inisiyatifleri, meslek kuruluşları ve kooperatifler ele alınabilir.

   Sivil toplum kuruluşlarının işlevlerine değinecek olursak;

  • Sivil toplum kuruluşları gönüllülük esasına göre işler.
  • Sivil toplum kuruluşları topluma katkı sunan onun koşularını daha da iyileştirmeye çalışan kuruluşlardır.
  • Sivil toplum kuruluşları toplumsal hareketliliği hızlandırır.
  • Sivil toplum kuruluşları belli bir konuda uzmanlaşmış kuruluşlardır.

   Sivil toplum kuruluşlarının işlevlerinin niteliği, toplumların gelişmişlik düzeyine bağlı olarak farklılık gösterir. Bazı toplumlarda ekonomik, siyasal işlevler, bazı toplumlarda ise sosyal ve bireysel işlevler daha ön plandadır.

   Sivil toplum kuruluşlarının devletle olan ilişkilerinin niteliğinde, bazı ulusal ve uluslararası dinamikler belirleyicidir. Modern ve güçlü bir ulus devlet sistemine sahip olan ülkelerde, sivil ve siyasal toplum arasındaki çeşitli çatışmalar ve uzlaşılar; dengeli ve işlevsel bir toplum gelişiminin dinamiklerini oluşturur. Bu seviyeye ulaşamamış devletlerde ise sivil toplum ve devlet kopukluğu dolayısıyla da merkeziyetçi, otoriter ve statik bir iktidar yapısının ortaya çıkmasına zemin hazırlar.

  Sivil toplum kuruluşlarının tarihsel gelişimi de araştırmanın bütünlüğü açısından ele alınmıştır.Göle’nin görüşüne yer verecek olursak, Göle, sivil toplum kuruluşlarının tarihsel süreçte geçirdiği değişimleri üç aşamada ele alır:

  • Ulus devlet bağlamı içinde sivil toplum,
  • Yeni toplumsal hareketler ile sivil toplum arasındaki etkileşim,
  • Küresel bir boyut kazanan sivil toplum. (Göle,1998)

Sonuç olarak, çoğulcu ve katılımcı bir demokrasi ve de çağdaş hukuk düzeni için, sivil toplum kuruluşlarının işlevselliği reddedilemez bir gerçekliktir.

Araştırmanın ikinci kısmı olan Türkiye’de Anayasal Düzen ve Sivil Toplum İlişkisinin Tarihselliği bölümü, Türkiye’de anayasal düzen ve sivil toplum ilişkisini tarihselliği, Osmanlının Batılılaşma çabalarına kadar uzanmaktadır. Osmanlıda Batılılaşma adına gerçekleştirilen hukuksal hareketlerin dönüm noktası ise Tanzimat Fermanı ve Islahat Fermanıdır. Bundan evveline değinecek olursak; Osmanlıda yöneten kesim ile yönetilen kesim arasındaki bağlantıyı sağlayan bazı geleneksel ara örgütlenmeler bulunmaktaydı. Vakıflar, dini örgütlenmeler, esnaf örgütleri, kethüdalık, ahilik, loncalar ve geleneksel ara örgütlenmeler arasında gösterilebilir. Bu örgütlenmelere kitapta detaylı bir şekilde yer verildikten sonra, yazar Sened-i İttifak’a değinmiştir. Sened-i İttifak, padişah ile Ayan temsilcileri arasında imzalanan ve siyasal bir anlaşma niteliği taşıyan bir belgedir. Sened-i İttifak, padişah karşısındaki güçlerin hak ve özgürlüklerine ilişkin bazı kurallar koymakla birlikte, Türk siyasi tarihinde esas olarak anayasacılık hareketi, 1839 yılında ilan edilen Tanzimat Fermanı ile başlamaktadır. Ferman can ve mal güvenliğinin tanımı, şeref ve haysiyetin korunması ve kişi güvenliği ile ilgili haklardan din farkı gözetilmeksizin herkesin yararlanması esasını koymuştur (Öden, 2003)

Islahat Fermanı’nın (1856) ilanında, Batının istekleri önemli rol oynamıştır. Kamu hizmetlerinde, askerlik hizmetine alınmada, eğitimde, mahkemelerde şahitlik konusunda Müslüman ve Hristiyan tebaa arasındaki eşitlik sağlanmaktaydı (Kapani,1993).

 Tanzimat Fermanı ile başlayan süreç, kişisel hak ve özgürlüklerin güvence altına alınması, mülkiyetin dokunulmazlığı ve tüm uyrukların yasalar önünde eşitliğinin tanınması gibi düzenlemelerle, sivil toplumun hukuksal ve siyasal zemininin oluşturulması doğrultusunda atılan önemli bir adımdır. Tanzimat ilanı ile birlikte devlet, kendisini sivil toplum doğrultusunda bir yasal çerçeveyle sınırlamıştır (Gevgilili,1990).

     Osmanlı toplum yapısında uzun bir süre modern sivil toplum kuruluşu yapılanmasından çok uzak olan geleneksel ara örgütlenmeler varlığını sürdürmüştür. İmparatorluğun monarşik ve merkeziyetçi karakteri, devlet ile toplum arasında dernek, vakıf, sendika gibi ara örgütlenmelerin gerçek anlamıyla ortaya çıkmasında en büyük engeli oluşturmuştur.

   Kitapta 1921 Anayasası ve 1924 Anayasası detaylı açıklanmıştır. Anayasanın dikkat çekici maddelerine değinilmiştir. 1924 Anayasası’nın çok partili döneme geçiş ve sonraki dönemdeki konjonktürde siyasal ve sivil yaşam üzerinde etkisini sürdürdüğüne dikkat çekilmiştir. Kitabın son kısmı olan, “1961 ve 1982 Anayasaları Açısında Sivil Toplum Kuruluşları” bölümünde ise bu anayasaların hazırlanma sürecine detaylı olarak değinilmiş ardından da bu anayasaların temel özelliklerine yer verilmiştir.

1961 Anayasası ve sivil toplumun kurumsallaşmasına etki eden maddeler şu şekildedir:

  • Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Hakkı
  • Dernek Kurma Hakkı
  • Sendika Kurma Hakkı
  • Toplu Sözleşme ve Grev Hakkı

Daha sonrasında yapılan değişiklikle bahsedilen  bu haklar genişletilmiştir. 

 1982 Anayasası ise 12 Eylül 1980 askeri darbesi sonucunda hazırlanarak hayata geçirilen ve bir takım değişiklerle günümüze kadar varlığını sürdürmüş bir anayasadır. Bu anayasanın temel özelliklerine  değinmeden önce 12 Eylül rejimi ana hatlarıyla incelenmiştir.

     1982 Anayasası’nın 33. Maddesi burada dikkat çekmektedir.
MADDE 33. – (Değişik: 23.7.1995-4121/2 md.; 3.10.2001-4709/12 md.) Herkes, önceden izin almaksızın dernek kurma ve bunlara üye olma ya da üyelikten çıkma hürriyetine sahiptir.
Hiç kimse bir derneğe üye olmaya ve dernekte üye kalmaya zorlanamaz.
Dernek kurma hürriyeti ancak, millî güvenlik, kamu düzeni, suç işlenmesinin önlenmesi, genel sağlık ve genel ahlâk ile başkalarının hürriyetlerinin korunması sebepleriyle ve kanunla sınırlanabilir.
Dernek kurma hürriyetinin kullanılmasında uygulanacak şekil, şart ve usuller kanunda gösterilir.
Dernekler, kanunun öngördüğü hallerde hâkim kararıyla kapatılabilir veya faaliyetten alıkonulabilir. Ancak, millî güvenliğin, kamu düzeninin, suç işlenmesini veya suçun devamını önlemenin yahut yakalamanın gerektirdiği hallerde gecikmede sakınca varsa, kanunla bir merci, derneği faaliyetten men ile yetkilendirilebilir. Bu merciin kararı, yirmidört saat içinde görevli hâkimin onayına sunulur. Hâkim, kararını kırksekiz saat içinde açıklar; aksi halde, bu idarî karar kendiliğinden yürürlükten kalkar. Birinci fıkra hükmü, Silahlı Kuvvetler ve kolluk kuvvetleri mensuplarına ve görevlerinin gerektirdiği ölçüde Devlet memurlarına kanunla sınırlamalar getirilmesine engel değildir. Bu madde hükümleri vakıflarla ilgili olarak da uygulanır.

       Bu araştırmanın  ardından, toplumdaki bireylerin istemlerini örgütlü bir baskı gücü şeklinde devlete iten sivil toplum kuruluşlarının,  sorumluluk ve katılımcılık bilincinin  yükseltilmesinde önemli bir yere sahip olduğu açıkça anlaşılmaktadır. 1961 ve 1982 Anayasalarının nitelikleri ve geçirdiği değişiklikler ile sivil toplumun gelişiminde doğrudan ve belirleyici etkilerinin olduğu yadsınamaz.

 Yazarlarımız son olarak şunlara değinerek kitabı bitirmiştir: “Ülkemizde zaman zaman gündeme gelen anayasalarla ilgili tartışmalar, katılımcılık, çoğulculuk, demokrasi, güçler ayrılığı, özgürlük ve de sivillik gibi kavramlar üzerinden yürütülür. 1961 ve 1982 Anayasalarını hazırlayan koşullar, uygulama süreçleri, geçirdiği değişiklikler, söz konusu ilişkinin analizi noktasında önemli deneyim ve derslerle doludur.” 

 

KAYNAKÇA

Gevgilili, A. (1990). Türkiye’de Yenileşme Düşüncesi, Sivil Toplum, Basın Ve Atatürk. İstanbul: Bağlam Yayınları.

Göle, N. (1998). Yurtdışı İlişkilere Kuramsal Bir Bakış, iç. Üç Sempozyum. Sivil Toplum Kuruluşları İstanbul: T. E. ve T. T.V. , 114-120.

Kapani, M. (2013). Kamu Hürriyetleri. Ankara : Yetkin Yayınları.

Öden, M. (2003). Anayasa Hukukunda Eşitlik İlkesi. Ankara: Yetkin Yayınları.

 

 

 

Aysel GÜZEL

TUİÇ Sivil Toplum Okumaları Stajyeri

 

Cep Herkülü: Naim Süleymanoğlu

Bir gün öleceğimi bilsem de bu haykırışımdan asla vaz geçmeyeceğim!”

“Adım Naim, soyadım Süleymanoğlu’’ cümlesinin önemini anlatan bir filmdir. Senaryosu, Barış Pirhasan ‘a ait, yapımcılığını Mustafa Uslu ve yönetmenliğini Özer Feyzoğlu’nun yaptığı Cep Herkülü: Naim Süleymanoğlu  22 Kasım 2019 tarihinde vizyona girmiştir. 2 saat 21 dakika uzunluğunda olan film, Olimpiyat şampiyonu ve dünya rekortmeni olan Türk halterci Naim Süleymanoğlu’nun hayat hikayesini anlatmaktadır. Filmde Naim Süleymanoğlu’nu Hayat Van Eck, Naim’in anne ve babasını ise Yetkin Dikinciler ve Selen Öztürk canlandırmıştır.

Oyuncular
    
Hayat Van Eck, 2000 doğumludur ve başrolü üstlenmektedir. 24. Adana Altın Koza Film Festivali’nde Umut veren Genç Erkek Oyuncu Ödülünü almıştır. Babası, Süleyman Süleymanoğlu’nu canlandıran Yetkin Dikinciler, Babam ve Oğlum filminden tanıdığımız isimdir. Annesi, Hatice Süleymanoğlu’nu ise Selen Öztürk canlandırmıştır ve kendisine Muhteşem Yüzyıl dizisi ile aşina olmuşuzdur. Naim’in spor hocası ve koçu rolünü canlandıran Gürkan Uygun ise Kurtlar Vadisi dizisi ile tanıdığımız oyuncudur. Filmde önemli rolleri canlandıran birçok oyuncu bulunmaktadır. Bu oyuncuların kim oldukları okuyucunun filmi izlemesi için değinilmemiştir.


Özet
     1984 yılı sonunda Bulgar Komünist Partisi, Todor Jivkov önderliğinde Bulgarlaştırma süreci kapsamında ad ve soyadı değişiklik kanunu çıkarılmıştır. Bulgaristan’daki, Türk azınlığa karşı yapılan baskı süreci, zulme dönüşmüştür. Bu sırada halter sporuyla Bulgaristan’da adını duyuran Naim, yaşanılan bu zulmü dünyaya duyurmayı kafasına koymuştur. 1984, 1985 ve 1986 da yılın haltercisi seçilmiştir. Bu yıllarda yapılan müsabakalarda sesini duyurmaya çalışmış aynı zamanda Bulgar Hükümeti’nin uyguladığı baskılara dayanmıştır. 1986 yılında Avustralya, Melbourne kentinde Dünya Halter Şampiyonası düzenlenmiştir. Bu şampiyonadan sonra olaylar hızlanmıştır. Adım Naim, soyadım Süleymanoğlu cümlesi anlamını hiç bu kadar hissettirmemiştir.

 

Sonuç      
  Biyografi ve belgesel tadında olan bu film, izleyicide heyecan uyandırmaktadır. Özellikle bir toplumun milli ve kültürel değerlerine dokunmayı ve bunu izleyiciye hissettirmeyi başarmıştır. Oyuncular, filmde verilmek istenilen mesajı iletmekte başarılı olmuştur. Özellikle birkaç sahne izleyicinin duygularını yükseltmek için müziklerle desteklenmiştir, filmdeki şarkı ve müzik seçimleri sahnelerdeki duyguyu yansıtmak açısından son derece başarılıdır. Filmde değerli ve rahmetli Naim Süleymanoğlu’nun hayatını içtenlikle anlatılmıştır. İzleyenlerin vakit kaybedeceğini düşünmemekte aksine keyif alacağını düşünmekteyim.

Ahmet Ömer Yüce
TUİÇ BALKAM Stajyeri

 

 

 

 

Latin Amerika’da Amerika Birleşik Devletleri – Çin Rekabeti Ekseninde Nikaragua Kanalı

                                                                Özet

Günümüz uluslararası sisteminin başat gücü Amerika Birleşik Devletleri(ABD) ve en yakın rakibi Çin Halk Cumhuriyeti arasındaki rekabet uluslararası sistemin geleceği için büyük bir önem taşımaktadır. Bu çalışmada, ABD ve Çin’in uluslararası sistemdeki rekabetinin Latin Amerika bölgesine yansımaları ele alınmıştır. Latin Amerika bölgesinde artan Çin etkisi ve bunun muhtemel sonuçları Nikaragua Kanalı örneği ele alınarak incelenmiştir. Çalışmada, Latin Amerika’da asırlık bir tarihe sahip olan ABD nüfuzunun Çin tarafından nasıl tehdit edildiği, Çin’in bölgede uyguladığı politikalar ve beklentileri incelenmiştir. Son olarak, ABD-Panama işbirliği olan Panama Kanalı’na alternatif oluşturma düşüncesi ile projesine başlanılan ve Çin-Nikaragua ortak projesi olan Nikaragua Kanalı’nın bölgede meydana getireceği muhtemel etkiler ele alınmıştır.

Anahtar Kelimeler: Latin Amerika, Çin, Amerika Birleşik Devletleri, Nikaragua Kanalı

 

Abstract

Competition between the dominant power of today’s international system the United States (US) and its closest competitor, The People’s Republic of China, is crucial to the future of the international system. In this dissertation, the reflections of the competition of the USA and China in the international system to the Latin American region are discussed. The increasing Chinese influence in the Latin America region and its possible consequences have been analyzed by considering the Nicaragua Canal example. In the dissertation, how the US influence, which has a century-old history in Latin America, was threatened by China, and China’s policies and expectations in the region have been examined. Finally, the possible effects of the Nicaragua Canal, which is a joint China-Nicaragua project created as a result of the idea of being an alternative to the Panama Canal, which is the USA-Panama cooperation, has been discussed.

 

Key Words: Latin America, China, United States of America, Nikaragua Canal

 Giriş

Latin Amerika, Avrupalı sömürgeciler ile etkileşime geçtiği ilk günden itibaren doğal kaynak zenginlikleri, eşsiz coğrafyası ve köklü kültürü ile tüm dünyanın ilgisini çekmiş olan bir bölgedir. Asırlar boyu dış müdahaleye maruz kalan kıta, günümüzde uluslararası sistemin hegemon güçleri için önemli bir etki alanıdır. Son yıllarda, Amerika Birleşik Devletleri(ABD)’nin yanı sıra Çin, Rusya ve İran gibi devletler bölgede nüfuz kazanmak için türlü girişimlerde bulunmaktadır. Uzun bir süre boyunca ABD’nin arka bahçesi olarak anılan bu bölgede, günümüzde en çok dikkat çeken devlet olan Çin, 21. yüzyıl uluslararası sisteminde önemli bir konuma sahiptir. Çin, ekonomik gücünün yanı sıra büyük nüfusu, dış yatırımları, gelişen teknolojik ve askeri gücüyle günümüz uluslararası sisteminde ABD’nin başat gücüne karşı tehdit oluşturma potansiyeline sahip olan bir ülkedir. Bu nedenle Çin’in Latin Amerika bölgesindeki yatırımları ABD tarafından endişeyle takip edilmektedir.  Latin Amerika’da birçok devlet ile ticari ve siyasi bağlar geliştirmiş olan Çin’in bölgedeki en önemli projelerinden birisi Nikaragua Kanalı’dır. Nikaragua Kanalı, inşaatı ABD tarafından tamamlanan ve 1914 yılında hizmete açılan Panama Kanalı’na alternatif olma amacı güder. Bu nedenle, Nikaragua Kanalı Latin Amerika’da ABD ve Çin rekabeti için büyük bir önem arz etmektedir. Çalışmada, kanalın meydana getireceği gelişmelere ve Latin Amerika’daki ABD-Çin rekabetine etkileri ele alınacaktır.

Amerika Birleşik Devletleri – Çin Rekabetinin Latin Amerika’da Yansımaları

Günümüz uluslararası sisteminin hegemon gücü, iki büyük dünya savaşından da zaferle çıkan ve daha sonra gücünü Soğuk Savaş galibiyeti ile parçalayan ABD olarak kabul edilmektedir. Sovyetler Birliği’nin çökmesiyle iki kutuplu yapı sona ermiş ve ABD rakipsiz bir güç olarak uluslararası sistemin hegemon gücü haline gelmiştir.[1] ABD’nin uluslararası sistemdeki bu gücü birçok düşünür, analist ve karar alıcı tarafından rakipsiz olarak tanımlanırken Doğu’da yükselen bir güç ABD’nin hegemon olduğu tek kutuplu sistemi tehdit edebilecek bir ekonomiye kavuşuyordu. Bu güç dünyanın en büyük ordusuna, 250’nin üzerinde nükleer silaha ve zengin bir kültüre sahip olan Çin Halk Cumhuriyeti’dir.[2] Goldman Sanchs verileri, Çin’in 2027 yılında ABD’nin dört katı nüfus ve iki haneli büyüme oranlarıyla dünyanın en büyük ekonomisi olarak ABD’yi geride bırakacağını belirtiyor.[3] Ekonomik bir dev olan Çin, askeri gücü ve stratejik hamleleriyle dikkatleri üzerine çekmeyi başarmıştır. Dünya artık Çin gerçeğiyle karşı karşıyadır. 1978 yılından itibaren Çin’de benimsenen reformlar, ülke ekonomisinin dışa açılmasına ön ayak olmuş ve Çin’de “devlet kapitalizmi” uygulanmaya başlamıştır.[4] 1970’li yıllarda neredeyse hiç yabancı yatırımcıya sahip olmayan Çin’de 2004 yılının sonlarında 60 milyar $’lık doğrudan yabancı sermaye eşiği aşılmış ve toplam sermaye stoku 600 milyar $’a yaklaşmıştır.[5] Çin’in tüm dünyada büyük yankı uyandıran yatırımları ABD tarafından endişeyle takip edilirken, Çin, etkisini Latin Amerika’da da hissettirmeye başlamıştır. 2008 ve 2016 Çin politika belgelerinde, Çin’in Latin Amerika ve Karayip ülkeleri ile eşitlik, karşılıklı fayda ve ortak kalkınmayı içeren, kapsamlı ve işbirliğine dayalı bir ortaklık kurma hedefine sahip olduğu açıkça ilan edilmiştir.[6] Çin’in bu bölgede artan etkisi ve yatırımları yıllarca ABD tarafından müdahalelere maruz kalan bölge devletleri için büyük bir önem arz etmektedir.

 ABD, 1823 tarihinde ilan ettiği Monroe Doktrini ile henüz 37 yıllık bir devletken, Avrupalı güçleri Batı yarımküreden kovmuş ve Latin Amerika üzerinde nüfuz kazanmaya başlamıştır.[7] Soğuk Savaş yıllarına gelindiğinde, kıtada komünizmin yayılmasından korkan ABD, sol eğilimli hükümetlerin devrilmesi için sert müdahalelerde bulundu. Soğuk Savaş döneminde neredeyse bölgede yer alan tüm devletler ABD’nin sebep olduğu askeri darbeler, terör, işkence ve toplu infazlara maruz kalmıştır.[8] ABD bir yandan Latin Amerika ülkelerini kendi istediği biçimde şekillendirirken; diğer yandan bölgede kötü bir şöhret kazanmıştır. Latin Amerika bölgesinde yer alan devletler, uluslararası sistemin başat gücüne yakın bir coğrafyada yer alan güçsüz devletler olmanın bedelini ağır bir şekilde ödemiştir.

ABD, yıllarca arka bahçesi olarak gördüğü coğrafyada artık tek büyük güç değildir. Çin, Avrupa Birliği’ni geçerek, ABD’nin ardından Latin Amerika’nın en büyük ikinci ticaret ortağı olmuştur. Uluslararası sistemin başat gücü, yıllardır herhangi bir büyük güç ile çatışma ve rekabete girmek zorunda olmadan nüfuz kurduğu arka bahçesinde artık büyük bir tehditle karşı karşıyadır.

Latin Amerika’da Artan Çin Etkisi

   Doğu Asya’da yer alan Çin, Rusya ve Kanada’dan sonra yüzölçümü olarak dünyanın üçüncü büyük ülkesiyken; 1.3 milyar nüfusu ile dünyadaki en kalabalık ülkedir.[9] Çinliler tarihte birçok farklı devlet kurmuşlar ve dünyaya iz bırakmasını başarmışlardır. Tarihteki imparatorluklar arasında en geniş yüzölçümüne sahip olan sekiz imparatorluğun iki tanesi (Çin Manchu Qing Hanedanlığı ve Çin Yuan Hanedanlığı) Çinlilerin atalarıdır.[10] Köklü bir tarihe sahip olan Çin, pusulayı, barutu, kâğıdı ve kâğıt parayı Avrupa’dan çok daha önce icat etmiştir.[11] Çin, henüz ABD tarih sahnesine çıkmadan önce, denizcilik teknolojisinde Avrupa’dan yüzyıllarca yıl ilerideydi. Amiral Zheng He gibi deneyimli denizcilere ve Avrupalıların sahip olduklarından çok daha büyük gemilere sahip olmalarına rağmen deniz seferlerini yarıda bıraktılar.[12] Bu seferler aynı hızda devam etseydi belki de Amerika, Çin tarafından keşfedilecekti fakat Çin hükümeti getirdiği yasaklamalarla denizcilik endüstrisinin çökmesine sebep oldu.[13] Zheng He ve deneyimli Çin denizcileri, kısıtlamalar nedeniyle Amerika’ya ulaşamamıştı ancak yıllar sonra dışa açılan Çin, rotasını Amerika’ya çevirdi. Bu kez keşif yapmak için değil, yatırım yapmak için kıtaya yönelen Çin, Latin Amerika’da büyük bir ilgiyle karşılandı.

     Çin’in Latin Amerika’ya karşı ilgisi oldukça yeni bir olgudur. 2001 yılı Nisan ayında Başkan Jiang Zemin’in gerçekleştirdiği Latin Amerika ziyaretini, Kasım 2004’te Başkan Hu Jintao’nun ve Mart 2005’te Başkan Yardımcısı Zeng Qinghong’in ziyaretleri takip etmiştir.[14] Hu Jintao dönemine damgasını vuran “barışçıl kalkınma” stratejisi, gelişmiş ülkelerin yanı sıra üçüncü dünya ülkeleri ile ilişkilere de önem veriyordu.[15] Bu doğrultuda, üçüncü dünya ülkeleri ve gelişmekte olan ülkeleri içeren Latin Amerika bölgesi, Çin yatırımları için ilgi çekici bir konuma geldi. Çin, doğal kaynak zengini ve ekonomik potansiyeli yüksek olan Latin Amerika’nın adil bir uluslararası düzenin kurulmasında önemli bir rol oynayacağına inanarak, bölgeye yönelik çalışmalarını hızlandırmıştır.[16] Latin Amerika ve Karayipler bölgesini Çin için kritik hale getiren etkenlerden bir diğeri ise Tayvan’ı tanıyan 25 ülkenin 12 tanesinin bu bölgede yer almasıydı. [17] Latin Amerika, Çin’e ekonomik kazancın yanı sıra, Tayvan’ı uluslararası alanda siyasi olarak yalnızlaştırma fırsatını da sunmuştu. Çin’in Latin Amerika ve Karayipler’de gerçekleştirdiği diplomatik ve ekonomik girişimlerinin sonucunda 2017 yılında Panama ve El Salvador Çin Halk Cumhuriyeti’ni tanıdı. 2018 yılına gelindiğinde ise Tayvan ile 70 yıldan fazladır diplomatik ilişkilere sahip olan Dominik Cumhuriyeti, Çin Halk Cumhuriyeti’ni tanıdı. Çin’in bu başarısının ardında yatan asıl neden, bölgede nüfuz sahibi olan diğer güçlerin aksine, yalnızca ortak ideolojiye sahip olduğu devletlerle ilişki kurmayıp, bölgede yer alan tüm devletlere ulaşmaya çalışmasıdır.[18]

     ABD’nin ardından bölgenin en büyük ikinci ticaret ortağı olan Çin, günümüzde kıtada yer alan Şili, Brezilya ve Peru gibi ülkelerin en büyük ticaret ortağıdır. Çin ve Latin Amerika ülkeleri arasındaki ticaret özellikle petrol gibi madencilik sektörlerine yoğunlaşmaktadır. [19] Çin, 2009 yılında on yıllık garantili petrol arzı karşılığında Brezilya’nın Petrobas şirketine borç vermeyi kabul etmiştir.[20] Benzer şekilde, Hugo Chavez döneminde Venezüella ile bağlarını derinleştiren Çin, Venezüella’da petrol arzını güvence altına almak için ülkeye 20 milyar dolarlık kredi vermeyi taahhüt etmiştir.[21] Çin’in artan enerji ihtiyacı, Latin Amerika bölgesi ile olan ilişkilerinde önemli bir rol oynamaktadır. Son yıllarda Çinli petrol şirketleri Latin Amerika‘da ki faaliyetlerini artırmıştır. Çin‘in dev enerji şirketleri CNPC, CNOOC ve SINOPEC,  Latin Amerika‘da ki en büyük yatırımcılar arasındadır. [22] Çin‘in 2000-2014 yılları arasında en çok enerji yatırımı yaptığı bölge Latin Amerika‘dır.[23] Bu yıllarda Çin’in Latin Amerika’ya yaptığı yatırımların yaklaşık %90’ı doğal kaynaklara yöneliktir. [24] Latin Amerika bölgesi, Çin’in doğal kaynaklara erişiminde kilit bir rol oynarken, bölge devletleri de Çin’den gelen kredilerden oldukça memnundur.

            Çin’in 21. yüzyılın başında sahip olduğu etkileyici ekonomik gücü, küresel arenada yükselen bir güç olarak öne çıkmasına yardımcı oldu. Latin Amerika ve Karayipler bölgesinde siyasi rüzgârların değişmesi ve ABD’ye yönelik tepkilerin artması Çin’in siyasi çıkarlarına fayda sağlarken, Çinli şirketlerin bölgeye yönelik yatırımlarını da olumlu şekilde etkilemiştir.[25] Çin, bölgede gerçekleştirdiği yatırımlar ve izlediği politikalar sonucu Latin Amerika’da itibar kazanmış, bölgedeki bazı devletler tarafından kendisini uluslararası barış ve istikrarın tahsisine adamış bir güç olarak algılanmıştır. Latin Amerika’da olumlu bir imaj kazanan Çin, diğer yandan Afrika ve Asya Pasifik gibi işbirliği içerisinde bulunduğu bölgelerde kötü bir şöhrete sahiptir. Literatüre Brahma Chellaney tarafından kazandırılan “borç tuzağı diplomasisi” kavramı, günümüzde Çin’in bu bölgelerdeki yatırımlarından bahsedilirken bolca kullanılmaktadır.[26] Bu yaklaşıma göre, Çin’in borç verdiği ülkelerin borcunu ödeyememesi Asya devi için sorun teşkil etmemekte, aksine Çin’in bu ülkeler üzerinde diplomatik gücünü artırmasına olanak sağlamaktadır.[27] ABD Başkan Yardımcısı Mike Pence Asya-Pasifik Ekonomik İşbirliği toplantısında Çin’in borç diplomasisini eleştirmiştir:

“ABD’nin daha iyi bir seçenek olduğunu bilin. Biz ortaklarımızı borç denizinde boğmayız, onları zorlamayız ya da sizin bağımsızlığınızı tehlikeye atmayız”[28]

     Borç tuzağı diplomasinin yanı sıra, Çin’in Latin Amerika bölgesine artan ihracatı sonucu, bu ülkelerdeki yerli üretici ucuz Çin mallarıyla rekabet edemez hale gelmiştir. Çin ile ticarete başladığı ilk dönemlerde ticaret fazlası veren bazı ülkeler daha sonra ticaret açığı vermeye başlamışlardır.[29]

     Latin Amerika’da kazandığı itibarın zedelenmesinden endişelenen Çin, bölgede uyguladığı kamu diplomasisi ile bu itibari koruma altına almak için çalışmaktadır. Çin, dilini ve kültürünü tüm dünyaya yaymak için farklı ülkelerde Konfüçyüs Enstitüleri kurmuştur ve bunların yaklaşık 30 tanesi Latin Amerika ve Karayipler bölgesinde yer almaktadır.[30] Çin, henüz Batı yarımkürede ABD’nin yerini alamamış olsa da aradaki fark hızla kapanmaktadır.[31] ABD’nin arka bahçesi olarak anılan bölgede, Çin’in yatırımları, ikili ilişkileri ve yumuşak gücü dikkat çekmektedir. Bölgede özellikle, ABD karşıtı hükümetlerin bulunduğu ülkeler tarafından ABD’nin çok önemli bir alternatifi olarak kabul edilen Çin, Latin Amerika’da etkisini hissettirmeye devam edecektir.

Panama Kanalına Karşı Alternatif: Nikaragua Kanalı

Çin’in Latin Amerika’da gerçekleştirdiği yatırımların bazıları diğerlerine oranla daha çok dikkat çekmektedir. Bu yatırımların arasında yer alan Nikaragua Kanalı projesi Latin Amerika bölgesi için oldukça önemlidir. Nikaragua’da bir kanal inşa etme fikri yeni değildir. 19. yüzyılın başında, İspanyol fatihler bölgeden elde ettikleri altın ve gümüşü Avrupa’ya taşımak için Nikaragua’da bir kanal inşa etme fikrine sıcak baktılar ancak teknik olarak imkânsız gördükleri için bundan vazgeçtiler.[32] Nikaragua Kanalı bir hayal olarak kalsa da Latin Amerika’da iki okyanusu birleştirme fikri sonucunda Panama Kanalı kurulmuştu. Başta Fransızlar tarafından yönetilen Panama Kanalı projesi, hastalıkların yarattığı zorluklar ve yetersiz sermaye nedeniyle 23 Şubat 1904’de ABD’ye satıldı.[33] ABD, Panama ile kanalın inşası, işletilmesi ve korunması gibi hususlarda sözleşme imzalamış ve Panama Kanalı 1914’de resmen açılmıştır.[34] Modern dünyanın 7 harikasından biri olan Panama Kanalı inşa edilmeden önce Amerika kıtasının doğu ve batı kıyıları arasında seyahat eden gemiler Güney Amerika’da yer alan Horn Burnu çevresinden dolaşmak zorundaydı ve kanalın inşası ile bu yolculuk yaklaşık 8000 deniz mili kısaldı.[35]  Tam bir mühendislik harikası olan Panama Kanalı, ABD’nin o zamana kadarki en maliyetli bayındırlık projesiydi.[36] ABD’nin 302 milyar dolar harcadığı projenin tamamlandığı dönemlerde, uluslararası ticaret çoğunlukla gemiler aracılığı ile gerçekleşiyordu ve Panama Kanalı ABD’nin dünyanın farklı ülkeleriyle ticaretini kolaylaştırmıştı.[37] Panama Kanalı’nın başarısına rağmen Nikaragua, kendi kanalını inşa etmekten vazgeçmedi.

Nikaragua’nın kendi kanalına sahip olma hayali aradan asırlar geçtikten sonra, Nikaragua Devlet Başkanı Daniel Ortega tarafından yeniden gündeme getirilmiştir. Daniel Ortega, Nikaragua Kanalı’nın Latin Amerika’nın Haiti’den sonra en fakir ikinci ülkesi olan Nikaragua’nın ekonomisi canlandıracağına inanıyordu.[38] 2013 yılında Hong Kong merkezli HKND şirketi, Panama Kanalı’na rakip olacak bu proje için kollarını sıvadı. Nikaragua Kanalı projesinin, 20 metre genişliğe, 22 metre derinliğe ve 286 kilometre uzunluğa sahip olması planlanmaktaydı. [39] Nikaragua Hükümeti, yeni kanalın Panama Kanalı’ndan geçen gemilerin 2 katı daha ağırını taşıyacak potansiyele sahip olacağını aktarmıştı.[40] Proje, kanalın yanı sıra, iki liman, bir havalimanı, bir serbest ticaret bölgesi, bir tatil beldesi, bir elektrik santrali, bir çimento ve çelik fabrikası ve kara yollarının inşasını da içeriyordu.[41] İmzalanan sözleşme doğrultusunda, Çinli firma Nikaragua Kanalı’nı 50 yıl işletme ve daha sonra 50 yıl uzatma hakkına sahip olmuştu.[42]

Nikaragua Kanalı projesi imzalandığı tarihten itibaren dünyada büyük yankı uyandırmıştı. Nikaragua Kanalı, ABD’nin uluslararası sistemdeki en güçlü rakibi Çin’in, Batı yarımkürede gerçekleştirmeyi planladığı bir proje olarak dikkatleri üzerine çekti. Üstelik bu proje, ABD-Panama ortaklığı sonucu meydana gelen Panama Kanalı’na rakip olma amacı güdüyordu. Bu nedenle Nikaragua Kanalı’nın başarılı olması, 1914’den beri Latin Amerika’da iki okyanusu birbirine bağlayan Panama Kanalı’nın uluslararası ticaretteki rolünün azalmasına sebep olacaktı. Nikaragua Kanalı’nın, Panama Kanalı’na kıyasla daha ağır gemileri taşıması ve daha uzun olması planlanıyordu.[43] Nikaragua Kanalı Çin’in Latin Amerika’da yer alan doğal kaynaklara erişimini kolaylaştıracağı için, Latin Amerika’da Çin-ABD rekabeti göz önüne alındığında oldukça önemli bir projeydi. Nikaragua Kanalı projesi duyurulduktan bir süre sonra projenin bölgenin biyolojik çeşitliliğine karşı bir tehdit oluşturacağı ortaya çıktı.[44] Nikaragua’da onlarca protesto meydana geldi. Kanalın ekolojik olarak bir felakete sebep olacağına savununlar ile kanalın ekonomik getirilerine dikkat çekenler arasında görüş ayrılıkları meydana geldi. 2015 yılında gerçekleştirilen bir ankete göre, Nikaragualıların %41’i kanalı desteklerken; ankete katılanların yalnızca %17’si kanalı desteklemiyordu.[45] Halkın çoğunluğunun desteğini alan Nikaragua Kanalı projesi, aradan yıllar geçmesine rağmen somut bir ilerleme gösterememişti. Projenin ilerlememesinin nedenlerinden birisinin Çinli şirketin sahibi Wang Jing’in servetinin bir kısmını kaybetmesi olduğu iddia edilmektedir.[46] Nikaragua Devlet Başkanı Daniel Ortega, projenin ne olursa olsun devam edeceğini, kanala karşı büyük bir bağlılığı olduğunu ifade etmiştir.[47] Nikaragua Kanalı projesi, imzalandığı gün planlanan şekilde gerçekleşmemiş olsa da Nikaragua için geleneksel bir hayal olan bu kanaldan tam olarak vazgeçilmedi. Henüz bir gemiyi bile taşımadan birçok tartışmaya sebep olan ve adından bolca bahsettiren Nikaragua Kanalı’nın bölgenin geleceği için oldukça önemli bir ol oynayacağı kesindir.

 Sonuç

1823 yılında Monroe Doktrini’nin ilanının ardından yıllarca ABD’nin müdahaleleri ve etkisine maruz kalan Latin Amerika, artık tek bir devletin nüfuz alanı olmaktan çok uzaktır. Dünyanın farklı bölgelerinde yer alan birçok ülke, ekonomik ve politik kazanç elde etmek Latin Amerika ülkeleriyle işbirlikleri kurmaktadır. Bu devletlerin arasında en çok dikkat çekenlerden birisi olan Çin’in, bölgede çok kısa bir sürede etkin bir güce dönüşmesi, Latin Amerika’nın “arka bahçe” olmaktan uzaklaşarak, ABD-Çin rekabeti için yeni bir rekabet alanına dönüştüğünü göstermektedir. ABD, Latin Amerika bölgesine coğrafi olarak yakınlığı ve bölgede yüzyıllık bir geçmişe sahip olması gibi avantajlara sahip olsa da uzun süre ABD müdahalelerine maruz kalan ülkelerin bazıları bölgede ABD’nin etkisinin bu denli güçlü olmasından şikâyetçidir. Latin Amerika ülkelerinin kalkınmalarına ve gelişmelerine fayda sağlayama vaatleriyle bölgeye giriş yapan Çin, Latin Amerika’da ABD’ye karşı güçlü bir alternatiftir. Daha adil bir uluslararası sistem yaratma misyonuna sahip olduğunu belirten Çin, Latin Amerika’da yer alan birçok devletin takdirini toplamış ve bölgede olumlu bir imaja sahip olmuştur. Çin, bölgenin zengin doğal kaynaklarından faydalanırken burada diplomatik nüfuzunu da geliştirme amacı güder. Çin, Tayvan’ı tanıyan ülkelerin bazılarıyla diplomatik ilişkiler kurmuş ve Tayvan’ı uluslararası sistemde yalnız bırakma amacına doğrultusunda somut kazanımlar elde etmiştir.

Latin Amerika’da Çin’in en çok dikkat çeken yatırımlardan birisi olan Nikaragua Kanalı projesi yarım kalmış bir proje olmasına rağmen, Nikaragua’nın iki okyanusu birleştiren bir kanaldan vazgeçmek istemediği açıktır. Çinli şirketin, projeyi devam ettiremeyeceğine yönelik iddialar olsa da Nikaragua’nın bu projeye Çin ortaklığı ile devam etmesi iki ülke için de büyük kazançlar sağlayacaktır. Nikaragua Kanalı projesi planlandığı şekilde gerçekleştirilebilirse, Panama Kanalı’nın dünya ticaretindeki payının azalacağı tahmin edilmektedir. ABD’nin yapımında ve belirli bir süre işletilmesinde rol oynadığı Panama Kanalı’na alternatif olacak olan Nikaragua Kanalı’nın, Çin tarafından Latin Amerika’da yapılması, ABD-Çin rekabeti için önemli bir gelişme olacaktır. Çin, Batı yarımkürede yer alan devletler için önemli bir ticaret ortağı haline gelmiştir. Çin’in bölgede çok kısa bir sürede büyük kazanımlar elde etmesi, Latin Amerika’da Çin etkisinin devam edeceğini kanıtlar niteliktedir. Yaklaşık yüzyıl boyunca ikinci bir devletle mücadele etmek zorunda kalmadan arka bahçesini istediği gibi şekillendiren ABD, artık Latin Amerika’da yalnız değildir ve Çin ile rekabet etmek zorundadır.

 

ABDÜLSAMED DAŞDAN

LATAM Stajyeri, Araştırma Yazısı

 

KAYNAKÇA

                                                              

Acemoğlu, Daron ve James Robinson. Ulusların Düşüşü, İstanbul: Doğan Kitap, 2019.

Arnson, Cynthia J. ve Jeffrey Davidow. “China, Latin America, and the United States: The New Triangle”. Woodrow Wilson International Center for Scholars Institute of the Americas Chinese Academy of Social Sciences. Ocak 2011. s. 4.

Arnson, Cynthia, Mark Mohr ve Riordan Roett. “Enter the Dragon? China’s Presence in Latin America”. Woodrow Wilson International Center for Scholars. 2007. s. 18.

Art, Robert J. “The United States and the Rise of China: Implications for the Long Haul”. 2010, s. 361.

Beverly Goldberg, “Is the Nicaraguan mega-canal failure good news for indigenous communities?”, https://www.opendemocracy.net/en/democraciaabierta/is-nicaraguan-mega-canal-failure-good-news-for-indigenous-communi/,(Erişim Tarihi: 02.11.2020)

Brahma Chellaney, “China’s Debt-Trap Diplomacy”, https://www.aspistrategist.org.au/chinas-debt-trap-diplomacy/,(Erişim Tarihi: 31.10.2020)

Britannica, “Panama Canal”, https://www.britannica.com/topic/Panama-Canal, (Erişim Tarihi: 02.11.2020)

Brzezinski, Zbigniew. Büyük Satranç Tahtası. İstanbul: İnkılâp Kitabevi, 2005.

Brzezinski, Zbigniew. Stratejik Vizyon Amerika ve Küresel Güç Buhranı, İstanbul: Timaş Yayınları, 2012.

Carlos Roa, “The United States is Losing Latin America to China” The National Interest, Ağustos 2019, https://nationalinterest.org/node/73906, (Erişim Tarihi: 01.11.2020)

D.Renwick, “Nicaragua’s Grand Canal”, https://www.cfr.org/backgrounder/nicaraguas-grand-canal,(ErişimTarihi: 01.11.2020)

Dumbaugh Kerry ve Mark P. Sullivan. “China’s Growing Interest in Latin America”. CRS Report for Congress. 2005.

Ermağan, İsmail. Dünya Siyasetinde Latin Amerika, Ankara: Nobel, 2017.

Erman, Kubilayhan. Latin Amerika ve İspanya Üzerine Güncel Çalışmalar. Ankara: Gece Kitaplığı, 2015.

Farah, Douglas ve Kathryn Babineau. “Extra-regional Actors in Latin America: The United States is not the Only Game in Town”. Prism, Vol:8. No:1. 2019. s. 104.

Focus Economics, “Nicaragua Canal: Fact or Fiction?”, https://www.focus-economics.com/blog/posts/nicaragua-canal-fact-or-fiction, (Erişim Tarihi: 06.11.2020)

Gregosz, David ve Mareike Boll. “Nicaragua’s Dream To Build Its Own Canal: Chinese Investor Begins Mega Project – Outcome Uncertain”. Kas International Reports. Ocak 2015. s. 21-39.

Hanban, “Confucius Institute/Classroom”, http://english.hanban.org/node_10971.htm, (Erişim Tarihi: 31.10.2020)

Hüseyin Aslan, “Çin’in Latin Amerika Politikası: Karmaşık Gerçeklik”, Anadolu Ajansı. https://www.aa.com.tr/tr/analiz-haber/cin-in-latin-amerika-politikasikarmasik-gercekcilik/1285213, (Erişim Tarihi: 27.10.2020)

Jacques, Martin. Çin Hükmettiğinde Dünyayı Neler Bekliyor?, Ankara: Akılçelen Kitaplar, 2016.

Jenkins, Rhys. “Latin America and China: A New Dependency?”. Third World Quarterly. Vol. 33. No. 7. s. 13.

Latin American Post, “Nicaragua Canal: What happened with Ortega’s project?”, https://latinamericanpost.com/23174-nicaragua-canal-what-happened-with-ortegas-project, (Erişim Tarihi: 14.11.2020)

Maurer, Noel ve Carlos Yu. “What Roosevelt Took: The Economic Impact of the Panama Canal 1903-1937”. The Journal of Economic History. Vol. 68, No 3. Eylül 2008. s. 686-721.

Nicholas Muller, “Nicaragua’s Chinese-Financed Canal Project Still in Limbo”, https://thediplomat.com/2019/08/nicaraguas-chinese-financed-canal-project-still-in-limbo/,( Erişim Tarihi: 06.11.2020)

Nye, Joseph. Amerikan Yüzyılı Bitti mi?, İstanbul: Uluslararası İlişkiler Kütüphanesi, 2016.

Özsoylu, Ahmet Fazıl. Çin Bir Devin Uyanışı, Adana: Nobel Kitabevi, 2006.

Öztürk, Serdar, Ali Sözdemir ve Bekir Gövdere. “Çin: Washington Uzlaşmasından Beijing Uzlaşmasına”. Cumhuriyet Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi. Cilt 7. Sayı 1. 2006. s. 61-71.

Reuters, “China signs $10 bln loan-for-oil Petrobras deal”, https://www.reuters.com/article/china-brazil-oil/china-signs-10-bln-loan-for-oil-petrobras-deal-idUSPEK26621320090519, (Erişim Tarihi: 27.10.2020)

Roskin, Michael. Çağdaş Devlet Sistemleri: Siyaset, Coğrafya, Kültür, Ankara: Adres Yayınları, 2015.

Salin, Delmy L. “Impact Of Panama Canal Expansion on the U.S. Intermodal System”. United States Department of Agriculture. Ocak 2010. s. 1-10.

Scott Nicholas Romaniuk, “Nicaragua Canal: China’s Strategic Presence in Central America”, https://thediplomat.com/2015/06/nicaragua-canal-chinas-strategic-presence-in-central-america/, (Erişim Tarihi: 11.11.2020)

Sertel, Yıldız. “Asya Pasifik’ten Latin Amerika’ya, Latin Amerika’da İşbirliği”. Cumhuriyet Strateji. Yıl 2. Sayı 103. 2006: s. 12.

Shixue, Jiang. “China, Latin America and the Developing World”. East Asia and Latin America: The Unlikely Alliance. Rowman&Littlefield. 2003. s. 311.

Simon Romero, “Chávez Says China to Lend Venezuela $20 Billion”, https://www.nytimes.com/2010/04/19/world/americas/19venez.html, (Erişim Tarihi: 29.10.2020)

Şimşek, Orhan. “Çin’in Merkantilist Ekonomi Politikaları ve Latin Amerika’daki Yansımaları”. Akademik Araştırmalar ve Çalışmalar Dergisi. 2019. s. 106-115.

Telesur, “Nicaragua’s Canal Project Back on: Daniel Ortega”, https://www.telesurenglish.net/news/Nicaraguas-Canal-Project-Back-On-Daniel-Ortega–20190814-0005.html, (Erişim Tarihi: 14.11.2020)

The Economic Times, “China slams Mike Pence; says no country in debt trap because of BRI”, https://economictimes.indiatimes.com/news/international/world-news/china-slams-mike-pence-says-no-country-in-debt-trap-because-of-bri/articleshow/66679080.cms?from=mdr, (Erişim Tarihi: 31.10.2020)

The Guardian, “Nicaragua gives Chinese firm contract to build alternative to Panama Canal”, https://www.theguardian.com/world/2013/jun/06/nicaragua-china-panama-canal, (Erişim Tarihi: 04.11.2020)

Trt Haber, “Nikaragua kanalının temeli atıldı”, https://www.trthaber.com/haber/dunya/nikaragua-kanalinin-temeli-atildi-157731.html,(Erişim Tarihi: 06.11.2020)

Trt World, “How China’s debt trap diplomacy works and what it means”, https://www.trtworld.com/africa/how-china-s-debt-trap-diplomacy-works-and-what-it-means-32133, (Erişim Tarihi: 30.10.2020)

United States Centre, “How the Panama Canal reshaped the economic geography of the United States”, https://blogs.lse.ac.uk/usappblog/2019/07/22/how-the-panama-canal-reshaped-the-economic-geography-of-the-united-states/,(Erişim Tarihi: 02.11.2020)

BİBLİYOGRAFYA

[1] Zbigniew Brzezinski, Büyük Satranç Tahtası, İstanbul: İnkılâp Kitabevi, 2005, s. 26

[2] Joseph S. Nye, Amerikan Yüzyılı Bitti mi?, İstanbul: Uluslararası İlişkiler Kütüphanesi, 2016, s. 46

[3] Martin Jacques, Çin Hükmettiğinde Dünyayı Neler Bekliyor?, Ankara: Akılçelen Kitaplar, 2016, s.17

[4] Yıldız Sertel, “Asya Pasifik’ten Latin Amerika’ya, Latin Amerika’da İşbirliği”, Cumhuriyet Strateji, Yıl 2, Sayı 103, 2006, s. 12

[5] Serdar Öztürk, Ali Sözdemir ve Bekir Gövdere, “ Çin: Washington Uzlaşmasından Beijing Uzlaşmasına” Cumhuriyet Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt 7, Sayı 1, 2006, s. 61-71

[6] Carlos Roa, “The United States is Losing Latin America to China” The National Interest, Ağustos 2019, https://nationalinterest.org/node/73906, (Erişim Tarihi: 01.11.2020)

[7] Kubilayhan Erman, Latin Amerika ve İspanya Üzerine Güncel Çalışmalar, Ankara: Gece Kitaplığı, 2015, s.16

[8] İsmail Ermağan vd., Dünya Siyasetinde Latin Amerika, Ankara: Nobel, 2017, s. 439

[9] Ahmet Fazıl Özsoylu, Çin Bir Devin Uyanışı, Adana: Nobel Kitabevi, 2006, s. 5

[10] Zbigniew Brzezinski, Stratejik Vizyon Amerika ve Küresel Güç Buhranı, İstanbul: Timaş Yayınları, s. 17

[11] Daron Acemoğlu ve James Robinson, Ulusların Düşüşü, İstanbul: Doğan Kitap, 2019, s. 216

[12] Michael G. Roskin, Çağdaş Devlet Sistemleri: Siyaset, Coğrafya, Kültür, Ankara: Adres Yayınları, 2015, s. 510

[13] Fareed Zakaria, Post Amerikan Dünya, İstanbul: Kırmızı Yayınları, 2013, s. 74

[14] Kerry Dumbaugh ve Mark P. Sullivan, “China’s Growing Interest in Latin America”, CRS Report for Congress, 2005

[15] Robert J.Art, “The United States and the Rise of China: Implications for the Long Haul”, 2010, s. 361

[16] Jiang Shixue, “China, Latin America and the Developing World”, East Asia and Latin America: The Unlikely Alliance, Rowman&Littlefield, 2003, s. 311

[17] Kerry Dumbaugh ve Mark P. Sullivan, “China’s Growing Interest in Latin America”, CRS Report for Congress, 2005

[18] Douglas Farah ve Kathryn Babineau, “Extra-regional Actors in Latin America: The United States is not the Only Game in Town” , Prism, Vol:8, No:1, 2019, s. 97

[19] Cynthia J. Arnson ve Jeffrey Davidow, “China, Latin America, and the United States: The New Triangle”, Woodrow Wilson International Center for Scholars Institute of the Americas Chinese Academy of Social Sciences, Ocak 2011, s. 4

[20] Reuters, “China signs $10 bln loan-for-oil Petrobras deal”, https://www.reuters.com/article/china-brazil-oil/china-signs-10-bln-loan-for-oil-petrobras-deal-idUSPEK26621320090519, (Erişim Tarihi: 27.10.2020)

[21] Simon Romero, “Chávez Says China to Lend Venezuela $20 Billion”, https://www.nytimes.com/2010/04/19/world/americas/19venez.html, (Erişim Tarihi: 29.10.2020)

[22] Rhys Jenkins, “Latin America and China: A New Dependency?”, Third World Quarterly, Vol. 33, No. 7, s. 13

[23] Orhan Şimşek, “Çin’in Merkantilist Ekonomi Politikaları ve Latin Amerika’daki Yansımaları”, Akademik Araştırmalar ve Çalışmalar Dergisi, 2019, s. 106-115

[24] Hüseyin Aslan, “Çin’in Latin Amerika Politikası: Karmaşık Gerçeklik”, Anadolu Ajansı. https://www.aa.com.tr/tr/analiz-haber/cin-in-latin-amerika-politikasikarmasik-gercekcilik/1285213, (Erişim Tarihi: 27.10.2020)

[25] Cynthia Arnson, Mark Mohr ve Riordan Roett, “Enter the Dragon? China’s Presence in Latin America”, Woodrow Wilson International Center for Scholars, 2007, s. 18

[26] Trt World, “How China’s debt trap diplomacy works and what it means”, https://www.trtworld.com/africa/how-china-s-debt-trap-diplomacy-works-and-what-it-means-32133, (Erişim Tarihi: 30.10.2020)

[27] Brahma Chellaney, “China’s Debt-Trap Diplomacy”, https://www.aspistrategist.org.au/chinas-debt-trap-diplomacy/, (Erişim Tarihi: 31.10.2020)

[28] The Economic Times, “China slams Mike Pence; says no country in debt trap because of BRI”, https://economictimes.indiatimes.com/news/international/world-news/china-slams-mike-pence-says-no-country-in-debt-trap-because-of-bri/articleshow/66679080.cms?from=mdr, (Erişim Tarihi: 31.10.2020)

[29] Kubilayhan Erman, Latin Amerika ve İspanya Üzerine Güncel Çalışmalar, Ankara: Gece Kitaplığı, 2015, s. 68

[30] Hanban, “Confucius Institute/Classroom”, http://english.hanban.org/node_10971.htm, (Erişim Tarihi: 31.10.2020)                                                                                                                          

[31] Douglas Farah ve Kathryn Babineau, “Extra-regional Actors in Latin America: The United States is not the Only Game in Town” , Prism, Vol:8, No:1, 2019, s. 104

[32] David Gregosz ve Mareike Boll, “Nicaragua’s Dream To Build Its Own Canal: Chinese Investor Begins Mega Project – Outcome Uncertain”, Kas International Reports, Ocak 2015, s. 21-39      

[33] Delmy L. Salin, “Impact Of Panama Canal Expansion on the U.S. Intermodal System” United States Department of Agriculture, Ocak 2010, s. 1-10

[34] Kubilayhan Erman, Latin Amerika ve İspanya Üzerine Güncel Çalışmalar, Ankara: Gece Kitaplığı, 2015, s. 104

[35] Britannica, “Panama Canal”, https://www.britannica.com/topic/Panama-Canal, (Erişim Tarihi: 02.11.2020)

[36] Noel Maurer ve Carlos Yu, “What Roosevelt Took: The Economic Impact of the Panama Canal 1903-1937”, The Journal of Economic History, Vol. 68, No. 3 (Eylül 2008), s. 686-721

[37] United States Centre, “How the Panama Canal reshaped the economic geography of the United States”, https://blogs.lse.ac.uk/usappblog/2019/07/22/how-the-panama-canal-reshaped-the-economic-geography-of-the-united-states/,(Erişim Tarihi: 02.11.2020)

[38] Beverly Goldberg, “Is the Nicaraguan mega-canal failure good news for indigenous communities?”, https://www.opendemocracy.net/en/democraciaabierta/is-nicaraguan-mega-canal-failure-good-news-for-indigenous-communi/, (Erişim Tarihi: 02.11.2020)

[39] Kubilayhan Erman, Latin Amerika ve İspanya Üzerine Güncel Çalışmalar, Ankara: Gece Kitaplığı, 2015, s. 105

[40] The Guardian, “Nicaragua gives Chinese firm contract to build alternative to Panama Canal”, https://www.theguardian.com/world/2013/jun/06/nicaragua-china-panama-canal, (Erişim Tarihi: 04.11.2020)

[41] Focus Economics, “Nicaragua Canal: Fact or Fiction?”, https://www.focus-economics.com/blog/posts/nicaragua-canal-fact-or-fiction, (Erişim Tarihi: 06.11.2020) 

[42] Nicholas Muller, “Nicaragua’s Chinese-Financed Canal Project Still in Limbo”, https://thediplomat.com/2019/08/nicaraguas-chinese-financed-canal-project-still-in-limbo/,(Erişim Tarihi: 06.11.2020)

[43] Trt Haber, “Nikaragua kanalının temeli atıldı”, https://www.trthaber.com/haber/dunya/nikaragua-kanalinin-temeli-atildi-157731.html, (Erişim Tarihi: 10.11.2020)

[44] Scott Nicholas Romaniuk, “Nicaragua Canal: China’s Strategic Presence in Central America”, https://thediplomat.com/2015/06/nicaragua-canal-chinas-strategic-presence-in-central-america/,(Erişim Tarihi: 11.11.2020)

[45] D.Renwick, “Nicaragua’s Grand Canal”, https://www.cfr.org/backgrounder/nicaraguas-grand-canal, (Erişim Tarihi: 01.11.2020)           

[46] Latin American Post, “Nicaragua Canal: What happened with Ortega’s project?”, https://latinamericanpost.com/23174-nicaragua-canal-what-happened-with-ortegas-project, (Erişim Tarihi: 14.11.2020)

[47] Telesur, “Nicaragua’s Canal Project Back on: Daniel Ortega”, https://www.telesurenglish.net/news/Nicaraguas-Canal-Project-Back-On-Daniel-Ortega–20190814-0005.html, (Erişim Tarihi: 14.11.2020)