Home Blog Page 90

Venezuela-Amerika İlişkileri Ekseninde Chavez Dönemi Venezuela Dış Politikası

Özet

Venezuela, Amerikan çıkarları açısından Latin Amerika’da son derece önemli bir konumdadır.  Chavez’le birlikte ABD’nin birçok yönden karşısında gelişen Venezuela dış politikası hem  bölgesel hem de uluslararası dinamikler açısından önem taşımaktadır. Venezuela, petrol  diplomasisi aracılığıyla hem bölgesel açıdan ülkelerle ilişkilerini geliştirmiş hem de çok  kutuplu siyasete yönelerek ABD’nin dışında alternatif dış politika oluşturmaya çalışmıştır. Bu  çalışmada ABD-Venezuela ilişkileri temelinde Chavez dönemi Venezuela dış politikası  incelenecektir. Venezuela dış politikasının hem ideolojik hem de pragmatik boyutları, bunun  ABD ile olan ilişkilerine yansıması değerlendirilecektir. 

Anahtar Kelimeler: Amerika Birleşik Devletleri, Venezuela, Dış Politika, Chavez

 Abstract

Venezuela occupies an extremely important position in Latin America in terms of American  interests. Chavez’s Venezuela foreign policy, which has developed against the US, is important  in terms of both regional and international dynamics. Venezuela has developed its relations  with countries from a regional perspective through oil diplomacy and tried to create an  alternative foreign policy independent from the USA by turning towards multi polar politics. In  this study, Venezuela foreign policy of the Chávez period will be analyzed on the basis of US

Venezuela relations, both the ideological and pragmatic dimensions of Venezuela’s foreign policy and its reflection on Venezuela-USA relations.

Keywords: The United States of America, Venezuela, Foreign Policy, Chavez

 

GİRİŞ

Venezuela gerek jeopolitik konumu gerekse sahip olduğu doğal kaynaklarla dünyada önemli  ilgi odaklarından birisi olmuştur. Jeopolitik konum açısından Atlantik Okyanusuna ve Karayip  Denizi’ne kıyısı bulunmaktadır ve güneyinde dünyanın en önemli ekonomilerinden birisi olan  Brezilya yer almaktadır. Ayrıca dünyanın en büyük petrol rezervlerinden birisine sahip olmakla  beraber, Venezuela çeşitli mineral ve madenlere de sahiptir. 

Buna ek olarak, 19.yy’da gerçekleşen Latin Amerika’nın bağımsızlık hareketinin çıkış  noktasının Venezula olması, bölge içerisinde ülkeyi önemli bir konum içerisine yerleştirmiştir.  Özellikle günümüzdeki siyasi retorik gözlemlendiğinde Simon Bolivar’ın Venezuela toprakları  içerisinde doğması ve sömürge karşıtı hareketlerin bu topraklarda ortaya çıkması bu açıdan  önemlidir.

Soğuk Savaş döneminin SSCB’nin yıkılmasıyla sona ermesiyle, neoliberal politikalar bütün  dünyada hakim bir anlayış haline gelmiştir. Kapitalist sistem içerisine eklemlenmek için birçok  Latin Amerika ülkesi de bu sürece dahil olmuştur. Ancak başta Venezuela olmak üzere bazı  ülkeler bu girişimlerden başarısız sonuçlar almış ve ülke içerisindeki yoksulluk ve gelir  eşitsizlikleri son derece artmıştır. Bunun sonucunda çeşitli ayaklanmalar ortaya çıkmış ve başta  Venezuela olmak üzere sol anlayış tekrar yükselişe geçmiştir. 1998 yılında Venezuela devlet  başkanı olan Hugo Chavez, neoliberalizme karşı politikalar izlemeye başlamış olup  söylemlerinde ABD’yi hedef almıştır. Özellikle Bolivarcı Devrim kavramını sıklıkla dile  getiren Chavez, sosyalist söylemlerle ülke içerisinde yapmış olduğu önemli reformlar yüzünden  son derece dikkat çekmiştir. Bu durum ise, bir petrol ülkesi olan Venezuela’yı uluslararası  sistem içerisinde farklı bir konuma doğru sürüklemiştir. Bu noktada Chavez, daha önceki  neoliberal politikalar izleyen yöneticilerden farklı olarak farklı bir dış politika stratejisi izlemiş  ve kapitalist sisteme bir alternatif oluşturma çabasına girmiştir. 

Bu çalışmada Venezuela’nın Bolivarcı devrim olarak adlandırılan süreci temel alarak ABD  ilişkileri temelinde nasıl bir dış politika izlediği araştırılacaktır. Söz konusu dış politikanın hem  ideolojik hem de pragmatik yani reel politik boyutları ele alınacaktır. Araştırma sorunsalı  olarak, Venezuela dış politikasında hangi boyutların ağır bastığını ve Chavez’in de  söylemleriyle ülkenin alternatif bir dış politika oluşturmayı başarıp başaramadığı analiz  edilecektir. 

Çalışmada ilk olarak Venezuela’nın Chavez yönetiminden itibaren gerçekleşen iç reformlar,  siyasal yönetimdeki değişim ve bunun dış politika oluşumunda etkisi incelenecek olup, sonraki bölümde Venezuela’nın petrol politikaları doğrultusunda ABD ile ilişkileri incelenecektir. Bu  noktada özellikle, Chavez’in dış politika stratejisi incelenip, araştırma yazısının temelinde yer  alan sorunsal doğrultusunda değerlendirilecektir. Çalışmanın sonraki bölümü, Venezuela’nın  bölge ülkeleriyle ilişkilerini baz alarak, alternatif entegrasyon girişimleri incelenecek ve sınır  komşusu olan Kolombiya ile olan ilişkileri ABD ekseninde değerlendirilecektir. Bu hususta,  Chavez’in dış politikasını şekillendiren ana unsurların ne olduğu gözlemlenecektir. Çalışmanın  son bölümü ise, Venezuela’nın Çin ve Rusya ile kurmuş olduğu yakın ilişkiler ve bu çerçevede  çok kutupluluğa nasıl yönelmiş olduğu incelenecektir.

CHAVEZ’İN İKTİDARA GELİŞİ VE REFORMLAR

Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle Doğu Asya, Ortadoğu ve Latin Amerika gibi dünyanin birçok  bölgesinde ülkeler neoliberal politikaları uygulamaya başlamıştır. Özellikle Washington  Consensus gereği ülkeler, belli iç reformlar yaparak çok uluslu şirketleri ülkelere açıp pazara  dahil olmayı gelişmenin koşulu olarak görmüşlerdir. Ancak başta Venezuela olmak üzere  birçok Latin Amerika ülkesinde süreç farklı işlemiştir. Ülke içerisindeki gelir eşitsizliği ve  yoksulluk artmakla beraber, bu durum ülke yöneticilerine tepkiyi ortaya çıkarmıştır. İlk olarak  1989 yılında yüzlerce can kaybıyla sonuçlanan Caracazo ayaklanması bu ayaklanmaların en  önemli örneğini oluşturur.11992 yılında o zaman orduda görevli bir asker olan Hugo Chavez’in  ve arkadaşlarının gerçekleştirmiş olduğu darbe teşebbüsünün başarısızlığa uğraması, ülkedeki  neoliberal karşıtlığını azaltmıştır. 1998 yılında bu sefer demokratik seçimlerle Chavez’in  partisi MVR seçimi kazanmış ve Chavez Venezuela başkanı olmuştur.

Başkanlığın ertesi yılında yeni oluşturulacak anayasa için referanduma gidilmiş ve %88  oranında evet oyu çıkmıştır. Böylece Bolivarcı anlayışa uygun bir anayasa kurulmaya  başlanmıştır. 2 Yeni anayasayla ilgili en önemli gelişmeler şunlardır; Ülkenin ismi Bolivarcı  Venezuela Cumhuriyeti şeklinde değiştirilmiş, tek meclisli bir sisteme geçilmiş, başkanlık  süresi 6 yıla uzatılmış ve son olarak petrol kaynaklarının özelleştirilmesi yasaklanmıştır. 3

Bu gelişmeler değerlendirildiğinde Venezuela’da yürütme erkinin güçlendirildiği sonucu  çıkarılabilir. Hükümetin diğer bölümlerine göre başkanın yetkileri genişlemiştir. Örneğin;  başkan, yasamanın onayı olmaksızın herhangi bir referandum ilan edebilir. Ayrıca senato  kaldırıldığı için yönetim sisteminde kontrol ve denge mekanizmaları zayıflamıştır. Son olarak başkanın ordu üzerindeki kontrolü de artmıştır. 4 Buna ek olarak, Chavez neoliberalizme karşı  çıkmış ve devletçi politikalara yönelmeyi teşvik edici söylemlerde bulunmuştur. Çünkü ona  göre ekonomik işbirlikleri her zaman sadece Kuzey’in lehine olmuştur. 5 Yönetime geldikten  sonraki süreçte, ülke içerisindeki reformist politikalarına hız kazandıran Chavez; ekonomi,  sağlık, eğitim, tarım gibi birçok alanda petrolden sağlanan geliri kullanmıştır. Özellikle ülkenin  en önemli petrol şirketi PDVSA’nın özelleştirilmesi hem ülke boyutunda hem de uluslararası  boyutta dönüm noktası niteliği taşımaktadır. Bu gelişmeler Chavez’in halkın önemli bir  kesiminden destek almasına sebep olmuştur. Ancak PDVSA’nın özelleştirilmesi sonucu, bu  politikaya ülke içerisinden belli kesimlerden tepkiler gelmiştir ve 2002 yılında bazı sendikalar  ayaklanma yapmıştır. Özellikle Chavez’in PDVSA’nın yönetim kuruluna kendi yanında olan  insanları ataması tepkilerin büyümesine yol açmış ve 2002 darbesinin bir kanadını  oluşturmuştur. 6

2002 yılında muhalif güçlerin artan tepkisi sonucu Chavez’e yönelik darbe gerçekleşmiş ancak  çok kısa bir süre sonra Chavez tekrar yönetime geçmiştir. Bu süreçten sonra geçmişte başlatmış  olduğu politikaları daha radikal biçimde uygulayan Chavez, 2004 referandumunu kazanarak  sahip olduğu konumu güçlendirmiştir. Bu gelişmelere paralel olarak, 2005 yılında kendi  doktrinini açıklayan 21. Yüzyıl Sosyalizmi kavramını öne sürmüştür. Her ne kadar teori ve  pratikte tam anlamıyla açık olmayan bir doktrin olsa da kimi Chavez yanlılarınca bir ideoloji,  diğerleri için ise bir toplumsal gelişme modelidir. 7 Ancak en temelde 21. Yüzyıl sosyalizmi  ABD’ye veya genel olarak kapitalist sisteme karşı bir alternatif model oluşturma girişimi olarak  okunabilir. Bu da aslında bize Chavez’in izleyeceği dış politika stratejileriyle alakalı belli  ipuçları vermektedir. Yukarıda bahsedildiği üzere yürütme erkinin yetkilerinin genişlemesi karar verme süreçlerinde  de başkanın etkisini artırmıştır. Özellikle etki uyandırıcı söylemler ve dış politika hamleleriyle  öne çıkan Chavez, dış politika yapımında da en etkili rolü oynayan kişi olduğu görülür. Bu  noktada, dış politika eylemlerinin merkezileştirilmesi olgusunun gözlemlendiği söylenebilir.  Buna göre; yürütmenin dış politikada etkisinin arttığı bir yönetimde, dış politika kararları  merkezi bir yönetim tarafından alınır ve muhaliflerce veya herhangi bir şekilde kararın tartışılması ihtimalini azaltır. 8 Böylece dış politika kararları devlet ve birey düzeyinde başkanın  ideolojik anlayışından ve kişisel eğilimlerinden daha fazla etkilenir. Sonuç olarak, iç politikada  yaşanan önemli siyasal değişimlerin dış politikayı fazlasıyla etkilediği konusu Venezuela  örneği ile gayet iyi açıklanabilir. Bu hususta Chavez’le birlikte ABD’ye karşıt politikalar  izlenmeye başlanması, Venezuela dış politikasının ana noktalarından birisi olmuştur. Bu  yüzden ülkenin en önemli diplomasi aracı olan petrolün Venezuela dış politikasındaki önemli  rolü ve bunun ABD ile olan ilişkilerine yansıması bu çalışmada açıklanması gereken en önemli  noktadır.

VENEZUELA’NIN PETROL DİPLOMASİSİ VE ABD-VENEZUELA İLİŞKİLERİ

Venezuela-ABD ilişkileri Chavez’in dış politikasının ana gündem maddesi olarak  değerlendirilebilir. Çünkü hem ideolojik hem de pragmatik açılardan Venezuela ABD’ye karşıt  politikalar izlemiş ve çok kutupluluğu savunarak alternatif iş birliklerine girmiştir. Bu anlamda,  Venezuela-ABD ilişkileri Chavez’in ideolojik tavrı ve petrol diplomasisi ile aydınlatılmaya  çalışılacaktır. Özellikle Bolivarcı ideolojiyi bölgesel işbirlikleri ve ittifaklara uygulayarak  gerçek bir bağımsızlık hareketini destekleyen Chavez, ABD’ye karşıt olarak Küba gibi ülkelerle  ittifaklar yapmıştır. Buna ek olarak, ABD’ye olan bağımlılığını azaltmak için Rusya, Çin gibi  ülkelerle ticari ve askeri anlaşmalar imzalamıştır. Bunun sonucunda ABD-Venezuela ilişkileri  gitgide zayıflamıştır. 

Toplum içerisinde yaşanan sınıfsal çatışmalar ve iç siyasetteki konular aslında uluslararası  boyuta Robert Cox’un dediği gibi etki eder. Yani toplum içerisinde yaşanan sınıfsal boyutu olan  gelişmeler aynı zamanda uluslararası ilişkilerin de birçok yönden yansımasıdır. Bu yüzden,  PDVSA’nın kamulaştırılması süreci hem iç siyaset hem de uluslararası siyaset boyutunda  değerlendirilmelidir. İlk olarak iç siyasette, 2002 yılında Chavez’in PDVSA başkanını  yolsuzluk yaptığı gerekçesiyle istifa etmeye zorlaması, işçi grevlerine ve muhalif sendika  hareketlerine yol açmıştır. Bunun üzerine muhalefet ve Chavez yanlıları arasındaki çatışma  gittikçe artmış ve Nisan 2002’de Chavez’e karşı darbe yapılmıştır. 9 Chavez yanlılarının artan  desteği ile kısa bir süre içerisinde koltuğuna geri dönmüştür. Bu süreçte Chavez, kendisine karşı  gerçekleşen darbeden ABD’yi sorumlu tutmuştur. Özellikle ABD medyası, Venezuela’da  Chavez’in insan hakları ihlali yaptığını ve muhalefetin kendi özgürlükleri için mücadele ettiğini belirterek muhalefete açık destek vermiştir. Bu süreç Chavez’in ABD’ye karşı tepkilerini  şiddetlendirmiştir. Kendisi yönetime ilk geldiğinde daha ılımlı bir ‘üçüncü yol’ ideoloji  diskurunda bulunmuş ancak 2005 yılında yaptığı konuşmada 21. Yüzyıl sosyalizmi söyleminde  bulunmuştur. Buna göre, kapitalist sistemde kalınarak hiçbir gelişme sağlanamayacağını, bu  yüzden gerçek bir sosyalist devrimin Venezuela’yı ileri boyuta taşıyacağını belirtmiştir.  Özellikle bu söylem, kapitalizm ve neoliberalizm karşıtlığını barındırarak en temelde ideolojik  bir boyut taşısa da bazı yönlerden pragmatik dış politika stratejisini de içermiştir. Çünkü  21.yüzyıl sosyalizmi pratikte tam anlamıyla kapitalist sistemi reddedip onun dışında kalmayı  hedeflememiştir. Çalışmanın sonraki bölümlerinde de görüleceği üzere, Venezuela Rusya ve  Çin gibi büyük güçlere ülkesinin pazarlarını kısmen de olsa açmıştır. Bu da Venezuela’nın  farklı alternatifler aramaya çalışarak enerji güvenliğini sağlamaya giriştiğini gösterir.

Bir OPEC üyesi olan Venezuela dünyadaki petrol rezervlerinin %24,9’unu oluşturarak ilk  sırada yer almaktadır. 10 Venezuela’nın petrolü önemli bir dış politika aracı olarak kullanması  Chavez yönetiminden itibaren gerçekleşmiştir. 11 Chavez’in ülkenin en önemli petrol şirketi  olan PDVSA’yı kamulaştırması önemli bir sürecin başlangıcını oluşturur. Petrol konusunda  ABD’ye ihracat yapan Venezuela’nın önemi 11 Eylül olaylarından sonra daha da çok artmıştır.  Bunun en önemli nedeni ABD’nin petrol ithalatı konusunda Suudi Arabistan’a eskisi kadar  bağlı olmak istememesidir. 12 Bu hususta, Venezuela’da PDVSA’nın kamulaştırılması ve  hemen akabinde hidrokarbon yasaları gibi devlet politikaları ABD’nin çıkarlarına birçok  konuda ters düşmektedir. Çünkü ABD, petrol konusunda Venezuela’ya bağımlıdır ve jeopolitik  açıdan kendisine yakın olan bir ülkenin piyasa ekonomisinden uzaklaşıp ulusal bir ekonomi  yaratma çabasını çıkalarına aykırı bir durum olarak algılamaktadır. Buna ek olarak, ABD farklı  bir nedenle Venezuela petrolüne ihtiyaç duymaktadır. Buna göre, Venezuela ağır petrol  üretmektedir. Ağır petrol ise ABD için dizel üretiminde son derece önemli bir rol oynar. Bu  yüzden Venezuela’dan ağır petrol ithal ederek, bunu hafif petrolle karıştırarak dizel üretimi  yapar. 13 Bu da ABD açısından Venezuela’nın önemini ortaya koymaktadır.  Venezuela ise petrol yönünden ABD’ye bağımlı olması ve daha önceki başkanların petrol  gelirlerini yanlış kullanmalarından kaynaklanan sıkıntıların çözümünü OPEC ile iş birliği yapmada aramıştır. Chavez bu noktada, ABD’ye olan bağımlılığını kırmak ve uluslararası  piyasada petrol fiyatı konusunda bir denge oluşturmak için OPEC çatısı altında ülkelerle  anlaşmalar yapmıştır. Bu yüzden Venezuela, petrol fiyatlarının yükselmesini temel amaç  edinmiştir.14 OPEC’in kotalarına uyan Venezuela, kısa bir süre içerisinde petrol fiyatlarını  artırmış ve petrol ihracatından daha fazla kar elde etmeye başlamıştır. Petrol fiyatları Chavez’in  adil diye belirttiği 8 dolardan 30 dolara yükselmiştir. 15 Bu durum ise ABD açısından önemli  bir sorun teşkil etmektedir çünkü petrol fiyatlarının artması ABD için daha fazla maliyet  anlamına gelmektedir.16 Özellikle enerji güvenliği açısından bakıldığında, enerji güvenliğinin  sağlamaya çalışmak aynı zamanda ekonomik güvenlik açısından da değerlendirilmelidir. 17 Enerji güvenliği perspektifinden büyük güçlerin petrol rezervleri güçlü olan birçok güney  ülkesine yönelmesi ve onları kendi çıkarları doğrultusunda istikrarlı hükümetlerin varlığını  talep etmesi, dış politikalarının önemli bir unsurunu oluşturur. 18 Bu açıdan bakıldığında,  Venezuela’nın petrolü kamulaştırması ve petrol fiyatlarındaki artış, ABD için önemli bir enerji  güvenliği ve ekonomik güvenlik sorunları doğurmuştur. 

Venezuela-Amerika ilişkileri, Chavez döneminden itibaren askeri ve siyasi boyutta da önemli  değişimleri içerir. İlk olarak Chavez, ABD’nin Irak ve Afganistan işgallerini çok sert bir dille  eleştirmiştir. Amerika’nın dış politikasına karşıtlığını dile getiren Chavez, 2004 yılında  referandum zaferinden sonra ABD’yle askeri değişim programını iptal etmiştir. Bu duruma  gerekçe olarak ise, ABD askerlerinin Venezuela askerlerini kışkırtarak istikrarsızlık yaratma  girişimidir. Buna ek olarak Chavez, yedek askerleri ilk evrede asker seviyesine getirerek  herhangi bir Kuzey Amerikan saldırısına karşı koymayı amaçlamıştır. 19

Sonuç olarak Venezuela’nın ABD ile olan ilişkilerindeki zayıflama, Chavez’in antikapitalist ve  anti-Amerikancı yönelimlerinin yansıması olarak görülebilir. Hem petrol konusunda ABD’ye  olan bağımlılığını azaltmak ve ülke içerisinde reformları gerçekleştirmek için ülke kaynaklarını  ulusallaştırmak önemli bir dış politika unsuru olarak ortaya çıkmıştır. Bu hususta Chavez’in  çok kutupluluğa yönelen dış politikası için temel oluşturan bu hamleler aynı zamanda ideolojik  boyutu da ortaya çıkarmaktadır. Chavez’in söylemlerinin ABD karşıtlığına yönelik dış politika oluşturması, Venezuela’da dış politikanın belirleyici mekanizmanın nasıl işlediği hakkında  fikirler sunmaktadır. Çalışmanın sonraki bölümü, Venezuela’nın ideolojik paradigmalara  dayanan bölgesel ilişkileri incelenecektir. 

VENEZUELA’NIN BÖLGESEL İLİŞKİLERİ

Çalışmanın bu bölümünde, Venezuela’nın bölgesel perspektiften nasıl politikalar izlediği ve bu  dış politika eylemlerinin hangi temellere dayandığı incelenecektir. Özellikle anti-Amerikancı  tutumun gözlemlendiği bu boyutta, ilk olarak Küba’yla gerçekleştirilen ilişkiler ve bu  doğrultuda alternatif entegrasyon girişimleri incelenecektir. Son olarak ise, Venezuela-Amerika  ilişkilerinin dolaylı olarak etkilediği önemli bir sorun olan Kolombiya-Venezuela ilişkileri kısaca incelenecektir. 

Venezuela’nın bölgesel ilişkilerde daha ideolojik bir dış politika izlediğini söyleyebiliriz. Bu  politikanın kökenleri en temelde Bolivarcı düşünceye dayanır. Bolivar’a göre Latin Amerika  Halkları, sömürgeden kurtulmak için tek bir çatı altında birleşmelidir. Her ne kadar  Bolivarcılığın sosyalist bir temeli olmasa da Chavez için bu sosyalizmle bağdaşabilecek önemli  bir ideolojik temeldir. 

  1. a) Venezuela-Küba İlişkileri

Venezuela antiemperyalist söylemleri temelinde bir dış politika geliştirirken bölgedeki en  önemli ortağı anti-Amerikancı tavrı ile simgeleşmiş Küba olmuştur. 

Venezuela-Küba ilişkileri kısaca iki dönemde incelenebilir: İlk olarak Chavez’in yönetime  geçtiği süre ile 2004 referandum zaferi arasındaki ilişkiler ve 2004 sonrası ilişkiler olarak  görülebilir.20 İki ülke özellikle antikapitalist olma özellikleriyle ön plana çıkmıştır. Bu hususta,  iki ülkeyi birbirine yaklaştıran bazı önemli noktalar söz konusudur: Bunlar, ideolojik benzerliğe  sahip ve bunun doğrultusunda kapitalist sistemin dışında kalmaya ve alternatif bir pozisyonda  yer almaya çalışan iki ülke arasındaki ilişkilerin varlığıdır. Bu yüzden 1999’dan beri gelişmeye  başlayan ikili ilişkiler aynı zamanda bir Güney-Güney ilişkisi olarak da yorumlanabilir.

İlk olarak iki ülke arasında ekonomik ve ticari işbirlikleri görülmektedir. Bu hususta 2000  yılında Geniş Kapsamlı İş birliği anlaşması imzalanmıştır. Anlaşma, ticari ilişkilerin  geliştirilmesine dayanan bir içeriğe sahiptir. 21 Venezuela varil başına 27 Amerikan doları olan önemli miktarda petrolü Küba’ya ihraç etmiş, buna karşılık Küba’dan ülkeye eğitimli doktorlar  ve eğitimciler gelmiştir. 22 Özellikle Venezuela’nın ülke içerisinde yapacağı sosyal reformlar  açısından Küba’dan gelen bu insanlar son derece önemlidir. 

2004 referandum zaferinin hemen ardından Chavez, Bolivarcı ideolojiyi bölgesel ittifakları  geliştirerek yürürlüğe koymak istemiştir. 2004 yılında Venezuela ve Küba’nın anlaşmasıyla  Bizim Amerika Halkları için Bolivarcı İttifak (ALBA) kurulmuştur. Anlaşma ilk başta, iki  ülkenin ekonomik ve sosyal ihtiyaçlarını karşılıklı olarak karşılama hedefinde olan daha  gelişmiş bir ekonomik işbirliği olarak görülür. 23Ancak anlaşmayla kurulan örgüt en temelde,  iki ülke arasında 2000 yılında imzalanan işbirliği anlaşmasını bölgedeki diğer ülkelere yaymak  ve ideolojik anlamda anti-emperyalist bir tutum takınmaları yönünde bir teşviki sağlamaktır.  Örgüte sırasıyla; Bolivya, Nikaragua, Honduras ve Ekvador’un katılmasıyla örgütün Latin  Amerika’da gittikçe dikkat çeken bir nitelik taşıdığı gözlemlenmiştir. ALBA, o dönemde  görülen bir başka entegrasyon girişimi olan Mercosur’dan temelde bir farklılık içerir. Her  şeyden önce ALBA, neoliberalizme ve ona dayanan ticaret ve yatırım bütünleşmelerine karşı  bir tepkiyi içerip daha halkçı politikalara dayanır. 24 Neoliberalizme dayanan serbest ticaret  ilkelerine değil, aksine toplumsal refah ve karşılıklı ekonomik yardımlaşma gibi ilkeleri temele  alan hem siyasi hem de ekonomik boyutu olan bir entegrasyon girişimi olmuştur. 25

ALBA’yla Küba-Venezuela ilişkileri ileri düzeyde gelişmiştir. Venezuela açısından petrolün  önemi burada bir kez daha öne çıkmaktadır. Küba’da kurulan petrol şirketleri ve sabit fiyatlar  üzerinden petrol ihracatı iki ülke arasındaki ilişkide temel bir dinamik olmuştur. Ayrıca kapitalist  sistem içerisinde bir alternatif sistem yaratma çabası da bu anlaşmada görülmektedir. Çünkü  Chavez’e göre ALBA hiçbir zaman bir liberal entegrasyon girişimini yansıtmamıştır. Örgüt  aynı zamanda ABD’nin teşvikiyle kurulması istenen ve bir noktada Latin Amerika’da bir Pazar  oluşturma çabası olarak görülen Amerika Serbest Ticaret Bölgesi girişimine de bir tepkidir.

  1. b) Bölgesel İlişkiler

Bölgesel ilişkilerde ideolojik söylemleriyle Bolivarcı düşünceyi fazlasıyla yansıtan Chavez,  aynı zamanda petrol diplomasini de sürdürmeye devam etmiştir. Özellikle Latin Amerika  ülkeleri ile ekonomik ve ticari anlaşmaları geliştirerek, petrol ihracatına karşılık ihtiyaç duyulan  ürünleri ithal etmeye başlamıştır. 26

Venezuela’nın bölge ülkeleri ile kurduğu önemli yakınlaşmalar, iki farklı topluluk olan Arap  Birliği ve Güney Amerika Uluslar Topluluğu Zirvesi’nin yanyana gelmesiyle görülmüştür.  Özellikle petrol diplomasisi açısından son derece önemli bir toplantı olan bu zirve Güney  Amerika’da yer alan birçok çok uluslu şirketi birbirine bağlayacak özelliklere sahiptir. 27 Jeopolitik anlamda da son dereci önemi haiz olan bu toplantı hem ideolojik hem de pragmatik  anlamda Venezuela dış politikasının hedefleri için önemli bir örnek oluşturmuştur. İdeolojik  anlamda Chavez, kendi söylemleriyle dünyanın efendisi olan ve bütün kuralları ülkelere  dayatmaya çalışan bir hegemonik gücün iddialarını sonlandırma amacında olduğunu  belirtmiştir. 28 Pragmatik anlamda ise Venezuela, ABD’ye olan petrol bağımlılığını azaltmak  istemiş ve alternatif olarak bölge ülkeleri ile petrol diplomasisini güçlendirmiştir. Buna önemli  bir kanıt olarak 2005 yılında Chavez bölge içerisinde ABD karşısındaki konumunu  güçlendirmek amacıyla 13 Karayip ülkesi ile petrol anlaşmaları imzalamıştır. Petrocaribe  ittifakı olarak da adlandırılan bu anlaşma, Venezuela’nın bu ülkeler için petrol hizmeti sunması  anlamına gelmektedir. Özellikle bu anlaşma ABD’ye karşı önemli bir jeopolitik boyut  içermiştir. 29

Chavez’in desteklediği diğer iki önemli entegrasyon girişimleri ise sırasıyla UNASUR ve  CELAC’tır. Güney Amerika Ulusları Birliği anlamına gelen UNASUR 2008 yılında  kurulmuştur. Chavez’in teşvikiyle, 2004 yılında başlanan görüşmeler sonucu Arjantin, Brezilya  ve Şili gibi önemli ülkelerin de bulunduğu neredeyse bütün Güney Amerika ülkelerini kapsayan  bu örgüt, ABD’nin dışarıda kaldığı kapsamlı bir örgüt olma bakımından önem taşır. Bu anlamda  örgüt Bolivarcı ideolojiyi yansıtarak, ABD hegemonyasına karşı koyarak işbirliği ve  dayanışma gibi temel noktaları içermiştir. 30 Diğer önemli topluluk CELAC ise 2010 yılında kurulmuştur. Latin Amerika ve Karayipler  Topluluğu CELAC, ABD ve Kanada dışında Amerika kıtasında bütün ülkeleri kapsamaktadır.  Örgüt bu anlamda, bölgedeki en kapsamlı entegrasyon girişimi olup hem kültürel hem  ekonomik hem de siyasi bütünleşmeyi hedeflemiştir. Temel ilkeler olarak, sosyal adalet ve  demokrasi temelinde eşitlik benimsenmiştir. CELAC, Chavez’in teşvikiyle Amerikan  Devletleri Örgütüne (OAS) karşıt olarak ortaya çıkmıştır. Küba’nın yıllardır kıtada  yalıtılmışlığına son verip bünyesine katması ABD’nin karşısında örgütün önemli bir diğer  yönünü ortaya koyar.31

  1. c) Venezuela-Kolombiya İlişkileri

Amerika-Venezuela ilişkileri ekseninde Venezuela’nın sınır komşusu Kolombiya ile ilişkileri  Venezuela dış politikası açısından önemli bir konudur. Kolombiya ve Venezuela arasında  Chavez döneminde yaşanan sorunların en temelde iki kaynağı vardır: Birincisi Kolombiya’daki  iç çatışma sorunu, ikincisi ise Kolombiya’nın ABD’yle yakın ilişkisidir. Kolombiya’da FARC  gibi sol kesimden gelen belli gruplar ülke içerisinde birtakım ayaklanmalar gerçekleştirmiştir.  Kolombiya hükümeti, Bolivarcı ideolojiyi yaymak amacıyla, Venezuela’nın bu hareketleri  desteklediğini iddia etmiştir. 32 Venezuela’nın bu iddiayı reddetmesiyle beraber, benzer  propagandalar ABD tarafından da ortaya konmuştur. Özellikle ABD dış işleri bakanı,  Venezuela’nın Güney Amerika’daki birçok illegal örgüte yardım sağladığını iddia etmiştir.  Chavez ise buna karşılık, silah alımının ülke ordusu için sağlandığını söyleyerek iddialara karşı  çıkmış ve terörist bir devletin Venezuela’yı teröristlikle suçladığını söyleyerek ABD’ye karşı  oldukça sert söylemlerde bulunmuştur.33

İki ülke arasındaki ilişkilerin en sıkıntılı sürece girdiği dönem ise FARC’ın dış sekreteri olan  bir kişinin Caracas’ta bulunması ve Kolombiya tarafından tutuklanmasıdır. Bunun üzerine  Kolombiya, Venezuela’yı bu örgüte destek vermekle suçlamış ve Venezuela ise Kolombiya’yı  ülkenin iç işlerini ve egemenliğini ihlal ettiği için özür dilemeye çağırmıştır. 34 Sorun,  Kolombiya başkanı Uribe’nin geri adım atmasıyla çözülmüştür. Ancak 2009 yılında Kolombiya’nın ABD’nin ülke içerisine yeni askeri kurumlar ve birlikler kovuşturmasına izin  vermesi, iki ülke arasındaki diplomatik ilişkilere zarar vermiştir. Hatta 2009 yılının ortalarında  Chavez, Kolombiya ile diplomatik ilişkileri kesmekten başka bir çarenin kalmadığını  belirtmiştir. 35

Sınır komşusu olan iki ülke ilişkilerinde ABD’nin dolaylı bir etkisi görülmektedir. Özellikle  Kolombiya’nın ABD müttefiği olarak ön plana çıkması ve ABD ordusu mensuplarının  Kolombiya tarafından kabul edilmesi, Venezuela açısından bir güvenlik sorunu oluşturmuştur.  Ayrıca Kolombiya’daki iç karışıklıklarda Venezuela’nın payı olduğu söylemi hem ABD hem  de Kolombiya tarafından paylaşılmıştır. Bu yüzden, iki ülke arasındaki ilişkiler kimi zaman  tansiyonu yüksek boyutlara ulaşmış olup Venezuela’nın sınır komşusuna yönelik güvenlik  temelinde bir dış politika izlemesine neden olmuştur. 

Sonuç olarak Venezuela, Latin Amerika’da hem ekonomik hem de siyasi anlamda kendi  konumunu güçlendirmek ve Amerikan karşıtlığını söylemden pratiğe dökmek amacıyla, ilk  olarak ABD’nin bölgedeki en karşıt olduğu ülke olan Küba ile yakın ilişkiler kurmaya  başlamıştır. Küba-Venezuela ilişkileri hem petrol diplomasisi hem de kültürel ve siyasal iş  birliklerini de içermiştir. Bu ikili ilişkinin bütün Latin Amerika ülkeleri üzerinde ideolojik  açıdan bir etki oluşturması amacıyla ALBA kurulmuş ve Bolivya, Nikaragua gibi bazı ülkeler  örgüte katılmıştır. Buna ek olarak, Venezuela bölgedeki diğer ülkelerle ekonomik ve ticari  ilişkilerini geliştirmiş ve birçok konuda ABD’ye bağımlı olmayan hatta karşıt bir strateji izleme  yoluna girmiştir. Söylemsel açıdan Bolivarcı ideolojiyi yansıtan UNASUR ve CELAC gibi  entegrasyon girişimleri ise Venezuela’nın nasıl bir dış politika izlediği hakkında önemli bilgiler  sunmuştur. Son olarak, Venezuela’nın Kolombiya’nın iç işlerine karıştığı iddiası ve  Kolombiya’nın ABD müttefiki olması sınır komşusu olan iki ülke arasında çalkantılı ilişkiler  oluştuğunu göstermiştir. Kolombiya’da ABD’nin askeri açıdan artan varlığı Venezuela’nın  güvenliği ön plana alacak dış politika eylemlerinde bulunması durumunu ortaya çıkarmıştır.

ÇOK KUTUPLU DIŞ POLİTİKA 

Chavez yönetiminden itibaren Venezuela, dış politikasını çok kutupluluğa doğru yöneltmiştir.  Genel olarak kapitalist ve neoliberal politikalara karşı oluşu, onu sistemde farklı alternatifler  yaratmaya yöneltmiştir. Bu yüzden, 21. Yüzyılda Venezuela’nın Rusya ve Çin’le artan hem  ticari hem de askeri boyutta gerçekleşen iş birlikleri onun için ABD’nin ülke üzerindeki etkisini azaltma amacıyla örtüşmüştür. Yukarıda da belirtildiği üzere, petrol Venezuela’nın dış  ticaretinin ana unsurunu oluşturduğu için Rusya ve Çin ile gelişen ilişkiler bu temeldedir.  Özellikle Venezuela, ABD’ye olan petrol konusundaki ticari bağımlılığını azaltmak için bu  alternatif stratejilere yönelmiştir.

  1. a) Venezuela-Rusya İlişkileri

Chavez yönetiminden itibaren Venezuela için en önemli stratejik ortaklardan birisi gerek ABD  hegemonyasına olan karşıtlığı gerekse petrol ticaretini sağlayabilmesi açısından Rusya  olmuştur. Çünkü Venezuela hem askeri hem de ticari açıdan eskiden beri bağımlı olduğu  Amerika’dan farklı bir alternatif bulmak istemiştir. 36

2002 yılında Chavez’e karşı yapılan darbe ve sonraki süreç Chavez için önemli bir güvenlik  sorunu ortaya çıkarmıştır. Askeri silahlar talebinde bulunan Chavez’e karşı ABD’nin reddi ve  bu konuda ABD’ye olan bağımlılığını azaltmak gibi gerekçelerle Rusya önemli bir stratejik ortak olmuştur. Petrol karşılığı Rusya’dan önemli miktarda silah ve mühimmat ithal edilmiştir.  Özellikle sonraki süreçte Venezuela’nın elde ettiği silahların %80 civarı Rusya’dan temin  edilmiştir. 37 Rusya’nın Venezuela’da tüfek ve fişek fabrikaları inşa etmesi, iki ülke arasındaki  askeri ilişkiyi gözler önüne sermektedir.38 Rusya kapitalist özelliklerine sahip olmasına rağmen,  batı tarafından şüpheyle yaklaşıldığı olgusuyla beraber Venezuela ile Rusya arasında 2005  yılında imzalanan bir anlaşmayla, Rusya’dan birçok askeri mühimmat satın alınmıştır. Bu  durum ise, Kolombiya ve ABD’yi endişelendirmiştir.39 2005 yılında Buna ek olarak, Rusya’nın  Gazprom, Rosneft gibi önemli enerji şirketlerinin Venezuela’da mevcut olduğu  gözlemlenmiştir. 40 Bu durum, Batı firmalarının veya çok uluslu şirketlerinin varlığı üzerine bir  alternatif oluşturulduğu ve Venezuela dış politikası açısından batıya en başta da ABD’ye olan  bağımlılığını azaltmaya çalıştığını gösterir. İki ülke arasındaki ticari ilişkilerin geliştiğine kanıt  olarak, 2000 yılında enerji ihracatına dayanan ilişkilerde ticari ilişkiler %350 artmıştır. 41 Venezuela ve Rusya’nın dış politikalarının analizinde ülkelerin siyasi yapılarında birçok açıdan  benzerlik görülmektedir. Örneğin; iki ülkenin de anayasasınında belirtildiği üzere, başkan hem  iç hem de dış politika yapımında temel yetkilere sahiptir. 42Aynı şekilde iki ülkede ABD  hegemonyasına karşı ideoloji bir tutum takınmakla beraber, çok kutuplu siyaset oluşturma  eğilimindedirler. Venezuela açısından bakıldığında, her ne kadar Chavez 21. Yüzyıl sosyalizmi  ile sosyalist bir model oluşturduğunu iddia etse de Rusya’ya ait birçok şirketin ülke içerisinde  yatırım yapması halen kapitalist koşulların farklı açılardan devam ettiğini göstermektedir. Bu  da aslında Venezuela’nın çok kutuplu siyaset izleyerek, tek bir ülkeye olan bağımlılığını  azaltmak adına reel politik veya pragmatik bir dış politika izlediğini de gözler önüne sermiştir.  Venezuela-Çin ilişkilerinde bu boyut daha fazla ortaya çıkmıştır.

  1. b) Venezuela-Çin İlişkileri

1999 yılından itibaren Chavez’in Çin’i ziyaretleri sonucu ikili ilişkiler gelişmeye başlamıştır.  Çin’in son yıllarda artan bir ekonomik güç olması ve petrole olan yoğun talebi iki ülke  arasındaki ilişkileri geliştirmiştir. Bu yüzden Chavez, Venezuela-Çin ilişkilerini petrol  diplomasisi ekseninde temellendirmiş görünmektedir. 43

Çin için Venezuela ve hatta genel olarak Latin Amerika bir ekonomik pazar olarak  görülmektedir. Bu yüzden Rusya’nın aksine Venezuela ile olan ilişkileri ticari ve ekonomik  boyutla sınırlanmıştır. Venezuela açısından ise çok kutuplu siyaseti geliştirme ve ABD’ye olan  bağımlılığı azaltmak için Çin ile olan ilişkiler son derece önemlidir. Özellikle Venezuela  içerisinde bulunan Amerikan şirketlerinin sayısının azalması hem ideolojik hem de pragmatik  açıdan Venezuela dış politikasının hedeflerini gerçekleştirecektir. 44

Bu anlamda; Venezuela için Çin, hem petrol ihracatı açısından önemli bir partner hem de  ABD’nin hegemonik gücüne karşı bir siyasi ve güvenlik ilişkilerine dayanan bir ortaktır. Petrol  ihracatı ele alındığında Çin’e 2005 yılında ihraç ettiği petrol miktarı 19.000 varil iken, 2011  yılında bu miktar 230.000 varile yükselmiştir. Bu sayı ise Venezuela ihracatının %10’luk payını oluşturmuştur. 45 Chavez yönetime gelmeden önce Çin’e herhangi bir petrol ihracatı olmazken,  görüldüğü üzere 10 yıl içerisinde ihracat fazlasıyla artmıştır. Hatta Chavez bu gelişmeleri baz  alarak, Çin’in Venezuela’nın en büyük ticari ortağı olacağını ve bu konuda ABD’yi geride  bırakacağını belirtmiştir. 46 Çin ise petrol ithalatına karşılık, Venezuela’ya yüklü miktarda  krediler vermektedir. 47 Kimi uzmanlar son yıllarda Çin’e yönelik artan petrol ihracatının Venezuela için ABD’nin yerine Çin’in yeni bir ticari bağımlılık oluşturma riski taşıdığını  belirtmiştir.

Buna ek olarak, Venezuela Çin’le olan ilişkilerini politik düzlemde de geliştirmek için Tayvan’ı  Çin’den bağımsız olarak kabul etmeyip, Tek Çin Politikası’nı öne sürmüştür. 48 Ancak Çin, Venezuela ile ilişkilerinde işi siyasi veya ideolojik bir boyuta taşımaktan kaçınmaktadır.  Özellikle ticari bazda ilişkileri sınırlandıran Çin, bölge üzerinde ABD ile tam anlamıyla karşı  karşıya gelecek politikalardan kaçınmaktadır. Esas olarak Çin-Venezuela ilişkileri ekonomik  temellerde gelişmiş olup, Venezuela’nın çok kutuplu dış politika izlemesinde önemli bir  pragmatik temel sağlamıştır. Ülke içerisinde artan Çin şirketleri ve yatırımları, Venezuela’nın  petrol ihracatı konusunda ABD’ye olan bağımlılığını azaltmıştır. 

Sonuç olarak, Chavez döneminden itibaren Venezuela dış politikası çok kutuplu bir siyaset  izlemeye dayanmaktadır. Çin ve Rusya gibi ülkelerle kurdukları yakın ilişkiler hem ekonomik  anlamda ABD’ye olan petrol bağımlılığını azaltmak hem de anti-Amerikancı bakış açısıyla,  ABD hegemonyasına bir karşı blok oluşturma amacı taşır. Buna kanıt olarak, 2005 yılında  Venezuela’nın ABD’ye petrolün %80’ini satmasına karşılık, 2011 yılında bu oranın %40’a  düşmesi gösterilebilir.49

Chavez’in lider bazında söylemlerinin, dış politika eylemlerinde belirleyici bir boyutu olduğu  görülmektedir. Özellikle anti-Amerikancı söylemleri ve kapitalist sistem içerisinde alternatif  bir politika izlemeye çalışarak dış politikanın ideolojik boyutu ön plana çıkmıştır. Ancak Çin’in Venezuela içerisinde bir Pazar oluşturma çabası ve Rusya’nın çok uluslu şirketlerinin  Venezuela’da sayısının artması, Chavez’in tamamen ideolojik bir siyaset oluşturmadığını,  temelinde tek bir ülkeye yönelik olan bağımlılığı azaltma çabası içerisinde olduğu görülebilir.  Bu anlamda, Venzuela dış politikasının bir noktada pragmatik bir tutum takındığı ve alternatif  siyaset alanları yaratarak ideolojiyle beraber pragmatizmi de barındırdığı görülmektedir.

SONUÇ

Venezuela jeopolitik konumu ve sahip olduğu doğal kaynaklarla dünya siyasetinde önemli bir  yere sahiptir. Tarihsel arka planda da Latin Amerika bağımsızlık hareketlerinin kaynağında  Venezuela olması, ülkeyi simgesel açıdan önemli bir konuma sokmuştur. Soğuk Savaş  döneminin sona ermesiyle, bölge ülkelerinde uygulanan neoliberal politikalar beklenenin  tersine olumsuz sonuçlar doğurmuş ve hükümetlere karşı ayaklanmalar artmıştır. Bunun bir  yansıması olarak, Venezuela’da Chavez 1998 yılında yönetime geçmiş olup, ertesi yıl yeni bir  anayasa düzenlemiştir. Ülkenin en önemli ihracat kaynağı petrol şirketinin özelleştirilmesi ve  yürütme erkinin güçlendirilmesi, ülke dış politikasının iç dinamiklerini gözler önüne sermiştir.  ABD karşıtı söylemlerle ön plana çıkan Chavez, dış politikada ülkenin ABD’ye olan  bağımlılığını azaltmak ve alternatif dış politika stratejileri geliştirmek gibi temel hedefleriyle  öne çıkmıştır.

Petrolün en önemli dış ticaret kaynağı olması, Venezuela’nın dış politikasında izlediği  stratejilerin temelinde yer almıştır. En temelde ABD’ye olan petrol bağımlılığını azaltmak ve  petrol gelirlerini ülke içerisinde gerçekleştirdiği sosyal reformlara harcamak isteyen Chavez,  OPEC ülkeleriyle işbirliği içerisine girmiştir. Bunun sonucunda petrol fiyatlarının artmış olup,  bu durum ABD açısından daha fazla maliyet anlamına gelmiştir. Bu da ABD için enerji  güvenliği sorunu doğurmuştur. Askeri ve siyasi anlamda da Venezuela’nın ABD’ye karşı  politikaları, ideolojik söylemlerle beraber ortaya çıkmıştır.

Bölgesel ilişkiler baz alındığında, Venezuela’nın en büyük ortağı Küba olmuştur. Hem ticari  hem de siyasi temellere dayanan ikili ilişkiler, Bolivarcı ideolojiyi bölgedeki diğer ülkelere  yansıtması anlamında entegrasyon girişimlerine zemin hazırlamıştır. Anti-amerikancı temele  sahip ALBA kurulmuş; sonrasında Nikaragua, Bolivya, Ekvador ve Honduras’ın örgüte dahil  olmasıyla örgüt kapitalist sisteme karşı önemli bir blok oluşturmuştur. Buna ek olarak,  Chavez’in teşvikiyle UNASUR ve CELAC diğer entegrasyon girişimleri kurulmuş ve ABD’nin  ilk kez bölgesel ittifakların dışarısında kaldığı görülmüştür. Chavez, ideolojik açıdan bölge  üzerinde ABD hegemonyasına son vermek isterken, aynı zamanda bölge ülkeleriyle ekonomik ilişkilerini geliştirerek ABD’ye olan ticari bağımlılığını azaltmak istemiştir. Bölgedeki diğer  önemli gelişme ise; Venezuela, kendisine sınır komşusu olan Kolombiya ile ABD’nin dolaylı  etkileriyle zaman zaman olumsuz yönde ilişkiler yaşamış, hatta diplomatik ilişkilerini kesme  noktasına gelmiştir. ABD’nin Kolombiya ile askeri anlamdaki yakın ilişkileri, Venezuela  açısından belli güvenlik sorunları doğurmuştur.

Çok kutuplu bir dış politika izleyen Chavez, ABD’ye olan bağımlılığını azaltmak için alternatif  politikalar geliştirmiştir. İlk olarak, Rusya ile hem siyasi hem de ekonomik temelli ilişkiler  geliştiren Venezuela, askeri anlamda ABD’ye olan bağımlılığını azaltmıştır. Çin ise;  Venezuela’yı siyasi ve ideolojik bir partner olarak görmekten ziyade, sadece ekonomik ilişkileri  geliştirmeye yönelmiştir. Venezuela ise Çin’le olan ilişkileri geliştirerek gittikçe artan bir  şekilde Venezuela’nın petrol ihraç ettiği ülke olmuştur. Bu durum, Venezuela’nın ABD’ye daha  az petrol ihraç etmesine neden olmaktadır. Bütün bu gelişmeler ışığında, Chavez her ne kadar  sosyalizm ve anti-Amerikancılık gibi ideolojik söylemler ile bir dış politika oluştursa da  alternatif bir siyaset oluşturarak Rusya ve Çin gibi birçok açıdan kapitalist ekonomik sisteme  dayanan ülkelerle ilişkilerini geliştirmiştir. Bunun sonucunda, Venezuela Chavez dönemiyle  ABD’ye karşıt olarak hem ideolojik hem de pragmatik boyutlarıyla bir dış politika  oluşturmuştur.

 

 

ALPEREN CENNETKUŞU

LATAM Stajyeri

 

BİBLİYOGRAFYA

1 Gökhan Çin, ‘’Amerikan Emperyalizminin Latin Amerika’daki Son Örneği: Bolivarcı Venezuela Cumhuriyeti’nde  yaşanan kriz’’ Üsküdar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi. Sayı:8, 2019, s. 12

2 A.g.e., 14-15

3 Masis Kürkçügil, ‘’Hugo Chavez ve devrimde devrim’’ Agora Kitaplığı, 2007, s.14-15

4Javier Corrales, Michael Penfold ‘’Dragon In The Tropics: Hugo Chavez and The Political Economy of Revolution  in Venezuela’’ 2011, s.19

5 Canan Kışlalıoğlu, Venezuela. C. Uysal Oğuz & S. Atvur & R. İzol (Ed.) ‘’21. Yüzyılda Latin Amerika’’ Seçkin  Yayıncılık, Ankara, 2019 s.528

6 Alex Bellos. ‘’Chavez Rises from very peculiar Coup’’. The Guardian   https://www.theguardian.com/world/2002/apr/15/venezuela.alexbellos

7 Masis Kürkçügil, ‘’Hugo Chavez ve devrimde devrim’’ Agora Kitaplığı, 2007, s. 2004

8 C. A. Romero & V. M. Mijares, ‘’From Chavez to Maduro: Continuity and Change in Venezuelan Foreign Policy’’  Contexto Internacional vol.38, no.1, p.170 

9 Canan Kışlalıoğlu, Venezuela. C. Uysal Oğuz & S. Atvur & R. İzol (Ed.) ‘’21. Yüzyılda Latin Amerika’’ Seçkin  Yayıncılık, Ankara, 2019 s.529

10 Makbule Elmas, ‘’Petrol Endüstrileri ve Petrol İhraç Eden Ülkeler’’ Niğde Ömer Halisdemir Üniversitesi Sosyal  Bilimler Enstitüsü Dergisi. Cilt.1, Sayı.3, 2019, s.31

11 Emrah Kaya, ‘’ Hugo Chavez’in Petrol Politikası ve ABD’’ SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi  Nisan 2014, Sayı: 31, s.194

12 Masis Kürkçügil, ‘’Hugo Chavez ve devrimde devrim’’ Agora Kitaplığı, 2007, s.123-124

13 Güray Alpar, ‘’ABD Açısından Venezuela ve Bölgenin Stratejik Önemi’’ H. Çelik & M. K. Ulusoy (Ed.) ‘’  Uluslararası Sistemde Venezuela: Bölgesel ve Küresel Perspektifler’’ Nobel Yayıncılık, 2020, s.158

14 Emrah Kaya, ‘’ Hugo Chavez’in Petrol Politikası ve ABD’’ SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi  Nisan 2014, Sayı: 31, s.197

15 Masis Kürkçügil, ‘’Hugo Chavez ve devrimde devrim’’ Agora Kitaplığı, 2007, s.125

16 Emrah Kaya, ‘’ Hugo Chavez’in Petrol Politikası ve ABD’’ SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi  Nisan 2014, Sayı: 31, s.198

17 S. Raphael & D. Stokes, ‘’Enerji Güvenliği’’ Alan Collins (Ed.) ‘’Güvenlik çalışmaları’’ çev. Nasuh Uslu, Röle  Akademik Yayıncılık, 2017, s.308.

18 A.g.e., s.309

19 Masis Kürkçügil, ‘’Hugo Chavez ve devrimde devrim’’ Agora Kitaplığı, 2007, s.131

20 C.A. Romero. ‘’ South-South Cooperation between Venezuela and Cuba’’ (Translated by S. Collerd) (Ed.) The  Reality of Aid: South-South Cooperation: A Challenge to the Aid System? 2010, s.107

21 Esra Akgemici, “Chavez Döneminde Venezuela’nın ABD’ye Yönelik Dış Politikası”, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara, 2011, s.137

22 C.A. Romero. ‘’ South-South Cooperation between Venezuela and Cuba’’ (Translated by S. Collerd) (Edt.) The  Reality of Aid: South-South Cooperation: A Challenge to the Aid System? 2010, s.108

23 Castro Ruz, FidelChávez Frías, Hugo Rafael, 2004, ‘’ Agreement between the president of Venezuela and the  President of Cuba for the implementation of the ALBA’’ http://www.fidelcastro.cu/en/documentos/agreement between-president-venezuela-and-president-cuba-implementation-alba

24 Özgür Uyanık, ‘’Latin Amerika’nın Devrimci Tarihi’’ Kaynak Yayınları, 2014, s.340

25 Sinan Tavukçu, ‘’ABD Emperyalizmine Karşı Bolivar-Chavez Ruhu’’ H. Çelik & M. K. Ulusoy (Ed.) ‘’ Uluslararası  Sistemde Venezuela: Bölgesel ve Küresel Perspektifler’’ Nobel Yayıncılık, 2020, s.111-112

26 Emrah Kaya, ‘’ Hugo Chavez’in Petrol Politikası ve ABD’’ SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi  Nisan 2014, Sayı: 31, s.194

27 Masis Kürkçügil, ‘’Hugo Chavez ve devrimde devrim’’ Agora Kitaplığı, 2007, s.127-128

28 A.g.e., s. 128

29 Ag.e., s.138

30 Sinan Tavukçu, ‘’ABD Emperyalizmine Karşı Bolivar-Chavez Ruhu’’ H. Çelik & M. K. Ulusoy (Ed.) ‘’ Uluslararası  Sistemde Venezuela: Bölgesel ve Küresel Perspektifler’’ Nobel Yayıncılık, 2020, s.112

31 Özgür Uyanık, ‘’Latin Amerika’nın Devrimci Tarihi’’ Kaynak Yayınları, 2014, s.339

32 Diana Raby, ‘’Venezuelan Foreign Policy Under Chavez, 1999-2010: The Pragmatic Success of Revolutionary  Ideology?’’ G. L. Gardini & P. Lambert (Edt.) ‘’Latin American Foreign Policies: Between Ideology and  Pragmatism’’ Palgrave Macmillan, 2011, s. 166

33 Hürriyet, ‘‘Chavez: ABD terörist devlettir’’ 2005, https://www.hurriyet.com.tr/dunya/chavez-abd-terorist devlettir-340114

34 Diana Raby, ‘’Venezuelan Foreign Policy Under Chavez, 1999-2010: The Pragmatic Success of Revolutionary  Ideology?’’ G. L. Gardini & P. Lambert (Edt.) ‘’Latin American Foreign Policies: Between Ideology and  Pragmatism’’ Palgrave Macmillan, 2011, s.167

35 BBC News, ‘’ Venezuela Kolombiya ile diplomatik ilişkilerini kesti’’ 2009,  https://www.bbc.com/turkce/haberler/2010/07/100723_venezuela_colombia

36 N. K. Gvosdev & C. Marsh, ‘’Russian Foreign Policy: Interests, Vectors and Sectors’’ CQ Press, 2014; Emil  Dabagyan, ‘’Latin America’s Leftist March,’’ Current Digest of the Post-Soviet Press 58, no.20, 2016, p.16

37 A.g.e., s.; Stephen J. Flanagan and Johanna Mendelson Forman, ‘’Russia’s Reengagement in the Western  Hemisphere: Just Business or a Geopolitical Gambit?’’ CSIS Critical Questions, 2008, at http://csis.org/files/media/csis/pubs/081125_cq_mendelson_flanagan_russia.pdf.

38Rusya Venezuela’da Silah Fabrikaları Kuruyor,  http://www.cnnturk.com/2009/dunya/12/01/rusya.venezuelada.silah.fabrikalari.kuruyor/553680.0/index.html

39 Diana Raby, ‘’Venezuelan Foreign Policy Under Chavez, 1999-2010: The Pragmatic Success of Revolutionary  Ideology?’’ G. L. Gardini & P. Lambert (Edt.) ‘’Latin American Foreign Policies: Between Ideology and  Pragmatism’’ Palgrave Macmillan, 2011, s.171

40 N. K. Gvosdev & C. Marsh, ‘’Russian Foreign Policy: Interests, Vectors and Sectors’’ CQ Press, 2014

41 A.g.e.

42 Alexandra Sitenko, ‘’ Latin American vector in Russia’s Foreign Policy: Identities and interests in the  Russian‑Venezuelan Partnership’’ Politics in Central Europe, vol.12, no.1, 2016, s.43-44

43 Masis Kürkçügil, ‘’Hugo Chavez ve devrimde devrim’’ Agora Kitaplığı, 2007, s.133

44 José Briceño-Ruiz and Norbert Molina Medina, ‘’ China–Venezuela Relations in a Context of Change’’, Raúl  Bernal-Meza · Li Xing (Edt.) ‘’China–Latin America Relations in the 21st Century: The Dual Complexities of  Opportunities and Challenges’’ Palgrave Macmillan, 2020, p.160; Cheng, J. Y. S., & Shi, H. G. (2008). Sino Venezuelan relations: Beyond oil. Issues & Studies, 44(3), 113

45 Emrah Kaya, ‘’ Hugo Chavez’in Petrol Politikası ve ABD’’ SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi  Nisan 2014, Sayı.31, s. 199; U. S. Energy Information Administration, Venezuela,  http://www.eia.gov/countries/analysisbriefs/Venezuela/venezuela.pdf 

46 Çin’in Venezuela’dan Petrol İthali Hızla Artıyor, http://www.bloomberght.com/haberler/haber/1197757- cininvenezueladan-petrol-ithali-hizla-artiyor 

47 Emrah Kaya, ‘’ Hugo Chavez’in Petrol Politikası ve ABD’’ SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi  Nisan 2014, Sayı.31, s.200; Çin’in Venezuela’dan Petrol İthali Hızla Artıyor, http://www.bloomberght.com/haberler/haber/1197757-cininvenezueladan-petrol-ithali-hizla-artiyor

48 José Briceño-Ruiz and Norbert Molina Medina, ‘’ China–Venezuela Relations in a Context of Change’’, Raúl  Bernal-Meza · Li Xing (Edt.) ‘’China–Latin America Relations in the 21st Century: The Dual Complexities of  Opportunities and Challenges’’ Palgrave Macmillan, 2020, p.160

49 Emrah Kaya, ‘’ Hugo Chavez’in Petrol Politikası ve ABD’’ SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi  Nisan 2014, Sayı.31, s.200

 

KAYNAKÇA

Ağdemir, Zeynep, ‘’Venezuela Ekonomisine ve Kamu Maliyesine Genel Bir Bakış’’  Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, Cilt 72, No. 1, 2017, s. 221- 250

 Akgemici, Esra “Chavez Döneminde Venezuela’nın ABD’ye Yönelik Dış Politikası”,  Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi,  Ankara, 2011

BBCNews,  https://www.bbc.com/turkce/haberler/2010/07/100723_venezuela_colombia Bernal-Meza R. & Xing Li. (Ed.) ‘’China–Latin America Relations in the 21st  Century: The Dual Complexities of Opportunities and Challenges’’ Palgrave  Macmillan, 2020

Bloomberg, http://www.bloomberght.com/haberler/haber/1197757- cininvenezueladan-petrol-ithali-hizla-artiyor

 Castro Ruz, Fidel & Chávez Frías, Hugo Rafael, 2004, ‘’ Agreement between the president of Venezuela and the President of Cuba for the implementation of the  ALBA’’ http://www.fidelcastro.cu/en/documentos/agreement-between-president venezuela-and-president-cuba-implementation-alba

Cheng, Joseph Y.S. & Shi, Huangao. ‘’ Sino-Venezuelan Relations: Beyond Oil’’, Issues & Studies, 44, no. 3 (September 2008): 99-147

 CNNTürk, https://www.cnnturk.com/2009/dunya/12/01/rusya.venezuelada.silah.fabrikalari.kuruy or/553680.0/index.html

Collins, Alan (Ed.) ‘’Güvenlik çalışmaları’’ çev. Nasuh Uslu, Röle Akademik  Yayıncılık, 2017

Corrales, Javier & Penfold, Michael ‘’Dragon In The Tropics: Hugo Chavez and The  Political Economy of Revolution in Venezuela’’ 2011

Çelik H. & Ulusoy M. K. (Ed.) ‘’ Uluslararası Sistemde Venezuela: Bölgesel ve  Küresel Perspektifler’’ Nobel Yayıncılık, 2020

Çin, Gökhan ‘’Amerikan Emperyalizminin Latin Amerika’daki Son Örneği: Bolivarcı  Venezuela Cumhuriyeti’nde yaşanan kriz’’ Üsküdar Üniversitesi Sosyal Bilimler  Dergisi. Sayı:8, 2019, s. 1-38

Demirel, Ege, ‘’ Dış Müdahele Olgusu Kapsamında, ABD-Venezuela İlişkileri’’  Marmara Üniversitesi Öneri Dergisi, Cilt 15, Sayı 53, Ocak 2020, ss. 36-76

 Elmas, Makbule ‘’Petrol Endüstrileri ve Petrol İhraç Eden Ülkeler’’, Niğde Ömer  Halisdemir Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi,  Cilt.1, Sayı.3, 2019, ss. 29- 41

 Erdoğan, Oğuzhan, ‘’ Venezüella’da Yerel Yönetimler,’’ Ömer Halisdemir Üniversitesi  İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, Yıl: 2019 Cilt-Sayı: 12(3) ss: 351-360

 Gvosdev N. K. & Marsh C., ‘’Russian Foreign Policy: Interests, Vectors and Sectors’’  CQ Press, 2014

Hürriyet, https://www.hurriyet.com.tr/dunya/chavez-abd-terorist-devlettir-340114

Kaya, Emrah ‘’ Hugo Chavez’in Petrol Politikası ve ABD’’, SDÜ Fen Edebiyat  Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, Nisan 2014, Sayı: 31, ss. 193-208

Kışlalıoğlu, Canan ‘’Venezuela.’’ C. Uysal Oğuz & S. Atvur & R. İzol (Ed.) ‘’21.  Yüzyılda Latin Amerika’’ Seçkin Yayıncılık, Ankara, 2019

Koçak, Orçun ‘’Venezuela’’ 2017, https://duzensiz.org/venezuela-2c9eea560186

Kürkçügil, Masis, ‘’Hugo Chavez ve devrimde devrim’’ Agora Kitaplığı, 2007

 McCarthy-Jones, Anthea & Turner, Mark. ‘’ Explaining radical policy change: the  case of Venezuelan foreign policy’’, Policy Studies, Vol. 32, No. 5, 2011, pp. 549-567

 Piccone, Ted & Trinkunas, Harold. ‘’ The Cuba-Venezuela Alliance: The Beginning  of the End?’’ Latin America Initiative Foreign Policy at BROOKINGS, 2014, pp.1-12

Raby, Diana ‘’Venezuelan Foreign Policy Under Chavez, 1999-2010: The Pragmatic  Success of Revolutionary Ideology?’’ G. L. Gardini & P. Lambert (Edt.) ‘’Latin  American Foreign Policies: Between Ideology and Pragmatism’’ Palgrave Macmillan,  2011

Romero C. A. ‘’ South-South Cooperation between Venezuela and Cuba’’ (Translated  by S. Collerd) (Ed.) The Reality of Aid: South-South Cooperation: A Challenge to the  Aid System? 2010

Romero C. A. & Mijares V. M., ‘’From Chavez to Maduro: Continuity and Change in  Venezuelan Foreign Policy’’ Contexto Internacional vol.38, no.1, pp. 191-227

 Sitenko, Alexandra ‘’ Latin American vector in Russia’s Foreign Policy: Identities and  interests in the Russian‑Venezuelan Partnership’’, Politics in Central Europe, vol.12,  no.1, 2016, pp. 37-57

SOL, https://haber.sol.org.tr/content/venezuela-d%C4%B1%C5%9F politikas%C4%B1-belirleyenler-ve-hedefler

Teske, C.C. ‘’ The Oil Factor in Hugo Chávez’s Foreign Policy: Oil Abundance,  Chavismo and Diplomacy’’ Research Master Thesis Research Master Latin American  Studies Leiden University June, 2018 Thesis supervisor: Prof. dr. P. Silva

Uyanık, Özgür ‘’Latin Amerika’nın Devrimci Tarihi’’ Kaynak Yayınları, 2014

Sivil Toplum ve Demokrasi

 

Bu kitap analizinde “Sivil Toplum ve Demokrasi” adlı kitabın Doç. Dr. Gülgün Erdoğan Tosun tarafından yazılan  “Birleştirici Demokrasi Devlet-Sivil Toplum İlişkisinin Yeniden Yapılandırılması İçin Bir Analiz Aracı Olabilir Mi?” başlıklı bölümü incelenecektir. 

 

Gülgün Erdoğan Tosun, 1980’li yıllardan itibaren toplumsal, siyasal ve ekonomik sorunları çözmede hem liberal hem sosyalist politikaların yetersiz olmasından ötürü 1990’larda sivil toplumun soyut yanının tartışıldığını anlatarak kendi bölümüne giriş yapmaktadır. Bu tartışmaların doğurduğu yaklaşımları katılımcı modeller olarak niteleyen yazar, onların benzerliklerini ve farklılıklarını ele almaktadır ve bu modeller içinden birleştirici demokrasi modelini özel olarak irdelemektedir. Bu modeller radikal, diyalojik, müzakereci ve birleştirici demokrasi yaklaşımlarıdır. Yaklaşımların ortak noktaları, liberal temsili demokratik sisteme yıkıcı değil; daha kapsayıcı olabilmesi için yapıcı eleştiriler getirmeleridir. Bu bağlamda her biri, kendi çıkış noktasıyla paralellik taşıyacak biçimde ideal yurttaş ve devlet ilişkisini yeniden kurgulamayı hedeflemektedir (Tosun, s.23-24).

Radikal demokratlar, post-modern siyaseti devleti değil; bireyi merkeze alarak etkileyen ve etkilenen boyutunda incelemesinden ötürü odağına bireyi ve toplumu oturtur. Bununla birlikte, radikal bakışlarını yalnızca devlete değil, toplum ilişkilerinden filizlenen sivil topluma da uygular. Diyalojik demokratlar ise kamusal alanın yeniden yaratımı için diyaloga ve müzakereye önem atfederler. Müzakereci demokratlar; temelde uzlaşı odaklıdır ve oy verme davranışını yönetim biçimi seçimi olarak değil, belli bir soruna hangi reçetenin uygulanacağının belirlenmesi olarak görürler. Birleştirici demokrasi anlayışı da diğer yaklaşımlardan; katılım olanaklarının artırılması yolunda devlet, sivil toplum ve piyasayı birleştirme çözümünü ortaya koymasıyla ayrışır. Bu bakış, denetimsiz devlet ve piyasa ilişkilerinin sivil toplum denetimine girmesini hedefler. Bu hedefin kaynağı, kapitalizmin bünyesinde bulunan “diğerini mümkünse ezme, değilse zayıflatma” temelli statü odaklı ilişkilerin, liberal temsili demokratik sisteme sızdığı fikridir. Dolayısıyla devlet, birleştirici demokrasi modelinde birincil rolde değil, yalnızca sivil toplum kuruluşlarının barışını sağlayacak ikincil bir konumdadır. Bu sayede, sivil toplum kuruluşları, devlet tarafından fonlanacak, kamuya ilişkin işler olabildiğince bu kuruluşlar tarafından yapılarak merkezsiz hale getirilecek ve böylece demokratik süreçlere katılımın en yüksek oranda olabilmesinin önü açılacaktır. Bunun altında yatan asıl dürtü, birincil olarak devlet ile sivil toplum arasında bir köprü kurmak, ama bence daha da önemli olan ikinci boyutu özel ve kamusal alanda devletin hiyerarşik olarak tahakkümü altına aldığı sahaların daraltılmasıdır (Tosun, s.34-38).

Birleştirici demokrasi modeli, özel olarak devlet, sivil toplum ve piyasanın oluşturduğu bir üçlü mekanizmayı vurgulasa da devlet-sivil toplum-piyasa mekanizmasındaki unsurların durağan değerleri olmadığını savunur. Dolayısıyla, belirli konular özelinde devletin, piyasanın ya da sivil toplumun ağırlığını artırıp azaltabilecekleri bir ortam oluşacaktır. Yazar, birleştirici demokrasi modelinin olmazsa olmazları olarak halk egemenliği, siyasal eşitlik, dağıtıcı eşitlik, demokratik bilinçlilik, yeterli ekonomik performans ve devlet yeteneğinden söz etmektedir ve bunların temelde Aristocu sivil ruhun günümüzde canlanması mümkün kılabilecek unsurlar olduğunu ifade etmektedir. Bunun ötesinde, birleştirici demokrasi modelinin işlenebilirliği ya da etki düzeyi, halkı oluşturan bireylerin birbirlerine duydukları güven, demokratik olmayan devlet yapılanması, kamusal alanın yapısı ve sivil toplumdaki grupların yapısından etkilenmektedir. Bireylerin, geleceğe ilişkin ortak çözümler üretmesi açısından güven öne çıkarken, devletin demokratik olmayan yapısı ise merkeziyetçi anlayışından sıyrılamayışı nedeniyle toplumun her alanına sızmasına neden olacaktır. Bu bakımdan, dönüştürücü bir etkiye sahip olması beklenen kamusal alanın, devlet tarafından özerklik tanınmış bir alan olarak kurulması gerekir. Bu kamusal alanda etkinlik gösteren sivil toplum gruplarının ise kendi içlerinde hiyerarşik olmayan ve kapsayıcı yapıları barındırması, toplum genelinde görülecek katılımcılığın anahtarı olacaktır (Tosun, s.38-49).

Sonuç olarak, birleştirici demokrasi modeli, yukarıda anlatılan üçlü mekanizma sayesinde katılımcılığı olabilecek en üst noktaya taşımayı amaçlamasıyla demokratikleşmeyi bir süreç olarak görmektedir. Dolayısıyla, her topluma uyan bir demokrasi ya da sivil toplum tanımı olmadığından hareketle yazar, birleştirici demokrasi modelinin yarını daha katılımcı bir hale büründürme açısından yararlı olacağını vurgulamıştır. Bununla birlikte, birleştirici demokrasi modelinin en zayıf noktasını da Türkiye benzeri toplumlarda yeni patronaj yapıları yaratabilme olasılığına açık kapı bırakmasında görür. Kişisel olarak benim birleştirici demokrasi modeline getireceğim eleştiri ontolojik boyutta olacaktır. Aristo’dan Gramsci’ye kadar olan tarihsel süreçte önce devlet ve sivil toplumun bir bütün olarak ele alındığı görülürken daha sonrasında bu alanların ontolojik olarak ayrı değerlendirilmesi liberal değerlerin yayılmasıyla ve 18. yüzyıldan itibaren kendisini yönetim biçimlerinde göstermesiyle mümkün olmuştur. Gülgün Erdoğan Tosun’un da söylediği gibi bugünün dünyası, devletlerin, sivil toplum kuruluşlarının ya da piyasaların tek başlarına çözemedikleri sorunlarla bezelidir. Yine de birleştirici demokrasi modelinin birlikçi anlayışı, sivil toplumun, devletten ontolojik olarak ayrı bir alan oluşunu tehlikeye atabilecek ve devletin, sivil toplumun ontolojik özerkliğini aşındırabileceği bir sınır geçişkenliği yaratmaktadır. Dolayısıyla, birleştirici demokrasi modelinin, demokratik gelişimine göre farklılaşan ülkelerde bu riski barındırdığı ve devletin sivil topluma egemen olduğu bir geleceği doğurabileceği belirtilmeli. Makalenin içeriğine ve anlatımına yönelik genel bir değerlendirme yapılacak olursa, kavramların geniş biçimde ortaya konuşu, okuyucunun anlayacağı dilde aktarılmış olması ve aynı kaynaktan esinlenen diğer modellerle karşılaştırılarak farkının gözler önüne serilmesi ortaya değerli bir çalışmanın konulduğunu göstermektedir.

 

 

UĞUR DİNÇ

SİVİL TOPLUM OKUMALARI STAJYERİ

 

 

KAYNAKÇA

TOSUN, Gülgün Erdoğan. (2005), Birleştirici Demokrasi Devlet-Sivil Toplum İlişkisinin Yeniden Yapılandırılması İçin Bir Analiz Aracı Olabilir mi?, (Editör: Lütfi Sunar), Sivil Toplum ve Demokrasi, Kaknüs Yayınları, İstanbul.

Tedirginlik Çağı: Şiddet, Aidiyet ve Siyaset Üzerine

0

Evren Balta. (2019). Tedirginlik Çağı: Şiddet, Aidiyet ve Siyaset Üzerine Yazılar. İstanbul: İletişim Yayınları. 1. Baskı. 254 sayfa, ISBN-13: 978-975-05-2729-6

 

Tedirginlik Çağı, içinden geçmekte olduğumuz pandemi süreci boyunca insan zihninden hiç eksik olmayan geleceğe dair endişeler, korkular, kaygılar, “Peki şimdi ne olacak?” soruları hususlarında salgın öncesi kaleme alınmış bir kitaptır. Kitap, 2019 yılının Ağustos ayında basıldığında dünyada henüz COVID-19 salgını ortaya çıkmamıştı. Ancak tam da salgın süreci ile daha da yoğunlaşan ve görünür hale gelen küresel tedirginlik ve eşitsizlik halini çözümlemesi, eseri son derece önemli bir kaynak mertebesine ulaştırırken aynı zamanda sosyal bilimlere yöneltilen “öngörülerde bulunamama” ve/veya “toplumsal olanı yeterince açıklayamama” eleştirilerine verilen en iyi yanıtlardan biri haline getirmiştir.

Doç. Dr. Evren Balta’nın akademik literatüre dayandırdığı düşünce ve gözlemlerini akademi dışı okurun da anlayabileceği sade ve açıklayıcı bir üslupla kaleme aldığı eserinde ilgilendiği alan bir hayli geniştir. Yazarın farklı konulardaki yazılarından oluşan bir derleme olan Tedirginlik Çağı, devletlerin yönelimlerini ve toplumların içinde bulundukları durumu açıklarken uluslararası ilişkiler literatürünün yanı sıra siyaset bilimi ve sosyoloji alanlarından da yoğun şekilde faydalanmaktadır. Birbirlerinden beslenseler de farklı disiplinleri bir araya getirmenin riskli kabul edildiğini belirten yazara göre günümüz dünyasını anlamlandırmada bu cesareti gösterebilmenin önemi büyüktür.

Kitap, Şiddet, Aidiyet ve Siyaset ana başlıkları altında savaş, göç, popülizm, sosyal medya, Batı karşıtlığı gibi olguları tartışıyor olsa da eserin merkezine aldığı ve bütün bu başlıkları yatay olarak kesen kavram “belirsizlik” kavramıdır. Daha ilk sayfalardan itibaren içinde bulunduğumuz çağın ruhunun belirsizlik olduğunu söyleyen yazar, ilerleyen sayfalarda toplumların hangi alanlarda belirsizliklerle boğuştuğunu anlatmaktadır. Ancak yazar baştan okuyucuları şu sözlerle uyarmaktadır: “Bu kitap karanlık bir tablo sunuyor”.

Belirsizlik insanlık tarihi kadar eski” bir histir ve bazı araştırmacılara göre insanların doğada karşılaştıkları güçlükleri bertaraf edebilmek adına icatlarda bulunmalarını sağlamış olması bakımından olumlu bir kavram olarak değerlendirilebilirdir. Ancak yazar, günümüzde yaşanan belirsizliğin eşitsizlik, adaletsizlik ve (hem şiddetten korunabilme hem de sürekli bir iş garantisi anlamında) güvencesizlik içeren son derece negatif bir içeriğe sahip olduğunu belirtmektedir. Yazara göre aydınlanma, modernleşme ve ilerleme gayelerinin artık geçerli akçe olmadığı ve bu ilkeleri savunan büyük anlatıların itibarsızlığa uğradığı 21. yüzyılda onlardan boşalan yeri dolduracak yeni kapsayıcı anlatıların yokluğu, belirsizlik hissinin en önemli kaynaklarından biridir. Belirsizliğin boyutlarının insanların yaşam koşullarına göre değiştiğini söyleyen yazar için bununla baş etme gücü de “toplumsal ve bireysel olarak sahip olduğumuz kaynaklar” tarafından belirlenmektedir. Tam bu noktada yazar şu soruları sorar:

Peki ekonomik koşullar, kurumlar ve sosyal bağlarda dönüşüm belirsizlik hissini nasıl etkiler? Korku ve güvencesizliğin dönüşümü şiddet ve siyasetin dönüşümü ile nasıl ilişkilendirilebilir? Korku ve güvensizliğe, farklı kaynaklara sahip topluluklar nasıl cevap vermektedir? Elinde olanları da kaybetme korkusuyla yaşayanlar hangi tür baş etme biçimleri kullanmaktadırlar? Değişen şiddet biçimleri ile artan güvensizliğin biçimleri nedir?

COVID-19 salgını ile derinleşen ekonomik, sosyal ve siyasal krizler döneminde cevabı aranan bu sorular üzerine düşünmek, aynı zamanda salgın sonrası dünyaya dair birtakım öngörülerde bulunmayı sağlayabilir.

Kitabın en önemli tespitlerinden biri klasik anlamda bir Üçüncü Dünya Savaşı’nın çıkmayacağıdır. Zira, savaş olgusu günümüzde tamamen değişirken şu anda olup biten savaşların eskiye ait gözlükleri takarak anlaşılması zordur. Diğer bir deyişle savaşı yalnızca egemen ulus-devletler arası bir çatışma olarak gören anlayışı bir kenara bırakıp onun değişen formlarına ve destek bulduğu sosyal ilişkilerin dönüşümüne odaklanmak gerekmektedir. Yazar, “savaş organizasyonunda ve teknolojisinde” yaşanan büyük değişimlerin izini sürmek isteyenler için açıklayıcı ve kolay takip edilebilir bir özet sunmaktadır. Savaşların gerçekleşme biçimine dair Orta Çağ devletleri paralı askerler vasıtasıyla savaşırken ulus-devletler her vatandaşını asker-bireye dönüştürerek 20. yüzyıl boyunca insan yoğunluklu bir cephe savaşı tertiplediği savaş düzeninin artık günümüzde teknoloji yoğunluklu savaş uçakları ve hatta İHA (insansız hava aracı)’lar aracılığıyla gerçekleştiği ve karşılığında teknolojik açıdan güçsüz olan tarafın da kentleri savaş cephelerine çevirdiği tespiti çok açıklayıcıdır. İşte tam da bu yüzden yazar, Birinci ve İkinci Dünya Savaşları gibi toplu cephe savaşlarını beklemenin manası olmadığını belirtmektedir. Kitabın en güçlü yanlarından birine bu açıklayıcı tespit hâkim olmaktadır.

Savaşın bir diğer yüzü olarak göç etmek zorunda kalan milyonlarca mültecinin yüzleştikleri belirsizlik, yazarın ele aldığı bir başka bıçak sırtı konudur. Evren Balta, şu cümleleri yazarken geçmişi iyi süzmüş ve geleceği görmüştür: “Yükselen sağ popülist hareketlere göre işsizliğin ve hatta artan hastalıkların nedeni ‘çöken kamu’ değildir; topluma dışarıdan gelenlerdir. Bulaşıcı hastalıkların artmasının nedeni kamusal sistemin başarısızlığı değildir, geldikleri yerden toplumu bir veba gibi saran hastalıkları getirenlerdir.” Bu cümleler akıllara en basit deyişle COVID-19 salgını sonrası Midilli Adası’nda yaşananları getirmektedir. Ancak burada sorulması gereken önemli sorulardan bir tanesi Batı’yı sürekli mülteci karşıtlığıyla suçlarken Türk topraklarında farklı boyutlarda da olsa yaşanan benzer hadiselerin özeleştirisinin tam olarak ne zaman yapılacağıdır. Bu da okuru, kitabın ele aldığı bir başka önemli meseleye doğrudan bağlamaktadır: Batı karşıtlığı.

Yazar, Türk toplumunda yükselen Batı karşıtlığını açıklarken çok önemli bir hamle yaparak Batıcılığın Mustafa Kemal Atatürk ile başlamadığını, III. Selim’den II. Mahmut’a ve II. Abdülhamid’e uzanan bir geçmişinin olduğunu hatırlatmaktadır. Dolayısıyla Batı’nın üstünlüğünün kabulü, Cumhuriyet dönemiyle sınırlı olmayıp Osmanlı’nın son dönemlerinden itibaren gelişen bir olgudur. Yazar, ülkedeki Batı karşıtlığının kökenlerinden birinin tarih derslerinde gördüğümüz, Anadolu’yu işgale gelen ve yurdu paramparça etmek isteyen Batılı ülkelerden kaynaklandığı görüşünü savunurken Cumhuriyet’in ilanı öncesinde ve sonrasında yapılan Batılı devrimlerin ise ister istemez Batı’yı örnek almak olduğunu, böylece Batı’ya karşı hislerin öfke ve öykünme arasında gidip geldiğini belirtmektedir.

Daha sonra dünyanın genelindeki Batı karşıtlığını tarihsel bir süreç içinde inceleyen yazar, Türkiye’deki Batı karşıtlığına dair çözümlemelerini derinleştirme yoluna gitmemektedir. Burada okur, belki günümüzde ülke topraklarında üretilen Batı karşıtlığı yazar tarafından daha detaylı bir şekilde ele alınabilirdi diye düşünebilir. Zira okur, Batı’nın bütün değerlerini reddeden ve tamamen Doğu’yu kutsayan marjinal görüş bir kenara bırakılsa bile bu marjinal görüşün haricindeki Batı karşıtlığının kof ve içi boş olduğunu düşünebilir. “Bugün eğer Batı üstünse”, bunun yalnızca sömürgeci geçmişinde aranmasının Batılı halkların, toplumsal sınıfların verdiği özgürlük hareketlerine karşı körleşmek olduğu düşünülebilir. Yazarın da değindiği gibi bu hareketler yalnızca Batı’ya özgü hareketler olmamıştır. Halkların tarih sahnesine çıkışları görece geç olsa da Doğu’da da büyük etkiler yaratmıştır. Ancak Batı, en azından işlediği büyük suçlarla yüzleşmeye cesaretli bir nesil yetiştirebilmiştir ve bazı suçlarıyla hesaplaşabilmiştir. Durumun Doğu toplumları için aynı olduğundan emin olmak ise güçtür. Asıl sorunun toplumların kimlikler üzerinden ve monoblok olarak tanımlanmasında yattığı rahatlıkla söylenebilir. Bu hata, elbette Batı toplumlarının da Doğu’yu değerlendirirken düştükleri bir hata olarak göze çarpmaktadır.

Evren Balta’nın eserinde tartıştığı sorulardan bir diğeri “Sosyal medya siyaseti nasıl etkiler?” sorusudur. Yazar burada sosyal medya ile ilgili bireylerin ana akım medya dışında nasıl kamuoyu oluşturabilecekleri, bunun karşılığında devletlerin “trolller” ve erişim engellemeleri vasıtasıyla gerçekleri nasıl manipüle edebileceği veya doğrudan yasaklayabileceği klasik anlatısının dışında, Cambridge Analytica skandalı üzerinden çok önemli bir noktayı vurgulamaktadır: Bazı sosyal medya platformları, ulusal seçimlerin kaderini belirlemek ve demokrasiyi hiçe saymak pahasına kullanıcı beğenilerini ve düşüncelerini içeren kişisel bilgileri başka şirketlere satmaktadırlar. ABD’de Donald Trump’ın başkan seçildiği 2016 seçimleri için yürütülen soruşturma ile patlayan skandalın bilgilerini paylaşan yazar, sosyal medyanın siyaseti nasıl belirlediğine dair çarpıcı kanıtlar sunmaktadır. Facebook’un kurucusu Mark Zuckerberg’in, söz konusu soruşturma kapsamında Demokrat Parti senatörü Alexandria Ocasio-Cortez tarafından sorgulandığı esnadaki hali ise görülmeye değerdir.

Bütün bu soruların ve tartışmaların nihai olarak vardığı noktada Evren Balta’nın kilit kavramı olan belirsizlik halinin üç sacayağı ön plana çıkıyor. İlk olarak uluslararası alanda ülkeler arasındaki ve her toplumun kendi içindeki gelir dağılımında yaşanan muazzam eşitsizlik; ardından savaşların formlarının dönüşmesi sonucu son derece güvenli sayılan kentsel bölgelerde bile yaşanan şiddet ve bu şiddetle birlikte savaşlar sonrası göçmek zorunda kalan mültecilerin yaşadıkları müthiş tedirginlik; son olarak ise 21. yüzyılın ilerleme, modernlik, güvenli bir geleceğe doğru adım atma gibi temel ilkelerden yoksun, her an neyle karşılaşılacağı belirsiz bir ortam doğurması anlamında büyük ve birleştirici bir anlatının eksikliği. Kısacası yazar, neoliberalizm diye adlandırılan bu dönemde toplumların hem geçinebilecekleri kalıcı bir iş bulma konusunda hem de kendilerini dış dünyaya karşı koruma konusunda aşırı güvensiz ve güvencesiz hissettiklerini; devletlerin ise sosyal devlet anlayışının çözüldüğü ve barınma, beslenme, sağlık, eğitim gibi en temel ihtiyaçların piyasanın insafına terk edildiği bu dönemde zenginliğin yeniden dağıtılmasında temel rol oynayan vergi sistemlerindeki aşırı adaletsizliğini gösteriyor. Yazarın ortaya koyduğu bu gözlemler, COVID-19 salgınıyla sınanmış ve tamamen doğrulanmıştır. Salgın sürecinin toplumları daha da kırılgan, dezavantajlı grupları ise daha da güçsüz hale getirdiği aşikardır. Tedirginlik Çağı işte bu anlamda çok önemli bir eser ve yazarın sosyal bilimler alanına yaptığı büyük bir katkıdır.

 

 


VEYSEL CAN KARAKAŞ

BALKANLAR STAJYERİ   

 

STK’ların Yerel Yönetimlerin Karar Alma Süreçlerine Katılımı ve Etkisi

ÖZET

Bugün artık demokraside siyasal sistemlerin gelişmişliği ve demokratikliği, vatandaşların karar süreçlerine katılımıyla da yakından ilgilidir. Klasik demokrasi anlayışındaki gibi katılım, sadece “oy verme” davranışı değil, bireylerin de onları ilgilendirecek konularda aktif olabilmesini içerir. Bu karar alma süreçlerini etkileme ve değerlendirme istekleri genelde örgütlü olduğu için, sivil toplum kuruluşları, yerel yönetim ve vatandaşlar arasındaki köprü konumundadır. Bu çalışmada bağ kurucu olan sivil toplum kuruluşlarının, yerel yönetimlerin karar alma süreçlerine katılımı üstüne çalışılmıştır.

Anahtar Kelimeler: Yerel Yönetim, Katılımcı Demokrasi, Sivil Toplum Kuruluşları

 

ABSTRACT

 Today, the development and democracy of political systems in democracy is closely related to the participation of citizens in decision-making processes. Participation, as in the classical understanding of democracy, includes not only “voting” behavior, but also individuals’ being active in matters which concern them. Since their willingness to influence and evaluate these decision-making processes is generally organized, non-governmental organizations are a bridge between local government and citizens. In this research, non-governmental organizations in the role of bondmaker, participation of local governments in decision-making processes has been illustrated.

Key Words: Local Government, Participatory Democracy, Non-governmental Organizations

 

1.GİRİŞ

 Günümüzde demokrasi anlayışının değişmesiyle birlikte klasik demokrasi anlayışından çıkılmış, bireylerin pasifliğinin yerine aktif bir katılımı içeren demokrasi biçimine geçiş yapılmaya başlanmıştır. Burada katılımcı demokrasi sayesinde aktifleşen bireyler, vatandaşlar artık yönetimlere, özellikle yerel birimlere doğrudan katılım gösterebilmektedir ya da birtakım aracılarla kararlara ve karar süreçlerine fikir beyan edebilmekte yani müdahalede bulunabilmektedirler. Bu noktada, halkla merkezi idarenin gölgesinde ama özerk de sayılabilecek yerel yönetimlere değinmek gerekmektedir. Yerel yönetimlerin aşağıda detaylı tanımı yapılacak olsa da, bölge halkının ihtiyaçlarına göre hareket eden ve onun konforunu sağlamaya çalışan birimler olarak tanımlanmaları mümkündür. Bu birimler sayesinde halk, katılım haklarını kullanabilmektedir fakat sistemdeki yetersizlikler ve sıkıntılar; sivil toplumu oluşturan halka yardım edebilecek aracı kurumların müdahalesine sebebiyet vermiştir. Buna göre sivil toplum, halk ve yerel yönetim arasındaki bağlama odaklanmalıdır. Bu çalışmada yerel yönetimlerin karar alma süreçlerinde STK’ların katılımının ve STK’ların etkisinin açıklaması çeşitli tanımlamalara dayandırılarak değerlendirilecektir.      

2.YEREL YÖNETİM

 Yerel yönetimler merkezi idareden farklı düşünülen ve vatandaşların yerel ihtiyaçlarını gidermek için oluşturulan tüzel kişilerdir. Bu yönetimler, belli bir alanda kurulan, kendine özel geliri ve bütçesi olan, karar organları içinde bulunduğu halk tarafından seçilen, görev ve yetkileri yasalarla belirlenen, merkezden bağımsız kurumlar olarak açıklanır (Kaypak & Bimay, 2017, s. 166). Yerel yönetim, özerk kamu idareleri olarak yerel halkın ihtiyaç ve isteklerini karşılayan kurumlardır. Bu özellikleri sayesinde yerel yönetimler, merkezi idarelerden bağımsız olarak karar alıp uygulayabilmektedirler. Bu tanımlardan hareketle yerel yönetimler herhangi bir kamu yönetimi kuruluşunun içindeki bir kurum olarak düşünülmemelidir. Bu yönetimler, bağlı oldukları yerel halkın ihtiyaç ve taleplerini karşılamak, sorunlarına çözüm bulmak zorundadırlar. Buna bağlı olarak da yerel yönetimler politika üretmekle mükellef olmakla beraber oluşturmak zorunda kaldıkları bu kamu politikaları, yönetimlerin görev ve yetkileriyle sınırlıdır. Örnek olarak, yerel yönetimler halk için politikalar üretirken, ana iradenin de denetimi altında olması, onların kısıtlanmalara uğramasına neden olmaktadır.

Yerel yönetimlerin bağımsız olarak uyguladığı politikalar halkın ihtiyaçları doğrultusunda çevre, konut, kültür, turizm, gençlik, spor, eğitim gibi birçok alanı içine alır (Özkan, 2015, s. 51-52). Yani yerel yönetimlerin yerel hizmet birimi olma ve demokratik olarak kendi kendini yönetme birimi olmak üzere iki temel yönü vardır.  Yerel hizmet birimi yönü, yerel yönetimin bir işletme, üretme ve idare etme sistemidir. Kendi kendine yönetme birimi ise,  yerel yönetimin siyasal bir sistem olmasıyla ilgilidir (Solmaz, 2008, s. 4).

Ülkemize göre yerel yönetim kavramının içinde belediyeler, il özel idareleri ve köyler dâhil olmakta olsa da ilk akla gelen, kentlerin yönetimi ve belediyelerdir. Yerel yönetimler kamu yönetimlerinin bir parçası olarak, yöre halkının ihtiyaçlarını etkin bir şekilde karşılamak için kamu hizmeti sağlayan ve yerel halkı yöneten, siyasal ve toplumsal kuruluşlardır. Bu kurumların var olmasının nedenleri, halkın güven ve desteğini sağlayarak, katılımcı, demokratik, istek ve önerilerine göre hizmet sunabilmektir (Henden, 2005, s. 3).

 

3.KATILIMCI DEMOKRASİ ve YEREL YÖNETİMLER

 İnsanlar, topluluk olmaya başlamalarından bu yana birçok yönetim biçimi oluşturmuşlardır. Bu biçimler bazen oligarşi, bazen aristokrasi ve son olarak da demokrasi olmuştur. Bu yönetim biçimi; yani demokrasi, insan haklarına uygun, yenilikçi, açık bir biçimdir ve buna ek olarak siyasal rejimler için demokratik olmak şarttır. Demokrasinin yapı taşı ise halkın kendi kendini yönetme şeklidir ve bu rejimin mümkünatı katılımcı demokrasi ile var olabilir. Zaten çağdaş demokrasiler, temsili demokrasilerin zayıflığını gidermek için katılımcı mekanizmalar üreterek çalışmaktadırlar. Evrensel bir değer olan demokrasi, temsili demokrasinin küresel ölçeğe uyumunu ve katılımcılığı sağlayan yeni arayışlara ve uygulamalara da sebep olmaktadır (Kocaoğlu, 2014, s. 3).

Söylenildiği gibi, demokrasiyi sadece temsilcilerin seçilmesi ve bu kişilerin karar alma ve uygulama hakkına sahip olması düşüncesiyle sınırlandıran anlayış değişmeye başlamıştır. Sonucunda, yönetilenlerin de söz söyleme ve karar verme isteklerini “oy verme” ile sınırlamayan, onun yerine uygun şekillerde ve yerlerde vatandaşlara kendi sorunlarını çözmeyi, uygulama süreçlerinde aktif olabilmeyi sağlayan yönetim anlayışına geçilmeye başlanmıştır. Bu anlayış, bugünün koşullarında yönetişim temelinde katılımcı, çok boyutlu ve karar alma süreçlerinde aktörlerin katılımına izin veren, çözüme ve kamusal yarara ulaşmada işlevsel yerel yönetimlerin varlığı önemseyen bir anlayıştır (Özen & Yontar, 2009, s. 183; Yaman F. T., 2017). Katılımcı demokrasinin temelleri klasik demokrasiye uzanmakta ve klasik demokrasinin de yücelttiği halk egemenliği, ortak fayda gibi bazı değerleri günümüze göre tekrar anlamlandırmaya uğraşmaktadır.

Katılımcı demokrasi, ideal demokrasiyi hayata geçirmeyi hedefleyen bir siyasal yapıyı hedefler (Yaman F. T., 2017, s. 137).  Ayrıca bu sayede oy vermeye dayalı, temsilcilerin iradenin kendisi olduğu değil; halkın direkt, başka şekillerde ve araçlarla ortaya çıkardığı bir iradenin de var olabileceği anlaşılmıştır.

 Yerel yönetim, vatandaşların yaşadığı alanda oluşabilecek gereksinimlerin bir yapı tarafından çözülmesine denmektedir. Bu yönetim birimleri aslında vatandaşlara en yakın olan birimler olarak sorumluluklarını gerçekleştirmektedir. Yerel yönetimlerin varlığı, siyasal ve yönetimsel katılmanın hayata geçirilmesindeki en önemli esastır. Bu yönetimler sayesinde, bireyler yönetime katılma haklarını fiilen gerçekleştirebilirler. Kısacası yerel yönetimler, vatandaşların doğrudan karar alma süreçlerine dâhil olmasını ve yönetsel eylemlerini etkileyebilmesi bakımından katılımcı demokrasinin temel taşlarındandır. Bunun birincil sebebi, yerel yönetimlerin, vatandaşlara en yakın ve yönetimsel olarak katılmanın en uygun birimler olabilmesidir. Buna ek olarak, yerel yönetimlerin karar organları vatandaşların bizatihi tercihleri sonucunda oluşması ve bu organların yönetsel yapı ve işleyiş şeklinin, vatandaşlar açısından yönetime katılmaya uygun olması, yerel yönetim birimlerinin katılımcı demokrasi açısından önemini gösterir (Kocaoğlu, 2014, s. 4).  Yerel yönetim, siyasal olarak otoritesini merkezi idareyle paylaşmış olsa da, yerel hizmetler halkın seçtiği kurullar aracılığıyla gerçekleşir. Yerel yönetimler ayrıca, halka toplumsal ve mekânsal olarak daha yakın oldukları için halk tarafından daha kolay ve gerçekçi şekilde denetlenebilirler (Kaypak, 2012, s. 179). Son yıllarda bu kurulların sahip olduğu temsili siyasal sistemdeki yetersizliklerin anlaşılmasıyla sivil toplum kuruluşlarının gelişmesi ve güçlenmesi katılımcı hareketi beslemiştir (Yaman F. T., 2017, s. 138). Bu bakımdan yerel yönetimler ve STK ilişkisine bakmak önemlidir, bunun içinde öncelikli olarak STK kavramına göz atılmalıdır.

 

4.STK KAVRAMI

 Sözlüğe göre sivil toplum, devletin denetiminde olmayan ve kararlarını bağımsız olarak alabilen, toplumsal etkinlikler organize eden topluluklar olarak açıklanır. Sivil toplum- devlet ilişkisine dair var olan tartışmalar Eski Yunan tarihine kadar dayanmaktadır. Aristo’nun hem devlet hem de toplum karşılığı olarak kullandığı bu kavram, Aristo’ya göre örgütlenmiş güç anlamına gelmektedir.  Sivil toplum olgusunun bugünkü anlamıyla kullanılmaya başlanması, 17. Yüzyılın sonları ile 18. Yüzyılın başlangıcına dayanmaktadır. Sivil toplum işte bu dönemin siyasal yapısı ve düzeninde ortaya çıkan gelişmelerin etkisiyle oluşmuştur. 18. yüzyıl İngiltere’sinde siyasal işleve sahip ilk kamu ortaya çıkmıştır.

Devlet iktidarının kararlarını etkileyen, taleplerinin karşılık bulması için çalışan bu güçler, akılcı kamusal topluluğu araç olarak kullanmışlardır. Buna bağlı olarak, zümre sınıfı/meclisi modern bir parlamentoya dönüşmüş ve bu şekilde varlığını sürdürmüştür.  Buna göre devlet ve toplum arasındaki ayrımı ilk yapan düşünür olan Hegel, sivil toplumun ve siyasal toplumun farklı olarak var olduğundan, siyasal toplumun ötesinde bir sivil toplumun varlığından söz etmektedir. Aynı zamanda Hegel için sivil toplumu çağdaş dünyanın ve tarihsel bir dönüşümün ürünü olarak betimlemiştir (Demir & Öztogay, 2010). Ona göre sivil toplumda bireyler ihtiyaçlarını karşılamayı amaçlar ve birbirlerine gereksinim hissederler. Marx ise Hegel’in tersine, siyasal toplum ve sivil toplum ayrımına gitmez, ona göre sivil toplum, bütün tarihsel dönemlerde var olan, üretici güçlerin yönlendirdiği bir sınıf ilişkileri biçimidir. Ona göre sivil toplum devlete değil, devlet sivil topluma muhtaçtır, devleti gerçekleştiren sivil toplumdur. Gramsci ise sivil toplumu, sosyal bir grubun toplum üzerinde yürüttüğü kültürel bir hegemonya olarak tanımlarken, devleti de siyasal bir hegemonya olarak ele almıştır. Ona göre sivil toplumun dayanağı: ikna, diyalog ve uzlaşıdır. Devlet ve siyasi otoritelerin dayanağı ise, denetim gücü, yaptırım ve baskı araçları yoluyla kendini topluma dayatma fikridir (Keser & Hışım, 2016, s. 205-207).

Sivil toplumun örgütlenerek oluşturduğu sivil toplum kuruluşlar; sendikalar, dernekler, hükümet dışı kurumlar, düşünce platformlarından oluşmuş, toplumun her kesimini kapsamayı hedefleyen kurumlardır. Hükümet Dışı Kuruluşlar (NGO) olarak bilinen bu kuruluşlar, İngiltere’de “Gönüllü Kuruluş”,  ABD’de, “Özel Gönüllü Kuruluş”,  bazı ülkelerde de “Yurttaş Örgütleri” olarak adlandırılsa da, bu kavramların hepsinin temelinde gönüllülük ve bireyi taban alan bir yapı vardır. Bu kuruluşlar, toplumda birçok sorununun çözülmesini siyasal iktidarın tamamen dışında gelişen kurumlar gibi düşünülmektedir. Bu kurumların amaçları iktidarın yerine geçmek değil, ilgili kararlara katılmaktır. Artık sivil toplum kendiliğinden ve iradi olarak örgütlenebilen toplulukları ifade eden bir kavram olmuştur. Buna göre bu topluluklar, devletin iradesi dışında kalan, devlet ile sivil toplum arasındaki sınırı düzenleyen, devletle sivil toplumun arasında bağ kuran kuruluşlardır (Emini, 2013, s. 44-45). Bu sivil toplum kuruluşları örgütlenerek seslerini duyurabilmekte ve siyasi kararlara da etki edebilmektedir. Bu bakımdan sivil toplum kuruluşlarının kamu kurumlarıyla, özellikle yerel yönetimlerle ilişkisine göz atmak anlamlı olacaktır.

 

5.STK’LAR VE YEREL YÖNETİM BAĞLAMI

 Yerel yönetimler, demokratik hayattaki rolleri ve kamusal hizmetlerin halka ulaştırılmasındaki işlevleri nedeniyle halkın yönetime katılımının ilk adımıdır. Buna göre, STK ve yerel yönetim ilişkisi bugüne kadar güncelliğini koruyan bir durumdur. Hegel, yerel yönetimi sivil toplumun bir ayağı olarak incelemiştir. Belediyelerin idari yönetimin müdahalesine kapalı olduklarını, yani özerk sayılabileceklerden bahsetmiştir. Kısaca, bu özerklik düşüncesinin de etkisiyle bir yerel yönetim birimi olan belediyeleri sivil toplum kuruluşlarından biri gibi ele almıştır.Yerel yönetimler, tarihsel süreç içinde yalnızca yerel hizmetler yapan kurumsal yapılar değildir. Onlar aynı zamanda, siyasi iktidarların merkezileşmesine karşı sivil toplumu ve geleneğini koruyan kurumlar olarak de düşünülmelidir (Kaypak, 2012, s. 40).  Benzer bir görüşü savunan Magnusson, belediyeleri devletin bir parçası gibi görmemekte ve sivil toplumun bir bileşeni olduğunu savunmaktadır. Belediye özerkliğinin de,19.yüzyılda devletin müdahalesine aynı bireyler ve özel kurumlar gibi karşı olduğunu savunmaktadır. Yerel yönetimler sivil topluma bağlı yapılanmalar gibi görülmektedir. Bu durumun kaynağı, yerel yönetimlerin programlarının yerel siyasi iradeler, seçmenler ve siyasal gruplar sayesinde belirlenmesidir (Taştekin, 2020, s. 200-201).

Batı Avrupa’da merkeziyetçi bir yönetim anlayışı olsa da ortaya çıkabilmeyi başarmış olan yerel yönetimler, bu ortaya çıkış süresince STK kavramına dâhil edilmiştir. Batı anlayışında belediye, orada yaşayan yerel halkın ortak ihtiyaçları için ve merkezi yönetim anlayışına karşı sivil toplum geleneğini yürüttüğü için STK olarak görülmesi anlaşılırdır (Tosun, 2007, s. 15). Buna rağmen yerel yönetimin STK içinde mi yoksa kamusal kurum olarak mı değerlendirileceği ülkelere göre değişiklik göstermektedir. Bu noktada, yerel birimlerde olan özerkliğin derecesi belirleyici rol oynar fakat siyasi özerklik özelliğinden dolayı hala baskın düşünce sivil toplum kategorisinde olduğu düşüncesidir. Yerel yönetimler kamu tüzel kişisi olan siyasal toplumun ve var olan otoritenin bir parçası olduğu için sivil toplumun bir unsuru gibi kabul edilmemelidir. Buna ek olarak Türkiye’de yerel yönetim birimlerinin STK’ ya dâhil edilmemesinin nedenlerini; Türkiye’deki yerel yönetimin tepeden inme şeklinde olması, Türkiye’nin geç kapitalistleşmesi, yerel yönetimlerin kamu tüzel kişiler olması ve Türkiye’deki yerel yönetimin gerçek manada özerk olmamaları olarak sayabiliriz. Yerel demokrasinin varlığı, yerel yönetimlerin gücünü toplumdaki diğer gruplarla paylaşmasına ve kullanılmasına izin verecek demokratik bir yerel yönetimle ilişkilidir. Bu da demektir ki, STK’lar ile yerel yönetimlerin sürekli işbirliği içinde olmasının gerekliliğini gösterir.

Çünkü STK’lar, yerel halkın ihtiyaçlarını ve sorunlarını yerel birimlere iletmekte oldukça önemli bir rolü vardır. Yerel yönetimlerin işleyişinde bireysel katılımda sorunlar olmakta ve örgütlü katılım bu bakımdan önemlidir. Buna göre, STK’lar baskı oluşturabilme, toplumu aydınlatma, yönetim ve karar alma süreçlerini etkileme ve katılımcı bir demokratik anlayışını yerleştirmede etkin oyunculardır. STK ve yerel yönetim karşılık etkileşim içindeki unsurlardır. Birinin güçsüzlüğü diğerini güçsüzleştirirken, birinin güçlenmesi de diğerini güçlendirir. Buna ek olarak, STK’ların kendisine ait düşünceye göre özgürleşmesi, yerel yönetimleri de geliştirecektir. Yerel yönetimleri çoğulcu ve katılımcı bir anlayış içinde bulunabilecek bir duruma getirmek, yerelin STK’larla birlikte demokratikleşmesine ve ekonomik güç kazanmasına yardımcı olacaktır (Taştekin, 2020, s. 202).

Türkiye gibi birçok ülkede kamu politikası, devletin düzenini sürdürmesi veya vatandaşlarının ihtiyaçlarını anayasasında tanımlanan eylemler yoluyla ele alınması için gerekli araçlara başvurması ya da sessiz kalması demektir. Türkiye gibi ulus devletler; anayasal tanımlara başvurma ve hukuksal zeminde güvence sağlama imkânı, kamu politikaları alanını devletin uzun dönemli menfaatleri için göç, vize verme, ilaç, çevre, tarım gibi başlıklarda geniş tutma çabası vardır (Bulut, Akın, & Kahraman, 2017, s. 29). Buna göre, bu alanlarda rol oynayan STK’ların da kamu alanında politika üretiminde önemli rol oynadığı açık bir şekilde anlaşılabilir. Diğer yandan, STK’ların etkinliği tartışılsa da; en büyük katkıları halkın bilinçlendirilmesinde, etkin olmasında ve yönetişime dâhil edilmesinde etkili olduğu göz ardı edilmemelidir. Bu yüzden üretme, işbirliği sağlama, ayrımcılıkla mücadele ve kamu sağlığında farkındalık oluşturma çabasındaki STK’ların; belirtildiği gibi kamu politikalarına katkı sağlayan unsurlar arasında önde geldiğinin üstünde durulmalıdır (Bulut, Akın, & Kahraman, 2017, s. 30).

 

6.SONUÇ

 Yerel yönetim birimleri STK’lar ile işbirliğine önem vermekte; hizmetleri gerçekleştirirken, kendi özel çalışma alanlarında uzman olarak bilinen sivil toplum gruplarıyla işbirliği içindedirler. STK’lardan engelli bireyler, çocuklar, kadınlar, gençler, yaşlılar, yoksullar ve kimsesizler gibi birey ve gruplara yönelik eğitim, kültür, sağlık, spor, meslek kursları gibi alanlarda destek hizmetleri istenmektedir. Bunun yanında bu grupların belirlenmesine, koşullarının sağlanması ve çözülmesine, alınan kararların doğruluğu ve kapsamı üzerine de STK’lardan yardım istenmektedir. 

Tarihi, kültürel mirasın ve doğal varlıkların korunmasında, kentin rekabet avantajının oluşmasında ve kenti geliştirmede, daha büyük bir kalkınma ve ekonomi için gerekli gereksinimlerin bulunulan bölgeye iletilmesinde yardımcı olmaları, bölgenin değerine yönelik çalışmalar yapmaları, yeni iş gücü ve alanı açmaları, iş gücü niteliğini artırmaya yönelik çalışmalar yapmaları, park-bahçe-kentin estetiği ve çevresi ile ilgili koruma hizmetlerinde bulunmaları, hayvanlara yönelik hizmetlere katkı vermeleri; STK’ların yerel yönetimlerle olan ilişkilerine açıklık katma konusunda iyi örneklerdir. Bu çalışmalar boyunca da yerel yönetimleri yönlendirmeleri, bütçe harcamalarında planlamalara katkı sağlayabilmeleri, yerel yönetimin maddi ve manevi gücünün efektif kullanılmasında planlama ve yol haritaları göstermeleri de unutulmamalıdır. STK’ların yerel yönetimlere yönelik en büyük destekleri, özellikle yerel yönetimlerin müdahalesinin yetersiz kaldığı, hiç olmadığı veya yapılan müdahalenin bölge halkı tarafından istenmeyen şekilde yapıldığı durumlarda öne çıkar. Bu çalışma alanlarından öne çıkanlar temizlik, eğitimi kültür, sanat, tüketici hakları, imar, doğal afetleri trafik ve iskân konuları gibi konulardır. Yerel halk katılımını sağlamak yönünden belediyelerin eliyle gerçekleştirilmesi mümkün olan programlardan biri de belirli bazı konularda kampanyalar oluşturup, yaymaktır. Belediyeler, STK’ların katkı ve yardımıyla kent halkına dönük çevre, park, spor alanı, artık kâğıt, cam şişe ve ilaç toplama, güzel balkon gibi kampanyalar düzenlemekte ve buna göre projeleri değerlendirmektedir.

Örgütsel bakış açısı ve çıkarcılık tan dolayı, STK’lar kentin tamamını ve genel ayarı ilgilendiren görüşleri ve istekleri yerel yönetimlere aktarmakla beraber doğrudan temsil ettikleri bu kesimlerin çıkarlarını da yönetimlere karşı savunmada da bulunabilmektedirler. Bu kuruluşlar, yönetimlerin faaliyetleriyle ilgilenmekte ve üyelerini de bilgilendirerek kamu bilinçlenmesine de katkı sağlamaya çalışırlar. Bu sayede bir taraftan kendi haklarını açıklamaya çalışırken diğer taraftan temsil ettikleri grubun sözcüleri olarak halkla yönetim arasında uzlaştırıcı oldukları imajını çizmeye uğraşırlar. Bu sadece kuruluşların bencil ve çıkarcı, kendi grubuna yönelik savunular yaptığı anlamına gelmemektedir. STK’lar yönetimleri etkileyebildiği gibi, yönetimlerden de etkilenebilirler. Kimi zaman yöneticiler STK’ların yönetimsel katılımlarına sıcak bakmamakta ya da kendilerini desteklediklerinde olumlu olmalarına rağmen eleştirilere karşı hoşgörüsüz yaklaşabilmektedirler. Bu etkileme biçimi ve süreci dolaylı olsa da kalıtımsal yönetiminin gelişmesine katkıda bulunur.

Bugün vatandaş odaklı olmak; yerel yönetimler, katılımcı demokrasi anlayışı ve STK ilişkisinin sonucunda gerçekleşebilmektedir. Yerel yönetimlerde, yerel halkın katılımı pasif olabildiği gibi STK’lar aracılığıyla aktif de olabilmektedir. Çalışmalarını beğenmedikleri yöneticileri görevden alabilmek, çevre, imar ve iskân gibi alanlarda görüş bildirebilmek, oylama ile bazı kararları etkileyebilmek gücündedirler.  Bu yönden STK’ların etkisi ve yönlendirmesi küçümsenmemelidir.

 

 

 

 

SEMA NUR BELDEK

SİVİL TOPLUM OKUMALARI STAJYERİ

 

 

KAYNAKÇA

Bulut, Y., Akın, S., & Kahraman, Ö. F. (2017). Kamu Politikalarının Oluşturulmasında Sivil Toplum Kuruluşlarının Etkisi. Strategic Management Journal , 23-34.

Demir, G., & Öztogay, D. A. (2010). Hegel ve Marx’ta Sivil Toplum. Doğu Batı Dergisi , 111-138.

Emini, F. T. (2013). Sivil Toplum Kuruluşlarının Politika Belirleme Sürecindeki Rolü: TÜSİAD Örneği. Dumlupınar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi , 43-56.

Görün, M. (2006). Yerel Demokrasi ve Katılım: İzmir, Konya ve Ağrı İl Genel Meclis Üyeleri Üzerinde Bir Araştırma. Yönetim Bilimleri Dergisi , 159-183.

Henden, H. B. (2005). Katılımcı Yerel Yönetim Anlayışında E-Belediyeciliğin Yeri ve Önemi. Uluslararası İnsan Bilimleri Dergisi , 1-12.

Kaypak, Ş. (2012). Devletten Yerel Yönetime Değişim Sürecinde Sivil Toplumun Yeni Yüzü. BEU SBE Dergisi , 34-57.

Kaypak, Ş. (2012). Yerel Yönetimlerde Katılımcı/Müzakereci Demokrasi Sürecinde Sivil Toplum Kuruluşlarının Önemi . Uluslararası Yönetim İktisat ve İşletme Dergisi , 171-196.

Kaypak, Ş., & Bimay, M. (2017). Yerel Yönetimlerde Karar Verme Sürecine Sivil Toplum Kuruluşlarının Katılımı: Batman Örneği. Batman Üniversitesi Yaşam Bilimleri Dergisi , 165-177.

Keser, H., & Hışım, S. (2016). Demokrasilerde Sivil Toplumun Rolü . İnönü Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi , 201-224.

Kocaoğlu, M. (2014). Katılımcı Demokrasi Algılaması ve Kent Konseyleri: Kırşehir Kent Konseyi Örneği. Hukuk ve İktisat Araştırmaları Dergisi , 1-15.

Özen, A., & Yontar, İ. G. (2009). Katılımcı Demokrasi Anlayışında Bütçeleme: Katılımcı Bütçeleme . Maliye Dergisi , 280-293.

Özkan, Z. (2015). Yerel Kamu Politikalarının Belirlenmesinde Sivil Toplum Kuruluşlarının Rolü: Konya Örneği. Yüksek Lisans Tezi , s. 4-81.

Solmaz, F. (2008). Belediyelerde Yönetime Katılım Açısından Bilgi Edinme Hakkı Uygulaması ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi Örneği. Yüksek Lisans Tezi , s. 3-38.

Taştekin, A. (2020). Türkiye’de Sivil Toplum Örgütlerinin Yerel Karar Alma Sürecine Katılımı. Dicle Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi , 195-211.

Tosun, E. K. (2007). Avrupa Birliğine Üyelik Sürecinde Türkiye’de Yerel Yönetimler ve Sivil Toplum Kuruluşları. PARADOKS, Ekonomi, Sosyoloji ve Politika Dergisi , 1-16.

Yaman, F. T. (2017). Katılımcı Demokrasi: Kapsam ve Unsurlar. Trakya Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi , 136-160.

Yaman, M., & Küçükşen, M. (2018). Yerel Yönetimlerin Demokratikleşmesi Açısından Yerel Katılımın İncelenmesi. Dumlupınar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi , 247-259.

Çeviri Makale: Biden Başkanlığı Asya Pasifik’e ne getirecek?

0

Foreign Policy in Focus, Joe Biden yönetiminin Asya Pasifik ülkeleri için hangi alanlarda kritik olduğuna dair önemli noktaları paylaşmıştır. Bu makalenin İngilizce aslını https://fpif.org/what-will-a-biden-presidency-bring-to-the-asia-pacific/ sayfasından okuyabilirsiniz.

 

Biden, Trump’ın ticaret savaşını yumuşatabilir ve insan hakları savunuculuğunu sınırlı bir şekilde geri getirebilir, ancak bu durumda her iki yönetimin de kabul ettiğinden daha fazla süreklilik olabileceği göz önüne alınmaktadır.”

Walden Bello / Kasım 18, 2020

 

Bölgeler: Asya ve Pasifik, Çin, Kuzey Kore, Filipinler, Güney Kore, Amerika Birleşik Devletleri, Vietnam

Etiketler: Diplomasi, Donald Trump, Joe Biden, Pasifik Pivotu, Ticaret Savaşı, Xi Xinping

 


 
1. ABD seçim sonuçlarının Şangay’da bir kafede görüntüsü (Shutterstock)

Joe Biden’ın 20 Ocak 2021’de dizginleri ele alacağını varsayarsak, onun Asya-Pasifik bölgesine yönelik olası politikalarının nasıl görüneceği merak konusudur. Joe Biden’ın Trump’ın Çin’le olan ticaret savaşına devam etmesi pek olası gözükmemektedir. Bu durum açık bir şekilde herkes için fazlasıyla istikrarsız olabilir. ABD endüstriyel ithalatlarının çoğunu Çin ile yapan tek ülke değil; aynı zamanda pek çok ülke kendi ihracatları için bir pazar olarak Çin’e bağımlı durumdadır. Bu durum, sırasıyla Afrika ve Latin Amerika’da olduğu gibi yalnızca hammadde ve tarımsal mallar için değil; aynı zamanda Güneydoğu Asya örneğinde olduğu gibi imal edilen malların bileşenlerinin Çin’e sevk edildikten sonra orada montajı yapılıp daha sonra ABD, Avrupa ve diğer yerlere gönderilen endüstriyel ürünler için de geçerlidir.

Ancak, Biden grubunun, Trump yönetiminin, Çin’in ABD’nin ana stratejik rakibi olduğu görüşünü paylaşması, belirtilmesi gereken önemli bir husustur. Çin’in sanayi politikası hakkındaki olumsuz görüşleri, 2017 yılında Trump’ın danışmanı Peter Navarro tarafından yazılan ABD imalat krizine ilişkin raporunda bulunanlardan çok da farklı değildir. Her ikisi de Çin’in ABD’nin fikri mülkiyet haklarını gasp ederek ilerlediği konusunda aynı görüşü paylaşmakta ve Çin’in teknolojik bir avantaj elde etmesini önlemek için önlemler almaya hazır konumdadır.

Bu bağlamda, Çin’i ABD’nin ana rakibi olarak belirleyenin Trump olmadığının farkına varmak gerekir. Bu süreç, George W. Bush başkanlığında Çin’in “stratejik bir ortak” olmaktan çıkıp “stratejik bir rakip” olarak yeniden belirlenmesiyle başlamıştır. Ancak Bush, Jr., Çin’i, söz edilen Teröre Karşı Savaş içerisinde bir müttefik olarak kazanmaya çalışmak istediği için Çin karşıtı somut politikalar uygulamadı. Ancak Barack Obama bunu, ABD deniz kuvvetlerinin büyük bir kısmının Çin’i “kontrol altına almak” için yeniden konumlandırıldığı “Asya’ya Yöneliş (Pivot to Asia)” politikasıyla gerçekleştirdi. Buradan yola çıkarak bir bakıma, Trump’ın yalnızca Obama’nın Çin’e karşı duruşunu radikalleştirdiği söylenebilir.

 

Askeri Süreklilik

Cumhuriyetçi veya Demokrat fark etmeksizin çeşitli başkanların dönemleri boyunca çok tutarlı kalan kurumsal bir varlık söz konusudur: ABD ordusu. Ordu, Asya Pasifik’te, politika oluşturmada dünyanın diğer bölgelerinde olduğundan çok daha büyük bir rol oynamaktadır. ABD şirketleri, karlılıklarını artıran ucuz işgücü sunduğu için Çin’i kucaklasa bile Pentagon, Pekin ile daha iyi ilişkilere her zaman şüpheyle yaklaşmış ve bu durum, karşıt bir görüş olan Çin’in stratejik bir rakip olarak gelişmesi fikrine öncülük etmiştir.

Bu hususta, Çin’in “düşman” olduğunun açıkça belirtildiği Pentagon’un operasyonel savaş doktrini olan AirSea Battle’ı belirtmek gerekir. Buna göre, savaş durumunda öncelikle hedef, ülkenin Güneydoğu Çin’deki endüstriye altyapısına ölümcül bir darbe indirmek için Çin’in A2 /AD (Erişim-karşıtı/ Alan reddi) savunmasına nüfuz etmektir.

Trump yönetimi altında, Pentagon tarafından tercih edilen iki büyük hareket yapıldı: Güney Kore’de hem Çin’e hem de Kuzey Kore’ye yönelik bir füze savunma sistemi (THAAD) kurulması ve ABD’nin 2019’da INF (Orta Menzilli Nükleer Kuvvetler) Antlaşması’ndan çekilmesinin ardından Çin’i hedef alan orta menzilli nükleer füzelerin Asya-Pasifik bölgesinde yeniden konuşlandırılması. Pentagon, Çin’i “çok yakın bir rakip” olarak tanımlamakla birlikte, Çin’in tek olmaktan uzak olduğunu bilmektedir. ABD, savunma için neredeyse Çin’in üç katı kadar para harcamaktadır. Washington’un sahip olduğu 5.400 nükleer savaş başlığına karşı Çin sadece 260 nükleer savaş başlığına sahip ve Pekin’in ICBM (kıtalararası balistik füzeler)’leri her ne kadar modernizasyon sürecinden geçseler de oldukça eski durumdalar.

Çin’in deniz kuvvetlerine ait saldırı gücü ABD’nin sahip olduklarına kıyasla çok küçüktür. Çin, Sovyet dönemine ait iki adet uçak gemisine sahipken; ABD’nin, USS Gerald Ford adlı yeni tanıttığı son teknoloji olan bir uçak gemisinin yanı sıra 11 adet uçak gemisine eşlik eden gemi ve denizaltılarının oluşturduğu savaş görev grubu vardır. Çin’in, Afrika Boynuzu’ndaki Cibuti’de bulunan yalnızca bir adet denizaşırı üssü varken; ABD’nin Japonya, Güney Kore ve Filipinler de dahil olmak üzere Çin’i çevreleyen yüzlerce üssü ve tesisinin yanı sıra Yedinci Filo biçiminde Güney Çin Denizi’ne hükmeden hareketli yüzen bir üssü mevcuttur. Pekin, ABD’ye askeri olarak meydan okumayı seçse bile – ki bu büyük bir “eğer” –, bunu birkaç on yıl sonrasına kadar önemli ölçüde yapamayacaktır. Yine de, Çin’i stratejik pariteye ulaşmadan çok önce durdurmak, Pentagon’un Biden yönetimi altında değişmeyecek olan büyük stratejik bir hedefi olacaktır.

 

Güney Çin Denizi

Bölgedeki bütün bu askeri varlık ve çatışma göz önüne alındığında, Güney Çin Denizi / Batı Filipin Denizi, Çin ile Amerika arasında olduğu kadar, aynı zamanda Çin ve münhasır ekonomik alanlar ve bölgeler talep eden, Pekin’in görmezden geldiği, ASEAN ülkeleri arasında da yoğun bir deniz çatışması alanı olmaya devam edecektir. Örneğin Vietnamlı yetkililer, istikrarsız güç dengesi dışında askeri ilişkileri düzenleyen herhangi bir kuralın ve anlayışın olmamasından dolayı ufak bir gemi çarpışmasının bölgede tansiyonu artıran daha büyük çatışmalara dönüşebileceğine dair duydukları korkuyu yüksek sesle dile getirdiler. Ve bölgedeki bu geçici ve istikrarsız güç dengesinin nelere yol açabileceğini, Birinci Dünya Savaşı öncesi Avrupa uyumunun da bize endişe verici bir ders olarak gösterdiği gibi, herkes bilmektedir.

Bu bağlamda, Güney Çin Denizi’nin askerden ve nükleer silahlardan arındırılması, bölgedeki gerilimlerin tırmanmasına verilebilecek asıl yanıttır ve ASEAN hükümetleri ve sivil toplum bu alternatifi daha gayretli bir şekilde zorlamalıdırlar. Ancak, şu andan itibaren, Çin ve Biden yönetimindeki ABD’nin bu alternatife açık olması pek olası gözükmemektedir.

 

İnsan Hakları ve Diplomasi

Şüphesiz Washington, Kuzey Kore’nin tamamen Trump yönetimine bıraktığı Kim Jong Un’a karşı insan hakları sopasını çekecektir. Ayrıca, insan hakları, Biden’ın Çin’e yaklaşımında Trump döneminden daha merkezi bir yer tutacaktır, ancak Biden’in içteki sarsıntılı konumunu sürdürmek için Xi’nin desteğine ihtiyaç duyması muhtemelen insan haklarına yaptığı vurguyu yumuşatacaktır.

Biden muhtemelen Filipinler başkanı Rodrigo Duterte’ye karşı da insan haklarından bahsedecektir, ancak Duterte’nin Biden’ı erken tebrik edişi, Biden’ın meşruiyeti için yabancı liderlerden destek alma ihtiyacı ve Duterte’nin ABD-Filipinler Ziyaret Güçleri Anlaşması’nı feshetme tehdidi seçilmiş başkanın insan haklarına yaptığı vurgunun şiddetini Obama yönetiminde olduğu yerin altına indirmesine neden olabilir.

Bir parantez açmak gerekirse, insan hakları son derece önemli bir savunuculuktur ve uluslararası sivil toplum ve Birleşmiş Milletler bunu daha agresif bir şekilde desteklemelidir. Sorun şu ki, ABD bunu kullandığında insan hakları konusu, Washington’un ekonomik ve stratejik çıkarlarını ilerletmeyi amaçlayan dış politika repertuarının “yumuşak güç” parçası olarak araçsallaştırılmaktadır.

Ayrıca, Amerika’da siyahlara yönelik sistematik baskı da dâhil olmak üzere çok sayıda korkunç insan hakları ihlali olduğu için, dünyanın her yerinden bu durum ikiyüzlülük olarak görülmektedir. İnsan hakları savunuculuğu, ancak onu savunan taraf ahlaki açıdan sağlam bir zemine sahipse etkilidir. ABD artık buna sahip değil (ve tüm zamanlarda gerçekten olup olmadığı sorgulanabilir), ancak Biden ve onun savunucularının konu bu olduğundan kör bir noktaya sahip olduğundan şüphelenilmektedir.

 

ABD’nin İç Bölünmesi

Tüm bu tahminler, Biden’ın Trump’ın yerine geçebileceği varsayımına dayanmaktadır. Ancak yüzleşmek gerekirse bugün ABD’deki ruh hali, bir iç savaş ve bu ruh halinin daha tehdit edici, daha çirkin bir şeye dönüşmesi sadece bir zaman meselesi olabilir.

Aslında Biden göreve başlasa bile, iç veya dış her önemli konu için sınırsız siyasi savaşın yürütüldüğü bu tür derin bir şekilde bölünmüş meşruiyet koşulları altında nasıl bir dış politika yürütebileceğini hayal etmek zor olacaktır. Elbette, CIA ve Pentagon bürokrasileri DNA’larına göre işlemeye devam edeceklerdir, ancak Trumpistlerin “derin devlet” in bağımsız dinamikleri hakkındaki iddialarının aksine, siyasal liderlik önemlidir ve oldukça fark yaratır.

Dünyanın geri kalanı için, tutarlı bir dış politika yürütemeyecek kadar kendisiyle meşgul olan bir ABD’nin bir artı ya da eksi olması büyük bir soru işaretidir. Ancak bu, başka bir makalenin konusunu oluşturmaktadır.

 

Foreign Policy In Focus köşe yazarı Walden Bello, Bangkok merkezli Focus on the Global South adlı düşünce kuruluşunun yönetim kurulu eş başkanı ve Binghamton’daki New York Eyalet Üniversitesi’nde Yardımcı Sosyoloji Profesörüdür. Yazdığı en son Focus raporları arasında Trump ve Asya Pasifik: ABD Tek Taraflılığının Kalıcılığı (2020) yer alıyor.  

 

Çeviri: Burak KOÇ

Topraksızlar

Dünyanın Sokakları, bir film-kitap projesi olarak Metin Yeğin tarafından oluşturulmuştur. Dünyanın Sokakları’nın, bu bölümünde Metin Yeğin Brezilya’da Topraksız Köylüler Hareketi’nin (Movimiento de los Trabajadores Rurales Sin Tierra- MST) içinden bize sesleniyor, gördüklerini bu belgeselle belgelendiriyor. Belgesel Brezilyalı bir köylünün sözüyle başlıyor: “Brezilya öyle zengin bir ülkedir ki aynı zamanda yoksulluk açısından da çok zengindir.”

Yeğin MST bu yoksulluğa karşı yaşamı savunuyor diye aktarmakta, neoliberal politikalara karşı yapılan yürüyüşü bize aktarmaktadır. Brezilya’daki toprak eşitsizliğini, bir kişinin Danimarka kadar toprağı olmasına karşın pek çok kişinin topraksız olarak açlık sınırının altında yaşadığı örneğiyle anlatmaktadır. Topraksız Köylü Hareketi’nin ortaya çıkışı da bu eşitsizliğe karşı topraksızların örgütlenerek büyük toprak sahiplerinin topraklarını işgal etmesiyle başlamış olur.

Bu işgalle beraber MST, bu topraklarda kolektif tarımı geliştirmiştir. MST hareketinin üyeleri alternatif eğitim, tıp ve herkesin içselleştirebileceği bir demokrasi anlayışı geliştirmeye çalışmışlardır.  İrlanda’dan büyük bir coğrafyada bulunan yaklaşık 3 milyon nüfuslu bu insanlar, kendilerine böyle bir yaşam biçimi inşa etmişlerdir.  Devletten bu toprakların kamulaştırılması talep edilmiştir, eğer devlet tarafından onlara bu topraklar için tapu verilirse kolektif bir tapu olmasını ve kolektifi terk edenlerin bundan yararlanmamasını istemişlerdir. Çünkü onlara göre toprak kolektifin; yani herkesindir. Herkesin sekiz saat çalışıp aynı ücreti alması gibi bazı kurallar oluşturmuşlardır. Ancak istisna olarak ev işleri hala kadınların üzerinde olduğu için kadınlar dört saat çalışarak aynı ücreti almaktadırlar. Organik tarıma önem vermektedirler, bunu da “ürettiklerimizi önce kendimiz yiyoruz” motivasyonuyla yapmaktadırlar.  Büyük tarım şirketlerinin kendini tekrar üretmeyen tohumlarına karşı küçük çiftçilerle beraber tohum üretimi yapmaktadırlar. Ayrıca, neoliberal tarım politikalarına karşı dünya çiftçilerinin sendikasının kurucu unsurlarından olmuşlardır.

Belgesel, başlangıçta MST’nin de desteklediği Başkan Lula’nın tarım politikalarına karşı başlatılan uzun yürüyüşten görüntülerle devam etmektedir.  Bu yürüyüş 273 km, yaklaşık 13 bin kişiyle yapılan ve 17 gün süren uzun bir yürüyüştür. MST Kolektif Liderlik’ten Baggio, bu yürüyüşün tarım reformu için hükümetin politikalarına ve uluslararası sermayenin konjonktürüne karşı yoksul Brezilya için yapıldığını söylemektedir. MST’yi yoksul Brezilya’nın işbirliği mücadelesi olarak aktarmaktadır.

Tarımın önemli geçim kaynaklarından olduğu Brezilya’da, topraksızlar toprağın kolektifleştirilmesinin yanı sıra ayrıca yaşamın doruk olduğu başka bir toplum kurma hayallerini de dile getirmektedirler. Hükümetin toprağı dağıtması fikrine bu nedenle karşı çıkmaktadırlar. Çünkü istedikleri sadece toprak değil; farklı bir yaşam biçimidir. Bunun da kapitalist bir modelde mümkün olmadığını belirtmektedirler.

Bu harekette Devrimci Hristiyanlar da yer almaktadır. Devrimci Hristiyan lider Leonardo Boff, MST’nin ideolojik olarak sosyalist olduğunu ve sosyalizmin Doğu Avrupa sosyalizminden farklı olarak demokrasiyi her alanda içerdiğini belirtmektedir. Ayrıca dayanışmanın, beraber hareket etmenin, yoksullar için mücadele etmenin bütün gücünü insandan aldığını ve aynı zamanda bunun dinle dayanışmak olduğunu, bu nedenle din ve sosyalizm arasında böyle bir uyumun var olduğunu iddia etmektedir.

Uzun yürüyüş başkent Brasilia’ya kadar danslar, şarkılar, sloganlarla dolu pek çok renkli görüntülerle devam etmektedir. Çevreden pek çok kişinin de bu yürüyüşü desteklediği görülmektedir. Bu belgesel, gerek sahadan verdiği bilgiler ve gerekse de röportajlar açısından önemli bir kaynaktır.

Nazlıcan DEMİR

Latin Amerika Staj Programı

Tanıl Bora ile Balkanlara Dair…

1) Milliyetçiliğin Osmanlı Devleti’ne yansıması sonucu bağımsızlıklarını kazanan Sırpların YSCF içinde sosyalist yapılanmada yaşaması ardından yeniden milliyetçilik duygularıyla bu sefer daha büyük bir kanlı mücadelenin içine girmelerini nasıl değerlendiriyorsunuz? Süreklilik tezi Sırplar için sadece “kanlı eylem” anlamına mı geliyor?

Öncelikle bütün sorularınızla ve her etnik kimlikle ilgili, toptan “Sırplar”, “Türkler” kelimelerini kullanmamayı tercih ediyorum. Zira hiçbiri yekpare değil. Sırp milliyetçileri var, Sırp sosyalistleri var mesela, ve muhtelif siyasi-ideolojik akımlarla farklı mesafelerle ilişkili Sırp toplulukları var. Her yer için bu durum böyle. Dolayısıyla “Sırplar” demem ben, “Sırp milliyetçiliği” ya da “Sırp milliyetçileri” derim. Lütfen bütün diğer sorularla ilgili de bunu varsayın.

Süreklilik tezi ile kastettiğinizi de, onunla kanlı eylem arasında kurduğunuz bağlantıyı da, “daha büyük kanlı eylem” ile ne kastettiğinizi de tam anlayamadım. Bütün milliyetçilikler, özelliklede gecikmiş milliyetçilikler, tarihsel yenilgilerini veya tarihsel öçleri bir süreklilik içinde yeniden üretirler, buradan bir ajitasyon ve aidiyet üretirler. Sırp milliyetçiliğini de bu çerçevede ele alabiliriz. Türk milliyetçiliğinin de bir parçası olduğu Balkan milliyetçilikleri ailesinde, intikam söylemi, “öççü” söylem, kuruluş süreçlerinden itibaren etkili olmuştur

2) Misha Gleeny kitabında İkinci Dünya Savaşı döneminde Almanların sadece Yahudilere değil; aynı zamanda Sırplara da soykırım yaptığından bahsetmektedir. Bunu söylerken “1 Alman’a 100 Sırp” politikasından bahseder. Aynı durumun Bosna Hersek Savaşı’nda “1 Sırp’a 100 Boşnak” olarak nitelendiğini görüyoruz. Sizce Sırplar kendilerine bu işkenceler yapıldığı sırada Boşnakların da Hırvat ve Almanlar ile bir arada savaştığı köktencilik tezine karşı mı bu söylemi geliştirdi?

Sırp milliyetçilerinin (Sırplar değil!) faşizan bir tutum izleyen radikal unsurları, benim de bildiğim kadarıyla, Nazi tecrübesinin mağduriyetini, az evvel bahsettiğim intikamcı zihniyet kalıbı içinde bir haklılık temeline dönüştürdüler. Milliyetçiliğin sosyal Darwinist damarının burada kendini gösterdiğini görürüz; yok olmamak için yok etmek, merhamet etmemek, bir hayatta kalma stratejisi olarak gaddarlık…

3) Eğer ikinci soruya cevabınız evet ise; neden Sırbistan Hırvatistan ile Birinci Dünya Savaşı içinde yaptığı ‘Cvetkoviç- Macek Antlaşması’ benzeri olan Karadordeva Antlaşması’nı imzalayarak Boşnak soykırımına imza attı da aynı kanlı olaylara Hırvatistan da imza atmadı?

Bildiğiniz üzere, Sırp milliyetçi çeteleri Hırvatistan’da bazı etnik kırım saldırıları gerçekleştirdiler. (Keza Hırvat Çetnikleri de Sırp topluluklarını hedef alan benzer saldırılar gerçekleştirdiler.) Fakat bunlar mevzi açısından ve görece olarak küçük ölçekli kaldı. Bunun temel nedeni, anladığım kadarıyla, Hırvatistan’ın Avrupa’nın büyük devletlerinin, -başta Almanya- himayesinden istifade ediyor olmasıydı.

4) Boşnaklar için kullanılan köktenci betimlemesi sizce doğru mudur?

Yine düzeltiyorum; Boşnaklar diye monoblok bir özne yok; farklı eğilimlerden, farklı siyasetlerden Boşnaklar var. Diyelim ki bu sorunuz, İzzetbegoviç’in önderliğine tabi, Müslüman kimliği baskın Boşnak siyaseti ile ilgili geçerli bir soru olabilir. Değerlendirebildiğim kadarıyla, Boşnak İslamcıları arasında, kimisi beynelmilelci-ümmetçi İslamcı hareketlerle de eklemlenmiş olan fundamentalist gruplar vardı. Fakat İzzetbegoviç’e bu sıfatı atfetmek bana doğru gelmiyor. İzzetbegoviç –gençliğinde daha radikal olmuş olabilir- çoğulcu, hümanist bir dünya görüşüne yatkındı.

5) Küreselleşen dünyada, tabi ki Covid19 gibi bir pandemiyi hariç tutarsak, insanların mobilize oldukları gerçeği bağlamında eski model ulus devletlerin artık ortaya çıkmayacağı aşikardır. Ama Balkan devletlerinin modernleşmeyi biraz geriden takip ettikleri düşüncesiyle sormak istiyorum. Balkan coğrafyasında uzlaşma ortamının sağlanması için Vestfalya modelindeki ulus devletler düzenine geçilmesi mi gerekmektedir?

Dediğiniz eğilim vaki, doğru, fakat biliyorsunuz ki bir yandan da son krizde ulus devletlerin müdahale kapasiteleri tahkim oldu. Yani ulus devletler de onları güçlendiren bir “aşı” buldular! Balkan coğrafyasında uzlaşma ortamı için en sağlıklı yolun, siyaseten en doğru yolun, bu bölge devletlerinin kendi aralarında bir birlik, bir platform oluşturmaları olduğuna kaniyim. Bu platform bir bölgesel işbirliği girişimi olarak başlayabilir. Biçimini bilemeyiz; maksat, aralarındaki işbirliğini, iletişimi ve etkileşimi eşit, dengeli bir şekilde geliştirsinler.

6) Benedict Anderson’un milliyetçilik tanımlamaları içinde bulunan “kültürel milliyetçilik” Bosna Hersek’in üç kurucu unsuru olan Boşnak- Bosnalı Hırvat- Bosnalı Sırplar arasında inşa edilebilir mi?

Her etno-kültürel veya etno-dinsel unsur arasında inşa edilebilir bence. Bunun için uğraşmaya bağlı. Arada biriken ve yeniden üretilen düşmanlığın “miktarına” bağlı. Bosna-Hersek de birikmiş çok düşmanlık var, bunları yeniden üreten güçler de var. Tam da kültürel temelden başlayarak, yakınlaşmalara çalışmak, insanlık namına özlenecek, desteklenecek bir şey.

7) Boşnak milliyetçiliğini nasıl değerlendirirsiniz? Bazı tezler bunu Tvrtko dönemine dayandırırken bazı kaynaklarda ise geç kalmış bir milliyetçilik olarak 1950’lerden sonra oluştuğu iddia ediliyor. Sizin bakış açınız nedir?

Bu konuda fazla bilgi sahibi değilim, haddimi aşmayayım. Hakim olabildiğim kadarıyla, 1950’ler öncesini Boşnak milliyetçiliğinin ön tarihi, prehistoriası olarak değerlendirmek daha isabetli olur gibime geliyor.

8) Josiph Broz Tito Bağlantısızlar Hareketine liderlik ettiği dönemde ‘özyönetimli sosyalizm’i kaleme alarak bütün insanların işçi olarak nitelendiği bir dünya yaratılması gerektiğini söylemektedir. İnsanlar ‘insan’ gibi cinsiyetsiz ve sınıfsız bir kelimenin bile altında birleşemiyorken; sizce ‘işçi’ nitelendirilmesinin altında birleşmeleri mümkün mü?

Özyönetim “teorisini” biliyorsunuz, Tito’nun destek ve teşviki ile Edvard Kardelj kaleme aldı. Kardelj bu fikre gerçekten inanmıştı, emekçilerin ekonomik ve siyasi katılımlarını teşvik ederek, bunun kurumlarını yaratarak Sovyet bürokratizminin problemlerinden sakınılabileceğine sahiden inanmıştı, buna çaba harcıyordu.  Bu perspektifte “işçi,” zaten “insan” demektir; eşit insanlar idealidir. Partide de buna inananlar vardı. İdeal “hep bir olmak” biçiminde bir “birleşmek” olmayabilir, fakat özgürleşme, özgüven kazanma, çoğulcu ve birlikte yaşama azmi yüksek bir toplum meydana getirme hedefine güç verebilecek bir projeydi bu. Fakat Tito açısından “özyönetimci sosyalizm,” sadece üçüncü dünyayı etkilemeye dönük olarak Sovyetler ile arasındaki hegemonya mücadelesinde bir aletten ibaretti, “bizim de teorimiz var,” gibi, “biz de kendimizce bir modeliz,” gibi. O kadar. İşçi topluluklarının ve cumhuriyetlerin gerçekten özerkleşmelerini istemedi. Gayet tipik Stalinist bir tavırla, Kardelj’in fazla sivrilmesini de istemedi.  Proje hayli erken bir aşamada battı yani.

9) Sosyalizmin tüm dünyada etkili olabilmesi için sizce Titovari  “özgünlük” tezine mi ihtiyaç var?

Tito’nun tezi özgünlükten ziyade “yerlilik” ile tanımlanabilir bence. Zaten belirttiğim gibi, onun tezi de sayılmaz bu! Sosyalizm özgünlükten ziyade evrenselliğe bakar biliyorsunuz. Özgünlükle kastedileni, tepeden inmeci olmamak, aşağıdan inisiyatiflere dayanmak ve güvenmek diye tercüme edebiliriz.

10) AB genişleme politikasının Balkan devletleri açısından bir uzlaşma alanı olduğunu düşünüyor musunuz? Neden?

AB politikasını o kadar iyi bilmemekle beraber, bu konu da pek iyimser olamıyorum. Zira AB, ekonomi ve güçlü devletler merkezli bir yapılanma, bir “Avro projesi” esasen, orada “küçük” devletlerin derdine kulak veren bir ortam yok. Yine de, daha büyük bir birliktelik içinde bulunuyor olmanın, azar azar da olsa, Balkanlar da barışçı bir etkileşime katkısı dokunabilir.

11) AB’nin kırılgan Balkanlardan güçlü bir Doğu Avrupa söylemi geliştirmeye çalıştığını biliyoruz. Bunu Avrupa bütünleşmesi bağlamında bir nitelendirme olarak kullanıyorlar. Ama Balkan devletleri kendilerini tanımlarken ‘Güneydoğu Avrupa’ yerine Balkan Devleti denmesini önemsiyorlar. Sizce bu durumun arkasındaki psikolojik etmenler nelerdir?

Güneydoğu Avrupa tanımı, Avrupa’ya aitliği vurguluyor. Avrupa tarafından hegemonize edilme eğilimini çağrıştırıyor.  Balkanlar adı ise, özgünlüğü vurguluyor. Gerçi, biliyorsunuz, “Balkanlar” aynı zamanda bir sıfattır, “Balkanlaşma” ile kastedilen siyasi kaosu, çözümsüzlüğü, parçalanmayı anlatır. Bildiğim kadarıyla, bu nedenle “Balkan” adlandırmasından kaçınma eğilimi de söz konusu olabiliyor.

 

 

MUKADDES YILMAZ

BALKANLAR STAJYERİ

 

 

ABD’nin Balkan Politikası ve Kosova-Makedonya Bosna Krizlerine İlişkin İzlediği Politikalar

ÖZET

Soğuk Savaş sonrası dönemde Yugoslavya Federal Cumhuriyeti’nin dağılmasıyla Balkanlarda bir güç boşluğu oluşmuş ve bu durum, Balkanlarda çatışmaların ve istikrarsızlıkların yaşanmasına neden olmuştur.Yaşanan istikrarsızlıklar, yeni dönemde ABD’nin küresel çıkarlarını doğrudan ve dolaylı etkileme potansiyeline sahipti. Bu nedenle ABD’nin inisiyatif üstlenmesiyle, çatışmalar daha fazla büyümeden çeşitli müdahalelerde bulunulmuştur. ABD’nin Soğuk Savaş sonrasındaki Balkan politikasını Bosna-Hersek, Kosova ve Makedonya krizleri özelinde analiz etmektedir. Washington’un söz konusu krizlerde harekete geçmesine neden olan faktörler ile kriz sonrası angajmanlarını dikkate alarak geleceğe yönelik öngörülerde bulunmaktadır. Bu doğrultuda ister Kosova’nın bağımsızlık ilanının ardından yaşanacak olası gerilimler, ister Bosna barışının çökmesi isterse Makedonya’daki istikrarsızlığın artması ihtimali olsun, ABD’nin bölgeye yönelik politikasında elde ettiği stratejik avantajı korumaya yönelik bir politika izleyeceği öngörülmektedir.

Anahtar Kelimeler : Soğuk Savaş , ABD, Bosna Hersek , Kosova , Makedonya

ABSTRACT

In the post-Cold War period, with the dissolution of the Federal Republic of Yugoslavia, a power gap was created in the Balkans and this situation caused conflicts and instability in the Balkans. For this reason, with the US taking the initiative, various interventions were made before the conflicts grew more. It analyzes the post-Cold War Balkan policy of the USA in terms of Bosnia – Herzegovina, Kosovo and Macedonia crises. It makes predictions for the future by taking into account the factors that cause Washington to act in the said crises and its post-crisis engagements. In this direction, it is predicted that the USA will follow a policy to protect the strategic advantage it has gained in its policy towards the region, whether it is possible tensions that will occur after the declaration of independence of Kosovo, the collapse of the Bosnian peace or the possibility of increasing instability in Macedonia.

Keywords : The US, Balkans,Regional Crisis Macedonia,Bosnia and Herzegovina,Kosovo

 

1.GİRİŞ

Soğuk Savaş’ın bitmesiyle birlikte komünizm artık Batı için bir tehdit olmaktan çıkmış ve Sovyetlerin dağılmasıyla birlikte dünyanın iki kutuplu düzeni son bulmuştur. Soğuk Savaş’tan ABD önderliğinde Batı Bloğu galip ayrılmıştır. Yeni düzenin tek süper gücü ise artık ABD’dir. Balkanlar coğrafyasında da Yugoslavya’nın dağılmasıyla birlikte tekrardan Balkan ulusları arasında etnik ve dini ihtilaflar artmış ve çatışmalı bir süreci doğurmuştur. Balkanlarda ortaya çıkan bu çatışmalı sürecin yarattığı istikrarsızlık, Avrupa’nın da geleceğini tehdit eder niteliktedir. ABD, Soğuk Savaş sonrası Balkanlarda ortaya çıkan bu istikrarsızlığı kullanarak, hem Avrupa’nın güvenliğini sağlamak için, hem de dünyanın artık tek kutuplu olduğunu göstermek için kendini yeni düzenin süper gücü olarak konumlandırmıştır. Bu bağlamda, George Herbert Bush’un ‘Yeni Dünya Düzeni’ ön plana çıkarken, Bill Clinton’da ‘Genişleme ve Angajman’ politikasının esas olduğu görülmektedir. ABD, yeni dönemde bu politikalarla hem dünyada, hem de Balkanlarda üstün güç olarak kendini konumlandırmıştır. Bu politikasına rağmen, ABD için Balkanlar yeni düzenin esas önceliği değildi; çünkü Balkanlar ekonomik anlamda ABD için çok kârlı durmuyordu.

Avrupa, yeni dünya düzeninde daha çok ekonomik gücüyle ön plana çıkmaktadır. Askeri gücü kısıtlı olan Avrupa’nın savunmasını Soğuk Savaş sonrasında da ABD üstlenmiştir. Bunun en açık kanıtı, Balkanlarda ortaya çıkan çatışmalara Avrupa’nın çözüm bulamamasıdır. Çatışmalı süreç ekonomik kalkınmayı sekteye uğratan, istikrarsızlığa yol açan ve bir şekilde Rusya’nın da arka bahçesi olarak gördüğü Balkanlara müdahil olma fırsatını yaratmıştır. Bu bağlamda, ABD’nin Balkan politikasını etkileyen Avrupa’daki çıkarları ise askeri güç ve işbirliğine dayanan istikrarlı ve güvenli bir Avrupa’nın oluşması; Amerikan sermayesinin Avrupa pazarlarına serbestçe girmesi ve demokrasi ile bireysel özgürlüklerin Orta ve Doğu Avrupa’da gelişmesine destek verilmesi şeklinde ifade edilmekteydi. Tüm bu etkenlerin ışığında, ABD, Kosova Savaşı’nda etkin bir politika izlemiştir.

2.Yugoslavya’nın Dağılma Süreci ve ABD’nin Balkan Politikası

1990’lara gelindiğinde Soğuk Savaşın sona ermesi ve Komünist Blok’un dağılması, ABD’nin bu yeni dönemde tek kutuplu dünyanın süper gücü olmasına yol açmıştır. Ancak yaklaşık 50 yıl boyunca Sovyetler Birliği tehdidi üzerinden oluşturulan ABD güvenlik politikası, tehdidin yok olması ile belirsizlik ve tanımlanması zor tehditler ile karşı karşıya kalmıştır. Bu bölgelerin önemli kısmı, Orta Doğu ve Balkanlarda ortaya çıkmıştır. ABD’nin belirsizlik ve istikrarsızlıkla dolu bu yeni dönemde özellikle Balkanlara yönelik net ve geçerli bir politika oluşturmakta zorlandığı düşünülse de; CIA’in 1990 Ekim’inde yapmış olduğu ‘Yugoslavia Transformed’ adlı çalışmada Yugoslavya’nın hangi nedenlerden dolayı yıkılacağı oldukça net tahmin edilmiştir. Bu rapor, ABD’li yetkililerinin Yugoslavya’da yaşanan krize ne kadar vakıf olduklarını göstermesi açısından oldukça önemlidir.

Yugoslavya, Tito sonrası dönemde, her bakımdan çıkmaza girmiş, en nihayetinde Komünizmin yenilmesiyle birlikte ideolojik olarak boşluğa düşmüş ve ülkenin parçalanmasının önüne geçebilme ümitleri giderek kaybolmuştur.Bütün bunlara karşın, ABD’nin bu dönemde, bir yandan halkın kendi kaderini tayin hakkının önemli bir savunucusu iken, diğer yandan uluslararası hukukun sınırların değişmezliği ilkesi uyarınca, Avrupa’da güvenlik ve istikrarın etkilenebileceği değerlendirilerek, Yugoslavya’nın çözülmesini istememiştir. ABD Dışişleri Bakanı James Baker, Hırvat ve Sloven ayrılıkçı hareketlerini “yasadışı ve gayrimeşru” olarak tanımlamış ve Sırplara karşı yapılacak bir harekâtın Avrupa’da istikrarı yok edeceğini savunmuştur.Uluslararası toplum ve ABD için bu dönem, daha çok Orta Doğu ile meşgul olunan Birinci Körfez Savaşı’yla aynı zamana denk gelmiş ve ABD’nin Orta Doğu’daki çıkarları ile Sovyetler Birliğinin dağılması ve Somali Krizi gibi sorunlarla karşılaştırıldığında, Yugoslavya’daki kriz öncelik olarak geride kaldığı görülmüştür.

Bu dönemde, Yugoslavya’da yaşanan krizin, ortak bir savunma ve dış politika geliştirme çabasında olan Avrupa Birliği tarafından yönetilmesinin uygun olacağı düşünülmüştür. Ancak AB tarafından sorunun çözümüne yönelik çabaların (Lizbon ve Londra Konferansları ile Vance-Owen Planı ve Owen-Soltenberg Planı) başarısızlığa uğraması, ABD’nin bölgeye odaklanmasının yolunu açmıştır.Bunun yanında, Yugoslavya’yı Sırpların önderliğinde devam ettirmek isteyen Sırbistan lideri Slobodan Milosevic’in özellikle Bosna ve Hırvatistan’da sivil halka yönelik toplu katliam ve sürgün politikalarına karşı AB’nin çözüm üretememesi, ABD’nin dünyadaki krizleri çözebilecek yetenekte tek süper güç olduğunu gösterme fırsatını da yaratmıştır.

3.Dayton Antlaşması’ndan NATO Müdahalesine Kadar ABD’nin Kosova Politikası

1974 Anayasası ile Sırbistan içerisinde özerk bir eyalet statüsü kazanan Kosova’nın Yugoslavya’yı oluşturan cumhuriyetlerden hiçbir farkı kalmamıştır. Komünizmin çöküşüyle birlikte yaşanan ideolojik boşluk, Balkanlarda özellikle de Yugoslavya’da milliyetçiliğin etkili bir şekilde yeşermesine yol açmıştır. Slobodan Miloseviç politik yükselişinin temel taşlarını Sırp milliyetçiliği ve Kosova meselesi üzerine oturtmuştur. Miloseviç, 1989 yılında anayasayı değiştirerek Kosova’ya tanınan özerkliği kaldırmış, Kosova’yı Sırbistan’ın bir parçası ilan etmiş ve Kosova’nın etnik yapısını değiştirici politikalar uygulamak üzere adımlar atmıştır.

Temmuz 1990’da, Kosova Parlamentosu Sırbistan tarafından feshedilmiş ve sonucunda çıkan ayaklanmalar Sırplar tarafından şiddetli bir şekilde bastırılmıştır. Kosova Eylül 1990’da Sırbistan’dan ayrılma kararı almıştır. Eylül 1991’de yapılan gizli bir referandum sonunda bağımsızlık ilân edilmiş ve İbrahim Rugova Mayıs 1992’de Devlet Başkanı olarak seçmiştir. Bu dönem “Badinter Komisyonu”tarafından işaret edildiği gibi, Yugoslavya’yı oluşturan cumhuriyetlerin kendi kaderini tayin hakkına istinaden, Yugoslavya’dan ayrılarak bağımsızlıklarını ilan ettiği dönemle paralellik taşımaktadır. Ancak Badinter Komisyonu çalışmalarında, Kosova bahis konusu olmamış ve sonuçta Kosova’nın bağımsızlık ilanı uluslararası toplumdan beklediği desteği bulamamıştır.

Bosna Savaşı sırasında Kosova meselesi adeta unutulmuş, ancak savaş sonrası imzalanan ve Kosovalı Arnavutlar fırsat olarak görülen Dayton Barış Antlaşması’nda Kosova’ya yönelik herhangi bir atıfta bulunulmamıştır. Dayton Antlaşması’nda Bosnalı Sırpları anlaşmaya ikna eden Miloseviç, Batılı ülkeler tarafından Balkanlarda istikrar unsuru olarak görülmüş; bu sayede hem iktidarını korumuş, hem de Kosova’nın Sırbistan topraklarından ayrılmasını engellemiştir. Dayton Antlaşması’nın ardından, Kosovalı Arnavutların önemli bir kısmında uluslararası toplumun ilgisinin ancak ülkede şiddeti artırmakla çekilebileceği hakkında fikir birliği oluşmuştur.

4.Yugoslavya’nın Dağılması, Balkanlarda Güç Boşluğu  ve ABD

SSCB’nin dağılması nasıl Kafkasya ve Orta Asya gibi stratejik bölgelerde güç boşluğunun ya da boşluklarının doğmasına neden olduysa, Yugoslavya’nın dağılması da Balkanlar bölgesinde belirgin biçimde bir güç boşluğunun doğmasına yol açmıştır. Balkanlarda doğan bu güç boşluğunu kimin dolduracağına ilişkin mücadelenin yol açtığı kaotik durum ve Sırpların ortaya çıkan bu yeni durumdan yararlanmaya çalışmalarıyla ortaya çıkan istikrarsızlıklar, geç de olsa ABD’nin öncülüğünde gelişen müdahalelerle önlenmiştir.

  1. Dünya Savaşı sonrasında Slovenya, Hırvatistan, Makedonya, Bosna-Hersek, Sırbistan ve Karadağ olmak üzere altı cumhuriyet ile Kosova ve Voyvodina özerk bölgelerinden oluşan Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti Balkanların merkezini oluşturmaktaydı. Kurucusu Hırvat asıllı Yosip Broz Tito’nun ölümünden sonra, Devlet Başkanı olan Slobodan Miloseviç’in “Büyük Sırbistan” oluşturmaya yönelik politikaları nedeniyle dağılmaya başlayan Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti’nden bağımsızlığını ilan ederek ayrılan ilk devlet Slovenya oldu. Slovenya’yı sırasıyla Hırvatistan, Makedonya ve Bosna-Hersek takip etti. (Larrabee, 1991: 70) Slovenya’da Federal Yugoslav ordusuyla çatışmalar yaşansa da Slovenya ordusunun iyi durumda bulunmasının da etkisiyle çatışmalar uzun sürmedi ve Belgrad yönetimi, bu bağımsızlığı tanımak zorunda kaldı. Hırvatistan’ın bağımsızlık ilanıyla beraberse bu ülkede yaşayan Sırplarla Hırvatlar arasında iç savaş çıktı ve Federal Ordu birlikleri bu çatışmalarda Sırpların yanında yer aldı. (Çauşeviç, 1994, 58-62)

Bu arada 29 Şubat 1992’de gerçekleştirilen referandum sonucunda katılanların yüzde 99’unun bağımsızlık yönünde oy kullanması sonucu bağımsızlığını ilan eden Bosna-Hersek, 22 Mayıs 1992’de Birleşmiş Milletler (BM)’e üye olmuştu. Ancak, bağımsızlığını ilan etmesine ve bunun uluslararası alanda tanınmasına rağmen 1 Mart 1992’de Müslüman Boşnaklarla Sırplar arasında çatışmalar yaşanmaya başladı ve Sırbistan’ın Sırpların lehine müdahil olmasıyla çatışmalar, tek taraflı saldırılara dönüştü. Belgrad destekli Sırp paramiliter grupların referandumun ardından başlattığı saldırılar giderek şiddetini arttırırken, aynı yıl içinde Hırvatlar ile Boşnaklar ve Sırplar ile Hırvatlar arasında da çatışmalar başladı. Bu noktada, Yugoslavya’nın dağılma sürecine girdiği dönemde ABD, öncelikle mevcut yapının korunmasına yönelik politika izlemiş; ancak bu politika, krizin tırmanışa geçmesiyle birlikte terk edilmiştir. (Kenar, 2005: 485-487; Smith, 1991)

 

5.Washingtonun Bölgeye Angajmanını Etkileyen ve Tetikleyen Faktörler

Yugoslavya’nın dağılmasıyla başlayan Balkan krizi, ABD’nin Körfez kriziyle uğraşmak durumunda kaldığı günlerde ortaya çıkmıştı. Ama Körfez Krizi 1991 Nisanında sona ermesine rağmen ABD, Balkanlara aynı hız ve duyarlılıkla tepki vermek yerine beklemeyi tercih etmiştir. Washington yönetimi Balkanlardaki krizin başında, konunun Avrupa’nın sorunu olduğunu belirterek gelişmeleri Avrupa Birliği (AB)’nin inisiyatifine bırakmıştı. (Glenny, 2000: 507) Ancak AB’nin krizi çözmeye yönelik öncülük ettiği Lizbon ve Londra Konferansları, Vance-Owen Planı, Owen-Stoltenberg Planı gibi girişimlerin teker teker başarısızlığa uğramasının ardından Beyaz Saray’ın bölgeye angajmanı artmıştır. (Atiyas, 1995: 185-201; Kenar, 2005: 171-182)

Yugoslavya’da krizin ortaya çıkışından Sırp saldırılarının başlamasına ve Boşnakların kitleler halinde katledilmesine kadar geçen dönemde ABD’nin bölgede yaşanan gelişmelere karşı pasif bir tutum almasında etkili olan faktörlerden birisi, Washington’un dikkatini Orta Doğu’ya ve SSCB’den arta kalan nükleer silahlara yoğunlaştırmış olmasıydı. (Rumer, 2002:1) Bununla ilişkili olarak, ABD açısından Balkanlar bölgesinin dünyanın diğer bölgelerine oranla daha az stratejik görülmesi de bir diğer önemli faktör olarak dikkate alınabilir. Ne de olsa Balkanlar Washington’un küresel öncelikleri açısından bir Orta Doğu veya eski Sovyet Cumhuriyetleri kadar hayati görülmemekteydi. Beyaz Saray’ın Bosna’daki gelişmelere ilk aşamada kayıtsız kalmasına neden olan bir başka etken, bölgede Amerikan ticari çıkarlarının yok denecek kadar az olmasıydı. Zira Balkanlar, Orta Doğu veya Orta Asya gibi zengin enerji kaynaklarına sahip olmadığı gibi, Amerikan sermayesinin de bölgede ciddi yatırımları söz konusu değildi. Kaldı ki bölge, sahip olduğu nüfus itibariyle de, Amerikan sermayesi veya ürünleri açısından ciddi bir pazar olma potansiyeline sahip değildi.

Son olarak, ABD iç politikasında yaşanan gelişmelerin de Washington’un bölgeye doğrudan angajmanında etkili olduğu söylenebilir. Bosna’da ölçüsüz Sırp saldırılarının başladığı ve giderek yoğunlaştığı yıl olan 1992’de ABD’de Başkanlık seçimleri gerçekleştirilecekti. George H. Bush, 1992 Kasımında yapılacak seçimler öncesinde bir kere daha seçilme ihtimalini göz önünde bulundurduğundan, Amerika’nın hayati çıkarlarının bulunmadığı bir bölgeye Amerikan askerini göndererek oy kaybına yol açmak istemiyordu. (Baum, 2004: 203-221) Zira, böylesi bir angajman siyasi riskin yanında ekonomik açıdan da maliyetli bulunmaktaydı. Ancak seçim kampanyasında ilgileneceği dış sorunlar arasında Bosna Krizine de yer veren Bill Clinton’ın seçimleri kazanarak Ocak 1993’de göreve başlamasıyla ABD’nin Balkan politikasında hareketlenme başlamıştır.

6.Kosova Krizi ve Amerikan Politikaları

Dayton Barışı, Bosna Krizini çözüme kavuşturmakla beraber, Balkanlarda tam bir istikrarın sağlandığı söylenemez. Zira, Dayton Anlaşması’ndan birkaç yıl sonra bu kez Kosova’da ortaya çıkan krizin yayılma riski ve yaratacağı istikrarsızlık, Bosna krizine göre oldukça fazlaydı. Kosova Sorunu aslında Yugoslavya krizinin erken habercisi niteliğinde olup, Balkanlardaki istikrarsızlık potansiyelini simgeleyen mikro bir örnek olarak niteliğindeydi ve bunun ilk işaretleri 1989’da iktidara gelen Miloseviç’in milliyetçi çıkışlarıyla Kosova’daki halkı tahrik etmeye başlamasıyla ortaya çıkmıştır.

Slobodan Miloseviç, Sırpların ülke içinde baskın konumda olması gerektiğini ifade eden radikal söylemleriyle Yugoslavya’nın dağılmasının önüne geçmeye çalışırken aynı zamanda ayrı bir önem verdiği Kosova’nın özerkliğini 1989’da kaldırmıştı. Bu durum Kosovalı Arnavutlar tarafından yoğun bir şekilde protesto edilirken aynı zamanda Belgrad’ın Kosova üzerindeki baskısını da arttırmıştı.

Aynı dönemde Yugoslavya’nın dağılması çerçevesinde Slovenya, Hırvatistan ve Bosna’da krizler ve çatışmalar yaşanırken; Kosova muhalefeti, liderliğini İbrahim Rugova’nın yaptığı Kosova Demokratik Partisi (LDK) etrafında bir araya gelerek sivil itaatsizlik ve pasif direniş göstermiş ve Kosova’da Sırplardan ayrı bir sağlık ve eğitim sistemi kurmuştu. (Tılıç, 1998: 118) Ayrıca Kosova’da biri 1990 diğeri 1992’de düzenlenen iki ayrı referandumda katılanların ezici çoğunluğu bağımsızlık yönünde oy kullanmış ancak bu referandumlar gerek Belgrad tarafından gerekse uluslararası toplum tarafından kabul edilmemişti. Bu noktada Kosova muhalefeti, çatışmaya varmayan direniş yöntemleriyle bağımsızlık; en kötü ihtimalle de eski özerk pozisyonlarını geri kazanmaya çalışırken, Belgrad yönetimi, Hırvatistan ve Bosna’da yaşanan gelişmeler sonucu mülteci konumuna düşen Sırpları Kosova’ya yerleştirilerek demografik yapıyı kendi çıkarları doğrultusunda değiştirmeye çalışmaktaydı.

Belgrad’ın bu politikası maalesef bölgedeki krizi daha da derinleştirmiştir.Rugova önderliğindeki pasif direniş, Yugoslavya krizini çözmeye yönelik ilk uluslararası girişimde Kosova Sorununun da ele alınacağını beklemekle beraber, yaşanan gelişmeler muhalefetin beklentileriyle örtüşmedi. Nitekim Dayton Anlaşması, Bosna-Hersek, Hırvatistan ve Sırbistan arasındaki sorunları çözerken; Anlaşma’da Kosova’ya değinilmemişti. Bunun üzerine Kosova muhalefetinde inisiyatif LDK yerine Kosova Kurtuluş Ordusu’na (UÇK) geçmiş ve pasif direniş terk edilerek Arnavut muhalefetiyle Sırp güçleri arasındaki çatışmalar tırmanmaya başlamıştır. (Tılıç, 1998: 133) Sırp güçlerinin sivil halk üzerindeki saldırıları arttıkça, yerel ve uluslararası kamuoyu tarafından UÇK’ya verilen destek de artmıştır. Dolayısıyla uluslararası kamuoyunda özellikle ilk dönemde UÇK’ya bir terör örgütünden ziyade Sırp saldırılarına yönelik bir direniş örgütü olarak bakılmıştır. Aslında UÇK’ya biraz sempati ile bakılmasının bir diğer nedeni de Arnavutların haklarını elde etmek için Dayton Anlaşması’na kadar pasif direniş sergilemeleri ve böylece Batı kamuoyunda saldırgan taraf imajını vermemiş olmalarıydı. Oysa Sırplar, Kosovalıların aksine Bosna-Hersek ve Hırvatistan’da gerçekleştirdikleri katliamlar nedeniyle sabıkalı durumdaydı.

 

7.Washingtonun Kriz Sonrası Politikası: Kosovanın Bağımsızlık Süreci

Bosna-Hersek sorunundan farklı olarak Kosova Krizi sonucunda bölgenin ayrı bir devlet olması yerine Yugoslavya’ya bağlı kalmasına karar verilmiş ancak bölge sonradan uluslararası yönetime devredilmişti. Bu doğrultuda NATO müdahalesi için onayı alınmayan BM Güvenlik Konseyi’nde 10 Haziran 1999’da alınan 1244 sayılı kararla (S/RES/1244: 1999), BM Kosova Geçici Yönetim Misyonu (UNMIK) kurulmuş ve kriz sonrasındaki politikaların çözümü için gerekli düzenlemeler yapılmıştır. Karara göre (S/1999/779: 1999) UNMIK, sivil yönetiminden BM’nin, kurumsal inşasından AGİT’in, mültecilerin geri dönüşünden BM Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin ve yeniden yapılandırılma faaliyetlerinden AB’nin öncelikli olarak ilgileneceği dört ana organdan oluşmaktaydı. Ayrıca 1244 sayılı karar doğrultusunda NATO barış gücü (KFOR) Kosova’ya yerleşmiş ve ABD’yi de şaşırtan biçimde Piriştine Havaalanına indirme yapan Rus birliklerinin de KFOR’a katılımı sağlanmıştır. Yaşanan gelişmeler ekseninde düşünüldüğünde, ABD’nin Kosova Krizi sonrasında askeri anlamda Kosova’da bulunduğunu belirtmekle beraber UNMIK çerçevesinde inisiyatifi Avrupa Birliği’ne devrettiği görülmektedir. Nitekim, ABD’nin Kosova’ya yönelik yaptığı harcamalar göz önüne alındığında da bu sonuç doğrulanmakta: ABD 1999 ve 2000 yıllarında Kosova’da askeri ve sivil harcamalar için toplam 6.384 milyar dolar ayırırken; bunun 5.157 milyar dolarını askeri harcamalar için kullanmış; 1.227 milyar dolarını ise insani yardım, yeniden yapılandırma yardımı, BM ve AGİT barış gücü yardımını da kapsayan sivil harcamalar için kullanmıştır. (Woehrel ve Kim, 2001: 13)

Bununla beraber, ABD’nin Kosova’daki askeri varlığını sürdürmeye özen gösterdiği de belirtilmelidir. Zira, 2000 başkanlık seçimleri öncesinde Cumhuriyetçi Parti adayı olan George H. Bush, seçim kampanyasında ABD’nin Balkanlar’daki askeri gücünü tamamen geri çekeceğini ifade ederken, başkanlığı kazanmasının ardından bu söylemini terk etmiştir. Bunun yerine Bush, Kosova’daki askerlerini tek taraflı olarak çekmeyeceklerini ifade etmiş ve Rusya’ya atıfta bulunarak bölgeye diğer ülkelerle beraber geldiklerini ve bölgeden beraber ayrılacaklarını  belirtmiştir. (Woehrel ve Kim, 2005: 19).

Kosova’da kriz sonrasında yeniden yapılanma faaliyetleri ve kalıcı kurumların oluşturulması çabaları son dönemlerine doğru gelirken sürecin önündeki en büyük engel Kosova’nın nihai statüsü sorunuydu. Bu çerçevede kriz esnasında Kosovalı Arnavutları destekleyen ve operasyon esnasında UÇK’dan NATO’nun kara gücü gibi yararlanan ABD, 2003 sonlarında eğer Kosova’nın standartları yerine getirdiğine karar verilirse 2005 yılı ortalarında nihai statü görüşmelerini başlatacağını açıklamıştı. UNMIK ise 31 Mart 2004’te oldukça kapsamlı bir Standartlar Planı yayınlayarak Kosova yönetiminin bunları yerine getirmesini istemişti. (Woehrel ve Kim, 2005: 8-9) Ancak UNMIK’in standartları ortaya koyduğu dönemde Kosova’da Sırplarla Arnavutlar arasında etnik çatışmaların ortaya çıkması nedeniyle standartların yerine getirilmesi gecikmiş ve nihai statü görüşmelerine başlanamamıştı.

“Kosova’ya yapılan müdahale sonrası ABD ne gibi kazançlar elde etmiştir?” sorusu sorulması gereken önemli bir sorudur. Bunlardan birincisi ve en önemlisi, eleştiriler alsa da, Kosova Müdahalesi dünyanın geniş bir kesiminden, Güvenlik Konseyi çalıştırılmadığından hukuken yasal olmasa da, insan hakları temelinde meşruiyet konusunda destek almıştır. Clinton Doktrini çerçevesinde, batı ülkelerinin liderliği konumu pekişmiş; NATO’nun güvenilirliği kuvvetlendirilerek ABD hegemonyası güçlendirilmiştir. NATO’nun güvenirliğinin kuvvetlendirilmesi ile eski Doğu Bloku ülkelerinin aynı zamanda bir demokrasi kulübü olan NATO’ya katılım istekleri de artırılmıştır. İkinci olarak, ABD siyasi bakımdan Balkanlar’da Boşnaklardan sonra Arnavut halkı ve yöneticileri arasında da nüfuzunu artırmış; askerî bakımdan ise, Kosova’da kurulan Bondsteel askerî üssü, Avrupa’da kurulan en büyük askerî üs olarak ABD’nin bölgedeki gücünün göstergesi olmuştur. Ayrıca ABD’nin Avrasya ve Orta Doğu’da ortaya çıkabilecek krizlerde rahatlıkla kullanabileceği bir hatta yerleştiği görülmektedir. Üçüncü olarak, Kosova’ya yapılan müdahalenin operasyona şiddetle karşı çıkan iki Güvenlik Konseyi üyesi olan Rusya’ya ve Çin’e rağmen yapılmış olması, bu iki ülkenin güçlerinin sınırını göstermesi bakımından önem kazanmıştır. Ayrıca müdahale esnasında Çin’in Belgrad büyükelçiliğinin yanlışlıkla güdümlü füzeler tarafından vurulması, ABD’nin Çin’e gözdağı verdiği şeklinde değerlendirilmiştir.

 

8.Kosova Sorunu ve Devlet İnşası

Kosova sorununu dağılan Yugoslavya içinde ilk sıraya alarak kronolojik bir tarih yazımının dışına çıktığımızı biliyoruz. Ancak sorun sonrasında ortaya çıkan Dayton/Paris sürecinin, Batı Balkanlar’ın Avrupa ile entegrasyonunu başlatan bir süreç olması nedeniyle çalışmamızda ilk sıraya almaktayız. Sorun, Avrupa Birliği’nin, Bosna falaketinin ardından güvenlik yaklaşımını değiştirmesine neden olmuş ve karmaşık aciliyetler ve çatışma çözümlemenin ötesinde yeni bir güvenlik paradigmasının oluşması için bir milat olmuştur.

Yugoslavya’da etnik gerilimin örneklerinden biri, Hırvat Baharı olarak tanımlanan 1971-72 hareketleridir. Hırvat entelektüellerinin Serbo-Croat diyalekti yerine Hırvatça’nın, Belgrat yönetimi tarafından anayasal bir resmî dil olarak tanınmasını isteyerek başlattıkları gösteriler etnik gerilimi arttırdı. 1974 Anayasası ile cumhuriyetler, resmî diller, özerk bölgeler ve ulusların kaderini tayin hakkı konularında yeni düzenlemeler getirildiyse de, özellikle Sırp milliyetçiliğinin 1970’lerde büyük bir ivme kazandığı bir gerçektir.

Kosova olaylarının giderek bir bağımsızlık hareketine dönüşme ihtimali üzerine Belgrat yönetimi 1974 Anayasası’nın getirdiği “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” üzerinde yeni bir yorum getirmiştir. Belgrat olaylardan Tiran’ı sorumlu tutmuş ve ancak ulusların kendi kaderlerini tayin edebilecekleri, oysa Arnavutlar’ın Anayasa’ya göre bir ulus değil ulusal azınlık olduklarına ve böylece bahsi geçen hakkı talep edemeyeceklerine hükmetmiştir. 1981 yılında Tito’nun ölümü sırasında Yugoslavya savaşın nerede ve kim tarafından çıkacarılacağının merak edildiği bir ülkeydi. 1986’ya gelindiğinde ise “Sırbistan Sanatlar ve Bilimler Akademisi”, Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti’nin eleştirisini yapan bir memorandum yayımladı. Memorandumda Sırbistan’ın diğer Yugoslav cumhuriyetleri arasında dezavantajlı bir konumda olduğu ve Sırplar’ın özellikle Arnavutlar’ın ve Müslümanlar’ın tehditi altında olduğu belirtilmekteydi. Memorandumda kullanılan provokatif dil, Sırpları ayaklanmaya davet eder niteliktedir. Sırp milliyetçiliğinin bu şiddet yanlısı tavrın ardında Kosova ve Makedonya sorunları yatmaktadır. Daha önce de bahsettiğimiz gibi Kosova Sırp milliyetçiliği açısından önemli bir semboldür.

1989 yılında Yugoslavya Parlamentosu’nun Kosova ile ilgili aldığı karar bir dönüm noktasıdır.Kosova için de Tayvan benzeri bir durumdan bahsetmek mümkündür. Sırbistan militarizmine karşı önce NATO daha sonra da Avrupa Birliği’nden destek alan Kosova, uluslararası toplum tarafından grup içi üye olarak algılanmaya başlanmış ve kendisi ile Birlik arasında protoktorat bir mandater rejim ilişkisi başlamıştır. Kosova’nın bağımsız bir devlet olarak ortaya çıkması için Birlik ve ABD nezdinde destek arayan hükümet, bu desteği açıkça görebilmiştir.

9.Makedonya  ve Konsosyalizm

Yugoslavya dağıldıktan sonra önce Hırvatistan, daha sonra Bosna’da patlak veren savaşın ardından Kosova’da yaşanan dram, Makedonya’da da benzeri bir savaş yaşanabilir mi düşüncesini akla getiriyordu. Etnik gerilimin özellikle 2001 yılında bir hayli artmasından sonra yaşanan Ohri süreci bu tansiyonu düşürmüş görünmektedir. Bu bölümde Makedonya’da yaşanan etnik gerilime, uluslararası aktörlerin çabalarıyla gelinen Ohri süreci’ne ve Makedonya’da kurulan devletin yapısına değinilecektir.

Yugoslav kimlik dairesi içinde en sorunlu alanların başında gelen konu, Makedon ulusal kimliği ile ilgilidir. Tarih boyunca tartışma konusu olmuş Makedon kimliği, Tito tarafından tanınmış ve Nazi işgalindeki etkin direniş nedeniyle bu bölgeye federal cumhuriyet statüsü verilmişti. Makedon kimliği hakkında 1992’de eski Makedonya Devlet Başkanı Kiro Gligorov’un söylediği şu sözler önemlidir: “Biz bu bölgeye VI. yüzyılda gelmiş Slavlarız. Eski Makedonya’nın torunları değiliz.” Gligorov’un bu cümlesi sadece Evangelos Kofos’un iddiasındaki gibi bir ulusal mutasyonu ve dolayısıyla tüm Slavları sırp olarak gören Sırp milliyetçiliğini değil, aynı zamanda Yunan milliyetçiliğini de yakından ilgilendirmektedir. Yunan tarihinde Makedonlar Yunanları yöneten barbar efendileri temsil etmektedir. Oysa ki günümüz Makedonlar, bölgeye sonradan gelen Slavlar olduklarından, Yunanlara göre, Makedon ismini kullanmaya da hakları yoktur. Makedonlar, Yunan görüşüne göre bu ismi kullanarak Yunanistan üzerinde yayılmacı bir ideolojiyi yansıtmaktadırlar.

Makedonya’nın İkinci Dünya Savaşı sonrasında Yugoslavya’ya bağlı bir federal devlet olması sorunu bir müddet dondurduysa da Yugoslavya’nın dağılmasının ardından bağımsızlığını ilan eden Makedonya’nın, 17 Kasım 1991’de yürürlüğe giren Anayasası’ndaki bazı maddeler Yunanistan tarafından kabul edilemez bulunmuştur. Özellikle 49. madde Yunanistan tarafından endişeyle karşılanmıştır: “Makedonya Cumhuriyeti, komşu ülkelerde yaşayan Makedon milletine mensup kişilerin ve Makedon sürgünlerin statü ve haklarını korur, kültürel gelişimlerini destekler, onlarla ilişkileri teşvik eder”. Metinden de anlaşılabileceği üzere ‘komşu ülkelerde ve sürgün’ olarak adlandırılan topluluktan kasıt, Yunanistan’ın kuzeyinde yaşayan Makedon azınlıktır ve Makedonya bu azınlığın haklarını korumayı taahhüt etmektedir. Bu madde, iki ülke arasındaki ilişkilerin yeni bir savaşa zemin olabileceği düşüncesi ile BM ve Avrupa Birliği nezdinde 1995’te imzalanan İnterim Antlaşma ile kaldırıldı. Ayrıca ülkenin uluslararası ilişkilerde FYROM (Eski Yugoslavya Cumhuriyetlerinden Makedonya) adını kullanması kararlaştırılırken, BM Güvenlik Konseyi’nin üç önemli ülkesi ABD, Rusya ve Çin’in de dahil olduğu 110 devlet ülkeyi Makedonya ismi ile tanımışlardır.

Konsosyonelizm, liberal bir ulus inşa projesinin ürünü iken Daskalovski konsosyonelizmin politik olarak problemli sonuçlar doğurabileceğini düşünmektedir. Böylece Makedonya Cumhuriyeti vatandaşlarının kimlikleri konusunda üçlü bir kategori ortaya çıkmıştır. Slav Makedonlar, adı zikredilen dört ulus ve ‘diğerleri’ olarak tanımlanan azınlıklar. Makedonyalı Sırplar ve Makedonyalı Boşnaklar’ın diğer azınlıklar olarak zikredilesinden kaynaklanan şikayetlerinin gelecekte yeni etnik gerginliklere yol açabileceği tartışılmaktadır. İsim zikretmekle ilgili bir diğer önemli nokta ise din özgürlüğü konusunda yaşanmıştır. 1992 Anayasası’nın on dokuzuncu maddesinde bireylerin ve grupların kişisel ve örgütlü din özgürlükleri garanti altına alınırken Makedon Ortodoks Kilisesi’nin cemaat okuları açmak konusunda özgür olduğu zikredilmekteydi. Ancak Ohri görüşmelerinin sonucunda ile bu madde değiştirilerek 4. fıkraya ‘Makedon Ortodoks Kilisesi, İslam Dini Topluluğu, Katolik Kilisesi ve diğer dini gruplar’ bu hakka sahip oldukları ibaresi eklendi.Bu noktada da ‘diğer’ diye zikredilen küme belirsizdir. Örneğin Makedon Protestanlar yahut İslâm dinini çeşitli sektlerinin bu hakkı ve devlet desteğini ne ölçüde kullanabilecekleri de bir tartışma yaratabilecektir.

10.ABD nin Makedonya Politikası ve Krize Müdahale

ABD’nin Makedonya’ya yönelik politikası esasında özelde Kosova sorununun genelde ise Balkanlardaki dağınık durumda olan Arnavut nüfusu konusunun gölgesinde gelişmiştir. Bu bağlamda Makedonya, aslında ABD açısından başlı başına bir önem taşımaktan ziyade, bu ülkenin önemi, yaşanacak bir krizin bölgesel denklemde yaratacağı etkiyle ilişkilidir. Zira Bosna’dan ve hatta Kosova’dan farklı olarak Makedonya’nın heterojen olan etnik yapısı, bölgede yer alan bütün güçleri içine çekecek bölgesel bir savaşın yaşanmasına neden olabilirdi. Böylesine bir durum ise, ABD’nin 1990’lı yıllarda genel anlamdaki Balkan angajmanını sekteye uğratabilirdi. Bu nedenle ABD Bosna ve Kosova’dan farklı olarak Makedonya’da özellikle önleyici diplomasiyi kullanarak olası istikrarsızlık unsurlarının önüne geçmeye çalışmıştır.

Kosova politikasında etkili olan Avrupalı müttefiklerin yetersizliği ve başarısızlığı ile ilgili faktör, Washington’un Makedonya politikasında da etkili olmuştur. Ancak burada öncekinden farklı olarak, krizin çözümünün Avrupalı müttefiklere bırakılması durumunda yaşanacak başarısızlıkların maliyeti en fazla ABD’yi olumsuz etkileyecekti. Zira, özellikle Kosova krizinin çözümünün ardından ABD, oluşan güç boşluğunu doldurarak uzun vadeli olacak şekilde bölgeye angaje olmuştu. Oysa Makedonya’da yaşanacak bir krizin büyümesi, Washington’un Balkanlarda 1990’lar boyunca oluşturmaya çalıştığı yeni statükoyu değiştirebilirdi.

Ayrıca ABD’nin Makedonya’daki krize hem Balkanlardaki Arnavut varlığını rahatsız etmeden hem de Üsküp’ün istikrarına zarar vermeden bir çözüm bulması önemliydi. Nitekim Kosova Krizi esnasındaki angajmanıyla Washington, Arnavutluk ve Kosova’nın yanı sıra bölgedeki diğer etnik Arnavutlarla da iyi ilişkiler kurmuş ve uzun vadeli bir stratejik ittifakın yolunu açmıştı. Ancak ABD’nin Makedonya krizine müdahil olmaması veya müdahil olup, krizi Arnavutların rahatsız olacağı bir çözümle sonlandırması, söz konusu ittifak ilişkisini zedeleyebilirdi. Oysa krize Üsküp’ün istikrarını koruyarak Arnavutlar lehine çözüm bulunması, ABD açısından Balkanlarda Kosova ve Arnavutluk’un yanısıra Makedonya’nın da mutlak desteğinin kazanılması anlamına gelecekti.

ABD’nin krize müdahil olması ve krizi başarılı bir şekilde çözüme kavuşturması, Washington’un uluslararası saygınlığı açısından da önemliydi. Zira Clinton’ın görev süresinin sona erdiği ve George W. Bush’un görevine henüz yeni başladığı bir dönemde meydana gelen bu insani krize başarılı bir çözüm bulunup bulunmaması, ABD’nin çatışmaların çözümüne yönelik taahhütlerini perçinlemesi kadar, göreve yeni başlayan Bush yönetimi açısından da ilk uluslararası sınav niteliğindeydi.

11.Bosna: Soykırım ve Ulus İnşası

1990’lara gelindiğinde Sırp milliyetçiliği güçlü bir Müslüman tehditi söylemi üretmiştir. Dağılmakta olan Yugoslavya Federasyonu’nu ancak güçlü bir öteki imgesi ile ayakta tutabileceğini düşünen Sırp milliyetçiliği Arnavut, Boşnak, Pomak, Türk ve diğer etnisitelerden Müslümanları hızla ivme kazanan dağılmanın sorumlusu olarak sunmakta ve savaşın kimliksel altyapısını oluşturmaktaydı.

Sırp politik elitinin ülkenin dirilişi adına yaptığı kimlik kurucu aksiyomun yanında, etnik temizliğe güden süreçte önemli bir faktör de, Soğuk Savaş’ın ontolojik merkezine ulus devleti yerleştiren güvenlik algısının henüz dönüşmemiş olmasıdır. 1990’ların henüz başında yaşanan savaş ve soykırım karşısında, Batı’nın Balkanlar hakkındaki algısı Bechev’in de vurguladığı gibi ‘sürekli savaş üreten şiddet dolu bir coğrafya’dır. Soğuk Savaşı sıcak bir savaşa dönüştürmeyen etmenlerden biri olan ‘ulus devletin içişlerine karışmama’ ilkesi, yerini demokrasi, insan hakları ve demokrasi için insani müdahale ilkesine terk etmediği için Batı Bosna’da yaşanan trajedi konusundaki tavrını belirlemekte oldukça gecikmiştir. Kut, Bosna’da soykırım seyirci kalınmasının yarattığı vicdanî etkinin, hemen akabinde patlak veren Kosova Krizine erken müdahale edilmesine neden olduğunu düşünmektedir. Bosna trajedisi Avrupa’nın yeni bir güvenlik ve savunma kimliği olşturmasının zorunlu olduğunu ortaya çıkarmış ve çalışmamızın eksenini oluşturan uluslararası ilişkileri uygarlaştırmak için insan güvenliği yaklaşımı ve onun sonucu olan kimlik dönüşümü etkisi ortaya çıkmıştır.

12.Bosna – Hersek Krizinin Gelişimi

Bosna-Hersek, Sırp ve Hırvat çekişmesi ortasında kalmış bir bölgedir. Burada yaşayan yaklaşık 5 milyon nüfusun % 43’ü Boşnak, % 32’si Sırp, % 17’si Hırvatlardan meydana gelmektedir. Bosna’da özellikle başkent Saraybosna’da çoğulcu bir Bosnalı kimliğini Hırvat-Sırp-Müslüman ayrımına üstün tutan bir potansiyel mevcuttu. Çok kültürlü bir toplumu içinde barındıran Saraybosna’da Ortodoks kilisesi, Katolik katedrali, Müslüman camisi ve Yahudi sinagogu bir arada bulunmaktaydı. Ancak, 1990’dan sonra, artan milliyetçilikle paralel bir şekilde Bosna’daki Sırp ve Hırvat yayın organlarında ‘Bosnalı’ tanımının yerini ‘Bosnalı Sırp’ ve ‘Bosnalı Hırvat’ terimleri almaya başlamış ve giderek bu tanımlardan ‘Bosnalı’ ibaresi de düşmüş ve ‘Sırp’ ve ‘Hırvat’ tanımları kalmıştır.

1991 yılında Slovenya ve Hırvatistan’ın Yugoslavya’dan ayrılması sonucunda Belgrad tarafından kontrol edilen Yugoslav Ordusu bu ülkelere saldırmış ve BM eski Yugoslavya’ya silâh ambargosu uygulamaya başlamıştır. Ancak Sırbistan, Batının; özellikle Almanya’nın desteği karşısında Slovenya ve Hırvatistan’ı gözden çıkarmış; Karadağ, Bosna-Hersek, Makedonya, Voyvodina ve Kosova’dan oluşacak yeni Yugoslavya’nın peşine düşmüştür. Bosna-Hersek bağımsız olursa Sırbistan ile Karadağ arasında Müslümanların etki alanı doğacak ve Karadağ ile fiziki temas kesilecekti. Bu yüzden Sırbistan, Bosna-Hersek’in bağımsızlığını önlemek için elinden geleni yapmıştır.

3 Mart 1992’de kendisini bağımsız bir devlet olarak ilan eden Bosna’yı, ABD ve Avrupa Topluluğu 6 Nisan 1992’de tanımışlardır. Bosnalı Sırpların, Belgrad’ın desteğiyle, Bosna’nın bağımsızlık ilanını geri almasını talep etmesinin ardından, bu talep, Bosna-Hersek Cumhurbaşkanı İzzetbegoviç tarafından reddedilmiş ve tam anlamıyla savaş başlamıştır.

13.Çatışmayı Dindirmeye Yönelik Hazırlanan Planlar

1993’ün ilk aylarından itibaren, Bosna’daki insanî kriz korkunç bir hale gelmiş ve nü- fusun yarıdan fazlası göçmen durumuna düşmüştür. 1992’den itibaren insanî yardım sağlamakla görevlendirilen BM askerleri (UNPROFOR) büyük oranda etkisiz hale geti- rilmiştir. Nazilerden elli yıl sonra, ‘etnik temizlik’ sorunu yeniden gündeme gelmiştir.AT’nin Bosna’nın bağımsızlığını tanıması sonucunda, Sırp ordusu ve milis güçleri çok- kültürlü yapıya sahip bir Bosna’yı savunan sivilleri öldürmüşler ve Bosna’da soykırım suçu işlemişlerdir. Etnik olarak homojen bir ‘Büyük Sırbistan’ yaratmak isteyen ve bundan dolayı da Sırp olmayanlardan temizlenmiş bir Bosna yaratmayı amaçlayan Bosnalı Sırplar, toplama kampları oluşturmuşlar, toplu katliam ve tecavüzler gerçekleştirmişler, kasabaları yakmışlar ve işkence uygulamışlardır.NATO bombardımanından önce, İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Carrington’ın AT destekli barış misyonu, BM talebi sonrasında ABD Genel Sekreteri Cyrus Vance’ın Lord Carrington ve AT arabulucusu David Owens’la çalışması, BM Güvenlik Konseyi’nin tüm Yugoslavya’ya silah ambargosu uygulaması, BM barış gücü askerlerinin insanî yardım dağıtmak için Bosna’da konuşlandırılması ve BM’nin Müslüman vatandaşlar için güvenli bölgeler ilan etmesi gibi şiddet içermeyen girişimler bulunmaktadır. Uluslararası topluluk tarafından barışın sağlanmasına ilişkin oluşturulan Vance-Owen Planı, Güvenli Bölgeler Planı ve Owen-Stoltenberg ya da diğer adıyla Üç Bölgeli Plan taraflar arasında kabul görmemiş ve barışın sağlanmasına hizmet edememiştir.

14.Vance-Owen Planı

1993 İlkbaharı boyunca BM arabulucusu Vance ve AT arabulucusu Owen’ın hazırladığı barış planı gündemdeydi. Bu plan, Bosna-Hersek’in bir federasyon çatısı altında on özerk kantona bölünmesini öngörüyordu. Planla en büyük haksızlık Boşnaklara yapılmıştı, çünkü Bosna’daki nüfus oranları yüzde 43,7 olmasına rağmen, Bosna topraklarının sadece yüzde 26.36’sının Boşnakların kontrolüne bırakılması planlanıyordu.

Bosna-Hersek’i kantonlaştırmayı amaç edinen Vance-Owen planı, üçü Sırpların, üçü Hırvatların ve üçü Müslümanların kontrolü altında olacak dokuz kanton ile Saraybosna’da uluslararası yönetime tabi olacak tarafsız bir kanton oluşturulmasını öngörmüştür. Özellikle pek çok Amerikalı yorumcu, bu planın Bosna’nın parçalan- masına öncülük edeceğini belirtmiş ve planı etnik kantonlaştırmaya neden olmakla suçlamıştır. Nitekim, başarısız olmasının yanında bu planın zararlı olduğu da ortaya çıkmıştır. Çünkü bu plan, Bosna merkezinin bazı kesimleri için Hırvat ve Müslüman taraflar arasındaki rekabeti körüklemiş, gerçek bir Bosna iç savaşının oluşmasını kam- çılamış ve Sırplara karşı en etkin siper işlevi görmüş Hırvat-Müslüman ittifakını kırmıştır. Ayrıca harita üzerindeki kantonlara etnik etiketler yapıştırılması, toprak mücadelesini daha da teşvik etmiştir.

Müslümanların kontrolündeki eyalet sayısı 4’e, Hırvatlarınki ise 2’ye indirilince, Müslüman Boşnakların lideri İzzetbegoviç, 25 Mart 1993’te planı imzalamıştır. Müslüman ve Hırvat toplumu temsilcilerinin ilke olarak kabul ettiği bu plana Sırp tarafı, eyaletlerin uluslararası ilişki kurma yetkisine sahip olmasını talep ederek önce karşı çıkmıştır. Ancak 12 Ocak’ta Bosna-Hersek Sırp Cumhuriyeti Parlamentosu’nca onay- lanması koşuluyla, plan benimsenmiştir. ABD’nin Bosna’ya askerî müdahale gereğini savunarak bir atağa geçmesi, Sırpların uzlaşmaya yanaşmasında önemli pay sahibi olmuştur. Fakat 6 Mayıs 1993 tarihinde Bosna Sırp Parlamentosu’nun planı reddetmesi ve bunun için referanduma gidilmesine karar vermesi üzerine, 15 Mayıs 1993 tarihinde Bosna Sırpları büyük çoğunlukla planı reddetmiş, Vance-Owen Planı kabul edilebilirliğini tamamen yitirmiştir.

15.Güvenli Bölgeler Planı

Vance-Owen Planı’nın reddedilmesi üzerine, BM Güvenlik Konseyi, Körfez Savaşı’nda Irak’taki Kürt bölgeler için kullandığı ‘Güvenli Bölge’ formülünü benimsemiş ve BM Anlaşması’nın yedinci bölümü çerçevesinde hareket ederek, 16 Nisan 1993’de çıkardığı 819 sayılı karar ile Srebrenica’yı güvenli bölge olarak ilan etmiştir.

Güvenli bölgeler, Sırp güçlerinin ve silahlarının çekilmesiyle Müslüman bölgelere yardım akışının sağlanması ve BM koruma güçlerinin rolünün genişletilmesi amacıyla oluşturulmuştu. BM UNPROFOR Güçleri ve NATO Hava Güçleri, BM Güvenlik Konseyi tarafından gerekli olduğunda bu bölgeleri korumak için ve kendilerini savunmak için güç kullanma yetkisi ile donatılmışlardı.Ancak, BM Anlaşması’nın yedinci bölümü çerçevesinde hareket edecek BM Koruma Güçleri, bu bölgelerde üstlendikleri misyonları gerçekleştirmede başarısız kalmışlardır. 34.000 askerin BM Koruma Gücü olarak görev yapması beklenirken, bu bölgelerde sadece 7.600 asker görevlendirilmiştir. Bu askerlerin etkisizliği bir tarafa, NATO hava saldırıları tehdidi de bu bölgelere yapılan Sırp saldırılarını caydırma konusunda başarısız kalmıştır. Her ne kadar UNPROFOR askerlerine, BM tarafından alınan 836 sayılı karar ile, güvenli bölgelere karşı gerçekleştirilecek saldırıları caydırma görevi verilmiş olsa da, bu görev daha çok sadece BM askerlerinin saldırıya uğraması halinde güç kullanılabileceği şeklinde yorumlanmıştır.Sonuçta, korumayı sağlayacak BM güçleri, Müslümanlara ateş edildiğinde değil, kendilerine bir saldırıda bulunulduğunda güç kullanma yetkisine sahip olacaklardı.

BM’nin Bosna’daki güvenli bölgeler operasyonu, katılan tarafların uzlaşısına dayan- mamaktaydı. BM Güvenlik Konseyi’nin çatışmayı dindirmekteki yetersizliği ve isteksizliğine bağlı olarak, tarafların hiçbiri güvenli bölgeleri korumaya yönelik işbirliği için bir girişimde bulunmamıştır. Tarafların bu planı hayata geçirmek için yeterli niyeti sergilememeleri sonucunda, bu bölgelerin silah ve askerden arındırılmasına yönelik amaç gerçekleştirilememiş ve bu bölgeler adeta Bosna’daki en tehlikeli yerler haline gelmiştir. Güvenli bölgeler, ‘güvenli’ dışında her şey olmuşlardır.

16.Owen-Stoltenberg Planı

Ağustos 1993’de Lord Owen ile yeni BM elçisi Thorvald Stoltenberg, Bosna’nın üç homojen etnik devlete bölünmesine ilişkin bir yeni bir plan açıklamışlardır. Bu yeni plan aslında, 1993 Haziranında Hırvat lider Franjo Tudjman ile Sırp lider Slobodan Miloseviç’in üzerinde anlaştıkları bir önerinin yenilenmiş versiyonu şeklindeydi. Bu plana göre, Bosna Hersek topraklarının %52’si Sırplara, %31’i Bosnalı Müslümanlara, %17’si de Hırvatlara bırakılacaktı. Sırp ve Hırvat askerî çıkarlarına uygun düşen bu plan, Bosna Hükümeti tarafından, askerî olarak savunmasız bir devlet yaratacağı ileri sürülerek reddedilmiştir.

Müslümanlara göre bu plan, ciddi sınır sorunları yaratacaktı. Üç bölgenin sınırlarını belirlemek, hâlâ ülkenin birçok bölgesinde üç ayrı etnik kökene ve mezhebe mensup insanların iç içe yaşamaları nedeniyle, son derece zor olacaktı. Planın yeni nüfus mübadelelerine yol açması, Müslümanlara deniz çıkışını kapatması gibi riskler mevcuttu. Ayrıca bu plan ile birlikte, bir BM üyesi olan Bosna-Hersek Cumhuriyeti’nin uluslararası hukuk altındaki devlet statüsü yok edilecek ve BM üyeliğinden Bosna mahrum bırakılacaktı. Bunlardan dolayı da Bosna Hersek Parlamentosu, bu planı 29 Eylül 1993’de reddetmiş ve plan uygulanamamıştır.

17.ABD’nin Tepkisi

Bosna krizinde ABD’nin otoritesini fazla kullanmadığını ve bu krizi Avrupa’nın iç işi olarak gördüğünü söylemek mümkündür. Nitekim, BM gücüne hiç asker göndermeyen ABD’deki Clinton yönetimi, sivillerin öldürülmesinin yanlış olduğunu ve durdurulması gerektiğini belirtse de, yapabileceği tek şeyin Yeltsin’i arayarak Sırpları durdurması ge- rektiğini söylemek olduğunu ifade etmiştir.Clinton Bosna-Hersek sorununun çözümünü daha çok, Sırbistan’a yönelik ekonomik ve diplomatik baskılara dayandırmıştır. Ancak bu politikanın Sırp lider Miloseviç’i memnun etmek dışında bir sonuca ulaşmadığı ve ABD’nin 1995’e kadar tamamen etkisiz kaldığını söylemek mümkündür.

Bosna konusunda Bush’u eleştiren Clinton, yönetime geldiği ilk yıllarda kendisi de Bosna’da ABD’nin yetersizliğini göstermek dışında durumu değiştirememiştir. Bu dö- nemde ABD yönetiminde, askerî müdahalenin zararlı olacağı ve eylemsizlikten daha kötü sonuçlara yol açacağını savunan grup çoğunlukta olmuş; bu grup, eylemsizlikten ziyade öncelikle Saraybosna’da bir elçilik açarak Bosna hükümetine gerçek bir hükümet gibi davranılması ve sonrasında da Bosna’ya askerî yardımı da içeren yardımlarda bulunulması gerektiğini savunmuştur.Yönetimin önemli üyelerinin güç kullanımına karşı olmalarının yanında, Vietnam Savaşı sonrasında orduda da bir isteksizlik söz konusudur.

ABD’nin Bosna’ya yönelik müdahalede bu kadar geç kalmış olmasının çeşitli nedenleri vardır. Bunlardan ilki; Balkan tarihini yanlış okumaktır. ABD’deki yaygın kanıya göre, Balkanlarda çok eskiye dayanan nefret karşısında, yabancıların yapabileceği bir şey yoktur. Eski nefretler, bölge dışından birilerinin çatışmaları önlemeye çalışmasını imkânsız kılmıştır. Bundan dolayı Bosnalılar, Sırplar ve Hırvatlar birbirini öldürmeyi kesmeye karar verinceye kadar, dış dünyanın yapabileceği hiçbir şey yoktur. İkinci neden; 1991 yılında başka yerlerde gerçekleşen önemli olaylar nedeniyle Balkanlar’da olup bitenlerin gözden kaçırılmasıdır. Bu dönemde Berlin duvarı yıkılmış, Almanya birleşmiş, Orta Avrupa’da komünizm ölmüş, Sovyetler Birliği 15 bağımsız devlete ayrılmıştı. Üstelik Irak’ın Kuveyt’i işgaline karşılık olarak, ABD liderliğindeki koalisyon, Kuveyt’i kurtarmak üzere harekete geçmişti. Bu esnada, Yugoslavya, ABD’li politika yapıcılarının pek çoğunun gözünde stratejik önemini kaybetmiş bir yerdi. Aslında bağımsız bir devlet olarak tanınmasından sonra Bosna’da yaşananlar, Saddam Hüseyin’in saldırmasından sonra Kuveyt’te yaşananlardan farksızdı. Ancak ABD açısından en büyük farklılık, Kuveyt’in tersine Bosna’da petrol olmamasıydı. Üçüncü bir neden, ABD’nin Irak sonrası yorgunluğuydu. Bir yandan Çöl Fırtınası, bir yandan da SSCB’nin ölüm çırpınışları, Washington’u çok yormuştu. Buna ek olarak, 1991’de Bush yönetimi, ABD başkanlık seçimlerine bir yıl kala Yugoslavya’ya bulaşmak istemiyordu. Bush yönetimi, Bosna’nın ABD’nin değil, AT’nin işi olduğunu ve bunu Avrupalıların halletmesi gerektiğini belirtiyor, ABD’nin Yugoslavya’dan ziyade SSCB ile ilgilenmesi gerektiğini ifade ediyordu.

Bosna ile beraber, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana Washington, ilk defa olarak önemli bir güvenlik sorununu tümüyle Avrupalılara bırakmış görünüyordu. Üstelik Avrupalıların kendileri de buradaki sorumluluğu üstlenmek istiyorlardı. Avrupalılar, Yugoslavya’yı ABD’siz, kendi başlarına çözebileceklerine inanmışlardı.Washington da, Soğuk Savaş artık bittiğine göre, Yugoslavya işini Avrupalılara bırakabileceğini düşünüyordu. Avrupa’nın konunun çözümü ile ilgili net bir siyasi irade gösterememesi sonucunda kriz ile ilgilenmeye başlayan ABD, soruna geç müdahale etmiş ve bunun sonucunda Bosna’daki pek çok sivil hayatını kaybetmiş ve durum daha da kötüleşmiştir.

ABD devlet başkanlığı seçimleri sırasında Balkanlar’daki tepkisizliğinden dolayı Bush’u eleştiren Clinton, seçildikten sonra vaatlerinin tersine bu tepkisizliği devam ettirmiştir. Öyle ki, 1995 ilkbaharında çatışma amacı bulunmayan ve BM yetkisi ile uçuşa yasak bölgeleri kontrol etme çabasında olan bir Amerikan F-16’sının Sırplar ta- rafından düşürülmesi karşısında, ABD yönetimi sesini çıkarmamıştır. ABD’yi NATO çatısı altında bir askerî müdahale seçeneğine zorlayan şey ise, Ağustos 1995’de ABD’nin Bosna’daki müzakerecilerinden üçünün Sırplar tarafından öldürülmesi olmuştur. İlk defa Bosna’da kayıp veren ABD, bundan sonra askerî seçenek üzerinde durmuş ve nitekim 30 Ağustos 1995’de Bosnalı Sırplara yönelik NATO bombardımanı başlamıştır.

18.Clinton Yönetimi ve Kuvvet Kullanımı

Clinton yönetimi, kuvvet kullanımına ilişkin bazı prensipler geliştirmiş ve Şubat 1995’deki Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi’nde bu prensipler açıklanmıştır. Buna göre, kuvvet kullanımına olanak tanıyacak üç çeşit ulusal çıkar bulunmaktadır. Bunlardan ilki; ABD toprağını, vatandaşlarını, müttefiklerini korumak gibi yaşamsal çıkarlardır ki; bu çıkarlar söz konusu olduğunda ABD, tek taraflı askerî güç kullanabilecektir. İkincisi, sınırlı güç kullanımına neden olacak yaşamsal olmayan ama önemli çıkarlardır. Üçüncüsü ise, ABD askerinin minimal risk üstlenmesi koşuluyla sınırlı güç kullanımına olanak sağlayacak insanî çıkarlardır.

1995’te Bosna’ya yönelik uygulanan politika, Clinton’un çizgisiyle uyumludur. Bosna Sırplarına karşı girişilen NATO hava saldırıları, alan olarak geniş fakat zaman ve amaç olarak sınırlı kalmış; üzerinde anlaşmaya varılmış bir durumu gözlemlemek ya da Avrupalı barış gücünün yerini almak haricindeki durumlarda ABD kara kuvvetlerinin bölgeye dâhil olmasına olanak sağlanmamıştır. Ayrıca Clinton, 1995 yılından itibaren Bosna operasyonunu, Orta Avrupa’ya istikrar getirmesi bakımından Amerikan çıkarları içerisinde tutmaya başlamıştır.

Ancak, daha önce de bahsedildiği gibi, 1995 yılına kadar ABD yönetiminde askerî müdahale seçeneğine karşı olumsuz bir tutumun ağırlığını koyduğunu söylemek mümkündür. Avrupa’nın Bosna’daki başarısızlığı, bundan dolayı Sırpların giderek ar- tan saldırıları ve Amerikalı sivillerin öldürülmesi ile medyanın giderek bu katliamlara daha çok ağırlık vermesi sonucunda, Clinton askerî müdahale seçeneğine sıcak bakmış ve daha önce ABD çıkarları ile bağlantılı görmediği Bosna Operasyonu’nu, Amerikan çıkarları içerisine almaya başlamıştır.

Özellikle 1994 yılı içerisinde, ABD yönetiminde Bosna Sırplarına karşı askerî girişimde bulunma konusunda büyük bir kararsızlık yaşanmıştır. Bu dönemde Kongredeki liderler, genelde sınırlı ABD hava saldırılarından yana olmuşlar, pek çok hukukçu ise bu seçeneğin karşısında durmuştur. Hukukçulardan Ronald Dellums, BM yetkisi altında bulunan ABD ve NATO güçlerinin barışı koruma misyonun ilk kuralını ihlâl etmemesi gerektiğini, yani taraf tutmaması ve düşman edinmemesi gerektiğini ifade etmiştir. Dellums gibi askerî girişime karşı çıkan hukukçular, Frank McCloskey gibi Sırplara karşı kuvvet kullanımını savunan isimlerle sık sık tartışma içine girmişlerdir. Sonuçta bu tartışma, Clinton’un kuvvet kullanılmasına ilişkin baskı yapması ve BM’nin VII. bölüm çerçevesinde yetkilendirdiği NATO’nun, daha ağır hava saldırılarına geçmesine karar verilmesi ile sona ermiştir.

Başlarda olaya ilgisiz olan ABD kamuoyu, çatışmalar şiddetlendiği andan itibaren ABD’nin askeri müdahalede bulunması isteğini dile getirmeye başlamıştır. Halkın desteğini de alan ABD, koalisyon güçleriyle beraber NATO çatısı altında hava harekâtlarına başlamış ve Sırpların barışa zorlanmasını sağlamıştır. Her ne kadar geç kalınmış bir müdahale de olsa ABD hem prestij hem de başarı elde etmiştir. Hatta bu müdahale başkanlık seçimlerinde Clinton yönetiminin de başarı elde etmesine neden olmuştur. Kuvvet kullanımı,BM’nin yetkilendirmesi ile ABD öncülüğünde NATO güçleri tarafından gerçekleşmiştir. Ancak müdahalenin insani bir müdahale olup olmadığı konusunda tartışmalar mevcuttur. Sonuç olarak amaç insan hakları ihlallerinin engellenmesi ve uluslararası barışın korunmasıdır.

19.Sonuç

Soğuk Savaş’ın sona ermesi, ABD açısından yeni öncelikleri ve politika seçeneklerini gündeme getirmiştir. ABD, bu öncelikleri koruma ve politikaları hayata geçirme konusunda küreselleşmeyle beraber artan karşılıklı bağımlılığı da dikkate almak durumunda kalmıştır. Yeni dönemde dünyanın herhangi bir bölgesinde meydana gelen bir gelişme, Amerikan çıkarlarını doğrudan ilgilendirmese bile, ABD’nin sorunlara kayıtsız kalması mümkün değil. Balkanlarda yaşanan krizlerin ve çatışmaların yansımaları ise doğrudan ve dolaylı biçimde geçmişte de görüldüğü gibi ABD’nin güvenliğini etkilemektedir. Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle ortaya çıkan güç boşluğunun sağladığı avantajın da etkisiyle ABD bölgesel güvenlik sorunlarına daha farklı bir anlayışla yaklaşmaya başlamıştır.

ABD’nin Soğuk Savaş sonrası dönemde izlediği politikalar, farklı isimler ve farklı içeriklerle ortaya konmuş olsa da genelde bunların ortak yönü, ABD’nin küresel üstünlüğüne dayanan yeni bir statükonun oluşturulmasına ağırlık verilmesidir. Dolayısıyla Bush döneminde “Yeni Dünya Düzeni”, Clinton döneminde “Seçici Angajman ve Genişleme” ve Bush döneminde “Önleyici Savaş ve Önceden Vuruş” gibi söylemler, aslında özü itibariyle ABD’nin dünya politikasındaki üstünlüğünü korumayı amaçlamaktaydı. Bu çerçevede Bosna, Kosova ve Makedonya angajmanları, dünya genelinde ABD’nin askeri ve siyasi üstünlüğünü göstermesi açısından kaçırılmayacak nitelikte fırsatlardı. Zira, ABD bu müdahalelerde inisiyatifi üstlenerek, Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi Soğuk Savaş sonrası dönemde de Avrupa’nın kendi başına güvenlik sorunlarını çözemeyeceğini göstermiş oldu.

Son olarak Makedonya krizinde çatışmalar büyümeden doğrudan bir diplomatik girişimle sürece müdahale edilmesi ve etnik Arnavut gerillaların kontrol altına alınması da yine Washington’un stratejik çıkarları açısından gerekli görülmüştür. İster Kosova’nın bağımsızlık ilanının ardından yaşanacak olası gerilimler, ister Bosna barışının çökmesi isterse Makedonya’daki istikrarsızlığın artması ihtimali olsun ABD’nin bölgeye yönelik politikasında elde ettiği stratejik avantajı korumaya devam edeceği düşünülebilir. Amerikan yönetimi, Bosna krizinden itibaren bu çerçevede adımlar atmış, öncelikle AB’nin söz konusu krizlerde rol oynamasını teşvik etmiştir. Bölgede siyasi istikrarın kurulması, Avrupa güvenliği açısından da büyük önem arz etmektedir. Çünkü tarihi deneyimler, Balkanlardaki istikrarsızlıkların Avrupa’daki istikrar ve barış ortamını da tehdit edebileceğini göstermektedir.

 

ESMA DİDEM ŞİMŞEK

BALKANLAR STAJYERİ

 

 

 

 

KAYNAKÇA

 

1 . Özlem, K . (2012). Soğuk Savaş Sonrası Dönemde ABD’nin ve Türkiye’nin Balkan Politikalarının Bosna Hersek, Kosova ve Makedonya Krizleri Örneğinde İncelenmesi . Balkan Araştırma Enstitüsü Dergisi , 1 (1) , 23-40 . Retrieved from https://dergipark.org.tr/en/pub/baed/issue/34531/381500

2. Dağcı, G , Zorba, H . (2016). ABD’NİN ASKERİ VE İNSANİ MÜDAHALE SİYASETİNİ ETKİLEYEN DİNAMİKLER: BOSNA-HERSEK VE KOSOVA ÖRNEĞİ . Barış Araştırmaları ve Çatışma Çözümleri Dergisi , 4 (1) , 46-69 . DOI: 10.16954/bacad.41687

3.Oğultürk, M . (2014). Kosova’nın Bağımsızlık Süreci Kapsamında ABD Dış Politikasının Analizi Güvenlik Stratejileri Dergisi , 10 (19) , 0-132 . Retrieved from https://dergipark.org.tr/tr/pub/guvenlikstrtj/issue/7524/99147

4.Başaran, D . (2018). PAX-AMERİKANA KAVRAMI VE SOĞUK SAVAŞ SONRASINDA ABD’NİN BALKANLAR POLİTİKASININ DÖNÜŞÜMÜ . Giresun Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi , 4 (1) , 37-52 . Retrieved from https://dergipark.org.tr/tr/pub/guiibd/issue/39677/440419

5.UĞRASIZ, Bülent, ‘‘ABD’nin Soğuk Savaş Sonrası Balkan Politikası’’, Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl 2004, Cilt 6, Sayı 1, s.295-303

6.Fatih Fuat TUNCER.(2020).ABD’nin Yeni Çevreleme Konsepti: Kosova Örneği.Turkish Studies-Economics,Finance,Politics

7. Lahi , Aynur. ‘‘ Stratejik Kültür ve Dış Politika: AB ve ABD’nin Kosova politikalarının analizi’’ Yüksek Lisans Tezi , ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ AVRUPA BİRLİĞİ VE ULUSLARARASI EKONOMİK İLİŞKİLER ANABİLİM DALI , Ankara 2012.

8. Yapıcı MERVE İREM , Bosna Hersek’te Gerçekleştirilen Askeri Müdahalenin Uluslararası Hukuktaki Yeri,Uluslararası Hukuk ve Politika,1,2007

9. Aksu, F., (2010). Kosova Krizinde Türkiye’nin Dış Politikası. YDÜ SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ , vol.3, ss. 51-89.

10. ARI, Tayyar, – PİRİNÇÇİ, Ferhat, ‘‘Soğuk Savaş Sonrasında ABD’nin Balkan Politikası’’, Alternatif Politika, Cilt 3, Sayı 1, Mayıs 2011, s.1-30

11. Özgenur ÇAPUTLU.(2018).TÜRKİYE-YUNANİSTAN İLİŞKİLERİNDE BİR DENGE UNSURU OLARAK MAKEDONYA KRİZİ. Barış Araştırmaları ve Çatışma Çözümleri Dergisi.

12. IŞIK, Mustafa, “Soğuk Savaş Sonrası ABD’nin Balkanlar Politikası (1990-2017)”, Soğuk Savaş Sonrasında Balkanlar 1990-2015, İbrahim Kamil (Der.), Nobel Yayıncılık, Ankara 2017

Ortadoğu’da Sivil Toplum: İmkanlar, Kısıtlılıklar

0

Batı ülkeleriyle anmaya daha aşina olduğumuz sivil toplum, tarihten günümüze kadar farklı boyutlara evirilen bir kavram olmuştur.  Özellikle küreselleşmenin etkisiyle işlevini ve gücünü artırmış olan sivil toplum bugün birçok kavramla bir bütün oluşturmuştur. Uluslararası alanda gücünü artıran sivil toplum üzerine de çalışmalar aynı oranda artarken Ortadoğu’da sivil toplum konusu bulunduğu coğrafyanın imkânları ve kısıtlılıklarıyla çalışılması önem arz eden bir konu haline gelmiştir.

Editörlüğünü Sakarya Üniversitesi Ortadoğu Enstitüsü Doktora Programından Filiz Cicioğlu’nun yaptığı on beş makalenin derlemesinden oluşan Ortadoğu’da Sivil Toplum kitabı, Türkçe literatürde Ortadoğu’da sivil toplum konusunun zayıf olduğunun fark edilmesi üzerine bir grup genç akademisyenin birleşmesiyle çalışmaya başlanmış ve 2019 yılının Ekim ayında yayınlanmasıyla güncel sayılabilecek bir eserdir. İçerisinde Ortadoğu’nun birçok ülkesindeki sivil toplum değerlendirilerek okuyucuya nitelikli bir derleme sunulmuştur. Kitabın önsözünde Ortadoğu’da sivil toplumu ve varlığını tartışmanın Türkiye’de akademik camianın pek ilgisini çekmediğini, az sayıda olan eserlerin ise oryantalist bakış açısıyla yazıldığı iddia edilmektedir. Aynı coğrafyada yer alan bu ülkelerde sivil toplum yapısının ülkenin kendi toplumsal yapısına göre analizi, devlet ve sivil toplum ilişkilerinin incelenmesi, sivil toplumun o ülkedeki gelişimi ve dış politikaya yaklaşımlarını ele almasıyla ayrıntılı bir eser olmuştur.

1. Bölüm Analizi: Ortadoğu’da Sivil Toplum İmkânı

Kitabın ilk bölümü olan Neslihan Akbulut Arıkan’ın Ortadoğu’da Sivil Toplumun İmkânı adlı makalesi, kitabı daha iyi anlamak için genel bir ışık tutmuş ve Ortadoğu’da sivil toplumu işlemiştir. İlk olarak ele alınan konu Doğu’nun Batı dışı bir unsur olarak görülmesidir. Ortadoğu’da sivil toplum ve demokrasiden bahsetmenin imkânsızlığında Doğu’nun “erk” olan Batı gibi olamayışındaki ötekileştirilme söyleminden bahsedilmektedir. Doğu ile Batı arasında hiyerarşi kurulmuş, bu hiyerarşiyi kuran ise Batı olmuştur. Makalede Edward Said’den yapılan alıntılamaya göre, bu ötekileştirmeyi kolonyal sürece bağlayarak üstün Batı ve Doğu hiyerarşisini oryantalizm olarak anlatmıştır.1 Bu sayede makalede geçen; “Doğu’da sivil toplumdan, bireysellikten, demokrasiden bahsedilmeyeceği normatif bir tespitmiş gibi rahatça dillendirilir” ifadesi yer almıştır.  Arıkan, Ortadoğu’da sivil toplum yapısının, oryantalist ve kolonyal yaklaşımla Doğu ile Batı’nın eşit olmayan, hiyerarşik ve tahakkümcü bir örüntü içerisinde değerlendirilmeye muhtaç olduğunu söylemiştir. 2

Arıkan makalenin devamında sivil toplum kavramını ele alan Ernest Gellner ve Şerif Mardin’i Ortadoğu’da sivil toplumun imkânına yönelik tartışmayı kolonyal söyleme destek olarak görmektedir. Avrupa’da sekülerleşmeye paralel bir sivil toplum gelişirken Doğu toplumlarının da İslamlaşma süreciyle “sivil toplumlaşma” sürecine girdiği analizi üzerinden bu eleştiriyi sunmuştur. Ayrıca İslam’ın hâkim olduğu coğrafyada tüm kültürel, siyasal, sosyal süreçleri belirleyen tek unsur dinmiş gibi kabul edilmesini eleştirmiştir. Arıkan, Mardin’i ise Avrupa ile Doğu arasındaki farkın dini değil kültürel bir fark olduğunu söyleyerek özcü yerden kurtulamadığını iddia etmiştir. Arıkan’a göre Batı’da sivil toplum demokratikleşmenin bir sonucu olarak görülürken bu demokratikleşme sürecine bakıldığında faşizme kayan kanlı geçişlerin olduğu yadsınmamalıdır ve bu da Batı ile Doğu arasında kurulmaya çalışılan ikili karşıtlığı akamete uğradığı noktalarını göstermektedir. Demokratikleşme süreciyle sivil toplum-devlet ilişkilerinin liberalleşmesine Ortadoğu’da farklı örnekler sunulmuştur. Bunlar, Kuveyt örneğinde bedevi toplulukların şehirlileştirilmesi için Emir Şeyh Cabir El-Ahmed tarafından “Çöllüleşme” politikasıyla liberalleşmede başarılı adımlar atılmıştır. Fas örneğinde 90’lı yıllarda mutlak hâkimiyeti sınırlayan politikalar yürütülmüştür. Yemen örneğinde Kuzey ve Güney Yemen’in birleşmesiyle demokratikleşme ve benzeri bir liberalleşme görülmektedir. Bu liberalleşme politikalarıyla birlikte Kuveyt ve Yemen’de hükümete muhalif sivil toplum kuruluşlarının var olduğu görülmektedir. Mısır ve Tunus’ta da iktidara muhalif örgütlerin seslerini duyurabildiğinden bahsedilmektedir. Arap Baharı’nda da benzer sonuçların yansımasının ortaya çıktığı sivil toplum alanının kadın hareketlerden sol hareketlere, çeşitli seküler ya da İslamcı grupların seslerini duyurmasına kadar genişlediği vurgulanmaktadır. Fas ve Türkiye ise anayasal düzenin toplumsal muhalefetle sorunlu olsa da bir diyalog halinde şekillenmesine örnek teşkil eder. Ürdün ile Lübnan’ın da bu gruba bir örnek oluşturmasıyla, sivil toplum devlet ilişkisinin geniş hak arama mücadeleleri ve toplumsal muhalefetle otorite arasında diyalog genişleyerek de olsa ilerlemede süreklilik arz ettiği bir durum gözlemlenmektedir.  Libya ve Suriye ise iktidar ile sivil toplumun en az gelişen örneklerini bizlere sunmaktadır.

Makalesinde Arıkan, demokrasi ve Ortadoğu kavramlarının yine akademisyenlerce kolonyal zihinle yorumlandığını iddia etmiştir. Arap Baharı’nın da deneyimlenmesiyle Ortadoğu’nun demokrasiye henüz hazır olmadığı analizini Hitler’in de seçime iktidarla geldiği örneği ile bağdaştırılmasını eleştirmiştir. Avrupa’da yaşanmış bir olayı Doğu’ya atfetmenin Ortadoğu’nun demokratikleşmesinin engeli olarak görülmesi Arıkan’a göre yanlış bir değerlendirmedir. Huntington’un Medeniyetler Çatışması tezine atıf yapan Arıkan,  “Hıristiyan Batı Müslüman Doğu’ya karşı”3  noktasında eksiklikler olduğunu ve kültür konusunda değerlendirmelerinin havada kaldığını tespit etmiştir. Arıkan’a göre tüm siyasal olgular gibi demokrasi de ülkelerin kültürel bağlamından etkilenir ancak kültürün demokrasiye yol açtığı ya da onu yok ettiği gibi tek etkenden söz edilemez. Makaleye göre, kültür geniş çevrelerin etkisiyle şekillenen ve toplumun yönetim şekline etki eden bir yapıda olmasıyla o toplumu bu geniş çevrelerden ayırarak analiz etmek pek doğru bulunmamaktadır.   

Arıkan’ın demokratik siyaset ve Ortadoğu başlığı altında bir diğer eleştirisi ise Ortadoğu’da baskıcı rejimlerin Batı aleyhine bir muhalefet sürdürmedikleri sürece Batılı ülke ve uluslararası platformlarca herhangi bir tepki görmemesidir. Aksine özgür seçimler sonucu Batı karşıtı bir iktidar geldiğinde yeni iktidara karşı seslerin yükseldiği vurgulanmıştır. Arıkan bu eleştirisini desteklemek için ise Gazze seçimleri sonucu Hamas’ın iktidar olmasına Batılı ülkelerin tanımadıkları açıklamalarını ve benzer süreçte Mısır’da Müslüman Kardeşlerin cezaevlerinde düştükleri duruma dikkat çekmiştir. Arıkan, Batı’nın Doğu’ya kendi kaderini tayin hakkını çok görmesi ve Doğu için iyi olanı Batı’nın bildiği söyleminin gerçekliğine dikkat çekmiştir.

Ortadoğu’da sivil toplum ve demokrasi ilişkisine bakıldığında Batılı anlamda bir hak mücadelesini, kadın hareketlerinde görmenin mümkün olduğu iddia edilmiştir. Her ne kadar dini ya da kültürel grupların etrafında kümelenen ve hemşericiliğin belirleyici unsur olabildiği sivil toplum olsa da kadın hareketleri daha bireysel mücadelelere örnek oluşturmaktadır. Arıkan, kadın hakları örgütlenmelerinin Ortadoğu’da sivil toplum açısından en umut verici örgütlenme olduğunu ve bu bağlamda kadın hareketinin Ortadoğu’da demokratikleşme adımlarında merkezi bir öneme sahip olduğunu vurgulamıştır. Kuveyt, Yemen, Mısır ve Tunus kadın hareketlerinde benzeşen ülkeler olarak örnek gösterilmiştir. Devlet eliyle ve sıkı bir denetimin altında olsa dahi bağımsız kadın hareketleri faaliyet yürütmektedir. Bu ülkelerde ne kadar yıldırılmaya çalışılsa da baskılara ve şiddet tehdidine rağmen sokağa taşan muhalefetin önemli bir kısmını kadınların oluşturduğu gözlemlenmiştir. Bu da yine kadın hareketlerinin toplumda demokratikleşme sürecinin itici gücü konumuna getirmektedir. İnsan hakları konusunda sivil toplum alanında faaliyet gösteren örgütlenmeler demokratikleşmede başat aktörken azınlıktalardır ve toplum içinde dışlanmaya çalışılmaktadırlar. Özellikle verilen Irak, Suriye ve Suudi Arabistan örneği devlet eliyle gerçekleşen hak ihlallerini raporlamak, ölüme varan cezaya konu olacak suç sayılmakta, bu tarz örgütlenmelere ve faaliyetlere yasalar içinde izin verilmemektedir. Arıkan’a göre STK’lar kolektif hak örgütlenmeleridir ve bu oluşumlar Ortadoğu’da geniş destek bulmuş gruplar oldukları için sivil toplum ve demokratikleşmeden ayrı düşünülemez.

Sonuç olarak, Arıkan’ın da vurguladığı üzere sivil toplumu mümkün kılan ve geliştiren siyasal şartlar demokratik idealleri barındırmaktayken sivil toplum faaliyetleri ve örgütleri; toplumlardaki demokratikleşme adımlarını hızlandırıcı fonksiyondadır. Makalesini kolonyal zihne yaptığı eleştiri ile ele alan Arıkan, yine Batı’nın gözünden isimlendirilen bir bölge olarak Ortadoğu’yu Doğululaştırılsa ve ikilik yaratılsa da iç içe geçmiş bir bütün olarak yorumlamaktadır. Bugün yaygın bir kavram olan sivil toplum ve dünya genelinde makbul görülen siyasi idare biçimi olan demokrasinin Ortadoğu toplumları açısından da tamamen yabancı durumlar olmadığı belirtilmiştir. Ortadoğu’yu Ortadoğu yapan geniş çerçeveli kültüre, çoklu dinamiklerden etkilenerek biçimlendiğine dikkat çekilmiş ve Ortadoğu’nun sivil toplum ve demokrasi kültürüne ışık tutulmaya çalışılmıştır. Batı’nın gözünden Ortadoğu’nun demokratikleşmede henüz başarılı olamayacağı bakış açısının yanı sıra Arıkan, bu hikayede var olmaya çalışan Ortadoğu’yu, bugün hak ve adalet eksenli bireysel ve kolektif hak taleplerini dile getiren toplum kesimlerine yayılmış bir sivil toplum oluşumundan bahsetmiştir. Baskı ve şiddet ortamında var olan bu oluşumlar, Batılılarca “yetersiz” görülmektedir. Nitekim Arıkan’ın cümleleriyle: “Ortadoğu’da sivil toplum tecrübesi ve demokratikleşme birbirini destekleyen iki uzun sürece işaret etmektedir. Bu süreçler Ortadoğu’daki otoriter ve baskıcı rejimlerin değişimi konusunda ümitvâr olmamızı sağlayan süreçlerdir.” 4

Genellikle Batı’nın gözünden yorumlanan ve yetersiz bulunan Ortadoğu söyleminin eleştirisi üzerine kurduğu bu makale ile Arıkan, demokrasi ve sivil toplum bağlamından Ortadoğu’ya ışık tutmaya çalışmıştır. Kitabın diğer bölümlerinde Ortadoğu’nun farklı ülkelerindeki sivil toplum incelenmiş ve ayrıntılı bilgiler sunulmuştur. Bu kapsamlı hazırlanmış eser, Türkiye’de bu alandaki literatüre önemli bir katkı sağlayan eser olma niteliği taşımaktadır.

 

SELİN ÇENGELKAYA

SİVİL TOPLUM OKUMALARI STAJYERİ

 

 

Kaynakça:

  1. Edward Said, Şarkiyatçılık, İstanbul: Metis Yayınları, 2014.
  2. Editör: Filiz Cicioğlu, Ortadoğu’da Sivil Toplum-İmkânlar ve Kısıtlılıklar, Ankara: Kadim Yayınları, 2019, 7.Sayfa.
  3. Huntington, S. (2011). The Clash of Civilizations and the Remaking of World Order. New York: Simon & Schuster.
  4. Editör: Filiz Cicioğlu, Ortadoğu’da Sivil Toplum-İmkânlar ve Kısıtlılıklar, Ankara: Kadim Yayınları, 2019, 25.Sayfa.

 

 

Just Cause – Suma Qamaña: Indigenous Education in Bolivia

Piedad Córdoba sunumuyla 2015 tarihinde yayınlanan belgeselde sömürge dönemiyle birlikte dayatılan eğitim sisteminden kopuşun aksayan tarihiyle birlikte Eva Morales iktidarında izlenen mevcut eğitim modelinin dayandığı “Suma Qamaña”nın izi sürülmektedir. Belgeselde, Eğitim Bakanı Roberto Aguilar Gomez, dilbilim öğretmeni Felix Layme, ilkokul öğretmeni Josefina Velazco Choque, Salesiana Üniversitesi Rektörü Thelian Argeo Corona, Warisata Rektörü Andres Mamani, topluluk ilköğretiminden sorumlu Naty Alicia Valero, Nieto de Avelino Siñani’de öğretmen Basilio Quispe, matematik öğrencileri Clementina Pariwaipa ve Gabriel Ticona Quispe, La Paz kenti öğretmenler lideri Jose Luis Alvarez ile çeşitli röportajlar yer almaktadır.

Bolivya’da Aymaras, Quechuas, Guaranis, Yurakares ve daha pek çok yerli topluluk yaşamaktadır. Bu çeşitli yerli toplulukların kendi dillerinde eğitim almaları, asimilasyonun en önemli araç haline geldiği ve İspanyolcanın dayatıldığı sömürge döneminden itibaren uzun bir savaşım tarihi olmuştur. 1825 ve 1826 tarihleri arasında görev yapan, Simon Bolivar tarafından halk eğitim direktörü olarak atanan Simon Rodriguez döneminde beyaz, mestizo ve yerli çocukların bir arada eğitim görmesi o dönemde yerliler ve köylüler için ilk kazanım olmuştur. 1920’lerde kırsalda yerlilere özgü okullar açılsa da medenileşme bu dönemde hala İspanyolca okuma yazma ile eşdeğer görülmüştür. 1930’a gelindiğinde yerlilerin kurduğu Warisata okulunun eğitim sisteminde konuşma, öğrenme ve kendi kaderleri için harekete geçme pratiklerini yaygınlaştırma çabasının gerçek bir devrim olduğu ifade edilmektedir. Bu proje, mestizo Elizardo Perez ve yerli Avelino Siñani tarafından gerçekleştirmiştir. 1940 yılında ise Warisata yerli okulu, elitlerin İspanyolca eğitim baskısıyla kapatılmıştır. Yerli ve çiftçi toplulukların eğitimi yıllar boyunca kesintiye uğramıştır.

1952-1976 yılları arasındaki dönemi araştıran Garcia Linera, Bolivya halkının %60-65’inin ana dilinin yerel dili olduğu, İspanyolcanın yabancı dilleri olduğunu ortaya koymuştur. Ancak, resmi eğitim, kamu yönetimi ve kamusal hizmetler Quechua ya da Aymara dillerinde değil; İspanyolca’dır. Yerlilere karşı uygulanan bu baskıya karşı nihayet 1980’de Bolivya’nın yerli ve köylü örgütleri ülkenin kültürel ve dilbilimsel bakımdan ülkedeki çeşitliliğe karşılık gelebilecek bir eğitimi talep etmiştir. 1994 yılında eğitim reformları kapsamındaki yeni kanun eğitimin kültürlerarası ve iki dilli olduğuna işaret etmiştir. 2006 yılında ise, nihayet Morales hükümeti “Vivir Bien” (iyi yaşam) çerçevesinde bir dizi dönüşüm başlatmıştır. İyi yaşam için eğitim, topluluk ve doğa arasındaki saygın karşılıklı varoluşta insanın biçimlenme süreci olarak ifade edilmektedir. 2010 yılında 070 Eğitim Kanunu ile birlikte tüm eğitim sistemi kültür içi, kültürlerarası ve çok dilli olmuştur.

Eğitim sistemlerinin felsefesi olan “Buen Vivir”in aslında atalarından miras kalan kültürel ve toplumsal değerler bütünü olduğu söylenebilir. Bu değerler bütünü temelde herhangi bir ayrım olmaksızın yatay örgütlenen, hiyerarşisiz bir topluma işaret etmektedir. Eğitim, çoğulcu toplum için etik prensiplerin benimsenmesi ve uygulanmasına aracılık eder. Bu etik prensipler belgeselde “tembel olma, yalancı olma, hırsız olma”[1] gibi tutum ve davranışlara karşı çıkış olarak da tanımlanmaktadır.

Warisata okul yönteminden esinlenilen 070 Eğitim Kanunu üretken topluluğa ve toplumsal sağduyuya işaret etmektedir. Bu kanunun toplumsal oluşu herkesin eğitim hakkının varlığından, topluluk da yaşamı iyileştirenin gelişiminin zorunluluğu ve bunun eğitimle zorunlu ilişkisinden kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla iyi yaşam, eğitim yoluyla üretimin bileşeni olan araştırma-öğrenme ve maddi üretim süreçlerinde gerçekleşmektedir.

Bolivya’daki mevcut eğitim sisteminde en önemli konunun müfredat olduğu ifade edilmektedir ve eğitimde 3 müfredat esas alınmaktadır. İlk müfredatta, çok uluslu devlet içi birleştirici bir müfredata dayanır. Aynı nitelik ve koşullarda fizik, kimya, coğrafya, tarih tüm öğrencilere öğretilmektedir. İkinci müfredat bölgeseldir. Yerli ve köylü halkların her birinin çeşitli kültürleri ve dilleri ile bağlantılıdır. Üçüncü müfredat ise çeşitlendirilmiştir. Ebeveynlerin, topluluğun kendi yerli çocuklarının eğitimi bağlamında katkı sunmalarına izin verilmiştir. Aymaralar diğerleriyle uyumu avantaj olarak gördüğünden, bu bağlamda herhangi bir öğretmen ve teknikerin bu rehber ile müfredatı geliştirdiğini düşünmektedirler.

Eğitim sisteminde dekolonizasyon ve ataerkil sistemin ortadan kaldırılması en önemli iki kavram olarak vurgulanmaktadır. Dekolonizasyondan kurtulmanın amacı; okul sistemindeki egemen güçlerin hiyerarşik tutumlarından ve bunların yeniden üretiminden kurtulmak, eğitim yapısındaki, öğrenci-öğretmen arasındaki hiyerarşik ilişkinin sürdürüldüğü yapıdaki okuldan kopmak ve tüm bu kavramları yıkıp toplulukları demokratik ve katılımcı formlarına dönüştürmektir. Ataerkil sistem için ise; kadınlık, erkeklik, bakım verme, aile geçindiren baba, ev işlerini yapan anne gibi rollerden sıyrılarak bu sistemin ortadan kaldırılması, toplumsal cinsiyet eşitliği hedeflenmektedir.

Belgeselde son olarak, eğitimdeki bu dönüşümün neden daha önce olmadığı ve bu yerli topluluklara neden İspanyolcanın dayatıldığı ile ilgili soruya yanıt verilmiştir. Eğitim sistemini değiştirmeden, dili değiştirmeden yerlilere din dayatılamazdı. Batı’daki ahlaki yaşam, aşkın ve doğaüstü olana bağlayan kıstaslarla inşa edilmiştir. Ancak bu dünya görüşü ile yerlilerin dünya görüşü arasında derinden bir fark vardır ve dil kullanılamazsa bu benimsetilemezdi. Kendi dillerinde eğitimden mahrum bırakılan yerli topluluklar, Bolivya’da nihayet Batı medeniyetinin müfredatı yerine kendi bağlamlarında bir müfredat yaratmanın imkânından bahsetmektedirler. Aymaras’ta kendi bağlamlarında, aktif ve üretken, doğayla ilintili, bilgiyi ve bilgeliği içeren, iyi yaşam için eğitim metodunu bize tanıtan bu belgesel biterken benzerlikleri ve farklılıklarıyla kendi topraklarımızın, “Buen Vivir” için eğitim modeli olabilecek köy enstitülerini hatırlatıyor…

Kardelen Dilara CAZGIR

Latin Amerika Staj Programı

Dipnot:

[1]Ama quella, ama llulla, ama sua.