Home Blog Page 89

Kaplumbağalar da Uçar

 ‘“(…) Kimse Irak halkından bahsetmiyordu. Halka ait bir tek resim yoktu. Sadece bir sürü gereksiz görüntü dönüp duruyordu. Bu filmde Saddam ve Bush yardımcı oyuncular. Öte yandan Irak halkı ve sokak çocukları başrolü oynuyor. Filmimi diktatör ve faşistlerin politikalarına kurban edilen tüm masum dünya çocuklarına ithaf etmek istiyorum.” diyen Kürt Bahman Ghobadi’nin senaristliğini ve yönetmenliğini yaptığı 2004 yılında çekilmiş 2005 yılı Berlin Uluslararası Film Festivali’nde en iyi İstikbal ve Barış film ödülünü kazanan Kaplumbağalar da Uçar filmidir. Kaplumbağalar da Uçar filmi Irak-İran-Fransa ortak yapımıdır.

Film, Irak-Türkiye sınırında bir Kürt mülteci kampında geçmektedir. Amerika Irak Savaşı’ndan birkaç hafta önceki zaman dilimini göstererek başlayan Kaplumbağalar da Uçar, mayın tarlalarının ortasında mayın toplayarak geçimini sağlamaya çalışan çocukların gözünden izlediğimiz, Irak Savaşı’na dair çekilmiş ilk filmdir.  Başrollerini çocukların oluşturduğu bu filmde ana karakterlerden biri Soran, Satellite ( Uydu) lakaplı 13-14 yaşlarında bir çocuktur. Yaşının küçük olmasına rağmen mülteci kampındaki bütün çocuklardan sorumludur. Teknolojiye meraklı, oldukça atılgan ve zeki bir çocuk olan Soran, gizliden gizliye bir Amerika hayranıdır. Savaşın ne zaman başlayacağını ve dünyanın bu savaş hakkında ne dediğini öğrenmek için elektrik ve su olmayan mülteci kampına uydu kurmaya çalışırlar. Sonunda bir uyduya sahip olsalar da haber dilini kimse anlayamadığı için uydu sahibi olmak pek işe yaramamıştır. Fazla gelişmiş olmayan İngilizcesi ile haberleri çevirmeye çalışan Soran, Bush’un savaş hakkındaki söylemlerini yarın yağmur yağacakmış diye çevirmesi sorumlulukları ne kadar fazla olursa olsun çocuk olmanın nasıl bir şey olduğunu gösteren trajikomik bir sahnedir. Soran, köydeki çocukların topladığı mayınları götürüp satmak ile ilgilenir. Soran, bir diğer karakterimiz olan güzeller güzeli Agrin’e karşı yoğun duygular beslemektedir. Agrin’in kardeşi Hengov, geçirdiği kaza sonucu mayına basıp iki kolunu birden kaybetmiş, gördüğü kehanetlerle felaketleri öngören bir karakterdir. Filmin büyük bir çoğunluğunda en küçük kardeşleri olarak bildiğimiz 2 yaşındaki gözleri görmeyen Riga, aslında Agrin’in ailesini katledenlerin tecavüzü sonucu hamile kaldığı ve hiç istemeyerek dünyaya getirdiği ve her fırsatta kurtulmak istediği bebeğidir. Film, savaşlarda ve göçlerde, özellikle kız çocuklarının yaşadıklarını çarpıcı gerçekliği ile izleyicilerle yüzleştirmiştir.

Karakterler, topraktan ve çadırlardan başka hiçbir şeyin olmadığı kuru kara parçalarında savaşın yakında olacağını bilip yaşamaya çalışırlar. Köy halkı bu savaşın dünyanın sonunu getireceğine inanmaktadır. Türkiye sınırıyla Irak sınırı arasında ikiye bölünmüş köyde birbirlerine çok yakın olmalarına rağmen iki grubun birbiri ile görüşmeleri yasaklanmıştır. Hatta bazı evli çiftlerin bu sınırdan dolayı ayrı kalmak zorunda kaldığı gösterilmiştir. Kaplumbağalar da Uçar, mülteci çocuklar kadar hassas bir içeriğe sahip olmasına rağmen duygu sömürüsünden olabildiğince uzak kalınarak çekilmiş bir filmdir.

Filmin ele aldığı dönem Amerika Irak savaşından birkaç hafta öncesidir.  Yani İkinci Körfez Savaşı’nı ele almaktadır. İkinci Körfez Savaşı’nın en önemli sonuçlarından biri ise Saddam Hüseyin’in idamıdır. Ghobani, filmi Amerika-Irak savaşı bittikten 1 hafta sonra çekmiştir.

İran asıllı Kürt yönetmen olan Ghobadi; Siste Yaşam filmi ile Clermont Ferrand Festivali’nde Juri Özel ödülünü, Sarhoş Atlar Zamanı filmi ile 2000 yılı Cannes film Festivali’nde Altın Kamera ödülü, Genç Sinema ödülü ve Fipresçi Ödülüne layık görülmüştür. Gergedanlar Zamanı olarak bildiğimiz Türk- İran ortak yapımı filmin yönetmenliği de kendisine aittir. Acı ve ıstırabın tutkusu olduğunu söyleyen Ghobadi bir röportajında “Acılarla dolu bir coğrafyadan geliyor olmamla alakalı bir durum. Biz ne olursa olsun her zaman geçmişimizle yaşıyoruz. Benim geçmişim çöplüklerle dolu ama benim malzemem de onlar. İleride bana daha iyi imkanlar sunulsa da ben buyum ve başka biri olamam. Eğer geçmişimdeki o acılar olmasaydı şu an karşınızda olamazdım. Ancak dünyaya yeniden gelme gibi bir şansım da olmadığı için bu konu hakkında pek konuşmak istemiyorum. Hayatımdan memnunum. Çok fazla şey öğrendim bu şekilde. Çünkü çok fazla sorun gördüğüm acılarla dolu bir coğrafyadan geldim,” diyerek barış, adaletin hüküm sürdüğü ve hiçbir sınırın olmadığı bir dünyada doğmuş olsaydı yönetmen olamayacağını söylemiştir. Aynı röportajında: ‘Kürt sinemasını anne babası olmayan bir çocuk gibi görüyorum,’ yorumunda da bulunmuştur.

Ghobadi, filmlerinde sık sık Kürt kültürü ve sembollerine yer vermektedir. Eski bir Kürt inanışına göre gölde yaşayan kaplumbağa göklerde süzülen kuşlara her zaman özenmiş ve kendisi de uçmak istemiştir. Kaplumbağalar da Uçar filmi adını eğer çok isterlerse uçabilecekleri düşünülen kaplumbağalardan almıştır. Ayrıca uçan kaplumbağalara filmin içerisinde de sık sık yer verilmiştir. Nevruzun sembolü olarak kabul edilen ve bu inanca göre şansı temsil eden kırmızı balıklar da film içerisinde kendine yer bulmuştur. Yönetmenin filmlerinde böyle simgesel ayrıntılara yer vermesi filmi olduğundan daha da fazla derinleştirmiştir. Ghobani filminde aşırı hiçbir şeye yer vermemiştir. Hatta fazlasıyla mütevazi çekilmiş bir film olduğunu söyleyebiliriz. Oyuncuların gerçekliğe yakınlığı ve inandırıcılığı, görüntü kalitesinden oyuncuların kostüm seçimine kadar her şey olması gerektiği gibidir. Mekan olarak mayın tarlalarının ortasında mülteci kamplarında geçen film savaş ve göç konularının simgelerini göstermekte başarılı olmuştur. Kostüm açısından dikkatimi çeken tek problem mülteci kampı sahnelerinden birinde birkaç saniye ekranda gözüken küçük bir çocuğun kıyafetinin diğer çocuklara göre fazla yeni ve renkli olmasıdır. Kaplumbağalar da Uçar senaryosu, her ne kadar tarihsel bir olayı anlatan bir film olsa da olayların tahmin edilemez olması ve bizi şaşırtacak sonuçlara yer vermesi tarihi filmler açısından düşündüğümüzde gayet başarılı karşılanmaktadır. Karakterlerin seçimi ve ilgili rollerin sahip olduğu diyaloglar bağlantılı ve özgündür. Kaplumbağalar da Uçar filminin müzikleri İranlı müzisyen Hossein Alizadeh’e aittir. Tahran doğumlu sanatçının bugüne kadar çıkarttığı 11 tane albümü bulunmaktadır. Ayrıca Ghobadi’nin bir diğer filmi olan Sarhoş Atlar Zamanı’nın da müziklerini yapma şansına sahip olmuştur. Kaplumbağalar da Uçar filminin en önemli müziği tartışmasız Laleli’dir. Müzik film içerisinde tam da ihtiyacımız olduğu an kulaklarımızın içinde kımıldamaya başlamıştır. O kadar yetişkinin yer aldığı kampta mayınları toplayıp satma görevinin çocuklara verilmiş olması, gerçek hayatta ve neredeyse her kategoride olduğu gibi savaşlarda da en zorlu süreçleri çocukların yaşadığına dikkat çekmiştir. Uydu lakaplı karakterimiz Soran, arkadaşlarından toplayıp satmaya götürdüğü mayınlar için pazarlık yaparken kendisine düşük fiyat veren aracı kişi ile arasında şöyle bir diyalog geçmiştir  “Bu mayınları, Birleşmiş Milletler’e 2200 Dolara satıyorsun ama bize yalnızca 22 Dinar veriyorsun.”

Bu diyalog savaşın ve savaşın ekonomide yarattığı etkilerin ne denli yıpratıcı ve zor olduğunu para kazanmak için canından olma tehlikesiyle karşı karşıya kalmış çocukların değerinden az ve emeklerinin karşılığını almadıkları bir şekilde çalıştıklarını göstermektedir. Üstelik bu çocuklardan bazıları aynı mayınlar yüzünden uzuvlarında kayıplar yaşamıştır. Yönetmen ve senarist Ghobadi, her ne kadar kendi filmlerine politikaya yakınlığı ile değil de sosyolojik sonuçlar içeren filmler olarak tanımlayan bir yönetmen olsa da kendisi İran’ın yasaklı sinemacıları arasına girmeyi başarmıştır.

Kaplumbağalar da Uçar, savaşlarda yaşanılan olayları sanki oradaymışçasına bize gösteren bir filmdir. Savaşların sebep olduğu göçlerde, insanların çektiği zorlukları anlatırken özellikle çocukların oyunlar oynaması gereken yaşlarda silah sesleri içerisinde yiyecek, barınma, ısınma gibi en temel ihtiyaçlardan uzak yaşamını seyrettirirken içimizde mayın toplayan minicik ellerine oyuncak yerleştirme isteği uyandıran filmde, hikayenin trajikliğine rağmen çocukların başrol olmasının getirdiği bir sıcaklık içimize işlemiştir.

 

 

 

DİLAN KARAHAN

GÖÇ ÇALIŞMALARI STAJYERİ

Göçün Görünmez Yüzü: Türkiye’de Mülteci Kadınlar

Göç, insanlık tarihinin başından bu yana karşımıza çıkan ve çıkmaya da devam edecek bir olgudur. Bu olgu, sosyal, ekonomik, kültürel, ekolojik ve siyasi nedenlerle ortaya çıkabildiği gibi göçün süjeleri açısından da dikkate değer bir inceleme yapılmasını gerektirmektedir. Öyle ki, röportajımızın konusunu oluşturan mülteci kadınlar bu süjelerin aslında en görünmez kısmını meydana getirmektedir. Nitekim, kadınlar göç hareketinin görünmez yüzü olarak göç olgusunun temelinde yer almaktadır. İnsan ticaretinden seks işçiliği ve kadına yönelik şiddete kadar uzanan pek çok nedenden dolayı kadınlar insan hakları ihlalleri ile karşı karşıya kalabilmekte ve göç nedeni her ne olursa olsun mülteci kadınlar toplumsal cinsiyet eşitliği bakımından da tartışılması gereken pek çok konunun süjesi olarak karşımıza çıkabilmektedir.

Buna göre, röportajımızda mülteci kadınlara ilişkin sorunlar göç çalışmaları bağlamında incelenecektir. Mülteci kadınlar ve göç konusu İltica ve Göç Araştırmaları Merkezi (İGAM) Akademi Koordinatörü ve Çanakkale On Sekiz Mart Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Dr. Nihal Eminoğlu’na yönelttiğimiz sorular doğrultusunda incelenecek ve mülteci kadınların yaşadığı veya yaşayabileceği problemler değerlendirilerek göç meselesine mülteci kadınların yaşamları üzerinden bir bakış açısı geliştirilmeye çalışılacaktır.

 Röportajda yöneltilen sorular ve cevaplar aşağıda yer almaktadır.

 

 

Dr. Nihal Eminoğlu’nun Değerlendirmeleriyle Türkiye’de Mülteci Kadınlar ve Göç Röportajı

1) Göç kavramı ile gerek Türkiye’de gerekse de uluslararası literatürde pek çok kaynakta karşılaşabiliyoruz. Göç meselesi tartışılırken göçmen, mülteci gibi kavramların birbirine karışmaması için ulusal mevzuatımız ve uluslararası sözleşmeler kapsamında bu konuya bir açıklık getirebilir misiniz?

Mülteci haklarını düzenleyen uluslararası sözleşme, Birleşmiş Milletler (BM)’in 1951 Cenevre Sözleşmesi’dir. Aslında sadece Cenevre Sözleşmesi olarak değil, bir de 1967 Protokolü’nü de ilave ederek mülteci haklarını anlatmak gerekir. Çünkü Cenevre Sözleşmesi, “Avrupa’dan gelenler” ve “1951 öncesi meydana gelen olaylar” ifadeleriyle hem coğrafi hem de zaman sınırlaması getiriyor mülteci tanımına. Oysaki, 1967 Protokolü coğrafi sınırlamayı ortadan kaldırıyor ve Cenevre Sözleşmesi’nin mülteci tanımına coğrafi bakımdan biraz daha geniş bir perspektif sunuyor. Bu nedenle 67 Protokolünden bahsetmeden olmaz.

Bugün BM’nin öncülüğünde imzalanmış olan ve mülteci haklarını tanımlayan en kapsamlı uluslararası sözleşme Cenevre Sözleşmesi’dir. Bu Sözleşme uluslararası hukukta mültecinin kesin, net ve sınırları çizilen bir tanımını yapıyor olması bakımından önemlidir. Yani bu sayede “mülteci” kavramı, uluslararası hukuk çerçevesinde kabul edilmiş bir statü olmuştur.

Sözleşme, mülteci statüsüne sahip olabilmek için bir zulüm, tehdit veya korku halini öngörmüştür. Bu sebeple kişi, bu nedenlere bağlı olarak ülkesini terk etmek zorunda kalabilir ve başka bir ülkeye sığınma talebinde bulunabilir. Türkiye, bu Sözleşmeye taraf olduğu halde bir coğrafi sınırlama koymaktadır. Buna göre, Türkiye açısından, sadece Avrupa’dan gelenler için Cenevre Sözleşmesi’nde yer alan mülteci tanımı geçerlidir. Ayrıca Monako, Madagaskar ve Kongo da bu sınırlamayı getiren ülkelerdendir. Diğer Avrupa ülkeleri Sözleşme’ye herhangi bir çekince/sınırlama koymadan imzalamışlardır. Bunun anlamı ise; Suriye iç savaşından kaçan ve ülkesini terk etmek durumunda kalan Suriyeliler, Türkiye’de, coğrafi sınırlama nedeniyle mülteci statüsünde olamıyorlar. Halbuki, Suriyeliler Sözleşmede yer alan mülteci tanımına birebir karşılık geliyorlar. Bu gruplar diğer Avrupa ülkelerine gittikleri zaman, bu ülkelerin herhangi bir coğrafi sınırlaması olmadığı için mülteci statüsüne başvurabilmektedir. Sadece Suriyeliler değil; coğrafi sınırlama nedeniyle Türkiye’ye Irak’tan, Afganistan’dan gelenler de haliyle mülteci değillerdir. Bu kişiler mülteci statüsünde değiller ama benim gibi birçok akademisyen ve hak temelli sivil toplum örgütleri Suriyeli mülteci, Afgan mülteci gibi ifadeler kullanırlar. Bunu ise hukuki olarak mülteci statüsünde olmasalar bile sosyolojik anlamda bu kişi ve grupların mülteci oldukları gerçeğini değiştirmemesine dayanarak söylerler. Yani, ortada bir zulüm, iç savaş ve ülkesini terk etme mecburiyeti doğmuşsa ve uluslararası hukuk bunun standartlarını bu kadar net çizmişse bunu sadece bazı coğrafyalardan gelen gruplara uygun bulmak veya bulmamak evrensel insan hakları değerlerine çok da uygun değildir. Türkiye’ye Avrupa coğrafyası dışından gelenler mülteci statüsünde değil, uluslararası koruma statüsündedirler. Suriyelilerin ise kitlesel göç akınıyla geldiği için geçici koruma denilen özel bir statüleri var. Bu da 2013 yılında yürürlüğe giren “Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu” kapsamında düzenlenmiştir.

Göçmen kavramına geldiğimizde ise, en geniş anlamıyla “Göç eden kişi” demek olduğunu bilmek gerekmektedir. Böyle bakıldığında bu kavram aslında mülteciyi de içinde barındırmaktadır. Ancak göçmen, tanımı itibariyle gönüllülük esasını öngörüyor şeklinde bir görüş var. Çünkü bir kişi eğitim, iş imkanları, evlilik veya daha iyi yaşam koşullarına erişmek gibi herhangi bir nedenle kendi iradesiyle gönüllü olarak bir yerden bir yere gitmeyi tercih etmişse bu kişiye göçmen adı verilmektedir. Göçmen kavramının, mülteci gibi sınırları açık ve kesin olan bir tanımı uluslararası hukukta yok. Burada göç, iradi olarak gerçekleştiyse kişi göçmendir, zorunluluk hali varsa da mültecilik kapsamına girebilmektedir. Bu nedenle bugün Türkiye’deki Suriyelilere “göçmen” demek tamamıyla bir hatadır. Yani aslında “göçmen” denildiği zaman doğrudan bir algı yanıltması yapıyoruz. Kaldı ki hukuken ve politik anlamda da hatalı bir ifade kullanmış oluyoruz. Çünkü bu kişiler kendi iradeleriyle gönüllü olarak değil, zorlayıcı nedenlerle ülkelerini terk etmiş kişilerdir.

 

2) Cenevre Sözleşmesi’nin mülteci tanımındaki kadınların yaşadığı zulüm ya da zulüm korkusuna ilişkin nedenlere yönelik boşluk ya da suskunluk nasıl yorumlanmalıdır, bu husus hakkında nasıl bir yaklaşım söz konusudur?

Burada Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (BMMYK) özellikle 2000’lerden sonra önemli bir söylem ve duruş ortaya koyuyor. BMMYK’nin 1951 Cenevre Sözleşmesi’ne atıf yaptığı “Cinsel şiddet yoluyla zulüm veya toplumsal cinsiyete dayalı zulmü de içerecek şekilde 1951 Sözleşmesinde ve 1967 Protokolünde sıralanan nedenlerden ötürü zulme uğramaktan haklı olarak korktukları için mülteci statüsü talep eden kadınları mülteci olarak tanıması” yönünde bir tavsiye kararı bulunmakta. Burada şunun da altını çizmek lazım: Cenevre Sözleşmesi’nin mülteci tanımı ve maddeleri doğrudan kadın üzerine bir vurgu yapmıyor ancak yine de BMMYK’nin bu anlamda bir tavsiye kararının olması ve bunu kendi deklarasyonlarına yerleştirmesi önemli. BM aslında şunu demiş oluyor: Toplumsal cinsiyete dayalı zulüm de bir iltica sebebidir. Yani zulüm sadece diline, dinine, ırkına yapılan bir saldırı ya da tehditten kaynaklı olmaz. Maruz kalınan şiddetin -ki bu şiddetin tanımı çok daha geniş tutulmaktadır ve toplumsal cinsiyete dayalı şiddeti de kapsamaktadır- zulüm anlamına geldiği ifade edilmektedir. Zulüm de mülteci statüsüne başvurmak için bir gerekçe olduğu için dolaylı olarak bu sayede bu statüye başvurulabileceğini söyler. Yani, ülkesinde gördüğü cinsel şiddetten veya toplumsal cinsiyete dayalı zulüm nedeniyle başka bir ülkeye sığınma talebinde bulunan bir kadın varsa bunun zulüm gerekçesi yerindedir ve mülteci statüsünün tanınması için de önceliklidir. Ancak yine Türkiye standartlarında bunu uygulayamıyoruz. Çünkü bizim tanımla ilgili bir sorunumuz olmamakla birlikte coğrafi sınırlamamız var. Ama yine de BM’nin bu kararı önemli.

 

3) Göç tarihini incelediğimizde erkeklerle birlikte kadınların da göçün önemli bir parçası oldukları görülmekte. Zira, göçün kadınlaşması için akademik çalışmalarda pek çok tanım yapılıyor olsa da siz göçün kadınlaşmasını nasıl tanımlarsınız ve terminolojik anlamından ziyade bu kavram neyi ifade etmektedir, göçün kadınlaşmasını toplumsal cinsiyet eşitliği bağlamında nasıl anlamalıyız?

Göç hareketi çok uzun yıllar hem akademik çalışmalarda hem politik hareketlerde bir erkek hareketi olarak algılandı ve görüldü. Aslında erkeklerin göçünü öne çıkartan durumlar da olmadı değil. Örneğin 1960-1970’li yıllarda Avrupa ile imzalanan misafir işçi anlaşmaları var. Türkiye bunun en önemli paydaşlarından biri ve bu anlaşmalar Avrupa’da bugün Türk diasporası dediğimiz diasporanın oluşmasında çok etkili olmuştur. İkinci Dünya Savaşı’ndan çıkmış olan Avrupa’da, ekonomik anlamda güçlenmek için orta sınıf işçi ihtiyacı bulunmaktaydı. Bu açığı kapamak için Avrupa ülkeleri üçüncü dünya ülkeleri ile yeni iş birlikleri kurma yoluna gitti ve misafir işçi (guest worker) dediğimiz işçi sözleşmeleri imzalandı. Türkiye de başta olmak üzere, yine bu sözleşmelerin yapıldığı diğer ülkelerden göç eden kişiler de çoğunlukla erkekler oldu. Erkeklerin Avrupa ülkelerinde kalma süreleri artınca aile birleşimi adı verilen hakkın kullanımıyla menşe ülkelerindeki aileleri de bu ülkelere göç etti. Bu nedenle aslında somut anlamda gerçekten erkeklerin daha ön planda olduğu göç hareketleri var. Ancak göç her şeyden önce dediğimiz gibi bir yer değiştirme haliyse bu yer değiştirme gerek ülke içerisinde gerekse de ülke sınırları dışına olsun kadının her zaman içerisinde yer aldığı bir durum. Ailece yapılan göçlerde de yine erkeği temel alan bir algı oluşuyor ama orada da elbette kadının da bir yeri ve önemi var. Göçün ataerkil bir yapı olarak algılanmasının sebebi bu ama göçün kadınsallaşmasıyla bu algı da değişmeye başlıyor.

Göçün kadınlaşması dediğimiz dönemde ise göçte yavaş yavaş kadının görünür hale gelmesi söz konusudur. Yani bu yönde farkındalığın artığı dönemden bahsediyoruz. 1990’larda Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra kadınlar ciddi yoksulluk ve işsizliğin öznesi haline geliyorlar. O kadınların da bir göç hareketi söz konusu oluyor. Hatta o yıllardan bu yana gelen bir düzensiz göçün unsurları içerisinde fuhuş amaçlı veya hizmet sektöründe, evlerde temizlik işlerinde çalışan kadınlar da var. Bunlar doğrudan kadın göçünün örnekleridir. Bu yüzden 1990 sonrasında böyle bir kırılma da başlıyor. Bir de burada feminist kuramın devreye girdiği önemli bir dönem var. Feminist kuram, göçün kadınlaşmasını daha ön plana çıkartarak göç literatüründe kadını göç ile birlikte ele alan ve toplumsal cinsiyet kavramını ön plana çıkartan bir açılım yapıyor. Yani, göç alanında kadın çalışmalarına toplumsal cinsiyet temelinde de bakan bir bakış açısı ortaya koyuyor. Toplumsal cinsiyet burada önemli. Çünkü toplumsal cinsiyet, biyolojik anlamda kadın ve erkeği değil, toplumsal anlamda kadına ve erkeğe yönelik algılar/kalıplar üzerinden bir tanım ortaya koymaktadır. Toplumsal cinsiyette kadına ve erkeğe verilen roller vardır. Bu roller de çoğu zaman ataerkil toplumlarda mağduriyetler yaratır. Bu durum, kadının toplum hayatının içerisine girmesini ve sosyal hayatın bir parçası olmasını engelleyici niteliktedir. Bu nedenle göç hareketlerinde toplumsal cinsiyet vurgusunun yapılmaya başlanmış olması çok önemlidir. Hem mülteci ve göçmen kadınları daha görünür kılmak hem de farklı cinsel yönelimleri de düşünmeye ve onların haklarını tartışmayı gündeme getirir. Örneğin, LGBTİ+ bireylerinin haklarının olduğu konusunda bir farkındalık yaratır. Toplumsal cinsiyet, bu yönüyle de önemlidir.

Sonuç olarak, kadınlar da elbette göç ediyor ve kadınların erkeklerden farklı olarak karşılaştıkları sorunları var. Göç etme nedenleri de göç sırasında karşılaştığı sorunlar da farklılık göstermekte. Gittikleri ülkelerde sosyal uyum bakımından da kadınlar ve erkekler bakımından sorunlar değişiklik göstermektedir. Bu sorunlar üzerinde durularak aslında göçün kadınlaşması üzerinde de durulmuş oluyor.

 

4) Patriyarka merkezli bu sözleşmelerin yanı sıra bir de günümüz dünyasına uyarlanmış İstanbul Sözleşmesi gibi uluslararası düzenlemeler de mevcut. İstanbul Sözleşmesi göçün görünmez yüzü olan mülteci kadınları görünür hale getirmek için nasıl düzenlemeler içermektedir?

İstanbul Sözleşmesi tam adıyla “Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözlesmesi”dir. Sözleşmeyi önemli kılan birkaç nokta var. Adı itibariyle zaten bütün insan hakları ve hak temelli yapılar bakımından desteklenmesi gerekmektedir. Yani, şiddete karşı gelen ve özellikle kadın şiddetine de karşı gelen bir sözleşmedir. Bir diğeri ise İstanbul Sözleşmesi’ne ev sahipliği yapan ülke Türkiye, yani sözleşmenin imzalandığı yer İstanbul’dur. Bu anlamda bu Sözleşme, aslında Türkiye’nin öncülük ettiği bir sözleşmedir. Diğer noktası ise; bu Avrupa Konseyi’nin oluşturduğu bir Sözleşmedir. Avrupa Konseyi, Avrupa Birliği (AB) ile de çok karıştırılır. Avrupa Konseyi, Strazburg’da yer alan 47 üyesi olan ve 1949 yılında kurulmuş insan hakları, demokrasi ve hukukun üstünlüğü ilkelerine dayanan bir uluslararası örgüttür. Türkiye açısından önemi ise Türkiye’nin Avrupa Konseyi’nin kurucu üyelerinden birisi olmasıdır. Haliyle biz 1949’tan beri bu yapının içerisindeyiz. Buna karşılık hem kurucu üyesi olduğunuz bir uluslararası kuruluşun hak temelli bir sözleşmesini hem kadın odaklı olarak şiddete karşı çıkan bir sözleşmeyi hem de Türkiye’nin ev sahipliği yaptığı bir sözleşmeyi yürürlükten kaldırma veya birkaç maddesine sınırlama getirme şeklinde tartışmalar yaşıyor olmak üzücü bir durum aslında. Bu elbette kadın örgütlerini, insan hakları örgütlerini, bu konuya hak temelli bakanları ve nefret söylemiyle mücadele eden, şiddete karşı çıkan her insanı rahatsız eden bir konu. Türkiye’nin prestiji açısından da endişe verici. İmzacısından öte ev sahibi olup da sonra o sözleşmeden geri adım atan başka bir ülke örneği herhalde yoktur.

En başta Sözleşme, her türlü şiddete karşı gelmektedir. Fiziki şiddet, ekonomik şiddet, psikolojik şiddet, sözlü şiddet gibi kadına karşı yapılabilecek her türlü şiddet denildiği için oldukça geniş bir şiddet tanımı var. Bu da kadının haklarının korunması bakımından oldukça önemli. Ayrıca Sözleşme “aile içi şiddet” tanımı da yapmakta ve yeri bakımından da ev içi, kamusal alan gibi bir sınırlama getirmemektedir. Yani, şiddet nerede uygulanırsa uygulansın bu Sözleşme kapsamında hakların ihlal edildiğine karar verilebileceğini ifade etmektedir. Bir diğer önemli nokta -ki bu kısım ahlaki, dini, kültürel, toplumsal değerleri bozduğu gerekçesiyle Türkiye’de rahatsızlık yarattığı söylenen kısım (sözleşmeden çıkmak istenmesinin de temel nedeni bu)- kadının şiddete uğradığında hakkını araması bakımından şiddet uygulayan kişiyle evlilik içerisinde olma mecburiyeti yok. Yani sadece evlilik birliği içerisinde değil, evlilik birliği dışında aynı evde yaşayan kişilerin sevgililik, flört ilişkisi içindeyken karşı karşıya kalınan şiddette de kadının korunması Sözleşme kapsamı içerisine alınmıştır. Bu anlamda oldukça kadını koruyan ve haklarını genişleten bir düzenlemedir. Şiddetin tanımını da geniş tuttuğu için her türlü şiddet riskini ortadan kaldıran bir sözleşmedir. Ancak burada Türkiye’nin çekincesi toplumsal cinsiyet ifadesi ve sadece evlilik birliği içerisinde sınırlama getirecek şekilde bir düzenleme yapılmamış olmasıdır. Bir de bu Sözleşme’yi imzalayan ilk ülke olarak o günden bugüne ne değişti de şimdi kaldırılmak isteniyor sorusu da akla gelebilir. Bence bizler politik rüzgardan bağımsız olarak bilimsel ve akademik gözle sözleşmenin tam olarak ne dediğini rasyonel gerekçelerle ortaya koymak durumundayız. Bir hususu daha ilave etmek gerekir ki, İstanbul Sözleşmesi’nin mülteci kadınların haklarını koruyucu nitelikte bir düzenleme olduğunu da söylemek yanlış olmaz. Mülteci kadınların da eşinden, partnerinden, birlikte olduğu kişiden ev içinde ya da ev dışında her türlü şiddete maruz kalması durumunda sahip oldukları hakları korumaktadır. Bu nedenle de önemlidir.

 

5) İstanbul Sözleşmesi bir yandan Türkiye’deki kadınlar için de tarihi bir değere sahip. Bu noktada mülteci kadınların yaşadığı problemler ile Türkiye Cumhuriyeti (T.C.) vatandaşı kadınlar arasında nasıl bir ortak ilişki kurmak gerekir?

Kadın hem biyolojik durumu hem de toplumsal rolleri itibariyle aslında çok önemli bir faktör. Kadını eğitmek, aynı zamanda o kadının yetiştirdiği çocuğu eğitmektir. Kadına iş bulmak, aslında kadının ailesi içerisindeki dinamikleri etkilemektir. Yani kadında yarattığınız her farkındalık, o ailenin bütün bireylerine yansıyor. Bu da aslında bugünün Türkiye’sinde Türk kadınlarının daha iyi bir sosyal statüde olması veya ekonomik anlamda daha iyi bir düzeyde olması gerektiğini ortaya koymakla birlikte mülteci kadınları da desteklememiz gerekiyor sorusuna verebileceğimiz en makul açıklamalardan birisidir. Yani kadın, sadece kadın değildir. Kadın bağlı olduğu kişileri de aynı zamanda kalkındırabilen bir kişi olduğu için de bugün mülteci kadın söylemi önemlidir. Bununla birlikte bugün Türkiye’deki göçmen veya mülteci kadınların sorunlarını konuştuğumuz zaman genelde akla gelen aile içi şiddet, cinsel taciz veya saldırı, istihdam meselesi, aile içindeki ve kültürel roller sebebiyle kadının çalışmasının istenmemesi, kadına verilen yükümlülükler gibi sorunlar Türk kadınlarının da birçoğu için karşılaşılan durumlardır. Mesela, biz Türkiye’de kitlesel göç akını sonrası mülteci çocuk evliliklerini de gördük; ancak çocuk yaşta evlilik aslında Türkiye’de de bazı bölgelerde halen yaygın bir durum. Mülteci kadınlarla birlikte yine çok eşliliği konuşurken Türkiye bakımından da bir gerçeği aslında ortaya koymuş ve hatırlamış olduk. Bu sebeple aslında kadının derdi, maalesef ki ortak. Bu bizi nereye getirmeli? Bunu hep söylerim: “Gözyaşının rengi aynıyken bu kadar ayrışma niye?”. Dertler ortaksa ortak çözümler de bulunabilir. Bu sebeple Türkiye’deki “mülteci krizi” ve mültecilere yönelik neler yapılabileceğinin konuşulması Türk vatandaşının veya kadınının da sorununa eğilmek bakımından bir fırsattır. Bugün ideal olan Türkiye’de mülteci kadınlar için bir proje gerçekleştiriliyorsa her şeyden önce bir farkındalığın artırılmasıdır. Daha sonrasında bu farkındalık bizi mülteci kadınların içerisinde onların kendi kültürel kodlarını, özel sorunlarını veya toplumsal arka planlarını ayrıştırıp onların ihtiyaçlarına yönelik politikalar gerçekleştirmeyi sağlayabilirse ideal topluma ulaşmış oluruz. Daha hak temelli ve demokratik bir topluma ulaşarak mülteci krizini de bir yerde fırsata çevirmiş oluruz.

Son olarak, mülteci kadının sorunları çoklu dezavantajlı dediğimiz bir durum da ortaya çıkarabiliyor. Nasıl ki mülteci olmak bir ülkede dezavantajlı bir durum yaratabiliyorsa kadının da toplumdaki yerini konuştuğumuz zaman toplumsal cinsiyet tartışmalarında hem mülteci hem kadınsanız iki kere dezavantajlı hale geliyorsunuz. Hem LGBTİ+ hem mülteci bireyseniz bambaşka bir dezavantajlı durum yaşıyorsunuz. Dezavantajlı dediğimiz ifade aslında bir mağduriyet hissi de uyandırmakta, yani kapasitesi, avantajı olmayan şeklinde bir algı yaratıyor. Bu ifade nedeniyle de o kişilere karşı söz konusu algı nedeniyle bir mesafe yaratılmış olur. O kişilere bir merhamet söz konusu olsa da o kişilerin de toplumun bir parçası olduğu gerçekliğinden uzaklaşılır. Bu nedenle ben şu şekilde ifade ediyorum: “Toplumda dezavantajı yaratan toplumun çoğunluğudur, yanlış politikalardır”. Kişi sahip olduğu statü veya engeli sebebiyle aslında dezavantajlı değildir ve olmamalıdır. Göçmen ve mülteci gruplar için her zaman dezavantajlı ya da kırılgan dediğimiz ifadeler kullanılır ancak bugün göçmen ve mülteci aslında kimsenin olamayacağı kadar güçlü kişilerdir. Çünkü bir kimsenin isteyerek de olsa zorunlu da olsa kendi evini terk etmesi ve riskli bir göç yolculuğuna çıkarak bilmediği ülkelere gitmesi ve orada hayatını idame ettirmeye çalışması başlı başına bir güçtür.

 

6) Son olarak, Türkiye’nin mülteci kadınlar ya da Suriyeli kadınlar için de transit veya hedef ülke konumunda olması Türkiye’nin toplumsal uyum ve güvenlik bakımından göç politikasını nasıl etkileyecektir ya da etkilemekte midir? Mülteci kadınları önümüzdeki yıllarda karşılaşabileceği problemler ya da yeni göç politikaları bakımından neler bekliyor? Mülteci kadınlara dair eklemek istediğiniz başka bir husus bulunmakta ise onu da dinlemek isteriz.

 

Göç ve güvenliği esas olarak ikiye ayırmakta fayda var. Birincisi sınır güvenliği dediğimiz konu ki bu doğrudan düzensiz göç ile alakalıdır. Sınır kontrolü ve güvenliği her ülke için esastır. Devletler, sınırından kimlerin girip geçtiğini bilmek zorundadır. Düzensiz göç dediğimiz bu sınır geçişlerinin yasadışı olması halidir. Güvenlik politikaları bu nedenle düzensiz göçün kontrol edilmesi kısmını da içerir. Şu an mülteci kadınları konuşurken ise biraz daha düzensiz göç dışında toplum güvenliğini esas almaktayız. Türkiye’de bulunan mülteciler nasıl bir güvenlik krizi yaratabilir? Birbirine yakınlaşmayan, toplumsal uyum/entegrasyon sağlamayan toplumlar iç çatışmaya her zaman için çok daha açıktırlar. Önce birbirini tanımak ve ardından etkileşim kurmak, ön yargıları kırmak, nefret söylemini kaldırmak ve o toplumun bir parçası olarak herkesin toplumsal kalkınma ve sürdürülebilir kalkınmaya katkı sağlayabilir hale gelmesi en idealidir. Aksi halde marjinalleşme dediğimiz, gettolaşma, radikalleşme dediğimiz unsurlarla karşı karşıya kalırız. Yani bu aslında etki tepki meselesi. Dışlanan kişi ve grupların seslerini duyurma, haklarını savunma varlıklarını ortaya koyma biçimi şiddet yoluyla olmak durumunda gelişebiliyor çoğu zaman… Haliyle Türkiye’de bulunan mülteciler için uyum politikaları yapılmazsa, her iki toplum birbirine yakınlaştırılmazsa mültecilerin geri dönüş ihtimallerinin de azaldığını gördüğümüz bu dönemde Türkiye’de her iki toplumun nasıl yaşayacağına ilişkin bir formül bulunmazsa bu ayrışma toplumda çok ciddi çatışma ve krizleri de doğurur. Güvenlik işte tam da bu noktada tehlikeye düşen bir unsur olur. Burada kadınıyla erkeğiyle, farklı cinsel yönelimi olanla, çocuğuyla, farklı sosyal statüde veya etnik yapıda olanıyla herkesi kapsayan uyum politikalarını inşa etmek gerekir. Bununla birlikte kadının etrafını etkileme ve değiştirme gücünü de gözeterek daha spesifik ve somut uyum çalışmaları yapmazsak, kadını toplum hayatına kazandırmazsak, kadına iş imkanları sunmazsak orada dolaylı olarak kadının etrafındaki bireyleri de kaybetme riski yaratıyor olabiliriz. Yani kadın mültecilerin sorunlarını öncelemek ve uyum çalışmalarının merkezine almak önemlidir ve unutulmamalıdır ki sosyal uyumun en önemli parçası da yine kadınlardır.

 

 

 

 

SEZİN SEZER

GÖÇ ÇALIŞMALARI STAJYERİ

How EU Member Countries Differ in Terms of Their Integration Policies?

 

How European Union Member Countries Differ in Terms of Their Integration Policies? A Comparison of the Spain and France Cases

 

Abstract

 International immigrants are on top of the agenda for many countries as a result of the politicization of the topic in recent years due to refugee situations. While there is growing literature about the immigration and refugees, both most of the literature and the political leaders often focus on one side of the coin which is from the perspectives of governments. In other words, the emphasis within the topic concentrates on the questions of the numbers of international migrants and refugees, the economic and social effects to the destination countries and so on. However, there is another dimension to the point which is an essential part as other concerns, integration of these migrant populations. At this point, in terms of social sciences, integration means the incorporation of the minority group into the mainstream society. Here, the perceptions of integrating the migrants into society could be taken in different levels of understanding in different countries. For instance, while some of the countries understand integration as a process in which newcomers and local people simultaneously learn to live together, the other can think of integration as one-sided, that is the newcomers should change and reshape their traditions and lifestyles according to the destination country. In other words, some countries’ integration policies evolved around the expectation of assimilation from newcomers. What are the limits and implications of European integration? Could it be different in different member countries? If the answer is yes, then, how are the differences and common points displayed in the European Union member states? In this research, I will be focusing on the policies and real-life implications of integration policies in two different EU member states: Spain and France.

 

Key words: Integration, migrant, European Union (EU), Europe, assimilation, migration

 

Introduction
The matter of international migration is becoming more and more significant everyday. To understand further importance of the topic, the definitions and numberistic data should be provided primarily. The United Nations (UN) defines international migrants as a person who stays outside of their original country for any time of length.[1] Therefore, any person changing their residential country counted in that category according to the international terminology. The report of International for Migration (IOM) stated that there were approximately 272 million international migrants in 2019 and it consists of only 3.5 per cent of the world’s population.[2] Thus, it can be argued that even though the numbers of international migrants are increasing thanks to globalization and its consequences, still the percentage of people who are staying in their original country is outnumbering the ones that are changing.

Integration of these migrant populations is one of the most related and debated dimensions of the whole matter. When we use the terminology of integration in social sciences, it refers to the situation where the minority group is incorporated into mainstream society. One point here should be clarified, the understanding of such phenomena in different countries varies. On the one hand, some countries could choose to approach integration as a dual process where both newcomers and locals put some effort to live harmoniously. On the other hand, however, some countries could take this phenomena as a one-sided procedure, meaning that acceptancing migrants as a unit who are responsible for adaptation to the local people, it could mean assimilation in many cases. In this essay, I will be providing information about the integration policies and implications of two different countries in south-western Europe in three parts. In order to create an outline, in the first part of the essay, I will talk about the general scheme for the integration policies of the European Union (EU) in the first part of the essay. Then, in the second part, I will move on to the specific approaches by explaining the Spain case and followingly in the third part, France national policies about integration will be given. Overall, the comparison between these two European countries and its everyday effect on civilian lives will be enhanced throughout this work.

 

Understanding the European Integration Towards Immigrants

Before going further examination with case studies, one should fully understand the limits and scopes of European integration. Because it provides a  common structure for its member states to shape their national policies on integration of immigrants. What is European Integration actually mean? What are the basic frameworks of the system? How does it operate across Europe and what are the challenges related to its terminology? All detailed answers to such questions are key to acknowledge the Spain and France cases.

European Union (EU) is one of the well-known international organizations that aims to create political and economic alliances among 27 member states. EU policies have been built to enhance free movements of goods, services and peoples between its parties. In that sense, forming common principles related to the international immigrants and their integration policies are a valuable part of the EU. Overall, the EU policies have influence over two distinct areas: migrants within EU member states and non-European migrants from other regions. First part of the matter primarily covered by the Treaty of Maastricht in 1992 by providing all member states’ citizens a Union citizenship.[3] From that treaty member states have to accept all migrants from other parties of the Union.

The first time that the EU affected its members integration policies for migrants coming outside of Europe was ensured by the Treaty of Amsterdam in 1999.[4] Together with the treaty, the EU started to have an impact on individual member states while they are regulating their integration policies towards non-European immigrants. [5] Following that development, the EU was able to position itself to the point where it can intervene in national policy-making processes by regulating periodic sets and goals. Between 1997 to 2016, the organization generated seven different policy frameworks. In that way, common agenda documents were created, knowledge exchanged, and funds were accumulated for integration plannings. The lastly signed framework, The Action Plan (2016), targeted specific categories such as education, employment, social inclusion, vocational training, and migrants’ access to basic services like housing, and healthcare.[6]

Finally, Europeanization of the integration matter started with the Tampere Council in 1999 as it called for “comparable rights’’ for non-EU citizens.[7] Following that development, in 2004, the Hague Programme highlighted the necessity of coordinated operation in migrant integrations across Europe. After 3 years of the programme, the treaty of Lisbon generated more clear Europeanization efforts as providing a legal basis for the EU to intervene with the integration policies of its members. The same year, a new EU Fund for Integration formed, again targeting the immigrants from third-country nationals. Further details considering the European Union role on the integration policies, there is the text of ‘’Common Basic Principles for Immigrant Integration Policy in European Union’’. Within this text the Union focuses on the integration process from a very large perspective from integration to social life and related practical issues like language barrier to integration into work and welfare state system.[8] However, the text only aims to guide member states, since it cannot legally force any of the countries to take the exact same measures.

The Council of Europe Report in 1999 stated that the integration cannot and should be standardised since intentions of migrants can be varied in different forms.[9] For instance, while one group could demand for assimilation and fully incorporating into mainstream society, other groups could seek integration on only some basis. Even though the fundamental intentions underlying here could be in favor of not applying restrictions but this framework provided holes for the members who seek not to maintain integration policies but assimilation. By the way, all these mentioned integration policies are targeting the third-country nationals and exclude the member states citizens. The reason for such a distinction comes from the point that the government draws a line of ‘’us’’ and ‘’them’’outside of the European borders. They do not see a reason to integrate member states’ citizens. The policies aim to affect non-European citizens.

Finally, in 2010, the meeting was held to discuss the strategy of integration in the year of 2020. In that meeting, another new dimension took place as for the very first time integration defined in economic terms.[10] It was a success in a sense that it achieved to relate the integration policies to the employment and wealth policies.

 

 A Closer Look to the Migration and Integration policies of Spain: What are the elements of the system?

In Spain, the dynamics of South European immigration is well displayed. For instance, a very short look at the history of migration in Spain will represent a changing status from being an emigration country to becoming an immigration country. This is a common element in that mentioned region of Europe. Beside of these being a frontier country and focusing on border control is another feature of Spain related to South European migration dynamics.

Then, as one of the key countries of the Union and being a frontier country, what are the dynamics of migrant integration in Spain? How does the government understand integration? What are the effects of Spain’s integration in labor market participation, educational services or participation in political life? Through the following paragraphs, I aim to explain these phenomenons by taking a closer look to the operational side of integration in Spain.

In Spain, the matter of migrants and immigration policies are not a hot topic in political life. Since the politicization does not take a huge place, anti-migrant approaches are often not increased within society. Also, during the 1980s and 1990s, the Spanish government’s approaches to integration, when the country recently became a destination country, were considered ‘’no-integration policy’’. Meaning that the widespread understanding was not to create and implement integration frameworks and let the migrants to integrate society by themselves. However, then, in years, it became a more mature country of immigration and integration started to be on the political agenda. From now on, the Spanish government operated two integration strategies as one in between years of 2007-2010 and, then, a second announced strategy took place in 2011.[11] First one evolved around the basic elements of needs like education, housing, healthcare, and employment. Additionally that prior strategy, the second one aims to eliminate the discrimination against migrants, racism and xenophobia. While there is no additional strategy to these, the official main approach stayed as inclusion and non-discrimination policies in Spain. Finally, considering the integration programmes we see that there is no government-led programme on national level but there are some programmes in regional and municipality level.[12] Language courses, civic education and vocational training are the services that are provided by some regions of the country.

What are the results of mentioned integration strategies and programmes? How does it affect the real life standard of migrant populations? In economic and labor participation terms, Spain appeared to be the fourth European countries that have relatively open labor markets for migrants and held one of the best positions in terms of economic migrant activity.[13] While the order made by the researchers, they particularly pay attention to the risk of unemployment for migrant workers and inactivity of migrant populations compared to the local citizens. These results underline the situation that Spain integration that targets the high participation of migrant workers into the labor market is successful to gain what it aims.[14] Therefore, it can be argued that Spain consists of a good example for economic integration.

Following this, let’s take a look at the educational outcomes of Spain integration and evaluate the success of its policies in education performances. While considering the consequences of integration in any country, the educational results play a significant role since it provides a long term integration to social life. Here, the measurements include the school participation of migrant childrens, the success in school assignments and the higher level of education. Stanat and Christensen (2006)  revealed in their work that, across Europe, immigrant populations are worse off than local populations in almost every educational indicator. Beside the authors highlighted the notion that in order to achieve high rates in educational performances, European states that pay attention to the institutional integration structures and the ones that have already well-taught education systems are better off. In the case of Spain, the outcome demonstrates that being an immigrant in Spain has a chance to bring larger disadvantages in the educational performance.[15]

 

A Closer Look to the Migration and Integration Policies of France: How the European and national policies operate?

France is another key country to the Union and one of its founder members. Back in French history, immigration was encouraged and demanded by the government. However, due to the effects of rising populist parties from the 1970s and 1980s, the government started to take more anti-migrant segments.[16] As a result, according to the current position of the country, on the contrary of Spain, immigration policies are highly politicized in France. The emphasis made on the issue of nationality, citizenship and perceived crisis of integration.

In 2007, the French government created the Ministry of Immigration and National Identity to deal with migration and integration policies. It stayed in power, until in 2010, when the Interior Ministry became responsible for immigration. The main institution in charge of integration in the Interior Ministry is the Office for Integration, Reception and Citizenship (DAIC). Another structure that deals with immigrant integration is the Agency for Social Cohesion and Equal Opportunity (Asce). These two institutions have different base structures since the first is a central government institution, the later one is an umbrella agency with delegates in French region. According to the French constitution, integration policies will cover migrants who are in the country no more than five years. After that time passes, their integration lies within the individual networks and social ties. Also, France embraces the mainstreaming immigrant integration, that is sharing the responsibility across all relevant institutions, among the approaches to migrant integration.

French integration policies underline the role of government to ensure that the creation of one, unified French nation is successful.[17] The idea is that, in order to achieve integration, newcomers should learn the social rules in French communities and act accordingly. Overall, the French Model takes action on three different categories: education, employment, and social cohesion.[18] In these three areas, DAIC and Acse share responsibilities as in education they offer language classes, in employment, they provide access to the labor market, and in social cohesion category they finance community associations.

 

Conclusion

Migrant integration policies are one of the dimensions of the European Union. At the beginning, the organization was only able to guide member states to shape their policies in a similar framework. In those years, the national governments have a prior position to decide which policy they will regulate. Then, the organization gained more space to manoeuvre and had more voice in the subject matter. Together with the Lisbon treaty, for the first time in European history, the Union achieved a status that enabled it to intervene in domestic politics of its parties and gave a chance to regulate legally forcing laws. However, still the Union, of course, had not fully control on the integration policies that display in the borders of each member state. Also, different governments could understand different things from a word of integration. In our cases, for instance, while Spain’s government took a more laissez-faire approach to integration, the French government usually chose more assimilationist policies. For all of these reasons, even though there is some level of shared principles and practices on migrant integration, we cannot talk about the high level similarities in government-led integration policies across European countries. Cross-national differences play a role in terms of applied integration strategies and regulated integration programmes. Also, not all European countries deal with the same levels of migrant flow, while in some of them rates remain relatively slow, others could face higher numbers of migrants. Afterwards, the outcomes of such different strategies and programmes also vary. For instance, in the case of Spain, the results indicate that the labor market participation of immigrant populations is relatively higher than many other European countries. However, educational performance indicators display much lower outcomes for migrant children than native children. Finally, in France, the main model is characterized as assimilationist and mainstreaming since it comes from a one-sided approach to the integration of immigrants. They have two different structures, DAIC and Acse, to deal with the topic.

 

 

BÜŞRA KILIÇ

GÖÇ ÇALIŞMALARI STAJYERİ

 

 

 

BIBLIOGRAPHY

[1] UN DESA, Recommendations on Statistics of International Migration, Revision 1 (1998)

[2] IOM World Migration Report 2020, https://publications.iom.int/system/files/pdf/wmr_2020.pdf

[3] European Parliament Free Movement of Persons 2020, https://www.europarl.europa.eu/factsheets/en/sheet/147/free-movement-of-persons

[4] European Union Website on Integration 2020, https://ec.europa.eu/migrant-integration/main-menu/eus-work/archive/framework

[5] European Union Website on Integration 2020, https://ec.europa.eu/migrant-integration/main-menu/eus-work/archive/framework

[6] European Union Website on Integration 2020, https://ec.europa.eu/migrant-integration/news/europe-integration-action-plan-of-third-country-nationals-launched

[7] Roxana Barbulescu, Inside Fortress Europe, 2015.

[8] Darrell Jackson, Europe and the Migrant Experience: Transforming Integration, 2011.

[9] Pierluigi Contucci and Rickard Sandell, How integrated are immigrants, 2015.

[10] Roxana Barbulescu, Inside Fortress Europe, 2015.

[11] European Website on Integration, Governance of Migrant Integration in Spain, 2020. https://ec.europa.eu/migrant-integration/governance/spain

[12] Paweł Kaczmarczyk, Magdalena Lesińska and Marek Okólski, Shifting migration flows and migrant integration in Europe, 2015.

[13] Hector Cebolla-Boado and Claudia Finotelli, Is There a North-South Divide in Integration Outcomes, 2015.

[14] Erik R. Vickstorm and Amparo Gonzales-Ferrer, Legal Status, Gender, and Labor Market Participation of Senegalese Migrants in France, Italy and Spain, 2016.

[15] Hector Cebolla-Boado and Claudia Finotelli, Is There a North-South Divide in Integration Outcomes, 2015.

[16] Claudia Diehl, Marcel Lubbers, Peter Mühlau and Lucinda Platt, Starting out: New migrants’ socio-cultural integration in four European countries, 2016.

[17] Marius Lupsa Matichescu, The Immigrant Integration Policy in France 2012.

[18] Angeline Escafre-Dublet, Mainstreaming Immigrant Integration Policy in France: Education, Employment, Social Cohesion, 2014.

 

REFERENCES

Barbulescu, R. (2015). Inside Fortress Europe: The Europeanisation of immigrant integration and its impact on identity boundaries. Politique Européenne, (47), 24-45.

Cebolla-Boado, H., & Finotelli, C. (2015). Is There a North–South Divide in Integration Outcomes? A Comparison of the Integration Outcomes of Immigrants in Southern and Northern Europe. European Journal of Population / Revue Européenne De Démographie, 31(1), 77-102.

Dietrich-Ragon, P., & Grieve, M. (2017). On the Sidelines of French Society: Homelessness among Migrants and their Descendants. Population (English Edition, 2002-), 72(1), 7-38.

European Website on Integration: Migrant Integration Information and Good Practices, EU Commission. https://ec.europa.eu/migrant-integration/main-menu/eus-work/archive/framework

European Website on Integration: Integration Action Plan of Third-Country Nationals Launched, EU Commission. https://ec.europa.eu/migrant-integration/news/europe-integration-action-plan-of-third-country-nationals-launched

European Website on Integration: Governance of Migrant Integration in Spain, EU Commission. https://ec.europa.eu/migrant-integration/governance/spain

European Parliament, Fact Sheets on the European Union: Free Movements of Persons  https://www.europarl.europa.eu/factsheets/en/sheet/147/free-movement-of-persons

Fine, S., & Torreblanca, J. (2019). (Rep.). European Council on Foreign Relations.

Fratzke, S. (2015). ‘’Not Adding Up: the Fading Promises of Europe’s Dublin System’’. Migration Policy Institute, pp. 2-37.

Jackson, D. (2011). Europe and the Migrant Experience: Transforming Integration. Transformation, 28(1), 14-28.

Kaczmarczyk, P., Lesińska, M., & Okólski, M. (2015). Shifting migration flows and integration policies in Europe: An overview. In Pietsch J. & Clark M. (Eds.), Migration and Integration in Europe, Southeast Asia, and Australia (pp. 25-44).

The United Nations High Commissioner for Refugees, The Dublin Regulations https://www.unhcr.org/4a9d13d59.pdf

Vikstrom, E., & Gonzales-Ferrer, A. (2016). Legal Status, Gender, and Labor Market Participation of Senegalese Migrants in France, Italy, and Spain. The Annals of the American Academy of Political and Social Science, 666, 164-202.

 

Mübadele Çocukları

0

 

Mübadele Çocukları, Renée Hirschon, 2000, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, Sayfa Sayısı: 235

Mübadele Çocukları, özgün adıyla Heirs of the Greek Catastrophe, The Social Life of Asia  Minor Refugees in Piracus, Oxfordlu akademisyen Renée Hirschon’un,  1970’lerde Pire’nin yoksul bir semti Kokinya’da “Mikrasiatesler” (Anadolu’dan  gelenler) arasında 17 ay geçirerek hazırladığı antropolojik saha çalışmasının bir ürünüdür.

Yazar bu süre zarfında, Kokinyaların adlandırdığı şekliyle, “mülteci deneyimi”  yaşamıştır. Kokinya halkının mübadelenin üzerinden elli yıl geçmiş olmasına rağmen neden kendilerini yerli halktan ayrı gördüklerini ve Yunandan ziyade mülteci  olarak tanımladıklarını incelemiştir. Hirschon’a göre en dikkat çekici nokta,  mikrasiates olgusunun yalnızca göçü bizzat yaşayanların değil, onların çocuklarının, hatta  torunlarının bile kimliklerinin bir parçası olmayı sürdürmesidir. Böylece, Yunanistan’da Yunan azınlık olarak var olmuşlardır. Kitap, mültecilerin Yunanistan’da geçirdikleri yaklaşık elli yıl süren kargaşa döneminden sonra (ekonomik bunalım, Alman işgali, ve İç Savaş) deneyimlerini olabildiğince geniş bir perspektiften açıklamaya çabalamıştır.

Yunan ordusunun 1922’deki yenilgisi, Hıristiyanların Anadolu’dan zorunlu olarak kitlesel göç  etmelerine sebebiyet vermiştir.  Bu dönemde sayıları net bilinmese de yüzbinlerce mültecinin Yunanistan’a sığındığı düşünülmektedir. Bu insanların, tek umudu tez vakitte vatanları bildikleri Anadolu’ya geri dönmektir. Ancak 1923 Lozan Antlaşması’nın  imzalanması tüm umutlarının sonunu getirmiştir. Lozan Antlaşması Yunanistan’da yaşayan  Müslüman halkla Anadolu’da yaşayan Hristiyan ahali arasında zorunlu nüfus mübadelesi  öngörmekteydi. Şartlarında anlaşılan Mübadeleden yalnızca Batı Trakya Müslümanları ve İstanbul Rumları muaf tutulmuştu. Böylece, sonraki iki yıl, Anadolu’da veya Trakya’da yaşayan 200.000 Rum daha Yunanistan’a yerleşmek üzere ayrılarak, kendilerinden  önce gelmiş mültecilerin arasına katılmıştır.

Göç etmek zorunda kalmış Anadolulu Yunanlılar, referans merkezi olarak Atina’yı değil,  Konstantinopolis’i almaktaydı. Öncesinde bir nevi Bizans İmparatorluğu’nun devamı  olarak görülebilecek Osmanlı Devleti’nde de etnik ve kültürel çeşitliliği fazla şehirlerde yaşamışlardı.  Ayrıca Osmanlı’da Ortodoks Hıristiyan olmanın getirdiği ayrıcalıkları da vardı ve büyük bir çoğunluğu refah içinde yaşamaktaydı. On yıldır savaş halinde olan Yunanistan ise, kaynaklarının büyük çoğunluğunu bu savaşlarda tüketmişti. Mültecilerin ayrı bir kimlik oluştururken aldıkları en temel nokta Anadolu’nun kozmopolit şehirlerinden Yunanistan’a geldiklerinde yaşadıkları hayal kırıklığıydı. Anadolu Rumları, Yunanlılarla ilk kez karşılaştıkları şartlara bağlı olarak onları küçük görüyorlardı.

Bununla birlikte, Anadolu’dan gelenler beklentilerin tersi yönünde büyük kentlerdeki  Yunanlıların milliyetçi görüşleriyle zıttılar. Bu cemaatlerle beraber yaşamış çok milletli ve kültürlü bir gelenekten gelen mülteciler ortaya çıkmış olan düşmanlığı “Büyük Güçler”in etkisine bağlıyordu. Yazar bu durumu; iki halk arasında güçlenen düşmanlığı, ulus-devlet  politikalarına, medya tarafından desteklenen siyasetten ve milliyetçi, tek taraflı  oluşturulmuş bir tarih söyleminden kaynaklandığının kanıtı olarak öne sürmektedir

Mülteciler Yunanistan’a varmadan, savaşlar ve kaçışları esnasında, çok fazla kayıp vermiştir. Sivil kayıpların çok fazla olması ve bu kayıpların genellikle  erkeklerden oluşması sonrasında Yunanistan’ın demografik durumunu büyük ölçüde  etkilemiş ve mültecilerin ekonomik durumlarının kötüleşmesine neden olmuştur.  Hıristiyanların ayrılırken mal ve mülklerinin büyük bir kısmını Anadolu’da bırakmış olmaları ve krizlerle boğuşan Yunan hükümetinin de sorunlara çözümsüz kalması, mültecilerin durumunu içinden çıkılmaz bir hale getirmiştir. Mülteciler 1923’e değin geri döneceklerine inanmış ve Lozan Antlaşması’yla birlikte göçün kalıcı olduğunu fark etmişlerdir. Sonrasında, birçoğunun sağlıkları hızlı bir şekilde bozulmuş ve göçün psikolojik etkileri de yeni bir sorun olarak ortaya çıkmıştır. Birçoğu, evlerinden ayrılmanın yol açtığı travmayla baş edebilmek için gerekli olan kaynaklara erişememiştir.

Yunan  hükümetinin politik ve ekonomik istikrarsızlık yaşaması mültecilerin ayrılık  duygularını güçlendirmiştir. Yazar kitabın birçok bölümünde, 1972’te Kokinya’da, Anadolu Rumlarının yoksulluk içinde olduğunu belirtmektedir. Bu yoksullukla mücadele edebilmek için mülteciler diğer gruplardan daha fazla dayanışma içinde olmak zorunda  kalmış ve bu dayanışma da yerlilerden farklı bir kimlik oluşturma ihtiyacıyla sonuçlanmıştır. Büyük kentlerde yaşayan mültecilerin en kronik sorunu ise barınma ve işsizlik olarak ifade edilmiştir. Hirschon, Kokinya’da evlerin eski ve güvenlik açısından yetersiz olduğunu belirtmektedir. Yani mülteciler iskân ve mülkiyet hakları konusunda da hükümet tarafından  göz ardı edilmişlerdir. Birçoğu elli yıldan daha fazla mülteci konumunda kalmıştır.  Ayrıca Lozan Antlaşması’yla verilmesi öngörülen tazminatı, mültecilerden yalnızca  devlet üstlerinde tanıdıkları olanlar alabilmiştir. Bu konu, 1970’lere kadar unutulmamış ve hükümete olan güvenin daha da azalmasına yol açmıştır.

Anadolulu mültecilerinin siyasi eğilimlerine bakıldığında ise göçün ilk zamanları yapılan seçimlerde liberal partiye oy verirken, sonrasında komünist bir çizgiye yaklaştıkları  görülmüştür. Yazar bu durumun nedenini ise, liberal hükümetlerin kronikleşmiş sorunları çözmekte yetersiz kaldığını ve sosyal eşitlik benzeri söylemleri merkeze alarak siyasi ajandalarını hazırlayan komünist partinin, mültecilerin sorunlarına daha çok cevap  verdiğini söyleyerek açıklamaktadır. Kokinya’nın sonrasında mültecilerin tehlikeli komünist kimliğine bürünmüş olması ise, bölgenin Yunanistan’ın yerlileri için daha da dışlanmış bir hale gelmesine yol açmıştır. Bu dışlanma ise Kokinyalıların ortak bir  kimlik olarak gördükleri mülteciliğin bir kez daha pekişmesine sebep olmuştur.

Kitap bütün bu etkenlerin yanı sıra, antropolojik bir çalışma olduğu için, 1972 Kokinya’sında toplumsal örgütlenmenin başlıca unsurları üzerine yoğunlaşmaktadır. Kokinya sakinlerinin birbirine olan bağlılık ve Yunan toplumundan farklı olma duygusu, ekonomik  faaliyetleri, komşuluk, ev, aile düzeni ve dinin sosyal hayat üzerindeki etkisi ayrıntılı bir şekilde tasvir edilmektedir. Kokinyalılar, yazarın 17 ay onlarla yaşayarak  mültecilik dersi aldığı sonucuna varmaktadırlar.

Anadolu Rumları 1920’lerde vatanlarını ve mülklerinin neredeyse tamamını kaybetmişlerdir. Ardından ekonomik yoksunluk ve siyasi marjinalleşme gibi birçok sorunla karşı karşıya kalmalarına rağmen tüm bunlara inanılması güç bir esneklikle cevap vermişlerdir. Ayrıca Yunan hükümetlerinin adaletsiz ve ilgisiz olması da mültecilerin, yerleşik Yunanlılarla karşılaştıklarında verdikleri tepkileri büyük oranda şekillendirmiştir. Buna rağmen, kültürlerinin devamlılığıyla yaşam biçimlerini yeniden oluşturmuşlardır. Yazara göre “İşte mültecilerden alınan ders buydu. Maddi kayıplar ve yoksulluklar karşısında, bunların yerini kültürün görünmez ve soyut yönleri doldurmuştur. Geleneklerini sürdürme konusunda inatçılıkla ve geçmişle bağlarını koparmaksızın bildikleri yaşamı yeniden inşa etmeyi seçmekle, başka türlü hem bireysel hem de grup olarak kolaylıkla mağlup olacakları kişisel yabancılaşma ve toplumsal çözülmenin üstesinden gelmenin yolunu bulmuşlardı”. (s. 216)

Yine yazarın kitabın sonunda değindiği üzere Kokinya’da ve birçok yerde, mülteci kimliği giderek yok olmaktadır. Göçü yaşayanların zamanla ölmesi ve gençlere Mübadelenin anlatımının masal gibi gelmesi, bu kimliğe verilen anlamı gün geçtikçe önemsizleştirmektedir. Ayrıca, mülteci çocuklarının eğitime ulaşmasıyla ve mültecilerin ekonomik  durumlarının iyileşmesiyle yerleşik Yunanlılarla ortak bir kimlik inşası da  mümkün olmuştur. Mültecilik, nostaljik sebeplerle zaman zaman sahip çıkılan bir kimliğe dönüşme eğilimiyle karşı karşıyadır.

Sonuç olarak, Renée Hirschon’un Mübadele Çocukları, göç sonrasında mültecilerin hedef ülkelere, aynı dinden ve etnik kökenden olmalarına rağmen, ne derece yabancılaşabileceklerini ve nasıl  uyum sorunlarıyla karşılaşılabileceğini anlamak için mutlaka okunması gereken bir kitaptır. Yalnızca göç alanında bir bakış açısı sunmasının yanında, insanbilimleriyle ilgilenenler için de kitabın önemli bir referans sayılacağını düşünmekteyim. Mübadeleye tabii edilmiş Anadolu mültecilerinin yeni ülkelerinde kurmaya çalıştıkları hayat ve zorla arkalarında bıraktıkları düzenlerini yeniden inşa etmek için gösterdikleri çaba, bize kesinlikle incelenmeye değer görüntüler sunmaktadır. Yazar, hikayelerini anlattığı Kokinya  sakinlerinin fotoğraflarını da kitabın son bölümünde bizlerle paylaşmaktadır.

 

 

SEDA SEZEN TUNALI

GÖÇ ÇALIŞMALARI STAJYERİ

Latin Amerika Yol Ayrımında

0

Latin Amerika Yol Ayrımında, Roberto Regalado, 2010, Akademi Yayın, Sayfa Sayısı:256

Küba Komünist Partisi Merkez Komitesi üyelerinden Roberto Regalado’nun yazmış olduğu bu kitap, Latin Amerika’da sol hareketlerin kat ettiği yolu ve geleceklerini, tarihi unsurlar ve derinlemesine yapılan analizler ile ele almıştır. Latin Amerika Yol Ayrımında kitabı Latin Amerika solunun yaşamış olduğu gelişmeleri, siyasi partilerin durumunu, izledikleri yolu ve dönemin tartışmalarını inceleyen bir kitaptır. Ayrıca yazar tüm bunları okuyucuya gerekli olan tarihsel arka plan ile birlikte sunmuştur. Bu sayede son derece akıcı ve anlaşılır bir içeriğe sahiptir. Konular incelenirken yazar ile birlikte okuyucu da kitaba hâkim olmaktadır. Kitabın ilk bölümünde Latin Amerika’yı incelemeye geçmeden önce bölgede yaşanan gelişmelerin kolaylıkla anlaşılmasını sağlayacak birtakım konular ele alınmıştır. Bu bölüm kapitalizmin ekonomi politiği, burjuva demokrasisi tarihi, reformist ve devrimci sol akım örnekleri gibi konuları içermektedir. Burada daha çok tarihsel arka planın okuyucuya aktarılması hedeflenmiştir. Gerçekten de ilk bölümde ele alınan konulara yabancı olmamak, ikinci bölümü kavramak için fayda sağlamıştır. Kitabın ikinci bölümünde Latin Amerika’nın sömürgesel ve yeni sömürgesel tahakküm anlayışlarında yaşanan gelişimler ve bölgenin özgürleşmesi için verilmiş mücadeleler incelenmiştir. Yazara göre son iki başlık ise kitabın özünü oluşturmaktadır. Bu iki başlık “Yeni Dünya Düzeninde Latin Amerika” ve “İki Yüzyılın Arasındaki Latin Amerika” olarak karşımıza çıkmaktadır. Kitabın ilk sayfalarında bulunan “Yazarın Notu” başlığında yazar giriş bölümü niteliğinde kitabın içeriğine dair bilgilendirici bir yazı yazmıştır. Kapitalizmin İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yaşadığı gelişme kitap için bir odak noktasıdır. ABD’nin savaş sonrasında Batı Avrupa’nın yeniden inşasına katılımı, emperyalist güçlerin ekonomilerinin birleşmesini izlemiştir. Ek olarak Soğuk Savaş boyunca, Sovyetler Birliği’ne karşı yürütülen siyasi ve askeri ittifak, kapitalizmin gelişimindeki süreci desteklemiştir. Böylece emperyalistler birlikte barış içinde yaşama ve iş birliğine odaklı bir ilişki içerisine girmiştir. Latin Amerika solunun içerisinde bulunduğu duruma göre izlemesi gereken yol ise kitabın bir diğer odak noktası olmuştur. İzlenmesi gereken yolun ilerici toplumsal reformlar mı yoksa devrimci bir dönüşüm mü olması gerektiği yazarın cevaplandırmaya çalıştığı bir soru olmuştur. Toplumsal reform anlayışı emperyalizmin de eğilim gösterdiği bir seçim olmakla birlikte Amerikan müdahalelerinin örneklerine bakıldığında bu örnekler ilerici toplumsal reform anlayışı ile zıtlık içerisinde görülmüştür. Yazara göre sosyal demokrasi yolu tükenmiştir. Yazar, ‘Reform mu devrim mi?’ sorusunu tarihten örnekler ile reformların çözüm olmayacağını, devrimin zorunlu olduğunu belirterek cevaplamıştır.

Kitabın ilk bölümünün başlığı “Reform mu Devrim mi” bize ilk bölüm ile ilgili ana fikri sunmaktadır. Burada kapitalizmin gelişiminin tarihi süreci işlenmiş, bu gelişim ise tekel öncesi aşama ve tekelci kapitalizm yani emperyalizm olarak ikiye ayrılmıştır. Emperyalizmin ise üç aşamadan geçerek geliştiğine değinilmiştir: Şekillenmemiş tekelci kapitalizm, Devlet-Tekelci kapitalizme geçiş, çokuluslu tekelci kapitalizme geçiş. Yazar bu gelişimleri okuyucuya oldukça yalın ve tarihi süreç içerisinde anlatmıştır ki bu da gelişimlerin anlaşılmasını ve konunun insan zihninde şekillenmesini kolaylaştıran bir faktör olmuştur. Kitap içerisinde geçen kavramların içerikleri, ne anlam ifade ettikleri de detaylıca işlenmiştir. Yazar daha sonra kapitalizmin gelişiminin de diğer her şey gibi doğup büyüyüp öldüğü yani son bulacağı bir döngüde olduğunu belirterek bu döngüde kapitalizmin yaşlanmasında etkili olan çelişkilerden bahsetmiştir. Bu çelişkilerden biri olan üretim ile tüketim arasındaki çelişkiyi de nasıl ortaya çıktığı ile birlikte anlatmıştır. Sonrasında ise tarihi süreçte ortaya çıkan kapitalist krizleri ortaya çıkış nedenleri ile birlikte okuyucuya aktarmıştır.

Kapitalist gelişimin döngülerine yönelik verilen bu bilgilendirici yazıya “16. ve 19. Yüzyıllar Arasında Devlet, Siyasal iktidar ve Kapitalist Birikim” başlığı ile devam edilmiştir. Burada feodalizmden kapitalizme olan geçiş dönemi, geçişin etkileri ve bu süreçteki siyasal iktidarlar ele alınmıştır. Hemen sonrasında ise burjuva demokrasisinin nasıl bir yönetim biçimi olduğu anlatılmış, kapitalist toplum içerisinde nasıl yer aldığı, bunun ülkelerde nasıl sirayet ettiği aktarılmıştır. Burada sistemin işleyişinden oldukça açık bir şekilde bahsedilmiştir. Ayrıca siyasi partilerin gelişimine dair önemli bilgileri de bu kısım içermektedir. Ek olarak işçi hareketi ve sosyalist hareketlerin amaçlarının ve varlıklarının gelişimi yine burada incelenmiştir. Sosyalist hareketlerin ortaya çıkışı bir sonraki başlık altında incelenmiş ve Fransa sosyalist hareketlerin doğuş yeri olarak ele alınmıştır, İnsan Hakları ve Yurttaşlık Bildirgesi ve 1789 Devrimi bu sonuçta etkili görülmüştür. Burada tarih içerisinde görülen sosyalist akımlar ve önemleri okuyucuya aktarılmıştır. Yazar aktardığı tarihi sürece “1970’lere Kadar Olan Süreçte Reform ve Devrim” başlığı ile devam etmiştir ve birinci bölümdeki akıcılığın devamlılığı bozulmamıştır. Fransa, İngiltere ve Almanya başta olmak üzere Batı Avrupa’da yaşanan reform hareketlerinin tarihi arka planı ile birlikte süreçte nasıl yol aldığı bu başlık altında gözlemlenmiştir. Yaşanan siyasi gelişmeler ile reform hareketleri birlikte incelenmiştir. Bu toplumsal hareketlerin nedenleri, kökleri, ABD ve Batı Avrupa’daki yansımaları da aktarılmıştır. Görülen protesto hareketleri emek-sermaye çelişkisi dışında olanlar ile ilgili olsa da kapitalist toplumun gelişiminin bir ürünü olarak değerlendirilmiştir. Marx ve Engels’in öngörüleri ile yaşanan sosyalist devrimler ve ulusal kurtuluş hareketleri de burada Rusya ve Doğu Avrupa örnekleri ile incelenmiştir. Güney’de yaşanan ulusal kurtuluş hareketleri de 1970’ler ve 1980’lerde önemli gelişmeler olarak görülmüş ve ülke örnekleriyle anlatılmıştır.

Yaşanan bu gelişmeler sonrasında ‘ABD Emperyalizminin Karşı Saldırısı’ başlığı ile ABD’nin tavrı, politikaları ve emperyalizmin gelişimi ele alınmıştır. Richard Nixon, Gerald Ford, Jimmy Carter ve Ronald Reagen’ın başkanlık dönemleri ve yürüttükleri dış politikalar oldukça detaylı ve açık bir şekilde işlenmiştir. Hemen sonrasında ise Sovyetler Birliği’nin çöküşünün sonuçları değerlendirilmiştir. Neo-liberalizmin ortaya çıkışı, dünyada uygulanma şekilleri, liberalizm ile ayrılan noktaları, küresel anlamda sirayeti ‘ABD ve Batı Avrupa’ da Neo-liberalizm’ başlığında değinilen konular olmuştur. İlk bölüm “Post-Neo-Liberal” “Sosyal Demokrasi”, “Üçüncü Yol ve Küresel ilerleme Doktrinleri” başlığı ile son bulmuştur. Üçüncü yol kavramının ne anlama geldiği Tony Blair ve Anthony Giddens’ın görüşleri ile okuyucuya aktarılmıştır. Küresel İlerleme Vakfı’nın tartışmaları ve Üçüncü Yol ile arasındaki farklar da burada detaylıca incelenmiştir.

Kitapta 2. bölüm “Latin Amerika’da Tahakküm, Kriz ve Halk Direnişi” başlığı altındaki yazılardan oluşmaktadır. Burada yazar Latin Amerika’da tahakküme yönelik tarihsel süreci aktarmış, gelişmelere yönelik incelemeler ve değerlendirmeler yapmıştır. Bölgenin sömürgeci tarzda işgal edilişi ile kapitalizmin gelişme sürecine dahil olduğu belirtilmiştir. Bu süreç keşif seyahatleri, Meso-Amerikan ve Andean medeniyetlerinin fethi, marjinal toprakların kontrolünün sağlanmasıyla oluşmuştur. Burada öne çıkan konu bölgedeki fetih ve sömürgecilik hareketlerinin tarihsel gelişimi olmuştur. Sömürgeler ile ülkelerin ekonomik ilişkileri, bölgedeki ekonomik faaliyetleri, kaynak kullanımı da bilgilendirici bir içerikle ele alınmıştır. Yazar bu bilgiler ışığında Latin Amerika’da bağımsızlık mücadelelerinin gelişim sürecine geçmiştir ve İspanyol sömürge imparatorluğu döneminin sona ermesi anlatılmıştır.  ‘Sömürgecilikten Yeni Sömürgeciliğe’ başlığı altında bu yeni sömürgecilik anlayışının eskisi ile farkı, siyasi ve ekonomik bağımlılığın üzerini örtecek resmi kurumsal bağımsızlığın bulunması olarak belirtilmiştir. Bağımsızlık mücadelesinin bitimi ile bölgede İngiltere ve ABD güçlerinin yeni sömürgesel egemenliği görülmüş ve yapılan müdahaleler detaylarıyla okuyucuya aktarılmıştır. Ancak sonuçta ABD emperyalizmi, İngiliz yeni sömürgeci sisteminin çökmesi üzerine çalışmıştır ve Büyük Buhran, İkinci Dünya Savaşı, Soğuk Savaş burada etkili olmuştur. ABD emperyalizmi bölgede hâkim konuma gelmiştir. Bu bölümde ortaya çıkan ana mesele ABD emperyalizminin bölgedeki etkinliğinin geldiği konum olmuştur ve yazar akıcı tarihsel arka plan ile bunu başarılı bir şekilde işlemiştir.

Kalkınmacılık ve Sonuçları” başlığına geçildiğinde, 1870 sonrası Latin Amerika ülkelerinin benimsediği modelin kalkınmacılık olduğu belirtilmiş ve bu modelin neyi ifade ettiği, bir devlet kapitalizmi şekli olduğu ve bu modelin süreç içerisinde nasıl yol aldığı anlatılmıştır. Ek olarak kalkınmacılığın toplumsal sınıfların yapısına olan etkisi de burada işlenmiştir. Bu süreçte ortaya çıkan ulusalcılık, anti-emperyalizm, devrimci-ulusalcılık gibi akımlar dönemde önemli bir yer edinmiştir. Bu akımların ortak sonucu olarak, kalkınmacı dönemde toplumsal ve siyasi ittifakların halkçılık temeli üzerinde kurulduğu sonucuna ulaşılmıştır. Kitaba 1960’larda “Devrim ve Karşı Devrim” başlığı ile devam edilmiştir. Burada Küba Devrimi sonrasında Latin Amerika’da yaşanan hareketlilikler öne çıkarılmıştır, John F. Kennedy ve özellikle Lyndon B. Johnson hükümetinin bölgedeki politikaları incelenmiştir. Yazar daha sonra Nixon ve Carter döneminin incelemelerine geçmiştir. 1970’lerde Latin Amerika’da etkili olan ulusalcı ve devrimci akımların artışına karşı Nixon başkanlığı politikasını, ABD’nin ulusal çıkarları için tehdit olarak gördüğü hükümetleri istikrarsızlaştırmak ve devirmek olarak ilerletmiştir. Carter döneminde ise Linowitz Komisyonu tarafından önerilen Latin Amerika politikasının başarılı bir şekilde uygulanamadığı görülmüştür.

Ronald Reagan’ın Güç Stratejisi” başlığında ise Linowitz Komisyonunun aşırı sağ karşılığı olan Santa Fe Komitesi belgesi, bu dönemin Latin Amerika politikasında temel taşı olarak görülmüştür. Komitenin istekleri, halk ayaklanmalarına karşı askeri harekâtların artırılması, ABD’nin askeri varlığını artırması için uyuşturucu ile mücadele bahanesinin uygulanması, neo-liberal yapılanma için baskı kullanımı gibi konulardan oluşmaktadır. Bu dönemde ABD emperyalizmi ve Latin Amerika hükümetleri arasındaki çelişkilere dikkat çekilmiştir. Nikaragua’da ve Grenada’da yaşanan müdahaleler bütün detaylarıyla bu bölümde yer almıştır. Yazar 1989-2005 arası yılları “Yeni Dünya Düzeni’nde Latin Amerika” başlığında incelemiştir. Burada son üç ABD başkanının izledikleri politikaları, yürüttükleri etkinlikleri yazar tüm yanlarıyla açıkça okuyucuya sunmuştur. Bu üç başkan: George H. Bush, Bill Clinton, George W. Bush’tur. George H. Bush yönetiminde Reagan’ın dayatmış olduğu değişimlerin meşrulaştırma amacına yönelik çalışmaların bu yönetime kalmış olduğu ve Amerikalar arası sistemin reformuna yönelik çalışmalar görülmektedir. Ancak Clinton yönetimine geçildiğinde Amerikalar arası sistemin yeniden yapılandırılması konusunda var olan engeller ve krizler görülmüştür. Clinton’un ikinci başkanlık döneminde ise artan halk mücadelelerinin üzerinde durulmuştur. George W. Bush döneminde solun seçim zaferlerine karşın ABD cephesinin artan emperyalist saldırganlığı 2001-2005 gelişmeleriyle aktarılmıştır. Latin Amerika’daki sol alternatiflere ilişkin derinlemesine incelemeler yapılmıştır. Hugo Chavez’in, Luiz Inacio Lula de Silva’nın, Tabare Vazquez’in ve Evo Morales’in seçim sonuçları burada örnek olarak verilmiştir. Ülke örnekleriyle bu süreç oldukça detaylı bir şekilde okuyucuya aktarılmıştır.

Kitapta “İki Yüzyılın Arasında Latin Amerika” başlığında, 1989-2005 yıllarında Latin Amerika’da yaşanan süreç dört aşamada anlatılmıştır. Bu süreci dört farklı başlık ile incelenmesi konunun çözümlenmesinde ve anlaşılmasında oldukça yararlı olmuştur. Bu dört başlık ilk olarak bölgenin dünya ve kıta çapındaki bir tahakküm sistemine tabi hale gelmesi süreci ve tahakküm sistemiyle oluşan ekonomik, politik, siyasi kriz sürecini içermektedir. Sonrasında ise neo-liberalizm karşıtı halk hareketlerinin yükselişi ve bu toplumsal mücadelelerin yükselişi ile sol siyasi partilerin mevcut duruma yönelik yeniden formüle edilmeleri incelenmiştir. Yazar, Latin Amerika solunun geldiği noktada yürüttüğü politikayı bir nevi kapitalizmi cilalama politikası olarak değerlendirmiştir. Yazara göre, Latin Amerika’nın sorunları için çözüm, devrimci toplumsal dönüşümün sağlanması ile mümkündür.

Yazar kitabı “Sonuç Yerine Bazı Notlar” başlığı ile tamamlamıştır. Mücadele biçimleri ile ilgili gelişmelerin ileride netleşeceğini düşündüğünü söylemiştir. Solun ilerici toplumsal reformlar için uğraşını takdir etse de bölgedeki sol alternatiflerin mücadelesinin devrim üzerine kurulu olması gerektiğini belirtmiş ve bu noktada da devrimci şiddetin biçimlerinin varlığını kaçınılmaz olarak görmüştür. Latin Amerika Yol Ayrımında kitabı Latin Amerika’da yaşanmış ve yaşanan sol hareketlerin gelişimlerini analiz edebilmek için çok önemli bir kaynak olarak görülebilir. Toplumsal mücadelelerin, siyasi partilerin, siyasi aktörlerin eylemlerinin tek başına incelenemeyeceği, bugün yaşanan her şeyin tarihin bir sonucu olduğu görülmektedir. Yazarın tarihsel süreci bu kadar detaylı ve açık bir şekilde işlemesi, yakın tarihteki gelişmelerin anlaşılmasına büyük bir katkı sağlamıştır. Kitap, Latin Amerika solunun gelişimini ve geleceğini merak eden ve araştırmak, öğrenmek isteyenler için son derece yararlı bir kaynak olarak karşımıza çıkmaktadır.

 

 

EVRİM DİLHAN YİĞİT

Latam Staj Programı

Kamu Diplomasisi Bağlamında Türkiye’nin Afrika’ya Yardımları

Özet

Uluslararası sistemde, küreselleşmenin beraberinde getirdiği kamu diplomasisi ve yumuşak güç kavramları zaman içerisinde devletler için en az askeri ve ekonomik kapasite kadar önemli yer edinmeye başlamıştır. Türkiye için yeni bir kavram olarak nitelendirilebilecek olan kamu diplomasisi kavramı, Türkiye’nin sahip olduğu kültürel zenginlik de düşünüldüğünde oldukça geliştirilebilecek bir alana sahiptir. Bu araştırma yazısı, Türkiye’nin Afrika’daki faaliyetlerine kamu diplomasisi ve yumuşak güç kavramları çerçevesinde bir odak getirme amacı taşımaktadır. Yumuşak güç ve kamu diplomasisi kavramlarının anlamlarının ve ortaya çıkışının incelenmesinin ardından bu kavramların Türkiye’de gelişimi incelenmiştir. Türkiye-Afrika ilişkilerinin gelişimi, 1998 yılındaki “Afrika Açılımı”ndan “Ortaklık Süreci”ne kadar olan gelişmelerle incelenmiştir. Türkiye’nin Afrika’ya yönelik yardımlarının alanları, kapasiteleri incelendiği gibi Afrika’da uygulanan kamu diplomasisi faaliyetlerinin etkileri ve yansımalarına da değinilmiştir. Afrika’ya yönelik gerçekleştirilen kamu diplomasisi faaliyetleri, ilişkilerin gelişmesinde önemli bir rol oynamaktadır. Bununla birlikte Afrika’ya yönelik faaliyetlerin henüz istenen boyuta ulaşılamadığı ve kamu diplomasisi faaliyetlerinin ilerleyen yıllarda etkinliğini daha da artırılması hedeflendiği de görülmektedir.

Anahtar Kelimeler: Yumuşak Güç, Kamu Diplomasisi, Türkiye-Afrika İlişkileri, Dış Yardım, Afrika Açılımı.

Abstract

In the international system, the concepts of public diplomacy and soft power that were brought along by globalization, have started to gain importance for states as much as military and economic capacity. The concept of public diplomacy -which can be described as a new concept for Turkey- has a huge capacity to develop, especially when we take Turkey’s cultural richness into consideration. In this research article, the main aim is to focus on the frame of public diplomacy and soft power with regard to Turkey’s activities in Africa. In the research, after examining the meanings and development of the concepts of soft power and public diplomacy, the development of the concept of public diplomacy in Turkey is analyzed. The development of Turkey-Africa Relations was examined starting from the 1998 “Opening to Africa Policy” to the “Partnership Period”. Also, the impact and implications of public diplomacy activities implemented in Africa were analyzed. Public diplomacy activities carried out for Africa play an important role in the development of Turkey-Africa relations. However, it is also seen that the activities in Africa have not reached the desired level yet and it is aimed to increase the effectiveness of public diplomacy activities in the following years.

Key Words: Soft Power, Public Diplomacy, Turkey-Africa Relations, Foreign Aid, Opening to Africa Policy.

1.     Giriş

Küreselleşmeyle birlikte önem kazanan yumuşak güç kavramı, başka ülkeleri zorlama yolunun haricinde kendi etkisi altına alabilme gücü olarak tanımlanmaktadır. Kamu diplomasisi kavramı ise geleneksel diplomasinin aksine, devlet dışındaki aktörlerin birbirleriyle olan ilişkileri olarak ifade edilmektedir. Sivil toplum örgütleri, baskı grupları, uluslararası kuruluşlar, uluslararası şirketler gibi pek çok aktör kamu diplomasisinin bir parçası haline gelmiştir.

Türkiye’de kamu diplomasisinin gelişimine bakıldığında ise 1980’lerden sonra artan sivil hareketlerin Türkiye’de kamu diplomasisi faaliyetlerinin başlamasına neden olduğu ve bu sürecin hızlanmasını sağladığı görülmektedir. Özellikle 2000’li yıllardan sonra artan sivil toplum örgütlerindeki artış ve Türk dış politikasındaki eksen değişikliği, Türkiye’yi Afrika’yla ilişkilerin gelişmesine yönlendirdiği söylenebilir.

1998 yılında başlayan Afrika Açılımı süreciyle birlikte 2005 yılında Türkiye’nin Afrika Birliği Zirvesi’ne gözlemci üye olarak katılması, Afrika kamuoyunda Türkiye’nin prestijini arttırmıştır. Devamında yaşanan gelişmeler, örneğin; 2008 yılında Türkiye-Afrika İşbirliği Zirvesi’nin gerçekleşmesi ilişkilerin gelişmesinin bir örneği olarak gösterilebilir. 2013 yılı sonrasında ise bu işbirliği Ortaklık Projesi’ne evrilmiştir.

Türkiye’nin geliştirdiği bu ilişkiler yapılan yardımlarla birlikte yalnızca devletler arası seviyeden çıkarak pek çok aktörün katkıda bulunduğu bir noktaya getirilmiştir. Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığı (TİKA) başta olmak üzere bölgeye pek çok farklı aktör tarafından yardımlar sağlanmaktadır.

Bu araştırmanın amacı Türkiye’nin Afrika’yla yürütmekte olduğu kamu diplomasisi faaliyetlerinin etkilerini ve ne ölçüde başarılı olduğunu incelemektir. Bu araştırmada dergi makalesi, kitap, doktora tezi, yüksek lisans tezi, internet kaynakları ve raporlar gibi pek çok farklı kaynaktan yararlanılmıştır.

Önemli tarihsel birlikteliklere ve kültürel ögelere rağmen Afrika’yla olan ilişkilerdeki kopukluk 1998 yılıyla birlikte onarılmaya çalışılmaktadır. Araştırmada, günümüze kadar yürütülen Afrika’ya yönelik kamu diplomasisi faaliyetlerinin niteliği, etkinliği ele alınacak, Afrika’yla ilişkilerin gelişmesinde ve kamu diplomasisi faaliyetlerinin etkinliğinin arttırılmasında ne gibi faktörlerin fayda sağlayacağına değinilecektir.

2.     Yumuşak Güç ve Kamu Diplomasisi Kavramları

2.1. Yumuşak Güç Kavramı

Yumuşak gücün tanımı ilk olarak Joseph Nye tarafından dış politika literatürüne kazandırılmış olsa da yumuşak gücün dış politikada kullanılması, tanımlanmasından çok daha önceki tarihleri kapsamaktadır. Nye yumuşak güç tanımını yaparken, devletlerin yumuşak gücünün devletlerin kültürlerine, değerlerine ve politikalarına dayandığını öne sürmektedir.[1] Yumuşak güç genel anlamıyla bir devletin kendi kültür öğeleri ile başka devletler üzerindeki etkileşiminden doğar.[2]

Küreselleşmenin artmasıyla birlikte sürekli etkileşim içinde olan devletler için artık askeri ve ekonomik kapasite yeterli gelmemektedir. Örneğin, Nye uluslararası terörizmle mücadeleye yönelik yumuşak güç etkisini şöyle açıklamaktadır: devletlerin yalnızca askeri güçleri terör ile müdahale için yeterli değildir. Kamu diplomasisi gibi yumuşak güçler mücadelenin meşruluğunu tanımlamak ve kamuoyuna duyurmak açısından büyük önem taşır.[3] Devletlerin ekonomik güçleri; yapışkan güç (sticky power) olarak tanımlanarak Amerika Birleşik Devletleri’nin çeşitli ekonomik kuruluşları buna örnek olarak gösterilmektedir. Amerika Birleşik Devletleri’nin küresel sistemde önemli bir rol üstlenmesinin sebeplerinden biri de bunun gibi geleneksel güçlerin yumuşak güçlerle beslenmesinden dolayı gerçekleşmiştir.[4]

Tablo 1: Davranış Spekturumu ve En Uygun Kaynaklar [5] [6]

Tablo 1’de yumuşak ve sert güç kaynaklarının hangi davranış durumlarında hangi kaynaklarla hareket aldığı gösterilmiştir.

Yumuşak güç kaynakları bilişsel, normatif ve duygusal olmak üzere üç sacayağı üzerinde değerlendirilmektedir; buna göre ülkenin dışarıdan nasıl bir çerçeve oluşturduğu, diğer devletlerce bu tavrın olumlu karşılanıp karşılanmadığı ve bu tavrın saygıdeğer bulunup bulunmaması yumuşak gücün nasıl kullanıldığı hakkında belli olgular içermektedir.[1]

Yumuşak güç kavramı pek çok eleştiriyi de beraberinde getirmiştir. Kavram itibariyle tanımı tam olarak yapılamadığı gibi bir ölçüm aracı olarak kullanılamayacağı; ya da yumuşak güç kavramının yalnızca Batılı devletlerle sınırlı kalacağı, savaşların devam ettiği coğrafyalarda yumuşak gücün bir dış politika aracı olarak kullanılamayacağına yönelik bir çok eleştiri getirilmiştir.

2.2. Kamu Diplomasisi Kavramı

Hem yumuşak güç kavramı hem de kamu diplomasisi kavramı özellikle küreselleşmenin getirdiği yeni düzenin iki önemli çıktısıdır. Geleneksel olarak tanımlanan diplomasi, devletlerin birbiriyle kurduğu iletişimi nitelerken yani hükümetler-arası bir düzlemdeyken; kamu diplomasisi bunun dışında kalan tüm aktörleri mercek altına alır.[2]

Oldukça stratejik bir yere sahip olan kamu diplomasisi ülkelerin uluslararası kamuoyundaki imajına ve itibarına çok önemli katkıda bulunmaktadır. Nye’a göre kamu diplomasisinin yürütülmesinin önemli noktalarından biri doğru ve sürekli bilgi aktarımı sağlanmasıdır; bir diğer nokta ise ülkenin “saygın” olarak ifade edilecek prestijli bir marka yaratma stratejisine sahip olmasıdır. Bu şekilde kabul edilen ülkelerin kitleler üzerinde ikna kapasitesinin yüksek olduğunu ifade eden Nye, üçüncü olarak uluslararası kamuoyu ya da devletlerle kurulan ilişkilerin sürekliliğine ve bu ilişkilerin devamlı geliştirilmesi gerektiğine vurguda bulunur. [3]

Kamu diplomasisinin yönetim araçları itibar ve imaj yönetimi olarak ikiye ayrılmıştır: itibar yönetimi yukarıda da bahsedildiği gibi bir ülkenin imaj yönetimi; sözünün dinlenilir olmasına, belli konularda kamuoyu oluşturma gücü olmasına, jeo-stratejik önemine, etkin liderlere sahip olmasına, kültürel aktivitelerde kazanımlarının olmasına, nitelikli insan faktörüne, uluslararası sivil toplumla diyaloglarına göre değişiklik göstermektedir.[4]

Günümüzde kullanılan kamu diplomasisi anlayışı esnektir, iletişim araçlarının arttığı ve sivil hareketlerin önem kazandığı 21. yüzyıl dünyasında katı yaklaşımlı kamu diplomasisi kitleleri ikna için yeterli olmamaktadır.

Kamu diplomasisi, yalnızca devlet yoluyla işleyen bir sürece bağımlı değildir. Devlet destekli çalışmalarla birlikte tamamen bağımsız sivil toplum örgütleri gibi aktörlerce geliştirilen çalışmalar da yürütülmektedir. Kamu diplomasisi aktörleri arasında sivil toplum örgütleri, üniversiteler, medya ve haber ajansları, global şirketler ve uluslararası örgütler gibi zaman içinde daha sayıları çok daha fazla artabilecek aktörler mevcuttur.[5] [6]

  1. Türkiye ve Kamu Diplomasisi

3.1. Türkiye’de Kamu Diplomasisinin Gelişimi

Yumuşak gücün bir parçası olarak kabul gören kamu diplomasisi de özellikle Türkiye gibi kültürel ve siyasi anlamda zengin bir ülke tarafından kolaylıkla uygulanabilecek ve etkin bir diplomasi sürdürülebilecek bir araçtır.[7]

Türkiye’nin uluslararası kamuoyunda tanınırlığı aslında Türkiye’nin kamu diplomasisinde ne kadar etkili olduğuyla birebir ilişkilidir. Bilgi aktarımında sürekli olmaması ya da doğru bilginin aktarılamaması her ülkenin yanlış tanınmasına sebep olacağı gibi Türkiye için de durum aynıdır. Henüz daha kamu diplomasisinin Türkiye için yeni bir alan olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Türkiye’nin kamu diplomasisinde etkin rol almaması geçmişten bu zamana gelmiş pek çok tartışmanın uluslararası kamuoyunda Türkiye aleyhine olan tarafın sempati kazanması yönünde gerçekleşmesine sebep olmuştur.

Kamu diplomasisinde çok önemli bir aktör olan sivil toplum kuruluşlarının Türkiye’deki gelişimine baktığımızda ilk olarak 1980 darbesi sonrasındaki seçimlerle hükümete gelmiş olan Anavatan Partisi’nin bireyi ön plana alan tavrı karşımıza çıkmaktadır. Çaha, 1983 tarihinden itibaren Türkiye’nin Batı ile bütünleşme sürecinin somut olarak başladığına dikkat çekmektedir.[8]

Bu dönemde sivil topluma dair sorunların hız kazanması -Kürt ve kadın hareketi gibi- devlet-sivil toplum arasındaki ilişkilerin daha hızlı bir şekilde ele alınmasına sebep olmuştur. Avrupa Birliği’ne (AB) tam üyelik başvurusunun ardından Türkiye için sivil toplum vurgusu önemli bir müzakere konusu haline gelmiştir. Bununla birlikte Türkiye’de sivil toplum kuruluşları adına birçok gelişme de 90’ların sonu 2000’lerin başı olan bu dönemde gerçekleşmiştir.[9]

1992 yılında kurulmuş olan Türk İşbirliği ve Kalkınma İdaresi Başkanlığı (TİKA) günümüzde halen etkin kamu diplomasisi aktörlerinden biridir. Kamu diplomasisi kuruluşları genel itibariyle Türkiye’nin tanıtılmasını, yurtdışında yaşayan topluluklarla bağlantı kurulmasını ve kültürel-tarihi pek çok alanda çalışmaların sağlanmasını ve yardım faaliyetleri düzenlemesini amaçlamaktadır.[10]

Türkiye’nin kültürel anlamda sahip olduğu değerler düşünüldüğünde, Orta Asya temelli Türk kültürü, Akdeniz, Karadeniz eksenli kültürler, Batı kültürü, Osmanlı Kültürü, İslam kültürü [11] gibi çeşitlendirilebilecek pek çok farklı coğrafyalara uzanabilecek bir yumuşak güç unsuruna da sahip olduğundan bahsedebiliriz. Türkiye, bunun gibi çeşitli kültürel değerleri üzerinden uygulayacağı yumuşak güç siyasetiyle Avrupa, Balkanlar, Kafkasya, Orta Doğu, Orta Asya, Afrika gibi farklı coğrafyalardaki kamuoyu üzerinde etki sahibi olabilme potansiyeli olan bir ülke konumunda bulunmaktadır. Türkiye’nin dış siyasetle, terörizm ve güvenlikle alakalı olarak yaşadığı en büyük sıkıntılardan birisi de bilgi kirliliği ve propagandalar olduğu da düşünüldüğünde Türkiye için kamu diplomasisinin gelişimi ve yumuşak gücün arttırılması önemli bir yer kapsamaktadır.

3.2. Türk Dış Politikasında Kamu Diplomasisi

İkinci Dünya Savaşı ardından dış politikada diplomasinin önemi artmış, bireylere verilen rollerin ağırlığı fazlalaşmıştır. Sivil toplum örgütlerinin önemli özellikle kamu diplomasisi bağlamında kendini göstermeye başlamıştır. 2013 yılıyla birlikte sivil toplum örgütleri Türkiye siyasetinde önemli bir konuma gelmiştir. Türk dış politikasında insani yardım, kültürel ve ekonomik gibi pek çok açıdan faaliyetlerin önemli bir rolü olmasıyla birlikte özellikle insani yardım faaliyetlerinin önemi ve başarısı 2017-2018 yıllarında Küresel İnsani Yardım Raporu’nda Türkiye’nin en çok insani yardımda bulunan ülke unvanına sahip olmasıyla da görülebilir.

Özellikle 3 Kasım 2002 tarihinde Adalet ve Kalkınma Partisi’nin hükümeti yönetme yetkisini alarak iktidar olmasıyla birlikte Türk dış politikasında yeni bir dönem ve hedefler geliştirildiği gözlemlenmektedir. Yumuşak güç odaklı bir dış politikaya geçiş olduğunu ifade eden Davutoğlu’na dayanarak Baskın Oran; 2002 ve sonrasına yönelik dış politika anlayışını şu şekilde ifade etmektedir:[12]

“1) Vizyon sahibi dış politika: Bunalım patlak verdikten sonra onu çözmeye çalışmak yerine, bunalımın çıkmasına engel olmaya çalışılacaktır.(…) 2) Tutarlı ve sistematik bir çerçeve: Her bölgede aynı temel ilkelere bağlı bir politika izlenecektir. 3) Türk Yumuşak Gücünü bölgede yayacak yeni bir diplomasi ve söylem.”[13]

Türkiye’nin Batılılaşma hedeflerinin dışına çıkarak önemli bir eksen değişikliğinde bulunması 2007 yılında gerçekleştirerek eksenini Kuzey Afrika ve Orta Asya’ya yöneltmiştir.[14] [15]

Sivil toplum örgütlerinin faaliyetleri Türkiye’nin dış politikasında bir eksen değişikliği yaratarak Türkiye’nin güncel gündeminde yer almayan Afrika gibi bölgelerde etkinlik sağlamasına yol açmıştır. Türk İşbirliği ve Kalkınma Ajansı-TİKA faaliyet sahasına zaman içinde Afrika’yı da dahil ederek beş kıtada proje yürütmektedir.[16]

Türkiye’nin dış politika hedefleri arasında Afrika’yla ilişkilerin geliştirilmesi hedefi, 2003 yılında Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK) adaylığı ilan edilmesiyle daha da önem kazanmıştır. Bu bağlamda sivil toplum örgütlerinin ve kamu diplomasisinin yer ve önemi oldukça büyüktür.

  1. Türkiye’nin Afrikadaki Kamu Diplomasisi Faaliyetleri

4.1. Türkiye ve Afrika İlişkilerinin Gelişimi

Türkiye ilk “Afrika’ya Açılım” politikasını 1998 yılında uygulamaya başlamıştır. Bu açılıma göre Türkiye’nin hedefi Afrika ülkeleriyle birçok alanda ilişkilerin kurulmasını sağlamak ve ortak projeler gerçekleştirmektir. Afrika kıtasındaki temsilciliklerin artması ve ilişkilerin sürekli hale gelmesi hedeflenmiştir. Afrika’ya Açılım Eylem Planı, 2002’de Adalet ve Kalkınma Partisi’nin iktidara gelmesi ile hızını arttırmış, 2003’te “Afrika Ülkeleriyle Ekonomik İlişkilerin Geliştirilmesi Stratejisi” programı uygulanmaya başlanmıştır. 2005 yılının “Afrika Yılı” ilan edilmesi, Afrika Birliği zirvelerine gözlemci üye olarak katılımlarla ilişkiler daha önce hiç ulaşmadığı bir noktaya kadar ilerlemiştir. 2008 yılında “Türkiye Afrika İşbirliği Zirvesi” toplantılarının ilki gerçekleştirilmiştir, bu görüşmelerde Afrika ülkeleriyle Türkiye arasında pek çok konuda işbirliğinin olacağı kararlaştırılmıştır. 2008-2009 yıllarında Sahra-altı Afrika ülkelerine 15 büyükelçilik ve 1 başkonsolosluğun açılacağı kararlanmıştır.[17] 2002 yılında sayısı 12 olan büyükelçilik 2019 itibariyle 42’ye yükselmiştir.[18]

Afrika Açılım Politikası, 2013 yılından itibaren Afrika Ortaklık Politikasına evrilmiştir; bu ortaklık politikası bütüncül bir anlayışı yani TİKA, AFAD, Yunus Emre Enstitüsü, Maarif Vakfı, Türkiye Diyanet Vakfı, Anadolu Ajansı, Türk Hava Yolları gibi kurumları da kapsayan bir anlayışı ifade etmektedir. Dışişleri Bakanlığı’nın internet sitesinde de bu ilişkilerin boyutlarına yönelik bir açıklama mevcuttur:

“Afrika Kıtası’yla toplam ticaretimiz 2002 yılında 4,3 milyar Dolar seviyesinden 2019 yılı sonu itibariyle yaklaşık 25.3 milyar Dolar’a yükselmiştir. Sahraaltı Afrika (SAA) ülkeleriyle ise 2002 yılında yaklaşık 1 milyar Dolar olan ticaret hacmimiz 2019 yılında 7,604 milyar Dolar olarak gerçekleşmiştir.”[19]

  • 2008 Yılı Birinci Türkiye-Afrika İşbirliği Zirvesi

Türkiye’nin Afrika Birliği zirvesinde gözlemci üye olmasının ardından gelişen ikili ilişkiler 2008 yılında Birinci Türkiye-Afrika İşbirliği Zirvesi’nin yapılmasına ulaşmıştır. Birinci Türkiye-Afrika İşbirliği Zirvesi Bilgi Notu incelendiğinde; Türkiye-Afrika ilişkilerinin tarihsel ve kültürel geçmişi göz önüne alınmıştır. Afrika’daki Müslüman topluluklara yakın ilişkilerle birlikte laik bir devlet yapısına sahip olan Türkiye, Afrika’daki pek çok grup için bir ılımlı görülen bir ülke olarak anılmaktadır. Türkiye’nin hedeflediği önemli noktalardan biri de ekonomik ve ticari ilişkiler kapsamındaydı. 2008 yılındaki zirvenin hedefi ticaret hacminin 2010 yılına kadar 30 milyar dolar seviyesine getirmekti. TİKA’nın Afrika içindeki varlığını ve faaliyetini arttırmak, Türkiye’yi Afrika Kıtası’nın kalkınma ortakları arasına sokmak bu zirvenin hedefleri arasında bulunmaktaydı.[20]

  • 2010-2014 Türkiye-Afrika İşbirliği Ortak Uygulama Planı

2010 yılının ardından Türkiye’nin Afrika ülkeleriyle olan ilişkilerini çeşitlendirme ve derinleştirme amacı taşıdığını söylemek gereklidir. 2013 yılından itibaren Afrika’yla olan ilişkilerin ilk adımı olan Açılım Politikasının yerini Ortaklık Politikası almıştır. Ortaklık Politikasının amacı ise: “Türkiye’nin sahip olduğu tecrübesini, toplumsal, siyasal ve kültürel birikimini, sahip olduğu imkân ve kaynakları Afrikalı yönetimlerle ve halklarla paylaşmak; “Afrika sorunlarına Afrika çözümleri” ilkesi çerçevesinde eşit ortaklık ve karşılıklı fayda ilkeleri temelinde kıtanın barış ve istikrarı ile ekonomik ve sosyal kalkınmasına katkıda bulunmaktır.”[21]

4.2. Türkiye’nin Afrika’da Kamu Diplomasisi Yönetimi

Türkiye’nin Afrika’da yürüttüğü kamu diplomasisi anlayışı proaktif ve diğer devletlerin aksine daha çok kendi siyasi politikalarına uygun bir uluslararası ortam oluşturma çabası üzerinedir.[22] Türkiye’nin uyguladığı kamu diplomasisi çalışmalarında hedefi tüm Afrika kıtasına yöneliktir; alınan kararlar Afrika’daki tüm ülkeleri kapsayacak şekilde hazırlanmıştır. Eğitim alanında ön plana çıkan yardımlar Afrikalı öğrencilere burslarla birlikte, sağlık, tarım, altyapı, güvenlik ve barışın sağlanması gibi pek çok alanı kapsamaktadır. Türkiye’nin Afrika için yürüttüğü kamu diplomasisi uygulamaları Türkiye’nin sömürgeci bir geçmişinin olmaması; insani değerlere verdiği önemin vurgulanması imaj yönetimi açısından olumlu olsa da Türkiye Afrika ülkelerine gerçekleşen zirvelerde istediği mesajı yeterince iletememiştir. Gerçekleşecek 2021 yılındaki 3. Afrika Zirvesi’nde imaj yönetimi açısından olumlu bir etki yaratması beklenmektedir.[23]

İnsani yardımlar ve kalkındırma yardımlarıyla öne çıkan kamu diplomasisi uluslararası kamuoyunda dikkat çeken “Türk Modeli” adıyla anılmaya başlanmıştır.[24] Türkiye ve Afrika ilişkilerini beraberce devam ettirmesi bölgedeki kamuoyu tarafından olumlu karşılanmakta, Türkiye’nin uluslararası ortamlarda Afrika’daki sorunlara ses olması bölgedeki itibarını arttırmaktadır.[25]

Afrika kıtasına yönelik tüm bu faaliyetler, ilişkileri oldukça iyi bir boyuta getirmesine rağmen Türkiye’nin yumuşak güç kullanımı Afrika’daki kamuoyuna fazlaca yansımamış olması, Türkiye’nin hedeflediği Afrika’ya yönelik kamu diplomasisi faaliyetlerinin etkinliğini azaltan bir faktör olmuştur. Türkiye’nin Afrika’da etkin bir rol oynayabilmesi için Afrika kamuoyuna kendini daha iyi tanıtması ve sürekli etkileşimde bulunabileceği bir ağ kurabilmesi gerekmektedir.

4.3. Türkiye’nin Afrika’daki Yumuşak Gücü

Türkiye’nin 1998 yılıyla başlattığı açılım politikası ve geliştirilen ilişkiler ve politikalar önemli boyutta bir ortaklık stratejisine ulaşmış durumdadır. Bu anlamda Türkiye’nin yalnızca kültür, tarih gibi “alçak politikalarda” değil, bürokrasi gibi alanlarda da etki ederek “yüksek politikada” da Afrika’yla ilişkileri yer kazanmıştır.[26] Zorlama yoluyla elde edilmeyen bu yumuşak güç potansiyeli 21. yüzyıl dış politika stratejilerinde en çok kullanılan yöntemlerden biri olarak önemli bir yer kapsamaktadır.[27]

Nye’ın yumuşak güç kaynağı sınıflandırmasına göre, Türkiye-Afrika ilişkileri çerçevesinde, bu ortaklığı yumuşak gücün “dış politika pratikleri, siyasi değerler ve kültür” bileşenlerinden oluştuğunu söylemek mümkündür.[28] Türkiye bu coğrafyada Osmanlı İmparatorluğu’ndan kalan kültürel ve tarihi kökenlerini, insani değerlerini; sömürgecilik karşıtlığı, demokrasi, temel insani haklar gibi farklı alanlarda yumuşak gücünü kullanmaktadır. Bununla birlikte Afrikalı öğrencilere her yıl artarak sağlanan burs imkanı, 2018 için açıklanan verilere göre son yirmi yılda 14.270 Afrikalı öğrenciye ulaşmıştır.[29] Verilen eğitim desteğiyle birlikte iki kültüre hakim kişi sayısının artması, ilişkilerin gelişmesini son derece etkileyen ve yumuşak gücün daha da etkin kullanımını sağlayan bir faktör oluşturmaktadır.

Türkiye-Afrika ilişkilerinin gelişiminde belirtilmesi gereken bir diğer nokta ise gerçekleşen yardımların yıllar içindeki artışı konusudur; 2000 yılında Sahra Altı Afrika’ya yapılan yardımlar 330 bin dolarken, 2008 yılında 105,3 milyon dolara, 2015 yılında ise 395,77 milyon dolar seviyesine yükselmiştir. Özellikle 2008 yılı ve sonrasında TİKA aracılığıyla yapılandırılan tarım faaliyetlerinin arttırılması hedeflenmiştir.[30]

4.4. Afrika’da Faaliyet Gösteren Kurum ve Kuruluşlar

Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığı (TİKA); 1992 yılında Türk dış politikasına alternatif politika anlayışı amacıyla kurulmuştur. Pek çok farklı bölgede ve ülkede Türk dış politikasına paralel olacak bir uygulama aracı haline gelmiştir. Eğitim, sağlık, restorasyon, tarımsal kalkınma, maliye, turizm, sanayi gibi pek çok alanda proje ve faaliyet yürüten TİKA 5 kıtada 150 ülkeye yakın kalkınma merkezli işbirliği çalışmalarında bulunmaktadır.[31]

TİKA Afrika ilişkilerinin gelişmeye başladığı tarihler olan, 2005 yılında faaliyetlerine başlamıştır. TİKA’nın 2019 yılı Faaliyet Raporu’na göre; eğitim alanında; Gine Cumhuriyeti’ne yönelik Konakri Kadın Meslek Edindirme Merkezinin Tefrişat ve Donanımının Sağlanması Projesi, Nijer’de Nijer-Türkiye Dostluk Okulu ve Dostluk Parkı inşası tamamlanmıştır. Sağlık alanında Somali’nin Somaliland Bölgesinde, Hargeysa Devlet Hastanesi’ne medikal cihaz ve donanım desteği sağlanmıştır. Acil Tıp Kapasite Artırma Programı kapsamında Çad, Cibuti, Somali, Gine ve Gambiya’da eğitimler düzenlenmiş, Nijer’de Nijer-Türkiye Dostluk Hastanesi inşaatı tamamlanmıştır. Kenya’da Kajiado Bölgesi’nde “Önce Su Projesi” yürütülmüş, Çad’ta Adam Barka Üniversitesi’ne 20 ton kapasiteli Su Deposu inşaatı tamamlanmıştır. Gine’de ihtiyaç sahiplerine yönelik 12 ton kapasiteli temiz içme suyu sistemi kurulmuştur. Namibya’da Tsandi bölgesine 5 temiz su tankı temin edilmiştir.[32] Yalnızca 2019 Faaliyet Raporu’na bakıldığında dahi sağlık, eğitim, restorasyon, temiz su ve tarım alanlarında pek çok farklı Afrika ülkesine TİKA bünyesinde önemli yardımların yapıldığı görülmektedir.

Türk Kızılayı son 10 yılda 138 farklı ülkede doğal ve insan kaynaklı afetlere yardım eli uzatarak, kuruluşundan bugüne 147 ülkeye ulaşmayı başarmıştır.[33] Özellikle kıtlıkla mücadele eden Somali, Nijer, Moritanya, Senegal ve Sudan gibi ülkelere insani yardım faaliyetlerinde bulunmaktadır. Türk Kızılayı’nın, bölgedeki etkinliğinin belirli zamanlarla kısıtlı olması süreklilik açısından yardımların verimliliğini azaltmakta olduğu düşünülmektedir.[34]

Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı (AFAD); Resmi Gazete’de yayınlanan 28017 Sayılı Somali ve Açlık Tehlikesi Yaşayan Diğer Afrika Ülkelerine Yardım Kampanyası konulu genelgeye göre, Afrika kıtasının doğusunda yaşanan kıtlık, açlık ve susuzluk sebebiyle başta Somali olmak üzere bir çok ülkeye yönelik oluşturulan yardım kampanyasının AFAD tarafından yürütülmesi kararı alınmıştır.[35] Somali’ye yönelik gerçekleşen faaliyetlerde, 300 milyon liradan fazla yardım sağlanmıştır.[36]

Türk Hava Yolları (THY); Afrika’daki ülkelere ulaşım kolaylığı sağlaması açısından Afrika’ya yardımlar için önemli bir yer kaplamaktadır; 37 farklı Afrika ülkesine ve 55 bölgeye uçuş sağlayan THY, ikili ilişkilerin gelişmesinde oldukça önemli bir etkendir.

Türkiye Maarif Vakfı (TMV), Yunus Emre Enstitüsü (YEE), İnsan Hak ve Hürriyetleri İnsani Yardım Vakfı (İHH), TASAM Afrika Enstitüsü ve Türkiye Diyanet Vakfı (TDV) gibi örnekleri çoğaltılabilecek pek çok vakıf ve enstitü Afrika’da faaliyet yürütmeye devam etmektedir. Afrika’ya yardımların çeşitlerinin çoğaltılması ve ilişkilerin daha da sağlamlaştırılmasının sağlanması açısından Afrika’da faaliyet yürüten kurumların kapasitelerinin artırılması ve farklı sivil toplum kuruluşları tarafından farklı alanlarda faaliyetlerin oluşturulması bu anlamda önemli bir yer teşkil etmektedir.

Sonuç

Türkiye’nin dış politika hedeflerindeki çeşitlilik ve yumuşak güç odaklı tutum, kamu diplomasisi kullanımını da arttırmasına neden olmuştur. Halihazırda var olan kültürel ve tarihi bağlar Türkiye’nin dış politikada ve kamu diplomasisinde Afrika bölgesine yoğunlaşmasını sağlamıştır. Türkiye-Afrika ilişkilerinin gelişmesini hedefleyen Türkiye aynı zamanda Afrika’da yer edinmek isteyen yani kamuoyunca tanınan bir ülke konumuna gelmeyi istemektedir. Bunu da kamu diplomasisini kullanarak gerçekleştirmeye çalışmaktadır.

1998 yılındaki ilk kamu diplomasisi faaliyetlerinin Afrika Açılım süreciyle başlatılması, bu sürecin en önemli yapı taşları arasındadır. Afrika’da varlığını arttırmayı amaç haline getirmiş olan Türkiye’nin yumuşak güç kaynaklarını tam olarak harekete geçirebildiği söylenilemez. Bu durum da Afrika kamuoyunca Türkiye’nin görünür bir yere sahip olamamasına neden olmuştur.

Gerçekleşmesi planlanan 3. Türkiye-Afrika Zirvesi’nde bu durumun ötesine geçilmesi amaçlanmaktadır. Bütünüyle kapsayıcı bir anlayışta tarihi, siyasi, kültürel tüm değerlerin kamu diplomasisiyle paralel olarak ortak hedefler bağlamında hareket edilmesi amaçlanmaktadır.

Türkiye’nin özellikle Sahra Altı Afrika Bölgesi’nde istediği faaliyetleri gösterememiştir. Kültürel ve tarihi faktörlerdeki eksikliklerle birlikte Türkiye’nin faaliyetlerinin tam olarak bu bölgelere yayılmasının sağlanamaması, Türkiye’nin kamu diplomasisi faaliyetlerinin bu bölgede etkisiz kalmasının nedenlerinden biridir.

Türkiye’nin, Afrika ile olan ilişkilerine yıllarca özen göstermemiş olması, Afrika’daki itibarının zedelenmesine neden olmuştur. Ancak ilişkilerin hızlı gelişim göstermesi, aslında ilişkilerin daha ne kadar gelişebileceğinin de bir kanıtıdır. Bununla birlikte Türkiye’nin yoğun olarak faaliyette bulunduğu bölgelerde tanınırlığı artmış, imaj ve itibar yönetimi açısından olumlu geri dönüşler almıştır. Bu anlamda şu söylenebilir ki; Türkiye’nin Afrika bölgesinde henüz ulaşamadığı coğrafyalarda faaliyet yürütmesi, kamu diplomasisi faaliyetlerinin bütünselliği açısından bir önem teşkil etmektedir.

Türkiye-Afrika arasındaki kamu diplomasisi faaliyetlerinin sürdürülebilirliğini ve etkinliğini sağlayabilmek adına Türkiye, Afrika’da daha fazla öğrenciye ulaşmalı, daha fazla burs ve eğitim imkanı sağlamalıdır.

Kamu diplomasisi faaliyetlerinin tam etkinliğini sağlayabilmesi açısından bölgede Türkiye’nin faaliyetlerinin farklı alanlardan ve daha da çeşitlenecek kurum ve kuruluşlar aracılığıyla yardım ve diğer her türlü faaliyetinde devamlılık sağlaması önemlidir. Aynı zamanda bilgi aktarımının sürekliliğini sağlayacak, Türkiye’nin bölgede sağladığı faaliyetleri kamuoyuna duyurabileceği bir platform oluşturması oldukça önem teşkil etmektedir.

BEGÜM ÖZDAMAR

SİVİL TOPLUM OKUMALARI STAJYERİ

BİBLİYOGRAFYA

[1] Joseph S. Nye, Public Diplomacy and Soft Power, The Annals of the American Academy, s.616 2008: 94.

[2] Henry H. Sun, International Political Marketing: A Case Study of United States Soft Power and Public Diplomacy, Journal of Public Affairs, s.8, 2008: 172.

[3] Joseph S. Nye, a.g.m: 94.

[4] Süleyman Eren, Türkiye’nin Kamu Diplomasisi Faaliyetleri: Afrika Örneği, Doktora Tezi, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı, Konya, 2020: 32

[5] Y. Turan, A. Karafil Türk Dış Politikasında Yumuşak Güç Unsuru ve T.C. Başbakanlık Kamu Diplomasisi Koordinatörlüğü Örneği, Uluslararası Polı̇tı̇k Araştırmalar Dergı̇sı̇ Nisan 2017, Cilt:3, Sayı 1:19.

[6]Joseph Nye, Yumuşak Güç: Dünya Siyasetinde Başarının Yolu, Rayhan İnan Aydın (çev.), Ankara: Elips Kitap, 1. Baskı, 2005: 17.

 [7] Yong Wook Lee, The Theory and Reality of Soft Power: Practical Approaches in East Asia, Public Diplomacy and Soft Power in East Esia, Palgrave Macmillian, New York, 2011: 15.

[8] Abdullah Özkan, 21. Yüzyılın Stratejik Vizyonu Kamu Diplomasisi ve Türkiye’nin Kamu Diplomasisi İmkanları, s.70, Türk Asya Stratejik Araştırmalar Merkezi, 2015: 5.

[9]Joseph S. Nye, Soft Power: The Means to Success in World Politics, Public Affairs, New York, 2005.

[10] Süleyman Eren, a.g.e., 76-77.

[11] Abdullah Özkan, a.g.m. 8.

[12] Gaye Aslı Sancar, Kamu Diplomasisi ve Uluslararası Halkla İlişkiler, Beta Yayınları, İstanbul, 2012: 91.

[13] Gökmen Kılıçoğlu, Ayhan Nuri Yılmaz, Ortadoğu’da Türkiye Etkisi; Yumuşak Güç ve Kamu Diplomasisi Açısından Bölgedeki Siyasi Projeksiyonlar, Yeni Türkiye, 2016: 87.

[14] Ömer Çaha, Sivil Toplum ve Devlet, Orion Kitabevi, Ankara, 2016: 26.

[15] Erdem Eren, Sivil Toplumun Dış Politika İnşasındaki Rolü: Türk Kamu Diplomasisi Örneği, Ekonomi, Politika & Finans Araştırmaları Dergisi, 2017, 2(1): 37-39.

[16] Erdem Eren, a.g.m.: 42.

[17] Kadir Sancak, Yumuşak Güç Kaynağı Olarak Kültür ve Türkiye’nin Yumuşak Gücünde Kültür Faktörü, Balkan ve Yakın Doğu Sosyal Bilimler Dergisi,2016: 20.

[18] Y. Turan, A. Karafil, a.g.m.: 20-21.

[19] Baskın Oran, Dönemin Dış Politikası, Baskın Oran (ed.), Türk Dış Politikası Cilt III, İletişim Yayınları: İstanbul: 139.

[20]Turkey’s Zero-Problems Foreign Policy, https://foreignpolicy.com/2010/05/20/turkeys-zero-problems-foreign-policy/.

[21]Fırat Purtaş, Türk Dış Politikasının Yükselen Değeri: Kültürel Diplomasi, Akademik Bakış c.7. s.13, 2013: 2.

[22]Fırat Purtaş, a.g.m.: 2-7.

[23]Mustafa Dinçer, Türkiye-Afrika İlişkileri ve Afrika Açılımı, Yüksek Lisans Tezi, Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara, 2019: 37-40.

[24] Türkiye Afrika İlişkileri, http://www.mfa.gov.tr/turkiye-afrika-iliskileri.tr.mfa. (14.11.2020)

[25] Türkiye Afrika İlişkileri, http://www.mfa.gov.tr/turkiye-afrika-iliskileri.tr.mfa. (14.11.2020).

[26] Birinci Türkiye-Afrika İşbirliği Zirvesi, https://tasam.org/tr-TR/Icerik/929/birinci_turkiye_-_afrika_isbirligi_zirvesi (15.11.2020).

[27] Ebru Oğurlu, 1998-2008 Arası Dönemde Türkiye’nin Afrika Deneyimi: Fikirden Eyleme Bir Dönüşüm, Avrasya Etüdleri, 2018, 82.

[28] Süleyman Eren, a.g.e., 197.

[29] Süleyman Eren, a.g.e., 197-201.

[30] Meltem Bostancı, Nur Asena Gülsoy, Türkiye’nin Dış Yardımları ve Rekabetçi Kimlik Açısından Somali’nin Önemi (ed. Oğuz Göksu), Kamu Diplomasisinde Yeni Yönelimler, Konya: Sebat Matbaacılık, 322.

[31] Süleyman Eren, a.g.e., 201-203.

[32]Ebru Oğurlu, a.g.m., 74.

[33]Süleyman Güder ve M. Hüseyin Mercan,  “2000 Sonrası Türk Dış Politikasının Temel Parametreleri ve Ortadoğu Politikası”, İnsan ve Toplum, 2 (3), 2012,  67.

[34]Nye, a.g.e., 2015, 11.

[35]Afrikalı Öğrencilerin Yeni Cazibe Merkezi, Anadolu Ajansı, 12.12.2017, http://aa.com.tr/tr/dunya/afrikali-ogrencilerin-yeni-cazibe-merkezi-/1002229, 16.11.2020.

[36] Süleyman Eren, a.g.e., 207-208.

[37] TİKA; Hakkımızda, https://www.tika.gov.tr/tr/sayfa/hakkimizda-14649, 17.11.2020.

[38] tika.gov.tr, 2019 Faaliyet Raporu, 20.11.2020

[39] Uluslararası Yardımlar, Türk Kızılayı, https://www.kizilay.org.tr/neler-yapiyoruz/uluslararasi-yardimlar. 20.11.2020.

[40]Mustafa Dinçer, a.g.e., 46.

[41] T.C. Resmi Gazete, Somali ve Açlık Tehlikesi Yaşayan Diğer Afrika Ülkelerine Yardım Kampanyası, Sayı: 28017 Başbakanlık Basımevi, Ankara.

[42] Mustafa Dinçer, a.g.e., 47.

KAYNAKÇA

  1. Çaha, Ö. (2016). Sivil Toplum ve Devlet. Ankara: Orion Kitabevi.
  2. Özkan, A. (2015). 21. Yüzyılın Stratejik Vizyonu Kamu Diplomasisi ve Türkiye’nin Kamu Diplomasisi İmkanları. Türk Asya Stratejik Araştırmalar Merkezi.
  3. Anadolu Ajansı. (2017, 12 12). Afrikalı Öğrencilerin Yeni Cazibe Merkezi. http://aa.com.tr/tr/dunya/afrikali-ogrencilerin-yeni-cazibe-merkezi-/1002229 adresinden alındı
  4. Bostancı, M., & Gülsoy, A. N. (2019). Türkiye’nin Dış Yardımları ve Rekabetçi Kimlik Açısından Somali’nin Önemi. O. Göksu içinde, Kamu Diplomasisinde Yeni Yönelimler (s. 293-329). Konya: Sebat Matbaacılık.
  5. Dışişleri Bakanlığı. (2020, 11 14). Türkiye-Afrika İlişkileri. http://www.mfa.gov.tr/turkiye-afrika-iliskileri.tr.mfa adresinden alındı
  6. Dinçer, M. (2019). Türkiye-Afrika İlişkileri ve Afrika Açılımı. Yüksek Lisans Tezi. Ankara: Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
  7. Eren, E. (2017). Sivil Toplumun Dış Politika İnşasındaki Rolü: Türk Kamu Diplomasisi Örneği. Ekonomi, Politika & Finans Araştırmaları Dergisi, 36-49.
  8. Eren, S. (2020). Türkiye’nin Kamu Diplomasisi Faaliyetleri: Afrika Örneği. Konya: Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı.
  9. Güder, S., & Mercan, M. H. (2012). 2000 Sonrası Türk Dış Politikasının Temel Parametreleri ve Orta Doğu Politikası. İnsan & Toplum Dergisi, 57-92.
  10. Kılıçoğlu, G., & Yılmaz, A. N. (2016). Ortadoğu’da Türkiye Etkisi; Yumuşak Güç ve Kamu Diplomasisi Açısından Bölgedeki Siyasi Projeksiyonlar. Yeni Türkiye, 87-118.
  11. Lee, Y. W. (2011). The Theory and Reality of Soft Power: Practical Approaches in East Asia. Palgrave Macmillan, 11-32.
  12. Nye, J. S. (2005). Yumuşak Güç: Dünya Siyasetinde Başarının Yolu. Ankara: Elips Kitap.
  13. Nye, J. S. (2008). Public Diplomacy and Soft Power. The Annals of the American Academy, 94-109.
  14. Oran, B. (2013). Dönemin Dış Politikası. B. Oran içinde, Türk Dış Politikası Cilt III. İstanbul: İletişim Yayınları.
  15. Oğurlu, E. (2018). 1998-2018 Arası Dönemde Türkiye’nin Afrika Deneyimi: Fikirden Eyleme Bir Dönüşüm. Avrasya Etüdleri, 65-98.
  16. Purtaş, F. (2013). Türk Dış Politikasının Yükselen Değeri: Kültürel Diplomasi. Akademik Bakış, 1-14.
  17. Sancak, K. (2016). Yumuşak Güç Kaynağı Olarak Kültür ve Türkiye’nin Yumuşak Gücünde Kültür Faktörü. alkan ve Yakın Doğu Sosyal Bilimler Dergisi, 16-26.
  18. Sancar, G. A. (2012). Kamu Diplomasisi ve Uluslararası Halkla İlişkiler. İstanbul: Beta Yayınları.
  19. Sun, H. H. (2008). International Political Marketing: A Case Study of United States Soft Power and Public Diplomacy. Journal of Public Affairs, 165-183.
  20. Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığı. (2020, 11 17). Hakkımızda. https://www.tika.gov.tr/tr/sayfa/hakkimizda-14649 adresinden alındı
  21. Türk Kızılayı. (2020, 11 20). Uluslararası Yardımlar. https://www.kizilay.org.tr/neler-yapiyoruz/uluslararasi-yardimlar adresinden alındı
  22. TASAM. (2008, 08 19). Birinci Türkiye-Afrika İşbirliği Zirvesi. https://tasam.org/tr-TR/Icerik/929/birinci_turkiye_-_afrika_isbirligi_zirvesi adresinden alındı
  23. TİKA. (2020, 11 20). 2019 Faaliyet Raporu. https://www.tika.gov.tr/upload/2020/06/FAALİYET%20RAPORU%20İNGİLİZCE/TIKAFaaliyet2019WebKapakli.pdf adresinden alındı
  24. Turan, Y., & Karafil, A. (2017). Türk Dış Politikasında Yumuşak Güç Unsuru ve T.C. Başbakanlık Kamu Diplomasisi Koordinatörlüğü Örneği. Uluslararası Polı̇tı̇k Araştırmalar Dergı̇sı̇, s. 17-32.
  25. Turkey’s Zero-Problems Foreign Policy. (tarih yok). Foreign Policy: https://foreignpolicy.com/2010/05/20/turkeys-zero-problems-foreign-policy/ adresinden alındı

 

Kimlik Göstergesi Olarak Yemek: İtalya’dan Dünyaya

0

“Bazen yemek politik bir nitelik taşır. Yemek kimliğin bir ifadesidir.”

 Netflix’te yayınlanan bu belgeselde, İtalyanların Amerika kıtasına göçlerinde hem kendi kimliklerini korumak için hem de ev sahibi kültürlere entegre olmak için yemeği nasıl kullandıkları çeşitli röportajlar ile anlatılmaktadır. Belgeselde, yemeğin İtalyan kimliği ile nasıl bağdaştırıldığını açıklamak için Amerika Birleşik Devletleri, Arjantin ve İtalya’da göçmenler, aşçılar, antropologlar, tarihçiler ve diğer otoriteler ile çeşitli röportajlar yapılmaktadır. Bu röportajlar İtalyan göçmenlerin göç geçmişine dair bir kısa video ve Amerika kıtasında İtalyan göçmenler tarafından yapılan yemekli festivaller ile desteklenmektedir.

Belgesel, İtalyan göçmenlerin Amerika kıtasına göçlerini anlatan kısa bir video ile başlamaktadır. Bu videoda öncelikle savaşın ardından İtalya’da hüküm süren kıtlık vurgulanmaktadır. Videoya göre bu kıtlık sebebiyle İtalyan halkının bir kısmı Atlantik’in öte yanındaki Amerika kıtasına göç etmeye karar vermiştir. Video, İtalyan halkının bu göçe dair umutlarının gösterilmesi ve göçün nasıl gerçekleştiğinin görselleştirilmesi ile devam etmektedir. Benim fikrime göre, belgeselin böyle bir tarihsel belge ile başlaması oldukça anlamlı çünkü belgeselin ortaya koyduğu iddiaya göre göçmenler İtalya’dan yemek bulmak için Amerika kıtasına göç etmektedirler. Dolayısıyla, bu husus yemeğin İtalyan göçmenler için tarihi bir öneme sahip olduğuna işaret etmektedir.

Bu videonun ardından Amerika Birleşik Devletleri ve Arjantin’de yapılmış bazı röportajlar gösterilmektedir. Belgeselin bu kısmının zayıf tarafı hangi röportajın ABD’de hangisinin Arjantin’de yapılmış olduğu muğlak kalmasıdır. Geçişler belirsiz olduğu için ancak röportaj verenin konuştuğu dile bakarak (İngilizce veya İspanyolca) röportajın hangi ülkede yapıldığını anlamaya çalışmak gereklidir. Ancak eğer katılımcı İtalyanca konuşuyorsa ülkeyi anlamak imkânsız hale gelebilmektedir. Her iki ülkenin de göçmen entegrasyonu farklı şekilde gerçekleştiği için bazen verilen demeçler karışıklık yaratabilmektedir. 

Belgeselin Amerika kıtasında çekilen kısımlarında iki eksiklik daha göze çarpmaktadır. Öncelikle, belgesel boyunca sıklıkla İtalyan göçmenler tarafından düzenlenen toplantılara ve festivallere yer verilmektedir. Bu organizasyonların tümü yemekli gerçekleşmektedir. Bu durum algı yanılsaması doğurmaktadır. Örneğin, İtalyan göçmen kimliği yalnızca yemekten ibaretmiş gibi yanılsama oluşmaktadır.  Her ne kadar belgeselin konusu yemek olsa da İtalyan göçmen kimliğinin diğer muhtemel unsurları gösterilmediğinden bu göçmenlerin Amerika toplumlarına gerçekte ne kadar entegre olduklarını anlayabilmek zorlaşmaktadır. Bu durumu pekiştiren bir diğer husus ise İtalyan göçmenlerin Amerika toplumuna entegrasyonlarının tarihsel sürecinin asla verilmemesidir. Benim fikrime göre, bu belirsizlikleri gidermek için bu hususta uzman birkaç akademisyenin görüşlerine yer verilebilirdi.

Öte yandan, yemeğin Amerika kıtasında İtalyan göçmenler tarafından hem kimliklerini korumak hem de entegre olmak adına nasıl kullanıldığı açık bir biçimde anlatılmaktadır. Bu göçmenler ile yapılan röportajlara göre, yemek onlar için kültürel miras anlamına gelmektedir ve İtalyan yemeğine ulaşabildikleri sürece kendilerini “evde” hissetmektedirler. Bu durum onların İtalya özlemi çekmelerini önlemektedir. Aynı zamanda, antropologlar ve tarihçiler ile yapılan röportajlardan anlıyoruz ki İtalyan göçmenler Amerika halklarının et gibi çok tükettiği ürünleri kendi yemek kültürlerine adapte ederek yemeklerini yerel halk tarafından da kabul görmesini sağlamaktadırlar. Bu husus İtalyan göçmenlerin yemeği kullanarak Amerika kıtasına nasıl entegre olduklarını açıklamaktadır.

Bu belgeselin belki de en güçlü yanlarından biri bu entegrasyon sürecinin –en azından yemek düzleminde- çift taraflı gerçekleştiğini gözler önüne sermesidir. Örneğin Amerika Birleşik Devletleri’nde bir ailenin evinde neredeyse her gün makarna yeniyor olması ve bu durumun egzotik karşılanmıyor olması bir içselleştirme örneğidir. Benzer şekilde, Arjantin yemek kültürüne ait gösterilen görüntüler ve Arjantinli bir aşçı ile yapılan röportaj gösteriyor ki Arjantinliler pizzayı kendi kültürlerinin bir ürünü olarak görmektedirler ve bu durum onlara hiç de garip gelmemektedir. Röportaj veren bir akademisyen bu durumu şu sözler ile açıklamaktadır: “Bir grup göçmen entegre olmuştur, ev sahibi ülkenin halkı göçmenlerin yemeğini yemeğe başlar ve onu bir yabancınınki gibi değil, kendi özgün yemeği gibi görür. ”

Öte yandan, göç veren İtalya’da ise bu durumun tepki ile karşılandığını görmekteyiz. Bu tartışmayı netleştirmek için İtalya’da aşçılar, akademisyenler ve yemek alanında faaliyet gösteren dernek başkanları ile röportajlara yer verilmiştir. Belgesele göre, İtalya siyasi birliğini tamamladığında ülkede ulus devlet inşasını pekiştirmek için bir yemek kitabı yayımlanmıştır. Bu kitapta tüm yöresel yemeklere yer verilerek ortak bir İtalyan kimliği inşa edilmeye çalışılmıştır. Dolayısıyla görüyoruz ki, İtalyanların kendilerini yemek ile özdeşleştirmeleri göç etmelerinden/ göç vermelerinden önceye dayanmaktadır. Bu anekdot, İtalyanların yemeği neden kimliklerini korumak için kullandıklarını açıklamaktadır.

Belgeselin İtalya’da çekilmiş bölümünde öne çıkan iki temel husus vardır. Bunlardan birincisi, yerli İtalyanların kendilerini İtalyan göçmenlerden ayırmak için yine yemeği kullanmalarıdır. Amerika kıtasında yaşayan İtalyan göçmenler yemeklerini yerli kültürün malzemeleri ve metotları ile harmanlamaktadırlar. Bununla birlikte, kendi yemeklerini İtalya’daki yemeklerden pek de farklı görmemektedirler. Ancak göçmenlerden farklı olarak İtalya halkı, İtalyan mutfağının farklı mutfaklardan etkilenerek dünyaya yayılmasını ve endüstrileşmesinden rahatsız görünmektedirler. Hatta tepkilerini “Gerçek Napolitan Pizza Derneği” gibi kurumlar kurarak ortaya koymaktadırlar. İtalya halkı, yemeği kimliklerinin bir parçası olarak gördükleri için, “İtalyan malzemesi” ile yapılmayan yemekleri “sahte” olarak nitelendirmekte ve hatta “sahte” yemekleri ahlaki bir sorun olarak görmektedirler. Anlıyoruz ki, İtalya halkı için yemeklerinin değişmesi kimliklerinin değişmesi anlamına gelmektedir.

Bununla birlikte, İtalya’da gözümüze çarpan ikinci husus İtalya halkının bu kimlik söyleminin tutarsızlığını ortaya koymasıdır. Belgesele göre, İtalyanlar artık zenginleştiği için çiftçilik, peynir üretimi ya da aşçılık yapmamaktadır. Bu mesleklerin İtalya’da yaşayan Hint ve Afrika asıllı göçmenler tarafından sahiplenildiğini görüyoruz. Dolayısıyla, “gerçek” İtalyan malzemeleri kullanarak yapılan “gerçek” İtalyan yemekleri aslında İtalyanlar tarafından yapılmamaktadır.

Sonuç olarak, bu belgesel kimlik söyleminin somut bir göstergesi olan yemeğin farklı coğrafyalarda farklı kültürlerden etkilenerek toplulukların kimlikleri üzerinde nasıl bir dönüştürücü etkiye sahip olduğunu gözler önüne sermektedir. Belgeselin sonunda, hâlihazırda Amerika kıtasında yaşayan İtalyan göçmenlerin İtalya nüfusundan fazla olduğu vurgulanmaktadır. Dolayısıyla, dünya üzerinde giderek artan göç hareketleri statik olduğunu düşündüğümüz kimlikleri yeniden yaratmaya devam edecek gibi görünmektedir. Bu dönüşümlerin nasıl gerçekleşeceğini daha iyi anlayabilmek adına bu belgeselin izlenmesini tavsiye ediyorum.

 

 

BÜŞRA KAPLAN

GÖÇ ÇALIŞMALARI STAJYERİ

Travmaların Gölgesinde Politik Psikoloji

0

 

Kitap Bölümü: Toplumsal Travma ve Posttravmatik Gelişme Perspektifinden Balkan Savaşı ve Türk Milliyetçiliğinin Kitleselleşmesi

Bu çalışmada, Deniz Ülke Arıboğan’ın editörlüğünü üstlendiği “Travmaların Gölgesinde Politik Psikoloji” adlı kitabın, Balkanlarla ilgili bölümü “Balkan Savaşı ve Türk Milliyetçiliği” ele alınmıştır. Hadiye Yılmaz Odabaşı’nın yazdığı bu kısımda, Balkan Savaşlarının Türk halkı üzerinde bıraktığı travmanın, Türk milliyetçiliğinin kitleselleşmesine olan etkisi üzerinde durulmuştur. Odabaşı, Üsküdar Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak meslek hayatına devam etmektedir. Yazar, eserinde döneme ait gazete, dergi, resmi yazılar ve tanıkların ifadelerine yer vererek okuyucunun konuyu daha iyi özümsemesini sağlamıştır. Ayrıca, kitapta bu bölümün, Balkan Savaşları sonrası ortaya çıkan travmanın, milli kültür olgusu ile bağlantısı üzerinde durulan ilk çalışma da olduğu belirtilmektedir.

GİRİŞ

            Çalışmada, Balkan Savaşlarında yapılan katliamın kökenine gidilmiş ve bu travmanın Türk halkı üzerinde nasıl tezahür ettiği analiz edilmiştir. Bu tezahürün ise Türk halkı üzerinde korku, suçluluk, yalnızlık, özeleştiri, öfke ve intikam duygularıyla ortaya çıktığı belirtilmiştir. Bu travmatik duygular da milliyetçiliğin kitleselleşmesine sebep olmuştur. Yazar eserde, politik psikolojinin bir kavramı olan travmanın, kitle psikolojisine etkisini incelerken açık ve anlaşılır bir dil kullanmıştır. Bununla beraber, alanla ilgili olabilecek terimler oldukça nadir kullanılmış ve herkese hitap edebilecek bir kitap bölümü oluşturulmuştur. Yazarın konuyu başlıklar altında incelemesi, okuyucunun içerikten uzaklaşmamasını sağlamıştır. Başlıklar, genel olarak konunun içeriğiyle uyumlu bir şekilde ilerlemiştir. Politik psikoloji uzman kişilerin görüşlerine başvuran yazar, bu görüşleri konuyla bağdaştırarak, eserin bilimselliğini kuvvetlendirmiştir. Kronolojik sırayla ilerlenmemiş, travmanın gelişimine bağlı kalınarak yazılmıştır. İstatistiklerden de oldukça faydalanılmıştır. Yazarın, eserinde sıkça travmayı arttıran unsurları sıralaması tekrar olarak değerlendirilebilse de konu bağlamından uzaklaşmadığı için okuyucuya rahatsızlık vermemektedir.

DEĞERLENDİRME

            Eserde, daha önce de belirtildiği gibi sıklıkla döneme ait kaynaklara başvurulmuştur. Aynı şekilde, yazar Balkan Savaşlarını genel bir bakış açısıyla anlatan girişinden sonra, savaşın nasıl katliama dönüştüğünü vurgulamak için yabancı tanıkların ifadelerine başvurmuştur. Bu kısımda farklı tanıkların ifadelerinden söz edilmesi, katliamın daha iyi anlaşılmasına yardım etmektedir.

            Türk halkına yapılan katliam ve bunun yaratabileceği travma olgusu açıklandıktan sonra, yazar katliamın nedenini irdelemek için tarihsel sürece geçmektedir. Bu kısımda, travma olgusu Şark Meselesiyle birlikte kavramsallaşan Hristiyan-Avrupalı ve Müslüman-Türk kimlikleri arasındaki mücadeleyle bağdaştırılarak, travmanın Balkan Savaşları ile zirve noktasına ulaştığı belirtilmiştir. Bu bölüm, Todorova’nın Balkanların doğu hakimiyeti altındayken oryantalist, Batı kontrolüne altına girdiğindeyse onun alt değeri olarak görülmesi düşüncesini akıllara getiriyor(Todorova, 1994, s. 482). Ayrıca, Balkanlarda Osmanlı hakimiyetinin zayıflaması, Şark Meselesinin kavramsallaşmasını desteklemiştir.

            Yazar “Balkan Savaşı Travmatik Deneyiminin Yansımaları” başlığında ilk olarak, travmayı arttıran unsurlara ve ardından travmanın yansımalarına yer vermiştir. Bu durum, başlıkla içerik arasında uyum sorunu yaratsa da yazar ilerledikçe uyumu yakalamıştır. 

            Yazar eserin devamında, katliam sonrası yoğunlaşan travmatik duygulara değinmiştir. Yoğunlaşan duygular örneklendirilerek açıklanmıştır. Bu duyguların sonrasında birlik, beraberlik ve dayanışmayı arttıran önemli unsurlar olduğunu ifade edilmiştir. Travma sonrasında yaşanan bu gelişim, 1860’larda başlayan Türk milliyetçiliğinin kitleselleşmesine sebep olmuştur. Yazar, uzman kişilerin travmanın büyüklüğüyle travma sonrası gelişim büyüklüğü arasında kurduğu doğrusal ilişkiye değinerek, Balkan Savaşlarında yaşanan büyük travmanın, gelişimi de o denli büyük etkilediğini eklemiştir.1860’larda Türk milliyetçiliğinin, Balkan Savaşlarıyla kitleselleşmesi travma ile doğrudan ilgilidir ve yazar bunu “ötekinin tehdidiyle kuvvetlenmesi” olgusuyla ilişkilendirmiştir.

            Travma sonrası oluşan toparlanma ihtiyacı için milliyetçilik kavramının önemine değinilmiş ve Türk milliyetçiliğinin neden Balkan Savaşları ardından kitleselleştiği analiz edilmiştir. Yazar, bunun için milliyetçiliği, Türk milletinin tarihsel deneyimiyle ilişkilendirmiş ve bunu uzman kişilerin görüşleriyle bağdaştırarak zenginleştirmiştir. Yazar, travmanın milliyetçilik ile tezahür etmesini, milliyetçiliğin kökenine inerek açıklamıştır. Bununla beraber, milliyetçilik olgusunun yukarıdan indiğine, ancak halkın amaçları ile uyumlu olduğu sürece kitleselleştiğine değinilmiş ve İttihat-Terakki ile yukarıdan inme milliyetçiliğin Balkan Savaşlarıyla beraber  kitleselleştiğinden bahsedilmiştir.

            Travma sonrası artan Türk milliyetçiliği kendini ekonomik alanda da göstermektedir. Bunun nedeni, Türk milletinin servetin yabancılarda olduğu ve bu durumun Balkan Savaşlarının kaybedilmesine sebep olduğu düşüncesidir.

 Yazar, kitabın sonunda okuyucuya travma sonrası, travmayı tekrar yaşamamak için oluşan birlik ve beraberlik duygusu kendini milliyetçilikle göstermiş, ve bu da milli ekonominin gelişmesine sebep olmuştur fikrini aşılamaktadır. Bu fikir de kitabın cevaplamaya çalıştığı “Balkan Savaşlarının Türk milliyetçiliğinin kitleselleşmesine nasıl etki etmiştir?” sorusunu açık bir şekilde cevaplamaktadır. Ayrıca, yazarın kullandığı zengin kaynaklar fikrini açık bir şekilde gerekçelendirmiştir.

SONUÇ

            Yazar eserinde ele aldığı kavramları (politik psikoloji, travmatik deneyim, ve milliyetçiliğin oluşması vs.), Balkan Savaşı’nın Türk Milliyetçiliğine etkisiyle başarılı bir şekilde ilişkilendirmiştir. Bununla beraber, yazar bu ilişkilendirmeyi uzman kişilerin görüşleriyle başarılı bir şekilde desteklemiştir.

Kaynakça incelendiğinde, politik psikoloji alanında öne çıkan ve Balkan Savaşları sırasında yazılmış eserlerden oluştuğu görülmektedir.  Yazar, kaynaklardan edindiği bilgileri yerinde örneklendirmiş ve konunun daha iyi özümsenmesine katkıda bulunmuştur. Genellikle farklı kaynaklara başvurulmuş ve yazı bu kaynaklar sayesinde zenginleştirilmiştir.

Kanımca, kitap bölümü politik psikoloji ve Balkanlarla ilgilenenler için uygundur. Değinilmesi gereken bir diğer nokta ise, yazar oldukça sade bir dil kullandığı ve terimlere nadiren yer verdiğinden dolayı alanda yeni olan kişilerin okuması için oldukça elverişlidir.

 

 

 

MUSTAFA BURAK ŞENER

BALKAN ÇALIŞMALARI STAJYERİ

 

KAYNAKÇA

Todorova, M. (1994). The Balkans: From Discovery to Invention. Slavic Review, 53(2), 453-482. https://www.jstor.org/stable/2501301

 

Prekarya: Yeni Tehlikeli Sınıf

0

          Standing, G. (2014). Prekarya: Yeni Tehlikeli Sınıf (The Precariat: The New Dangerous Class). İstanbul: İletişim.

“Prekarya fikrinin teorik ve ampirik açıdan eksiklikleri var fakat doğru anlaşıldığında bir çoğunluk inşa edecek yeni bir radikal projeye temel oluşturabilir.” -Richard Seymour

 Temelde neoliberalizmin bir eleştirisi olarak karşımıza çıkan “Prekarya: Yeni Tehlikeli Sınıf”; okuyucuya piyasanın rekabetçi düzeninin hayatın her alanına sirayet ettiği küresel düzende Marx’ın “proletarya” kavramının geçerliliğini yitirdiğini söylemektedir. Yazar, İngiliz ekonomist Guy Standing, “oluşum içerisinde” ve giderek büyüyen bu sınıfın, halefinin sahip olduğu haklara bile sahip olmadığını iddia ederek dikkatleri üzerine çekmektedir.

“Prekarya” kelimesi İngilizcede “güvencesiz” anlamına gelen “precarious” ve Karl Marx’ın üretim araçlarına sahip olamama üzerinden tanımladığı “proletarya” kelimelerinin birleşiminden oluşmaktadır. Kelimeye etimolojik olarak bakıldığında Marksist sınıf tanımlamasının bu sefer de güvencesizlik üzerinden yapıldığı sonucuna ulaşılabilir. Fakat prekarya, kitapta da olduğu gibi, bundan çok daha karmaşık bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Terimin “farklı sosyo-ekonomik grupları” (2014; 21) kapsadığını kabul eden Standing bu argümanını, küresel piyasa düzeninin neden olduğu iş temelli kimlik sorununun varlığına dayandırmaktadır. Sınırların giderek bulanıklaştığını söylerken keskin hatlarla bir sınıf tanımı yapılamayacağını da sözlerine eklemektedir. Zaten yazar, prekaryanın ortaya çıkışını 1980’lere, yani neoliberalizmin yayılmaya başladığı döneme dayandırmaktadır. Bundan dolayı en çok üzerinde durduğu noktalar esnek çalışma sistemi, fırsatçılık, geçicilik, istikrarsızlık, öngörülemezlik ve tüm bunlarla birlikte gelen güvencesizliktir. Tüm bunların sonucunda yazar “parçalı bir küresel sınıf” yani prekaryanın ortaya çıktığını iddia etmektedir.

Yazarın bu sözlerine bakıldığında bu argümanların neden “eski” proletarya üzerinden açıklanmadığı sorusu ortaya çıkmaktadır. Guy Standing prekaryanın yeni bir kavram olduğunu, ve proletaryadan farklı bir derdi olduğunu söyleyerek bu soruya cevap vermeye çalışmaktadır. Bence bu noktada yazarın argümanları gayet anlaşılırdır. Proletaryanın iş sözleşmeleriyle teminat altına alınmış birtakım hakları ve bu hakların beraberinde getirdiği güvenceleri vardı. Proletarya, istihdam sürecinde, prekaryanın sahip olamadığı belirli bir istikrar avantajına sahipti. Bu “eski” sınıf, hayatının sonuna kadar aynı işi yapacağını tahayyül edebiliyordu. Dahası, sendikalaşmayla yeri geldiğinde haklarını savunabiliyor ve siyasetle bile  ilgilenebiliyordu. Standing’in deyimiyle proletarya “zamanının kontrolüne” sahipti. Buna karşın, belirli sosyal güvencelerden yoksun, esnek sözleşmeler ile işten çıkarılması kolaylaştırılmış, iş sözleşmesinde yazılı işten çok daha fazlasını yapması umulan, erken emeklilik ya da emeklilik ikramiyeleri üzerinden tehdit edilen ve hatta sınır dışı edilme riskiyle karşı karşıya olan prekarya ne gelecek planı ne de işverenle herhangi bir pazarlık yapabilecek bir durumdadır. Kısacası, yazara göre prekaryayı tanımlayan şey, üretim araçlarına sahip olması veya gelir seviyesi değil, geliri ve hayatı üzerindeki belirsizlik, istikrarsızlık ve güvensizlik durumudur.

Standing, bir sınıf olarak prekaryaya kimlerin dahil olduğunu kesin sınırlarla belirtemese de dünyadaki prekarya havuzunun büyük kısmını göçmenlerin oluşturduğunu söylemektedir (2014; 155). Üstelik kitabın ilk basıldığı 2011’de henüz Arap Baharı’nın etkisi ortaya çıkmamış,ve milyonlarca Suriyeli evlerini terk etmemişti. Kitapta bahsedildiği üzere neoliberal küresel düzeninin göçmenlere karşı ikiyüzlü tutumu, göçmenlerin güvencesizliklerinin temelini oluşturmaktadır. Bir yandan, göçmenlerin ucuz emek gücünü oluşturmaları ve sınır dışı edilme tehdidiyle itaat etmeye daha yatkın olmaları iş veren için büyük öneme sahipken, diğer yandan da popülist siyasetçilerin “vatandaşların” güvenlik algısına zarar verdiği şeklindeki söylemleri göçmenleri ötekileştirmektedir. Bu siyasetçiler, göçmenleri söylemsel olarak tehlikeli ve kötü olanla özdeşleştirme eğilimindedirler. Bu da vergiye tabi olan vatandaşlarda, kötü gidişatın temel sebebinin göçmenler olduğu düşüncesinin oluşmasına yol açmaktadır. Bu durum toplumsal dayanışmaya zarar vermenin ötesinde ırkçılığı da beslemektedir. Sermaye göçten yana olsa dahi göçmenler “vatandaş olmanın” getirdiği güvencelerden faydalanamamaktadır. Standing, bunun sonucunda, yeni nesil göçmenlerin en büyük problemlerinden birinin, 20. Yüzyılda olduğu gibi asimilasyondan ziyade “vatandaş olamama” durumu olduğunu söylemektedir (2014; 165). Şunu da belirtmeliyim ki yazar kitapta “vatandaş olma” durumunu kimlik kartına sahip olma şeklinde tanımlamamaktadır. Çin’deki iç göç örneğinde yasal vatandaş olmalarına rağmen “kısmi vatandaş” pozisyonunda bulunan göçmen işçi grubundan bahsetmektedir. Bu örnekte de olduğu gibi yazar “vatandaş olabilmenin” temel şartını bir iş sözleşmesinin sağladığı istikrarlı hak ve güvencelere tabi olmak şeklinde tarif etmektedir. Daha iyi bir gelecek hayaliyle göç ettikleri bölgelerde göçmenler beklentilerini karşılayamamakta ve prekaryanın değişmez üyeleri haline gelmektedirler. Ardından yazar günümüzde pek çok insanın vatandaş olmanın getirdiği tüm hak ve güvencelerden yararlanamadığını ve “kısmi vatandaş” pozisyonunda bulunduğunu, yani prekaryanın grubunun içine girdiğini söyleyerek kafaları biraz karıştırmaktadır.

Prekarya, kitabın isminden de anlaşılacağı gibi “yeni tehlikeli sınıfı” ifade etmektedir ve bu düzene karşı olarak tasvir edilmemektedir. Prekarya’nın Marx’ın proletaryasının benzer sendikalaşma hakları veya siyaset ile ilgilenecek zamanı bulunmamaktadır. Yazara göre, prekaryalar güncel meselelere karşı ilgisizdir çünkü düşünebildikleri tek şey bitmek bilmeyen gündelik sorunlardır. Prekarya sadece günü kurtarabilmekte ve herhangi bir gelecek inşası kuramamaktadır. İşte bu yüzden, yazar prekaryayı tehlikeli bir sınıf olarak görmektedir çünkü popülist liderler tarafında manipüle edilmeye oldukça açık konumda bulunmaktadır. Dahası, Standing’in de belirttiği gibi, prekarya birçok farklı kesimden insanı barındırmakta, böylece direkt olarak içerisinde cepheleşmektedir. Dolayısıyla gerçek-ötesi çağ ile beraber, gerçek ile yalan arasındaki sınır gittikçe bulanıklaşmakta ve dünyayı nelerin beklediğini kestirilemez hale gelmektedir.

Açıkçası, kitabın argümanları okuyucuya ilk olarak “sınıf” kavramını sorgulatmaktadır. Marx’ın sınıf kavramında aynı çalışma ortamına, aynı hayat tarzına sahip ve hemen hemen aynı sorunlardan mustarip insanları görülmekteydi. Guy Standing ise yaptığı sınıf tanımını o kadar heterojen tutmaktadır ki günlük hayatta bu insanların karşılaşması, birbirlerini anlaması çok zor gözükmektedir. Standing, prekaryanın oluşum içerisinde olduğunu iddia etse de içerisine o kadar fazla insanı dahil etmektedir ki bu insanların sınıf oluşturmanın gerekliliklerini sağlayabileceğinden emin değilim. Yazar prekaryanın bir sınıf olduğunu ve üyelerinin üç ortak özelliğe sahip olduğunu söylemektedir. Bu üç özellik; emeğin güvencesizliği, ücret dışı getirilere sahip olamama ve hak subjesi olma açısından devletle olan ilişkilerin zayıflamasıdır. Bu açıdan bakıldığında, Standing prekaryanın içerisine sadece göçmenleri değil;  aynı zamanda yaşlıları, kadınları, öğrencileri ve kimi beyaz yakalı çalışanları bile dahil ettiği söylenebilir. Fakat bir göçmenin tecrübe ettiği güvencesizlik ile beyaz yakalının tecrübe ettiği güvencesizliğin seviyesi aynı denilebilir mi? Bu insanların gelecekten beklentileri basitçe aynı argümana indirgenebilir mi? Yazarın bir sınıfı tanımlamak adına ortaya attığı kriterler o kadar geniş kalmaktadır ki bir müddet sonra kapsadığı insanların temel sorunlarına “yabancılaşır” hale geliyorsunuz. İşte tam bu yüzden kitabın yarattığı en büyük etki okuyucuyu “sınıf” tanımını gözden geçirmeye itmesidir diyebiliriz.

Öte yandan, yazarın çözüm önerileri de okuyucuların zihninde soru işareti oluşturmaktadır. Standing “Cennet Siyaseti” diye adlandırdığı önerilerde müzakereci demokrasinin yanı sıra küresel temel gelir hareketinin de başlatılması gerektiğini söylemektedir. Peki güvencesizlik diye adlandırdığı temel sorun sadece “maddi” boyutta görülebilir mi? Bu sorun tüm insanlara temel gelir sağlanarak çözülebilir mi?Yazar, önerileri, kitap boyunca tartıştığı ırkçılık, cinsiyet eşitsizliği, kimlik sorunu gibi sorunlara çözüm getirmediği gibi bu sorunları basitleştirerek maddiyata indirgemektedir.

Sonuç olarak, tüm bunlar göz önünde bulundurulduğunda “prekarya” terimi bir sınıfı ifade etmekten ziyade bir “süreci” yansıtıyormuş gibi gözükmektedir. Her gün daha fazla insan güvencesiz pozisyonlara itilmektedir fakat bunun bir sınıfa karşılık geldiği konusunda şüpheliyim. Yazar, biraz dağınık da olsa, kitap boyunca sunduğu argümanlar ve örneklerle neoliberal küresel düzenin ve bu düzene artık cevap verememesi bakımından geçerliliğini yitirmiş “proletarya” tanımının eleştirisini güçlü temellerle okuyucuya sunabilmektedir. Ancak yerine koyduğu bir sınıf olarak “prekarya”, hala teorik açıdan eksik görünmektedir.

 

               

AYŞE BOZKURT

GÖÇ ÇALIŞMALARI STAJYERİ

 

Avrupa Birliği’nin Göç Bağlamında Eylemleri ve Değer Yaklaşımları

             

                                 Bu röportaj Dr. Öğr. Üyesi Atakan Durmaz ile yapılmıştır.


1) Öncelikle kendinizden bahseder misiniz?

Samsun Üniversitesinde ekonomi finans bölümünde öğretim üyesiyim. Alanım Göç Ekonomisidir. Bu anlamda daha çok diasporanın ekonomik etkileri, beşeri sermaye ilişkisi, uluslararası ekonomik göç üzerine çalışmalar yapmaktayım ve çeşitli göçün ekonomik etkileri veya göçün ekonomik nedenleri gibi alanlara odaklanmaya devam eden bir süreç içerisindeyim.

2) Uluslararası göç akış rotası günümüz Avrupa’daki yerli nüfusu sizce nasıl etkilemektedir?

Bu olaya uluslararası göç akımlarının ekonomik etkileri üzerinden bakmak bence daha doğru olacaktır. Çünkü her göç akımı beraberinde özellikle çalışma çağında bir nüfusun bir yerden başka bir yere göç etmesi şeklinde gerçekleşir; haliyle bu nüfus, hayatını idame ettirmek için göç ettikleri yerlerde çalışma ihtiyacı hissetmektedirler. Dolayısıyla burada yeni bir iş gücünün veya iş gücü arzının o piyasaya girmesi başlangıçta yerel nüfusu ücretler bağlamında etkileyebilir. Çünkü bu konu üzerine çok fazla teori vardır. İlk teori, gelen göç akımlarının yerli nüfusu olumsuz etkileyebileceği yaklaşımıdır. Bunun sebebi, gelen göçmenlerin yerlilerin birer ikamesi olabileceği ve bu rekabette de yerli iş gücünün ücretlerinin düşeceği varsayımı ile hareket edilmiştir. Ancak sonraki süreç pek de böyle gerçekleşmemiştir. Neden bu bahsedilen konunun dışına çıkıldığı incelendiğinde ise, gelen göçmenlerin yerel iş gücüyle rekabet etmedikleri ve daha çok onları tamamlama unsuru olarak ortaya çıktığı görülmüştür. Çünkü göçmenler, daha çok yerli nüfusun yapmadığı iş kollarında istihdam edilmektedirler. Biz bunlara kirli, zor ve tehlikeli işler diyoruz. Baktığımız zamanda, göçmenler daha çok bu anlamda istihdam etmektedir. Gelen göçmenler, daha çok niteliksiz diye tabir ettiğimiz düşük vasıflı iş gücüyle rekabet halindedirler. Ekonomi açısından değerlendirdiğimizde daha çok yeni iş imkanları yaratmaları, yerel nüfusun tamamlayıcısı rolü üstlenmeleri nedeniyle pozitif görülmektedir. Örneğin, İspanya 90’lara doğru yaklaşık 1 milyon civarı göçmene vatandaşlık vermiştir ve o bölgede çilek tarlalarında çilek fiyatları önemli ölçüde artmıştır. Çünkü geçmişte vatandaşlığı olmayan bu işçiler çok düşük ücretlerle çalıştırılıyorlardı. Dolayısıyla çok ciddi bir ihracat ve çok ucuza bir maliyet gerçekleşmekteydi. Ancak İspanya hükümetinin böyle bir politika uygulamasıyla beraber artık onlar da vatandaşlık hakkına sahip oldukları için daha yüksek şekilde yerel nüfusun aldığı ücretlerden çalışmaya başlayınca çilek maliyetlerinde ciddi artışlar yaşanmıştır. Böylece AB ekonomisi üzerinde böyle bir etkisi olduğunu söyleyebilirim.

3) Peki, Avrupa’ya gelen bu göçmenler asimile ve entegrasyon süreci olarak yerli nüfusu nasıl etkilemiştir?

İnsanoğlu yapısı gereği, kendi dışındaki gruplara bir önyargı besler. Aynı inanca sahip değillerse, özellikle geçmişte birtakım çekişmeler yaşadıkları bir grup varsa anlaşmak daha da zordur. Bugüne baktığımızda yabancıların daha da gruplaştığı, bizim getto dediğimiz mahalleler vardır. Çünkü yerel nüfuslar bu grupları çok fazla kendi içlerinde barındırmak istemezler ve bunun sonucunda da bu gruplar kendilerini ait hissettikleri kişilerle beraber yaşamaktadır. Bu durumda, o toplumda bir yabancı gruplaşması oluşmaktadır. Yerel toplumlarda bu içgüdü hâkimdir. Bunun sonucunda özellikle ekonomik darboğaz ve ülkelerin içinde bulundukları daralma dönemlerinde birinci neden olarak hep “ötekilerin” varlığı tartışılmaya başlanır. Sanki onlar yerlilerin haklarını kullanıyorlarmış gibi bir algı vardır. Bunun da nedeni yine insanoğlunun başarısızlığı veya ortaya çıkan sorun için bahane üretme ihtiyacı taşımasıdır. Bunu psikolog ve sosyologlar da aynı şekilde değerlendirmektedir. Günümüzde Avrupa’daki göçmenlere bakış açısı bu şekilde olduğu gibi, ülkemizde de aslında bakarsanız yaşayan mültecilere çoğunlukla benzer bir bakış açısı hakimdir. Çünkü içinde yaşadığımız ekonomik bir daralma dönemi vardır ve insanlar bunun sorumlusu olarak genellikle “ötekileri” göstermeye çalışmaktadır. Şu an yaşadığımız süreç de bundan ibarettir.

4) Ötekiler derken, AB’nin Yunanistan örneğinde mültecilere uyguladığı insanlık dışı muameleyi nasıl takdir ettiğini gördük. Bunun arkasında tam olarak Müslüman nüfusun artması nedeniyle bir endişe yatıyor olabilir mi?

Evet, bunun da bir etkisi vardır. Ancak Avrupa Birliği -her ne kadar benimsemiyor olsa da- neticede bir Hristiyan birliğidir ve kendi birliği dışından grupların başka tarafa yönlenmesine çok sıcak bakmazlar. Burada, “biz orada istediğimizi yapalım, sonuçlarına başkası katlansın” imajı vardır. Örneğin kapitalizmin doğuşu, Avrupa Birliği’nin sömürme içgüdüsüyle hareket etmesinden kaynaklanmıştır. Avrupa Birliği’nin ortaçağın karanlık sürecinden ayrılması için gerekli olan parasal gücü bulmasının yolu, sömürge aracılığıyla gerçekleşmiştir. Aslında günümüzde de Avrupa, “yine sömürelim ama bize gelmesin” imajıyla hareket etmektedir. Tümüne ek olarak, bu süreç içerisinde dini ayrılıklar ve bunun üzerinden prim yapmaya yönelik popülist siyasi politikalar da kendine yer bulmuş durumdadır.

5) Avrupa, çoğunlukla Ortadoğu gibi ülkelerden gelen mülteci politikalarında Türkofobik endişelerle mi hareket etmektedir?

AB içerisinde yer alan devletlerin her ne kadar insan hakları gibi söylemleri olsa da “konu kendi çıkarları mı insan hakları mı” dediğimiz zaman kendi çıkarlarını her zaman bu bahsetmiş oldukları evrensel değerlerin önünde gördüklerini bilmekteyiz. Bundan birkaç yüzyıl önceki dönemlerde Avrupa’nın medeniyetleri dedikleri ülkelerde, Afrika’dan getirmiş oldukları farklı renklere sahip insanları oradaki topluma sergiledikleri hayvanat bahçelerine benzeyen insan bahçeleri vardı. Dolayısıyla bu kültürden beslenen ve günümüze kadar gelen bir topluluktan bahsediyoruz, yani hala bu kültürün izlerini taşıyor olmaları çok normal. Avrupa’da Türkofobi demek şöyle doğru diye düşünüyorum: bugün Almanya’ya gittiğinizde “Müslüman eşittir Türk” bakış açısı hakimdir. Ayrıca İslamiyet’e yönelik eylem veya söylemlerinde her zaman ilk hedef Türk kuruluşları, Türklerin ibadethaneleri veya kültür merkezleridir. Örneğin 1992 yılında Bosna’da yaşananlarda Sırplar, Boşnakları her zaman Türk diye nitelendirmişlerdir. Dolayısıyla Avrupa’da “Müslüman eşittir Türk” algısı çok yaygın bir algıdır ve Müslümanlığa doğru yapılan tüm eylemler ve söylemler aslında Türkofobi’ye yönelik diyebiliriz. Bugün baktığımız zaman Fransa’da Müslüman topluluklar arasında Türklerin oranı çok düşüktür ama Fransa Cumhurbaşkanı her türlü söylemini Türkiye Cumhurbaşkanı üzerinden gerçekleştiriyor. Bu bile bu tarz söylemlerde Türkofobi veya Müslümanlık endişesinin önemli bir göstergesidir diyebilirim. Ancak tekrar belirtmek gerekirse, bunların arkasında yatan temel durum ekonomik darboğazlardır. Daha doğrusu, ekonominin canlandırılacağı enerji havzaları içerisinde yeniden pay kapma savaşlarıdır. Hatırlayın, Birinci Dünya Savaşı da aslında enerji sahaları için çıkmıştı. Sonrasında İkinci Dünya Savaşı’nı bitirme hamleleri de yine Almanya’daki enerji sahaları üzerinde yön bulmuştur. Muhtemeldir ki üçüncü bir dünya savaşı çıkacaksa -ki ben çıkacağını iddia eden kişilerden biriyim- bu da yine enerji havzaları ekseninde gerçekleşecektir ve aynı şekilde Türkler bazında Müslümanların denklem içerisinde yer almasını istemiyorlar.

6) Çok kültürlü ve çeşitlilik içinde birliği önemseyen Avrupa, aynı zamanda yoğun mülteci ölümlerine kayıtsız kalmıştır. Bu bağlamda söylediklerinize ek olarak, Avrupa’nın değer sınavı nasıl bir süreçten geçmektedir?

Avrupa, bu değer sınavını baştan kaybetmiş fakat torpille sınıf geçmiş bir öğrencidir. Dün de böyleydi, bugün de böyle olacak. Hele ki bu mülteciler Müslüman ise, Avrupa’nın vatandaş olarak görmediği gruplar ise, Avrupa’nın değer sınavında insan hakları ihlali olarak görülmemektedir. Örneğin yaralanan bir İsrail askeriyle karşılaştırıldığında Burundi’de bir kasabanın yok edilmesi, Avrupa medyasındaki olaylara baktığınızda gündeme bile gelmemiştir. Dolayısıyla Avrupa, kendi değer sınavındaki cevap anahtarını zaten elinde bulundurmakta ve kendisi için önemli olmadığını düşündüğü grupların üzerini çizip onlar üzerinden bir değer algısı ortaya koymaya çalışmaktadır. Yine başka bir örnek olarak Fransa’da elinde bıçakla birkaç kişiyi öldüren bir kişinin yarattığı olay terör olayı olarak nitelendirilirken Ortadoğu’da her gün onlarca bomba patlamakta ve binlerce insan ölmektedir ancak Avrupa’da bunun önemsenmediği ortadadır. Ya da bugün Türkiye’de terör örgütü olarak değerlendirilen pek çok grup, Avrupa’nın yazılı unsurlarında terör örgütü olarak değerlendirilirken eylemlerinde Avrupa en büyük destekçi rolünde bulunmaktadır. Yaşanan olaylar Avrupa ajandasında ne dile getirilmiş ne de değerlendirilmiştir. En son örnek olarak Fransa’da 3 terörist PKK’lı öldürüldüğünde günlerce haber yapıldı. Fakat Türkiye’de o süreçte halihazırda bir sürü sivil hayatını kaybetti ve şehit verildi. Avrupa’da ise tek bir eylem ya da söylem gerçekleşmedi. Dolayısıyla, çok kültürlü ve çeşitlilik içinde birliği önemseyen Avrupa diyorsunuz ama öyle bir durum ancak söylemler için gözle görülür halde. Bugün Almanya’da 15 milyon göçmen kökenli nüfus yaşamaktadır. Almanya’nın genel nüfusu 85 milyon ancak Almanya kendisini göçmen nüfuslu olarak değerlendirmemektedir. Fransa da böyle. Bugün hala Azerbaycan olayında Fransa, Ermenistan’ı savunmaktadır ve bahsedilen bütün olaylar uluslararası kuruluşların nezdinde anlaşmalarla dile getirilmiş olan şeylerdir. Karabağ’ın 30 senedir ihlali BM’de bahsediliyor olmasına karşın BM yine Ermenistan’ı desteklemiştir, çünkü çıkarına göre hareket etmektedir. Sadece AB değil, Batı devletlerinin de çıkarları çok kültürlülüğü destekliyorsa ancak destek vermeyi gerektirmiyorsa, hiçbir Avrupa ve batı devleti bu durumu önemsemez. Yunanistan, Bulgaristan ve Macaristan da yaşananları gördük. Macar bir gazetecinin mültecilere ne yaptığını gördük. Fakat sorduğunuzda gazetecilik, evrensel bağımsızlık gibi normlar nerede kaldı? Söylem var ama eylem yalnızca işimize gelirse.

7) Peki, sizce Türkiye doğrudan AB’ye üye olursa göç hareketlerinde özetle nasıl değişiklikler söz konusu olabilir?

Öncelikle, Türkiye’nin doğrudan AB üyesi olacağına inanmıyorum. Şayet AB üyesi olursak olacağımız dönemde o birliğin bir fonksiyonun kalacağına da inanmıyorum. Fonksiyonlu bir AB içinde Türkiye’nin doğrudan üyeliğinin olacağını düşünmüyorum. Bunun birkaç nedeni var. Bunlardan ilki için Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nden bahsedecek olursak, bizim ülke olarak tanımadığımız bir ülke şu an AB vatandaşıdır. Dolayısıyla AB’ye bir ülkenin üye olabilmesi için birliğin üyelerinin tamamının o ülkeyi kabul etmesi gerekmektedir. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin tanımadığı, resmi olarak kabul etmediği bir devlet bizim o birliğe üye olmamızı ister mi? Biz tanımıyoruz ama onlar kendilerine Kıbrıslı diyorlar. Başka bir problem ise şu: AB’de biliyorsunuz ki komisyonların oluşum şekilleri ülkelerin birlik içindeki nüfus ağırlığına göre yapılmakta ve buna göre Türkiye yanlış hatırlamıyorsam Almanya’dan sonra ikinci sırada nüfus ağırlığında. Peki böyle bir nüfus ağırlığı konumundan dolayı Fransa, Hollanda veya diğer AB devletleri Türkiye gibi bir devlete karşı kendi ağırlığını kaybetmek ister mi? Sonrasında ise AB de bu fonlardan, yardımlardan, projelerden yine nüfusa oranla bir dağıtım gerçekleştirmektedir. Ben Fransa, Hollanda ve diğer AB devletlerinin böyle bir süreçte Türkiye Cumhuriyeti’nin birliğe üyeliğine doğrudan onay vereceğini düşünmüyorum açıkçası. Diyelim ki Türkiye’nin AB’ye üyeliği onaylanmış olsun ve fonksiyonlu bir AB’den bahsedelim. Bu biraz problemli bir durum çünkü Türkiye zaten AB müzakerelerine alınma sürecinde bildiğiniz gibi NATO eksenli, Rusya tehdidine karşı bir tampon bölge gibi çeşitli jeopolitik önemleri nedeniyle tercih edilmekteydi. Şimdi baktığımızda, özellikle serbest dolaşımın olduğu bir AB sürecinde, Türkiye’nin AB’ye üye olması demek sınırlarda ekstradan güvenlik gerçekleştirilmesi anlamına gelmektedir çünkü şu an bizim sınırlarımız AB üyeliği ile Bulgaristan ve Yunanistan ile bağlantıdadır. Biz bir nevi Ortadoğu ve İran’a karşı bir tampon bölge gibiyiz. Aslında bizi AB’ye almadan bu süreçte oyalayarak kendi sınırlarını da korumaktadırlar. Ama Türkiye Cumhuriyeti de bir AB üyesi olursa ve o tampon bölge kaçarsa bu sürecin nasıl yönetileceği konusu gri bir bölgede kalmaktadır. Çünkü Ortadoğu’dan, İran’dan, Afganistan’dan, Pakistan’dan güçlü bir göç hareketliliğinin olma olasılığı var. Bu açıdan baktığımızda, AB’nin bu göç hareketliliğinin ne kadarını kaldırabileceği konusunda benim çekincelerim var. Öte yandan, biz de yaklaşık 4 milyon Suriyeli ve kabaca kayıtlı ve kayıtsız 6 milyon civarında bir göçmen nüfusu barındırmaktayız. Bu durumda Türkiye Cumhuriyeti’nin AB’ye üye olması demek bu grubun da sınırsızca AB’nin içine yayılması anlamına gelmektedir. Dolayısıyla, açıkça belirtmek gerekirse göç yönetimi kolay olmayacağı gibi AB’ye üye olmamız gerekse bile bu pek mümkün olmayacaktır.

 

 

 

DİLARA TUNÇ

GÖÇ ÇALIŞMALARI STAJYERİ