Home Blog Page 88

Americas: Continent On The Move Belgesel Analizi

Devletlerin korumacı politikalarını bir kenara atıp neoliberal sistem ile tanıştığı 1980’li yıllar şehirleşme, göç ve küreselleşmeyi de beraberinde getirmiştir. Americas: Continent On The Move belgeseli de modernleşme süreciyle ve ardından neoliberal düzen ile gelen radikal değişimlerin Meksika’da yarattığı acılı süreci anlatması bakımından oldukça önemli bir kaynaktır.

1910 yılında Meksikalılar, ülkeyi yabancı yatırıma açan ve halkı baskıcı bir rejim ile pasifize eden diktatör Porfirio Diaz’ın yönetimine karşı Meksika Devrimi’ni gerçekleştirmiştir. Bu devrimle beraber ülkenin ekonomik ve siyasal yapısı değişmiş ve yeniden şekillenmiştir. Yeni hükümet, çiftçi ve işçi sendikalarını tanımış, onları desteklemiş ve kolonyal dönemden beri ülkenin kanayan yarası olan “hacienda” sistemine son vermiştir. Büyük toprak sahiplerinin elindeki topraklar çiftçiye dağıtılmış ve beyaz üstünlüğü benimseyen devlet anlayışının yerini daha yöresel ve folklorik unsurları içeren mestizo idealleri almıştır. Tüm bunların sonucu ve 1929 Ekonomik Bunalımı’nın da ülkelerde yarattığı travmayla beraber, tüm dünya o dönemde daha korumacı ve içe kapanık bir devlet yönetimi anlayışını benimsemiştir. Özellikle de üçüncü dünya ülkeleri bu dönemde “ekonomik milliyetçilik” anlayışını tedavüle sokmuşlardır ve bu anlayışa göre devletler ithal ikameci sistemi benimsemişlerdir. Yine buna bağlı olarak da ülkeler genellikle daha önce yabancıların kontrolünde olan değerli kaynaklarını tamamen kendi üzerlerine almaya çalışmış ve bu kaynakları kamulaştırmışlardır. Benzer şekilde, 1930’lu yıllarda Meksika’da da Başkan Lazoro Cardenas ile beraber Meksika petrolü Pemex kamulaştırılmıştır. 1944 yılında gerçekleştirilen Bretton Woods Konferansı ile beraber “gömülü liberalizm (embedded liberalism)” denilen kavram önem kazanmıştır. Bu kavrama göre devletler, ülkeleri ile alakalı ekonomik kararlara müdahale etmekte serbesttiler. Bu çerçevede IMF ve Dünya Bankası kurulmuştur. Burada yatan amaç ise şudur; fakirliğin ve işsizliğin kol gezdiği özellikle de üçüncü dünya ülkelerini komünizm tehlikesinden korumak için devletler ekonomik anlamda sorumluluk üstlenmeli ve kalkınmaya dayalı ekonomik milliyetçilik anlayışına bağlı olarak ortaya çıkan politikalar devletlerin gündeminde yer almalıydı. Hem dünyada dolaşıma sokulan bu sistemin hem de köylü tarafından gerçekleştirilmiş olan devrimin sonucunda Meksika’da da benzer politikalar izlenmiştir.

1970’li yıllara gelindiğinde ise işler değişmeye başlamıştır. İkinci Dünya Savaşı’ndan itibaren dünyanın ekonomik gücü olarak ortaya çıkan ABD Doları, diğer gelişmiş ülkeler olan Almanya ve Japonya tarafından stoklanmaya başlamıştır. Bunun sonucunda da doları altın rezervlerine karşılığı olarak endekslemiş olan ABD, doların altın ile bağını kesmiş ve fiyatları dalgalanmaya bırakmıştır. Yine yakın zamanda 1973-74 yıllarında yaşanan Petrol Krizi de değişimin gelmesi gerektiğine dair sinyalleri veren çarpıcı ve gidişatı değiştiren bir olaydır. Bu gelişmeler sonucunda ABD harekete geçmiş ve ekonomik milliyetçiliğin yerini bu kavramın tamamen zıttı olan neoliberal politikalar almıştır.

Meksika’da şehirleşme ve köyden kente göç, ülkede neoliberal politikalar ve onun getirisi olan küreselleşme furyası ortaya çıkmadan önce yaşanmıştır. Devrimden sonra Meksika, modern bir “nation-state” (ulus-devlet) olmanın gerekliliklerini tamamlamaya çalışmaktaydı. Bu bağlamda yapılması gereken en önemli şey de ekonomiyi koşumlandırmaktı. Belgeselde, Zacateca Valisi Genaro Estrada’nın anlattığına göre 1940-1960’lı yıllarda ithal ikameci bir sistemin gereği olarak yani iç pazarın gelişmesine öncülük etmek adına başkent Mexico City gibi şehirler parlamaya başlamıştır. Çünkü, yeni endüstriler ve iş alanları bu büyük şehirlerde açılmaktaydı. Bu sebeple birçok Meksikalı çiftçi daha yüksek maaş ve daha iyi hayat koşulları hayali ile toprağını bırakarak akın akın şehre göçmüştür. Ülkenin tarımsal üretimdeki en önemli şehri olan Zacateca şehri, bu yeni göç dalgası ile beraber bomboş kalmıştır.

Belgeselde Maria Lucy ve ailesi üzerinden Meksika’nın tarihi ve geçirdiği süreçlerle alakalı birçok ipucu izleyiciye verilmektedir. Maria Lucy, anne babasının döneminde tarımın çok verimli olduğunu ve topraktan aldıkları verimi, şimdiyse çiftçilerin göçü ile beraber toprağın nasıl başıboş ve çorak kaldığını isyankâr bir dille anlatması ile sözlerine başlamaktadır. Köyden kente göçenler arasında Maria Lucy’nin kızı Marcelave Marcela’nın çocukları da vardır. Marcela ve çocuklarının hikâyesi üzerinden de şehre göçen köylülerin yaşadıkları zorluklar birinci elden izleyiciye yansıtılmıştır. Büyükanne Maria’nın aktardıklarından anlıyoruz ki 1910 Devrimi ile gelen umutlar ve hayaller büyük şehirlere yapılan göçlerle ölmüş durumdadır. 1930’lu yıllarda Başkan Cardenas öncülüğünde çiftçiye dağıtılmış olan topraklar artık bomboştur. Tarımda makineleşme ülkede yeni iş alanları açmış durumdadır. Ancak, bu da köylülerin yerinden olmasına ve yeni umutlar için köylerini terk etmelerine öncülük etmiştir.  Yine de zamanla, yeni iş alanları ile canlanan bu büyük şehirler, bir sonraki göçmen akınının ihtiyaçlarını karşılayamayacak duruma gelmektedir. Öyle ki, ilk göçmen akını bile altyapı, ulaşım ve barınak hizmetlerine yeni yeni ulaşmaya başlamışken yeni gelenlerin beklediklerini bulmaları mümkün değildir. Şehirlerde bu hızlı ve öngörülemeyen nüfus artışı da çarpık kentleşmeye ve zengin-fakir arasında maddi ayrımın uç noktalara çıkmasına sebebiyet vermektedir. Fakat, bu maddi uçurum fiziki mekânda kendini gösterememektedir.

Mexico City, kenar ve zengin mahalleleri içinde, bir arada bulunduran endüstriyel bir başkent olarak gelişmiştir. Aradığı şartları bulamayan bu yeni göçmenler ya da aldığı maaşlar ile geçimini sağlayamayan eski göçmenler seyyar işler ile ilgilenerek ülkede kayıt dışı ekonominin de ortaya çıkmasına sebebiyet vermiştir. Birçok göçmen, evsiz ve işsiz bir şekilde çöp karıştırarak ya da hırsızlık yaparak günü geçirmeye çalışmaktadır. Daha çok göçmen; daha çok altyapı ve şehirleşme sorunu, daha çok sosyal tabakalaşma ve sosyal huzursuzluk anlamına gelmektedir. Belgeselde anlatılana göre, bazı işçiler Super Mario Gomez adı altında örgütlenmeye ve devletten taleplerde bulunmaya çalışıyor olsalar da sonuç hep aynıdır. 1980’li yıllara gelindiğinde ise yaklaşmakta olan ekonomik krizin işaretleri, endüstrileşmiş ancak sakinlerine istediği hizmetleri sunamayan büyük şehirlerde görülmeye başlamaktadır. 1982 yılında yaşanan Ekonomik Kriz ile beraber ülkedeki gelişim durmuştur. 1980’li yıllar, yüksek oranda borçların, değersizleşmiş para biriminin ve bunların yankılarının her alanda, özellikle de büyük şehirlerde görüldüğü yıllardır. Kriz süresince, köyden kente göçler daha düşük oranlarda olsa da devam etmiştir. Fakat ekonomik krizin ayyuka çıkması ile beraber eski göçmenlerin birçoğu memleketlerine geri dönmenin hayalini taşımıştır. Devlet uygun bir maaş ve daha iyi hayat şartları ile şehre göçmüş olan milyonlarca işçinin taleplerini artık karşılayamamaktadır.

Meksika, 1970’li yıllarda modernleşmenin bir gerekçesi olarak şehirlerini ve altyapı sistemlerini geliştirmek adına borçlanmış olsa da aslında tam anlamıyla 1980’li yılların sonunda, özellikle de başkan Salinas de Gortari yönetimi ile beraber, kendini dış dünyaya açmıştır. Bunun sonucunda, 1988 yılında iktidar olan Başkan Salinas de Gortari hükümetinin politikaları ile ülke daha önce hiç tecrübe etmediği radikal değişimler ile karşı karşıya kalmıştır. Salinas, Birleşik Devletler ve Kanada ile NAFTA birliğine katılmış ve en önemlisi de Anayasa’nın 27. Maddesini değiştirerek toprağın yabancı şirketler tarafından yatırıma uygun hale getirilmesine öncülük etmiştir. NAFTA ile beraber ülkede yabancı dövizin en büyük ikinci kaynağı olan“maquiladora” endüstrisi parlamaya başlamıştır. Bu sefer de ülkenin Tijuana gibi kuzey sınırlarındaki kentleri hızla gelişmeye başlamıştır. Serbest ticaret bölgelerinde kurulan maquiladora fabrikaları yine köylülerin yerlerini değiştirmelerine ve yeni hayat arayışlarına girmelerine sebebiyet vermiştir. Ancak Meksika’nın ucuz işçi gücünden yararlanan bu yabancı şirketler işçilerine uzun çalışma saatlerinden başka bir şey vaat edememiştir. Sendikalaşma çabaları engellenmiş ve çalışanlar kelimenin tam anlamıyla sömürülmüştür. Küçük şehir sakinlerini ve köylüleri yaşadıkları bölgede tutamayan ve onların göçüne dolayısıyla da yetersiz koşullara ve ülke içi karmaşaya sebep olan bu endüstrileşme süreci bu nedenlerden ötürü başarısız olmuştur. Neoliberalleşme ve küreselleşme politikalarının öncüsü Salinas’ın en radikal politikası da Anayasanın 27. Maddesinin değiştirmesi olmuştur. Anayasanın bu maddesinin değişmesi, toprak sahibi köylünün topraksızlaşması ve büyük toprak sahiplerinin artık daha fazla toprağa sahip olması demektir. Bu durum ise bu büyük toprak sahiplerinin yabancı şirketler ile ortaklık yapabilmesine öncülük etmiştir.

Belgeseldeki Meksikalı köylülerin eleştirilerine göre bu değişim eski “hacienda” sisteminin yeniden getirilmesi ve Meksika köylüsünün yeniden köleleştirilmesi anlamına gelmektedir. Daha iyi hayat koşulları için 1940 ve 1960’lı yıllarda toprağını bırakıp gitmiş olan Meksika köylüsü, Ekonomik Kriz dolayısıyla köyüne ve toprağına geri dönmek istediğinde bu sefer de toprağının elinden alınması riski ile karşı karşıya kalmıştır. Salinas yönetimine göre ise bu değişim, tarımsal bölgelere güvenlik ve dolayısıyla da yabancı yatırım ve döviz akışını sağlayabilecek bir etmendir. Ancak bu değişim yalnızca yabancı şirketlere ve büyük toprak sahiplerine fayda sağlamaktan öteye geçememiştir. Kısacası, serbest ticaret ve yeni toprak reformu gelecekten bir beklentisi olmayan ve büyük şehirlerin karmaşası altında ezilen büyük bir işçi/köylü nüfusunu ortaya çıkarmıştır. Daha iyi bir maaş ve daha iyi hayat koşulları amacıyla göçen Meksikalıların yeri artık ne büyük şehirler ne de köylerdir…

Nilay BARLAS

Latin Amerika Çalışmaları Staj Programı

The Impact Of Civil Society on the Democratic Processes

Abstract

The aim of this article is to portray the relation between active civil society and the process of democratization. Therefore, providing the operational definitions for democracy and civil society is one of the concerns of this article yet not the only. Although from the theoretical perspective as well discussed, democracy and civil society might seem positively correlated, hand in hand. On the other hand, active civil society engagement does not always facilitate democratic actions nor bring democracy. To the point of which, the aim of this article is evaluating the democratic or non-democratic processes in Turkey, based on the Copenhagen Criteria, and also to compare Turkey’s position with other EU members. Following that, the democratic processes so far evaluated are reconsidered in the aim of demonstrating the impact of civil engagement and civil action and civil society practices.

Keywords: democratization, civil action, European Union, Turkey, civil engagement

Introduction

This article cultivates on the question that “how is the alignment between civil society’s activity and the democratization of legal and political phases run by the government?” The word “democratization” is always used together with European Union, especially after Turkey’s accession started to be reconsidered since 2005, when the negotiations for official membership started (European Commission, 2006). After this date, negotiations are opened and closed for several times, because of several disagreements, such as Cyprus dispute and suspended completely after the 2016 “refugee deal” made between Turkey and European Union. Although it is expected from the deal to accelerate the negotiations, another reason for the suspension of the negotiations for official membership of Turkey, is the fallacies and malfunctional practices against the “Copenhagen Criteria” (Candar, 2017). The criteria require that a state has the institutions to preserve democratic governance and human rights, has a functioning market economy, and accepts the obligations and the EU’s intent.

In the following, the first section Democracy in Turkey: An evaluation based on Copenhagen Criteria aims to scrutinize how democracy is measured, what are the criterion for democratic governance and how it is operationalized by the European Union. After the practices in Turkey are evaluated under the scope of Copenhagen Criteria, the individual evaluation of European Union members in terms of democratic practices, sustainable governance and rule of law will be discussed at the end of this chapter. In the second and the last chapter along with the conclusion, the democratic processes so far evaluated are reconsidered in the aim of demonstrating the impact of civil engagement and civil action and civil society practices.

Democracy in Turkey: An evaluation based on Copenhagen Criteria

“Democracy is a political ideal that principally applies to arrangements for the making of binding collective decisions. Such arrangements are democratic if they ensure that any authorization to exercise public power arises from collective decisions by the citizens over whom that power is exercised.”

As it is stated in the book of Steffek, Kissling, and Nanz, published in 2008 under the name of Civil Society Participation in European and Global Governance: A Cure for the Democratic Deficit?, policy making and government are for and coming from the demos, and the power is allocated to the demos as well, only if the rule of government is protecting the collective decisions that bind the people within the related territory. Based on this definition and the following interpretation, demos including every citizen should have the rights to participate in policy making processes, local and general elections. It is also noteworthy to add to the point of which each vote of the member of the demos has equal contribution to the overall voting meaning that all votes should be counted as equal (Dahl, 2020).

Necessary rights should be given and sustained to the demos by the government for demos to provide free participation to a fair and just election/policy making decision. These rights are in general will be mentioned as “fundamental rights”:

  • Right to access uncensored information
  • Right to freely express thought and ideas
  • Freedom for media and press
  • Right to vote
  • Right to directly participate to the policymaking

After portraying the desideratum of democracy as it is declared by the European Union and confirmed by all of its members, the evaluation of the practices held in Turkey will now be discussed.

Based on Sustainable Governance Indicators (2020), the quality of the democracy has dropped by 1.4 points compared to its 2014 level and now ranked last from the 41 European countries. This decrease can be explained by the recent coop intervention held in 2016 and transitioning to a new executive system, whose name is the Presidential Government System in Turkey. This system allows the president to participate in the practices of both legislation and execution of the constitutional law. Therefore, the authorities of the Grand National Assembly of Turkey are restricted. It also comes with this new executive system that the President might hold a position in a political party. All these circumstances considered Turkey scores 4.3 points below the Average of European Members with a score of 2.9 out of ten. Same score applies to the criteria of Rule of Law (Stiftung, 2020). Same indicators evaluated the criteria of Media Access in Turkey with a score of two out of ten, with proposing the rationale behind as substantial censorship in media and media pluralism meaning the sources and the index of the information published has been controlled and realigned with the perspective of the government. It can also be provided as evidence that many journalists and column writers, editors, academicians and many credible others are detained and their positions are suspended because they used their right of freedom of speech yet, their claims were against the agenda of the president. It can also be added that, government does not follow the principles of transparency and responsibility to the demos. These facts can also be supported by the World Justice Project Rule of Law Index (2020), portraying global rank constitutes of 128 countries and in which Turkey ranked as bottom 5th for the criteria of Constraints on governmental powers and bottom 6th for sustaining fundamental rights.

While so far, Turkey is compared either globally or with the average of EU members, it is interesting to investigate the EU members individually in which democratic practices are not followed homogeneously throughout the union. While north European countries are the example of transparent and responsible democracy empowering the decisions of demos and rule of law, the north/south of the Europe countries as Hungary, Poland, Bulgaria, Romania are suffering from limitation of freedom of speech and other fundamental rights, individual profit based decisions over the population profit, corruption and bribery.

The Impact Of Civil Engagement And Civil Action On Democratization Processes

Civil society can be described as many. Most well-known definitions including the definitions of United Nations (2019), World Economic Forum (Jezard, 2018) describes the civil society as a third sector, a public domain between the private sector and government, including the institution of family and non-governmental institutions. Since this study holds more pragmatic approach rather than descriptive, the preferred description of civil society provided by the London School of Economics Centre for Civil Society (2004):

“Civil society refers to the arena of uncoerced collective action around shared interests, purposes and values. In theory, its institutional forms are distinct from those of the state, family and market, though in practice, the boundaries between state, civil society, family and market are often complex, blurred and negotiated. Civil society commonly embraces a diversity of spaces, actors and institutional forms, varying in their degree of formality, autonomy and power. Civil societies are often populated by organizations such as registered charities, development non-governmental organizations, community groups, women’s organizations, faith-based organizations, professional associations, trade unions, self-help groups, social movements, business associations, coalitions and advocacy groups”.

For some of its advocates, the achievement of an independent civil society is a necessary precondition for a healthy democracy, and its relative absence or decline is often cited as both a cause and an effect of various contemporary socio-political maladies. (Kenny, 2016). To elaborate on this, the characteristics of the notion of civil society like being apart from governmental organization, nourishing from voluntary action and participation, being transparent, accountable and working both for and with the public is also quite fundamental for a fulfilling democracy. From this perspective, theoretically speaking, the more civil communities grow, the better and the bigger presence of civil society may be in governmental institutions. This acknowledgement and the large amount and numbers of civil action will result in government-centered policy-making to fade and public-centered policy making to rise. Therefore, the activity of civil society predisposes the policies securing the well-being and inclusion of demos and the demos literally play an active role in imposing the need for these policies to the government thus play an active role in decision-making practices.

In this point it is critically important to remind the importance of fundamental rights and especially freedom of media, to the point of which enables the connectedness and collective cooperation but also demands quick responses for the accountability of actions of the politicians and accelerates the speed of responses coming from public willpower against policies and actions taken by government. In 2013, “The Gezi Occupation” is one of the most astonishing civil actions of the last decade of Turkey, gathered against a government-based decision and resulted in for public good. The social media platform twitter, is the most used medium for this collective action and the related research point out that tweets including “#direngeziparki” (i.e. resist Gezi Park) used almost for two and a half million times, and #occupygezi tweets was shared more than three and a half million times (Kurt, 2013). For sure not all the tweets shared are against the public policy yet this community them all enabled to foster the information flow and cooperate via social media without being physically present in the field. This is a reaction against irresponsible actions of government and unaccountable policies decided without the notice of the public. Even though the communal action did lead into the change of decided policy, the motivation behind the protests was less of a stand against undemocratic practices. It has been three years that Osman Kavala, Paris born 63 year old Turkish citizen, human rights advocate and philanthropist, is under arrest without any evidence, accused by organizing the Gezi movement and then organizing the coop intervention (which was in 2017). Unfortunately, neither the civil action for Gezi did bring any freedom, transparency or accountability, nor foster any democratization in the juridical practices.

Conclusion

To conclude the main argument of this article is vibrant civil action and active civil society may not always bring democratization. This is especially the case for third-word countries which have economic dependency on other countries, and foreign-funded non-governmental organizations. Another reason for such situation is described by Şerif Mardin (1995) with a more sociological approach that is, the countries in which the Islam is the predominant religion, the demos may perceive the political leader as a savior, a father, an answer for every need, therefore participating to a civil action may not occur as a need for policy change. All the necessary actions should come from the government, and if not, there may not be any need for such policy or action at all. This situation is expressed best with an idiom “her şeyi devletten beklemek” (i.e. expecting all from the state), or “her şeyi devletten bekleme” (i.e. do not expect all from the state).

The last reason that will be posted within the scope in this article is that, by referring to the table shared above, The Corruption Perception Index 2019. In the corrupted governances, in which the accountability and the transparency of governmental practices are in danger, non-governmental organizations and associations may be manipulated against the public good and serve for individual profit. In the beginning of this year, a gas company of Turkish state donate 8 million dollars to Ensar Association, which was known by its rape and sexual assault cases occurred in their dorms (Ordu, 2020). This reasons with the argument that the top political elite is perceived to be the primary beneficiaries of corruption. Thus, while there are valid and noteworthy developments in establishing the legal and constitutional framework to fight corruption via the actions of civil society, there is a continued absence of a clear demonstration of political will to fight corruption (Moyo, 2014).

Elif BAYAT

Sivil Toplum Çalışmaları Staj Programı

References:

Candar, C. (2017). New clashes likely between Turkey, Europe. Retrieved from: https://www.al-monitor.com/pulse/originals/2017/06/turkey-european-union-relations-possible-collision.html

Cavatorta, F. (2006). Civil society, Islamism and democratisation: the case of Morocco. Journal of Modern African Studies, 203-222.

Centre for Civil Society, London School of Economics.(2004). What is civil society?

Çildan, C., Ertemiz, M., Tumuçin, H. K., Küçük, E., & Albayrak, D. (2012). Sosyal medyanın politik katılım ve hareketlerdeki rolü. Akademik Bilişim, 3.

Hearn, J. (2010). Foreign aid, democratisation and civil society in Africa: a study of South Africa, Ghana and Uganda. IDS discussion paper series, 368. Brighton: IDS.

European Commission. (2006). “Interview with European Commission President Jose Manuel Barroso on BBC Sunday AM” Archived (PDF) from the original on 21 November 2006. Retrieved 17 December 2006.

Jezard, A. (2018). Who and what is ‘civil society?’ Retreived from: https://www.weforum.org/agenda/2018/04/what-is-civil-society/

Kenny, M. (2016). Civil Society. Encyclopedia Brittannica Chapter. Retrieved from: https://www.britannica.com/topic/civil-society

Kurt, M. (2013). Gezi direnişinin en popüler hashtagleri: Twitter’da trend topic olan hashtaglerin analizi. Retreived from: https://mediacat.com/gezi-direnisinin-en-populer-hashtagleri/

Mardin, Ş. (1995). ‘Civil society and Islam’, in J. Hall, ed. Civil Society: history, theory, comparison. Cambridge: Polity Press.

Moyo, S. (2014). Corruption in Zimbabwe: an examination of the roles of the state and civil society in combating corruption (Doctoral dissertation, University of Central Lancashire).

Ordu, E. (2020). Başkentgaz Ensar Vakfı’na Kızılay Üzerinden 8 Milyon Dolar Bağışlamış. Retrieved from: https://sozcu.com.tr/haber/baskentgaz-ensar-vakfi-na-kizilay-uzerinden-8-milyon-dolar-bagislamis-895888

Saurugger, S. (2007). Democratic ‘misfit’? Conceptions of civil society participation in France and the European Union. Political Studies, 55(2), 384-404.

Stiftung, B. (2020). Sustainable Governance Indicators. Retrieved from: https://www.sginetwork.org/2020/Turkey

Stefftek, J., Kissling C., & Nanz P. (2008). Civil Society Participation in European and Global Governance: A Cure for the Democratic Deficit? Palgrave Macmillan, NY: New York.

United Nations. (2019). Civil Society. Retrieved from: https://www.un.org/en/sections/resources-different-audiences/civil-society/index.html

World Justice Project. (2020). The World Justice Project Rule of Law Index®. Retrieved from: http://worldjusticeproject.org/sites/default/files/documents/WJP-Global-ROLI-Spanish.pdf

Demokrasiye Karşı Savaş

2008’de One World Media TV Belgesel Ödülünü kazanan, günümüzde “özgürlük, demokrasi ve insan hakları” ile özdeşleşmiş Amerika Birleşik Devletleri’ne alternatif bir bakış açısı sunan belgesel, 1980’li yıllarda Latin Amerika’da gerçekleşen demokrasi hareketlerini ve ABD’nin bunlardaki rolünü incelemektedir. 15 Haziran 2007’de vizyona giren belgeselde, Britanyalı gazeteci, yazar ve yönetmen Pilger, ABD dış politikasını sert bir şekilde eleştirmektedir.Belgesel boyunca Latin Amerika liderleri ve Birleşik Devletler görevlileriyle yaptığı röportajlarda; takındığı üslupta ve kullandığı kelimelerde bu durum açıkça ortaya konmaktadır. 70’lerin sonuna dek Güney Amerika kıtasının çoğu diktatörlükle yönetilmektedir. Bu diktatörlüklerin kimi açıkça kimi ise gizlice ABD’nin desteğini almaktaydı. Liderler, Gürcistan’da kurulmuş olan özel bir okulda eğitiliyor, Amerikan değerleri ve insan hakları öğretisi adı altında sorgulama ve işkence teknikleri konusunda yetiştiriliyorlardı. Dolayısıyla Güney Amerika’daki diktatörlerin çoğu sınıf arkadaşıydı.

Belgeselde, “ABD, 1945’ten beri, 50’den fazla hükümeti devirme girişiminde bulundu.  Bunların çoğu demokrasi temelliydi. 30’dan fazla ülke saldırı altında kaldı, bombalandı, binlerce kişi hayatını kaybetti. Seçimle başa gelmiş hükümetler devrilerek Amerikan yanlısı diktatörlerle değiştirildi.” denilerek bu ülkelerdeki sürece ayna tutulmaktadır. Belgesel de en çok odaklanılan ülkelerden biri ise Venezuela’dır.

Hugo Chávez’in başa gelmesi hem Güney Amerika’nın hem de Kuzey’in Güney’e bakış açısındaki büyük değişimlerin habercisiydi. Ülkedeki yoksulluk ve eşitsizliğe birinci dereceden tanıklık eden lider, bunu değiştirmek için 21. yüzyıl sosyalizmi ve Bolivarcılık ilkelerini benimsemişti. Amerikan hâkimiyetini kırmak içinse sosyalist politikalara ve bölgesel iş birliklerine yönelmiştir. Bu durum halkın yoksul kesiminde liderin karizmasını arttırırken ABD cephesinde ise nefret uyandırmıştır. Böylelikle Chávez’den kurtulmak, Washington, Miami ve Caracas’ın zengin kesimi için bir amaç haline gelmiştir. Özel sektörün elinde bulunan radyo ve televizyon kanallarıyla Chávez karşıtı hareket de ülke içine konuşlandırılmıştır. 2002’de, Chávez destekçileri ve karşıtlarının meydanlarda karşı karşıya gelmesiyle çok büyük insani kayıplar verilmiştir; ülke içinde çatışmalar yaşanmış, insanlar ölmüş ve Başkan kaçırılmıştır. Ertesi sabah bir iş adamı ve diktatör olan Pedro Carmona, göreve getirilmiştir. Bu sebeple ülkede yaşanan olayların hepsi, ince planlanmış bir oyunun ürünü olarak değerlendirilebilir. Fakat bu oyunda hesaba katılmayan detay, Chávez’in halkta oluşturduğu güven duygusudur. Ülkede Carmona’nın başa getirilmesinin ardından ayaklanmalar başlamış, insanlar sokağa dökülüp başkanları için hesap sormuşlardır. Chávez, 48 saat alıkonduktan sonra geri gönderilmiştir. Anlatıcının sunduğu CIA raporlarında, ABD’nin darbeyi desteklediği ve Amerika Birleşik Devletleri Uluslararası Kalkınma Ajansı (USAID) ve Ulusal Demokrasi Vakfı aracılığıyla darbeye finansal destek sağladığı ortaya konmaktadır.

Belgeseldeki bir sonraki örnek Bolivya’dır. Demokrasinin başlıca uygulama alanı olan Ulusal Kongre’de yerli halkın bünyesinde temsil edileceği kimse bulunmamaktadır. İspanyol elitlerden ve çoğunlukla beyazlardan oluşan kesim ülkeyi yönetmektedir. Ülke, kıtanın ikinci en geniş gaz rezervlerine sahip olmasına rağmen nüfusunun yüzde 53’ü yoksulluk sınırının altında yaşamakta, aileler yiyecek bulamadığı için topluca intihar etmektedir. Bu koşullar altında, Gonzalo Sánchez de Lozada, nam-ı diğer Goni, 2002’de tekrar iktidara gelmiştir. Daha önce 1993–1997 yılları arasında da başkanlık görevini yürüten Goni, halihazırda Amerikan yanlısı kapitalist politikalarıyla bilinmektedir. Goni, Ülkedeki ulusal petrol ve elektrik şirketlerini, haberleşme ve ulaşım sistemlerini ve suyu hızla özelleştirmiştir. Bunların sonucunda, 2003’ün başlarında şehirli işçiler, madenciler ve yerli çiftçi kesimde büyük bir hoşnutsuzluk baş göstermiştir. Nabız yükseldikçe El Alto halkı hakları için ayaklanmaya başlamış ve La Paz’a giden yolları kapatmıştır. Goni’nin cevabı ise üzerlerine orduyu gönderip kurşun yağdırmak olmuştur. Tıpkı Chávez’in geri verilmesinde olduğu gibi bu sefer de halk ülkesi için hesap sormuştur. Halkın amacı yönetimin çekilmesi ve Goni’nin istifa etmesini sağlamaktır. Verilen yüzlerce kayıptan sonra başarıya ulaşılmış ve başkan ABD’ye kaçmıştır. 2004’te Kongre kanlı bir katliama sebep olmaktan dolayı Goni’nin hakkında tutuklama kararı yayınlamıştır. 2005’te ise bir ilk yaşanmış ve yerli Amerikan biri başkan seçilmiştir. Bu kişi Goni’nin devrilmesine yol açan ayaklanmalarda da aktif rol üstlenen Evo Morales’tir.

Belgeseldeki örnekler, Şili Ulusal Stadyumu’nun toplama kampına çevrilmesi, Guatemala’da Diana Ortiz’in Mayalı yerlilerin katledilmesiyle ilgili konuştuktan sonra kaçırılıp işkenceye ve tecavüze uğraması, El Salvador’da öldürülen başpiskoposun cenazesine katılanların katedralin merdivenlerinde kurşuna dizilmesi ve Nikaragua’da ülkenin yıllarca tek bir ailenin kontrolüne bırakılması ile çoğaltılmaktadır. Anlatıcı, argümanlarını çarpıcı fotoğraflarla, bizzat otoriter rejimlerin baskısına maruz kalan kişilerle ve onlara bu muamelenin yapılması emrini veren ajanlar, elçiler ve hükümet görevlileriyle yaptığı röportajlarla desteklemektedir.

Pilger, Amerikan İstihbarat Servisi’nden Latin Amerika Bölümü Şefi Duane Clarridge ile yaptığı röportajda ona şu soruyu yöneltmektedir: “Demokratik olarak seçilmiş lideri devirmek doğru mudur?” Clarridge’in verdiği cevapsa Amerikan vizyonunun özeti niteliğindedir.  “Ulusal güvenlik çıkarımıza göre değişir.” Böylece, Clarridge halk iradesini insan hayatının bile yalnızca Amerikan ulusal çıkarlarına yaradığı ölçüde anlamlı olduğunu bir kez daha yinelemiş olmaktadır. Bu durum, Clarridge’in otoriter rejimler altında yaşanan insan kayıplarını yalanlamasıyla da doğrulanmaktadır. Verilen mücadele, dökülen kan, dağılan ailelerin tamamı için, “Belki birkaç kayıp olmuştur fakat bazen değişimin çirkin bir şekilde yapılması gereklidir.” demiştir.

Yapım; kıta çapında süregelen Amerikan ilgisini, radikal bir perspektiften, tarihsel örneklerle ortaya koymaktadır. Fakat bu topraklarda sistematik bir şekilde yürütülen politikalar, en başta bahsedilen “özgürlük, demokrasi ve insan hakları” kavramlarından ziyade “diktatörlük,  faşizm ve hukuksuzluk” kavramlarıyla daha ilişkili görünmektedir. En kötüsü ise, bu gerçeklerin tıpkı Latin Amerika tarihinin geri kalanı gibi resmi tarih yazımında yer almaması ve açıkça yüzlerce kişinin canice katledilmesinden sorumlu olan kişilerin “politik dâhiler” olarak anılmasıdır.

Sare Nur KAYA

Latin Amerika Çalışmaları Staj Programı

Emine Vatansever ile Röportaj: 1989 Bulgaristan Göçmeni

 1) Kendinizi tanıtır mısınız?   

Ben Emine Vatansever. Göç ettiğimde 17 yaşındaydım. Baba evim, yani göç etmeden önce yaşadığım yer şimdiki ismiyle Dobriç adlı küçük bir köydü, şu anda İstanbul, Anadolu Yakası, Ataşehir’de Göçmenler Sitesi’nde oturuyorum.

2) Göç öncesi ailenizden bahseder misiniz?  

Babam baş aşçıydı, annem de aşçı. Ben lise öğrencisiydim, kız kardeşim de ilkokul öğrencisiydi. Annem ve babam iyi bir maaş alıyordu ama zorunlu isim değiştirme yaptırımından sonra birçoğu işlerinden zorla çıkarıldı. Göç etmeden 7-8 ay kadar önce, oranın Sağlık Bakanlığı, Türk aşçıları işlerinden çıkarınca babam da işsiz kaldı. Onları bir tehdit olarak görmüş olabilirler ki çıkardılar çünkü herhangi bir gerekçe vermediler. Babam turistik bir bölgede, sadece otellerden oluşan bir bölgede çalışıyordu. Orada yirmi yıla yakın aşçılık yaptı, baş aşçı oldu ama sonra sebepsizce işten çıkardılar. Ben o zamanlar bu olaylara on yedi yaşındaki bir çocuğun gözüyle baktığım için bazı şeyleri hatırlayamıyorum, zaten annem ve babam da bu zorlukları bizlere yansıtmamaya çalışıyorlardı o dönemde.

3) 1989 göçü nasıl oldu? Göç etme süreci nasıldı? Neler yaşadınız?      

Göçler, benim hatırladığım kadarıyla oradaki Dışişleri Bakanlığı’na yapılan başvuruya göre yapılıyordu. Bizim başvuru yaptığımız sırada, eşyalarımız bizden birkaç gün önce yola çıktı. Yani biz önce eşyalarımızı yükledik trene.  Verilen yaklaşık bir metrekarelik yere sığdırabileceğin kadar eşya koyuyordun. Biz, zannedersem eşyalarımızı trene yükledikten üç-dört gün sonra hareket ettik. Sınıra geldiğimizde bizi durdular ve üç gün orada kaldık. Dışarda, yerlerde yattık. Daha sonra gece geldiler,  polisler geldiğinde hepimiz uyuyorduk. Bizi tekrardan otobüslere bindirdiler. Belli bir yere kadar otobüsle gittik, sonra tekrardan trene bindik. Trene binmemizle sınırı geçmemiz bir oldu. Çok iyi hatırlıyorum, sabah ezanı okunuyordu. Ezan sesini duydum, sonrasında İstiklal Marşı’nı duydum ve bu şekilde Türkiye’ye geçtiğimizi anladım. Biz 8 Ağustos’ta hareket ettik yaşadığımız şehirden, 11 Ağustos 1989’da sınır kapısından Türkiye’ye geçmiş olduk.

4) Göç ederken yanınıza ne kadar özel eşya alabildiniz? Göç şartları nasıldı?

Onlar (eşyalar) trenle geldi, pek hatırlayamıyorum ancak yaklaşık olarak bir hafta sonra onları (eşyaları) almaya gidildi. Eşyalarımızı Sirkeci Garı’ndan teslim aldık. Eşyalar bizle gelmedi ve gelip gelmeyecekleri meçhuldu açıkçası. Biz kendimizi kurtarmaya çalışıyorduk o sırada.  Zaten bir metrekarelik vagona koyacağın eşya da ne kadar olabilirdi ki? Kendi özel ihtiyaçların dışında bir şey koyamıyordun ve getiremiyordun. Dolayısıyla çok da önemsemedik eşyaları, biz ailecek hep birlikte sınırı geçmeye çalışıyorduk. Sınırlar çok yoğundu. Her tarafta insanlar vardı, yaşlı insanlardan yeni doğum yapmış annelere kadar insanlar vardı. Mesela bizim kompartımanımızda yeni doğmuş bir bebek vardı. Çok zor şartlarda göç edildi. Hani biz orda (Dobriç’te) ekmek dahi alamadık bizim köydeki bakkaldan. Almamıza izin vermediler. Gittiğiniz yerden alırsınız, dediler.  Para verip almamıza rağmen böyle değişik bir tutumla karşılaştık.

5) Mali açıdan ne gibi zorluklar vardı?

Bulgar Hükümeti biriktirdiğimiz ve sahip olduğumuz paraları götürmemize izin vermiyordu. Belli bir limit vardı, limiti tam hatırlayamıyorum şu an. Birçoğunu dövize çeviremiyordun. Bu işler hep karaborsada yapıldı, oradan aktarıldı. Mesela bizim dairemiz vardı, apar topar sattık neredeyse dörtte biri fiyatına. Çünkü geri dönmeyi hiçbir zaman düşünmedik. Babamın köydeki büyük evi, büyükbaş ve küçükbaş hayvanları topluca, hiç pahasına satıldı. Sadece bir an önce gidelim istiyorduk. Satıştan sonraki paranın çevirebildiğimiz kadarını dövize çevirdik, büyük bir bölümünü hiç çeviremedik. Gelebildiğimiz kadar nakit parayla gelmek istiyorduk ve birçok insan gibi o paraları üstümüzde, kaçak olarak getirdik.

6) Bulgaristan göçmenleri Türkiye’de genelde nerelere yerleşti?

Gaziosmanpaşa, daha önceden de göç almış. 1958 göçünde gelenlere verilmiş, daha doğrusu gösterilmiş. Yugoslavya’dan gelenler de buraya yerleşmiş. Göçmenler birbirlerini korumak için bir yerde toplanmayı tercih ediyorlar. Avcılar, Halkalı, İkitelli de böyle toplu göç alan yerlerden.

7) Ev bulma konusunda nasıl bir yol izlediniz?

Buraya geldiğimizde herkes farklı yerlerdeydi. Hiç kimse hiçbir yeri bilmediği için, herkes genelde daha önce buraya göç etmiş akrabalarının yanına sığındı. Birkaç yıl sonrasında da herkes yavaş yavaş kirada oturmak yerine ev sahibi olma çabasına girdi. Birbirleriyle iletişim kurarak, mesela şurada boş bir arsa var, gel buraya ev yapalım, şeklinde konuşarak anlaştılar ve mahalleleşmeye başladılar. Bu mahallileşme Çorlu’da çok var. Mesela babam da oradan bir arsa aldı çünkü yakınlarında eski komşularımız ve akrabalarımız ve onların da komşuları oturuyordu. Orda böyle bir bölgecilik oldu yani, çünkü bizim kendi içimizden göç edenler oradaydı.

8) Göçmen olarak ne gibi işlerde çalıştınız?

Kimi göçmenler kendi mesleklerinde devam edebilecekleri işler bulabildiler, kimileri de bulamadı. Mesela annem aşçıydı ama burada, fabrikada makineci olarak çalıştı. Babam baş aşçıydı, burada çalıştığı fabrikanın yemeklerini yapmaya giderdi. Sonra da tatil köylerinde çalışmaya başladı.

9) İş bulma ile ilgili olumsuz bir deneyiminiz oldu mu?  

Burada kimlikler var mesela, orada pasaportlar vardı. Pasaportlarda çalıştığın yerin, oturduğun yerin adres bilgileri vardı ve çalıştığın yerde muhakkak o yerin mühürü olmalıydı, işe giriş tarihin de giriliyordu. Polis kontrolü yapıldığında bunlara bakılıyordu ve herhangi bir sorun olduğunda sana hemen ulaşabilmek için bunlar kontrol ediliyordu.  Herkes çalışıyordu, kimse şikâyet etmiyordu. Biz sürekli bunu gördüğümüz için biz de böyleydik ve şikâyet etmiyorduk çalışmaktan. İşi asma, işten kaytarma gibi durumlar yoktu. Bu yüzden, daha ucuza, daha fazla zaman çalıştırmak için fabrikalar göçmenleri işe almaya başladı. Bu durum, daha önce buralarda çalışan insanların göçmenler hakkında olumsuz bir tavır takınmasına sebep oldu.

10) Göçmenliğinize tepkiler nasıl oluyor? Türkiye’ye alışabildiğinizi hissediyor musunuz?

Bulgar mısınız, diye çok soran oluyor. İlk geldiğimizde daha fazla oluyordu ama şimdi böyle bir soruyla çok karşılaşmıyorum. Genellikle olumlu tepkilerle karşılaşıyoruz çünkü işimize-gücümüze bakıyoruz, çocuklarımıza, ailelerimize sahip çıkıyoruz. Göçmen hırsızlık yapmaz, kimseye yan gözle bakmaz, harama da el uzatmaz, kendi halinde insanlar yani. Birçoğumuz varımızı yoğumuzu bırakıp geldik. Orada kalanlar da tamamıyla vatan özlemiyle yanıp tutuşan insanlar. Birçoğu sağlık sebebiyle göç edemedi, bir çoğu da burada yapamadı. Çünkü rejim başka, alışkanlıklar farklı. Zordu aslında buraya adapte olmak, hepimize her şey çok farklı geliyordu. Konuşma tarzımız mesela… Keza otuz yıl geçti ama hala zaman zaman benim kullandığım farklı sözcükler oluyor. Herkes çalışkan olduğumuzu ve elimizden her işin geldiğini söylüyor ve ben bununla övünüyorum açıkçası. Tabii aramızda kötü örnekler de olmuş, beş parmağın beşi bir değil.

11) Göç deneyiminiz ve göç ettiğiniz ülkeden edindiğiniz ve sürdürdüğünüz bir kültür var mı?

Biz göçmen kimliğine sahiptik ama bu ayrımı biz yapmadık, karşı taraf yaptı (Türkiye’deki insanlar). Biz toplu halde göç ettik, yani bir iş gücü olarak geldik ve buradaki fabrikalar birçok insanı çıkarıp yerlerine bizleri işçi olarak aldı. Ben de zamanında fabrikada çalıştım, annem ve teyzem de. Küçük büyük farkı gözetmeksizin çalıştık. Çünkü çalışkanız ve hiçbir zaman mazeret uydurup da işe gitmezlik yapmayız. Bizden ne istendi ise onu yapmaya ve yetiştirmeye çalışırız. Bu konudaki titizlik ve çalışkanlık Bulgaristan’daki komünist rejimin bize aşıladığı bir şey. Orada senin sorumlulukların var ve bunları yerine getirmekle yükümlüsün.  Orda zaten zengin fakir ayrımı gibi bir durum yoktu, üç aşağı beş yukarı herkesin yaşam tarzı birbirine yakındı. Çok fazla bir ayrım olmadığı için de herkes canla başla çalışıyordu. Herkes yapması gerekenin bu olduğunu düşünüyordu. İşsiz kimse yoktu.

12) Göçmenlerin kendi aralarındaki ilişkiler nasıl?        

Göçmenler göç edince, birlik oluyor, kalabalık halde kalıyorlar, bir daire alıyor, o daireyi ödemek için çalışıyor sonra başka birine bir daire alıyorlardı. Mesela biz ilk göç ettiğimizde on kişi bir dairede oturuyorduk. Ayrı ayrık oturmuş olsaydık en az iki ya da üç kira ödeyecektik ama biz hep birlikte oturduk. Paralar hep bir yere toplandı, bir şeylere sahip olmaya çalıştık, evde bir tencere kaynadı.

13) Göçmen kimliğinize ne kadar bağlı hissediyorsunuz?

Ben göçmen olarak doğmadım, Türk olarak doğdum. Sonrasında göçmen oldum.

 

 

 

 

YEŞİM TIRPAN

GÖÇ ÇALIŞMALARI STAJYERİ

Çeviri Makale: 2020’nin En İyi Kitapları

Foreign Affairs, editörleri ve kitap eleştirmenleri tarafından yapılan değerlendirmelerin ardından 2020 yılının en iyi kitaplarını seçmiş ve bu kitapların isimlerini ve içeriklerini 4 Aralık 2020 tarihinde web sitesinde yayınlamıştır. Seçilen kitapların listesinin İngilizce aslını https://www.foreignaffairs.com/lists/2020-12-04/best-books-2020 sayfasında bulabilirsiniz.

Foreign Affairs editörleri ve kitap eleştirmenleri tarafından seçilip incelenen bu yılın en iyi kitapları;

EDİTÖRÜN SEÇTİKLERİ:

Burma’nın Gizli Tarihi: Irk, Kapitalizm ve Yirmi Birinci Yüzyılda Demokrasi Krizi 

Thant Myint-U

Thant Myint-U, Myanmar’ın geçtiğimiz on yılda sekteye uğrayan dönüşümünün belki de kesin açıklamasında, ülkenin modern siyasetini şekillendiren etnik-mezhepsel gerilimleri ve sömürge mirasını araştırıyor.

Ekonomistlerin Saati: Sahte Peygamberler, Serbest Piyasalar ve Toplumun Parçalanması

Binyamin Appelbaum

Bu ilgi çekici kitapta, Appelbaum, iktisatçıların ABD kamu politikasına yaptığı sayısız müdahalenin bir “devrim” den daha azına varmadığını, iyi niyetle, ancak zararsız olmaktan uzak, beklenmedik sonuçlara yol açtığını savunuyor.

Öncü: Siyah Kadınlar Engelleri Nasıl Aştı, Oy Kazandı ve Herkes İçin Eşitlikte Israr Etti ?

Martha S. Jones

Jones, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki sivil haklar için mücadelede eden siyah kadınları ön, merkez ve birçok durumda beyaz kadınların karşısına yerleştirerek, siyah kadınların siyasi aktivizminin olaylarını çoğu Amerikalının düşündüğünden daha fazla şekillendirdiği güçlü bir vaka haline getiriyor.

SİYASİ ve HUKUKSAL

İmparatorluktan Sonra Dünya Yaratma: Kendi Kaderini Belirlemenin Yükselişi ve Düşüşü

Adom Getachew

Getachew, 1945 sonrası sömürgecilikten kurtulma hareketinin kapsamlı bir açıklamasını sunuyor ve kitapta yalnızca Batı’nın egemenlik ve kendi kaderini tayin normlarının bir kapsamını değil, dünyayı daha eşitlikçi ve anti-emperyal bir yöne itmeyi amaçlayan devrimci bir projeyi tanımlıyor.

Başarısız Olan Işık: Batı Neden Demokrasi Mücadelesini Kaybediyor

Ivan Krastev and Stephen Holmes

Bu orijinal ve düşündürücü çalışmada Krastev ve Holmes, Doğu Avrupa’da ve başka yerlerde liberal demokrasiden geri çekilmenin, alternatiflere yer açmaktan ziyade tekil bir modernite modelini pekiştiren liberalizmin 1989 sonrası küresel zaferinden kaynaklandığını iddia ediyorlar.

Dar Koridor: Devletler, Toplumlar ve Özgürlüğün Kaderi

Daron Acemoglu and James A. Robinson

Acemoğlu ve Robinson, devletlerin ancak nadir durumlarda özgür toplumlar üretmeyi başardığını savunuyor. Orta Çağ Avrupa’sında devletler bu dengeyi bulmaya başladı ve o zamandan beri tarih, özgürlüğün son derece olumsal ve çoğu zaman geçici olduğu fikrini pekiştirdi.

EKONOMİK-SOSYAL-ÇEVRESEL

Zor Zamanlar İçin İyi Ekonomi

Abhijit V. Banerjee and Esther Duflo

 2019 Nobel Ekonomi Ödülü’nü kazanan Banerjee ve Duflo, hayatın her kesiminden insanlar için haysiyetin önemini tutarlı bir şekilde vurgulayarak, çok çeşitli yapısal ve politik konuları ele alıyor.

Tek Başına Kapitalizm: Dünyayı Yöneten Sistemin Geleceği

Branko Milanovic

Milanoviç, ekonomileri ve toplumları organize etmek için bir sistem olarak kapitalizmin kazandığını ve artık karşısında bir rakibi olmadığını savunuyor. Şimdi esas soru, geleceği ne tür bir kapitalizmin tanımlayacağıdır.

Kötü Olmayın: Büyük Teknoloji, Kuruluş İlkelerine ve Hepimize Nasıl İhanet Etti?

Rana Foroohar

Foroohar, dünyanın en büyük teknoloji şirketlerine yönelik keskin bir eleştiri başlatıyor ve en yıkıcı davranışları dizginlemek için çeşitli yollar öneriyor.

ASKERİ | BİLİMSEL | TEKNOLOJİK

Napolyon Savaşları: Küresel Bir Tarih

Alexander Mikaberidze

Mikaberidze, bu olağanüstü bilimsel çalışmada, Napolyon’un 1815’te Waterloo’daki yenilgisine kadar Fransa ile Avrupalı rakipleri arasındaki destansı mücadeleye hayati bir bağlam ve küresel bir bakış açısı sunuyor.

Bölünmüş Ordular: Modern Savaşta Eşitsizlik ve Savaş Meydanı Performansı

Jason Lyall

Lyall, eserinde etnik gruplar arasındaki ciddi eşitsizlikleri yansıtan silahlı kuvvetlerin savaşta daha eşit türlerine göre nasıl daha kötüye gideceklerini göstermek için büyüleyici vaka çalışmalarını kullanıyor. İddiasını destekleyen istatistiksel analizler diğerlerinin eşleştirmek için mücadele edeceği bir standart oluşturuyor.

Bizim Bedenlerimiz, Onların Savaş Alanları: Kadınların Yaşamıyla Savaş

Christina Lamb

Tecavüz, genellikle savaşın ikincil zararı değil, araçlarından birisidir. Lamb, olağanüstü bir çaba ile çağdaş kurbanları aradı ve onları cinsel kölelik, rutin taciz, travma ve damgalanma hakkındaki hikayelerini anlatmaya teşvik etti.

AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ

Hala Buradayız: Amerika’nın Kalbinde Acı ve Politika

Jennifer M. Silva

Pennsylvania’da azalan bir kömür kasabasının beyaz, Siyah ve Latin sakinleriyle yapılan röportajlardan yola çıkan Silva, bireyleri çevrelerindeki topluluğa bağlayan sosyal kurumların büyük ölçüde ortadan kaybolduğu bir umutsuzluk manzarasını tasvir ediyor.

Her Şey Yalandı: Cumhuriyetçi Parti Nasıl Donald Trump Oldu?

Stuart Stevens

Eski bir siyasi danışman olan Stevens, bu sert hesaplaşmada ırkçılığı, Nixon’un “Güney stratejisine” Reagan’ın “daha nazik önyargısına” ve Trump’ın “beyaz milliyetçiliğine” bağlayarak Cumhuriyetçi Parti’nin dönüşümünün merkezine yerleştiriyor.

Yalnızlık Politikası: Amerika’nın Kendini Dünyadan Koruma Çabalarının Tarihi

Charles A. Kupchan

Kupchan, Amerika Birleşik Devletleri’nin izolasyonizm politikası ile ilişkisinin kuruluşundan son yıllara kadar uzandığını savunuyor. Bu değerli ciltte, ABD’nin bu kötü huylu dış politika eğilimini yeniden şekillendirmek amacıyla ülke tarihinin tüm taramasını incelemektedir.

BATI AVRUPA

Brüksel Etkisi: Avrupa Birliği Dünyayı Nasıl Yönetir?

Anu Bradford

Bradford, Avrupa Birliği’nin katı düzenlemelerinin dünya çapındaki üreticilerin standartlarını nasıl yükselttiğini göstererek, Avrupa’nın azalan uluslararası konumuyla ilgili mitleri yıkıyor. Bu, Avrupa’nın son on yıl içinde çıkacak etkisine dair en önemli tek kitap olabilir.

Çizgili Yıldızlar: Avrupa Birliği ve Amerika Birleşik Devletleri Arasındaki Temel Ortaklık

Anthony Luzzatto Gardner

Bu dikkat çekici anı, Obama yönetiminin, tercih edilen bir ABD ortağı olarak AB için güçlü bir örnek oluşturan son ABD-Avrupa Büyükelçisinin izlenimlerini anlatıyor.

Tehlike Altındaki Dünya: Belirsiz Bir Zamanda Almanya ve Avrupa

Wolfgang Ischinger

Almanya, küresel çok taraflı düzenin gerçek anlamda ilerici bir vizyonunu tutarlı bir şekilde ifade eden ve çoğu zaman buna göre hareket eden tek büyük ülkedir. Bu pragmatik olarak iyimser bakış açısının bu önemli kitapta detaylandırılandan daha net bir ifadesi bulunamaz.

BATI YARIMKÜRE

ABD Hegemonyası ve Amerikalılar: Uluslararası İlişkilerde Güç ve Ekonomik Devlet Yönetimi

Arturo Santa-Cruz

Santa-Cruz, Amerikalar arası ilişkilerin incelenmesine yapılan bu dönüm noktası niteliğindeki katkısında, 1970’lerden beri Amerika Birleşik Devletleri’nin Latin Amerika’daki temel çıkarlarını Donald Trump’ın gelişine kadar tek taraflılıktan büyük ölçüde kaçınarak koruduğunu savunuyor.

Toplanma Fırtınası: Eduardo Frei’nin Özgürlük Devrimi ve Şili’nin Soğuk Savaşı

Sebastián Hurtado-Torres

Şilili tarihçi Hurtado-Torres, Santiago’daki ABD büyükelçiliği, ABD Dışişleri Bakanlığı ve Beyaz Saray arasında yeni yayınlanan diplomatik yazışmalardan yararlanarak, 1970 solcu Salvador Allende seçimlerinden önce ABD-Şili ilişkilerinin sofistike bir yeniden yorumunu sunuyor.

Yirmi Birinci Yüzyılda Bağımlılık mı? Çin-Latin Amerika İlişkilerinin Siyasi Ekonomisi

Barbara Stallings

Stallings’in küçük bir monograf taşı, Latin Amerika ve Çin arasındaki gelişen bağlarla büyüyen ancak yine de kötü olmayan bağımlılık ilişkisini anlatıyor.

DOĞU AVRUPA ve ESKİ SOVYET CUMHURİYETLERİ 

Paris’i Görmek ve Ölmek: Batı Kültürünün Sovyet Yaşamı

Eleonory Gilburd

Gilburd, Fransız pop müziğinin, İtalyan filmlerinin ve Batı romanlarının Sovyet yaşamının bir parçası haline gelmesiyle birlikte Sovyet lideri Nikita Kruşçev’in Batı’ya kültürel açılımının zengin bir tarihini sunuyor.

Woodrow Wilson ve Doğu Avrupa’nın Yeniden Şekillendirilmesi

Larry Wolff

Wolff, bu büyüleyici anlatımda, ABD Başkanı Woodrow Wilson’un bölgedeki tarihi sınırların ve siyasi rekabetlerin karmaşık gerçekliğiyle çatışan Doğu Avrupa’ya kendi kaderini tayin etme arayışının izini sürüyor.

Ajan Sonya: Moskova’nın En Cesur Savaş Casusu

Ben Macintyre

Macintyre’in yeni sürükleyici kitabı; bir Alman Yahudisi, tutkulu bir Komünist ve “Sonya” adlı inanılmaz derecede etkili bir Sovyet casus kodu olan Ursula Kuczynski’nin gerçek hikayesi.

ORTADOĞU

Filistin’de Yüz Yıllık Savaş: Yerleşimci Sömürgecilik ve Direnişin Tarihi, 1917–2017

Rashid Khalidi

Khalidi, Siyonistlerin Filistin iddiasına ilişkin güçlü bir argüman oluşturuyor ve bunu İngiliz ve Amerikan emperyalizminin çoğunu karakterize eden yerleşimci sömürgeciliğiyle karşılaştırılabilir olarak çerçevelendiriyor. Bu kitap, Filistin bakış açısından bu çatışmanın şimdiye kadarki en inandırıcı ve zorlayıcı açıklamasını sunuyor.

MBS: Muhammed bin Salman’ın Güce Yükselişi

Ben Hubbard

Hubbard, Suudi Arabistan’ın sabırsız genç veliaht prensi Muhammed bin Selman’ın yükselişi ve giderek artan anlamsız güç konsantrasyonuyla ilgili iyi hazırlanmış, etkileyici ve ilgi çekici bir şekilde anlatılan bir hikaye sunuyor.

Hibrit Aktörler: Ortadoğu’da Silahlı Gruplar ve Devlet Parçalanması

Thanassis Cambanis, Dina Esfandiary, Sima Ghaddar, Michael Wahid Hanna, Aron Lund, and Renad Mansour

Cambanis ve meslektaşları, Orta Doğu’da özellikle zorlayıcı bir tür silahlı devlet dışı aktör hakkında kışkırtıcı bir tartışma ürettiler: devletle beraber ya da devletle rekabet içinde hareket edebilen “hibrit aktör”.

ASYA ve PASİFİK

Devrim Zamanında Göç: Çin, Endonezya ve Soğuk Savaş

Taomo Zhou

1945-1967 yılları arasında Çin-Endonezya ilişkileri üzerine etkileyici bir şekilde araştırılmış bu çalışma, devletler arası diplomasiyi, partiden partiye bağları ve Endonezya’nın etnik Çin toplumunun bugüne kadar devam eden algısını şekillendiren Pekin-Taipei nüfuz yarışmasını birbirine bağlamaktadır.

Çin’de Siyasi Kontrol Sanatı

Daniel C. Mattingly

Mattingly, Çin devletinin kırsal toplumla ilişkisine bakarak, devletin yerel akrabalık ve dini ağlardan düşük seviyeli yetkilileri işe aldığı dinamik ancak hassas bir şekilde dengelenmiş bir sistemi anlatıyor.

Butto Hanedanı: Pakistan’da Güç Mücadelesi

Owen Bennett-Jones

Hem Butto ailesinin hem de Pakistan siyasetinin bu samimi portresinde Bennett-Jones, üç kuşaktan oluşan karmaşık bir Shakespeare tarzı ile sadakat ve kan davası, güvensizlik ve küstahlık, kıskançlık ve dayanışma hikayesi anlatıyor.

AFRİKA

Rejim Tehditleri ve Devlet Çözümleri: Kenya’da Bürokratik Bağlılık ve Yerleşiklik

Mai Hassan

Kenya’daki bürokrasinin bağımsızlığından bu yana yapılan dikkate değer bu çalışma, otoriter bir devletin iç dinamiklerine ilişkin son zamanlarda yapılan çok az sayıda akademik çalışmadan biri olduğu için çok daha etkileyici.

Nijerya’nın Paralı Askerleri: Abacha ve Obasanjo Yılları

Max Siollun Siollun

Askeri ordunun Nijerya’daki rolü konusunda önde gelen bir uzmandır. Keskin bir dille yazılmış ve sağlam bilgiler içeren bu kitap, kıdemli subayların güçlerini korumak için sürekli önlem aldıkları, özellikle ‘zehirli bir politikanın’ yükselişini gördükleri 1993 ile 1999 arasındaki döneme odaklanmaktadır.

Henüz Yardım Yokken: Somaliland’da Savaş ve Barış

Sarah G. Phillips

Phillips’in ayrıntılı ve provokatör çalışması, 1991 yılında Somali’den tek taraflı olarak ayrılan bölge olan Somaliland’ın yakın tarihinin en ilgi uyandıran çalışmasıdır. Ülkenin başarısına ilişkin açıklaması, yerel ve uluslararası dinamikleri bir araya getirmektedir.

ÇEVİRİ: ULIWIKI EKİBİ

Rabia Gizem Şenoğlu

Muhammed Emin Keskin

Selin Dikmen

Gülin Sena Esen

History Did Not End Brazilian Landless Workers’ Movement

0

Fizikçi ve “DNA’dan Yapay Zekaya İnanılmaz Aklın Yolculuğu” kitabının yazarı Mario Alemi, bizi bu belgeseliyle Brezilya’da topraksız köylü hareketine götürmektedir. Mario Alemi; yapay zeka, yazma ve seyahat tutkusu ile fizik alanında doktora derecesine sahiptir. Ağırlıklı olarak CERN ve Cenevre’de olmak üzere 8 yıllık bilimsel araştırmanın ardından, Londra’daki City Üniversitesi’nde Uluslararası Gazetecilik bölümünden mezun olmuştur. Bu sayede birkaç yıl boyunca üç tutkusunu yerine getirmeyi başarmıştır: ESCP’de (Ecole Superieure de Commerce de Paris) nicel yöntemler öğretmek; Brezilya, Yemen ve Hindistan’da belgeseller çekmek; çeşitli yayınlar için (The Economist ve The Financial Times) ve AI (Artificial Intelligence) ile ilgili projelerde çeşitli şirketlere danışmanlık yapmak…

“Bazen arkadaşlarım bana soruyor: ‘Jamil, topraksızlar hareketinin içinde misin?’ Ben şöyle yanıtlıyorum: ‘Hareketin içinde değilim, hareket benim.’”

Belgesel, Movimento dos Trabalhadores Rurais Sem Terra (MST) üyelerinden birinin hareketin felsefesini net bir şekilde açıklayan bu sözleriyle başlamaktadır. Daha sonra kolektif liderlerden Delwek Matheus, Topraksızlar Hareketi’nin tarihine ilişkin bilgiler vermektedir. MST, Brezilya’da toprak için verilen savaş tarihinin bayrağını taşımaktadır. Brezilya’da toprak için verilen mücadelenin oldukça eski olduğunu, toplumun varoluşundan beri burada toprak için bir kavga olduğunu anlatmaktadır. Bu tarih; siyahların, köylülerin, yerlilerin kavgası olarak başlamaktadır.  Belgesel, esas olarak 50’li ve 60’lı yıllardaki hareketlerin önemine değinmektedir. Daha sonra savaş sürecini bozan askeri diktatörlük (1964-1984) yılları ele alınmaktadır. Askeri diktatörlüğün Brezilya’da tarım reformu için mücadelede, yani köylülerin mücadelesinde bir rolü ve etkisi vardır. 20 yıllık askeri diktatörlükte tarım reformu hakkında konuşmanın dahi yasak olduğu yıllar yaşanırken toprak için savaşmaya bu diktatörlükte yer olmadığı vurgulanmaktadır.

MST’nin tarihsel liderlerinden Pedro, yazdığı kitapta toprakları işgal etmenin mücadelenin en güçlü yolu olduğunu belirtmektedir. Kendi taraflarında olduklarını kanıtlamanın en iyi yolunun toplumun tüm katmanlarını bu karşı çıkışa ortak olmaya çağırmak olduğuna değinmektedir. Belgeselde dikkat çeken bir diğer nokta ise hareketin pek çok grubun birlikteliğinden meydana gelmesidir. Topraksız Hareket, esas olarak ülkede toplumun farklı kesimlerinden doğan bir harekettir. Katolik Kilisesi’nden ve Lutherian Kilisesi’nden üyeleri vardır.  Sendikalar ve sol partiler hareketin bileşeni olmuşlardır. MST’nin kuruluşunda toprağın bu denli yenilenmesi için toplumun farklı alanlarından gelen koca bir militan kalabalığı görülmektedir.

Belgeseldeki röportajlar,  MST’nin artık sadece toprak için mücadele eden bir hareket olarak görülmediğini; aynı zamanda tüm toplum tarafından kabul edilen iyi bir eğitim sistemine sahip olduğu görüşüyle desteklenmektedir. Bu eğitim tasarısı üretim, kooperatifçilik, çevre gibi konuları barındırmaktadır. Bu şekilde MST’nin Brezilya toplumuyla her geçen gün bütünleştiği belirtilmektedir. Orta sınıf, liberal, entelektüel gibi farklı segmentlerden gelen aile bireylerinin yer almasını bu bütünleşmeye bağlamaktadır.

Son olarak,  Lula’nın Başkan seçilmesinde MST’nin anahtar rol oynadığı  görüşü hakimdir. Bu görüş, Lula’nın MST’nin daha önceki hükümet faaliyetlerini sorgulayan ve halk tartışmalarına açan grupların başında gelmesine dayanmaktadır. Lula’ya halktan bu desteği önceki hükümetin izlediği yanlış politikaları açıkça göstermesiyle kazanmıştır. Aynı zamanda MST’nin siyasi partilerden bağımsız yapısını her zaman koruduğuna dikkat çekilmektedir. Çünkü bu sayede Lula hükümette olsun ya da olmasın, MST mücadeleye devam edebilecektir. Bu hareketin siyasi bir hareketten öte sosyal bir nitelik taşıdığı ve herhangi bir siyasi partiye bağlı olmayacağı vurgulanmaktadır. Brezilya’da zenginliğin yeniden tahsisinin mücadelesiz bir şekilde mümkün olmayacağı; bunun için de Lula’nın bunu yapmasını bekleyecek kadar vakit olmadığı, çünkü Lula’nın bunu gerçekleştirmeyeceği, kapitalist devlet yapısının ve tarımla olan tüm kapitalist ilişkilerin buna izin vermeyeceği ifade edilmektedir.

 

 

NAZLICAN DEMİR

LATAM STAJYERİ

Avrupa Birliği Göç Politikalarının Değişimi

 

Özet

Avrupa Birliği göç politikaları, kuruluşundan itibaren dönemin politik olaylarına ve kendi dinamiğine göre değişiklikler göstermiştir. İkinci Dünya Savaşı sonrası hayatını kaybetmiş binlerce Avrupa genci büyük bir işgücü açığı oluşturmuştur. Neredeyse her sektörde yaşanmış işgücü ihtiyacı ile Avrupa Birliği göç almaya sıcak bakmıştır. 1970’lerde yaşanmış petrol krizi ve sonrasında gelen küresel ekonomik durgunluk Avrupa halkının da işlerini kaybetmesine neden olmuştur. Bu yüzden Avrupa halkı göç karşıtı politikalar benimsemiştir. Soğuk savaş sonrası dönemde birlik üyesi ülkelerde göç hareketleri başlamıştır. 2015 göçmen krizi ve sonrasında, Avrupa Birliği göç politikaları büyük değişiklikler göstermiştir. Avrupa Birliği üye devletleri ile ortak bir göç politikası oturtmaya çalışırken diğer yandan bazı üye devletlerin birliğin kurulma amacına tezatlık gösteren uygulamaları görülmektedir. Bu çalışma, Avrupa Birliği’nin kuruluşundan bu yana oluşturduğu göç politikalarını, Arap Baharı ve sonrasında gelen 2015 Mülteci Krizinin Avrupa Birliği’nin göç politikalarına etkilerini ve değişen göç politikalarının Türkiye’nin üyelik sürecine etkilerini incelemektedir.

 

Abstract

European Union migrant policies have changed according to the political events of the period and their own dynamics since its establishment. Thousands of European youth who lost their lives after the Second World War created a huge labor force deficit. With the need for workforce experienced in almost every sector, the European Union leaned towards immigration. The Oil Crisis of the 1970s and the subsequent global economic recession caused the people of Europe to lose their jobs. That’s why the European people have adopted anti-immigrant policies. In the Post-Cold War period, even though the violence was not that much, movement of migration started in the member countries of the Union. The European Union made great changes in their migrant policies after the 2015 Immigration Crisis. While trying to establish a common migrant policy with the member states of the European Union, on the other hand, practices of some member states were observed that stand in stark contrast to the founding purpose of the union. This study examines that the migrant policies of the European Union since its establishment, the impacts of the Arab Spring and the Refugee Crisis in 2015 to the migrant policies of the European Union and the effects of the changing migrant policies to the membership process of Turkey.

2015 Avrupa Birliği Göç Politikaları Değişikliğinin Türkiye’nin Üyelik Sürecine Etkileri Nelerdir?

 

Giriş

Göç, insan ya da insan topluluklarının aynı ülke içerisinde veya ülkeleri dışında gerçekleştirdikleri yer değişikliğine denir. Bu yer değişikliğinin birden fazla sebebi olabilir. Bu yüzden göç kendi içerisinde tanımlara ve alt başlıklara ayrılmıştır. Avrupa Birliği’nde, özellikle Avrupa Birliği’nin temel antlaşmalarından biri olan 1957 Roma Anlaşması ile birlikte, en önemli konular insan haklarına saygı ve demokrasidir. Bu pozitif amaçlar zamanla yerini güvenlik arayışı politikalarına bırakmıştır. Avrupa Birliği mevcut yapısı ve konumu ile en cazip göç merkezlerinden biri olmuştur.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’da, göç dalgalanmalarında yoğun artışlar yaşanmıştır. Sonrasında gelen 1970 Petrol Krizi ile birlikte yerel halkın işsizlik korkusu göç politikalarında durgunluk oluştursa da 1980’lere kadar Avrupa vatandaşı olmayan işgücü sayısında artış görülmüştür. 1990 yıllarında yeni göç hareketleri başlamış, dönemin en yüksek göç alımı 1992 yılında gerçekleşmiştir. Avrupa Birliği’nin temelini oluşturan en önemli anlaşmalardan biri olan Maastricht Antlaşması ile Avrupa Birliği üye ülkeleri vatandaşları birlik vatandaşı sayılacaktır. Ayrıca Schengen Bölgesi düzenlemeleri ile birlikte Avrupa Birliği vatandaşları için dolaşma hakkı gittikçe özgürleşirken yapılan uygulamaların aksine Avrupa Birliği üyesi olmayan ülkelerin vatandaşları için daha da zorlaşmıştır.

Avrupa Birliği, 2015 yılında yaşamış olduğu göç krizinden sonra karşılaştığı kontrolsüz göçmen sayısını düzenlemek ve kontrol altına almak için yeni bir göç politikası geliştirmeye karar vermiştir. Bu politika değişikliğinde Türkiye’yi depo ve geçiş ülkesi olarak gören Avrupa Birliği ile Türkiye arasında 2013 yılında Geri Kabul Anlaşması imzalanmıştır.

Bu çalışma, Avrupa Birliği göç politikalarını 2015 ve öncesi genel bir inceleme, 2015 politika değişikliğinin Türkiye’nin üyelik sürecine etkilerini, politika değişikliğine sebep olan etkenleri ve Geri Kabul Anlaşması’nı inceleyerek cevap verecektir. Avrupa Birliği’nin Türkiye ile tam üyelik müzakere sürecini öne sürerek göçmen sayısını en aza indirme çabaları incelenecektir.

Anahtar Kelimeler: Avrupa Birliği, Geri Kabul Anlaşması, Göç politikaları, Türkiye, Suriye

 

Literatür Taraması

Literatürde Avrupa Birliği’nin göç politikaları genelde 2011 öncesi ve sonrası olarak ayrılmıştır. Literatürde yapılan çalışmaların çoğu özellikle II. Dünya Savaşı sonrası yaşanan ekonomik bunalımı çözmek adına çeşitli ülkelerden alınan işçi göçü ve bunun etkilerini incelemiştir. Hilal Zorba’ya göre, II. Dünya Savaşı sonrası ekonomiyi düzeltmek için yabancı işçi göçünün gerçekleştirilmesi bir zorunluluktur. Ancak ekonomi kendini toparlayıp nüfus artmaya başlayınca bu göçmenlerin geri gönderilmesi için çalışmalar yapılmıştır. Çünkü daha önce bir kurtarıcı olarak görünen göçmenler artık yük olarak görülmeye başlanmıştır. Çalışmalarda Avrupa’ya yaşanan çeşitli göç dalgaları ve bunun AB üzerine etkileri tartışılmıştır. Özellikle daha iyi yaşam koşulları ve özgürlükler nedeniyle cazibe merkezi haline gelen Avrupa ülkeleri göç alan başlıca merkezlerden olmuştur. Belki de Avrupa Birliği (AB) gibi büyük bir yapının içinde bulunmaları bu ülkeleri gelişmekte olan veya yoksul ülkelerin gözünde daha da çekici hale getirmiştir. (Zorba, 2016) İncelemeye, bu çalışmada asıl değinilmek istenen konu Suriyeli mülteci krizinin Türkiye’nin üyelik sürecine etkileri olarak bakmamız gerekirse bu bağlamda Avrupa Birliği’nin Türkiye’yi bir depo ülkesi olarak gördüğünü ve az maliyetle sınırlarının uzağında tutmak istediği görülmektedir. Avrupa Birliğinin özellikle 11 Eylül’den sonra artan yabancı korkusu, Fiona B. Adamson’a göre 2004 yılında Madrid’de, 2007 yılında ise Londra’da gerçekleşen bombalı saldırılar ile daha da artmıştır.(Köse, 2016)

Suriyeli mülteciler Türkiye ve AB’yi çözüm üretmek adına işbirliği yapmaya mecbur hale getirmiştir.  (Çelik, 2020)

 

Metodoloji

Bu çalışmada Avrupa Birliği’nin göç politikaları birliğin genişleme süreciyle ortak bir şekilde ele alınacak, anlaşılırlığı kolaylaştırmak adına göç politikaları kısaca tarihi bir süzgeçten geçirilecektir. İlk bölümde Avrupa Birliği’nin göç politikalarının başlama süreci 2.Dünya Savaşı’ndan itibaren incelenmeye başlanacak ve 2. Dünya Savaşı’ndan günümüze yaşanmış küresel olayların Avrupa Birliği’nin göç politikalarına etkisi tartışılacaktır.

İkinci bölümde ise günümüzün en önemli göç sorunlarından birine sebep olan Suriye İç Savaşı, Avrupa Birliği açısından incelenecek, Avrupa Birliği’nin Türkiye ile yapmış olduğu Geri Kabul Anlaşması ve anlaşmanın sunduğu vaatleri, bu vaatlerin gerçekleşip gerçekleşmediği ve gelinen son noktanın üyelik sürecine etkisi olup olmadığı incelenecektir.

 

Avrupa Birliği Ortak Göç Politikası ve Mülteci Rejimi

İlk olarak 1951 yılında Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu olarak ortaya çıkan Avrupa Birliği’nin siyasi ortaklık oluşturulmasına yönelik çalışmaları 1970’lerde başlamıştır.

Avrupa Birliği Göç Politikaları ve Avrupa’ya göç dalgaları, II. Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkmaya başlamıştır. Savaş sonrasında birçok genç insanın hayatını kaybetmesi her sektörde büyük bir açık yaratmıştır.

İkinci Dünya Savaşı ve sonrası dönemde, özellikle 1970’lerin sonuna kadar Avrupa’ya yapılan göç işçi göçüdür. Bazı üye devletler (Almanya, Fransa) savaş dolayısıyla kaybedilen vatandaşlardan dolayı oluşmuş işgücü açığını kapatmak için işgücünü ucuza sağlayabilecekleri ülkelerden işçi kabul etmişlerdir. Bu tarihlerde yaşanan göçler Avrupa Birliği tarafından ılımlı karşılansa da zamanla bu göçleri azaltacak politikalar görüşülmeye başlanacaktır. 1975’te yaşanan göçler ise 1970’lerde gitmiş işçilerin aile birleşimi gerekçesiyle yapmış olduğu aile göçüdür. 1980’lerin sonuna geldiğimizde Avrupa’da düzensiz göçü azaltacak politikalar uygulanmış, 1980’lere kadar gittikçe artan yabancı işçi sayısında sınırlamalar ile birlikte düşüş yaşanmıştır. Avrupa’da göç, 1980’li yıllarda birçok yeni özellik göstermiştir. Bu dönemde sığınmacı sayılarının çok büyük sayılara ulaşması, düzensiz göç ve aile birleşimi seçeneklerinin oluşmasına da neden olmuştur. Bu döneme kadar Kuzey Avrupa’da yoğun olarak işgücü piyasasında vasıfsız işgücü boşluklarını dolduran göçmenler 1980’lere gelindiğinde Güney Avrupa’ya da yönelmeye başlamıştır. (Penninx, Spencer ve Hear, 2008).

Berlin Duvarı’nın 1989’da yıkılması ile göç akınlarında doğal bir artma görülmüştür. 1992 Maastricht Antlaşması ile de “Ortak Dışişleri ve Güvenliği Politikası” başlamıştır. Avrupa Birliği, özellikle Berlin Duvarı’nın yıkılmasının ardından, kuruluş amacı olan insan hakları ve demokrasi gibi değerleri ile üye devletlerin güvenliğini sağlaması arasında bir denge politikası uygulamaya çalışmıştır. Soğuk Savaşın sona erdiği 1990’lı yılların başına kadar Avrupa Birliği bölgesel nüfus kontrolü politikalarını uygulama imkânı bulmuştur. 1990’lı yıllardan itibaren, büyük boyutlarda olmasa da Avrupa Birliği ülkelerine yeni göç hareketleri başlamıştır.

1990 yılından itibaren Avrupa’ya yapılmış göçlerin çoğunu Yugoslavya’dan koruma aramak için kaçan göçmenler, Iraklılar, İranlılar, Türkler ve Faslılar oluşturmaktadır. Yıllara ve rakamlara göre incelediğimizde, 1989 Berlin Duvarı’nın yıkılması ve 1991 Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından Avrupa’ya göç artış göstermiştir.

Avrupa Birliği 1994 yılında Schengen Anlaşması’nı kabul etmiştir. Bu anlaşma AB sınırları içerisinde sınır kontrollerini yok etmiştir. Bu yeni düzenlemeler Birlik sınırları içinde serbest dolaşım, Avrupa vatandaşları için eşitlik ve demokrasi temelini oluştururken üye devletler için daha kısıtlanmış politikalar anlamına gelmektedir (European Parliament, 2017). Böyle bir değişiklik ise üye devletlerin göç ve sığınma politikalarının uyumlaştırılmasını ve Birlik çerçevesinde oluşturulacak Avrupa Ortak Sığınma Sistemi’ni gerekli kılmıştır (Dearden, 1997). Maastricht ve Schengen süreci ile birlikte ortak sınırlara yönelen göç hareketlerinin düzenlenmesi bir sorun olarak ortaya çıkmıştır. Çünkü göç yönetimi hem Birliğin sınır güvenliğini hem ortak sığınma sistemini hem de vize işlemlerini kapsamaktadır. Bu nedenle 1997 Amsterdam Antlaşması’nda ortak karar mekanizması göç alanını kapsayacak şekilde genişletilmiştir.

1999 Tampere Zirvesi’nde göç, Avrupa Birliği’nin dış politikası kapsamında ele alınmaya başlanmış, en büyük sorunlardan biri olan düzensiz göçü azaltmak için göç merkezi ülkelerdeki kalkınmayı desteklemek gerektiğine değinilmiştir. (Tampere Başkanlık Sonuç Bildirisi Kararları, 1999). Avrupa Birliği, 2007 yılında imzalanan Lizbon Anlaşması üye devletlerin ortak bir göç politikası olmasını hedeflemiştir.

Avrupa Birliği ülkelerinin göç politikalarının en önemli adımı, göçmenlerin ve iltica arayanların sayısını belirlemek ve azaltmak, müracaat edenleri, müracaatlarından vazgeçirmek için tasarlanmış yerel politikalardır.

Avrupa’nın çoğunluğunu Suriye iç savaşından kaçanların meydana getirdiği ve AB’nin politikalarını sıkıntıya sokacak derecede tüm ülkeleri etkileyen ani göç dalgası, Avrupa’ya sıkıntı yaşatmaktadır. 2015 yılında Avrupa Komisyonu, Avrupa Birliği’nin göç politikasını iyileştirmek için önlemler sistemi önermiştir. Avrupa Birliği’nin dünyadaki konumunu güçlendirmek için karar alınmıştır. Bu karar, 2015-2020 Göçmen Kaçakçılığı ile Mücadele Eylem Planı ile güçlendirilmiştir.

 

Suriye İç Savaşı ve Birliğin Tutumu

Suriye İç Savaşı, 2011 yılı ve sonrasında yaşanan olaylar ile başlamıştır. Savaşa diğer uluslararası aktörlerin de dahil olması ile birlikte bu savaş küresel bir boyuta ulaşmıştır. Küresel boyuta ulaşan bir diğer sorun ise iç savaşın bir sonucu olarak yaşanan mülteci krizidir. Can güvenliği olmayan mülteciler daha güvenli bir bölge olarak düşündükleri ülkelere göç etmek istemektedirler.

Avrupa Birliği kuruluş amacına tamamen ters düşecek bir biçimde en az hasar ve maliyetle, sorumluluk paylaşımından olabildiğince kaçınmış, topraklarında mülteci kabul etmek istememiştir. İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana yaşanmış en büyük mülteci krizlerinden olan Suriye mülteci krizini idame ettirememesi, Ege ve Akdeniz sularında on binlerce mültecinin hayatını kaybetmesine neden olmuştur. Avrupa Birliği üye devletlerinin göç politikaları kendi içlerinde farklılık gösterse de birliğin ortak bir göç politikası sunmasının daha doğru olacağını düşünmektedirler. Fakat Macaristan’ın sınırlarını dikenli tellerle çevrelemiş olması, ayrıca Macaristan ve Polonya’nın göçmen karşıtı politikaları bu durumu zorlaştırmaktadır. Bu yüzden üye devletlerin politikası birebir örtüşmese de göç politikalarının bir uyum içerisinde olması önemlidir (Değirmenci,  2011:  96).

Türkiye Suriyeli göçmenlere kucak açarken Avrupa Birliği bu konuda kayıtsız kalmaktadır. Avrupa Birliği’nin bu ötekileştirici politikasının en önemli sebeplerinden biri 11 Eylül saldırılarından sonra doğan İslam düşmanlığı ve Avrupalı olmayana karşı duyulan korkudur.

2017 yılı rakamlarına göre Suriyeli mültecilerin sayısı beş milyona yaklaşmış durumdadır. Bu rakam bazında üç milyona yakın mülteci Türkiye’de yer alırken, iki milyon mülteci ise Mısır,  Irak,  Ürdün ve Lübnan’a dağılmış durumdadır  (UNHCR,  2017).  Yani Türkiye diğer 3 ülkenin toplamından daha fazla mülteciye ev sahipliği yapmaktadır.

Avrupa Birliği’ne göç veren rotalar üçe ayrılmıştır. Bu rotalardan Türkiye uzantılı olan Doğu Akdeniz rotası, Türkiye’den Avrupa’ya deniz aracılığı ile gidişi ifade eder. 2015 yılında Suriye Savaşı sığınmacıları bu rotayı kullanarak Türkiye üzerinden AB’ye gitmiştir. Bu rotaya düzensiz gelenlerin sayısı, AB ile Türkiye arasındaki yakın işbirliği sayesinde büyük ölçüde azalmıştır.

Avrupa Birliği bu krizi kendi sınırlarının dışında çözmeyi amaç edinmiştir. Bu yüzden Geri Kabul Anlaşmaları’nı kendi sınır güvenliğini korumanın bir yolu olarak görmüştür. Birliğe yönelen göçmenleri transit ve depo ülkesi olarak gördüğü 3. ülkelere yönlendirerek göçü kendi sınırlarının dışında çözdüğünü düşünmektedir. Geri Kabul Anlaşması ile Avrupa Birliği’nin sorumluluk paylaşımı önerisi ile devletlere sunduğu fırsatlar ise vize işlemlerini kolaylaştırma hatta muafiyet sağlama ve üçüncü ülkeye ekonomik destek sağlamaktır.

AB, Balkanlar’daki göç kaynağını kapatmayı ve Avrupa’da sadece Türkiye üzerinden gelen düzenli göçmen ve mültecilere izin vermeyi kabul etmiştir. Katılımcı ülkeler, göçmenlerin ve mültecilerin kendi topraklarından geçişini sonsuza kadar durduracaklardır.

AB’nin sınırlarındaki kontrol daha sıkı bir hale getirilecek; Yunanistan, kuvvetli bir göç akışının kabulü nedeniyle yüklü miktarda ekonomik destek alacak ve ayrıca Türkiye’nin Avrupa’ya düzensiz göçmenlere izin vermeyeceği ve AB’ye girmesine izin verilmeyen göçmenleri ise geri alacağı konusunda bir anlaşmaya varılacaktır.

Avrupa Birliğinin Geri Kabul anlaşması yaptığı ülkelerden biri de Türkiye’dir. Bu anlaşmaya göre AB üyeleri Türkiye’de kabul edilen her Suriyeli mülteci karşılığında bir Suriyeli mülteciyi topraklarına alacaktır. (Business HT, 2016; BBC, 2016).

Geri Kabul Anlaşması’nın Türkiye ile Avrupa Birliği ilişkileri açısından bazı anlamları bulunmaktadır. İlk olarak, anlaşmanın Türkiye açısından en belirgin anlamı yasadışı yollarla Avrupa Birliği ülkelerine giden veya bu ülkelerde bulundukları zaman diliminde düzensiz göçmen durumuna düşen Türk vatandaşları ve Türkiye üzerinden anlaşmaya taraf olmuş ve diğer ülkelere geçiş yapmış üçüncü ülke vatandaşlarının yani Suriyeli mültecilerin ve vatansızların Türkiye’ye geri gönderilmesi gerekmektedir. Yani Türkiye ile 2013 yılında imzalanan Geri Kabul Anlaşmasına göre,  Yunanistan’a Türkiye üzerinden düzensiz yollardan geçen ve sığınan her mülteci, Türkiye’ye geri yollanacaktır ve Türkiye Cumhuriyeti de mültecileri geri kabul edecektir. Aynı şekilde, Avrupa Birliği vatandaşlarının da Türkiye’den AB’ye geri gönderilmesi gerekmektedir. Bir diğer anlam, Türkiye üzerinden yasadışı yollarla AB ülkelerine geçen göçmenlerin ülkelerine geri dönüşleri Türkiye üzerinden sağlanacaktır. Fakat burada dikkat edilmesi gereken husus, Türkiye üzerinden geri gönderim için Türkiye’nin sadece kaynak ülke ile geri kabul anlaşmasını imzalamak zorunda olduğudur. Anlaşmanın bütünleşme açısından anlamı ise tam üyelik kriterleri arasında yer almamasıdır.

Ek olarak Avrupa Birliği tarafından Türkiye’ye Geri Kabul Anlaşması’nın uygulanması için maddi yardımda bulunacağı söylenmiştir. Ayrıca tüm Geri Kabul Anlaşmaları’nda olduğu gibi Schengen Bölgesinde vize muafiyeti uygulanacağı belirtilmiştir. Başlangıçta vize muafiyeti ve Geri Kabul Anlaşması birbirinden farklı konular iken zamanla aynı anda değerlendirilen iki konu haline gelmiş fakat iki ülke arasındaki bazı problemler nedeni ile uygulanamamıştır. Vize Serbestliği sadece kısa süreli seyahatlerde kolaylaştırma sağlamıştır. Avrupa Birliği’ne düzensiz mülteci göçünün neredeyse yarısı Türkiye üzerinden sağlanmaktadır. Türkiye Geri Kabul Anlaşması’na bazı şartlar da getirmiştir. Türkiye, Geri Kabul Anlaşması’nı uyguladığında Avrupa Birliği vize şartını hala kaldırmamış ise Türkiye anlaşmayı iptal edebilecektir. Ayrıca Türkiye 1951 Cenevre Sözleşmesi’nde tanımladığı coğrafi sınırlama ve Türkiye’nin Avrupa Birliği vize politikalarına uyumunun eksiksiz olabilmesi ancak Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tam üyeliği sağlandığında mümkün olacaktır. Avrupa Birliği sınırlarındaki mülteci nüfusunun artması ile Türkiye ile daha sıkı önlemler ve sorumluluk paylaşımı içeren anlaşmalar yapmak isterken kendisi bu isteğinin tam da zıttı olarak aday ülkelerle hatta bazen de aday bile olmayan ülkelere karşı uyguladığı vize serbestliği başlatmış olması Türkiye için büyük bir güvensizliğe neden olmuştur. Buna ek olarak, 22 Eylül 2015’te, Avrupa Birliği üye devletleri Avrupa’daki mültecilere ulusal kota verme kararı almıştır.

Türkiye’nin ekonomik ve sosyal sorunların üstesinden gelme problemi, sadece Türkiye’nin sorunu olarak görülen bir düzeye gelmiştir. Avrupa Birliği’nin önceliğini değiştirmesi gerekmektedir ve bu yük eşit taşınmalıdır. Fakat Avrupa Birliği, Suriyeli mültecilerin en aktif geçiş yolunu Türkiye olarak görmüştür ve sorumluluğu Türkiye’ye yüklemiştir. Türkiye’nin coğrafi konumunu bahane ederek problemleri Türkiye topraklarında çözmek istemesinin nedeni bunu, mülteci krizini kolayca çözmek için başlı başına karlı bir çözüm olarak görmesidir. Avrupa Birliği’nin temel amacı, finansal yardım ve teşvik politikaları yoluyla Türkiye’deki mültecileri caydırmak, Türk vatandaşları için vize açılmasını müzakere etmek ve böylece sınırın Türkiye’nin koruyucusu haline gelmesini sağlamaktır. İç politika alanının genişlemesine paralel olarak Türkiye’nin dış politikasının oluşturulması, AB’nin işini kolaylaştırmıştır.

 

SONUÇ

Avrupa asırlar boyunca coğrafi konumu nedeni ile göç alan bir bölge olmuştur. Zamanla sınırlarının genişlemesi ve gelişmişliğinin artmasıyla birlikte özellikle sınır devletlerinden gelebilecek göç tehlikesi ile karşı karşıya kalmıştır (Gülçiçek, 2003). 2011 senesinde başlayan Suriye İç Savaşı tüm dünyayı ciddi bir mülteci krizinin içine sokmuştur. Savaş, 2012 senesinde etkilerini sınır ülkelerinde göstermeye başlamıştır. Türkiye, Lübnan gibi ülkeler henüz savaşın başlarında mülteci akınına uğramışlardır. Ancak bu durum AB tarafından görmezden gelinmiş, yok sayılmıştır. 2015 senesinde artık Suriyeli mülteciler Avrupa’nın sınırlarına kadar dayanınca bir çözüm bulunmak zorunda kalınmıştır. Ancak bu zamana kadar hiçbir önlemin alınmaması, krizin yok sayılması durumu daha da kötüleştirmekten öteye gidememiştir. Avrupa’nın çoğunluğunu Suriye İç Savaşı’ndan kaçanların oluşturduğu ve AB’nin politikalarına zarar verecek şekilde tüm ülkeleri etkileyen ani göç dalgası, Avrupa’yı zor duruma sokmuştur. Bu göç dalgası, Avrupa ve uluslararası toplumun büyük göç dalgalarına hazır olmadığını göstermiştir. Zor durumda kalan göçmenleri koruyacak yeteri kadar sisteme ve altyapıya sahip olmadıkları anlaşılmıştır. Temellerini insan hakları, özgürlük ve eşitlik üzerine kuran Avrupa Birliği, bu tutumuyla bu hakların aslında yalnızca ‘Avrupalıya’ ait olduğunu göstermiştir.

Süreç boyunca Birlik üyeleri kendi aralarında da anlaşmazlıklar yaşamış, her ülke kendi yasaları ile hareket ederek sığınmacılara karşı politikalar uygulamış ama etkili bir karar alınamamıştır. Kota sistemi tartışılmış, her ülkenin belirli sayıda mülteci alması istenmiştir. Ancak Dublin Anlaşması’na göre mülteciler ilk ayak bastıkları ülkede mülteci statüsü elde etmiş sayılırlar. Bu sebeple aslında mülteci akınına uğramamış olan ülkeler, bu kota sistemiyle mülteci almak zorunda bırakılmıştır. Çek Cumhuriyeti, Macaristan, Romanya ve Slovakya bu karara karşı çıkmıştır. Dünyanın en müreffeh toplumu olan Avrupa Birliği, yüz altmış bin insanı ülkelerine dağıtamamış, sadece otuz bin mülteciyi yerleştirilebilmiştir. Hatta sınırlara duvar örülerek geçişleri engellenmiştir. Yunanistan, İtalya ve Bulgaristan gibi sınırda bulunan ülkeler de AB tarafından yalnız bırakılmıştır. Avrupa Birliği’nin bu tutumu uluslararası kamuoyu tarafından da sertçe eleştirilmiştir.

2016 yılında, Türkiye-AB arasında imzalanan Geri Kabul Anlaşması bu mülteci krizine kısa vadede bir çözüm getirmiştir. Bu anlaşmaya göre Türkiye sınırdaki mültecileri alacak ve Türkiye’de bulunan sığınmacıları da Avrupa ülkesine düzenli göçmen olarak gönderecektir. Bunun karşılığında ise Türkiye’ye mali destek ve vize serbestliği uygulaması yapılacaktır. Ancak bunların hiçbiri vaatten öteye gidememiştir. Türkiye de bu mülteci krizinde yalnız bırakılmıştır. Genel olarak bakıldığında, Suriye İç Savaşı ve mülteci krizi, Türkiye ile AB ilişkilerinde bazen ayrıştırıcı bazen de birleştirici nitelikte etkisini göstermiştir. Sonuç olarak Avrupa Birliği kurulduğu günden bu yana savunduğu tüm değerlerin aksine hareket etmiş, ötekileştirme ve dışlama politikasını çok sert bir şekilde uygulayarak, bir insanlık dramına duvarlar örerek karşılık vermiştir. Kuruluşunun ve üyelik şartlarının en önemli maddesi İnsan Hakları olan, hatta Türkiye’nin üye olabilmek için idamı kaldırdığı Avrupa Birliği kendi sınırından geri göndererek binlerce insanın ölümüne neden olmuştur.

 

 

DİLAN KARAHAN 

GÖÇ ÇALIŞMALARI STAJYERİ

 

 

KAYNAKÇA

  • Aytaç M. (2018) Suriyeli Mülteciler Özelinde Avrupa Birliği Ortak Göç Politikasıve Birlik İle Üye Devletler Arasında Egemenlik Tartışmaları
  • Celik D.(2020). Türkiye – Avrupa Birliği Geri Kabul Anlaşmasının Uygulanmasında Suriyelilerin Etkisi ve Rolü. Celal Bayar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 18, 66-84. Erişim adresi https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/1083569
  • Coşkun, B. (2015). Arap Baharı Sonrası Avrupa Birliği’nin Göç Politikalarının Kısa Bir Değerlendirmesi. Moment Dergi, 2(1). doi:10.17572/mj2015.1.4159
  • Communication from the Commission to the Council and the European Parliament, The European Economic and Social Committee and the Committee of Regions on The Global Approach to Migration and Mobility. (2011) Brussels: European Commission (SEC (2011) 1353 final), COM (2011) 743 final.
  • Communication from the Commission to the Council and the European Parliament and the Council on the work of the Task Force Mediterranean. (2013b) Brussels: European Commission (COM (2013) 869 final.
  • Koser, K. (2007). International migration: A Very Short Introduction.OUP Oxford. ss 16 -28.

 

 

 

 

Hotel Rwanda (2004)

0

The last words of the orphan slain by the Hutus; “Please don’t let them kill me. I… I promise I won’t be Tutsi anymore.”

Hotel Rwanda is a drama type film about the Rwandan Genocide that took place in 1994 among the Hutu and Tutsi ethnic groups. The movie was released in 2004, the 10th anniversary of the massacre. The movie is directed by Terry George and features Don Cheadle and Sophie Okonedo as hotel manager Paul Rusesabagina who is Hutu and his Tutsi wife Tatiana. The film is about the massacre between the Hutu and Tutsi ethnic groups in Rwanda in 1994, which ended with the death of approximately 800,000 Tutsi and moderate Hutus, and the script is based on the actual events in the Rwanda Massacre. The movie suggests for those interested in International Relations, especially those interested in African Studies, the peacekeeping role of the UN, and the concept of the Humanitarian Intervention.

In order to better absorb the movie, it is necessary to briefly examine the Hutu and Tutsi ethnic groups. After the Rwandan people were colonized by the Belgians, they were divided into two ethnic groups by the Belgians according to a set of criteria to control the area more easily.  Belgians initially ruled the country with Tutsis, who were the minority group. When they left the country, they left the management Hutus who are the majority. This condition increased the hatred between the so-called Hutu-Tutsi ethnic group and paved the way for the incidents leading up to the genocide. However, there was no such ethnic separation before Rwanda was colonized. The same people, the same culture, the same history… They were only divided according to some criteria by Belgium. The point that best touches on this situation in the film can be understood by the words of the journalist who came for the shooting Rwandan Genocide, “they could be twins” after learning that the two Rwandan women have different ethnicities.

The film starts at the time when corruption and bribery were at peak and near the genocide. Paul Rusesabagina is the director of Hôtel des Mille Collines. He tries to save as many Tutsi as he can during the massacre. For this, he takes Tutsis to the hotel. After a while, the hotel turned almost into a refugee camp. Meanwhile, Paul tries to save the lives of many people by using his connections.

During the movie, the massacre is directed by the radio. People are provoked by radio at the beginning of the revolt. Interahamwe militias, supported by the Hutu army, informs the location of Tutsis through the radio. The signal that started the genocide is “it’s time to cut down the tall trees”. The Hutus, who received this instruction from the radio, started to kill Tutsi. The radio’s being such an effective tool can be attributed to the fact that the only news source of the public at that time was radio. On the other hand, it should be emphasized that Tutsi are likened to “tall trees”. The reason why Tutsi was called tall trees was that during the colonial period, the Belgians distinguished the taller and thinner ones as Tutsi and the shorter and chunky ones as Hutu. Only just this signal could indicate to whom the real responsibility of the massacre. Furthermore, it can be said that addressing Tutsis as “tall trees” was a factor facilitating the massacre. It is difficult to kill a person, but it will be easier if you simulate that person to another being. During the documentary film, Tutsis often are likened to cockroaches. If you remember Gaddafi’s speech regarding the domestic disturbance of Libya, he was likened rebellious to a cockroach. At the time of the genocides, such comparisons are quite common and this is well seen in the movie.

Another point that should be mentioned about the film is the role of the United Nations in peacemaking and peacekeeping. The film makes us interrogate the role of the United Nations. Unfortunately, the UN could not prevent the slaughter of nearly 1 million people in a period of 100 days. During the movie Colonel Oliver of the UN stresses that they are here as peacekeepers, not peacemakers. However, considering the magnitude of the massacre, the peace-making role of the United Nations is also being questioned. The following statement of Colonel Oliver to Paul Rusesabagina best summarizes the situation. “You’re black. You are not even a nigger. You are an African. [after telling Paul the West thinks his people are dirt] They are not going to stay, Paul. They are not going to stop the slaughter.”

In conclusion, the film perfectly portrays the Rwandan genocide. It illustrates how ruthless humankind might be, even could kill their neighbours with machetes. The film shows that the West remained unresponsive while the massacre was taking place, but in fact, they were the main responsible for the massacre. I would like to conclude the analysis with the following speech of Paul Rusesabagina to Tutsis refugees in the hotel: “There will be no rescue, no intervention force. We can only save ourselves. Many of you know influential people abroad, you must call these people. You must tell them what will happen to us… say goodbye. But when you say goodbye, say it as though you are reaching through the phone and holding their hand. Let them know that if they let go of that hand, you will die. We must shame them into sending help.”

Mustafa Burak Şener

Balkan Çalışmaları Staj Programı

Suriye Göçü Sonrası Gaziantep

 

Bu röportaj Gaziantep Sanayi Odası Başkanı Adnan Ünverdi ile Elif Berdo tarafından yapılmıştır. 

 

1) Öncelikle merhaba Adnan bey kısaca kendinizden bahseder misiniz?

1962 yılında Gaziantep’te doğdum. İlk, orta ve lise eğitimimi Gaziantep’te tamamladıktan sonra 1983 yılında Çukurova Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi İşletme Bölümü’nden mezun oldum. 1986 yılında pamuk ipliği ticareti ile iş hayatına başladım.

1990 yılında Ünverdi Ailesi olarak, Gaziantep’in ilk plastik, kapı ve pencere konfeksiyon atölyesi olan Plaspen Plastik A.Ş.’yi kurduk. 2006 yılından itibaren Ünverdi Plastik San. ve Tic. Ltd. Şti. adı altında kimyasal karışımlarla compound üretimine başladık. Halen bu sektöre yönelik çalışmalarımızı sürdürüyoruz. 1997-1999 yılları arasında Gaziantep Genç İş adamları Derneği’nde Yönetim Kurulu Üyeliği, 2004-2009 yılları arasında Gaziantep Serbest Bölgesi A.Ş. Muhasip Üyesi ve Gaziantep Sanayi Odası Mesleki Eğitim Merkezi Yönetim Kurulu Başkanı olarak görev yaptım. 1999 yılından itibaren Gaziantep Sanayi Odası’nda sırası ile Yönetim Kurulu Üyesi, Muhasip Üye ve Yönetim Kurulu Başkan Vekili olarak görev yaptıktan sonra 2018 yılının Nisan ayında Gaziantep Sanayi Odası Yönetim Kurulu Başkanlığı görevine seçildim.

Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği’nde Sanayi Odaları Konseyi Başkan Vekilliği, İpekyolu Kalkınma Ajansı Yönetim Kurulu Üyeliği ve Gaziantep Organize Sanayi Bölgesi Müteşebbis Üyeliği yürütüyorum.

2) Gaziantep Sanayi Odası hakkında bilgi verir misiniz?

Ülkemizdeki 12 sanayi odasından birisi olan Gaziantep Sanayi Odası, Gaziantep ve bölgenin ekonomik kalkınmasında öncü rol üstlenmeye, sanayinin her alanında rekabet gücünü artırmaya, sürekli gelişimin ve değişimin öncüsü olmaya devam etmektedir.

Sanayi odamız, üyelerinin müşterek ihtiyaçlarını karşılamak, meslekî faaliy­etlerini kolaylaştırmak, mesleğin genel menfaatlere uygun olarak gelişmesini sağlamak, mensuplarının birbirleri ve halk ile olan ilişkilerinde dürüstlüğü ve güveni hâkim kılmak üzere meslekî disiplin, ahlâk ve dayanışmayı korumak ve kanunda yazılı olan çeşitli hizmetler ile mevzuatla odalara verilen görev­leri yerine getirmek amacıyla kurulan, tüzel kişiliğe sahip kamu kurumu niteliğinde meslek kuruluşudur. Gaziantep Sanayi Odası kurulduğu tarihten beri hizmet kalitesini sürekli iyileştirmeyi kendine amaç edinerek kendi kurumsal gelişimini sağlamış, kazandığı birikimlerle üyelerinin önünü açacak projeler gerçekleştirmektedir. Gaziantep ilinin ve bulunduğu bölgenin ekonomik kalkınmasında öncü olan, sanayinin her alanında üyelerinin rekabet gücünü arttırmayı sağlayan, sürekli gelişimin ve değişimin simgesi, sosyal sorumluluk sahibi, zenginlik yaratan bir kurumdur.

3) Ortadoğu’ya bakıldığında en merak edilen politikalardan biri kuşkusuz ki Türkiye’nin Suriye politikası. Bu bağlamda siz Suriye politikasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Mülteci meselesinin öncelikli olarak insani boyutu ile değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bir yerde insanların yaşam hakları elinden alınıyorsa, odaklanılması gereken temel konu sizce de yaşam hakkı değil midir? Önce yaşam hakkı teslim edilmeli, sonra diğerleri bunun üzerine inşa edilmelidir. Dün Irak’ta, bugün Suriye’de ve dünyanın çeşitli bölgelerinde insanlar savaş ve yokluk içerisinde hayatta kalma mücadelesi veriyor. Bunu görmezlikten gelemeyiz. İnsanlar yaşamak istiyor, çocuklarını okula göndermek, geleceğe dair hayal kurmak istiyor. Düşünebiliyor musunuz insanlar küçücük yavrularıyla şişme botlarla denizleri aşmaya çalışıyor. Şartlar insanları buna sürüklemese hangi anne, hangi baba bunu yapar!

Maalesef dünya bugün Suriye’de yaşanan trajediyi insani boyutunun ötesinde sadece bir sorun olarak görüyor. Evet, bir sorun var ama bu sadece kendi ülkemizi bundan nasıl uzak tutarız, ekonomimizi bundan nasıl koruruz, sosyal anlamda bu mülteci dalgasından nasıl etkilenmeyiz sorunu olmamalıdır.

Ortadoğu tarihi geçmişiyle büyük bir kültürel miras ve dünyamız için büyük bir zenginliktir. Ancak Ortadoğu üzerinde maalesef jeopolitik çıkar savaşları nedeniyle kara bulutlar gezmektedir. Ülkemizin Suriye’ye olan sınırı ise 911 kilometre olup, bu süreçten en fazla etkilenen ülke konumundadır. Ülkemiz 2011 yılında başlayan Suriye iç savaşından bu yana en fazla Suriyeliye kucak açan, en fazla mülteciyi barındıran ülke konumundadır. Türkiye tüm dünya için güvenli bir liman, bölgenin kalesi ve en büyük gücüdür. Bizim tarihimizde, geleneklerimizde her ne olursa olsun mazlumun yanında olmak, elinden tutmak vardır. Türkiye de bunu yapmıştır.

4) Bir Sanayici olarak Gaziantep’te çalışma izni olan ve sektörde yer alan Suriyeli işçilerin Gaziantep Sanayisine katkıları nelerdir? Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz?

İstihdam edilecek personel ihtiyacı yaşadığımız zamanlarda çalışma izni olan Suriyeliler üretim ve ihracatımıza katkıda bulunmaktadır. İş gücü potansiyeli olarak ekonomimize katkıda bulunmaktadırlar.

5) Gaziantep Sanayisinde Suriyeli işçiler hangi sektörlerde çalışıyor?

Sanayi şehri Gaziantep geniş bir üretim yelpazesine sahip ve 155 çeşit mamul üretim yapıyoruz. Bu sebeple Suriyeliler de hemen çoğu sektörde varlar. Bunlar arasında ayakkabı, terlik ve deri ürünleri, gıda, kimya, makine metal, orman ürünleri, plastik, tekstil, sağlık ve medikal gibi sektörleri sayabiliriz.

6) Suriye Göçü sonrası Gaziantep’te şirket kurup Odaya kayıt yaptıran Suriyeli firma sayısı kaçtır?

Şu an Odamıza kayıtlı 92 Suriyeli firma bulunuyor.

7) Suriye Göçü sonrası Gaziantep’in Üretim yelpazesinde genişleme veya çeşitlilik söz konusu oldu mu?

Ürün yelpazemiz geniş olan şehrimizde Suriyeli yatırımcıların gelmesiyle birlikte yabancı yatırımcı sayımızda artış oldu.

8) Suriye Krizi sonrası yaşanan göç ile birlikte Gaziantep Ekonomisi ve Sosyo – Kültürel yaşamdaki değişimler hakkında neler düşünüyorsunuz?

Gaziantep olarak 2011 yılında Suriyelilerin şehrimize gelmesiyle birlikte nüfusumuz bir anda dörtte bir oranında bir arttı. Bu rakamların çok daha azını ülkeler almazken, biz bir şehir olarak bu insanlara ev sahipliği yapmaya başladık. Bu hiç de kolay değil. Hem ekonomik güçlükleri aşmanız hem de sosyal anlamda barışın devam etmesini sağlamanız gerekiyor. Gaziantep olarak geçmişten gelen tarihi ve kültürel bağlarımız sayesinde çok zorlanmadan biz bunu başardık diye düşünüyorum. Bu süreçte insan kaynağını doğru değerlendirebilirsek farklı coğrafyalarla bu insanlar sayesinde bağlarımızı daha da güçlendirebiliriz.

Suriye’deki savaşın yükünü, ceremesini çektik. Suriye’de sular durulduğu zaman orada altyapı, üst yapı çalışmaları olacak. Bu çalışmalarda en güçlü ve yakın il olarak Gaziantep etkin rol üstlenecek ve bölge ticaretimize umuyorum ki önemli katkılarda bulunacak.

9) Suriyeli mültecilerin Entegrasyonu için Gaziantep Sanayi Odası ne gibi adımlar atıyor? Var olan projelerinizden bahseder misiniz?

Türkiye tüm kurumları ile göçmen kardeşlerimize kapılarını açan ülke oldu. Kurum ve kuruluşlarımız 2011 yılında ilk göç dalgası ile birlikte adeta seferber olarak öncelikli ihtiyaçların karşılanmasını sağladı. Devamında yaşamlarını idame ettirebilmeleri için kamu, sivil toplum ve meslek kuruluşları tarafından projeler geliştirildi.

Gaziantep Sanayi Odası olarak bizler de Gaziantep Sanayi Odası Mesleki Eğitim Merkezi’ni (GSO-MEM) kurduk ve burada hem kendi vatandaşlarımıza hem de göçle gelenlere mesleki eğitimler vermeye başladık.  Oda olarak, Türkiye’de bir ilk olarak hayata geçirdiğimiz Kadın Girişimci Destek Merkezi’ni (KAGİDEM) yine kendi vatandaşlarımızla birlikte ülkemizde geçici koruma altında olan Suriyeli kardeşlerimize açtık.

Projelerimizle meslek sahibi olabilmelerini, kendilerini geliştirmelerini ve iş kurabilmelerini sağladık. Bunlarla birlikte Odamızdaki, Yabancı Yatırımcı Masası kapsamında çalışma izinleri, gümrükte yaşanılan sorunlar ve mevzuat gibi çok sayıda konuda kendilerine destek veriyoruz.

10) Gaziantep olarak Suriye Göçü sonrası gerek meslek odalarının gerek sivil toplum kuruluşlarının yazdığı yürüttüğü projeleri nasıl değerlendiriyorsunuz? Yeterli buluyor musunuz?

Öncelikle her kentin kendine özgü koşulları olduğunu göz önünde bulundurmak gerekiyor. Sanayi şehirleri belki bu anlamda göçle gelenlere iş ve istihdam imkanı sağlayabiliyor. Gaziantep tabii ki bu anlamda bir model olabilir.

Bu konunun temelinde de entegrasyon var. Gaziantep’te biz bunu sağlayabilmek için tüm kurumlarımızla birlikte çalışıyoruz. Mesleği olmayanlar Sanayi Odamız, Gaziantep Ticaret Odamız, yerel yönetimler ve meslek kuruluşlarımızın düzenlemiş olduğu eğitim programları ile meslek öğreniyorlar. Bu da şehre entegre olmalarını ve sorunun değil; çözümün bir parçası olmalarını sağlıyor. Kurum ve kuruluşlarımız bu doğrultuda çok güzel projeler geliştiriyor.

 

 

 

ELİF BERDO

GÖÇ ÇALIŞMALARI STAJYERİ

Türk Dış Politikasında Kamu Kuruluşları ve Sivil Toplum İşbirliği: TİKA Örneği

Özet

Küreselleşmesinin etkisiyle birlikte devlet dışı aktörlerin uluslararası ilişkiler alanında etkinlikleri artmıştır. Böylece devletlerin ve devlet dışı aktörlerin işbirliği yapması kaçınılmaz hale gelmiştir. Devlet kurumlarıyla işbirliği halinde olan faktörlerden biri de sivil toplum kuruluşlarıdır. Bu makalede kamu kuruluşlarının sivil toplumla yaptıkları işbirliği TİKA (Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığı) üzerinden incelenecektir. Öncelikle kamu kuruluşları ve sivil toplum kuruluşlarının işbirliklerin sebepleri ve sınırları üzerinde durulacaktır. Ardından TİKA’nın kuruluşu ve günümüze kadar geçen süreçte geçirdiği dönüşümlerden ve politikalarındaki değişimlerden bahsedilecektir. TİKA’nın değişen politikaları çerçevesinde Türkiye menşeli sivil toplum kuruluşlarıyla yaptığı işbirlikleri Afrika’ya yapılan sağlık yardımları üzerinden tartışılacaktır. Daha sonra TİKA’nın yardım yaptığı ülkelerde sivil toplum kuruluşlarıyla olan ilişkilerine değinilecektir. Son olarak kamu ve sivil toplum kuruluşları işbirliğinin sonuçları ve bu iş birliklerinden beklentiler konusu tartışılacaktır.

Anahtar Sözcükler: Kamu Kuruluşları, Sivil Toplum Kuruluşları, TİKA, TİKA İşbirlikleri, TİKA ve Sivil Toplum Kuruluşları.

 

Abstract

With the effect of its globalization, the non-state actors’ influence in the field of international relations has increased. Thus, cooperation between states and non-state actors has become inevitable. One of the factors in cooperation with state institutions is non-governmental organizations (NGOs). In this article, the cooperation between public institutions and civil society will be analyzed through TİKA (Turkish Cooperation and Coordination Agency). First of all, the reasons and limits of the cooperation of public institutions and non-governmental organizations will be emphasized. Then, the establishment of TIKA and the transformation it has undergone up until today and the changes in its policies will be mentioned. Turkey’s TIKA origin of the changing policies of its collaborations with civil society organizations will be discussed by health aids to Africa. Later, TIKA’s relations with non-governmental organizations in the countries where it provides aid will be mentioned. Finally, the results of the cooperation between public and non-governmental organizations and the expectations from these collaborations will be discussed.

Key Words: Public Institutions, Non-Governmental Organizations, TIKA, TIKA Collaborations, TIKA and Non-Governmental Organizations.

 

Giriş

Küreselleşmesinin etkisi ile birlikte devlet dışı aktörlerin uluslararası ilişkiler alanında etkinlikleri artmıştır. Böylece devletlerin ve devlet dışı aktörlerin işbirliği yapması kaçınılmaz hale gelmiştir. Devlet kurumları ile işbirliği halinde olan faktörlerden biri de sivil toplum kuruluşlarıdır. Türkiye de değişen koşullara uyum sağlayarak kamu kurumlarıyla sivil toplum arasında işbirliklerini geliştirmektedir. Bunun en güzel örneklerinden biri, yurtdışında faaliyetlerde bulunan TİKA’nın sivil toplum kuruluşları ile ortak olarak yürüttüğü projelerdir. TİKA, 1992’de SSCB’den bağımsızlığını ilan eden devletlere destek olmak ve bölgede Türk dış politikası uygulamak için kurulmuş olsa da özellikle 2000’lerde kuruluşun politikalarında değişime gidilmiş ve sivil toplum kuruluşlarıyla daha fazla işbirliği yapar hale gelmiştir. Özellikle, 2005’in Afrika yılı ilan edilmesiyle birlikte Türkiye’nin bölgede artan faaliyetlerinin önemli aktörlerinden biri olmuştur. Bu bağlamda, sivil toplum kuruluşlarıyla işbirliği halinde Afrika’da sağlık alanında birçok proje yürütmüştür. Bu projelerin daha da verimli olması için TİKA Türkiye’de sivil toplum kuruluşlarının koordinasyonu için toplantılar düzenlemiştir. Bu toplantılara ek olarak, sivil toplum kuruluşlarının faaliyetlerini maddi açıdan desteklemiştir. Ayrıca TİKA, faaliyet gösterdiği bölgelerde sivil toplum kuruluşlarının gelişmesi için koordinasyon toplantıları yapmıştır. Bu derneklere de para yardımlarında bulunmuştur.

 

1.Devlet ve Sivil Toplum Kuruluşlarının İşbirliklerinin Sebepleri ve Sınırları

Küreselleşen dünya düzeninde devletin sorunlara tek başına çözüm bulması olanaksız hale gelmeye başlamıştır. Bu yüzden devlet yerel, ulusal ve uluslararası birçok konuda özel sektör veya sivil toplum kuruluşlarıyla işbirliği yapmaya başlamıştır. Bu işbirliklerinin arkasında değişen dünya düzeninin doğurduğu problemlere herhangi bir kurum veya kuruluşun yalnız olarak çözüme kavuşturamayacağı gerçeği yatmaktadır. İşbirliği sayesinde her bir aktörün kapasitesinin ötesinde bir katma değer üretebileceğine inanılmaktadır (Kalkınma Bakanlığı, 2015).

Fakat bu noktada bahsedilen işbirliği ilişkisinin sınırları üzerinde de durulması gerekmektedir. Kamu ve sivil toplum işbirliği ilişkisi içerisinde net sınırlardan bahsetmek pek mümkün değildir. Topluma hizmet sunan yapılar olarak sivil toplum kuruluşları ve devlet, bir uçta işbirliğine dönüşen diğer uçta ise çatışma veya baskıya evrilen farklı seviyede ilişkiler yaşamaktadır (Kalkınma Bakanlığı, 2015). Bu ilişkinin işbirliğine dönüşmesi ve taraflar arasında sağlıklı bir iletişim kurulması beklenmektedir. Demokrasinin gelişmiş olduğu kültürlerde kamu ve sivil toplum işbirliğinin daha kolay kurulduğu ve verimli projelere imza atıldığı gözlemlenmektedir. Kamu ve sivil toplum kuruluşları arasındaki ilişkiyi tek boyutlu ve durağan bir süreç olarak tanımlamak da doğru olmayacaktır. Kamu ve sivil toplum ilişkisi kompleks, dinamik, çok yönlü ve aktörlü, etkileşimsel ve değişkenlik gösteren canlı bir süreçtir (Kalkınma Bakanlığı, 2015).

Kamu ve sivil toplum işbirliği, devlet için sivil toplum kuruluşlarının uzmanlık ve kapasitesini kullanabilme, sivil toplum kuruluşları için ise ihtiyaç duydukları finansmanın temini anlamına gelmektedir (Kalkınma Bakanlığı, 2015). Bu bağlamda sivil toplum kuruluşunun çalışma alanına göre işbirliğinin çerçevesi belirlenmektedir. Kamu kurumu faaliyet göstereceği bölgede, ilgili konuda uzmanlığa sahip tecrübeli sivil toplum kuruluşlarını partner olarak kendisine seçmeyi tercih edecektir.

İşbirliğiyle sonuçlanan kamu ve sivil toplum ilişkisinin olumlu sonuçları ortaya çıkmaktadır. Kamu ve sivil toplum iş birliği kamu hizmet sunumlarının etkililiği ve etkinliğinde, kamu politikalarının kalitesinin artmasında ve çözüm odaklı olmasında ve sosyal sermayenin inşasında potansiyel faydalara yol açmaktadır (Kalkınma Bakanlığı, 2015). Birbirini tamamlayan bu işbirliği süreci içerisinde hem kamu hem sivil toplum tarafı güçlenir, her iki taraf da eksiklerinin farkına varır ve bu eksikleri gidermenin yollarını aramaya başlar.

Kamu ve sivil toplum işbirliğiyle faaliyet gösterilen alanlarda verimlilik artar. İşbirliği daha güçlü bir sivil toplum oluşturulmasına katkı sağlayabilir ve örgütsel aktörler kendilerini çevreleyen sınırları aşabilir ve hizmetlerini toplumun her kesimine ulaştırabilir (Kalkınma Bakanlığı, 2015).

Kamu ve sivil toplum işbirliklerinin olumlu sonuçları yanında aktörler engellerle de karşı karşıya kalabilirler. Kamu kurumlarının otoritelerinin paylaşmak istememe eğilimleri süreçte karşılaşılması olası engellerden biridir. Bu süreçte kamu kurumları, sivil toplum kuruluşlarının esnek yapısını kendi kurum kültürlerine uygun bulmayabilir.

Kalkınma Bakanlığı yayınladığı Kalkınma Planlarında kamu ve sivil toplum işbirliğine verdikleri önemi vurgulamakta ve işbirliklerinin gelişmesi yönünde politikalar uygulamayı hedef haline getirmektedir. 2014-2018 yıllarını kapsayan 10’uncu Kalkınma Planında sivil toplum kuruluşlarıyla işbirliğinin çerçevesi, yöntemleri ve çeşitliliğinin artırılması vurgulanmaktadır (Kalkınma Bakanlığı, 2015). Planın sivil toplum kuruluşları ile ilgili politikalar başlığı altında ise bu kuruluşların kurumsal kapasitesinin güçlendirilmesine yönelik düzenlemeler yapılacağı, sivil toplum kuruluşlarının kalkınma sürecine daha fazla katkı yapabilmeleri amacıyla gerçek ve tüzel kişilerin yapacakları mali desteklere yönelik vergisel teşviklerin gözden geçirileceği ve geliştirileceği ve ayrıca denetim standartlarının belirleneceği, etkin ve objektif denetime önem verileceği belirtilmektedir (Kalkınma Bakanlığı, 2015).

 

2.TİKA’nın Kuruluşu ve Politika Değişimleri

Türkiye Cumhuriyeti, Orta Asya’da SSCB’nin yıkılmasıyla bağımsız kazanan devletlere kalkınma yardımı yapmak ve bu devletlerin gelişmelerine katkı sağlamak amacıyla 1992’de 480 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile Dışişleri Bakanlığı’na bağlı Ekonomik, Kültürel, Eğitim ve Teknik İşbirliği Başkanlığını kurmuştur (TİKA Tarihçe). Bu süreçte kuruluş Dışişleri Bakanlığı’nın politikalarının uygulayıcılarından biri olma rolünü üstlenmiştir. Dışişleri Bakanlığı o dönemde SSCB’nin dağılması ile birlikte çok yönlü ve proaktif bir dış politika benimsemiştir. Bu bağlamda da Orta Asya’da sosyal, ekonomik ve kültürel çalışmalar yapmayı hedeflemiştir (TİKA Hakkımızda).

1995 yılında kuruluş eğitim ve kültürel işbirliği alanlarına daha fazla önem vermeye başlamıştır. Bu bağlamda bölgede okul, kütüphane, laboratuvar ve üniversite kurulması teşvik edilmiştir. 1999 yılında kuruluş Cumhurbaşkanlığı tezkeresi ile Başbakanlığa bağlanmıştır (TİKA Tarihçe). Kuruluş 2000 yılı itibari ile daha fazla küreselleşen dünyanın etkisiyle politikasını değiştirmiş ve kurumsal kapasite artırımı projelerini desteklemeye başlamıştır (TİKA Hakkımızda).

2002 yılında 12 Program Koordinasyon Ofisi ile çalışmalarını sürdürmüştür. TİKA kamu kurum ve kuruluşları, üniversiteler, sivil toplum kuruluşları ve özel sektör arasında işbirliği mekanizması görevi yürütmekte olup tüm bu aktörleri ortak paydalarda buluşturmakta ve Türkiye’nin kalkınma yardımlarını kayıt altına alma görevlerini üstlenmektedir (TİKA Hakkımızda).

Ekonomik, Kültürel, Eğitim ve Teknik İşbirliği Başkanlığı, 2011 yılında çıkarılan 656 Sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığı (TİKA) ismini almıştır (TİKA Tarihçe). Ayrıca bu dönemde küresel ve bölgesel ihtiyaçların değişmesi sonucu kuruluş organizasyon yapısında değişim sürecini başlatmış olup esnek ve hızlı karar alabilen bir yapıya dönüşmüştür (TİKA Tarihçe). Zamanla TİKA; Balkanlar, Afrika, Latin Amerika ve Pasifik bölgelerinde Koordinasyon Ofisleri açarak faaliyet göstermeye başlamıştır (TİKA Tarihçe). 2018’e gelindiği zaman, kuruluş Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlanmıştır. TİKA bugün 60 ülkede 62 Program Koordinasyon Ofisi ile 150 ülkede faaliyet göstermektedir (TİKA Tarihçe).

 

3.TİKA’nın Türkiye Menşeli Sivil Toplum Kuruluşları ile İşbirlikleri

3.1.Afrika Örneği

1998 yılında açıklanan “Afrika’ya Açılım Eylem Planı” Türkiye’nin Afrika politikasında bir dönüm noktası olmuştur (Çomak, 2011: 205). Eylem Planı ile beraber Türkiye Afrika’da aktif bir dış politika benimseyeceğini açıklamıştır. Eylem planının hayata geçirilmesi sonucu Afrika ülkeleri ile üst düzey ilişkilerin geliştirilmesi nezdinde adımlar açılmıştır. Bu dönemde özellikle sahra altı Afrika olarak isimlendirilen bölgeyle ilişkiler kurulmaya başlanmıştır. Eylem planı kapsamında Afrika kıtasında elçilik ve büyükelçiliklerin sayısında arttırılmıştır. İlişkilerin geliştirilmesi sonucu ticaret anlaşmaları imzalanmış, ve böylece teknik ve ekonomik işbirliklerinin önü açılmıştır. Dış Ticaret Müsteşarlığı, 2003 yılı başında, “Afrika Ülkeleriyle Ekonomik İlişkilerin Geliştirilmesi Stratejisi” kabul etmiştir (Çomak, 2011: 203).

2005 Türkiye-Afrika ilişkileri için önemli bir yıl olmuştur. 2005’in Afrika yılı ilan edilmesiyle birlikte Afrika Açılımı Eylem Planı daha aktif sürdürülmüştür. Ayrıca, dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, Etiyopya ve Güney Afrika’yı ziyaret ederek Ekvator altı bölgeye giden ilk Türk Başbakanı olmuştur. Türkiye 2005’te Afrika Birliği’nde gözlemci statüsü de edinmiştir. 2006’da Diyanet İşleri Başkanlığı Afrika ülkelerindeki dini liderleri bir araya getirmiştir. Bu toplantıda alınan kararlar gereği, 20 kadar Afrika ülkesinden çok sayıda öğrenci Diyanet İşleri Başkanlığı ve Milli Eğitim Bakanlığı işbirliğinde eğitim görmek amacıyla Türkiye’ye gelmiştir (Çomak, 2011: 206). 2008’de ise Türkiye Afrika Birliği Zirvesi stratejik ortağı ilan edilmiştir (Fırat, 2009: 5).

TİKA, Etiyopya (2005), Sudan (2006) ve Senegal’de (2007) ofisler açarak, sadece bulundukları ülkelerde değil, çevre ülkelere teknik ve kalkınma yardımı desteği vermiştir (Çomak, 2011: 205). Kızılay ve Sağlık Bakanlığı’nın da özellikle Sudan’da kurdukları hastaneler ve dağıttıkları insani yardımlar önemli boyutlardadır. (Çomak, 2011: 205).

Türk sivil toplum kuruluşları da Türkiye’nin Afrika’da yaptığı bu atılım hareketine destek olmuşlardır. Özellikle sağlık sektöründeki sivil toplum kuruluşları Afrika’ya ulaşmışlar ve bölgede aktif olarak çalışmalara başlamışlardır. Bu çalışmalar daha çok gönüllü doktorların birçok Afrika ülkesinde kısa süreli ziyaretlerle gerçekleştirdikleri sağlık taramaları şeklinde olmuş ve bu çalışmalara zamanla TİKA ve Sağlık Bakanlığı da destek vererek bu tür faaliyetlerin ivme kazanmasını sağlamıştır (Çomak, 2011: 203).

Afrika’da faaliyet gösteren sivil toplum kuruluşları ilk etapta herhangi bir kamu kurumu desteği ve işbirliği olmadan Afrika’ya ulaşmışlardır. Bu bağlamda başta spesifik branşlarda hizmet veren sağlık hizmetleri olarak faaliyet göstermişlerdir. Gönüllü olarak faaliyete başlayan bu derneklerin zamanla profesyonelleşmesi ile hizmet verdikleri alanlar da gelişmiştir.

Bu dernekler, kimi zaman mesleki dayanışma çerçevesinde bilgi ve tecrübelerin edinilmesine yönelik çalışmalar yürütmüş ve mesleki kongre ve sempozyumlar düzenlemiş, kimi zamansa maddi doyum içerisinde olan doktorlar hayır yapma, muhtaçlara yardım etme gibi sosyal etkinlikleri gerçekleştirmişler (Çomak, 2011: 213). Türkiye’de Afrika’ya ilaç götürmüşler ve ücretsiz sağlık taramaları gibi hizmetlerde bulunmuşlardır. Bireysel denilebilecek amatör girişimler, kamu kurumlarıyla işbirliğiyle profesyonel bir hale evrilmiştir. Bu noktada TİKA ile işbirliği başlamıştır.

Söz konusu derneklere TİKA birçok noktada destek olmuştur. İlk olarak Afrika’ya yıllık izinlerinde gönüllü olarak giden doktorlar Sağlık Bakanlığı tarafından görevli olarak gönderilmeye başlanmıştır (Çomak, 2011: 214). TİKA, Sağlık Bakanlığı ile bir protokol imzalayarak, gönüllü doktorların gidilen ülkede Bakanlık tarafından görevli sayılmasını sağlamıştır (Çomak, 2011: 214). İkinci destek olarak TİKA Afrika’ya görevli olarak giden doktorların yol ücretlerini karşılamıştır. Sağlık alanında faaliyet gösteren sivil toplum kuruluşlarının Afrika’da sağlık taramalarına gitme konusunda talepleri sayısal olarak her geçen yıl artış göstermeye başlaması sonucu TİKA 2009 yılının Ağustos ayında Sivil Toplum Kuruluşlarıyla İşbirliği ve Koordinasyon Birimi oluşturmuştur (Çomak, 2011: 214)

TİKA, Afrika’ya giden doktorlara destek olmanın yanında bireysel olarak Afrika’da faaliyet gösteren derneklerin koordine olmaları yönünde de adımlar atmıştır. Gönüllü dernekleri bir araya getirerek derneklerin edindikleri tecrübeleri birbirlerine aktarma ortamı da yaratmıştır. Bilgi ve tecrübe aktarımını yapmak ve dernekler arası koordinasyonu sağlamak amacıyla, 3 Mart 2010’da derneklerin temsilcileriyle Ankara’da bulunan TİKA merkez binasında bir koordinasyon toplantısı yapılmıştır (Çomak, 2011: 214). Gerçekleştirilen toplantıya yaklaşık 40 sivil toplum kuruluşu katılım sağlamıştır. Bu toplantıda TİKA’nın sivil toplum kuruluşlarına ne tür destekler verdiği, sivil toplum kuruluşlarından beklentileri, proje konseptleri gibi konular masaya yatırılmıştır (Çomak, 2011: 215). Ayrıca, bu toplantıda sivil toplum kuruluşlarının istekleri TİKA tarafından dinlenmiştir. Kamu kuruluşlarıyla olan temas sivil toplum kuruluşlarının da çalışma motivasyonunu olumlu yönde etkilemiştir.

TİKA, sivil toplum kuruluşlarıyla ikinci toplantısını 21 Haziran 2010’da İstanbul’da gerçekleştirmiştir. Bu toplantıda merkezi İngiltere’de bulunan Yeryüzü Doktorları adlı gönüllü kuruluşla ortaklaşa yapılan eğitim seminerine sağlık alanında faaliyet gösteren ve yurtdışında sağlık taraması yapmış ya da yapmayı planlayan 30 kadar sivil toplum kuruluşu temsilcisi katılım göstermiştir (Çomak, 2011: 216). Bu toplantıda Yeryüzü Doktorlarında görevli çalışan doktorlar tecrübelerini aktarmışlardır.

TİKA tarafından düzenlenen üçüncü toplantının konusu ilk iki toplantıdan biraz farklı olmuştur. Bu toplantıda sağlık taraması için gidilen ülkelerde halkla doğrudan temasta bulunan, resmi makamlarla, hatta bazen cumhurbaşkanı, başbakan gibi üst düzey yetkililerle görüşen sivil toplum temsilcileri ve gönüllü doktorlar, sağlık hizmetinin yanı sıra farkında olmadan bir de kamu diplomasisi yürüttüklerinden, bu çalışmaları bilinçli olarak yapılması, yürütülen faaliyetin ülkemiz adına çok daha fazla olumlu sonuçlar doğurması için kamu diplomasisi konusu işlenmiştir (Çomak, 2011: 216). TİKA’nın yanı sıra TASAM Kamu Diplomasisi Enstitüsü 2010’da İstanbul’da düzenlenen toplantıya destek olmuştur. Ayrıca, toplantıya çeşitli üniversitelerden akademisyenler de katılım göstermişlerdir.

 

4.TİKA’nın Faaliyet Gösterdiği Ülkelerdeki Sivil Toplum Kuruluşları ile İşbirlikleri

Küreselleşen dünyada sürdürülebilir projelerin yerel aktörlerle işbirliği içinde yapıldığını düşünen TİKA, yerel aktörlerin saha bilgisi çalışmalarının sürdürülebilir olmasını sağlamak için yerel sivil toplum kuruluşlarına destek olmayı politika haline getirmiştir (TİKA, 2012). TİKA sadece Türkiye bulunan sivil toplum kuruluşları ile işbirliği yapmamış, aynı zamanda faaliyet gösterdiği ülkelerde bulunun sivil toplum kuruluşlarıyla da işbirliği içerisinde olmuştur. Bu bağlamda Türkiye’de bulunan sivil toplum kuruluşlarında yaptığı gibi, destek olduğu ülkelerdeki sivil toplum kuruluşlarının kendilerini geliştirmeleri için eğitim, seminer ve toplantı gibi organizasyonlarda bulunmuştur. Ayrıca bu kuruluşlara maddi destek sağlayarak ilgili kuruluşların aktif bir şekilde çalışmalarına katkı sağlamıştır.

İhtiyaç önceliklerinin sıralanması ve bunlara doğru çözümler üretilmesi projelerin yerel ayağının güçlü olmasıyla mümkün olduğunu savunan TİKA’nın teknik işbirliği ve kalkınma yardımları konusundaki tecrübesiyle sivil toplum kuruluşlarının saha bilgisi sorunları anında cevap verebilme refleksini geliştiriyor (TİKA, 2012). TİKA projeleriyle sivil toplum kuruluşlarını, akademisyenleri, girişimcileri ortak platformlarda buluşuyor (TİKA, 2012).

Örneğin Etiyopya ve Türkiye arasındaki dostluğa dayanan ilişkilerin ve işbirliği çalışmalarının devamına büyük önem veren TİKA, Addis Ababa Program Koordinasyon Ofisi vasıtası ile Etiyopya’da faaliyetlerini sürdüren Action For The Needy In Ethiopia sivil toplum kuruluşunun hizmet binasının tamamlanarak, düzenlenen törenle hizmete açılmasına katkı sağlamıştır. (TİKA, 2013).

TİKA sadece Afrika’da değil, Balkanlar’da da sivil toplum kuruluşları ile işbirliklerini artırmak adına faaliyetlerde bulunmuştur. Kosova Cumhuriyeti’nde İdea Derneği’ne donanım yardımı yapılmış ve yenilenen ofis düzenlenen bir törenle dernek yetkililerine teslim edilmiştir (TİKA, 2012).

TİKA, yerel sivil toplum kuruluşlarına maddi olarak da destek olmayı amaçlamıştır. Bu kapsamda Azerbaycan’da insani yardım alanında en büyük faaliyetler gerçekleştiren Gençliğe Yardım Fondu hizmet binası TİKA tarafından yenilenmiştir (TİKA, 2017).

TİKA Podgoritsa Program Koordinasyon Ofisi ve Horizonti Derneği işbirliğinde 21-24 Haziran 2012 tarihlerinde Karadağ Cumhuriyeti Plav şehri Gusinye kasabasında “Balkan STK’ları Semineri” düzenlenmiştir (TİKA, 2012). Seminere katılan sivil toplum kuruluşları faaliyetlerini ve tecrübelerini paylaşarak, ortak çalışma yöntemi geliştirmek için görüş ve önerilerini sunmuşlardır (TİKA, 2012). Seminerde TİKA’nın çalışmaları Karadağ’da bulunan yerel sivil toplum kuruluşlarına anlatılmıştır (TİKA, 2012).

“2017 Afrika Tecrübe Paylaşım Programı” TİKA’nın koordinasyonunda THY, AA ve TRT’nin işbirliğinde düzenlenen “2017 Afrika Tecrübe Paylaşım Programı”, Misafir Derneği çatısı altında Türkiye Gençlik Vakfı (TÜGVA), Uluslararası Genç Derneği, İlim Yayma Cemiyeti, Siyasallılar Vakfı, Yeni Dünya Vakfı, Kalem Derneği, Anadolu Gençlik Derneği, Anadolu Öğrenci Birliği ile Eğitim Bilimleri ve Sosyal Araştırmalar Derneği (EBSAD) ve sivil toplum kuruluşlarıyla ortaklaşa gerçekleştirilmesi planlanmıştır (TİKA, 2017).

 

5.Kamu ve Sivil Toplum Kuruluşları İşbirliği Sonuçları ve Beklentileri

Küreselleşen dünya düzeni sonucu 2000’li yıllarda Türkiye aktif ve alternatifli dış politika izlemeyi kendisine hedef olarak koymuştur. Bu hedefler çerçevesinde değişen uluslararası arenanın gerektirdiği dış politika önceliklerini belirlemiştir. Bu öncelikler kapsamında katılımcı bir dış politika anlayışı sürdürme kararı almıştır. Katılımcı dış politika anlayışının uygulama sürecinde kamu ve sivil toplum kuruluşları dış politikada beraber hareket etmişlerdir.

TİKA gibi kamu kuruluşları ilgili dönemde sivil toplum kuruluşları ile birlikte aktif dış politika izlenmesine katkıda bulunmuşlardır. Türkiye’nin Afrika’ya yönelik izlemiş olduğu siyaset aktif dış politikasının örneklerinden biridir. TİKA’nın sivil toplum kuruluşlarıyla birlikte Afrika’da yürüttükleri program ve projelerle Türkiye’nin Afrika ile olan ilişkilerinde gelişmeler gözlenmiştir. Bu dönemde Türkiye ortak tarihi ve kültürel değerlerin öne çıkaran, kazan-kazan anlayışından hareket eden, ticari ve kültürel ilişkilerin önünü açan ve destekleyen bir politika izlemiştir (Fırat, 2009: 5).

Özellikle sağlık ve eğitim alanında atılacak adımlar, geleceğe yönelik sağlam bir zemin oluşturacaktır ve Afrika aslında sivil toplum kuruluşları üzerinden ilişki yapısına yabancı değildir (Fırat, 2009: 6). Batılı devletlerin birçoğu Afrika ile ilişkisini sivil toplum kuruluşları üzerinden kurmaktadır. Bu ilişki biçimi Türkiye için yenidir, ancak siyasi irade, bu konuda son derece destekleyici bir tutum içindedir (Fırat, 2009: 6). Sivil toplum kuruluşlarının kamu kuruluşlarının öncülük ettiği bu yolda fırsatları iyi değerlendirmesi ve imkanları verimli bir şekilde kullanması sonucu Afrika’ya yapılan açılım olumlu sonuçlar doğurabilecektir. 1998’de başlayan 2005’in Afrika Yılı ilan edilmesi ile hızlanan sürecin sonuçları uzun vadeli olacaktır. İzlenen politikanın başarılı olması her iki tarafta da sivil toplum kuruluşlarının çabalarına, devleti aşan bir uzak görüşlülükle harekete geçmelerine ve Afrika halkları ile Türk halkının siyasi iradelerin ötesinde ilişki kurmalarını sağlamalarına bağlıdır (Fırat, 2009: 6). Halklar temelinde kurulan işbirliği ağları, siyaseti etkileme ve yönlendirmede rol oynadıkça alınan siyasi kararları konjonktürel olmaktan kurtarıp kalıcı kılabilecektir (Fırat, 2009: 6).

Bugün kamu ve sivil toplum kuruluşlarının işbirliği içerisinde kurulmuş olan ilişkiler halkların sosyal ve kültürel olarak birbiriyle bağ kurmaları gelecekte uygulanan politikanın değişmesi bile devam edebilecektir. Bu bağ gelecekte siyasi iradeyi yönlendirecek güce kavuşabilecektir (Fırat, 2009:7). Böylece sivil toplum kuruluşları katkısı ile halklara arasında kurulmuş olan derin bağla birlikte politikalar siyasi otoritenin değişmesinden etkilenmeyecek duruma gelebilecektir.

TİKA’nın Afrika’da faaliyet gösteren sivil toplum kuruluşlarına daha da artan bir destek vermesinin Türk dış politikası açısından büyük önemi olduğu aşikârdır.
(Çomak, 2011: 220).

İhtiyaç önceliklerinin sıralanması ve bunlara doğru çözümler üretilmesi projelerin yerel ayağının güçlü olmasıyla mümkün olmaktadır. TİKA’nın teknik işbirliği ve kalkınma yardımları konusundaki tecrübesi ile sivil toplum kuruluşlarının saha bilgisi sorunları anında cevap verebilme refleksini geliştirmektedir (TİKA, 2012)

 

Sonuç

SSCB’nin dağılmasının ardından 1992 yılında SSCB’den bağımsız olan devletlerin gelişmelerine katkı sağlamak için kurulmuş olan TİKA, dönüşen dünya sistemi ve ihtiyaçları sonucu politika değişikliğine yönelmiştir. Bu bağlamda sivil toplum kuruluşları ile işbirliklerini geliştirmiştir. 2005 yılının Afrika Yılı ilan edilmesi ile Afrika’daki faaliyetlerini artırmıştır. Bu faaliyetleri sivil toplum kuruluşları ile birlikte hayata geçirmiştir. Öncelikle gönüllü olarak Afrika’da faaliyet gösteren sivil toplum kuruluşlarının koordinasyonu ve organizasyonu için toplantılar düzenlemiştir. Faaliyet gösterilen ülkelerdeki sivil toplum kuruluşlarının kendilerini geliştirmeleri koordinasyon toplantıları organize etmiştir. Bu kuruluşlara maddi destek olarak faaliyetlerini sürdürmelerine katkı sağlamıştır. Kamu ve sivil toplum işbirliğinin faaliyetleri gerçekleştirme gibi kısa vadeli olumlu sonuçlarının yanında halklar arasında organik bağlar kurarak uzun vadeli olumlu sonuçları olması beklenmektedir. Kurulan bu organik bağlar sonucu ilişkilerin siyasi iradenin tekelinden çıkarılması, hükümet ve politika değişikliklerinden etkilenmeyecek bir düzeye gelmesi beklenmektedir.

 

 

 

BÜŞRA KİRİT

SİVİL TOPLUM OKUMALARI STAJYERİ

 

 

KAYNAKÇA

Acar, M . (2015). Kamu Politikası Perspektifinden Sivil Toplum-Devlet İlişkileri: Bir Çerçeve Önerisi . Yasama Dergisi , (29) , 58-83 . Erişim adresi https://dergipark.org.tr/en/pub/yasamadergisi/issue/54516/743099

Bayar, M , Arpa, E . (2019). Türkiye’nin Afrika’ya Yönelik Kalkınma Yardımlarının Yardım Etkinliği Açısından Değerlendirilmesi . Bilge Strateji , 11 (21) , 201-229 . Erişim adresi: https://dergipark.org.tr/en/pub/bs/issue/54881/751776

Çomak, İ . (2011). Türkiye’nin Afrika Politikası ve Sağlık Sektöründe Çalışan Türk STK’ların TİKA’nın Desteğinde Afrika’da Yürüttüğü Faaliyetlerin Bu Politikaya Etkisi . Avrasya Etüdleri , 40 (2) , 201-222 . Retrieved adresi: https://dergipark.org.tr/en/pub/avrasya/issue/35338/392303

Fırat, M. (2009), Türkiye- Afrika İlişkilerinin Tarihselarka Planı ve Afrika Açılımında Sivil Toplum Kuruluşlarının Rolü, Türk Stratejik Araştırmalar Merkezi, 1-7. Erişim Adresi: https://tasam.org/Files/Icerik/File/_13b80a8a-623f-4c1d-b7bd-6e83fddde142.pdf

Kalkınma  Bakanlığı, (2015), On Birinci Kalkınma Planı (2019-2023) Kalkınma Sürecinde Sivil Toplum Kuruluşları Özel İhtisas Komisyonu Raporu. Erişim Adresi: https://www.raporlar.org/wp-content/uploads/2020/05/KalkinmaSurecindeSivilToplumKuruluslariOzelIhtisasKomisyonuRaporu.pdf

TİKA, (2012), Karadağ’da TİKA’nın Desteği ile Balkan Sivil Toplum Kuruluşları Semineri Düzenlendi https://www.tika.gov.tr/tr/haber/karadagda_tikanin_destegi_ile_balkan_sivil_toplum_kuruluslari_semineri_duzenlendi-2888 (Erişim Tarihi 06.12.2020)

TİKA, (2012), TİKA’dan Kosova’da Sivil Toplumu Destekleyen Proje https://www.tika.gov.tr/tr/haber/tikadan_kosovada_sivil_toplumu_destekleyen_proje-3459 (Erişim Tarihi 06.12.2020)

TİKA, (2013), Etiyopya’da Sivil Toplum Kuruluşlarına Destek Devam Ediyor https://www.tika.gov.tr/tr/haber/etiyopyada_sivil_toplum_kuruluslarina_destek_devam_ediyor-6320 (Erişim Tarihi 06.12.2020)

TİKA, (2017), Tika’nın Azerbaycan’da Sivil Toplum Desteği Devam Ediyor, https://www.tika.gov.tr/tr/haber/tika’nin_azerbaycan’da_sivil_topluma_destegi_devam_ediyor-36044 (Erişim Tarihi 06.12.2020)

TİKA, (2017), TİKA’nın Gönüllü Elçileri Senegal’deki Çalışmalarına Başladı https://www.tika.gov.tr/tr/haber/tika_nin_gonullu_elcileri_senegal_deki_calismalarina_basladi-37516 (Erişim Tarihi 06.12.2020)

TİKA, Hakkımızda, https://www.tika.gov.tr/tr/sayfa/hakkimizda-14649 (Erişim Tarihi 06.12.2020)

TİKA, Tarihçe,  https://www.tika.gov.tr/tr/sayfa/tarihce-222 (Erişim Tarihi 06.12.2020)

Ünal, U. (2015). Türk İşbirliği Ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığı (Tika)’nın Kırgızistan’da Kalkınma Programları Çerçevesinde Faaliyet Analizi, Manas Sosyal Araştırmalar Dergisi, 4(5), 18-45. Erişim Adresi: http://journals.manas.edu.kg/mjsr/archives/Y2015_V04_I05/62427a71940db9ddb199a62cb1a63207.pdf