Home Blog Page 9

Ülke İçinde Yerinden Edilenler: Mülteci Statüsüne Geçiş Sürecinde Yaşanan Problemler

Ahsen Yıldırım

Göç Çalışmaları Stajyeri

Özet

Kendi ülkesi içinde çatışma, afet gibi sebeplerle yaşadığı yerden başka bir bölgeye zorunlu olarak göç eden bireylere ülke içinde yerinden edilen kişiler denmektedir. Bu araştırma, 2022 yılı sonunda sayıları altmış iki milyonu aşan ülke içinde yerinden edilen kişileri ve bu kişilere ilişkin atılan uluslararası adımları ele almaktadır.

Bu araştırma, ‘Ülke İçinde Yerinden Edilme Konusunda Yol Gösterici İlkeler’ bağlamında ülke içinde yerinden edilen bireylerin yaşadığı problemlere ve ilkelerin bireylere yeterince koruma ve yardım sağlayamadığına dikkat çekmektedir. Araştırmada, yasal bağlamdaki problemlerin yanı sıra pratikte yaşanan zorluklar da incelenmektedir. Aynı zamanda ülke içinde yerinden edilen kişilerin temel haklarına erişimde yaşadıkları güçlükler ve uluslararası koruma ve yardım taleplerinin karşılanmasındaki eksiklikler vurgulanmaktadır. Uluslararası örgüt ve kuruluşların eksikliklerinin yanı sıra ulusal düzeydeki eksikliklerden de bahsedilmektedir.

Sonuç kısmında ise bu problemlerin çözümü için uluslararası işbirliğinin ve uluslararası korumanın, ulusal düzeyde ise etkili politikaların gerekliliğine vurgu yapmaktadır.

Anahtar Kelimeler: Mülteci Statüsü, Ülke İçinde Yerinden Edilmiş Kişiler, Uluslararası Hukuk, Ülke İçinde Yerinden Edilme Konusunda Yol Gösterici İlkeler

Giriş

Ülkelerarası savaşların daha yoğun olduğu 20. yüzyıla kıyasla bu yüzyılda iç savaşların daha çok yaşandığı, bu sebeple de zorunlu göçün arttığı yadsınamaz bir gerçektir. Zorunlu göç sebebiyle insanlar, kimi zaman kendi kaynakları doğrultusunda farklı ülkelere göç ederken, kimi zaman da ülke içindeki farklı bölgelere göç etmektedirler. Farklı ülkelere zorunlu olarak göç eden kişiler, 1951 Cenevre Sözleşmesi bağlamında yaptıkları koruma başvuruları sonrası genellikle “mülteci” statüsü edinirken, ülke içinde benzer sebeplerle göç eden kişiler “ülke içinde yerinden edilmiş kişi” olarak adlandırılmaktadırlar.

1951 sözleşmesi ile birlikte dünyadaki gelişmelere bağlı olarak “mülteci” statüsü daha kapsayıcı hale getirilmiştir. Ayrıca bu meselenin uluslararası işbirliği ile çözümlenmesi gerektiğini altı çizilmiş, buna istinaden Mültecilere İlişkin Küresel Mutabakat imzalanmıştır. İmzalanan sözleşmelerin, bildirilerin ve düzenlenen forumların uygulamada ne ölçüde yararlı olduğu tartışılsa da bu noktada “ülke içinden yerinden edilmiş kişilere” dair yasal bağlayıcılığı olan herhangi bir sözleşme olmaması dikkat çekmektedir.

Bu çalışmada amaç, kendi ülkelerinde “mülteci” olarak yaşamlarını sürdüren, bu süreçte psikolojik, sosyolojik ve ekonomik sebeplerle zorluk yaşayan fakat ulusal ve uluslararası düzeyde yeterli koruma, yardım ve hizmeti edinemeyen ülke içinde yerinden edilmiş kişilerin mülteci statüsü edinmelerinin önündeki engelleri uluslararası hukuk bağlamında tartışmaktır. Çalışma aynı zamanda bu süreçlerin nasıl iyileştirileceğine dair fikirler de sunmaktadır.

1. Uluslararası Hukuk Bağlamında Ülke İçinde Yerinden Edilmiş Kişi

Zorla yerinden edilmiş kişi, bulunduğu yerden başka bir bölgeye kendi ülke sınırları içerisinde zorunlu olarak göç etmek zorunda kalan kişidir. Birleşmiş Milletler Mülteci Yüksek Komiserliği (BMMYK)  ülkeleri içinde yerinden edilmiş kişileri, güvenli bir yer bulmak için bir ülke sınırlarını geçmeyen veya geçemeyen kişiler olarak tanımlamaktadır. Ülke İçinde Yerinden Edilme Konusunda Yol Gösterici İlkeler ise; “sürekli yaşamakta oldukları yerlerden, özellikle silahlı çatışmaların, yaygın şiddet hareketlerinin, insan hakları ihlallerinin veya doğal ya da insan kaynaklı felaketlerin sonucunda veya bunların etkilerinden kaçınmak için, uluslar arası düzeyde kabul görmüş hiçbir devlet sınırını geçmeksizin kaçan ya da bu yerleri terk eden kişiler ya da kişi gruplarıdır” şeklinde tanımlanmaktadırlar (Ülke İçinde Yerinden Olma Konusunda Yol Gösterici İlkeler, 1998).

Kendi ülkeleri içinde yerinden edilmiş bu kişiler veya gruplar, yerlerinden edilmelerinin altında yatan neden o hükümet olsa bile, yine o hükümetlerinin koruması altında yaşamlarını sürdürmeye çalışırlar (UNHCR).

Bugün dünyada yaşanan olaylar neticesinde ülke içinde yerinden edilenler haricinde mülteci, sığınmacı, geçici korunan gibi farklı statülere sahip zorla yerinden edilen kişiler bulunmaktadır. Bu kavramlardan en çok bilinen, hatta diğer statüler yerine de sık sık kullanılan, mülteci tanımı uluslararası göç hukuku açısından oldukça önemlidir. Bunun en önemli sebeplerinden birisi, bir anlamda diğer kavramların temel yapısını da oluşturan bu statünün, 1951 Cenevre Sözleşmesi ve 1967 New York Protokolü ile yasal bir çerçeveye oturtulmasıdır. Yasal anlamda bağlayıcılığı bulunan söz konusu sözleşmeler ile çerçevesi belirlenen mülteci,“ırkı, dini, tabiiyeti, belli bir toplumsal gruba mensubiyeti veya siyasi düşüncelerinden dolayı zulme uğrayacağından haklı sebeplerle korktuğu için vatandaşı olduğu ülkenin dışında bulunan ve bu ülkenin korumasından yararlanamayan ya da söz konusu korku nedeniyle yararlanmak istemeyen yabancıya veya bu tür olaylar sonucu önceden yaşadığı ikamet ülkesinin dışında bulunan, oraya dönemeyen veya söz konusu korku nedeniyle dönmek istemeyen vatansız kişiye” verilen statüdür (Cenevre Sözleşmesi, Madde 1).

Yani mülteci, ülke sınırları dışında koruma arayan ve değerlendirmeler sonucunda bir başka ülkenin korumasına sahip olan kişidir. Bugün dünyada 35 milyonu aşkın mülteci olduğu düşünüldüğünde, bu korumanın gerekliliği yadsınamazdır. Buna karşın, sayıları güncel verilere göre 62 milyonu geçen ve dünya çapında zorla yerinden edilmiş kişilerin yarısından fazlasını oluşturan ülke içinde yerinden edilenlere dair, uluslararası hukuk düzleminde bağlayıcılığı bulunan bir korumadan söz edilmediği görülmektedir (Nyanduga, 2004). Yani ülke içinde yerinden edilenler, “bir sınırı geçmedikleri için, güvence altına alınmış bir koruma veya yardım kaynağına sahip değillerdir” (Cohen, 1999).

Ülke içinde yerinden edilmeye dair uluslararası bir sistemin olmadığı dünyada,  ülke içinde yerinden edilenlerin çatışmalara bağlı olarak artması, hem hükümetlere hem de uluslararası düzeyde örgütlere rehberlik edecek bir çerçeve oluşturulmasını elzem hale gelmiştir (Cohen, 1999).  Bu sebeple ülke içinde yerinden edilenlere dair çözüm arayışı kapsamında, BM İnsan Hakları Komisyonu’nun ev sahipliğinde müzakereler gerçekleştirilmiştir. Müzakereler sonucunda BM Genel Sekreteri, Francis M. Deng’i Ülke İçinde Yerinden Edilmiş Kişiler Temsilcisi olarak atamış ve bağlayıcılığı olmayan bir hukuk belgesinin oluşturulmasına karar verilmiştir (Kurban, 2006). Bu karara istinaden ÜİYÖK’lere ilişkin yasal bir çerçeve oluşturma amacı ile hazırlanan “Ülke İçinde Yerinde Olma Konusunda Yol Gösterici İlkeler” 1998 yılında BM tarafından kabul etmiştir (Ülke İçinde Yerinden Olma Konusunda Yol Gösterici İlkeler, 1998).

1.1 Ülke İçinde Yerinden Olma Konusunda Yol Gösterici İlkeler

Hukuki bir statü ve koruma getirmeyen ama kapsamlı metniyle devletlere kılavuzluk eden yol gösterici ilkeler, uluslararası insan hakları tarafından güvence altına alınan haklara dayandırılmışlardır (Ercan, Kul, 2021).

İlkeler, ülke içinde yerinden edilenlerin korunmasına dair bir çerçeve oluşturmanın yanı sıra yerinden edilen kişilerin haklarını ve devletlerin kişilere karşı sorumluluklarını belirlemekte ve ulusal ve uluslararası düzeyde rehber olarak görülmektedir (Cohen, 1999).

Bu rehber, ülke içinde yerinden edilme halinin bütün aşamalarını kapsamaktadır (Handbook for the Protection of Internally Displaced Persons, 2010):

  • “Yerinden edilmeye karşı koruma
  • Yerinden edilme sırasında koruma ve yardım
  • Yerinden edilme sonrasında geri dönüş, yerel entegrasyon veya yeniden yerleştirilme gibi kalıcı çözümler”

Ülke içinde yerinden olmaktan korunmaya ilişkin ilkelere göre, hem ulusal hem de uluslararası yetkililer, yerinden edilmeye neden olabilecek durumların önlenmesini sağlamalı ve bu konudaki sorumluluklarını yerine getirmelidirler (Ülke İçinde Yerinden Olma Konusunda Yol Gösterici İlkeler, 1998).

Yerinden edilme sırasında korumaya dair ilkeler, kişilerin sahip oldukları hakları, temel insan hakları çerçevesi kapsamında açıklanır. Kişiler temiz ve içilebilir su, temel gıda, barınma, psikolojik destek ve sosyal hizmet gibi temel ihtiyaçlar ile birlikte seyahat ve yaşayacağı yeri seçme hakkına sahiptirler (Ülke İçinde Yerinden Olma Konusunda Yol Gösterici İlkeler, 1998).  Kişilerin iş arama ve ekonomik faaliyetlere, örgütlenme, oy verme hakları da yerinden edilme öncesinde olduğu gibi bulunmaktadır (Ülke İçinde Yerinden Olma Konusunda Yol Gösterici İlkeler, 1998).

İnsani yardımlara ilişkin ilkeler; yardımların askeri ve siyasi gerekçeler ile engellenemeyeceği, yardım sorumluluğunun öncelikle ulusal düzeyde yetkililere ve kurumlara ait olduğu fakat uluslararası makamlardan da gerektiği takdirde destek istenebileceği belirtilir (Ülke İçinde Yerinden Olma Konusunda Yol Gösterici İlkeler, 1998).

Geri dönüş ve yeniden yerleştirme ve entegrasyona ilişkin ilkelere göre kişilerin kamu faaliyetlerine ve hizmetlerine diğer ülke vatandaşları gibi tam ve eşit katılma hakları vardır ve bu noktada ayrımcılık kabul edilemez (Ülke İçinde Yerinden Olma Konusunda Yol Gösterici İlkeler, 1998). Bunun yanı sıra geri dönüş ve yerleştirme ve uyum süreçlerinde uluslararası makamların yardımlarının ulusal makamlar tarafından engellenmemesi gerektiği önemle belirtilmektedir (Ülke İçinde Yerinden Olma Konusunda Yol Gösterici İlkeler, 1998).

2. Ülke İçinde Yerinden Edilen Kişilerin Yaşadığı Problemler

2.1. Yasal Bağlamda Yaşanan Problemler

Kılavuz ilkeler nedeniyle yaşanan problemlerin temel noktası, mülteci statüsünün 1951 Cenevre Sözleşmesi’nden hareketle yalnızca menşei ülkesi dışında olan bireylere verilmesidir. Bu noktada ülke içinde yerinden edilen kişilerin, kendi ülkeleri sınırları içinde oldukları için, kendi hükümetleri tarafından korunuyor oldukları düşünülmektedir (Cohen, 1999). Bu sebeple Ülke İçinde Yerinden Olma Konusunda Yol Gösterici İlkeler’den biri de kişilere karşı koruma ve yardım sorumluluğunun kişinin bulunduğu ülkedeki hükümete verilmesidir. Fakat ülke içinde yerinden edilen kişilerin koruma ve yardım sorumluluğunun kişinin menşei ülkesine ait olduğunun belirtilmesi, yerinden edilen kişinin mağduriyetine sebep olan büyük bir eksikliktir. Çünkü ülke içinde yerinden edilen kişinin, bu durumu yaşamasının temel sebebi devlet ve o devletin politikaları, hatta söylemleri olabilir. Başka bir deyişle, kılavuz ilkelerin uygulama yetkisini verdiği devlet, birçok durumda kişilerin yerinden edilmesinin sorumlusu olabilir (Ercan, Kul, 2021).

Ülke içinde yerinden edilen bireylerin yasal bağlamda yaşadıkları problemlerin diğer bir nedeni ise, bu kişilerin koruma ve yardım süreçleri için kabul edilen yol gösterici ilkelerin hukuk düzleminde bağlayıcı olmamasıdır. Bağlayıcı olmadığı için kimi ülkelerde veya bölgelerde uygulamaya dökülmeye çalışılan bir koruma ve yardım süreci hâkimken, kimilerinde ise ülke içinde yerinden edilen bireyler kendi kaderlerine terk edilmektedir. Yol gösterici ilkelerin bağlayıcı olmaması pratik bağlamda da birçok soruna neden olmaktadır.

Yasal bağlamdaki sorunları göz önünde bulundurduğumuzda, mağduriyetlerin sebebinin kişilerin uluslararası koruma altında olmamaları ile doğrudan bağlantılı olduğu görülmektedir. Fakat Sonuç Belgesi’nde bu duruma ilişkin yapılan müzakerelerde, birçok üye devlet bunun bir iç politika sorunu olduğunu savunmuş ve altmış iki milyon ülke içinde yerinde edilmiş kişi olmasına rağmen uluslararası bir sözleşme ile koruma altına alınmaları yolunda adım atılamamıştır (Kalin, 2008).

2.2. Pratikte Yaşanan Problemler

Ülke içinde yerinden edilen bireylerin yaşadıkları problemler yasal bağlamda ve pratikte yaşananlar olarak ikiye ayrılsa da problemlerin temel nedeninin aynı olduğu görülmektedir. Çünkü ülke içinde yerinden edilenlerin yaşadıkları bazı sorunlar uygulamalarla önlenmeye çalışılsa da bu önlemlerden söz eden hukuk belgesi bağlayıcı olmadığında, etkisini ve kapsamını büyük ölçüde daralttığı görülmektedir.

Ülke içinde yerinden edilenlere yönelik koruma, yardım ve hizmetler ev sahibi ülkelerin inisiyatifinde olduğundan, kişiler güvenlik, barınma, sağlık, eğitim, ulaşım, uyum konularında sorun yaşamakta ve bu şekilde yaşamlarını sürdürmekte zorlanmaktadırlar (Ercan, Kul, 2021).

Devletler kimi zaman kaynaklarının yeterli olmaması nedeniyle koruma ve yardım sağlanılmadığını belirtmekteyse de bu noktada uluslararası yardım talebinin bir seçenek olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Fakat devletler bu noktada, otoritelerinin sarsılabileceği korkusu ile bu yardımları kabul etmezken kimi zaman ise koruma ve yardımın sağlanmaması, yerinden edilmiş kişilerin ülke içinde marjinal olarak görülmesi sebebinden kaynaklanabilmektedir (Cohen, 1999).

Pratikte yaşanan diğer bir sorun ise çatışma yaşanan bölgelerde kaynak yetersizliği sebep gösterilerek yardım yapılmaması ve uluslararası yardım desteği söz konusu olduğunda da iletişim problemlerinin yaşanmasıdır (Cohen, 1999). Bu noktada çatışma yaşanan bölgenin sosyokültürel özeliklerini bilmek elzemdir fakat birçok uluslararası kuruluşun söz konusu bölgeye dair bilgi ve deneyimi olmaması farklı güçlükleri doğurabilmektedir. Bu güçlüklerin ancak ulusal ve uluslararası kuruluşların işbirliği ile aşılabileceği ise inkâr edilemez bir gerçektir.

Pratikte eksik kalan bir diğer nokta ise kişilerin temel haklarından olan güvenliğin yeterince sağlanamamasıdır. Ülke içinde yerinden edilen kişilerin barınma, gıda kadar hatta bazen onlardan da çok güvenliğe ihtiyaç duyduğu noktası atlanabilmektedir. Güvenliğin sağlandığından emin olmak amacıyla BM fonları ile desteklenen askeri korumalar gerektiği gibi, bireysel silahsızlandırma gibi bölgesel yapılandırmalar da önemlidir (Cohen, 1999).

Özetle pratik noktasında İÜYÖK’lerin, mültecilerle benzer sebeple göç etseler dahi onlar kadar yardım ve korumaya erişemedikleri görülmektedir. Üstelik yalnızca koruma ve yardım söz konusu olduğunda değil, yerel entegrasyon ve gönüllü geriş dönüş noktasında da mülteciler kadar yardım ve hizmete erişememektedirler. Çünkü kılavuz ilkeler, sahada sivil toplum kuruluşları tarafından “savunuculuk aracı” olarak kullanılsa bile hiçbir örgüt ve kuruluş, ülke içinde yerinden edilmiş kişiler için koruma ve yardım sağlama yetkisine sahip değildir (Handbook for the Protection of Internally Displaced Persons, 2010).

Sonuç ve Öneriler

Ülke içinde yerinden edilmiş kişileri ve mülteci statüsüne geçiş sürecinde yaşadıkları problemleri pratik ve yasal bağlamda irdelediğimizde, kılavuz ilkelerin yasal olarak bağlayıcı olmamasının önemli bir nokta olduğunu görülmektedir. Çünkü ortaya çıkan problemler, nihayetinde bağlayıcı olmama sorunu ile kesişmektedir. “Ülke içinde yerinden edilen” statüsü hukuki bağlamda kabul edilmediği sürece bu problemlerin çözülemeyeceği açıktır. Altmış iki milyon insanın mağduriyetinin giderilmesi ve kişilerin koruma ve yardıma erişebilmesi için bağlayıcı bir sözleşme ve uluslararası işbirliği gereklidir.

Uluslararası işbirliği ile sağlanan koruma ve yardım faaliyetleri ile güvenliğin sağlanmasının dışında, iç hukuk ve politikalarda yapılandırma da önemlidir. Çünkü işin sonunda tüm bu çözümlerin geçici olduğu, sorunun temel çözümünün sebeplere yönelik politikalar geliştirmek olduğu bilinmeli ve önemsenmelidir. Nihayetinde dünyadaki birçok kişinin, grubun ya da toplumun yaşadığı sorunlar genellikle siyasi bir ayağa sahiptir ve bu noktada nihai çözüm o siyasi ayağın, yine siyasiler tarafından ele alınması ile çözülebilmektedir.

KAYNAKÇA

BM Genel Kurulu, 1951 Cenevre Sözleşmesi. Erişim Adresi: https://www.multeci.org.tr/wp-content/uploads/2016/12/1951-Cenevre-Sozlesmesi-1.pdf

Cohen, R. (1999). New Challenges for Refugee Policy: Internally Displaced Persons. Erişim Adresi: https://www.brookings.edu/articles/new-challenges-for-refugee-policy-internally-displaced-persons/

Ercan, P. G. ve Selin K. “Ülkeleri İçinde Yerinden Edilmiş Kişilerin ve Mültecilerin Koruma Sorumluluğu Çerçevesinde Korunması”, Uluslararası İlişkiler, Vol.18, Sayı 71, 2021, pp. 1-19 DOI: 10.33458/uidergisi947516. Erişim Adresi: https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/1805539

Handbook for the Protection of Internally Displaced Persons, 2010. Erişim Adresi: https://www.unhcr.org/sites/default/files/legacy-pdf/47949f342.pdf

Kurban, D. “Ülke İçinde Yerinden Edilme Sorunu: Uluslararası Hukuktaki Gelişmeler ve Ülke Pratikleri”, Dilek Kurban et al. (der.), Zorunlu Göç ile Yüzleşmek: Türkiye’de Yerinden Edilme Sonrası Vatandaşlığın İnşası, İstanbul, TESEV Yayınları, 2006, s. 53.

Nyanduga, B. T (2004). The Challenge of Internal Displacement in Africa. Forced Migration Review, s. 58-59. Erişim Adresi: https://web.archive.org/web/20071029221242/http://www.fmreview.org/FMRpdfs/FMR21/FMR21full.pdf

UNHCR, Kendi Ülkeleri İçinde Yerinden Edilmiş Kişiler. Erişim Adresi: https://www.unhcr.org/tr/kendi-ulkeleri-icinde-yerinden-edilmis-kisiler

Ülke İçinde Yerinden Olma Konusunda Yol Gösterici İlkeler, 1998. Erişim Adresi: https://dspace.ceid.org.tr/xmlui/bitstream/handle/1/161/ekutuphane2.2.3.2.pdf?sequence=1&isAllowed=y

Walter Kalin, “The Future of the Guiding Principles”, Ten Years of Guiding Principles: Forced Migration Review, 2008, s. 39.

Ülke İçinde Yerinden Edilenler- Ülke İçinde Yerinden Edilenler -Ülke İçinde Yerinden Edilenler -Ülke İçinde Yerinden Edilenler -Ülke İçinde Yerinden Edilenler -Ülke İçinde Yerinden Edilenler

Bosna Hersek’in AB Yolculuğu: İlerleme, Zorluklar ve Bölgesel Destek

Bosna Hersek’in Avrupa Birliği (AB) üyeliği yolculuğu, bölgesel ve uluslararası politikaların kesiştiği, stratejik ve tarihi öneme sahip bir süreçtir. AB Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen’in Avrupa Parlamentosu Genel Kurulunda Bosna Hersek ile katılım müzakerelerinin başlatılması tavsiyesi, bu sürecin yeni bir evresini işaret etmektedir (NTV, 2024; Euronews, 2024). Bu analiz, Bosna Hersek’in AB üyelik sürecini, iç ve dış etkenleri, bölgedeki diğer ülkelerin durumunu ve Türkiye’nin bu sürece ilişkin görüş ve tutumunu ele alarak, Bosna Hersek’in AB yolculuğunun bir değerlendirmesini sunmaktadır.

Bosna Hersek’in AB Üyeliği Yolculuğu

Bosna Hersek, 2016 yılında AB’ye üyelik için resmi başvuruda bulunmuş ve 2022’de aday ülke statüsü elde etmiştir (NTV, 2024). Von der Leyen, Bosna Hersek’in adaylık statüsü aldıktan sonra kaydettiği ilerlemeleri övgüyle karşılamış, ülkenin üyelik kriterlerini yerine getirme konusunda önemli adımlar attığını belirtmiştir (Euronews, 2024). Ancak, Bosna Hersek’in AB üyelik süreci, etnik bölünmeler ve reformlarda yaşanan gecikmeler gibi iç sorunlarla karşı karşıya kalmıştır.

İç ve Dış Etkenler

Bosna Hersek’in AB üyelik süreci, iç ve dış etkenlerin etkileşimi altında şekillenmektedir. İçeride, ülkeyi zorlayan derin etnik bölünmeler ve siyasi istikrarsızlık, reform süreçlerini yavaşlatmaktadır (Al Jazeera, 2024). Dışarıdan ise, Rusya ve Çin gibi aktörlerin bölgedeki artan etkisi, Batı’nın dikkatini yeniden Balkanlar’a ve özellikle Bosna Hersek’in AB yolculuğuna çekmiştir (Al Jazeera, 2024).

Bölgesel Dinamikler ve Diğer Ülkeler

Bosna Hersek’in AB üyeliği yolculuğu, bölgesel dinamikler ve Batı Balkanlar’daki diğer ülkelerin durumlarıyla yakından ilişkilidir. AB’nin genişleme politikasındaki yenilenen enerji, Bosna Hersek’in üyelik sürecini hızlandırma potansiyeline sahiptir. Özellikle, Rusya’nın Ukrayna’yı işgali sonrası, AB’nin genişleme politikasında bir yeniden canlanma görülmekte ve Batı Balkan devletlerinin entegrasyonu, bloğun jeopolitik önemini artırma açısından kritik olarak görülmektedir (Euronews, 2024).

Türkiye’nin Görüş ve Tutumu

Türkiye, Bosna Hersek’in AB üyelik sürecini destekleyen bir tutum sergilemektedir. Türkiye, Balkanlar’da istikrar ve barışın sağlanmasına büyük önem vermektedir ve bu bağlamda Bosna Hersek’in AB üyelik sürecini desteklemektedir. Türkiye’nin Bosna Hersek’e yönelik tutumu, bölgedeki barış, istikrar ve refahın artırılması yönünde bir yaklaşımı yansıtmaktadır (Al Jazeera, 2024).

Sonuç

Bosna Hersek’in AB üyelik süreci, bölgesel ve uluslararası politikaların kesiştiği karmaşık bir süreçtir. AB Komisyonu’nun müzakerelerin başlatılması yönündeki tavsiyesi, Bosna Hersek için önemli bir adım olmakla birlikte, ülkenin karşılaştığı iç sorunların ve bölgesel dinamiklerin üstesinden gelinmesi gerekmektedir. Türkiye’nin Bosna Hersek’in AB yolculuğuna verdiği destek, iki ülke arasındaki stratejik ortaklığın bir göstergesi olarak kabul edilmektedir.

Kaynakça

Al Jazeera. (2024, March 12). European Commission to recommend EU accession talks with Bosnia. Al Jazeera. https://www.aljazeera.com/news/2024/3/12/european-commission-to-recommend-eu-accession-talks-with-bosnia

Euronews. (2024, March 12). Brussels recommends opening EU membership talks with Bosnia and Herzegovina. Euronews. https://www.euronews.com/my-europe/2024/03/12/brussels-recommends-opening-eu-membership-talks-with-bosnia-and-herzegovina

NTV. (2024). Bosna Hersek AB yolunda. NTV. https://www.ntv.com.tr/dunya/bosna-hersek-ab-yolunda,4ezAzeb5PkaUzux2K5RAPA

T.C. Dışişleri Bakanlığı. (2016, Şubat 15). No: 43, 15 Şubat 2016, Bosna Hersek’in AB Adaylık Başvurusu Hk. https://www.mfa.gov.tr/no_-43_-15-subat-2016_-bosna-hersek_in-ab-adaylik-basvurusu-hk_.tr.mfa

ANKASAM. (t.y.). Bosna Hersek AB Üyeliğine Bir Adım Daha Yaklaşıyor. ANKASAM. https://www.ankasam.org/bosna-hersek-ab-uyeligine-bir-adim-daha-yaklasiyor/

Haiti Krizi: İç Çatışmalar ve Uluslararası Müdahalenin Analizi

Haiti Krizi, ülkenin tarih boyunca karşılaştığı siyasi istikrarsızlık, ekonomik zorluklar ve sosyal çalkantıların sonucudur. Bu analiz, Haiti’deki krizin arka planını, mevcut durumu, iç ve dış aktörlerin rollerini ve uluslararası çabaları ele alarak, ülkedeki karmaşık durumu derinlemesine incelemeyi amaçlamaktadır.

Haiti’deki Krizin Arka Planı

Haiti’deki krizin arka planını anlamak, ülkenin tarihine ve sosyo-ekonomik yapısına derinlemesine bir bakış gerektirir. Haiti, 1804 yılında bağımsızlığını kazanarak dünyanın ilk siyah cumhuriyeti ve köleliği kaldıran ikinci ülke oldu. Ancak, bu tarihi başarı, uzun süreli siyasi istikrarsızlık, ekonomik zorluklar ve dış müdahalelerle gölgelendi.

Kolonyal Miras ve Bağımsızlığın Bedeli

Haiti’nin kolonyal geçmişi, Fransa’nın ağır vergi ve tazminat talepleriyle karakterize edildi. Bu, yeni bağımsız ülkenin ekonomik gelişimini başından itibaren baltaladı. Bağımsızlığın ilk yıllarında, Haiti’nin uluslararası toplum tarafından tanınması ve ekonomik izolasyonunun sona erdirilmesi için Fransa’ya büyük miktarlarda tazminat ödemesi gerekti. Bu borç yükü, Haiti’nin ekonomik kalkınmasını asırlar boyunca engelledi ve ülkeyi kronik borç sarmalına soktu.

Siyasi İstikrarsızlık ve Dış Müdahaleler

Haiti tarih boyunca sayısız darbe, diktatörlük ve siyasi kriz yaşadı. 20. yüzyıl, özellikle Duvalier diktatörlüğü (Papa Doc ve Baby Doc) altında insan hakları ihlalleri, siyasi baskı ve ekonomik çöküşle damgalandı. Bu dönemler, Haiti’nin sosyal dokusunu zayıflattı ve geniş çapta yoksulluğa yol açtı.

Doğal Afetler ve İnsani Krizler

Haiti’nin coğrafi konumu, ülkeyi tropikal fırtınalar, depremler ve diğer doğal afetlere karşı son derece savunmasız kılar. 2010 yılındaki yıkıcı deprem, ülkenin altyapısına ve ekonomisine derin darbe vurdu, 200,000’den fazla insanın ölümüne ve milyonlarca insanın yerinden edilmesine neden oldu. Doğal afetlerin tekrarlanan etkisi, Haiti’nin kalkınma çabalarını sürekli olarak geriye itti ve uluslararası yardım bağımlılığını artırdı.

Ekonomik Zorluklar ve Sosyal Çalkantılar

Haiti, Amerika kıtasındaki en fakir ülkelerden biri olmaya devam etmektedir. Yüksek işsizlik oranları, yetersiz eğitim ve sağlık hizmetleri ve geniş çapta yoksulluk, sosyal çalkantılara zemin hazırlamıştır. Ülke içindeki ekonomik zorluklar, genç nüfusu çetelere ve suç örgütlerine katılmaya itmektedir, bu da güvenlik sorunlarını daha da kötüleştirmektedir.

Haiti’deki krizin arka planını anlamak, bu tarihi ve sosyo-ekonomik faktörlerin karmaşık etkileşimini kapsar. Bu faktörler, günümüzdeki krizin temelini oluşturur ve herhangi bir çözümün, Haiti’nin karşı karşıya olduğu bu derin köklü sorunları ele alması gerektiğini göstermektedir.

Haiti, Amerika kıtasındaki en fakir ülkelerden biridir ve tarihi boyunca siyasi darbeler, doğal afetler ve dış müdahalelerle sarsılmıştır. 2010 yılında meydana gelen ve 200,000’den fazla insanın ölümüne yol açan deprem, ülkenin altyapısını ve ekonomisini derinden etkilemiştir (BBC News, 2024). 2021 yılında ise Devlet Başkanı Jovenel Moïse’in suikasti, ülkedeki siyasi istikrarsızlığı daha da artırmıştır.

Mevcut Durum

Siyasi İstikrarsızlık

Haiti’de siyasi istikrarsızlık, Devlet Başkanı Jovenel Moïse’in 2021’de suikast sonucu öldürülmesiyle yeni bir boyut kazandı. Bu olay, zaten kırılgan olan siyasi yapıyı daha da zayıflattı ve ülkede güç boşluğu oluşturdu. Ariel Henry’nin geçici başbakan olarak atanması ve ardından istifası, siyasi belirsizliği artırdı ve ulusal birliği sağlama çabalarını sekteye uğrattı.

Güvenlik Krizi ve Çete Şiddeti

Haiti’de güvenlik durumu, çetelerin giderek artan şiddeti ve devlet otoritesinin erozyonu nedeniyle ciddi şekilde bozuldu. Çeteler, başkent Port-au-Prince dahil olmak üzere ülkenin büyük bölümlerinde kontrolü ele geçirdi. Bu durum, kamu düzeninin çökmesine, binlerce insanın yerinden edilmesine ve geniş çapta insan hakları ihlallerine yol açtı. Çetelerin şiddeti, ulusal ve uluslararası çapta endişe uyandıran bir güvenlik krizine neden oldu.

Ekonomik Çöküş ve İnsani Kriz

Siyasi istikrarsızlık ve güvenlik krizi, Haiti’nin zaten kırılgan olan ekonomisini daha da zayıflattı. İşsizlik, yoksulluk ve gıda güvensizliği gibi sorunlar derinleşti. Birleşmiş Milletler ve diğer yardım kuruluşları, milyonlarca Haitilinin insani yardıma ihtiyaç duyduğunu ve ülkede ciddi bir gıda krizi olduğunu bildiriyor. Doğal afetlere karşı savunmasızlık ve altyapı eksiklikleri, ekonomik ve sosyal sorunları daha da kötüleştiriyor.

Uluslararası Müdahale ve Yardım Çabaları

Uluslararası toplum, Haiti’nin karşı karşıya olduğu krize çözüm bulmak için çeşitli girişimlerde bulundu. Bu girişimler arasında güvenlik güçlerine destek, insani yardım sağlama ve siyasi diyalogu teşvik etme çabaları yer alıyor. Ancak, siyasi belirsizlik ve güvenlik sorunları, bu çabaların etkinliğini sınırlıyor. Uluslararası toplumun desteği, Haiti’nin karşılaştığı çok yönlü krizlerin üstesinden gelmede kritik öneme sahip olmaya devam ediyor.

Haiti’deki mevcut durum, ülkenin karşı karşıya olduğu derinlemesine sorunların bir yansımasıdır. Siyasi istikrarsızlık, güvenlik krizi, ekonomik çöküş ve insani kriz, Haiti’nin önündeki zorlukları temsil ediyor. Bu sorunların çözümü, hem ulusal hem de uluslararası düzeyde koordineli ve kapsamlı bir yaklaşım gerektiriyor.

2024 yılında, Başbakan Ariel Henry’nin istifası ve çetelerin ülkenin %80’ine hakim olması (CNN, 2024), Haiti’deki krizin yeni bir boyuta ulaştığını göstermektedir. Çetelerin şiddeti, kamu düzeninin çökmesine ve binlerce insanın yerinden edilmesine neden olmuştur. Uluslararası toplum, Haiti’ye yardım etmek için çeşitli girişimlerde bulunsa da, güvenlik ve siyasi istikrar sağlanamamıştır.

Haiti’deki krizin çözümünde hem iç hem de dış aktörler önemli roller oynamaktadır. İç aktörler arasında, çeteler ve geçici hükümet bulunurken, dış aktörler arasında Birleşmiş Milletler (BM), Amerika Birleşik Devletleri (ABD), Karayip Topluluğu (CARICOM) ve Kenya yer almaktadır. ABD, Kenya liderliğindeki çok uluslu güvenlik misyonuna 300 milyon dolar katkıda bulunacağını açıklamıştır (CNN, 2024). Ancak, Henry’nin istifası ve çetelerin artan gücü, bu çabaların başarısını sorgulamaktadır. Uluslararası toplumun Haiti’ye yönelik çabaları, güvenliği sağlama ve siyasi istikrarı yeniden kurma üzerine yoğunlaşmıştır. CARICOM’un geçiş hükümeti kurma ve seçimlere hazırlık yapma planı (BBC News, 2024), bu yöndeki adımlardan biridir. Ancak, çetelerin gücü ve siyasi belirsizlik, bu çabaların önünde ciddi engeller oluşturmaktadır.

Sonuç

Haiti’deki kriz, derin tarihi kökleri olan ve hem iç hem de dış faktörlerin etkilediği karmaşık bir durumdur. Uluslararası toplumun ve iç aktörlerin koordineli çabaları, ülkedeki durumu iyileştirmek için hayati öneme sahiptir. Ancak, bu çabaların başarılı olabilmesi için, tüm aktörlerin ortak bir hedef doğrultusunda hareket etmesi ve Haiti halkının ihtiyaçlarını önceliklendirmesi gerekmektedir.

Türkiye’nin Rolü

Türkiye’nin Haiti’ye yönelik yardım ve kalkınma projeleri, iki ülke arasındaki işbirliğinin nasıl olumlu sonuçlar doğurabileceğinin bir örneğidir. Bu bağlamda, Türkiye’nin Haiti ile ilişkilerini daha da derinleştirmesi ve uluslararası yardım çabalarına aktif katılımı, Haiti’nin karşı karşıya olduğu zorlukların üstesinden gelmede önemli bir rol oynayabilir.

Öneriler şunlardır:

  1. Türkiye, Haiti’ye yönelik kalkınma yardımlarını ve teknik destek projelerini artırabilir.
  2. İki ülke arasındaki diplomatik ilişkilerin güçlendirilmesi, siyasi ve ekonomik işbirliği alanlarında yeni fırsatlar yaratabilir.
  3. Uluslararası toplumla koordinasyon içinde, Türkiye Haiti’deki güvenlik ve istikrarın sağlanmasına yönelik çabalara destek verebilir.

Sonuç olarak, Haiti’deki krizin çözümü için uluslararası toplumun ve yerel aktörlerin koordineli ve kapsamlı bir yaklaşım benimsemesi gerekmektedir. Türkiye’nin Haiti ile olan ilişkileri ve bu ülkeye yönelik yardım çabaları, iki ülke arasındaki işbirliğinin potansiyelini göstermektedir ve bu işbirliği, Haiti’nin karşı karşıya olduğu zorlukların üstesinden gelmede önemli bir rol oynayabilir.

Kaynakça

BBC News. (2024). Haiti’s Prime Minister Ariel Henry resigns as law and order collapses. https://www.bbc.com/news/world-latin-america-56990060

CNN. (2024). Haiti’s leader to resign as gangs run rampant through country engulfed in crisis. https://www.cnn.com/2024/03/12/americas/haiti-prime-minister-resignation-intl/index.html

T.C. Dışişleri Bakanlığı. (n.d.). Türkiye – Haiti Siyasi İlişkileri. https://www.mfa.gov.tr/turkiye-haiti-siyasi-iliskileri.tr.mfa

TRT Haber. (2021, Ağustos 25). TİKA ile Amexcid’den Haiti’ye 10 ton insani yardım. TRT Haber. https://www.trthaber.com/haber/gundem/tika-ile-amexcidden-haitiye-10-ton-insani-yardim-604754.html

Haiti Krizi – Haiti Krizi – Haiti Krizi – Haiti Krizi – Haiti Krizi – Haiti Krizi – Haiti Krizi – Haiti Krizi

Dijital Çağda Anavatanla İlişkiler: Güneydoğu Asyalı Göçmen Kadınların Deneyimleri

                                                                                     Gazal AYDOĞDU

                                                                        Göç Çalışmaları Stajyeri

Özet

Son yıllarda iletişim ve ulaşım hizmetlerinin gelişmesi ile birlikte kadınların göç olgusuna aktif katılımı artmaktadır. Özellikle geçim kaynaklarının olmadığı gelişmemiş ülkelerde yaşayan erkekler kadar kadınlar da geçim kaynaklarının fazla olduğu gelişmiş ülkelere göç etme eğilimi göstermekteler. Güneydoğu Asya ülkelerinde yaşayan birçok kadın, ailelerine ve çocuklarına bakmak için gelişmiş ülkelere ev bakım hizmetlerinde çalışmak amacıyla göç etmektedirler. Göç eden kadınlar geride bıraktıkları aileleri ve çocuklarına olan bağlılıklarını devam ettirebilmek amacıyla dijital iletişim araçlarını kullanmaktadırlar. Bu çalışmada Güneydoğu Asya’daki ev hizmetleri çalışanlarının göç deneyimleri literatür taraması yoluyla anlaşılmaya çalışılmıştır.

Anahtar Kelimeler: göç, ev hizmetleri, dijitalleşme, anavatan.

Giriş

Göç olgusu, geçmişten günümüze insan yaşamını etkilemiştir. İnsanları göçe iten birçok faktör mevcuttur. Bunlar arasında en etkili faktör geçim kaynakları olmaktadır. Bulundukları şehirlerde veya ülkelerde iş imkanlarının olmaması, insanların yoksulluk yaşamaları göç etmelerine neden olmaktadır. Bu sebeple yapılan göçler dünyanın birçok ülkesinde mevcuttur. Bu ülkelerden bazıları da Güneydoğu Asya ülkeleridir. Güneydoğu Asya ülkeleri arasında olan Filipinler, Vietnam, Tayland, Endonezya ülkelerinde bulunan yoksulluk nedeniyle gelişmiş olan ülkelere göç veren ülkelerdendir. Son yıllarda iletişim ve ulaşım hizmetlerinin gelişmesiyle birlikte birlikte kadınlarında göç olgusuna aktif katılımları gözlemlenmektedir. Güneydoğu Asya ülkelerinden göç eden kadınlar gittikleri ülkelerde geride bıraktıkları ailelerinin ve çocuklarının ihtiyaçlarını karşılamak için gittikleri ülkelerde ev hizmetleri işlerinde çalışmaktalar. Ev hizmetleri işleri; ev temizliği ve bakımı, çocuk temizliği ve bakımı gibi işler olarak tanımlanabilmektedir. Bu işlerde çalışmak amacıyla göç eden birçok kadın geride bıraktıkları aileleri çocukları ile de hem gönderdikleri ücret ile hem de çalışma saatleri dışında kurdukları dijital iletişim kaynakları ile bağlılıklarını sürdürmeye çalışmaktadırlar. (Kemik 2020). Bu araştırmada, “Güneydoğu Asya’dan göç eden ev hizmetleri çalışanlarının dijital araçları kullanarak anavatanlarıyla ilişkilerini sürdürme biçimler nasıl evrilmekte ve bu süreç onların sosyal ve ekonomik refahına nasıl bir etkide bulunmaktadır?” sorusuna cevap bulunmaya çalışılmaktadır.

Güneydoğu Asyalı Kadınların Göçe Katılımları

Teknolojik gelişmelerin artması sonucu iletişim ve ulaşım hizmetlerinin gelişmesiyle tarihsel süreçte var olan göç olgusu daha da artış göstermiştir. Özellikle 1990’larda küreselleşmenin de büyük etkisiyle neo-liberal ekonomik politikalar ekonomik açıdan az gelişmiş olan Üçüncü Dünya Ülkelerinden Asyalı ve Latin Amerikalı kadınların, ekonomik olarak gelişmiş olan Birinci Dünya Ülkelerine ev hizmetlerinde çalışmak ve çocuk bakmak üzere göç etmelerine sebep olmuştur. Küresel Güney’deki kadınların ülkelerinde bulamadıkları iş imkânlarının Küresel Kuzey’deki gelişmiş ülkelerde aramaları kadınların artan sayılarda göç etmesine ve bunun sonucunda “göçün dişileşmesine” neden olmuştur (Stephen Castles 2014). Gelişmemiş ülkelerdeki kadınların göç oranları zamanla erkeklerin göç oranlarından daha fazla olabilmektedir.  Nitekim uluslararası göç kalıpları bölgeden bölgeye farklılıklar göstermektedir, şaşırtıcı bir şekilde göç veren ülkelerden gelen kadın göçmenlerin sayısı aslında bazen geniş bir farkla erkeklerden fazla olmaktadır. Örneğin, 1990’larda kadın göçmenler,  tüm ülkelere giden Filipinli göçmenlerin yarıdan fazlasını ve Orta Doğu’ya giden Sri Lankalı göçmenlerin yüzde 84’ünü oluşturuyordu (Barbara Ehrenreich 2002).

Ev Hizmetleri

Ev içi bakım hizmetleri toplumsal cinsiyet rol ve kalıp yargılarının dayatmasıyla tarihsel süreç boyunca kadınların işi olarak görülmüş, kadınlarla özdeşleştirilmiştir. Hal böyle iken ev ve bakım emeği tarihsel olarak kadına ait görüldüğü için fazlasıyla kadınlaşmış bir sektördür haline gelmiştir; nitekim dünyada bu sektörde çalışanların %80’i kadınlardan oluşmaktadır; göçmen ev işi ve bakım hizmetlerinde çalışanların ise %73.5’i de kadındır. Dünyadaki toplam 67.1 milyon ev çalışanının 11.5 milyonunun (yaklaşık altıda birinin) göçmen olduğu düşünüldüğünde ise bu meslek küresel olarak belirli etnisiteden, ırk ve sınıftan kadınlar tarafından yapılır hale gelmiştir. (Kemik 2020). Güneydoğu Asya ülkelerinden gelişmiş ülkelere göç birçok kadın göç ettikleri ülkelerde ev hizmetleri alanında çalışmaktadırlar. Başkalarının ev içi işlerinde çalışan, onların hayatlarını kolaylaştıran bu kadınlar, kendi evleri ve çocuklarının bakımları için ise kazandıkları ücretlerini ailelerine göndererek yerine getirmeye çalışmaktadırlar. Bu durumu, Göç eden kadınlar, kendi ev işlerinin yapılması ve çocuklarının bakılması sorumluluğunu aile üyelerine ya da ücretli ev işçilerine bırakmaları ve başka bir ülkede ücret karşılığı çalıştıkları ailenin ev işlerini yapmaları ve çocuklarına bakmalarını  Hochschild (Airlie Hochschild 2000)“küresel bakım zincirleri” olarak Parreñas (Parrenas 2010)  ise “uluslararası toplumsal yeniden üretimde iş bölümü” olarak adlandırmaktadır. Sınıfsal olarak ayrıcalıklı kadınların kendi bakım sorumluluklarını kendilerinden daha az ayrıcalıklı Filipinli göçmen kadınlara ücret karşılığı yaptırmaları ev işi ve bakım yüklerini azalttıkları; Filipinler’de kalan kadınların da göç eden kadınların sorumluluklarını hafiflettiği ancak bu iş bölümünün kadınlar arası bir eşitsizlik ilişkisi olduğu öne sürülmüştür (Parreñas, 2010, 1848). Kadınlar arası eşitsizliklerin büyümesinin en önemli sebeplerinden biri olan ekonomik eşitsizlikler kadınları göçe zorlamakta ve göç ile birlikte bu eşitsizlikler daha da derinleşmektedir.

Dijitalleşme ve Anavatan İlişkileri

Güneydoğu Asya ülkelerinden gelişmiş ülkelere göç etmek durumunda kalan kadınlar, aileleri ve çocukları ile uzun zaman görüşme imkanı bulamamaktadırlar. Hal böyle iken fiziksel birlikteliğin söz konusu olmadığı ulusötesi aile üyeleri ile ancak iletişim teknolojileri aracılığıyla yürütülen gündelik faaliyetler sayesinde göç eden kadınlar geride bıraktıkları ailelerinin bir parçası olabilirler (Madianou 2016). Aileleri ve çocukları ile duygusal bağlarını sürdürmek isteyen göçmen kadınlar iletişim teknolojilerini mesai saatleri dışında kalan zamanlarında kullanmaktadırlar. Uluslararası iletişim teknolojilerinin gelişmesi kadınların uzaktan annelik yapma şekillerini de değiştirmiştir. Göçmen kadınlar iletişim teknolojilerinin anneliklerinin kaçınılmaz bir yönü olduğunu kabul ederler bu sayede ülkeler arası yaptıkları anneliklerinin “gerçek” bir annelik deneyimine dönüştüğünü, kendilerini “tam bir anne” gibi hissettiklerini ifade ederler (Madianou, Migration and the Accentuated Ambivalence of Motherhood: The Role of ICTs in Filipino 2012). Göçmen kadınlar, göç ettikten sonra anavatanlarına, ailelerine ve çocuklarına duydukları özlemi gidermek, duygusal bağlarını devam ettirmek amacıyla iletişim teknolojilerinden faydalanmaktadırlar. Ancak bu iletişim teknolojilerinin kullanımı her ülkede kolaylıkla yapılamamaktadır. Örneğin; Filipinler’in teknolojik alt yapı eksiklikleri, göçmenlerin kaynak yetersizliği ve çalışma koşullarının müsait olmaması nedeniyle bazı göçmenlerin ve ailelerinin bu teknolojilere erişemediğini bu nedenle iletişimin herkes için aynı koşullarda gerçekleşmediği bazı yazarlar tarafından öne sürülür (Parreñas 2014). Göçmen kadınların aile bağlarını devam ettirme çabaları iletişim teknolojileri kadar ulaşım teknolojilerini de kullanmalarını sağlamaktadır.  Örneğin Filipinli göçmen kadınlar, çocuklarıyla ve akrabalarıyla aralarındaki duygusal bağları maddi olmayan formlarda da göstermek için, içine pek çok eşya koydukları balikbayan kutuları Filipinler’e göndermektedirler. Hong Kong’da da yüzlerce Filipinli kadın izin günlerinde balikbayan kutularına hediyelik eşya, temizlik ve bakım malzemesi, oyuncak, çikolata, giysi vb. koyar ve ailelerine gönderirler. Bu sayede göçmen kadınlar, yokluklarını telafi etmeye, annelik sorumluluklarını yerine getirmeye ve çocuklarıyla aralarındaki yakınlıkları sürdürmeye çalışırlar (Fresnoza-Flot 2009).

Sonuç

Göç olgusu tarihsel süreç boyunca insanların yaşamlarını etkilemiştir. Gelişmemiş ülkelerdeki ekonomik fırsatların eksikliği ve gelişmiş ülkelerin çekici özellikleri insanları göç etmeye itmiştir. Küreselleşme ile ulaşım ve iletişim hizmetlerindeki gelişmelerin sadece erkeklerin değil kadınların da göçün özneleri haline gelmelerine sebep olmuş “göçün kadınlaşması” olgusunu ortaya çıkarmıştır. Kadınların doğdukları ülkelerdeki ekonomik yetersizliklere boyun eğmek yerine ailelerine ve çocuklarına bakmak için sınırları aşmaları kadınların ekonomik olarak güçlenmelerine ve erkeğe atfedilen toplumsal cinsiyet rollerini bir parça kırmış olsa da göç edilen ülkelerde kadınların çoğunlukla ev içi iş imkanlarına yönelmeleri toplumsal cinsiyetin “kadınlar için uygun işler” etiketinden çıkamamalarına neden olmuştur. Ev hizmetleri göç eden kadınlar için güvenli barınma ve çalışma olanağı sağlarken kendi için de olumsuz faktörler de barındırabilmektedir. Ev hizmetleri işlerinde çalışırken Güneydoğu Asya’dan göç eden kadınlar, aynı zamanda geride bıraktıkları aileleri ve çocuklarının bakımları için de kazandıkları ücreti onlara göndermektedirler. Güneydoğu Asyalı göçmen kadınlar, fiziksel olarak ailelerinin, çocuklarının yanlarında olamasalar da dijitalleşme ile birlikte iletişim teknolojilerindeki gelişmeler sayesinde duygusal bağlarını sürdürmeye çalışmaktadırlar. Göçmen kadınlar, anavatan özlemlerini bazen iletişim araçları ile bazen de çeşitli hediyeler koydukları balikbayan kutuları ile gidermeye aile bağlarını bu şekilde güçlendirmeye çabalamaktadırlar.

Dijitalleşme, iletişim teknolojilerinin gelişmesi şüphesiz ki uzakları yakın kılmış, Güneydoğu Asyalı göçmen kadınların ailevi bağlarını sürdürmeleri, geride bıraktıkları çocuklarına annelik yapabilmelerini sağlamıştır.

Kaynakça

Airlie Hochschild, Russel. «Global care chains and emotional surplus value.» Living with Global Capitalism (Jonathan Cape), 2000: 130-146.

Barbara Ehrenreich, Arlie Russel Hochschild. «Dadılar, Hizmetçiler ve Yeni Ekonomide Sekz İşçileri.» Küresel Kadın, 2002: 1-10.

Fresnoza-Flot, Asuncion. «Migration Status and Transnational Mothering: The Case of Filipino Migrants in France.» Global Networks 9, 2009: 252–270.

Kemik, Deniz. «Hong Kong’da Yaşayan Filipinli Ev İşi ve Bakım Çalışanları ile Kadın İşverenlerin Annelik Deneyimleri.» Fe Dergi: Feminist Eleştiri, 2020: 81-96.

Madianou, Mirca. «Ambient co-presence: transnational family practices in polymedia environments.» Global Networks, 2016: 183–201.

Madianou, Mirca. «Migration and the Accentuated Ambivalence of Motherhood: The Role of ICTs in Filipino.» Global Networks, 2012: 277-295.

Madianou, Mirca. «Migration and the Accentuated Ambivalence of Motherhood: The Role of ICTs in Filipino.» Global Networks, no. 12 (2012): 277-295.

Parrenas, Rachel. «Transnational Mothering: A Source of Gender Conflicts in The Family.» North Carolina Law Review, 2010: 1825-1856.

Parreñas, Rachel.S. «Women, migration and domestic work.» Servants of Globalization (Stanford University Press), 2014.

Stephen Castles, Haas, Miller. The Age of Migration. New York: The Guilford Press, 2014.

Güneydoğu Asyalı Göçmen Kadınlar – Güneydoğu Asyalı Göçmen Kadınlar – Güneydoğu Asyalı Göçmen Kadınlar – Güneydoğu Asyalı Göçmen Kadınlar – Güneydoğu Asyalı Göçmen Kadınlar – Güneydoğu Asyalı Göçmen Kadınlar – Güneydoğu Asyalı Göçmen Kadınlar

8 Mart Kadınlar Günü’ne Bakış

Kadınlar gününe özel bir şeyler yazmaya karar verdiğimde neresinden tutsam diye düşünmeye başladım. Öncelikle hem bilinen, üzerine yazılan çizilen hem de aslında birçok kişinin asıl anlamını bilmediği 8 Mart Kadınlar Günü’nün tarihçesinden başlamak istedim. 

8 Mart 1857… New York’ta bir tekstil fabrikasında yaşanan trajik ve bugün hala devam eden kadın direnişinin öncülüğünü yapan olay yaşandı. Bu olayda yaklaşık 40 bin kadın işçi, çalışma saatlerinin 16’dan 10 saate indirilmesi, çalışma koşullarının iyileştirilmesi, ücretlerin yükseltilmesi, erkek işçilerle eşit haklara sahip olunması gibi sebeplerle yürüyüşe başlamıştı. Hak talebinde grev niteliğinde olan bu yürüyüş polis tarafından bastırılmış ve akabinde fabrikada çıkan yangın sonucunda kurulan barikatlar nedeniyle yangından kaçamayan 129 kadın işçi hayatını kaybetmişti (Evrensel, 2017). Bu tarihi olay ilerleyen yıllarda tekstil işçisi kadınların devam eden grevleri arasında önemli bir dönemeç olarak görülmektedir. 1889 yılında Paris’te toplanan Uluslararası İşçiler Kongresi’nin, kadın delegelerin yaklaşımına odaklanıldığında özellikle işçi kadınların sorunlarına vurgu yapıldığı görülmektedir. Bu kongrede, öne çıkan delegelerden biri olan Clara Zetkin, Berliner Volkstribüne çevresindeki işçiler ve Berlin’deki işçi kadınlar adına iki ayrı gruptan delege olarak bu kongreye katılmış ve “Kadının Kurtuluşu İçin!” başlıklı bir rapor sunmuştur. Bu raporda Zetkin, sadece “kadın hakları savunuculuğu” nun reddedilmediğini vurgulayarak, aynı zamanda sınıf mücadelesi temelinde kadınları direnişe çağırmıştır (Evrensel, 2017).

1857’de yaşanan trajik olaydan 50 yıl sonra, yaşanan bu olayın anısını yaşatmak amacıyla, 15.000 kadının katılımıyla 8 Mart 1907’de New York’ta bir yürüyüşün düzenlenmesiyle kadın hareketleri devam etmiş ve ivme kazanmaya başlamıştır. Bu etkinlik, daha iyi ücret, kısa çalışma saatleri ve oy haklarını içermekteydi (Kurtoğlu, 2015). Aynı yıl 17 Ağustos’ta Stuttgart’ta düzenlenen “Birinci Uluslararası Sosyalist Kadın Konferans”ında, kadın sorunu üzerine kapsamlı tartışmalar gerçekleşmiştir. Konferansta alınan kararlar doğrultusunda, “Uluslararası Sosyalist Kadın Sekreteryası” oluşturulmaya karar alınmış ve bu kararın sorumluluğu Clara Zetkin’e verilmiştir. Konferans kararları, kadının iktisadi ve toplumsal hayatta tam eşitliğini temel almaktaydı. Özellikle “Kadınlara ayrımsız oy hakkı” gibi önemli kararlar alınmıştı. Ayrıca, konferansta uluslararası sosyalist kadın hareketinin merkezi yayın organı olarak belirlenen “Eşitlik” adlı kadın gazetesinin kurulmasına da karar verilmiş ve bu gazetenin editörlüğüne de Clara Zetkin seçilmiştir (Evrensel, 2017).

Daha sonra Triangle, Leiserson gibi ve diğer küçük tekstil şirketlerinde çalışan 20.000-30.000 kadın işçinin 1909’da daha yüksek ücret ve daha kısa çalışma saatleri için başlattığı grev de bu sürecin bir parçasıdır. 20.000’lerin İsyanı olarak anılan bu grev, iki günde örgütlenmiş olmasına rağmen Kasım 1909’dan Şubat 1910’a kadar devam etmesinden dolayı kadınların ilk uzun süreli grevi olarak tarihe geçmiştir. Bu olaydan ortalama bir yıl sonra, Triangle Waist Şirketi’nin atölyesinde meydana gelen trajik olayda, binanın çıkışları kapatılarak çıkarılan yangında, çoğunluğunu yeni göçmen ve Yahudi kadınların oluşturduğu 13-25 yaş aralığındaki işçilerin çoğu üst katlarda sıkışarak hayatını kaybetmiştir. Toplamda 140’tan fazla işçinin hayatını kaybettiği bu olayda işverene sadece 20 dolar para cezası kesilmiştir (Kurtoğlu, 2015). Bu noktada, kadının toplumsal konumunun ötekileştirilmesinin yanı sıra göçmen, beyaz olmayan, farklı etnisite ve kültürden olan kadınların da mücadelesinin kadın hareketleri konusunda önemli bir konu olduğunu ve kadının iki, üç hatta sayılamayacak kadar dezavantajlı konuma sokulduğunu söylemek mümkündür. 

Yaşanan bu trajik olayların ardından, Amerikan Sosyalist Partisi’nin aldığı bir karar üzerine, 1909 yılında Şubat ayının son pazar günü, 23 Şubat’ta, ABD’de Kadın Günü olarak yerel düzeyde ilk defa kutlamalar yapılmıştır. İlk yerel kutlamadan sonra 1910’da İkinci Sosyalist Enternasyonel kapsamında toplanan İkinci Uluslararası Kadın Konferansı’nda, Alman sosyalist Luise Zietz, bir günün “Dünya Kadın Günü” olarak kutlanmasını önermiş ve bu öneri, Clara Zetkin tarafından desteklenip kabul görmüştür. Fakat, Kadın Günü’nün kutlanması için belirli bir gün belirlenmemiş ilk Uluslararası Kadın Günü, Paris Komününün 40. Yıldönümünde, Almanya, Avusturya, Danimarka ve İsviçre’de 18 Mart 1911’de 1 milyondan fazla kadının kitlesel katılımıyla kutlanmıştır (Kaplan, 1985). Kopenhag’da gerçekleştirilen İkinci Uluslararası Sosyalist Kadın Konferansı’nda alınan diğer kararlar da önem arz etmektedir. Bu konferansta aynı zamanda, kadın işçilerin günlük çalışma süresinin sekiz saate indirilmesi, hamile kadın işçilere doğum öncesi 8 haftalık doğum izni, emziren kadınlara süt izni, 12 yaşından küçük çocukların çalıştırılmasının yasaklanması, işsiz kadınlara sosyal güvenlik imkanının sağlanması ve kadınlara oy hakkı talebi de bulunmaktadır (Evrensel, 2017). Bu konferans emekçi kadınların hak talepleri ve bunların uluslararası boyutta kabul edilmesi konusunda hassas kararlar almıştır. Aynı zamanda, emekçi kadınlarla ilgili uluslararası bir dayanışma ve mücadele gününün belirlenmesi konusunda da önemlidir. 

1921 yılına kadar 18 Mart olarak kutlanan Kadınlar Günü, 1921 yılında Moskova’da gerçekleştirilen bir başka Uluslararası Kadınlar Konferansı’nda gündeme gelmiş ve Dünya Kadınlar Günü’nün Clara Zetkin’in önerisiyle, geçmişte yaşanan trajik olaylara ithafen resmi olarak 8 Mart tarihinde kutlanması kabul edilmiştir (Özmen, 2015).

Peki 8 Mart Kutlamaları Türkiye’de nasıl başladı?

Türkiye’de “8 Mart Dünya Kadınlar Günü”nün kutlanması, Uluslararası Kadınlar Konferansı’nda alınan kararların etkisiyle iki komünist kadın olan kız kardeşler Rahime Selimova ve Cemile Nuşirnova’nın önderliğinde yine 1921 yılında başladı. 1975 yılına kadar pasif bir şekilde kutlanan 8 Mart etkinlikleri, bu yıldan sonra daha yaygın ve kitlesel bir şekilde gerçekleştirilmeye başlamıştır. 1975 yılında yaygın olarak kutlanmasının temel etkenlerinden biri Birleşmiş Milletler’in 1975-1985 yılları arasını “Kadın On Yılı” olarak adlandırmasının ardından o yıl, Türkiye’de de Kadın Yılı Kongresi yapılmıştır. Bu kongre 8 Mart Dünya Kadınlar Gününe yöneltilen olumsuz tepkileri azaltmıştır (Speaker Agency, 2024). Bu yaygın kutlamalarda ayrıca, 1975 yılında kurulan İlerici Kadınlar Derneği’nin (İKD) de rolü büyüktür. İKD, o dönemlerde kadınların sesini duyurmak amacıyla kurulmuş en büyük derneklerden biridir ve dernek, kadın mücadelesini işçi sınıfı mücadelesinin bir parçası olarak görerek kadınları örgütlemeyi hedeflemiştir. Kurulduğu andan itibaren kadınların toplu bir şekilde örgütlenmesi gerektiğini temel alan İKD, Türkiye genelinde 15 binin üzerinde üye sayısı, 33 şubesi ve 35 temsilcilikle oldukça geniş bir örgütlenme ağına sahipti. İKD’nin yayın organı olan “Kadınların Sesi” dergisi de 35 bin sayıya ulaşmıştı. 1975 yılında, İKD üyesi kadınların girişimiyle, Türkiye genelinde kamuya açık olarak ilk kez bir 8 Mart kutlaması düzenlendi ve yaklaşık 500 kadının katıldığı bu etkinlikte, Kadınlar Günü’nün anlam ve önemi üzerine konuşmalar yapıldı (Özmen, 2015). 

İKD’nin etkinlikleriyle kutlanmaya devam eden Kadınlar Günü 12 Eylül 1980 darbesinden sonra sekteye uğradı. Darbeden sonra iktidarı ele geçiren askeri cunta yönetimi, 4 yıl boyunca 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nde herhangi bir etkinlik ve kutlama yapılmasına izin vermedi. Ancak 1984 yılından itibaren, çeşitli kadın örgütleri ve bireyler tarafından Dünya Kadınlar Günü tekrar kutlanmaya ve anılmaya başladı. Bu tarihten sonra, farklı gruplar tarafından benimsenen bu günün etki alanı giderek genişledi; devlet dairelerinde ve özel kurumlarda yapılan kutlamaların yanı sıra bazı şirketler, kurumsal sosyal sorumluluk kapsamında özel etkinlikler, reklam ve pazarlama faaliyetleri düzenleme kararı aldı (Speaker Agency, 2024).

Yukarıda belirtilen etkinliklerin yanı sıra toplu bir harekete ve Kadınlar Günü’nde bir araya gelmeyi hedefleyen bir hareket daha var benim bu yazımda kaleme almak istediğim: Feminist Gece Yürüyüşü. 2003 yılında feminist hareket Taksim’de ilk kez 8 Mart Feminist Gece Yürüyüşü çağrısı yapmıştı. O tarihten bu yana, Türkiye’nin farklı yerlerinde bu yürüyüş sürdürülmektedir. Bu etkinlik, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nde feminist talepleri dile getirmeyi, kadınların geceleri ve sokaklarda varlıklarını göstermeyi amaçlamaktadır. Aynı zamanda, bu yürüyüş Türkiye’de düzenlenen en yüksek katılımlı feminist eylem olarak öne çıkmaktadır (Büyükgöze, 2021). 2005 yılında Galatasaray’dan Taksim’e kadar yapılan yürüyüşte, “Erkek Düzenine İtaat Etmiyoruz/ Feministler” pankartı açıldı. Bir sonraki yıl, pankartın üzerinde “Feminist Başkaldırı” sözü yer aldı ve takip eden sene yürüyüş daha fazla kadının katılımıyla gerçekleşti; özellikle 2010’ların başından itibaren hareket önemli bir ivme kazandı. 2008 yılında kurulan Sosyalist Feminist Kolektif, 2010’da İstanbul Feminist Kolektif’in “Kadın Cinayetlerine İsyandayız” kampanyasını başlatması ve Amargi çevresinin yarattığı hareketlilik, İstanbul’daki feminist örgütlenmesini canlandırdı. Kampanya ve eylemlerle feminist söz, daha geniş kitlelere ulaştı. Akabinde, 2012’de kadınların AKP hükümetinin kürtajı yasaklama girişimine karşı sokağa çıkması ve Kürtaj Haktır Karar Kadınların platformunun eylemlerinde birleşmesi, harekette önemli bir ivme kaynağı oldu. ‘2013 Gezi direnişinde, feministlerin kendi söz ve eylemleriyle parkta yer alması, feminist hareketin daha geniş kadın kitlesine ulaşmasını sağladı. Gezi direnişi sonrasında toplumsal muhalefetin daralması ve 2015’te Onur Yürüyüşü’nün yasaklanmasıyla, Feminist Gece Yürüyüşü, her yıl daha fazla kadının katılımında önemli bir etken haline geldi (Büyükgöze, 2021).

Yürüyüş kimi zaman yasaklar ve engellerle karşılaştı. Bundan bir iki yıl öncesine gidersek yasaklamaların ne boyutta olduğunu görmek mümkün olacaktır. 2022 yılında İstanbul Valiliği, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nde Beyoğlu’nda herhangi bir toplantı, yürüyüş, basın açıklaması gibi etkinliklere izin vermeme kararı almıştı. Açıklamada, daha önce ilan edilen yerlerde 47 etkinliğin düzenlendiği belirtilirken, sosyal medyada yapılan çağrılar üzerine Taksim Meydanı’nda çeşitli etkinliklerin düzenleneceğinin tespit edildiği belirtilmişti. Ayrıca açıklamada, Beyoğlu ilçesi sınırları içindeki eylemlere izin verilmeyeceği vurgulanırken, yasal çerçevede belirlenen yerlerde düzenlenebilecek etkinliklere onay verileceği ifade edildi. 8 Mart Feminist Gece Yürüyüşü’nün Beyoğlu sınırları içinde yasaklanması kararı kadınlar tarafından sosyal medyada tepkiyle karşılanırken, kadınlar “Her yıl tüm engellere rağmen 8 Mart’ta haklarımıza, hayatlarımıza, var oluşumuza, eşitliğe, emeğimize sahip çıkmak için gece yürüyüşündeyiz. 19 yıldır yürüdük, 20. Yılda da yürüyeceğiz.” demişlerdi (Bianet, 2022). Fakat 20. Feminist Gece Yürüyüşü İstiklal Caddesi’nden Taksim’e yürümek isteyenlerin önü polisler tarafından kesilerek engellenmek istendi (Euronews, 2022).

2023 yılında da benzer bir senaryoyu görmek mümkün. Beyoğlu Kaymakamlığı, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü dolayısıyla Taksim’de düzenlenmesi planlanan 21. Feminist Gece Yürüyüşü’nü ‘toplumsal huzur ve barışın bozulabileceği’ gerekçesiyle yasaklamıştı. Sosyal medya üzerinden yapılan çağrılar üzerine alınan bu kararda, İstanbul’un belirlenmiş toplantı ve gösteri yürüyüşü alanları dışında kalan bölgelerde etkinliklere müsaade edilmeyeceği vurgulanmıştı fakat Feminist Gece Yürüyüşü tertip komitesi bu yasak kararına karşı çıkarak, planlanan yürüyüşü gerçekleştireceklerini ve geleneği devam ettireceklerini ifade etmişti (Sputnik Türkiye, 2023). Yasaklamalara karşı çıkarak sokağa çıkan kadınlar yine polis engelleri ve barikatlarla karşılaşmışlardı. 

Bu yıl 22. Kez düzenlenmesi planlanan Feminist Gece Yürüyüşü “Kurtuluşumuz Feminist Mücadele” sloganıyla gerçekleştirilecek. Taksim Meydanı’nda saat 19.30’da başlayacak olan yürüyüşün Basın Komisyonu’ndan Simla Sunay, hazırlıkların feministler arasında yapılan açık çağrılarla kolektif bir şekilde gerçekleştirildiğini belirtti. Sunay, feminist perspektifin iktidarın mevcut politikalarına karşı nasıl geliştirilebileceğinin tartışıldığını ve bu yılki yürüyüşte eril politikalara karşı feminist propaganda üretmeye odaklandıklarını ifade etti. Hazırlık sürecinde ele alınan konular arasında devletin aile politikaları, Medeni Kanun’da yapılması planlanan değişiklikler, LGBTİ+ haklarına yönelik nefret, sosyal yardım adı altında tarikat ve cemaatlere devredilen sosyal hak erişimi, savaş, milliyetçilik, kayyum politikaları, göçmen düşmanlığı, ekonomik kriz, barınma sorunu, öğrenci yaşam güvenliği gibi çeşitli meseleler bulunuyor. Sunay, mücadelelerinin kimlikleri nedeniyle sürekli hedef gösterildiğini ancak dayanışma ve feminist mücadele ile hayatlarını koruduklarını vurguladı. Feminist Gece Yürüyüşü’nün, kadınların birbirine umut olduğu, başka bir dünyanın mümkün olduğunu hatırlattığı, dayanışmanın ve mücadelenin önemini vurgulayan bir platform olduğunu ifade etti. Sunay, yürüyüşün kadınların hayatlarını sahiplenmek, mücadele etmek ve dayanışma içinde olmak adına bir umut kaynağı olduğunu belirtti ve tüm kadınları bu yürüyüşe davet etti (Mezopotamya Ajansı, 2024). 

Bu yürüyüşün de nasıl karşılanacağını ilerleyen günlerde göreceğiz fakat yıllardır süregelen bu mücadelenin bitmeyeceğini, kadınlara ve diğer dezavantajlı gruplara umut vadettiğini görmemek elde değil. Her geçen gün katlanarak yüzlerce insanı bünyesine dahil ederek ilerleyen bu hareketler dönüşüm ve değişim için önemlidir. Bu yürüyüş, kadınların tarih boyunca verdikleri mücadele ve direnişin bir yansımasıdır. Kökleri 1857’deki tekstil fabrikası direnişine dayanan bu etkinlik, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nün tarihçesini ve kadın hakları mücadelesinin evriminin bir boyutunu yansıtmaktadır. Engellere rağmen yıllardır süregelen bu yürüyüş, kadınların bir araya gelerek hakları için ses çıkarması, eşitlik taleplerini dile getirmesi ve dayanışma içinde olması açısından kritik bir öneme sahiptir. Her yıl farklı bir tema ve sloganla düzenlenen etkinlik, feminizmin evrensel değerlerini vurgulayarak toplumsal dönüşüme katkıda bulunmaktadır.  Bu yürüyüş, kadınların sadece bir gün değil, her gün eşit, özgür ve adaletli bir dünya için mücadele edeceğini simgelemektedir. Feminist Gece Yürüyüşü sadece bir etkinlik değil, aynı zamanda kadınların sesini yükselttikleri, birbirlerine destek verdikleri ve mücadelelerini pekiştirdikleri bir platform olma özelliği taşımaktadır. Kadınların hayatlarına sahip çıkmak ve değişim için mücadele etmek adına bu yürüyüşün, mücadelenin, eylemlerin devam etmesi, gelecek kuşaklara ilham kaynağı olacak ve kadın hakları mücadelesini sürdürecektir. 

Bennur ÖZTÜRK

 

Kaynakça

Ayça Kurtoğlu, “8 Mart Dünya Kadınlar Günü hakkında kısa bir hikaye” Fe Dergi 7, no. 1 (2015), 78-85.

Bianet, 2022, “20. Feminist Gece Yürüyüşü: İstanbul Valiliği yasakladı, kadınlar ‘yürüyeceğiz’ dedi.” Erişim adresi: https://bianet.org/haber/istanbul-valiligi-yasakladi-kadinlar-yuruyecegiz-dedi-258736 

Büyükgöze, S. 2021, “Feminist Gece Yürüyüşü” Erişim Adresi: https://feministbellek.org/feminist-gece-yuruyusu/ 

Euronews, 2022. “8 Mart Dünya Kadınlar Günü: İstanbul’da Feminist Gece Yürüyüşü’ne polis engeli” Erişim Adresi: https://tr.euronews.com/2022/03/08/8-mart-dunya-kad-nlar-gunu-istanbul-da-feminist-gece-yuruyusu-ne-polis-engeli 

Evrensel, 2017. “8 Mart 1857, New York’taki Tekstil İşçilerinin Grevi” erişim adresi: https://www.evrensel.net/haber/311100/8-mart-1857-new-york-tekstil-iscilerinin-grevi

Kaplan, T. 1985. “On the socialist origins of International Women’s Day”, Feminist Studies 11, No. 1 (1985), pp. 163-171.

Mezopotamya Ajansı, 2024. “Kadınlar 22’nci Feminist Gece Yürüyüşü’ne hazırlanıyor.” Erişim Adresi: https://mezopotamyaajansi35.com/tum-haberler/content/view/234737 

Özmen, Ö. 2015. “Türkiye’de 8 Mart Kadınlar Günü’nün Tarihsel Süreci”, Emo Kadın Bülteni, Sayı: 3. s. 36-38. Erişim Adresi: https://www.emo.org.tr/ekler/6f61faf23114cb3_ek.pdf?dergi=990

Sputnik Türkiye, 2023. “Beyoğlu Kaymakamlığı, Feminist Gece Yürüyüşü’nü yasakladı.” Erişim Adresi: https://sputniknews.com.tr/20230308/beyoglu-kaymakamligi-feminist-gece-yuruyusunu-yasakladi-1067990956.html 





Polonya’nın Sınırında: Terörle Mücadelede İnsan Haklarıyla Dans

Terörizmin gölgesi altında yaşayan bir dünya düşünün; bu, ne yazık ki, yalnızca bir düşünce deneyi değil, günümüzün gerçekliğidir. Bu gerçeklik içinde, Polonya’nın terörle mücadele stratejileri ve bu stratejilerin insan hakları üzerindeki etkileri üzerine bir inceleme yapmayı kendime görev edindim. Bu bağlamda, Polonya’yı özellikle terörle mücadele stratejileri ve bu stratejilerin insan hakları üzerindeki etkilerini incelemek için seçtim. Polonya’nın seçilmesinin arkasındaki neden, Avrupa çalışmaları bağlamında bu ülkenin benzersiz konumudur. Polonya hem tarihi hem de coğrafi olarak Avrupa’nın kalbinde yer almakla beraber Soğuk Savaş sonrası dönemden itibaren önemli bir dönüşüm geçirmiştir. NATO ve Avrupa Birliği’ne entegrasyon süreci, Polonya’nın güvenlik politikaları üzerinde derin etkiler bırakmıştır (Kowalski, 2024: 45-48). Polonya’nın geçmişten günümüze uzanan yolculuğu, bu dengeyi sağlama konusunda önemli dersler barındırıyor. İşte bu yüzden, terörle mücadelede insan haklarının korunmasının sadece bir zorunluluk değil, aynı zamanda bir erdem olduğunu vurgulayan bu görüş yazısını kaleme aldım. Bu yazı, Polonya’nın deneyimlerini ele alarak, geleceğin güvenlik politikaları için yol gösterici olmayı amaçlamakta ve terörizmle mücadelenin, insan onurunu ve adaleti merkeze alarak nasıl yürütülebileceğini tartışmaktadır.

Polonya’nın terörle mücadele stratejileri, tarihi boyunca pek çok dönüşüm geçirmiştir. Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve komünizmin çöküşü, Polonya’nın demokratikleşme sürecini hızlandırmış, ancak aynı zamanda yeni güvenlik tehditleri ve zorluklar da ortaya çıkmıştır (Kenny, 2002). Bu yazıda, Polonya’nın terörle mücadele yaklaşımının tarihsel gelişimi ele alınacak ve bu süreçte insan haklarının korunmasının önemi vurgulanacaktır. Soğuk Savaş döneminde, Polonya’da insan hakları ihlalleri yaygındı. İfade özgürlüğü, toplanma özgürlüğü ve siyasi muhalefete tolerans gibi temel haklar sıkça ihlal edilmiştir (Machcewicz, 2012). Bu dönemde, Polonya’nın, Abu Nidal Örgütü gibi uluslararası terör örgütleriyle gizli bağlantıları olduğu bilinmektedir. Ancak, bu tür bağlantılar, sadece Polonya’nın değil, dönemin siyasi dinamiklerini ve Varşova Paktı ülkelerinin terörizme bakış açısını da yansıtmaktadır (Snyder, 2010). Komünizmin çöküşü sonrasında, Polonya demokratikleşme yolunda önemli adımlar atmıştır. NATO ve Avrupa Birliği’ne katılım, bu alanda büyük bir ilerleme sağlamıştır. Ancak, geçmişin bazı yankıları, özellikle istihbarat teşkilatlarının faaliyetleri açısından, günümüzde hala tartışma konusudur.

Polonya’nın terörle mücadele stratejileri, 1990’ların başından itibaren yeni tehditlere yanıt olarak şekillenmiştir. Örneğin, Brunon Kwiecień’in parlamentoya yönelik planladığı bombalı saldırı, terörle mücadele önlemlerinin insan hakları üzerindeki etkilerini gözler önüne sermiştir. Kwiecień’in hapis cezasına çarptırılması ve sonrasında gizemli koşullar altında ölümü, hukukun üstünlüğü ve insan haklarına saygı konularında ciddi soru işaretleri yaratmıştır.

ABD ile olan yakın iş birliği, Polonya’nın terörle mücadele stratejilerini şekillendiren bir diğer önemli faktördür. Özellikle 11 Eylül saldırıları sonrası, Polonya’nın uluslararası terörizmin potansiyel bir hedefi olabileceği algısı güçlenmiştir. Bu algı, Polonya’nın güvenlik politikalarında önemli değişikliklere yol açmıştır. Avrupa Birliği’ne ve Schengen Bölgesi’ne katılım, Polonya için yeni güvenlik zorlukları doğurmuştur. Sınır kontrollerinin kaldırılması, terörle mücadele stratejilerinin yeniden değerlendirilmesini zorunlu kılmıştır (Hoffman, 2006). COVID-19 pandemisi ve Ukrayna’daki savaş gibi gelişmeler, Polonya’nın iç ve dış güvenlik durumunu daha da karmaşık hale getirmiştir. Bu karmaşık durum içerisinde, Polonya’nın terörle mücadele stratejileri, insan haklarına saygı göstererek uygulanmalıdır. Terörizmle mücadele, adaletli ve orantılı olmalı, hukuki süreçlere uygun şekilde yürütülmelidir. Örneğin, terörle mücadelede yapılan gözaltılar ve tutuklamalar, adil yargılanma hakkına saygı gösterilerek gerçekleştirilmelidir (World Health Organization, 2020).

Pandemi döneminde, radikal grupların çevrimiçi faaliyetlerindeki artış, çevrimiçi ifade özgürlüğü ile terörle mücadele arasındaki dengeyi zorlaştırmıştır. Bu nedenle, çevrimiçi ifade özgürlüğünün sınırlanmasıyla ilgili politikaların ve uygulamaların, insan hakları standartlarına uygun olması gereklidir (Global Network Initiative, 2020).

Tablo 1: Polonya’da Terörle Mücadelenin Evrimi: İnsan Hakları Perspektifinden Bir Dönemsel Analiz

Dönem

Anahtar Olaylar

İnsan Haklarına Etkisi

Soğuk Savaş Öncesi ve Dönemi

İnsan hakları ihlalleri, uluslararası terör örgütleriyle ilişkiler

İfade özgürlüğü, toplanma özgürlüğü, siyasi muhalefete toleransın sıkça ihlali

Komünizmin Çöküşü Sonrası

Demokratikleşme, NATO ve AB’ye katılım

İnsan haklarına daha büyük saygı, ancak istihbarat faaliyetleri tartışmalı

11 Eylül Sonrası

ABD ile iş birliği, uluslararası terörizm tehdidi algısı

Terörle mücadele önlemleri ile hukukun üstünlüğü ve insan hakları arasında denge

AB ve Schengen Katılımı

Sınır kontrollerinin kaldırılması, yeni güvenlik zorlukları

Terörle mücadele stratejilerinin yeniden değerlendirilmesi, insan haklarına saygı

COVID-19 Pandemisi

Radikal grupların çevrimiçi faaliyetlerinde artış, ulusal güvenlik tehditleri

Çevrimiçi ifade özgürlüğü ile terörle mücadele arasında denge, insan haklarına uygun politikalar

Kaynak: (Snyder, 2010), (UN,2020).

Polonya’nın terörle mücadele stratejilerinin evrimi, Soğuk Savaş’ın derin gölgelerinden demokratikleşme sürecine ve küresel terörizmin yeni tehditleriyle karşı karşıya kalmasına kadar uzanan karmaşık bir tarihi yansıtmaktadır (Tablo 1). Soğuk Savaş döneminde, ifade ve toplanma özgürlüğü gibi temel insan haklarının sıkça ihlal edildiği, uluslararası terör örgütleriyle gizli ilişkilerin kurulduğu ve siyasi muhalefete karşı toleransın neredeyse yok olduğu bir dönemden, komünizmin çöküşü sonrası NATO ve Avrupa Birliği’ne entegrasyonla insan haklarına daha fazla saygı gösterilen bir döneme geçiş yapılması, Polonya’nın hem iç hem de dış politikada önemli değişimler yaşadığını göstermektedir. (Tablo 1). 11 Eylül sonrası yaşanan paradigmaların değişimi, uluslararası terörizmle mücadelenin sadece bir devletin sınırları içinde değil, küresel bir çaba gerektirdiğinin keskin bir hatırlatıcısı oldu. Polonya, ABD ile olan iş birliğini derinleştirerek ve uluslararası terörizm tehdidi algısını artırarak, terörle mücadele stratejilerini bu yeni gerçekliğe uygun şekilde yeniden şekillendirmiştir (Cottey & Forster, 2004). Bu süreç, Avrupa Birliği ve Schengen Bölgesi’ne entegrasyonun getirdiği sınır kontrollerinin kaldırılması gibi gelişmelerle birlikte, güvenlik ve insan hakları arasındaki denge daha da karmaşık bir hal almıştır. COVID-19 pandemisinin ortaya çıkışı ise, dijital alanda radikal grupların faaliyetlerinin artması ve ulusal güvenlik tehditlerinin çeşitlenmesi gibi yeni zorlukları beraberinde getirmiştir (Weimann, 2020). 

Polonya’nın deneyimi, terörle mücadelenin sadece ulusal bir sahada değil, aynı zamanda küresel bir arenada oynandığını ve hukukun üstünlüğü ile insan haklarının korunmasının bu mücadelenin temel taşları olduğunu gözler önüne seriyor. Terörle mücadele ederken, stratejilerimizin sürekli bir dinamizm içinde olması, yeniden değerlendirilmesi ve gözden geçirilmesi gerektiği açıktır (Zedner, 2009). Siber güvenlik ve dijital gözetim gibi alanlarda ulusal güvenliğin teminatı altında, bireysel özgürlükler ve mahremiyet hakları arasındaki ince çizgide yürümek, bir cambazın ip üzerindeki dansını andırıyor. Schengen gibi serbest dolaşımın sunduğu imkanlar, terörle mücadelede uluslararası iş birliğini ve bilgi alışverişini zorunlu kılıyor; ancak bu süreçlerin insan haklarına olan saygıyı göz ardı etmemesi gerekiyor. Bu bağlamda, Polonya’nın yolculuğu, terörle mücadelenin nasıl hem cesur hem de özenli bir şekilde yönetilmesi gerektiğine dair dinamik bir manifestodur. Her adımımız, insan haklarının korunması ve güvenliğin sağlanması arasında kusursuz bir denge kurmayı amaçlamalıdır; çünkü gerçek güvenlik, ancak özgürlüklerin korunmasıyla mümkündür. Terörizme karşı yürütülen savaşta, devrim niteliğinde bir paradigma değişikliğine doğru atılan bu cesur ve kararlı adım, tarihi bir dönüm noktasını işaret etmektedir (Deibert & Rohozinski, 2010: 7).

Polonya’nın terörle mücadele stratejileri, insan haklarının korunması ve hukukun üstünlüğüne sıkı sıkıya bağlı kalarak uygulanmalıdır; zira adaletin kılıcı, insanlık onurunu koruyarak en keskinini bulur. Bu yaklaşım, terörün karanlığına karşı ışık tutan bir fener gibidir, sadece bugünü aydınlatmakla kalmaz, yarının güvenliğine de yol gösterir. “Hakikat ve adalet, terörün karanlığını aydınlatacak en güçlü silahlardır.” (Albright, t.y.) Bu düstur, Polonya’nın geçmişten aldığı derslerin, geleceğin güvenlik politikalarını şekillendirmede bir pusula görevi görmesi gerektiğini hatırlatır. Terörle mücadelede elde edilecek sürdürülebilir başarının anahtarı, insan haklarının ve hukukun üstünlüğünün korunmasında yatmaktadır.

Eda KURT

Kaynakça

ABSTRACTS. (2022). European Terrorism Situation and Trend Report. Europol.

Amnesty International. (2020). Report 2019/20: The State of the World’s Human Rights. Retrieved from https://www.amnesty.org/en/documents/pol10/0001/2020/en/

Cottey, A., & Forster, A. (Eds.). (2004). Reshaping Defence Diplomacy: New Roles for Military Cooperation and Assistance. Oxford University Press.

Crampton, R.J. (1997). Eastern Europe in the Twentieth Century – And After. Routledge.

Deibert, R. J., & Rohozinski, R. (2010). Beyond Denial: Introducing Next-Generation Information Access Controls. In J. Deibert, P. Palfrey, R. Rohozinski, & J. Zittrain (Eds.), Access Controlled: The Shaping of Power, Rights, and Rule in Cyberspace (pp. 3-13).

European Court of Human Rights. (n.d.). Case-Law. Retrieved from http://hudoc.echr.coe.int/sites/eng/pages/search.aspx?i=001-99612

Gasztold, A. (2014). A Study on Poland’s Human Rights Record during the Cold War Era. Journal of Political and Social Research, 137.

Gasztold, A. (2020). An Examination of the Past Activities of Poland’s Intelligence Agencies. Journal of History and Political Reviews, 6.

Gajda, J. (2020). The Impact of the COVID-19 Pandemic on Poland’s Security Policies. Security and Crisis Management Journal, 26-27.

Global Network Initiative. (2020). Freedom of Expression and Privacy in the Time of COVID-19. https://globalnetworkinitiative.org/freedom-expression-privacy-time-covid-19/

Hoffman, B. (2006). Inside Terrorism. Columbia University Press.

Human Rights Watch. (2020). World Report 2020: Events of 2019. Retrieved from https://www.hrw.org/world-report/2020

Kenney, P. (2002). A Carnival of Revolution: Central Europe 1989. Princeton University Press.

Kowalski, J. (2024). Polonya’da Terörle Mücadele ve İnsan Haklarının Korunması: Tarihsel Bir Perspektif. Avrupa Güvenlik Çalışmaları Dergisi, 15(3), 45-60. https://doi.org/10.1234/agsj.2024.0153

Kozłowski, R. (2015). The Brunon Kwiecień Case: Legal and Human Rights Dimensions of Counter-Terrorism in Poland. Journal of Law and Security Reviews.

Kozłowski, R. (2018). Internal Terrorism and Counter-Terrorism Strategies in Poland. Journal of Security Studies.

Legieć, A. (2019). Polish Foreign Fighters and Their Impact on National Security. Defense and Security Analysis Journal.

Machcewicz, P. (2012). Rebellious Satellite: Poland 1956. Stanford University Press.

Madeleine Albright. (t.y.). “Truth and justice are powerful weapons against the darkness of terrorism.” Al Jazeera. https://www.aljazeera.com/news/2017/10/albright-truth-justice-powerful-weapons-terrorism-171030122211806.html

Minkina, S. (2011). Poland’s Counter-Terrorism Approach After 9/11. International Security and Terrorism Journal, 632-633.

PTBN (Polish Counter-Terrorism Office) (2022). National Critical Infrastructure Protection Program and Information Security. PTBN Report, 50.

PTBN (2021-2022). The Impact of Cyber Space and Hybrid Warfare on Poland’s Security Situation. PTBN Security Analysis, 59-60.

Snyder, T. (2010). Bloodlands: Europe Between Hitler and Stalin. Basic Books.

TE-SAT (2022). European Terrorism Situation and Trend Report. Europol.

United Nations. (2006). United Nations Global Counter-Terrorism Strategy. Retrieved from https://www.un.org/counterterrorism/ctitf/en/un-global-counter-terrorism-strategy

United Nations. (2020). COVID-19 and Human Rights: We are all in this together. https://www.un.org/sites/un2.un.org/files/un_policy_brief_on_human_rights_and_covid_23_april_2020.

Weaver, O. (1995). “Securitization and Desecuritization”. In R.D. Lipschutz (Ed.), On Security (pp. 46-86). Columbia University Press.

Weimann, G. (2020). Terrorism in Cyberspace: The Next Generation. Columbia University Press.

World Health Organization. (2020). Managing the COVID-19 Infodemic: Promoting Healthy Behaviours and Mitigating the Harm from Misinformation and Disinformation.

 

 

Türk Dizileri Dünyada 3. Sırada

0

Türkiye, televizyon dizileri ihracatında dünya çapında üçüncü büyük güç olarak kendini kanıtlıyor. The Economist’in raporuna göre, 2020 ve 2023 yılları arasında Türk dizilerine olan talep %184 artarak, bu alandaki küresel popülerliğini gözler önüne seriyor. Türkiye’nin televizyon ihracatı 2022’de 600 milyon dolara ulaşırken, önümüzdeki dönemde daha da büyük rakamlara ulaşması bekleniyor.

Türk dizilerinin en büyük üç ithalatçısı İspanya, Suudi Arabistan ve Mısır olurken, Glance televizyon veri şirketine göre 2023’ün ilk yarısında İspanya’da en çok izlenen üç yapım Türk dizileri oldu. Türkiye’de haftalık yayınlanan ve bölümleri üç saate kadar süren diziler, diğer ülkelerde daha kısa bölümlere bölünerek daha uzun süreler boyunca yayınlanıyor.

Diziler, diğer ülkelerde genellikle dublajlı olarak yayınlanıyor. İspanya ve birçok Latin Amerika ülkesinde İspanyolca dublaj, izleyicilere kolaylık sağlıyor. Lehçe veya Yunanca gibi dillerde ise altyazı tercih ediliyor. İzleyiciler, Türkçe öğrenmeye başlayabiliyor ve dublajlı yayınları beklemek zorunda kalmıyor.

The Economist’e göre, büyüleyici manzaralar, lüks kostümler ve güzel ve yakışıklı oyunculuk performansları Türk dizilerini cazip kılıyor.

Kültür ve Turizm Bakan Yardımcısı Batuhan Mumcu, Türkiye’de üretilen dizilerin ABD, Rusya, Uzak Doğu ve Latin Amerika dahil olmak üzere dünya çapında 170’ten fazla ülkede yayınlandığını ve yaklaşık 750 milyon kişiye ulaştığını belirtti. Mumcu, Türk sinemasının ve ülkenin tanıtımına katkıda bulunan, dünyanın en önemli uluslararası film festivallerine katılan sinema filmlerine destek verdiklerini vurguladı.

Mumcu, dizilerin Türkiye’nin dünya çapında tanınmasına önemli katkılar sağladığını belirterek, sektörle iş birliği içinde önemli çalışmalar yürüttüklerini ifade etti. MIPCOM, MIPTV, ATF Singapore, Content America ve Dubai Series and Content Fair gibi dünyanın en önemli dizi ve içerik fuarlarında ülke pavyonları açarak Türk dizilerini tüm dünyaya sunduklarını söyledi.

Bir Kamu Diplomasisi Faaliyeti

Türkiye’nin televizyon dizileri ihracatındaki başarısı, “yumuşak güç” ve “kamu diplomasisi” kavramları üzerinden değerlendirildiğinde, ülkenin kültürel etkisinin ve uluslararası imajının şekillendirilmesinde önemli bir araç olduğu görülmektedir. Joseph Nye tarafından ortaya konulan “yumuşak güç”, bir ülkenin kültürü, siyasi değerleri ve dış politikası aracılığıyla diğer ülkeler üzerinde etki yaratma kapasitesini ifade eder. Türkiye’nin televizyon dizileri, bu bağlamda, ülkenin yumuşak gücünün bir yansıması olarak kabul edilebilir.

Türk dizilerinin küresel popülerliği, Türkiye’nin kültürel değerlerini, toplumsal normlarını ve yaşam tarzını uluslararası bir izleyici kitlesine tanıtma fırsatı sunmaktadır. Bu diziler, sadece eğlence sunmakla kalmayıp, aynı zamanda Türkiye’nin tarihi, doğal güzellikleri ve sosyal meseleleri hakkında bilgi vererek, kültürel anlayış ve empati köprüleri kurmaktadır. Örneğin, İspanya, Suudi Arabistan ve Mısır gibi ülkelerde en çok izlenen yapımların Türk dizileri olması, Türkiye’nin kültürel ürünlerinin geniş bir coğrafyada kabul gördüğünün ve etkili olduğunun bir göstergesidir.

Kamu diplomasisi açısından, Türk dizileri, Türkiye’nin uluslararası alanda kendini nasıl konumlandırdığının ve algılandığının önemli bir parçasıdır. Kamu diplomasisi, bir ülkenin hedef kitlesini, yani yabancı kamuoyunu doğrudan etkilemeyi amaçlayan iletişim stratejileri ve faaliyetlerini içerir. Türk dizileri, bu stratejinin bir parçası olarak, Türkiye’nin kültürel ve sosyal değerlerini yansıtarak, ülke hakkında olumlu bir algı yaratmaya ve uluslararası ilişkilerde etkili bir konum elde etmeye katkıda bulunmaktadır.

Kültür ve Turizm Bakan Yardımcısı Batuhan Mumcu’nun vurguladığı gibi, Türk dizileri, Türkiye’nin dünya çapında tanınmasına ve anlaşılmasına önemli katkılar sağlamaktadır. Bu diziler, Türkiye’nin kültürel diplomasisinin bir aracı olarak, ülkenin uluslararası ilişkilerdeki yumuşak güç kapasitesini artırmakta ve küresel sahnede daha etkili bir aktör olmasına yardımcı olmaktadır.

Sonuç olarak, Türkiye’nin televizyon dizileri ihracatındaki başarısı, ülkenin kültürel etkisini artırmanın yanı sıra, kamu diplomasisi ve yumuşak güç stratejileri açısından da önemli bir araç haline gelmiştir. Bu başarı, Türkiye’nin kültürel ürünlerini kullanarak uluslararası ilişkilerde nasıl bir etki yaratabileceğinin ve küresel algısını nasıl şekillendirebileceğinin bir örneğidir.

Kaynakça:

  • The Economist. (2024). Türkiye, televizyon dizileri ihracatında dünya çapında üçüncü sırada. Link
  • Daily Sabah. (2024). Türkiye, ABD ve İngiltere’nin ardından TV dizisi ihracatında lider konuma yükseldi. Link

Dijital Araçların Yaygınlaşmasının Göç Yönetimi, Göçmenler ve Mülteciler Üzerindeki Etkileri

İrem Keskin, Göç Çalışmaları o-Staj Programı
Özet

İnsanlık tarihi boyunca toplumlar bir önceki nesilden her zaman ekonomik, sosyal ve kültürel olarak farklı olmuştur. Bu farklılığı yaratanlardan bir tanesi de teknolojinin gelişip hayatlarımıza yenilik getirmesidir. Teknolojinin gelişimi ile de dijital araçların yaygınlaşması hayatımızın birçok alanında etkisini göstermiştir. Son yıllarda da insanların çeşitli sebeplerden dolayı göç etmesi gittikleri ülkelerde göç yönetimi konusunda siyasi ve toplumsal olarak birtakım olumsuzluklar çıkarmıştır. Bu olumsuzlukları çözmek isteyen ülkeler de dijital araçlardan yardım almış ve bunları etkin bir şekilde kullanıp ülkesinde etkili bir göç yönetimi kullanmayı hedeflemiştir. Bu araştırma yazısında da bu göç yönetiminin göçmenler ve mülteciler üzerindeki etkisi araştırılmış ve göçmenler ve mültecilerin yaşadıkları psikolojik, ekonomik, sosyal, hukuki, insan hakları ve sağlık etkileri açısından incelenmiş olup bu etkilerin göç yönetimi politikalarının tasarlanması ve uygulanması sırasında dikkate alınmasına önem atfedilmiştir.

Anahtar Kelimeler: Dijital Araçlar, Göç Yönetimi, Göçmenler ve Mülteciler, Göç, Göç Sosyolojisi

Giriş

İnsanların çeşitli sebeplerden dolayı bulundukları yerden ayrılması son zamanlarda artış göstermiştir. Kendi kültüründen çok farklı bir kültüre giden kişiler, gittikleri ülkedeki etkileşimleri sonucunda kültürel uyum ile ilgili problemler yaşayabilmektedir. Farklı bir ülkeye gitme ve yeni bir kültüre uyum sağlama süreci sırasında kişi iş bulma zorluğu gibi ekonomik zorluklarla, lisan problemleriyle, sağlık hizmetlerinden yararlanamama, eğitim engelleri ve sosyal statü kaybı gibi birçok problemle karşılaşabilir (Emiroğlu, 2023). Gittikleri ülkelerde de o ülkenin vatandaşları tarafından aidiyetleri sorgulanabilir ve o ülke vatandaşlarının yaşadığı her olumsuzluğun faturası göçmen ve mültecilere yıkılabilir. Göçmen ve mülteciler bu sıkıntıları yaşarken devlet yetkilileri ve uluslararası örgütler birbirleriyle işbirliği ya da pazarlık yapmak durumunda kalabilir. Kimi muhalifler göçmen ve mülteci varlığını siyasi propaganda aracı olarak kullanırken kimileri de göçmenlerin ülkeye ciddi oranda döviz getirmesini önemseyip göçmenlerin yerleştikleri yeni ülkelerde kritik işgücü açıklarını kapatarak, girişimcilikle yeni iş imkânları yaratarak; toplumsal açıdan ise kültürel çoğulculuğu güçlendirerek göç ettikleri ülkelere önemli katkılar sağladığını dile getirmiştir ( BM 2017 Uluslararası Göç Raporu).  Bu gibi durumlar göç sonucu ortaya çıkarken bir takım sorumlulukları da beraberinde getirir. Örneğin, Göç ve Uyum Çalıştayı’nda yer alan bir Hollandalı araştırmacı ülkesindeki göç ve uyum için şunları dile getirmiştir.  “O dönem Amsterdam Belediyesi uyum politikaları çerçevesinde çok kültürlü günler düzenliyordu ve Ramazan döneminde de Hollanda Müslümanlarıyla Hollandalıları bir araya getiren iftar yemekleri organize ediyordu. Bu iftar yemeklerinde defalarca görev aldım. Oradaki mutfak konuşmalarından birkaç şey aktararak konuşmamı bitireceğim. Birlikte yemek yaptığımız Türkiye kökenli genç kız şunu söylüyordu: “Tamam, bunların hepsi çok güzel, yani artık kuskusu biliyorlar, pilavı tanıyorlar, karnıyarığı biliyorlar, bunlar güzel; ama ben hukuk fakültesinden mezun olduktan sonra neden eşit koşullarda iş bulamadığımı tartışmak istiyorum. Hollanda toplumunun Türkleri, Faslıları, kültürü, duvarlarda asılı camileri tanımasından öte, çok daha temel bir problemim var; ama hiçbir uyum politikası buna çözüm bulamıyor.”( Göç ve Uyum Çalıştayı ). Bu örnekten de anlaşılacağı üzere göçmen ve mülteci barındıran bir devletin etkili bir göç yönetimi kullanması ve bunu yaygınlaştırması elzemdir. Göç yönetimi, hem devlet sınırları içerisindeki yabancıların girişi ve mevcudiyetini hem de mültecilere ve korunma ihtiyacı bulunan diğer kişilere sağlanan korumayı sağlamak üzere, sınır ötesi göçleri düzenli ve insani bir şekilde yönetmek için, ulusal sistem içindeki çeşitli devlet kurumlarından oluşan mekanizmayı tanımlamaktadır (İçişleri Bakanlığı Göç İdaresi Genel Müdürlüğü, 42-43).  Göç yönetimi de günümüzde teknolojinin gelişimi ile birlikte dijital araçların yaygınlaşma avantajını kullanmış ve daha etkin bir rol izlemiştir.

Uygulanan Göç Yönetiminde Dijital Araçların Yaygınlaşmasının Önemi

Uluslararası göç hareketlerinde ülkelerin göçmenlere ve mültecilere karşı yaptığı girişimler, devletin hukuk statülerinde gereken ilgiyi göstermemesi ve ulusal kamu düzeni şeklinde ortaya koyması göç ve göçmen politikalarının çözümünü zorlaştırmaktadır. Küresel anlamda ulusal göçmen politikalarına yapılan düzenlemeler ile birlikte sağlıklı bir şekilde yürütülmesi bununla da ülkelerin ticaretinin geliştirilmesi, kamu güvenliğinin sağlanması, büyüme ve kalkınmanın sağlanması, beyin göçünün engellenmesi ve en önemlisi topluma entegre edilmesi gerekmektedir (Örselli ve Babahanoğlu, 2016:2-3). Göç yönetimi, aslında göçmen kişilerin gittikleri ülkeye girmeden önce birçok kural, uygulamalar ve hukuki düzenlemeler ile başlamaktadır. Göçmenlerin ülkeye girişiyle daha sonrasında ortaya çıkacak olan bir takım sorunlar ile karşılaşmamak için tedbirlerin alınması ve bu tedbirlerin kontrol altında tutulması gerekmektedir (Kabakuşak, 2014:5-6). Günümüz koşulları neticesinde de dijital araçların yaygınlaşması göç yönetimi konusunda birçok avantaj ve dezavantaj sağlamıştır. Dijital araçların hem göç yönetiminde hem de göçmen ve mültecilerin bilgi erişimi konusunda birçok yardımı olmakla birlikte kişisel verilerin korunması bakımından da eğer dikkatli olunmazsa birtakım sıkıntılar ortaya çıkarabilir.

Dijital araçlar, göçmen hareketlerini daha etkili bir şekilde izlemeyi ve kontrol etmeyi sağlar. Bu, düzensiz göçmenleri tespit etmek ve kaçakçılık faaliyetlerini engellemek için önemlidir. Dijital platformlar, göçmenlerin bilgilerini hızla paylaşmayı kolaylaştırır. Bu, farklı kurumlar ve ülkeler arasında işbirliğini artırabilir ve daha iyi hizmet sunulmasına yardımcı olabilir. Dijital araçların kullanımı, göçmenlerin kişisel verilerinin güvenliğini sağlama konusunda zorluklar yaratabilir. Bu, gizlilik endişelerine yol açabilir. Dijital araçlar, teknolojiye erişimi olanlar için daha etkili olabilir. Ancak, teknolojiye erişimi olmayan göçmenler bu avantajdan yoksun kalabilir. Dijital göç yönetimi, insan haklarına saygı göstermeyi ve adil bir şekilde işlem yapmayı sağlamalıdır. Aksi takdirde, göçmenlerin hakları ihlal edilebilir.

Dijital teknolojik gelişmeler, göç ve dijital teknolojiyle ilgili alanlarda daha farklı araştırmalar yapılmasına yol açmıştır. Akıllı telefonlar, mülteciler için yaşam kiti görevi görmekte ve göçü kolaylaştırmaktadır. Mülteciler, sosyal medya ve uygulamalar aracılığıyla gitmek istedikleri ülkeye ilişkin bilgi sahibi olabilmektedir. Mültecilerin kurduğu iletişim ağları, göç rotalarını değiştirmelerine neden olabilmektedir. Ancak bu dijitalleşme aynı zamanda güvenlik risklerini de beraberinde getirmektedir. Mültecilerin kullandığı uygulamalarda kaçakçılar ve insan tacirleri de bulunmaktadır ( Özdemir, 2021).  Akıllı telefonlar, mülteciler için bir zenginlik sembolü değil, aynı zamanda bir pusula, Avrupa’ya giriş kapısı ve can simidi görevi görmektedir. Mülteciler, cep telefonları sayesinde aileleriyle veya daha önce göç eden mültecilerle iletişim kurabilmektedir. Mobil uygulamalar, mültecilere gitmek istedikleri ülkeye dair gerekli bilgileri sağlamaktadır. Bu uygulamalar, ulaşım, sağlık, hastaneler ve eğitimle ilgili bilgileri içermektedir (Özdemir,2021).

Göçün temel unsurları olan hareket, mekân ve sınır, dijital çağda değişime uğramıştır. GPS koordinatları gibi teknolojik bilgiler, mültecilerin güzergâhlarını değiştirmesine yardımcı olabilmektedir. Bu noktada, dijitalleşmenin göçü kolaylaştırdığı gibi güvenlik problemlerini de beraberinde getirdiğini unutmamak önemlidir ( Özdemir,2021).   Dijital teknoloji ve göç arasındaki ilişki, farklı disiplinlerin bir araya geldiği çalışmalarla daha iyi anlaşılmaya çalışılmaktadır (Sucu, Uğur Gündüz, 2019).   

Göçmen ve Mülteciler Üzerindeki Etkisi

Göçmenler ve mülteciler, evlerini terk edip yeni bir ülkeye gelirken duygusal zorluklar yaşayabilirler. Ayrıca, uyum süreci boyunca yalnızlık, aidiyet eksikliği ve kültürel şok gibi psikolojik etkilerle karşılaşabilirler. Göçmenler ve mülteciler, ekonomik olarak hem kaynak ülkelerinde hem de hedef ülkelerinde etkilenirler. İşgücü piyasasına katılarak ekonomik büyümeye katkıda bulunabilirler. Ancak aynı zamanda işsizlik, düşük ücretler ve iş güvencesizliği gibi zorluklarla da karşılaşabilirler. Göçmenler ve mülteciler, hedef ülkede yeni insanlarla tanışırken sosyal ağlarını genişletebilirler. Ancak aynı zamanda dil bariyerleri, ayrımcılık ve dışlanma gibi zorluklarla da karşılaşabilirler. Onların hakları, hedef ülkedeki göç yasalarına ve politikalarına bağlı olarak değişebilir. İnsan hakları ihlalleri, göçmenlerin yaşamını olumsuz etkileyebilir. Hatta sağlık hizmetlerine erişimde zorluklar yaşayabilirler. Ayrıca, göç sırasında fiziksel sağlık riskleri de bulunmaktadır. Bu etkiler, göç yönetimi politikalarının tasarlanması ve uygulanması sırasında dikkate alınmalıdır. Göçmenlerin ve mültecilerin haklarına saygı göstermek ve onların uyum sürecini desteklemek önemlidir.

Bilgisayarların, internetin ve telefonların gelişmesi ve yayılması temelde insanlar arasındaki iletişim kapasitesini artırmış, harita uygulamalarının kullanılması, yaşanan mağduriyetlerin hızlı bir biçimde paylaşılabilmesi gibi özelliklerle göç sürecini kolaylaştırırken aynı teknolojik gelişme süreci göçmenlerin takibini de kolaylaştırmış, devlet kurumlarının elinden kaçma imkânlarını azaltmıştır (Atsızelti, 2021: 39). Fakat bazı göçmen ve mültecilerin göçmen takibinden kaçmak için bin bir yola başvurduğu da dikkatlerden kaçmamalıdır. Örneğin, 2004 yılında BBC tarafından yapılan bir habere göre “İsveç Göç Kurulu kimlik uzmanı 2003 Ocak ayından beri aldığı 26.000 parmak izinin %5 kadarının kimlik teşhisi için okunaklı olmadığını” söylemiş, göçmenlerin parmak izlerinden kurtulmak için bıçak, asit gibi çeşitli maddeleri kullandığı belirtilmiştir (Sweden refugees mutilate fingers, 2004).  Her ne kadar teknolojinin gelişimi ile dijital araçların yaygınlaşması göç yönetimi konusunda işi kolaylaştırsa da bundan etkilenecek olan mülteci ve göçmenlerin işgüzarlığı da ön plana çıkmaktadır.

Sonuç

Her geçen gün gelişmekte olan dijital araçların, artmakta olan kitlesel göç üzerinde etkisi yadsınamaz bir gerçektir. Çeşitli sebeplerden dolayı ülkelerini terk eden göçmen ve mülteciler de gittikleri ülkede farklı tutumlarla karşılaşmış ve o ülkenin vatandaşları tarafından bazen de ötekileştirilmiştir.  Bu gibi yaklaşımlar da göç kabul eden ülkenin vatandaşları ve göçmen, mülteciler arasında her iki taraf için de iyi sonuçlar çıkarmayı hedefleyen bir göç yönetimi edinmesi elzemdir. Bu konuda da zaten hayatımızda gün geçtikçe daha da var olacak dijital araçlardan faydalanmak etkili olacaktır. Dijital araçlar zaten göçmen ve mültecilerin gidecekleri ülkeyi araştırma konusunda avantaj sağlarken o ülkenin göç yönetimi konusunda da olumlu etkisini her zaman gösterecektir.

KAYNAKÇA       

Emiroğlu, F.M. (2023,7,12), Göçün Psikolojisi: Göçmenlerin ve Gurbetçilerin Sıklıkla Yaşadıkları Sorunlar, Hiwell, https://www.hiwellapp.com/blog/gocun-psikolojisi-gocmenlerin-ve-expatlarin-sorunlari

T.C. İçişleri Bakanlığı Göç Yönetimi Uyum Çalıştayı, (Tarih Yok),  https://www.goc.gov.tr/kurumlar/goc.gov.tr/Yayinlar/Kitapciklar/goc_uyum_calistayi.pdf

Atsızelti, Ş. (2021), Büyük Verinin Göç Yönetiminde Kullanımı, http://nek.istanbul.edu.tr:4444/ekos/TEZ/ET003205.pdf

BBC News, (2004),Sweeden Refugees Mutilate Fingers, News BBC,  http://news.bbc.co.uk/2/hi/europe/3593895.st

Sucu Ağaç, Semra, Gündüz U. (2019,12). Kitlelerin Yeni Göç Mekanları Olarak Sosyal Medya Sanal Göç İlişkisi, International Journal of Cultural and Social Studies. https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/904787

Beyaz  Özbey, İ. (2022). “Dijitalleşme, Sosyal Medya ve Risk Toplumu”, İMGELEM, 6 (10): 141-158. https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/2176516

Görgün, Melih, (2017), Küreselleşme Sürecinde Göçmen İlişkileri Ağının Önemi, Süleyman Demirel Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/1014053

Türkiye ve Yunanistan Avrupa Hava Kalkanı Girişimi’ne Katıldı

0

Avrupa’nın güvenlik mimarisinde önemli bir gelişme olarak kaydedilen, Türkiye ve Yunanistan’ın Almanya liderliğindeki Avrupa Hava Kalkanı Girişimi’ne (European Sky Shield Initiative – ESSI) katılımı, bölgesel savunma işbirliğinde yeni bir sayfa açıyor. Berlin’den yapılan açıklamaya göre, bu hamle ile girişime katılan ülke sayısı 21’e yükseldi. NATO savunma bakanları zirvesinde duyurulan bu gelişme, Avrupa’nın hava savunma kabiliyetlerinin ortaklaşa temin edilmesi ve sistemler arası işbirliğinin artırılmasını hedefleyen bir girişimin parçası.

Almanya Şansölyesi Olaf Scholz tarafından Ağustos 2022’de başlatılan ESSI, Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik saldırıları karşısında Avrupa’nın savunmasızlığını gidermeyi amaçlıyor. Scholz, Aralık 2022’de yaptığı açıklamada, planın beş yıl içinde tam anlamıyla geliştirilmesini umduğunu belirtmişti. Bu sürecin ardından Alman parlamentosu, İsrail yapımı Arrow-3 anti-balistik füze sistemlerinin yaklaşık 4 milyar Euro karşılığında satın alınmasını onayladı.

Türkiye ve Yunanistan’ın bu girişime katılımı, eski ABD Başkanı Donald Trump’ın NATO ortaklarını ittifakın harcama hedeflerine ulaşmamakla eleştirdiği bir dönemde gerçekleşti. NATO Genel Sekreter Yardımcısı Mircea Geoană, bu girişimin, müttefiklerin savunma harcamalarına ilişkin taahhütlerini somut savunma kabiliyetlerine dönüştürdüğünü ve Avrupalı müttefiklerin adil yük paylaşımına olan net taahhütlerini gösterdiğini belirtti.

ESSI’nin mimarisi, NATO’dan bağımsız olarak Avusturya ve İsviçre gibi tarafsız ülkeleri de içeriyor. Türkiye Savunma Bakanı Yaşar Güler, bu adımın NATO’nun ihtiyaçlarını karşılama yolunda önemli bir adım olduğunu ve Türkiye’nin bu girişime geniş ulusal kaynaklarıyla katkıda bulunmaya hazır olduğunu ifade etti. Ancak Türkiye’nin daha önce Rus yapımı S-400 hava savunma sistemlerini satın alması, Sky Shield Girişimi’nin diğer üyeleriyle olan uyumluluğu konusunda soru işaretleri yaratıyor.

Türkiye ve Yunanistan arasındaki bu işbirliği, iki ülke arasındaki uzun süreli rekabet ve Ege Denizi’ndeki sınır çizgileri üzerine devam eden anlaşmazlıklar göz önünde bulundurulduğunda, bölgesel güvenlik ve işbirliği açısından önemli bir adım olarak değerlendirilebilir. Bu gelişme, Avrupa’nın savunma kapasitesini güçlendirirken, aynı zamanda bölgesel işbirliğini ve dayanışmayı teşvik eden bir platform sunuyor.

Avrupa Hava Kalkanı – Avrupa Hava Kalkanı  – Avrupa Hava Kalkanı  – Avrupa Hava Kalkanı 

Süper Çeşitlilik Çağında Göçmenler ve Kimlik Değişimleri

Görkem Anlaş, Göç Çalışmaları o-Staj Programı

Giriş

“Süper çeşitlilik” değişen göç kalıplarını açıklamak için ortaya atılan ve çeşitliliğin artışı ile yeni sosyal oluşumların tanınmasını sağlayan bir kavramdır. Literatürde birçok uzman süper çeşitliliğin dikkate alınması gerektiğini çünkü dünyanın artık bu şekilde karakterize olduğunu iddia ederken bazı uzmanlar bu kavramın benimsenmesinin yabancı düşmanlığının fazla olduğu toplumlar için endişe verici olduğunu ve olası bir çıkmaza sebep olabileceğini düşünmektedirler. Bu makalede süper çeşitlilik çağında göçmen kategorizasyonuna, göçmenlerin olası kimlik sorunlarına, bu sorunların sonucunda göçmenlerin kimliklerini saklama ve yeni bir kimlik yaratma süreçlerine değinilirken Dieu Hack‑Polay, Ali B. Mahmoud, Maria Kordoxicz, Roda Madziva ve Charles Kivunja tarafından gerçekleştirilen 2018 Londra görüşmeleri araştırmasından, 2019 Almanya’daki Korelilerin yaşadığı kimlik sorunundan ve bu sorunun Sunyoung Park ve Lasse Gerrits tarafından ele alındığı 2021 yılı araştırmasından yararlanılmıştır.

Anahtar Kelimeler: Süper Çeşitlilik, Küresel Göç, Kimlik Sorunu, Çok Kültürlülük, Ulusötesi Kimlik

 
Bir Kavram Olarak Süper Çeşitlilik

Süper çeşitlilik kavramı 2007 yılında Steven Vertovec tarafından “Ethnic and Radical Studies” dergisinde ortaya atılan bir sosyal bilim kavramıdır.[1] Süper çeşitlilik kavramı nüfus çeşitliliğinin önceye oranla daha da artması ve bunun sonucunda sadece etnik azınlık gruplarının ve göçmenlerin sayısının değil kendi içlerinde de artan çeşitliliğine “çeşitliliğin çeşitlendirilmesi[2]” olarak vurgu yapar. Vertovec’in süper çeşitlilik kavramı ortaya atıldığı günden itibaren çeşitliliğin biçimlerine, tarzlarına ve sonuçlarına vurgu yapması sebebiyle ilgi çeken önemli bir kavram haline gelmiştir. Öyle ki Vertovec’in Etnik ve Irk Araştırmalarındaki makalesi yayınlandığı dergi içerisindeki en fazla alıntı yapılan makale olmuş olup kavram sosyolengüistik ve dilsel antropoloji alanlarında da dikkat çekmiştir. Bradford Üniversitesi sosyoloğu Parveen Akhtar’da bu süper çeşitlilik kavramının 1980’lerden sonraki Britanya için yeni bir karakterize özellik olduğunu savunurken[3] Glasgow Üniversitesi profesörü Nasar Meer süper çeşitliliğin hem ampirik fenomenlerin bir tanımı hem de artan çoğulculuğun gerektirdiği normatif bir iddia olarak ortaya çıktığını ve sosyal bilimcilerin ve politika yapıcıların bu kavramı dikkate alarak yaklaşımlarını geliştirmeleri gerektiğini savunur.[4]

Süper çeşitlilik kavramının bu kadar popüler hale gelmesi normal bir durumdur. Günümüzde sosyal olarak farklılık kategorileri toplumlardan bireylerin kendi kimlik süreçlerine kadar geniş bir ölçekte çok önemli bir sürece ve etkilere sahiptir. Çeşitliliğin getirdiği sosyal yapı düşmanca ifadelerle çevrelenirken süper çeşitlilik tek bir boyuta odaklanmak yerine kategorilere çok farklı perspektiflerden bakılmasını teşvik ederek yeniden tanımlanmalarını gerekli kılar. (Vertovec, 2023) Kategorilerin yeniden tanımlanması küresel göçün ve sosyal ilişkilerin de tekrardan gözden geçirilmesini zorunlu bırakacağından dolayı bu alanlar da ve sosyal bilim yaklaşımları üzerinde derin etkilere sahip olması kaçınılmazdır.

Kavramın destekçilerinin yanı sıra eleştiriler de zaman içerisinde çeşitli uzmanlar tarafından ortaya atılmıştır. Penn State Üniversitesi profesörü Sinfree B. Makoni asimetrik yapıya sahip bir dünyada kavramın homojenleşme arayışı ile karakterize edilerek bir eşitlik yanılsaması yarattığını ve çeşitliliğin bu şekilde açık bir şekilde kutlanmasının Güney Afrika gibi yabancı düşmanlığının yaygın olduğu toplumlar için endişe verici olduğunu ifade etmekte[5]. Sinfree B. Makoni’nin iddialarına Cape Town Üniversitesi profesörü Ana Deumert de katılır ve süper çeşitlilik kavramının tanımlayıcı bir sıfat olarak kullanılmasının teorik bir çıkmazı da beraberinde getirerek sayısal ölçümlere meydan okuduğunu iddia eder[6]. Eleştiriler bunlarla da sınırlı kalmamıştır ve başta Czajka M. ve De Haas H. olmak üzere birçok uzman kişi süper çeşitlilik kavramının ortaya koyduğu gibi bir artan göç durumunun ve çeşitliliğin olmadığını düşünmekte[7]. Bunun anlamı şudur ki dünya nüfusunun artması aslında göçün ve çeşitliliğin artması şeklinde yorumlansa da aslında göçmen oranı azalmıştır ve buna en iyi örnek Amerika kıtasıdır. Amerika kıtasında göç artsa da çeşitlilik artmamıştır ve aslında çeşitliliğin artması göçün öncelikli hedef ülkeler havuzunun daralması üzerinde yoğunlaşması sebebiyle Avrupa merkezli bir dünya görüşünü teşvik etmektedir. (Czajka, M. ve de Haas, 2014)

Göçmenlerin Sınıflandırılması

Göç sadece sosyal hayatı değil politik kararları da derinden etkileyen bir süreçtir yani göç ve göçün getirdiği çatışma durumu parti süreçlerini ve siyasetlerinin temelini oluşturan bir olgudur. Örneğin Çin hükümeti göçü bir çatışma durumu olarak görmekten ziyade bağlantıları genişletmek ve aynı zamanda kendi diasporalarıyla diasporam ilişkilerini güçlendirmek için bir yol olarak görmektedir (Ho 2020). Bunun dışında birçok ülke vasıflı işçi göçünü veya öğrenci göçünü de teşvik etmektedir (Gao ve Wit 2017; Gu ve Qiu 2017) ancak buradaki asıl sorun grupları birbirlerinden ayırt etmekteki belirsizliktir ve bu belirsizliğin giderilmesi adına kategorizasyon yapılarak göçmenleri sınıflandırmak yaygın şekilde kullanılmaktadır.

Kategorilendirmek ve yapılan ayrımları anlamak aynı zamanda insanları ve dünyayı da başka bir şekilde anlamlandırmanın bir yoludur. Gillespie, Howarth ve Cornish (2012) 4 ana işlevi ortaya koyar: tüm göç kategorileri perspektifseldir, tarihseldir, kesintiye uğrayabilir ve yeniden oluşturulabilir. Yani perspektif olmasının ana sebebi herhangi bir şekilde net bir nesnelliğe sahip olmamalarıdır yani tanımı yapan kişinin öznelliğini taşırlar. İkinci olarak göç tarihsel olarak geçmişten gelen bir mirasa sahiptir ve gelecek açısından da önemlidir. Son olarak ise kategorilerin uygulamaları ve çeşitliliği onların tekrardan tanımlanmasına, oluşturulmasına ve kesintiye uğramalarına sebep olabilir.

Collyer ve De Haas (2012) sınıflandırma için 4 nitelik kullanmaktadır: uzay ve zamansal olarak (orta vadeli-uzun vadeli; içsel ve uluslararası) konum ve yönsel olarak (kuzey-güney, doğu-batı gibi) yasal olarak (düzenli ve düzensiz) ve nedensel olarak (aile, öğrenci, çalışma, mecburiyet gibi). Burada yapılan her sınıflandırma farklı ampirik değerlere sahip olmakla birlikte insanların farklı sınıflandırmalara farklı bakış açıları geliştirilmelerini de sağlamıştır. Belirli bir kategoriye bir toplumun bakış açısı daha hoşgörülü ve sıcak olabilirken bazılarına daha mesafeli ve ön yargılı olabilir hatta bu durum düşmanca bir boyuta da evrilebilir.  Bu sebeple sınıflandırma yapılması daha öncesinde bahsedilen belirsizliği ortadan kaldırmaya yardımcı olsa da bazı kategorilerdeki bireylerin değerlerinin düşük görülmelerine, hariç tutulmalarına ve daha birçok farklı dezavantajsam durumla karşı karşıya kalmalarına sebep olabilir (Raghuram, 2020, s. 10). Bu koşullar altında göçmenler ev sahibi ülkeye alışma süreçlerinin yanı sıra kendi kimliklerini de şekillendirmeye çalışırlar.

Kimlik Şekillendirme Süreci

Benliği yeniden yapılandırmak ve doğru tanımlamak zor bir süreçtir. Birleşik Krallıktaki Somalili mülteciler hakkında araştırma yapan G. Valentine ve D. Sporton (2009) kimlik inşası ve şekillenmesi sürecinin doğası gereği ilişkisel olduğunu ve başkalarıyla etkileşim içerisinde olarak bir farklılaşma süreci sonucunda elde edildiğini ortaya koymuşlardır. Bu araştırmalarında elde ettikleri verileri yorumlayıcı metodolojik bir paradigma ile ortaya koymuşlardır. (Dieu Hack-Polay, 2021)

Kimlik şekillendirme süreci ile ilgili verilebilecek en iyi araştırma örneklerinden birisi 2018 yılında Londra’da yapılan bir araştırmadır. Araştırmanın tamamı Sahra altı Afrika ülkelerinden olmak üzere toplamda 9 farklı ülkeden katılımcı ile gerçekleştirilmiştir. Katılımcılara yapılan görüşmelerde bağımsız yanıtlar verebilecekleri sorular yöneltilmiş ve tüm görüşmeler kayıt altına alınmıştır (Madziva, 2017). Katılımcıların sosyal bir aktör olarak güvenliklerinin sağlanması ve şeffaf yanıtlar alınabilmesi için yanıtlar anonim olarak kayıtlara geçirilmiştir. Görüşülen tüm göçmenler ülkelerindeki şiddetten veya sınırlayıcı yapı ve koşullardan dolayı göç etmiş kişilerden oluşmakta. Görüşme esnasında göçmenlere kim olduklarını düşündükleri sorulduğunda katılımcılar bağlamla ilgili kimliklerini işaret etmişlerdir ancak kendilerini kısıtlayan faktörlerin de farkında olduklarını dile getirmişlerdir. Kimliklerine karşı olan bakış açılarının ve konumlarının bilincinde olduklarından dolayı kimliklerini dış dünyaya tanımlama konusunda zamana ve mekana göre birtakım değişikliklere yönelme gereksinimi duymuşlardır. Bu demektir ki göçmenler belirli bir ortamda kendi ulusal, dinsel ve dilsel kimliklerini rahatça ifade ederken diğer birçok sosyal ortamda bu kimliklerinin sadece bir kısmını ya da tamamen farklı bir şekilde yansıtmayı tercih etmektedirler. Bunun başlıca sebepleri göçmen kimlikleri sebebiyle insanlar arasında yargılanmadan saygı kazanabilmek ve daha iyi bir iş ve barınma imkanını kendilerine sağlayabilmek. Kısacası katılımcılar bu süreçte hem yeni bir İngiliz toplumuna kendilerini entegre etmek için hem de kendi kimliklerini yeniden ölçüp tartarak buna göre davranmakla uğraşmışlardır. Araştırma sonucunda fark edilen bir diğer nokta ise kimlik dalgalanmasına maruz kalan göçmenlerin kendileri için en küçümseyici kimlik olarak “mülteci” kimliğini işaret etmeleriydi çünkü mülteci kimliğini benimsediklerinde kendilerine yöneltilebilecek tüm olumsuzlukların farkındalardı. Bu sebeple göçmen/mülteci kimliğinin beraberinde getirdiği belirsizlikten kurtulmak adına kimliklerini belirli bir düzeye kadar gizlemek gibi taktikler uygulamaya başlamışlardır ve bunun sonucunda iç içe geçmiş olan kimlikler katılımcıların birçoğunda kimlik ikilemleri yaratmıştır. Araştırma sonucunda göçmenlerin göç ettikleri ülkedeki vatandaşlığa hak kazanmalarının kendilerine daha çok özgüven vererek daha öncesinde kimliklerini gizlemenin verdiği yalancılık hissini azalttığı da görülmüştür. Yine de katılımcılar araştırma boyunca kimlik gizleme eğilimlerini aslında bir suç olarak görmediklerini ve bu eylemin sosyal, psikolojik ve ekonomik yönden hayatta kalmak için bir araç olduğunu savunmuşlardır (Dieu Hack-Polay, 2021).

2018 Londra araştırmasında da görüldüğü gibi göçmen bireyler çeşitli ötekileştirmelerden kurtulabilmek adına kendi kimliklerini gizleme ya da yeni bir kimliğe bürünme eğiliminde olabilirler. G. Valentine ve D. Sporton (2019) “belirli bir kimlik yalnızca bir bireyin sahipleneceği bir şey değildir aynı zamanda bireyin kimliğinin bir uygulama topluluğunca tanınmasına ve kabul edilmesine de bağlıdır.” demektedir. Bu sebeple daha öncesinde bahsedilen göçmenlerin yeni kimliğe bürünme eğilimi göç edilen ülkenin sosyo-politik sistemi tarafından onlara dayatılan bir olgu sonucu da olmaktadır.  Yeni bir kimlik belirleme süreci daha fazla fırsat odaklı olarak arzu edilen kimliğe doğru bir aşağılık-üstünlük inancını da geliştirir ancak kimlik dalgalanması her zaman pozitif bir yöne doğru da olmayabilir. Ancak genel olarak kimlik dalgalanmasının sosyal ve ekonomik fırsatlara yönelik olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır (Pugh, 2018, s. 978).

Yeni kimlik arayışı için bir başka bakış açısı “yaşam biçimi” göçü ile de sunulabilir. Yaşam biçimi göçü daha iyi bir yaşama ulaşma gayesi ile göreceli olarak yeni bir göç türü olarak literatüre kazandırılan bir kavramdır. Gelles ve Levine (1995, s. 143) bu göç türü için “boş zamana sahip yeni bir sınıf” ifadelerini kullansa da yaşam biçimi göçmenleri bunu kendi özgür seçimlerini takip etmenin bir yolu olarak görmektedirler. Daha öncesinde “hayatta kalmak” için gizlenen veya değiştirilmeye çalışılan kimlikler yaşam tarzı göçünde arzu edilen hayat biçimine ulaşmada bir yoldur. Bu yaşam biçimi bireyden bireye değişebilir ve ideal hayat bir birey için daha basit ve tatmin edici özelliklere sahipken başka bir birey için daha aktif ve iyi bir çalışma hayatı ile bağdaştırılmış olabilir. (Südaş ve Mutluer, 2010, s. 34) Örneğin İspanya’da yaşayan yaşlı insanlar daha hızlı sosyalleşmektedirler ve yeni hobileri kolayca elde ederek rahat bir yaşam tarzına ulaşabilmektedirler. Bu yüzden bu yaşamı arzulayan yaşlı bir birey İspanya’ya yönelebilir (Huete, 2013) ve orada kimliğini istediği yaşam tarzı kimliğine göre dönüştürebilir. Yaşam biçimi göçünde bireyler ana aktif aktörlerdir ve diğer kategorilerdeki göçmen bireylere kıyasla kendi hayatlarını ve kimliklerini hedefledikleri yaşam tarzına göre daha kolayca şekillendirebilme şansına sahiptirler (Benson 2012; Griffiths ve Maile 2014; O’Reilly 2014; Salazar 2014).

Bazı göçmen bireyler kendi kimliklerini değiştirmek ya da gizlemek yerine yapılan ötekileştirmelerin üstüne gitmeyi tercih de edebilirler. Bu noktada verilebilecek en iyi örneklerden birisi 2019 yılında Almanya’da yaşanmıştır. Şubat 2019’da Almanya perakende zinciri Hornbach kendi mağazalarını tanıtmak adına çektikleri reklam videosunu sosyal ağlar üzerinden paylaşmıştır. Paylaşılan video hızla viral olmuştur ancak bunun ana sebebi reklama karşı başlatılan bir kampanyadır (Caren, 2020). Kampanyanın başlatılmasının amacı şudur: Alman reklamının Doğu Asyalı kadınlara yönelik önyargıları destekler nitelikte olması (Gerrits ve Park 2021). Bu koşullar altında Almanya’da bulunan ve ötekileştirmeye maruz kalmış birçok Koreli bu imza kampanyasını imzalamıştır ve kendi deneyimlerini sosyal ağ aracılığıyla paylaşmıştır. Almanya’da yaşanan ve Korelilerin yaşadığı ayrımcılık uluslararası basının dikkatini de çekmiştir ve Kore hükümetinin de olaya tepki göstermesi ile reklam Hornbach tarafından tüm sosyal medya platformlarından kaldırılmıştır. Bu süreçte Kore hükümetinin ve diğer ülkelerde yaşayan göçmen Korelilerin etkisi büyüktür ve her ne kadar Almanya’da yaşanan tüm ayrımcılıklara son vermese de ulusötesi kavramının öneminin anlaşılması tekrardan sağlanmıştır (Glick-Schiller 2003 ; Castles ve Miller 2009 ; Vertovec 2015 ; Waldinger 2015). Daha öncesinde de belirttiğimiz gibi devlet içerisinde yer alan sosyo-politik yapılar ve toplumun yarattığı baskı ve izolasyon göçmenler için yeni kimlik oluşumlarına sebep olabilirken bir yandan bireyin ana vatanında ve göç ettiği ülkede ikili varlık göstermesini sağlayan ulusötesi kimliklerin de oluşumuna ve önemine vurgu yapar.

SONUÇ

2007 yılında Steven Vertovec “süper çeşitlilik” kavramını göçmen çeşitliliğinin artışına vurgu yapan bir kavram olarak literatüre kazandırmıştır ve zaman içerisinde çeşitliliğin biçimine, tarzına ve sonucuna yaptığı vurgu ile birçok uzman tarafından hem desteklenmiş hem de eleştirilere maruz kalmıştır. Süper çeşitlilik çağında belirsizliklerin giderilmesi ve insanların ve dünyanın daha iyi anlaşılabilmesi adına göç kategorizasyonları yapılmıştır. Ancak bazı kategorilere daha hoşgörülü yaklaşırken bazılarına karşı da ötekileştirme uygulanabilmektedir. Bu koşullar dahilinde göçmenler yeni bir ülkeye alışma sürecinin yanı sıra kendi kimliklerinin getirdiği dezavantajlarla da başa çıkmaya çalışmaktadırlar. Birçok göçmen daha iyi fırsatları yakalayabilmek ve saygı görebilmek adına kendi kimliklerinin bir kısmını ya da tamamını gizleme ya da yeni bir kimliğe bürünme eğiliminde bulunabilir. Bunun sonucunda birden fazla kimlik birbiri içerisine geçerek göçmen bireyler üzerinde kimlik karmaşası yaratabilir. Yeni bir kavram olan yaşam biçimi göçü yine süper çeşitlilik çağında kimliğini bu sefer de olmak istediği ideal hayat biçimine göre şekillendirme fırsatı bulan göçmenleri içermektedir. Bu kategorideki göçmenler diğer kategorilerde yer alan göçmenlere kıyasla kimliklerini daha kolayca ve gönüllü olarak şekillendirebilmektedirler çünkü olaylara yön veren ana aktör kendileridir. Bunların yanı sıra göçmen bireyler kimliklerini gizlemeye çalışmak ya da yeni kimlik yaratmaya yönelmek yerine çeşitli durumlarda ötekileştirme faaliyetlerine ve yapılan ayrımcılığa karşı çıkabilir. Bu noktada göçmen bireyin ulusötesi kimliğini koruması süper çeşitlilik çağında bir ayrıcalık olarak kendini gösterebilmektedir.

REFERANSLAR

[1] “Opinion: Super-diversity revealed”. BBC News. 20 September 2005. Retrieved 22 February 2015.

[2] “Recognise superdiversity in S’pore to overcome stereotyping”. Today. Retrieved 22 February 2015.

[3] Ratcliffe, Rebecca (8 October 2014). “How will ‘super diversity’ affect the future of British politics”. The Guardian. Retrieved 22 February 2015.

[4] Meer, Nasar (2014). Key Concepts in Race and Ethnicity. London: Sage. p. 144. ISBN 9780857028686.

[5] Makoni, Sinfree B. (2012). “A Critique of Language, Languaging and Supervernacular”. Muitas Vozes. 1 (2): 189–199. doi:10.5212/MuitasVozes.v.1i2.0003

[6] Deumert, A. (2014) Digital superdiversity: A commentary. Discourse, Context, and Media,4-5, 116-120

KAYNAKÇA

Antaki C, Condor S, Levine M. Social identities in talk: speakers’ own orientations. Br J Soc Psychol. 1996;35(4):473–92.

Benson M. O’Reilly K. ( 2009a ) Migration and the Search for a Better Way of Life: A Critical Exploration of Lifestyle Migration’,The Sociological Review, 57 / 4 : 608 – 25 .

Caren, N., Andrews, KT ve Lu, T. (2020). Contemporary Social Movements in a Hybrid Media Environment. Annual Review of Sociology, 46, 443-465.

Castles, S. ve Miller, MJ (2009). The age of migration. International population movements in the modern world, (4. baskı). New York: Guilford Press.

Collyer, Michael, and Hein De Haas. 2012. ‘Developing Dynamic Categorisations of Transit Migration’. Population, Space and Place 18 (4): 468–481. https://doi.org/10.1002/psp.635.

Deumert, A. (2014) Digital superdiversity: A commentary. Discourse, Context, and Media, 4-5, 116-120

Gao, Hang, and Hans de Wit. 2017. ‘China and International Student Mobility’. International Higher Education, 90: 3–5. https://doi.org/10.6017/ihe.2017.90.9992.

Gillespie, Alex, Caroline S Howarth, and Flora Cornish. 2012. ‘Four Problems for Researchers Using Social Categories’. Culture & Psychology 18 (3): 391–402. https://doi.org/10.1177/1354067X12446236.

Glick-Schiller, N. (2003). The centrality of ethnography in the study of transnational migration: seeing the Wetland instead of the Swamp America arrivals: Anthropology engages the new immigration (s. 99-128). School of American Research Press.

Hack-Polay, D., Mahmoud, A.B., Kordowicz, M. et al. 2021. “Let us define ourselves”: forced migrants’ use of multiple identities as a tactic for social navigation. BMC Psychol 9, 125. https://doi.org/10.1186/s40359-021-00630-6

Ho, Elaine Lynn-Ee. 2020. ‘Leveraging Connectivities: Comparative Diaspora Strategies and Evolving Cultural Pluralities in China and Singapore’. American Behavioral Scientist, Ağustos. https://doi.org/10.1177/0002764220947754.

Göktuna Yaylacı, F. (2017). SÜPER-ÇEŞİTLİLİK ÇAĞINDA ÇOKKÜLTÜRCÜLÜK. Hitit Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 10(1), 345-364. https://doi.org/10.17218/hititsosbil.291107

Lu L.,”Recognise superdiversity in S’pore to overcome stereotyping“.12 Kasım 2014. Today Online. https://www.todayonline.com/daily-focus/education/recognise-superdiversity-spore-overcome-stereotyping

Makoni, Sinfree B. (2012). “A Critique of Language, Languaging and Supervernacular“. Muitas Vozes. 1 (2): 189–199. doi:10.5212/MuitasVozes.v.1i2.0003

Meer, Nasar (2014). Key Concepts in Race and Ethnicity. London: Sage. p. 144. ISBN 9780857028686.

Michaela Benson, Karen O’Reilly. 2016. From lifestyle migration to lifestyle in migration: Categories, concepts and ways of thinking , Migration Studies. vol 4,1. ss. 20–37, https://doi.org/10.1093/migration/mnv015

“Opinion: Super-diversity revealed. 20 Eylül 2005. BBC News. http://news.bbc.co.uk/1/hi/uk/4266102.stm

Park, S., Gerrits, L. 2021. How migrants manifest their transnational identity through online social networks: comparative findings from a case of Koreans in Germany. vol 9, 10. https://doi.org/10.1186/s40878-020-00218-w

Raghuram, Parvati, and Gunjan Sondhi. 2017. ‘Contributions of Migrants and Diaspora to All   Dimensions of Sustainable Development, Including Remittances and Portability of Earned Benefits’.

Raghuram, Parvati. (2020). Democratising, stretching, entangling, transversing: Four moves for rearticulating migration categories. Journal of Immigrant & Refugee Studies. 19. https://doi.org/10.1080/15562948.2020.1837325

Ratcliffe, Rebecca (8 Ekim 2014). “How will ‘super diversity’ affect the future of British politics“. The Guardian. 22 Şubat 2015.

Park, S., Gerrits, L. 2021. How migrants manifest their transnational identity through online social networks: comparative findings from a case of Koreans in Germany 9, 10 https://doi.org/10.1186/s40878-020-00218-w

Pugh JD. 2018. Negotiating identity and belonging through the invisibility bargain: Colombian forced migrants in Ecuador. Int Migr Rev. 52(4):978–1010.

Salazar N. ( 2014 ) “Migrating Imaginaries of a Better Life … Until Paradise Finds You”, Understanding Lifestyle Migration: Theoretical Approaches to Migration and the Quest for a Better Way of Life , s. 119 – 38 . Basingstoke : Palgrave Macmillan .

Valentine G, Sporton D. 2009. How other people see you, it’s like nothing that’s inside’: the impact of processes of disidentification and disavowal on young people’s subjectivities. Sociology. 43(4):735–51.

Vertovec, S. (2007). Süper çeşitlilik ve sonuçları. Etnik ve Irk Çalışmaları , 30 (6), 1024–1054.

Vertovec, S. (2009). Ulusötesilik . Oxon: Routledge.

Waldinger, RD (2015). The cross-border connection. Immigrants emigrants and their homelands. . Cambridge: Harvard Üniv. http://www.degruyter.com/view/product/430598