Home Blog Page 86

1908-1920 Arası Dönemde Sivil Toplum ve Kadın Hareketi

0

Özet

Toplumsal olayları doğru algılamanın ve yorumlamanın önemli olduğu bir çağda yaşıyoruz. Geçmişi kavradıkça bugünümüzü şekillendirmek daha anlamlı hale geleceği için sivil toplumun ve toplumsal hareketlerin tarihine bakmak bugünü anlamlandırmada da oldukça değerlidir. Bu alan çerçevesinde geçmişe dönüldüğünde 1908-1920 arası dönem inceleme alanı olarak bizler için iyi bir örnek ve temel teşkil eder. Kadın hareketleri de tüm dünya için geçmişi yoğun mücadelelerle yoğrulmuş bir oluşum olarak Türkiye Cumhuriyeti ve daha da öncesi Osmanlı İmparatorluğu döneminden de inceleme alanı bulmuştur. Ne yazık ki günümüzde bile sorunların çözülemediği bu sivil alanda mücadele hala devam etmektedir. Bu makalenin amacı da bu konuya daha geniş bir açıdan yaklaşarak tarihsel bir sıralama ile II. Meşrutiyet dönemi sivil toplum ve kadın hareketlerinin önemine odaklanmaktır. Detaylı kaynak taraması metodu kullanılarak tarihsel süreç içerisinde karşılaştırma ve örnek verme aşamalarından ilerlenmiştir.

Anahtar Kelimeler: Sivil Toplum, Kadın Hareketleri, II. Meşrutiyet

 

Giriş

Her gün yeni bir sabaha uyanırken yaşadığımız günün öncesiyle bağ kuruyoruz. Adımlarımız ileri doğru giderken bile geçtiğimiz yoldaki toprağın izini taşıyarak yürüyoruz. Toplumsal hareketleri incelediğimizde de bu toplumsal hareketlerin sürekliliğinin ilk koşuluna bakmak gerekir. Bu koşul da elbette ki o hareketin tarihsel geçmişinin bilinmesidir. Tarihte uzun süre boyunca kimi zaman bakılan ama görülmeyen kimi zaman da işitilen ancak duyulmayan kadını ele aldığımızda da bu yolculuğun hiç de kolay olmadığını görüyoruz. Birçoğumuz kadınların erken zamanlardan beri bireysel hakları için mücadele verdiklerini biliyoruz. Ancak kadının da bir birey olarak toplumsal alanda var olduğu kabulü maalesef çok kolay süreçlerden geçmedi. Günümüzde bile cinsiyet temelinde karşılaştığımız oldukça büyük sorunlar var. İçinde bulunduğumuz hayatta her gün bir kadın olarak farklı farklı duvarlarla karşılaşıyoruz. Bizler için bu duvarları görmek, anlamak ve ortadan kaldırmak önemli ve bunu toplumsal ve tarihsel arka planına bakarak yapabiliriz. 1908-1920 arası dönem de hem oldukça büyük bir tarihsel arka plana hem de geleceği biçimlendirme gücü olarak yüksek bir etki alanına sahiptir.

 

  1. II. MEŞRUTİYET’İN İLANINDAN ÖNCESİ / KADIN VE SİVİL TOPLUM

I. Meşrutiyet döneminin iyi algılanabilmesi ve karşılaştırma yapılabilmesi için kısaca önceki döneme göz atmakta fayda görüyorum. Çünkü II. Meşrutiyet’in doğduğu ortam hem II. Meşrutiyet dönemini hem de sonrasında kadın hareketlerini yorumlamayı kolaylaştıracaktır. Öncelikle II. Meşrutiyet, yakınçağ Türk tarihi için önemli bir dönüm noktası olarak görülür. Aynı zamanda bu kendinden önceki zamanın yenileşme ve modernleşme uğraşlarının bir devamı niteliğindedir. Bu dönem Lale Devri ile başlayıp, Tanzimat, Islahat ve I. Meşrutiyet ile tamamlanmış bir hareket olarak algılanmalıdır. Bu dönemde bir devrim gerçekleşti ve bu devrim de toplumsal yaşamın tümüne etki etmiştir (Birecikli, 2008). Osmanlı Devleti’nde değişim ve yenileşme hareketleri 18. yüzyıldan beri başlamıştır. Burada yaşanan Batılılaşma hareketlerinin sonucunda gerçekleşen Meşrutiyet “normal” olarak değerlendirilir. Meşrutiyet de elbette ki bir anda inşa edilen bir yapı olmadı. “Genç Osmanlılar” Avrupa’da eğitim gördükten sonra Osmanlı’da Meşrutiyet’in doğuşunda rol oynadılar. Aynı zamanda bu dönemde basın yayın organları gelişti ve gazete sayısı arttı; buna bağlı olarak da okuryazar sayısında bir artış yaşandı. Tüm bunların sonunda insanlar düşünmeye, devamında da düşündüklerini tartışmaya başladılar (Özkaya, 1994). 19. yüzyılda tüm dünyada milliyetçi duygular ön plana çıkmıştı. Osmanlı devleti de çok çeşitli etnik yapıya sahip olan bir devlet olarak bu süreçten oldukça fazla etkilendi ve bir manada artık hayatta kalma mücadelesi veriyordu (Birecikli, 2008). 18. yüzyıldan itibaren zayıflama sürecine giren Osmanlı, bu zayıflama sürecinden çıkış kapısını Batı olarak belirledi, yani Batılı anlamda modernleşme hareketlerini başlattı. Bu sürecin başlangıç noktasının da 1839 yılında ilan edilen Tanzimat Fermanı olduğunu söyleyebiliriz. Bu dönemde askeri, bürokratik, toplumsal ve siyasal alanlarda reformlar yapıldı (Özkiraz & Arslanel, 2011). Bu dönemdeki reformlardan en önemlisi kadınlar üzerinde oldu yani kadınların yararına olacak şekilde kanunlarda çeşitli değişiklikler yaşandı. Kadınlar bu reformların sonucunda toplumsal hayata katılmaya başladılar (Taşkıran, 1973). Bu alanda yapılan değişiklikleri anlamanın yolu yeniden daha öncesine bakmaktır. Osmanlı Devleti, İslam hukukuyla evlilikleri de bazı kurallara bağlamış durumdaydı ve İslam hukukunda da poligamiye izin verilmektedir. Bunu daha da açacak olursak, bir erkek dört kadına kadar evlenebilme hakkına sahipti ve şeriata göre bir evlilik mahkemeye gitmeden de son bulabilirdi. Bunun yolu da kadın ve erkeğin anlaşması ile veya erkeğin tek taraflı olarak boşanmasıydı (Özcan Demir, 1999). Bu dönemde yapılan değişiklikler de ilerleyen bölümlerde bahsedeceğim gibi bu alana da etki etti. Kısacası 18. ve 19. yüzyıldan bir mücadele eşliğinde çıkan Osmanlı, yolunu artık değiştirmesi gerektiğini fark etti. Tüm bu değişim ve yenileşmeler de bunun sonucunda adım adım gerçekleşti. Uzun bir süre boyunca Batılılaşma etkisi altında kalan Osmanlı Devleti, tarihi boyunca değişen devlet ve hükümet şekillerine rağmen aynı problemlerle uğraşmak zorunda kalmıştır. Asıl soru çoğu zaman “Bu devlet nasıl kurtarılır?” şeklinde yöneltilmiş ve çözüm de batılılaşma olarak görülerek bu şekilde metodu ve ağırlık derecesi belirlenerek aranmıştır (Birecikli, 2008).

 

2. II. MEŞRUTİYETİN İLANIYLA KADIN VE SİVİL TOPLUM

Tanzimat dönemi ile başlayan bu değişim ve yenileşmeler II. Meşrutiyet’in ilanıyla bir hız kazandı. Ancak II. Meşrutiyet’in ilanı da bir anda olmamakla beraber tarihsel bir arka plana dayanmaktadır. Zaten büyük geçmişi ve altyapısı bulunan bir imparatorlukta bu tarz dönüşümlerin hızlı ve kesintiye uğramadan gerçekleşmesi çok mümkün değildir.

23 Aralık 1876 tarihinde ilk Meşrutiyet ilan edilse de Osmanlı’nın dönem içerisinde bulunduğu savaşlardan aldığı yenilgiler ile (Osmanlı-Rus Savaşı) padişah tarafından bu meclis dağıtılmıştır. Ancak Jön Türk hareketi bu süreçte olgunlaşıp kuvvetlenerek yola devam etmiş ve II. Abdülhamid idaresi de tam da bu döneme denk gelmiştir. Bunun sonucunda da Meşrutiyet’i yeniden devreye sokmaya zorlamış ve başarmışlardır  (Birecikli, 2008). Evet, bu bir başarıdır. Çünkü padişah otoritesi ve gücü kırılmaya zorlayarak bir hak mücadelesi verilmiştir.

1908 tarihinden sonra anayasa üzerinde birtakım değişiklikler gerçekleşmiştir ve bu değişiklikler anayasanın bazı maddeleri üzerinde olmuştur. Mutlakiyet ile yönetim parlamenter rejime çevrilerek kabine tarafından meclisin feshedilme ihtimali güçleştirilmiştir. Yine aynı zamanda bu kabine artık padişaha karşı değil, meclise karşı sorumlu hale getirilmiştir. Kişilerin hak ve özgürlükleri bir nebze daha güvenceye alınmıştır. Bu güvene örnek niteliğinde şunları sayabiliriz: sansür, sürgün ve kanunun saptadığı nedenler dışında tutuklama ve cezalandırma kaldırılmıştır bunların yanı sıra dernek kurma ve toplanma hakkı kabul edilmiştir (Birecikli, 2008). Bu dönemde bir fikir özgürlüğü ortamı oluştuğu yadsınamaz bir gerçektir. Bu özgürlük ortamında da Osmanlı Devleti içerisinde kadın, kadının konumu, kadının hakları vb. konularda tartışmalar başlamıştır. II. Meşrutiyet’in bir devamı şeklinde gelen yenileşme ve değişme hareketlerinin bağlantı noktası ise Osmanlı feminizmidir. Kadının artık toplumsal, ekonomik ve kültürel birçok alanda yer aldığını görürüz. Buranın asıl odak noktası ise bir sonraki dönem olan Cumhuriyet dönemi için yeni yapılanmaların temellerini oluşturmuş olmasıdır (Özcan Demir, 1999). Osmanlı kadınının toplumsal hayattaki konumu konusunda değişim ve dönüşümler Tanzimat’ın ilanı ile başladı ancak ivme kazanması II. Meşrutiyet ile gerçekleşti. Bu dönemin kadınlarının elde ettiği en önemli imkân da eğitim imkânıdır. Bu sayede kadınların toplumsal hayatta daha aktif bir şekilde rol oynamalarının önü açılmıştır. II. Meşrutiyet döneminde oldukça önemli gelişmeler yaşanarak kadının toplumdaki rolünde değişiklikler yaşandı. Hatta bu rolün kimi zaman geleneksellik ve modernlik algılarının ortasında kaldığı düşünülür. II. Meşrutiyet’in ilanı o dönemdeki kadınlar için de özgürlüğün bir ilanı şeklinde yorumlanır ve başı eğitimli kadınların çektiği bu süreçte kadınlar toplumsal hayatta bir yer edinme mücadelesi vermişlerdir (Özkiraz & Arslanel, 2011). Kadın hareketi kolay yollardan geçmediği gibi kolay bir mücadele sahasına da sahip olmamıştır. Ancak dönüşüm ve değişimleriyle II. Meşrutiyet döneminde bu hareketin boyutu, etkisi ve başardıkları oldukça önemli ve dikkat çekicidir. Osmanlı kadınını bu dönemde hayatın her alanında görmeye başlıyoruz yani basında, sanatta, eğitimde kendine yer bulan kadın bu dönemde hatta çalışma hayatında da kendisini toplumsal koşullara uygun hale getirmeye çalışmıştır (Akagündüz, 2016).

Eğitim konusu ise hem etki alanı hem de yarattıkları bakımından her zaman önemli ve büyük bir konudur. II. Meşrutiyet dönemi de Türk tarihi içerisinde eğitim konusu üzerine en çok düşünülen ve en çok yazılan dönemdir. Bu dönemde eğitim sorunlarıyla ilgilenilmiş ve bu sorunlar çözülmeye çalışılmıştır. Bunun sonucunda kızlar için ilk üniversite ve lise düzeyinde okullar açılmıştır (Ergün, 1996). Bu dönemde sağlanan eğitim imkânının elbette ki önemli sonuçları olmuştur. Bu sayede Türk kadınları toplumsal hayata takılmaya başlamış, ayrıca ekonomik alanda da kendilerine yer edinerek çalışma hayatına girmişlerdir. II. Abdülhamit döneminde eğitimde yaşanan artış, II. Meşrutiyet dönemine de kadın hareketleri ve örgütlenmeleri konusunda yansımıştır. Kadınlar toplumsal ve ekonomik hayata katılırken bu yolun bir devamı olarak da kadın dernekleri kurmaya başlamışlardır (Yücekök, Turan, & Alkan, 1998).

 

3. İTTİHAT VE TERAKKİ

Bu dönemde es geçemeyeceğimiz bir diğer nokta İttihat ve Terakki Cemiyeti’dir. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin bu dönemde kadınlara yönelik çalışmaları, kadınların farklı toplumsal alanlarda varlık göstermesinde etkili olmuştur. 1908 devriminden sonra İttihat ve Terakki, iktidarı elde edip sonrasında da 1918 yılına kadar egemen olup ülkenin hem dış hem de iç politikasına yön vermiştir (Birecikli, 2008). İttihat ve Terakki yönetimi kadın konusuna ayrı bir önem vererek II. Meşrutiyet döneminde bazı girişimlerde bulunmuştur. Bu girişimler kadını toplumsal hayata dâhil etme çerçevesinde gelişmiştir. Jön Türkler olarak bahsettiğimiz kişiler kadın konusunu sadece kültürel alanın değil, aynı zamanda ekonomik alanın da bir öğesi olarak kabul ederek bu konuyu dönemin aydınları için bir tartışma konusu haline getirmiştir (Çaha, 1996). Bu dönemde hemen hemen herkesin kadın ve kadın hakları konusunda bir fikir beyan edip tartışma ortamına katıldığını görebiliriz.

İttihat ve Terakki bunu neden ve nasıl yaptı sorusunu ise milli anne ve milli çocuk yaratma hedefi ile yanıtlayabiliriz ve bunu da kadının konumunu dönüştüren hukuki değişiklikler ile yapmıştır (Akagündüz, 2016). İttihat ve Terakki temel fikir noktası olan milli kavramını devrim ile birleştirmiştir ve onlara göre bunun başarmanın yolu da sosyal devrimler ve aile ortaklığından geçmektedir. Bu sayede İttihat ve Terakki’nin kadına ve dolayısıyla aileye yönelik politikaları da Osmanlı kadın hareketlerinin temelini inşa eder (Durakbaşı, 2002).

 

4. HUKUK-İ AİLE KARARNAMESİ

Tam da bu noktada Aile Hukuku Kararnamesi’nden bahsetmek gerek. Bir önceki dönemde İslam hukuku çerçevesinde kadın haklarına kısa da olsa değinmiştik. Bu dönemi öncekilerden ayıran özellikleri sıralarken bunların arkasındaki kanunlara da bakmak lazım. Bu dönemde kadın hakları konusu önemli bir yer alıyordu, bu doğrultuda da ıslahatlar yapıldı. Bunları kısaca anlatacak olursak ilk olarak evlilikte belediye nikâhı şartı geldi. Bu evliliğin meşru ve yasal bir boyut kazandığının göstergesidir. Yine daha önce bahsedildiği gibi İslam hukuku çok eşliliğe izin veriyordu. 1917 tarihli Aile Hukuku Kararnamesi kocanın ikinci bir kadınla evlenebilmesini ilk kadının rızasına bıraktı. (Kuran, 1997). Bu kararname günümüz açısından büyük bir adım gibi gözükmese dahi dönemin şartlarını göz önüne aldığımız zaman olağanüstü bir önem arz eder. Alınan kararlar aynı zamanda evlilik yaşı konusuna da değindi, yani evliliğe yaş sınırı getirilerek kadınların 17, erkeklerin ise 18 yaşı evlilik için sınır kabul edildi. Aynı zamanda devlet memuru ve iki şahit şartıyla evlilikler resmi bir düzeneğe oturtuldu. Bu da evliliklerin daha sağlam ve kabul edilebilir zeminini yarattı. Böylelikle devletin evlilik ve boşanmadaki rolü ve çizgisi belirlendi  (Çaha, 1996). Kısacası Osmanlı’da yürürlükte olan mecellenin aile hükümleri bölümünün Hukuk-ı Aile Kararnamesi ile 1917 tarihinde değiştirilmesi bu dönemin kadını merkeze alan en önemli hukuki adımı olmuştur. Bu kararname ile devlet aile hayatındaki kontrolünü yoğunlaştırmış ve farklı milletlerin dini otoriterleri tarafından belirlenen aile hukuklarını laikleştirerek kadına yeni haklar tanımıştır  (Durakbaşa, 2000).

Elbette ki bu dönemdeki değişiklikler sadece evlilik ve eğitim konusunda yaşanmadı. Balkan Savaşları ve I. Dünya Savaşı sırasında erkek nüfus yoğun bir şekilde askere alındığı için çeşitli çalışma alanlarında da boşluklar yaşandı. Bunlardan biri de devlet daireleridir. Oluşan bu boşluklara kadınlar yerleştirildi. Böylelikle Türk kadını kamu hayatına adım atmış oldu. Bunun devamında da özellikle İstanbul ve Selanik üzerinde dergi ve gazeteler yayımlanmaya ve bu sayede kadın hakları yaygınlaşmaya başladı (Kuran, 1997). Yani II. Meşrutiyet’in ilanı ile başlayan kadın hareketi ve kadının toplumsal hayata entegre olması gerektiği düşüncesi çeşitli gazete ve dergilerde üzerinde durulan konular haline geldi. Kadınlar bu sayede taleplerini ve düşüncelerini paylaşabilecekleri ve birbirlerine aktarabilecekleri bir alan buldular. Bunu da özellikle basın ve örgütlenme yoluyla yaptılar.

 

5. BU DÖNEMDEKİ BAZI DERGİLER

19. yüzyılın ikinci yarısı itibariyle devlet kadının eğitimi hususuna önem vermiş, bunun sonucunda da kadın toplum hayatında daha çok öne çıkmaya başlamıştır. II. Meşrutiyet’in ilanı ile kadınların ve destekçilerinin çıkardıkları dergi sayısında gözle görülür bir artış yaşanmıştır. Dergi sayısı artmış, fikirlerini paylaşacakları ortam olan dernek faaliyetleri fazlalaşmış ve kadınlar siyasi partilerde görev almaya başlamıştır (Tekeli, 1982). Bu dönemde ortaya çıkmış birçok dergi ve gazete vardır ancak maalesef inceleme yazısının içeriği ve uzunluğu bakımından hepsine yer verilmesi şu an mümkün değildir.

Osmanlı Devleti’nin bir çıkış kapısı olarak gördüğü batılılaşma hareketi, Osmanlı’daki kadın hareketini de Batıdaki feminist akıma benzer şekilde ilerletmiştir. II. Meşrutiyet ile beraber gelen özgürlükçü ortam sayesinde birçok gazete ve dergi bu dönemde yerini almış, ifade özgürlüğünün gelişmesine önemli çabalar göstermiştir. Kadınlar ise bu dergilerde yazılar yazarak farklı farklı sorumlulukları üstlerine almışlardır. Bu dergilere örnek verecek olursak Kadın, Mehasın, Kadın Bahçesi, Kadınlar Dünyası, Kadınlar Duygusu, Kadın Kalbi dergilerini sayabiliriz (Özcan Demir, 1999). II. Meşrutiyet insan zihnine direkt kadın dergilerini de getirmelidir. Bu aşamada bahsetmek istediğim ilk dergi Demet’tir. 1908-1918 arası dönemde kadını siyasal konularla tanıştıran ilk dergi “Demet” dergisi olmuştur. Dergi Celal Sahir tarafından çıkartılırken kadrosunda ise Enis Avni, Selim Sırrı, Cenap Şahabettin gibi önemli isimler yer almaktadır. Bu dergide moda dünyası çocuk eğitimi ve hatta Osmanlı kadının bilinçlendirilmesine yönelik içerikler bulunuyordu (Akagündüz, 2016). Bahsetmek istediğim ikinci dergi ise Kadınlar Dünyası’dır. Kadınlar Dünyası dergisi farklı bir yazar kadrosuna sahiptir. Bu kadro Mükerrem Belkıs, Nilüfer Mazlum, Ulviye Mevlan, Aziz Haydar, Feride Mağmun, Bint-i Pertev Hadiye, Nuriye Ulviye, Nimet Cemil, Atiye Şükran, Emine Seher Ali, Aliye Cevat, Belkıs Şevket, Fatma Aliye, Yaşar Nezihe, Fatma Neşide, Nezihe Hamdi gibi isimlerden oluşurken dergide yazdıkları yazılarla da kadın hareketini özgünleştirmeyi başarmışlardır (Akagündüz, 2016). Bu dergi 1913-1921 arası dönemde uzun bir süre yayınlanmıştır ve diğer dergilerde daha farklı bir içeriği vardır. Kadınlar Dünyası, Osmanlı Müdaafa-i Hukuk-ı Nisvan Cemiyeti’nin yayın organıdır. Bu cemiyetle beraber Osmanlı kadınlarının hak mücadelesini sırtlanmışlardır. Bu dergide üstünde durulan ana konu eğitimli kadınların toplumsal hayata katılmalarının bir gereklilik olarak görülmüş olmasıdır. Bu sayede toplumsal ve ekonomik hayatta yer edinmesi gerektiği düşünülen kadının bunların gelişmesiyle sahip oldukları statü arasında bir bağ kurmuşlardır (Kurnaz, 1997). Kısaca derginin kuruluş amacı, kadınların bilinçlenmesini sağlamak diyebiliriz. Bunu yapmanın yolu da kadın haklarını ve özgürlüklerini arttırmaktan geçmektedir.

 

6. BU DÖNEMDEKİ BAZI DERNEKLER VE CEMİYETLER

1. Meşrutiyet döneminde yeni dernek ve cemiyetler de kurulmuştur. Bu derneklerin farklı farklı amaçları vardı. Kadını aktif toplumsal hayata dâhil eden en önemli araç II. Meşrutiyet döneminde derneklerdir. Bu dernekler ideolojik içeriklere sahiplerdir ve bu sayede Osmanlı vatandaşları siyasallaştırılmıştır. Kadın hayata entegre edilerek bu durumu eleştiren, düşünen ve değiştirmeye çalışan bir varlık haline gelmiştir. Bu sayede de kadın daha görünür hale gelmiş ve somutlaşmıştır. Mücadeleci bir kadın niteliği dernekler sayesinde ortaya çıkarılmış ve erkek egemen toplumun direnci kırılmaya başlanmıştır. Bunun sonucunda da kadınlar hem kamusal alanda hem de diğer çalışma alanlarında etkinliğini arttırmıştır (Kılıç Denman, 2009). Meşrutiyet dönemi pek çok kadın örgütünün kurulduğu bir dönemdir. Bu dernekler kendi içlerinde farklılaşabilir. Örneğin hayır dernekleri olduğu gibi yine bu dönemde feminist nitelik ve hedefte olan dernekler de vardır. Derneklerin amaçlarını da şu şekilde sayabiliriz: kadınları eğitmek, iş imkânı yaratmak ve kadınların toplumsal hayata katılmaları gibi. Bu dönemdeki derneklerden bazıları şunlardır: İttihat ve Terakki Kadınlar Şubesi, Kadınları Esirgeme Derneği, Teali Nisvan Cemiyeti, Osmanlı Kadınları Terakkiperver Cemiyeti, Osmanlı Cemiyet-i Nisaiyye, Müdafaa-i Hukuk-ı Nisvan Cemiyeti (Özcan Demir, 1999).

Dernek ve dergiler birbirlerini destekleyici bir çark sistemi içinde ilerlemiştir. Biri diğerinin devamı, öncesi bazen de ateşleyicisi konumunda yer almıştır. Yani kadın dergileri, kadınların bireysel olarak kendi kendilerini ifade etmelerini sağlarken diğer taraftan dernekler bu doğrultuda oluşmuş talep ve düşüncelerini örgütsel hale getirmektedir (Akagündüz, 2016) Şimdi söz etmek istediğim ilk dernek Osmanlı Müdâfaa-i Hukuk-u Nisvan Cemiyeti’dir. Bu cemiyet kadının çalışma hayatına katılımında odak nokta olarak belirlenmiştir. Kadının da tıpkı erkekler gibi çalışması gerektiğine inanan ve bunun için mücadele veren dernek bu sayede kadının ekonomik yaşama katılıp hem bireysel hem de ulusal düzeyde ülke ekonomisini de yüceltebileceğini söylerler (Çakır, 1991). Osmanlı feministleri bu cemiyet ile kadın hukukunu savunmaya dair girişimlerde bulunmuşlardır. Ayrıca bu cemiyeti diğerlerinden ayıran özelliği, diğerlerine oranla daha radikal olmasıdır. Toplumsal yaşamda da kadının yer alması gerekliliği düşüncesi doğrultusunda kadın-erkek arasındaki eşitsizliğin yok edilmesi, boşanmanın kadınlar için de bir hak haline gelmesi, mirasta erkek kadar eşit hakka sahip olması gerekliliği tartışılmış ve savunulmuştur. Bu cemiyetin basın yayın organı ise Kadınlar Dünyası dergisidir (Çaha, 1996). Söz etmek istediğim ikinci değerli cemiyet ise Teali-i Nisvan Cemiyeti, nam-ı diğer Kadınların Durumunu Yükseltme Derneği’dir. 28 Nisan 1913’te kurulan bu cemiyet kayıtlara geçen ilk feminist örgüttür. Derneğin amacından bahsetmek gerekirse bunu kadının hem çalışma hem de toplumsal yaşama katılması ve bu süreçte kadınları kısıtlayan eşitsizliğe, eğitimsizliğe ve geleneklere karşı bir mücadele ortamı kurulması olarak ifade edebiliriz. Tüm bunlar için ise toplumsal bir inkılap şartı vardır. Derneğin başkanlığını ise kadın ve erkeğin eşitliği üzerinde duran Halide Edip Adıvar yapmaktadır (Eralp, 2017).

     6.1. Halide Edip Adıvar

Bu aşamada ben Halide Edip Adıvar’ın önemli bir insan olduğunu düşünerek ona ayrı bir parantez açmak istiyorum. Çünkü II. Meşrutiyet’in Adıvar’ın hayatında bir dönüm noktası olduğunu düşünüyorum. Halide Edip, hem Türk siyasal hayatında hem de Cumhuriyet döneminde önemli bir isimdir. Özel hayatı ve içinde bulunduğu faaliyetler doğrultusunda, kadın hakları konusuna ilgili olup bu konuda fikirlerini beyan eden ilk aydın kadınların arasındadır. Halide Edip bulunduğu dönemde de farklı bir konuma yerleşmiştir. Amerikan Koleji’nden mezun olan ilk Türk kadınıdır ve yaşamının ilerleyen dönemlerinde de Milli Mücadele’ye destek olarak Anadolu’da görev alıp ilk kadın hatiplerinden biri olmuştur. Adıvar, yaşamı boyunca Türk kadının toplum içinde “medeni milletler seviyesinde” olması gerektiğini savunmuştur (Yılmaz, 2013).

Halide Edip’i anlatmaya onun bizlere bir hitabıyla nokta koymak isterim.  “Her yerde kadınların uyanıp ilerlemeleri başka hareketler gibi yavaş ve zincirleme bir hareket olmuştur. Bugün, bu saat, ben size böyle hitap ederken, siz beni dinlerken şüphesiz biz de tarih yapıyoruz demektir. Bu tarihçeyi torunlarımız bir konferans dolduracak kadar uzun ve iftiharla yaptıkları zaman bizim aciz, fakat hüsn-i niyet (iyi niyet) ve samimiyetle dolu bin müşkülatla elde edilen mücadelemizden de bahsedeceklerdir.” (Eralp, 2017)



Sonuç Yerine

1. Meşrutiyet’in önemi büyüktür. Bu döneme kadar duygusal, kırılgan, narin, hassas gibi sıfatların tek bir cinsiyete atfedilerek yine tek bir cinsiyetin toplumsal, siyasal ve ekonomik hayattan dışlandığını gördük. II. Meşrutiyet’in önceki dönemlerden farkı ise daha canlı ve aktif bir dönem olmasıdır. Bu dönemde izlenen politikaların çıkış noktalarından en önemlisi kadının konumu üzerinedir. Kadının konumu farklılaştırılmıştır. II. Meşrutiyet ile Türk kadınına farklı alanlarda farklı imkânlar sunulmuştur. Türkiye’de çağdaş manada siyasetin başlangıcını II. Meşrutiyet oluşturmuştur. Anayasal düzen, parlamenter yaşam ve kişinin temel hak ve özgürlükleri II. Meşrutiyet ile oluşmaya başladı. Bu da kamuoyu ve özgür basınla oldu (Birecikli, 2008). Bizler için Türkiye’nin siyasi ve sosyal sorunlarının çözümü ancak II. Meşrutiyet dönemi Osmanlı modernleşme tarihini iyi anlamakla mümkündür. II. Meşrutiyet dönemi de Türk modernleşme tarihinin en önemli aşamalarından biridir (Özkiraz & Arslanel, 2011). II. Meşrutiyet’in ilanıyla daha tabana yayılmaya çalışan ve eylemci bir kadın hareketi doğmuştur. Kadınlar canlarını en çok yakan sorunları fark edip bunlara çareler aramaya başlamışlardır. Bunun yolunu da basın ve örgütlenme yoluyla iki kanattan yaptılar. Bu mücadele uzun bir yolculuk belki de daha çok uzun sürecek ancak önemli olan bizlerin bunun geçmişini bilerek geleceğe daha emin adımlarla ilerlememiz olacaktır.

 

 

YAREN BUSE DOĞANAY

Sivil Toplum Staj Programı

 

 

KAYNAKÇA

Akagündüz, Ü. (2016). II. Meşrutiyet döneminde kadın hareketi ve Şukufe. Fe Dergi, 8(1), 111-116.

Birecikli, İ. B. (2008). Yüzüncü Yılında II. Meşrutiyet’in. Akademik, 2(3), 211-226.

Çaha, Ö. (1996). Sivil Kadın. İstanbul: Vadi Yayınları.

Çakır, S. (1991). Osmanlı Kadın Dernekleri. Toplum ve Bilim, 139-159.

Durakbaşa, A. (2000). Halide Edib: Türk Modernleşmesi ve Feminizm. İstanbul: İletişim Yayınları.

Durakbaşı, A. (2002). Halide Edip Türk Modernleşmesi ve Feminizm. İstanbul: İletişim yayınları.

Eralp, F. (2017). 28 Nisan 1913: Teali-i Nisvan Cemiyeti kuruldu. Çatlak Zemin. https://www.catlakzemin.com/28-nisan-1913-teali-i-nisvan-cemiyeti-kuruldu/ adresinden alındı

Ergün, M. (1996). II.Meşrutiyet Devrinde Eğitim Hareketleri. Ankara: Ocak Yayınları.

Kılıç Denman, F. (2009). İkinci Meşrutiyet Döneminde Bir Jön Türk Dergisi: Kadın. İstanbul: Libra Kitapçılık ve yayıncılık.

Kuran, E. (1997). Türk Çağdaşlaşması. Ankara: Akçağ Yayınları.

Kurnaz, Ş. (1997). , Cumhuriyet Öncesinde Türk Kadını (1829-1923). İstanbul: MEB Yayınları.

Özcan Demir, N. (1999). II. Meşrutiyet Dönemi Osmanlı Feminizmi. Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, 16(2), 107-1/5.

Özkaya, Y. (1994). Tanzimat’ın Siyasi Yönden Meşrutiyete Etkileri Cemiyet-i İslamiyye Başkan. Tanzimat’ın 150.Yıldönümü Uluslararası Sempozyumu, 301-303.

Özkiraz, A., & Arslanel, N. M. (2011). İKİNCİ MEŞRUTİYET DÖNEMİNDE KADIN OLMAK. SOSYAL ve BEŞERİ BİLİMLER DERGİSİ, 3(1), 1-10.

Taşkıran, T. (1973). Cumhuriyetin 50. Yılında Türk Kadın Hakları. Ankara: Başbakanlık Basımevi.

Tekeli, Ş. (1982). Kadınlar ve Siyasal Toplumsal Hayat. İstanbul: Birikim Yayınları.

Yılmaz, A. (2013). HALİDE EDİP’TE KADIN HAKLARI. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Türkoloji Dergisi, 119-134.

Yücekök, A., Turan, İ., & Alkan, M. Ö. (1998). Tanzimattan Günümüze. İstanbul: Tarih Vakfı.

 

 

 

19. Yüzyılda Balkanlarda ve Karpat Havzasında Macarlaştırma Politikaları

 

Bu röportaj, Doç. Dr. Ateş Uslu ile 19. Yüzyılda Balkanlarda ve Karpat Havzasında Macarlaştırma Politikaları üzerine yapılmıştır. 

 

Doç.Dr. Ateş USLU | AVESİS

 

1) Öncelikle, kendinizden, tahsilinizden ve ilgi duyduğunuz çalışma alanlarından biraz bahseder misiniz?

Galatasaray Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde okudum. Bu dönemde Macar filozof György Lukács’ın eserlerini okumuş, bu arada düşünürün gençliği üzerine araştırma yaparken on dokuzuncu yüzyıl sonu Avusturya-Macaristan’ın toplumsal ve entelektüel tarihiyle ilgilenmiştim. Kendi olanaklarımla Macarca öğrenmeye başladım, sonrasında Paris I Panthéon-Sorbonne Üniversitesi Yakınçağ Orta Avrupa Tarihi Araştırma Merkezi’nde 1918 Macar Devrimi’nin liderlerinden (ve Macaristan’ın ilk cumhurbaşkanı olan) Mihály Károlyi üzerine bir tez yazdım. Aynı dönemlerde Lukács üzerine kitabım (Lukács: Marx’a Giden Yol) da yayımlanmıştı. Doktorada Macaristan üzerine çalışmaya devam ettim, ancak bu sefer Macar ulusal kimliğinin oluşumunu operalar üzerinden incelemeye karar vermiştim. Bu konuda yazdığım doktora tezini savunarak Paris I ve Budapeşte Loránd (ELTE) üniversitelerinden doktora derecemi aldım. Halen İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde öğretim üyesiyim, siyasal düşünceler tarihi üzerine dersler veriyorum. Bu konuda bir metodoloji kitabım birkaç yıl önce yayımlandı (Siyasal Düşünceler Tarihine Giriş), şu sıralar siyasal düşünceleri sınıf ve toplumsal cinsiyet perspektifinden ele alan bir düşünce tarihi kitabı üzerinde çalışıyorum.

 

2) 19. yüzyılda Macar toplumuna baktığımızda nasıl bir sınıfsal dağılımla karşılaşırız?

18.-19. yüzyıllarda Macar toplumu feodal dönemin sınıfsal tabakalaşmasını anımsatan özellikler taşıyordu. Haydn ve Beethoven gibi bestecilerin hayatını okuduğumuzda Esterházy ailesinin ihtişamını fark ederiz, Viyana sokaklarında yürürken Pálffy, Erdődy ve Batthyány ailelerinin görkemli saraylarıyla karşılaşırız. Gerek Budapeşte’de, gerekse –Trianon Andlaşması’na kadar Macaristan Krallığı sınırları içinde kalan– Bratislava ve Cluj-Napoca gibi Slovak ve Rumen kentlerinde Macar aristokratlarının bıraktıkları izlere rastlarız. Özetle, pek çok Avrupa ülkesinde aristokrasinin gücünü yitirmekte olduğu 19. yüzyılda Macar aristokrasisi son derece nüfuzlu bir konumdadır. Bunun dışında ilk bahsettiğimiz üst düzey aristokratlar kadar nüfuzlu olmasalar da yerel düzlemde ve Macar Diyeti’nde etkilerini koruyan küçük soylulardan da bahsedebiliriz. Macar milliyetçiliği esas olarak bu iki asilzade tabakasından gelen yazar ve siyasetçilerce geliştirilmiştir; Macaristan’ın ulusal kalkınması ve/veya bağımsızlığı üzerine yazan pek çok kişi, örneğin István Széchenyi ve Lajos Kossuth, soylu kökenlidir.

Bunun yanında elbette Macaristan’da bir burjuva sınıfı da vardır (burada “burjuva”yı kentli mülk sahipleri, esas olarak da tüccar ve zanaatkârlar anlamında kullanıyorum). Ancak burada işler karmaşıklaşıyor: O dönemin Macaristan’ının sınırları içinde kalan neredeyse bütün büyük kentlerin burjuvaları Almanca konuşuyordu: Bir kısmı Orta Çağ boyunca Tuna havzasına yerleşmiş olan Almanlardı, bir kısmı Yahudiydi, bazıları da köylerden kentlere göçüp Almanlaşmış olan Macar, Slovak, Rumen, Sırp, Hırvat kökenli ailelere mensuptular. Macar ulusal şairleri, bestecileri, ya da milliyetçi siyasetçileri arasında burjuva kökenlilerin azımsanamayacak bir yeri olsa da Macar kentlerinin burjuvazisi 19. yüzyıl boyunca milliyetçiler tarafından bazen fazla kozmopolit, bazen “gayrı milli”, bazen de “kökü dışarıda” olarak görülüyordu. Yok edilmesi gereken düşmanlar olmasalar da etkileri azaltılması gereken rakipler konumundaydılar. Tabii bu söylediklerim özellikle 19. yüzyılın ilk yarısı için geçerli. Yüzyılın ikinci yarısında bir yandan kentlerde Macarca konuşanların sayısı (hem Macarların kırsal alanlardan kentlere göçü, hem de asimilasyon yoluyla) artarken diğer yandan bir sınıfsal dönüşüm yaşandı: kapitalizme geçişin ivme kazanmasıyla aristokrasi ve burjuvazi arasında keskin ayrımlar artık ortadan kalkmaktaydı.

Bunun dışında elbette toplumun çoğunluğunu emekçi sınıflar oluşturuyordu: Topraksız köylüler, ticarethanelerde, zanaatkâr atölyelerinde, manifaktürlerde ve yüzyıl ilerledikçe kurulan fabrikalarda çalışan ücretli işçiler… Ve ücretli işçilerin ev içi işlerini gören, temizlik, çocuk bakımı ve yemek gibi işleri yapan kadınlar. Bütün bu farklı kategoriler, Macaristan halkı ya da Macar ulusu gibi yekpare kategorilerden değil, karmaşık ve dinamik bir sınıflar ve toplumsal cinsiyetler bütününden bahsedebileceğimizi gösteriyor.

 

3) Bu sınıfsal tabakalaşmayla bağlantılı bir şekilde Macar milliyetçiliğinin dinamosu olarak hangi toplumsal sınıf/kesim ön plana çıkmaktadır?  

Şimdi bütün bu tabloya bakıp sorunuza geri döndüğümüzde çok boyutlu bir sınıfsal bileşimle karşılaşıyoruz. Çok çeşitli sınıflardan gelen yazarlar, şairler ve politikacılar milliyetçi ve/veya yurtsever temalara başvurarak Macar halkının (ya da daha geniş bir anlamda Macaristan halklarının) kültürel ve toplumsal hak taleplerini ya da iktisadi taleplerini dile getirebiliyorlardı: Yoksulluk eleştirisinin, temsil sistemindeki sorunlara dair itirazların milliyetçi bir çerçeveden yapıldığı durumlara çokça rastlarız. Ancak 19. yüzyıla genel olarak baktığımızda Macar milliyetçiliğinin esas olarak bir soylu ideolojisi olarak ortaya çıkıp geliştiğini söyleyebiliriz. Öyle ki Macar milliyetçiliği üzerine çalışan pek çok uzman bir “soylu milliyetçiliği”nden bahsetmiştir. Bu sadece milliyetçi ideologların ve politikacıların çoğunun asilzade kökenli olmasından kaynaklanmaz: Milliyetçilik 19. yüzyılda çoğunlukla soylu tabakaların çıkarlarını koruyan bir ideoloji olarak işlev görmüştür. Bunun birkaç boyutu vardır: Milliyetçilik Macar soylularına hem Viyana karşısında, hem de büyük kentlerin güçlenen burjuvazisi karşısında ortak bir paydada birleşme fırsatı veren bir ideolojiydi. Aynı zamanda milliyetçilik soyluların halk tabakalarıyla hegemonik bir bağ kurmaları için de zemin oluşturuyordu: Tüm diğer milliyetçilik örneklerinde olduğu gibi bu örnekte de ücretli işçiler ya da topraksız köylüler heyecan verici ulusal tarih anlatıları, ulusal kahraman biyografileri, ulusal müzik ya da dans örnekleri üzerinden kendilerini sermayedarlarla, toprak sahipleriyle, muktedirlerle aynı geminin yolcuları olarak görüyorlardı.

Tam da bu milliyetçi temalar sayesinde 1848 Devrimi ve Bağımsızlık Savaşı’nın yenilgiye uğramasına rağmen Macar aristokratları 1860’lardan itibaren imparatorluk içindeki imtiyazlı konumlarını hızlıca yeniden elde edip güçlendireceklerdi.

 

4) Macarların imparatorluk içerisindeki imtiyazlı ve karmaşık konumlarına dair neler söylenebilir?

Aslında bu soruyu sormanıza sevindim, çünkü Macarların ve Macaristan’ın Viyana’daki hükümdar ve yönetici sınıfla ilişkileri konusunda hatalı fikirler son derece yaygın. Macarlar Avusturyalıların hakim konumda oldukları bir imparatorluğun ezilen halkı mıydı? 1867’de Habsburg Devleti’nin Avusturya-Macaristan İmparatorluğu şeklinde yeniden düzenlenmesi Macarlar için bir hezimet miydi? Bu yönde değerlendirmelere sıkça rastlıyoruz. Popüler kültürden bir örnek vereyim, 2020’de ilk sezonu yayınlanan Avusturya yapımı Freud dizisini izlediğimizde 1800’lerin sonunda Macar asillerinin Avusturya sultasına karşı genel bir nefret duydukları ve direniş örgütledikleri gibi bir fikre kapılabiliyoruz. Bahsedilen dönemde elbette bir Macar bağımsızlıkçı hareketi vardı, bu hareketin içinde yer alan aristokratların sayısı da az değildi, ancak bütün bir Macar aristokrasinin Avusturya düşmanı bir tutum içinde olduğunu söyleyemeyiz.

Şimdi bu durumu iyi anlamak için 19. yüzyıl başına dönelim. Macaristan o dönemde Habsburg hanedanından hükümdarlar tarafından yönetilse de önceki yüzyıllardan devraldığı kurumlarını (örneğin “diyet”ini -feodal parlamentosunu- ve idari teşkilatını) muhafaza eden bir krallıktı. Habsburglar Viyana’da Avusturya imparatoru olarak, Macaristan’da Macaristan kralı olarak hüküm sürüyorlardı. Günümüzün Slovakya’sını, Ukrayna’nın küçük bir kısmını, Romanya’nın kuzeybatısını (Transilvanya ve Banat) ve Kuzey Sırbistan’ı (Voyvodina) kapsayan bir krallıktı bu; günümüzün Kuzey Hırvatistan’ı özel bir statüye sahip olsa da yine bu krallığın parçasıydı.

1848 Devrimi’nin bastırılmasından 1860’ların başına kadar uzanan, emperyal yönetimin baskısının yoğun bir şekilde uygulandığı, eğitimde, idarede ve pek çok alanda merkezileşme ve Almanlaştırma politikalarının yoğun bir şekilde hissedildiği bir dönem yaşansa da 1860’lardan itibaren Macar egemen sınıfları bir defa daha güç kazanmaya başlamışlardı. 1867’de Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun kurulması da bu sınıfların önemli bir kesimi için bir bakıma zaferdi: Artık Macaristan Krallığı’nın hem kendi parlamentosu, hem de kendi hükümeti vardı, tam da bu nedenle 1867’deki düzenlemeye Avusturya-Macaristan “Uzlaşı”sı (kiegyezés/Ausgleich) adı verilmiştir. Trianon’da parçalanan bu eski krallığın nostaljisi halen Macar milliyetçilerinin altın çağ anlatılarını süslüyor, “Büyük Macaristan” haritasını pek çok yerde -araba çıkartmalarında, kahve kupalarında, dövmelerde…- görebilirsiniz.

 

5) 19. yüzyıl boyunca bir yandan Habsburg İmparatorluğu’nun merkezileştirme ve Almanlaştırma politikalarına karşı direnen Macar ileri gelenlerinin bir yandan da Balkanları da içine alan bir bölgede mümkün olduğunca Macarlaştırma politikasına başvurdukları göz önüne alındığında, Macar milliyetçiliğinin bu dönemdeki temel motivasyonları ne/neler olabilir?

Bu paradoksu tam da biraz önce bahsettiğim iki düzlemle açıklayabiliriz. Macaristan Viyana’dan yönetiliyordu ve bağımsızlığa sahip değildi; bu “bağımlı” konum özellikle 1840’lı yıllarda Macar milliyetçileri arasında bazen Viyana hükümetinin merkeziyetçiliğine karşı çıkış, bazen bağımsızlıkçılık gibi tepkilere yol açacaktı. Ancak Macaristan krallığının sınırları içinde “Macarlar” (buradan zenginiyle yoksuluyla yekpare bir “Macar ulusu”nu değil, Macar egemen sınıflarını anlamamız gerekiyor) hakim konumdaydılar ve 1848-1860 arasında güç kaybettikleri dönem haricinde tarihsel ve iktisadi olarak sahip oldukları üstün konumu perçinlemeye çabalıyorlardı.

 

6) Balkanların 19. yüzyılı, ülkemizde genelde Osmanlı İmparatorluğu’nun bölgedeki toprak kayıpları (buna bağlı olarak Balkan halklarının ulusal ayaklanmaları), Rus İmparatorluğu’nun Panslavizm politikası, Habsburg İmparatorluğu’nun (1867’den sonra Avusturya-Macaristan İmparatorluğu) topraklarını genişletme çabaları üzerinden okunduğundan olsa gerek, Balkanlarda yaşayan halkların en azından bir kısmına yönelik Macarlaştırma (Magyarization) politikalarına dair pek çalışma bulunmuyor. Ancak bu politikalara bakılmadan da 19. yüzyıl Balkanlar tarihi tam olarak açıklığa kavuşmuyor gibi…

Çok haklısınız. Bence buradaki sorun Türkiye’deki hakim tarih yazımının Osmanlı merkezli olması. Osmanlı dışı dünyayı ancak Osmanlı Devleti’yle temas ettiği ölçüde okuma gereği duyuyoruz: Balkanlar Osmanlı topraklarına katılmaları ya da Osmanlı egemenliğinden çıkmaları ölçüsünde ilgi çekiyor çoğunlukla; Macaristan Osmanlı topraklarına katıldığı ya da bağımsızlıkçı Macar aristokratları Osmanlılara sığındığı ölçüde tarih kitaplarında yer buluyor. Oysa bütün bu farklı ülke ve bölgeleri hakkını vererek incelemek için Osmanlı bağlantısının ötesine geçmemiz, iç ve dış dinamiklerini, toplumsal-iktisadi tarihlerini, kurumlarını, düşünce tarihlerini araştırmak gerekiyor. Elbette bu şekilde çalışan tarihçiler var, sayıları giderek artan nitelikli yayınlar yapıyorlar. Bütün bu gelişmeler sevindirici, ama yeterli değil: Ancak üniversitelerde dünya tarihi kırk ila yetmiş yıl önce yazılmış siyasi tarih kitapları üzerinden okunmaya devam ettikçe genel tarih algısına Osmanlı merkezlilik damgasını vuruyor. Balkanları, Orta ve Doğu Avrupa’yı Osmanlı Devleti, Rusya ve Habsburgların oyun alanından ibaret gördükçe belirli temalar, kavramlar ve klişelere hapsolmuş bir tarih görüşümüz oluyor. Tam da bu nedenle Habsburg topraklarının temel bir iç politika ve ideoloji meselesi olan Macarlaştırma olgusunu tartışmayı önemli buluyorum.

 

7) Balkanlardaki Macarlaştırma politikaları hangi veçheler üzerinden ilerlemiştir? Bu politikalar özellikle hangi halklara yönelikti?

Burada sorunuzu genişletelim isterseniz, çünkü Macarlaştırma politikaları yalnızca Hırvatistan ve Sırbistan gibi Balkan topraklarıyla sınırlı değildi. Balkan bölgesinin dışında kalan Slovakya’da ve Karpataltı Rutenya’da (günümüzde Ukrayna’nın bir parçası) ve Balkanlar’a aidiyeti tartışmalı olan Transilvanya’da da uygulanmıştı. Bu nedenle bu konu gündeme geldiğinde “Balkanlar” yerine Karpat Havzası terimini tercih ediyorum. Neydi bu Macarlaştırma politikaları? Her şeyden önce dil, eğitim ve basın-yayın politikalarıydı: Macarca eğitim yapan, Macar tarih ve kültürünün öğretildiği okulların kurulması, Macarca basın-yayın ya da tiyatro faaliyetlerine kamusal düzlemde kolaylık gösterilmesi… Zamanla buna kamu görevlerine atanacak kişilerde Macarca isme sahip olma zorunluluğunun aranması gibi uygulamalar da eklenecekti.

Burada şunu eklemeliyim: Pek çok asimilasyon örneğinde olduğu gibi bu örnekte de zor uygulama ve rıza devşirme mekanizmaları diyalektik bir birlik içinde işliyordu; kamu görevi almak, yayın yapmak ya da ticari ilişkilerini güçlendirmek isteyen kişi ve ailelerin “gönüllü” bir şekilde Macarca eğitim gördükleri, hatta gündelik hayatta bile Slovakça, Rumence, Rutence ya da Sırp-Hırvat dili yerine Macarcayı tercih ettikleri, Macarca isimler kullanmaya başladıkları durumlara sıkça rastlanıyordu.

 

8) Macarlaştırma politikaları hangi tarihsel iddialar üzerine temellenmişti?

İki temel meşrulaştırıcı temadan bahsedebiliriz. İlkine “tarihsel argüman”, ikincisine “dilsel argüman” adını vereceğim. Tarihsel argümana başvuranlar Macaristan’ın kadim ve güçlü bir krallık olduğunu, diğer halkların ya tarih boyunca devlet kuramamış olduklarını (örneğin Slovaklar) ya da devlet kurmuş olmalarına rağmen bu devletlerin kısmen ya da bütünüyle Macaristan Krallığı’na katılmış olduğunu (örneğin Sırplar) iddia ediyorlardı. İlk kategoriye  (daha önce devlet kuramamış halklara) o dönemde “tarihsiz halklar” adı da veriliyordu, Engels’in de bu terminolojiyi devraldığını hatırlatayım. Macar milliyetçileri Macarların (“Macar hakim sınıflarının” diye de okuyabilirsiniz) “tarihsel hakları” gereği diğer halklara üstün konumda olduğunu iddia ediyorlardı. Dilsel argümansa Macar dilinin gelişkin bir edebi dil olduğu, Rumenceden ve Slav dillerinden üstün olduğu iddiası üzerinden şekilleniyordu. Ferenc Kazinczy gibi entelektüellerin girişimleriyle Macarca 18. yüzyıl sonunda hızlı ve yoğun bir dil reformu sürecinden geçmişti; süreli yayınlar, kitaplar, tiyatro ve opera temsilleri gibi mecralar üzerinden edebi, bilimsel ve sanatsal alanlarda yaygınlıkla kullanılmaya başlamıştı. Pek çok 19. yüzyıl Macar entelektüeli için Slovakça birbirinden kopuk bir lehçeler topluluğundan, Sırp-Hırvat dili ve Rumence yeterince edebileşmemiş dillerden ibaretti. Bu argüman da bir kısır döngü doğuruyordu; Macar dilinin üstünlüğü Macarlaştırma politikalarını temellendirmede kullanılıyor, Macarlaştırma politikaları diğer dillerde eğitim ve basın-yayın faaliyetlerine ve dolayısıyla bu dillerin standartlaşmalarına engel teşkil ediyor, bu dillerin edebileşmesi geciktikçe de Macar dilinin üstünlüğü argümanına başvurulmaya devam ediyordu. Bu tartışmalar bizlere yabancı gelmiyordur herhalde. Kürtçenin edebilikten uzak bir lehçeler topluluğundan ibaret olduğuna dair görüşler 2020’de dillendirilebiliyor; Lazca edebiyat ve müzik yapma çabalarına rağmen bu zengin dil halen Türkçenin Trabzon lehçesiyle karıştırılıyor, yok sayılıyor, küçümseniyor.

 

9) Balkanlarda Macarlaştırma politikalarını Habsburg İmparatorluğu’nun (1867’den sonra Avusturya-Macaristan İmparatorluğu) bölgeye yönelik genel politikasından nasıl ayırt edebiliriz?

Habsburg Monarşisi 1850’lerde İtalya, 1860’larda Prusya karşısında yenilgiye uğramış, dış politikada uğradığı mevzi kaybını, kendi nüfuz alanı içinde hakim sınıflar arası ilişkileri güçlendirerek telafi etme yoluna gitmişti. 1850’lerin emperyal-merkeziyetçi baskı ve Almanlaştırma politikalarından sonra 1860’larda Macar aristokrasisiyle Viyana arasına kurulmaya başlanan ve 1867’de devletin Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’na dönüşmesiyle taçlanan “uzlaşı”nın başlıca nedenlerinden biri de bu dış politika itkisiydi. Bundan hemen sonra, 1870’lerde Balkanlar’da Rusya ve Avusturya-Macaristan arasında nüfuz mücadelesi başlayınca da Avusturya-Macaristan sınırları içinde kalan Balkan topraklarında hakimiyeti güçlendirme rolü esas olarak Macarlara düşecek, Macarlaştırma politikası da bu dönemde ivme kazanacaktı, ne de olsa Transilvanya Rumenlerinin ve Sırpların Macarlaşması bu halklar üzerinde Rus kültürel nüfuzunun kurulmasını da engelliyordu. Ancak Macarlaştırma esas olarak bir iç politika ya da halihazırda sınırlar içinde kurulmuş olan hegemonyayı koruyup güçlendirme meselesiydi, yayılmacı boyutuysa yoktu. Berlin Kongresi (1878) sonrası Bosna-Hersek üzerinde kurulan özel yönetim burada iyi bir örnek teşkil eder. Bosna-Hersek coğrafi açıdan Macaristan Krallığı’na yakın olsa da bu özel idare bölgesinin yönetimi Macaristan hükümetine bırakılmamış, Avusturya-Macaristan’ın ortak maliye bakanlığı bünyesinde kurulan bir daireye devredilmiştir ve bu bölgede Macarlaştırma gibi bir politika da uygulanmamıştır.

 

10) Nihai olarak bu politikalar başarıya ulaşmışlar mıdır? Söz konusu politikaların bölgedeki etkileri ve sonuçları neler olmuştur?

Bu politikalar kısmen başarıya ulaşmışlardır: 19. yüzyıl sonu-20. yüzyıl başında diğer Karpat havzası dilleri yerine Macarca konuşmaya başlayanların, nüfus sayımlarında kendilerini Slovak, Sırp ya da Rumen yerine Macar olarak tanımlayanların sayısının arttığını görüyoruz. Ancak “kısmen” diye özellikle belirtiyorum, çünkü bu politikalar aynı zamanda bütün bu halkların kendi milliyetçi hareket ve ideolojilerini geliştirmelerinde de büyük rol oynamışlardır. Slovak milliyetçiliğini ele alalım. Slovak rahip ve dilbilimci Ján Kollár 1822 gibi erken bir tarihte Macaristan’da Slavların Macarlaştırılması üzerine bir makale kaleme almış, dilsel asimilasyon politikalarını eleştirmiş, bir yandan Slovakçayı standartlaştırıp yazı dili haline getirmeye çalışırken diğer yandan dilsel yakınlık üzerinden Slovakların Habsburg monarşisinin diğer Slav halklarıyla yoğun bağlar kurmalarını arzu etmişti. Ünlü şair Pavel Josef Šafařík’in de benzer fikirleri vardı. Ivan Derkos yine aynı dönemlerde Hırvatistan’da Macarcanın etkisine karşı çıkmış, Ljudevit Gaj gibi yazarlar ve dilbilimciler 1830’lu yıllarda Hırvat dilini geliştirme çabalarını Macarlaştırma politikalarına yanıt olarak ortaya koymuşlardı. Tranilvanya’da 1881’de kurulan Rumen Ulusal Partisi’nin de başlıca amaçlarından biri Macarlaştırma politikalarına karşı Rumen ulusal kimliğini korumaktı. Yani Macaristan Krallığı sınırları içinde hegemonyayı tahkim etmek için başvurulan Macarlaştırma politikası kendi karşıtını doğurmuş –ya da en azından karşıt hareketleri tetiklemiş–, Avusturya-Macaristan’ın milliyetler sorununun daha da belirginleşmesine katkıda bulunmuş, imparatorluğun (ve bu arada onun ana bileşenlerinden olan Macaristan Krallığı’nın) parçalanmasının nedenlerinden biri olmuştu.

 

VEYSEL CAN KARAKAŞ 

BALKAN ÇALIŞMALARI STAJYERİ

Çeviri: Uzlaşma veya İkiye Katlama, CAATSA Yaptırımları sonrası ABD-Türkiye İlişkileri

Aaron Stein – 15 Aralık 2020 – Ulusal Güvenlik Programı

14 Aralık’ta Trump yönetimi, Rus yapımı S-400 hava ve füze savunma sisteminin satın alınmasında rol alan önemli kişilerin yanı sıra, Türkiye Savunma Sanayii Başkanlığı’na (SSB) uygulanan yaptırımı onayladı.”

Bu yaptırımın  yetkisi, Ağustos 2017 tarihli Amerika’nın Düşmanlarına Yaptırım Yoluyla Karşı Koyma Yasası (CAATSA)’dan geldiği görülmektedir. CAATSA, 2016 başkanlık ve kongre seçimlerine müdahalesi nedeniyle Rusya’ya uygulanan yaptırımların tek taraflı olarak kaldırılamamasını sağlamak için Başkan Donald Trump’ın ellerini bağlamak üzere tasarlanmıştır. Mevzuat ayrıca, Rusya’nın silah ihracatını azaltmaya yönelik geniş kapsamlı çabanın bir parçası olarak, Rusya hükümetine bağlı savunma sanayileriyle iş yapan ülkeleri tehdit eden sözde ikincil yaptırımlar da içermektedir.

Temmuz 2016’daki başarısız darbe girişiminin ardından Türkiye, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Kasım 2015’te bir Rus Su-24 bombardıman uçağını düşürdüğü için özür dilemesinden başlayarak Rusya ile bağlarını derinleştirmeye çalışmıştır. Ankara’nın büyük çapta silah alımı için Moskova’ya yönelişi Türkiye’nin alışılagelmiş dış politika çizgisinden farklı davrandığı anlamına gelmektedir. 1970’lerin sonlarından bu yana, Türk savunma tedarik politikası, büyük savunma anlaşmaları için dengelemeleri (offsets) müzakere etmeye odaklanmıştır, bu nedenle bir silah üretimi için gerekli unsurlar Türkiye’de Türk işçiler tarafından yapılmaktadır. Amerika Birleşik Devletleri, 1980’lerin başında F-16’ların satışından başlayarak, ABD yapımı Blackhawk helikopterlerinin Türkiye’de montajı gibi bir dizi modern program da dahil olmak üzere, bu politikayı desteklemiştir.

Bu çerçevede Türk-Amerikan hava ve füze savunması tartışmaları da farklı değildi. ABD’nin yinelenen müzakerelerde Patriot hava ve füze sistemi ile birlikte, Türkiye’nin füze üretimi için gereken elementleri ve ilgili bileşenlerini de üretmesi üzerine hükümler sunduğu görülmektedir. Ankara ise buna karşılık, yeniden başlatılmadan ve sürdürülmeden önce sık sık duran, kesintiye uğrayan ve hatta çöken müzakereler ile birlikte, ek dengelemeler için sürekli olarak baskı uygulamıştır.

Türkiye, Aralık 2017’de Rus S-400 için bir anlaşma yaptığını doğruladığında ABD ile süregelen bu emsal ile bağlarını kopardığı görülmektedir. O sırada Washington’ın, Ankara’ya, bu anlaşmanın Türkiye’nin F-35 programına katılımını tehdit edeceğine ve CAATSA yaptırımları riskini de ortaya çıkaracağına yönelik sinyal verdiği ifade edilebilir. Trump yönetimi ise buna yönelik olarak, Ankara’yı Moskova ile olan anlaşmasını tamamlamaktan caydırmak için, daha büyük dengeleme (offset) vaatleriyle de olsa, Patriot’a Rusya’nın sunduğu koşullara benzer şartlar teklif etmiştir.

Bu bağlamda hem Amerikan hem de Rus tekliflerinin, yerel iş paylaşımına ilişkin görüşmelerle birlikte kullanıma hazır bir sistemin hızlı bir şekilde teslim edilmesini vaat ettiği görülmektedir. Bunun yanında hem ABD hem de Rusya bu sistemin finansmanını da teklif ettiler. Ancak, bu ikisinin iş paylaşımı konusundan fikir ayrılığına düştüğü söylenebilir. Basitçe söylemek gerekirse, bu hususta Rusya’nın Washington’dan çok daha az teklif ettiği bildirilmiştir.

Türkiye’nin S-400’ü seçmesi, nihayetinde, Ankara’yı Batı ile yakın bağlarından koparan ve tarafsız bir dış politika izlemeye çalışan Erdoğan’ın, izleyeceği yola bağlı olduğu düşünülmektedir. Bu dış politika sonuç olarak, işlemciliğe (transaksiyonculuk) dayanmaktadır ve Batı’nın, Türkiye’nin savunduğu iddiaları kabul etmediği takdirde yoğun ve boyun eğmeyen bir Türk tepkisiyle boğuşmak zorunda kalacağı, yaygın bir yaklaşımı yansıtmaktadır.

S-400’ün tercih edilmesiyle Ankara’nın, yabancı silah tedarikçilerini çeşitlendirmeye yönelik istekli olduğunun sinyalini verirken, aynı zamanda Türk savunma politikası olan kendi sistemini üretme hedefini de sürdürdüğü göze çarpmaktadır. Bu politika, en nihayetinde Türk seçkinlerinin S-400’ü, kendi yerli üretim sistemi geliştirip sahaya sürene kadar bir ara boşluk olarak görmeleri anlamına gelmektedir. Ancak, böyle bir sistemin geliştirilmesinin, projenin teknik ve ekonomik nedenlerle fizibilitesi sorgulanabileceği için, pahalı ve zor olduğu söylenebilir.

Buna karşılık, Amerika Birleşik Devletleri açısından tepkinin yavaş ve dengesiz olduğu görülmektedir. Bu bağlamda ilk hamlenin, Türkiye’yi F-35 konsorsiyumundan çıkarmak ve jetlerin Türkiye’ye transferini engellemek – Ankara’nın, dünyanın ihracat için tasarlanmış tek 5. nesil savaş uçağını satın alma şansını etkin bir şekilde sona erdirmek ile sonuçlanan – olduğu ifade edilebilir. Buna paralel olarak Kongre, büyük ölçüde Ankara’nın Ekim 2019’da gerçekleştirdiği Suriye harekâtına yanıt olarak, Türkiye’ye fiili olarak silah ambargosu uygulamıştır. Bu hususta CAATSA yaptırımlarının uygulanması, yukarıda özetlenen üçlü yaklaşımın son ayağını oluşturmaktadır.

Trump yönetimi, CAATSA’nın hevesli bir destekçisi olmamasına rağmen, kongrenin baskısına boyun eğdiği görülmektedir. Yönetim, 2021 Ulusal Savunma Yetkilendirme Yasası (NDAA)’nın kabul edilmesinden hemen önce harekete geçmiştir. En güncel NDAA, CAATSA yaptırımlarının nasıl kaldırılacağına ilişkin şöyle bir dil içermektedir: Ankara, mevcut S-400 anlaşmasından vazgeçmeli, ikinci alay için müzakereleri sona erdirmeli ve halefi olan bir sistem satın almamaya söz vermelidir. Bu terimlerin karşılanması zor olduğu ve Ankara tarafından coşkuyla karşılanmayacağı rahatlıkla söylenebilir.

Türkiye’nin bu istekleri yerine getirmesinin zorluğu, ABD’nin ise bunlar gerçekleşmeden yaptırımları kaldırmasının imkânsızlığı nedeniyle şimdi iki taraf çıkmaza girmiş durumdadır. Mevcut ABD yaptırımları dar kapsamlı olarak yazılmıştır ve yayılma etkisi olmadan Türkiye ekonomisine zarar vermeyecek şekilde SSB (Savunma Sanayii Başkanlığı)’yi cezalandırmak için tasarlandığı görülmektedir. Bu yaptırımlar, SSB’nin dâhil olduğu sözleşmeler ve ABD tarafından kontrol edilen ihracat kalemleri için gelecekteki lisansları reddetmektedir; bu durum da etkin bir şekilde, ABD’nin kontrolündeki ekipmanların Türk tedarikinin yasaklanacağı anlamına gelmektedir. Ancak Ankara’nın, belki de savunma projeleri için tedarikçilerle sözleşme yapma yoluyla bu yasağı aşacak araçlara sahip olduğu söylenebilir.

Öte yandan Amerika’nın amacı Türk savunma sanayisini çökertmek değildir. Bunun yerine amacın diğer potansiyel Rus ekipman alıcılarını caydırmak ve bu yaptırımların kaldırılması için bir yol oluşturmak olduğu ifade edilebilir. Bu nedenle yaptırımların etkinliği büyük ölçüde Türkiye’nin şu anda atacağı adımlarla belirlenecektir. Geçmişte Ankara’nın, Rusya ile derinleşen iş birliği eşliğinde birçok kez yakınlaştığı ve Erdoğan’ın Ankara’nın Rus savaş uçaklarını satın alabileceğini öne sürmesinin yanı sıra S-400’ün halefi olan S-500’ün mevcudiyeti hakkında da bilgi edinmeye çalıştığı görülmektedir.

ABD için yaptırımların kaldırılmasının Türkiye’nin karşılıklılığına bağlı olacağı söylenebilir. Seçilmiş Başkan Joseph Biden, şüpheci bir Kongre’ye karşı Türkiye ile ilişkilerin baş ağrısına değer olduğunu iddia etmek zorunda kalacaktır. Fakat bu argümanın, Türk coğrafyasının Ankara’nın dış politika tercihlerini geçersiz kılacak kadar önemli olduğuna dair eski iddialardan daha sofistike olması gerektiği düşünülmektedir. Bu hususta, S-400 sorunu bir silah kontrol sorunu olarak değerlendirilebilmeli ve öyle görülmelidir. Eğer Ankara yaptırımların kaldırılması konusunda ciddi ise, sistemi uygulamaya koymadığını kanıtlaması gerekecektir. Bunu yapmak için ise izleme sistemi, Türkiye’nin deneyebileceği yegâne sistem olarak gözükmektedir. Washington, bu tür bir politika değişikliğini, belki de Yabancı Askeri Satışlar üzerindeki blokların kaldırılması yoluyla ödüllendirebilir. Böyle bir hareket, Türkiye’yi eski F-16’larına hizmet verebilmesi için serbest bırakacaktır ve böyle bir anlaşma direkt olarak Türk ordusuyla yapılabileceği için SSB’yi içermeyen bir şekilde yapılabilecektir. Bu yaklaşım, Türkiye açısından, eskimekte olan hava saldırı ve savunma sistemlerinin çerçevelerini değiştirmek veya çoğaltmak için geçici bir önlem olarak herhangi bir Türk Rus jeti satın alma ihtiyacını ortadan kaldıracaktır.

Şimdi top artık Ankara’nın sahasında diyebiliriz. Türklerin ABD yaptırımlarına yanıt verme konusunda hiçbir sıkıntısı olmamasına rağmen, Başkan seçilen Biden ile ilişkilerini sıfırlamak adına Ankara’nın, uzlaşmaya hazır olduğunun sinyalini nasıl vereceğini düşünmek zorunda kalacağını görmekteyiz. Dış politikaya yönelik bu işlemsel yaklaşım, Türk yetkililerin istediklerini iddia ettikleri şeydir; ancak bu durum, Ankara’nın karşılıklı yarar sağlayan bir alışverişin parçası olarak Washington’a bir şeyler teklif etmesini gerektirmektedir. Bu hususta Ankara, sistemi konuşlandırmamayı teklif edebileceği gibi yaptırımların kaldırılmasına giden bir yol karşılığında Washington’un bu işlemi teyit etmesine de izin verebilir. Diğer yandan elbette Ankara mevcut politikasını ikiye katlamayı ve Rusya’dan daha fazla silah almayı seçebilir. Fakat bu, Ankara’nın vermesi gereken bir karar olduğu için ikili ilişkilerin artık Türkiye’nin bir sonraki hamlesine bağlı olduğu iddia edilebilir.

 

Bu makalede ifade edilen görüşler yalnızca yazarlara aittir ve Amerikan dış politikası ve ulusal güvenlik öncelikleri hakkında iyi tartışılmış, politika odaklı makaleler yayınlamayı amaçlayan ve partizan olmayan bir kuruluş olan Foreign Policy Research Institute’ün konumunu yansıtmamaktadır.

 

 

Aaron Stein

Aaron Stein, Dış Politika Araştırma Enstitüsü’nde (FPRI) Araştırma Direktörüdür. Kendisi aynı zamanda Orta Doğu Programı Direktörü ve FPRI’de Ulusal Güvenlik Programı Direktörü Vekilidir.

@aaronstein1

 

 

 

 

Çeviri: Burak KOÇ

 

Suriyeli Göçmen Sorunu ve Suriye İç Savaşı Sonrası Türkiye ile Avrupa Birliği İlişkileri

 

Bu röportaj Dr. Öğr. Üyesi Sezgin Mercan ile Suriyeli Göçmen Sorunu ve Suriye İç Savaşı sonrası Türkiye ile Avrupa Birliği ilişkileri üzerine yapılmıştır.

 

 

1) Avrupa Birliği (AB) ile Türkiye arasında geçmişten günümüze inişli çıkışlı ilişkiler ve müzakere süreçleri olmakta, taraflar zaman zaman ortak politikalar, işbirlikleri ile karşımıza çıkmaktadır. Ancak son yıllarda, karşılıklı ilişkilerde soğuma ve ilişkilerin yavaşlamasının daha fazla yansıtıldığını görmekteyiz. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Türkiye ile AB arasında gerginlik müzakere sürecinin ötesine geçmiş durumdadır. Müzakere süreci bağlamında AB, Türkiye’nin kendi koşullarına uyum sağlamasını beklemektedir. Fakat müzakerelerin başlamasının ardından tarafların birbirlerine daha fazla yaklaşması gerekirken, tam tersi olmuş, taraflar birbirlerinden uzaklaşmışlardır. Bunda gerek AB içindeki gerekse iki taraf arasında bölgesel politikaların ve önceliklerin değişiminin etkisi bulunmaktadır. Kafkasya’dan Orta Doğu’ya, Ege’den Akdeniz’e uzanan düzlemlerde iki tarafın ortaklık konularının azalması AB ile Türkiye’nin arasını açmıştır. Buna bir de Yunanistan gibi üye ülkelerle yaşanan ikili gerginliklerin AB düzeyine yansımalarını eklemek gerekmektedir. Üye ülkeler Türkiye ile olan anlaşmazlıklarını AB düzeyine taşıyıp AB-Türkiye ilişkilerini de olumsuzluk zeminine çekmektedirler.

2) AB ile Türkiye arasında gerginleşen ilişkilerin yeniden canlandırılması için alternatif planlar üretilmeye başlandı. Üretilen alternatiflerden en önemlisi diyebileceğimiz “Pozitif Gündem” çerçevesinde yoğunlaştırılmış bir diyalog süreci hedeflendi. Alternatif bir çözüm yolu olarak “Pozitif Gündem” ikili ilişkileri yeniden canlandırabildi mi?

Pozitif Gündem 2010’ların ortalarında Türkiye-AB arasındaki anlaşmazlıkların küresel ve bölgesel krizlerin çözümü yolunda iş birliğini engellememesine dönük olarak kurgulanmıştır. Terörle mücadele ve göç dalgasını önleme gibi iş birliği alanlarında ortak tutum geliştirilmeye çalışılmıştır. Bu tutumun müzakere sürecindeki tıkanıklıklar nedeniyle bozulması önlenmek istenmişti. Belli ölçülerde ilerlemeler kaydedilse de, özellikle AB’nin Türkiye’den Geri Kabul Anlaşması’nı imzalamasını istemesi ve Türkiye’nin de bunun karşılığında AB’den vize serbestliği almayı beklemesi konunun kilit noktasını oluşturmuştu. Türkiye Geri Kabul Anlaşması’nı imzalamış, fakat AB vize serbestliği sağlamamıştı. Böylece Pozitif Gündem’in etkisi kısa süreli oldu. 

3) AB ile Türkiye arasındaki ilişkilerin gerilmesinde en büyük husus birçok kaynağa göre “mülteci krizi” ve “göç sorunu” olarak görülüyor. Mülteci krizi kapsamında Türkiye kendisini hedef ülke olarak gördüğü için AB’ye olan güven gittikçe azalıyor. Bu bağlamda ilişkilerin normalleşmesi ve iş birliğinin sağlanabilmesi konusunda ne düşünüyorsunuz?

Mülteci krizi iki taraf arasındaki ilişkilerin hem kriz yönünü hem de işbirliği yönünü oluşturuyor. AB’den gelen tepkilerin kontrollü olması Türkiye’nin mülteci krizi kapsamında sağladığı yararlar ve katkılara referansla gerçekleşmektedir. İkili ilişkilerin bu konuların çok ötesine geçen boyutları olduğu için ilişkilerin normalleşmesi sadece bu unsurlara bağlanamaz.

4) Geri Kabul Anlaşması ile Türkiye’nin AB’den vaat alan bir ülke konumunda olduğu görülüyor. Anlaşma kapsamında AB’nin Türkiye’ye mülteciler için vaat ettiği miktardaki maddi destek ülkedeki mülteci nüfus için yeterli oldu mu? Sizce Türkiye, AB’den daha fazla maddi destek talep etmeli mi?

Türkiye bu konuda AB’den beklediği desteği tam göremedi. Elbette fon aktarımları oldu. Bu aktarımlar, çeşitli projeler üzerinden gerçekleştirildi Eğitim, sağlık, altyapı hizmetleri gibi konularda ilerlemeler kaydedilmesi için destek sağlandı. Tam anlamıyla yeterli bir destek olduğu söylenemez. Burada mülteci sorununun çözümünün Suriye olduğunu göz önünde tutmak gerekir. Ne kadar fon sağlanırsa sağlansın, soruna köklü çözüm geliştirilemediği sürece bunun pek sonu olmaz. Maddi destekler AB bütçesi bağlamında değerlendirilip kararlaştırılmaktadır. Mevcut koşullarda ne Türkiye’nin daha fazla fon beklentisi vardır, ne de AB’nin bunu sağlama isteği vardır.

5) Türkiye’nin Geri Kabul Anlaşması’nı imzalamasıyla göç sorunundaki tutumundan taviz verdiğini düşünüyor musunuz ve mülteci krizinde kilit ülke rolünü oynayan Türkiye’nin anlaşma sırasında isteklerinin sizce daha somut mu olması gerekirdi?

Türkiye’nin istekleri yeterince somuttu. Geri Kabul Anlaşması’nın imzalanması AB ile işbirliğine istekli bir Türkiye profili ortaya koymuştu. Bunu kendi üzerindeki yükü arttırmak pahasına yapmıştı. Fakat AB’den beklediği vize serbestliği ve gümrük birliğinin revizyonu gibi şartlar yerine getirilememiştir.

6) AB’nin Geri Kabul Anlaşması kapsamında üzerine düşen sorumlulukları yerine getirdiğini düşünüyor musunuz?

Vize serbestliği ve Gümrük Birliği’nin revizyonu gibi şartlar yerine getirilememiştir. Bunu da Türkiye’nin anlaşmayı tam uygulamaması gibi bir gerekçeye bağlamıştır. Burada AB içindeki karar alma mekanizmasının işleyişini de düşünmek gerekir. Örneğin, Türkiye’nin bu konudaki tutumundan mağdur olduğunu belirten Yunanistan, vize ve revizyon konularına hiç sıcak bakmamıştır.

7) Şubat 2020’de İdlib’de Türk askerlerine yönelik düzenlenen saldırı sonrasında Türkiye sınır kapılarını açarak bünyesindeki mültecilerin Avrupa’ya geçişine izin verdi. Türkiye’nin bu tavrını AB ile ikili ilişkileri ve mülteci krizi kapsamında nasıl yorumluyorsunuz?

Bu geçiş meselesi araçsallaştırılmıştır. AB’nin, Türkiye’ye yönelik vaatlerini gerçekleştirmesi için adeta baskı unsuru olarak konumlandırılmıştır. Türkiye bunu, izin vermek değil, Avrupa’ya gitmek isteyenleri engellememek şeklinde açıklamıştır.

8) Türkiye’nin 1999 yılından itibaren resmi olarak Avrupa Birliği’ne aday ülke olduğunu ve bu yolda müzakerelerin devam ettiğini biliyoruz. Geri Kabul Anlaşması ve mülteci krizinin AB ile Türkiye ilişkilerine verdiği yönü genel anlamda değerlendirecek olursak Türkiye’nin üyelik sürecine ve bu bağlamdaki müzakerelere olan etkisini nasıl yorumlarsınız?

Olumsuz etkisi olduğu belirtilebilir. AB’nin dışarıya karşı sınırları daha fazla hissedilir olmuştur. İkili ilişkiler pragmatik bir zemine kaymıştır. Kriz anlarında birbirlerine yaklaşan, fakat normal zamanlarda birbirlerinden uzaklaşan taraflar haline gelmişlerdir. Bu da üyelik yolunda ilerleyen aday ülke profilini bozan bir etki yaratmıştır. İlişkiler mülteci krizinin ötesine geçen değişkenlere sahiptir. Bu değişkenlerden örneğin AB içindekiler farklı bir takım akımları yansıtmaktadır. Liberal milliyetçi akım, değerler topluluğu olarak Avrupa fikri, Hıristiyan Avrupa fikri bunlardandır. Yaşanan uluslararası krizlerle Avrupa siyasetinde yabancı/göçmen/mülteci karşıtlığı gibi tepkileri barındıran aşırıcılığın yükselişi görülmüş, bu Türkiye ile ilişkilere de yansır olmuştur.          

 

 

 

ASIM TOLGA DOĞANGÜZEL 

TUİÇ GÖÇ ÇALIŞMALARI STAJYERİ 

Türk Medyasında Suriyeli Sığınmacı Temsili

 

TÜRK MEDYASINDA SURİYELİ SIĞINMACI TEMSİLİ: ANA AKIM MEDYANIN SURİYELİ SIĞINMACI ALGISINA ETKİSİ

 

Özet

Bu çalışmada ana akım medyanın Suriyeli sığınmacı algısı üzerindeki etkisinin anlaşılması için öncelikle ana akım medyaya ait gazete ve televizyonlarda Suriyeli sığınmacılara yönelik hangi temsillerin öne çıktığı tartışılmıştır. Literatüre göre, Suriyeli sığınmacılara yönelik en sık tekrarlanan temsiller mağdur, yardım alan, tehdit ve ekonomik yük temaları üzerine kurulmuştur. Bu temsillerin analizinin ardından ana akım medyayı oluşturan basın-yayın organlarının Suriyeli sığınmacı temsillerini kendi kaygı ve amaçlarına uyumlu bir biçimde ürettiği görülmüştür. Bu kaygı ve amaçlardan öne çıkan üç husus tartışılmıştır. Bu hususlar basın yayın organlarının okunmaya/ izlenmeye yönelik kaygıları, politik tarafgirlikleri ve destekledikleri ideolojilerdir. Ancak ana akım medyanın kendi çıkarlarına uygun olarak ürettiği bu temsil biçimlerinin Suriyeli sığınmacı algısına etki ederek Türk vatandaşları ile Suriyeli sığınmacılar arasındaki iletişime zarar verdiği görülmüştür. Dolayısıyla yapılan araştırmalardan elde edilen bulgular ışığında ana akım medyanın Suriyeli sığınmacı algısı üzerindeki olumsuz etkisini önlemek adına bazı çözüm önerileri derlenmiştir.

 

Anahtar Kelimeler: Suriyeli sığınmacılar, Ana Akım Medya, Temsil, Suriyeli Sığınmacı Algısı

 

Giriş

Suriye İç Savaşı’nın başladığı 2011 yılından beri Suriyeli sığınmacılar Türkiye’ye göç etmektedir ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti açık kapı politikası izleyerek Suriyeli sığınmacıları kabul etmektedir. Bu göç dalgası uzun yıllardır hükümet yetkilileri tarafından “misafirlerimiz” ve “(muhacir) kardeşlerimiz” söylemleri ile halka kabul ettirilmeye çabalandı. Dolayısıyla Türk vatandaşları Suriyeli sığınmacıların kalıcı olmadıklarına ve savaş bittiğinde ülkelerine döneceklerine inandılar. Ancak savaşın uzaması ve zaman zaman gidişatın Esad yönetimi lehine çevrilmesi sonucunda Suriyeli sığınmacıların kalıcı oldukları anlaşıldı. Dolayısıyla bu durum, Suriyeli sığınmacılara yönelik “misafir” algısını da değiştirdi ve uyum sürecinin aciliyetini gözler önüne serdi. Bu süre zarfında birtakım yasal düzenlemelere gidilmesini ihtiyacı görüldü çünkü Suriyeli sığınmacıların yasal bir statüsü bulunmuyordu. Zira “misafir” kavramının uluslararası hukukta bir yeri yoktu. Türkiye’nin 1951 yılında imzaladığı anlaşmaya göre mülteci kavramı: “ırkı, dini, milliyeti, belirli bir sosyal gruba bağlılığı ya da sistem karşıtı bir siyasi oluşumun parçası olması nedeniyle takibata uğrayacağından korktuğu için vatandaşı olduğu ülke dışında bulunan ve vatandaşı olduğu ülkenin himayesinden faydalanamayan veya korkudan dolayı faydalanmak istemeyen ya da uyruğu yoksa ve önceden ikamet ettiği ülke dışında bulunuyorsa ülkesine geri dönemeyen ya da korktuğu için geri dönmek istemeyen yabancıları” tanımlamak için kullanılmıştı. [1] Ancak Türkiye coğrafi kısıtlama hakkını kullanarak yalnızca Avrupa’dan gelen yabancılara “mülteci” statüsü vermeyi kabul etti. Dolayısıyla yaygın kanının aksine Türkiye Cumhuriyeti Devleti Suriyeli sığınmacıları mülteci olarak kabul etmez. Suriyeli sığınmacılar Türk kanunlarına göre “geçici koruma” statüsündedirler. Dolayısıyla, bu yazıda resmi söylem ile uyumlu olması adına “Suriyeli mülteci” yerine “Suriyeli sığınmacı” ifadesi kullanılacaktır. Bununla birlikte Türk basınında mülteci ve sığınmacı kavramları birbirlerinin yerine kullanılmıştır.

Suriye İç Savaşı 10. yılına girmeye hazırlanırken her geçen gün Suriyeli sığınmacılara yönelik bir haber daha görmekteyiz. Bu haberler bir yandan Suriyeli sığınmacıların mağduriyetlerini ve yardım ihtiyaçlarını gözler önüne sererken bir yandan da Suriyeli sığınmacıların bulaştığı suçlar vurgulanmaktadır. Türkiye ekonomisinin gidişatı da göz önüne alındığında sığınmacıların uzun yıllardır Türkiye topraklarında konaklaması giderek daha fazla tepki çekmektedir. Ancak yapılan araştırmalar, Türk vatandaşlarının Suriyeli sığınmacılara yönelik tutumlarının giderek olumsuzlaşmasında ana akım medyanın da önemli

bir payı olduğunu vurgulamaktadır. Ana akım medya Suriyeli sığınmacı haberlerini genel itibariyle birkaç temsil etrafında toplayarak Türk vatandaşlarının Suriyeli sığınmacılara yönelik algısını kayda değer bir biçimde etkilemektedir. Genel kanının aksine medya gerçeği birebir ve yansız bir biçimde okuyucuya / izleyiciye aktarmaz. Bunun yerine bilgi eksiltimi, öne çıkarma veya çarpıtma yoluyla bazı temsiller kurar. Bu temsiller gerçeği az veyahut eksik aktarır. [2]

Temsillerin okuyucu / izleyici üzerindeki kritik etkisi göz önüne alındığında Türkiye toplumu için çözümü aciliyet gerektiren Suriyeli sığınmacı entegrasyonu meselesinin de bu temsillerden etkilenmiş olması kaçınılmazdır. Dolayısıyla Suriyeli sığınmacı entegrasyonunun başarıya ulaşması için Türk vatandaşlarının gözündeki Suriyeli sığınmacı algısı iyi anlaşılmalıdır. Bu algının anlaşılabilmesi Türk ana akım medyasındaki Suriyeli sığınmacılara yönelik temsillerin analiz edilmesini gerektirmektedir. Bu temsillerin hangilerinin daha yoğun olarak kullanıldığı, hangi unsurlardan etkilendiği, Türk vatandaşlarının Suriyeli sığınmacı algısına nasıl etki ettiği ve olumsuz etkilerin giderilmesi için neler yapılabileceği bu çalışmanın amacını teşkil etmektedir.

 

Suriyeli Sığınmacıların Ana Akım Medyadaki Temsil Biçimleri

Yapılan araştırmalar Türk vatandaşlarının Suriyeli sığınmacılara dair bilgilerini günlük hayattaki deneyimlerinden ve medyada yer alan haberlerden edindiklerini ortaya koymaktadır. Bununla birlikte, medyada yer alan haberlerin Türk vatandaşlarının Suriyeli sığınmacı algısını büyük oranda etkilediği ortaya konmuştur. [3] Bu etkileri doğru bir biçimde analiz edebilmek için öncelikle Türk basınında sıklıkla karşımıza çıkan Suriyeli sığınmacı temsilleri incelenmelidir. Türk gazete ve televizyonların da  yapılan içerik ve söylem analizleri sonucunda mağdur, yardım alan, tehdit ve ekonomik yük olarak dört ana temsil biçiminin öne çıktığı saptanmıştır.

Mağdur Temsili

Türk basınında yer alan Suriyeli sığınmacı haberlerinde mağdur temsilinin çok sık kullanıldığı görülmektedir. Örneğin, Veli Boztepe tarafından yapılan araştırmada, incelenen dört kanalın da (Show TV, Kanal D, Kanal 7 ve Halk TV) en çok mağdur temasına yer verdiği görülmüştür. [4] Benzer bir durum, gazetelerde de karşımıza çıkmaktadır. Suriyeli sığınmacılara dair haberlerde mağdur temsilinin en çok kodlanan tema olduğu saptanmıştır.  Gazetelerde mağdur temsili yoluyla “istismar, uyum, barınma ve çalışma” gibi sığınmacı sorunları haberleştirilmektedir.[5] Ancak, her Suriyeli sığınmacının haberlerde aynı derecede yer aldığı söylemek mümkün olmamaktadır. Özellikle haber görsellerinde sıklıkla kadın ve çocuklara yer verildiği görülmektedir. Bununla birlikte genç erkeklerin temsil oranının kadın ve çocuklara göre çarpıcı oranda az olduğu gözlenmiştir. Bunun sebebi, sığınmacıların haberleştirilirken okuyucudan daha fazla sempati toplamak adına “ideal mağdur” denilen daha savunmasız grupların daha büyük oranlarda tercih edilmesidir. Yapılan araştırmalar her mağdurun okuyucudan eşit derecede ilgi görmediğini ortaya koymaktadır. Her ne kadar pek çok kişi benzer savaş koşullarına maruz kalmış olsa da kadın ve çocuklar gibi daha savunmasız olduğu düşünülen gruplarının çoğunlukla yırtık kıyafetler ile “perişan” bir şekilde temsil edilmesi okurun acıma duygusunu daha çok harekete geçirmektedir. [6]

 

Yardım Alan Temsili

Yardım alan temsilinin mağdur temsilinin ardından en çok tekrarlanan ikinci temsil olduğu görülmüştür. Bu temsiller genel itibariyle iki şekilde karşımıza çıkmaktadır. İlk olarak, Suriyeli sığınmacılara yönelik yardımların yetersizliğini ortaya koyan haberleri görmek mümkündür. Bu haberlerde zor şartlar altında yaşam savaşı veren Suriyeli sığınmacılar temsil edilmiştir. İkinci olarak, devlet görevlileri ve yardım organizasyonları tarafından Suriyeli sığınmacılara yapılan yardımların ön plana çıkarılan haberlerdir ki bu ikinci tip haberler birinci tip “yetersizlik” haberlerinin sayıca iki katıdır. Bu haberlerde ise yardım alarak durumu iyileşen Suriyeli sığınmacıları görmek mümkündür. [7]

 

Tehdit Temsili

Türk gazete ve televizyonların da Suriyeli sığınmacı temsiline dair yapılan araştırmalarda, mağdur ve yardım alan gibi olumlu sayılabilecek temsillere karşın Suriyeli sığınmacıların halk güvenliğine ve Türk iş piyasasına yönelik bir tehdit unsuru olduğu haberlerinin de sık sık tekrarlandığı görülmektedir. Üstelik bu temanın yardım teması kadar sık işlendiği saptanmıştır. [8] Tehdit temsili genel itibariyle “suçlu olarak halk güvenliğine tehdit” ve “ucuz emek olarak ekonomik tehdit” olmak üzere iki tema etrafında yoğunlaşmıştır.

 

Suçlu Olarak Halk Güvenliğine Yönelik Tehdit

Bu tema etrafında toplanan haberlerde Suriye sığınmacıların dilencilik, hırsızlık, gasp, cinsel saldırı, fuhuş, insan kaçakçılığı ve cinayet gibi suçlara karıştırdığı ve bunun üzerine yerli halk tarafından gösterilen tepkilerin giderek arttığı ifade edilmektedir. Haberlerin genelinde, Suriyeli sığınmacıların sayılarının da giderek artmasıyla halkın güvenlik endişesinin arttığı vurgulanmaktadır. [9] Bu haberler vasıtasıyla Suriyeli sığınmacıların ötekileştirildiği ve korku ve nefret içeren söylemlerin meşrulaştırıldığı görülmektedir. Örneğin, olaya karışan birçok aktörden özellikle Suriyeli sığınmacıların ön plana çıkartılması, olaya dair emniyet güçleri gibi okuyucunun güvendiği otoritelerin ve yerel halkın fikirlerine yer verilmesi, bununla birlikte haberlerin herhangi bir Suriyeli sığınmacının sesinden yoksun olması Suriyeli sığınmacıların suç ile ilişkilendirilmesini pekiştirmektedir. [10]

 

Ucuz Emek Olarak Ekonomik Tehdit

Suçlu temasının yanında ucuz emek teması da tehdit temsilinin önemli bir kısmını oluşturmaktadır. Yapılan araştırmalar sonucunda; Türk gazete haberlerinde, Suriyeli sığınmacıların çok düşük ücretlere çalışarak yerel halkın işini kaybetmesine yol açtıkları sıklıkla tekrarlanmıştır.[11] Bu söylem üzerinden Türk iş piyasasındaki yüksek işsizlik oranlarının Suriyeli sığınmacıların etkisiyle oluştuğunu öne sürülmüş ve dolayısıyla Türkiye’deki ekonomik problemler Suriyeli sığınmacılar ile ilişkilendirilmiştir. Ancak bu haberlerde Suriyeli sığınmacıların işverenler tarafından sömürülmesi pek işlenen bir konu olmamıştır. Aksine Suriyeli sığınmacılar, kaçak olarak çalışmalarından dolayı istihdam problemlerinin sorumlusu olarak görülmüşlerdir. [12]

 

Ekonomik Yük Temsili

Suriyeli sığınmacıların ekonomik yük temsili bir diğer sık tekrarlanan temadır. Bu temsilin işlendiği haberlerde Suriyeli sığınmacıların temel ihtiyaçlarının karşılanması için atılan adımlar neticesinde Suriyeli sığınmacıların Türk ekonomisine yük oluşturdukları söylemi yaygındır. Üstelik Suriyeli sığınmacıların sayılarının giderek artması ile bu ekonomik yükün de giderek arttığı vurgulanmaktadır. Dolayısıyla ana akım medyanın, Suriyeli sığınmacıların insani haklarını hatırlatmak yerine Suriyeli sığınmacılar için harcanan paralara ve yapılan yardımlara dikkat çekmektedir. [13]

 

Basın Yayın Organlarının Suriyeli Sığınmacı Temsiline Etki Eden Özellikleri 

Yapılan çalışmalar, haberlerin gerçek dünyanın birebir aktarılması yoluyla değil de haber niteliği taşıyan birtakım aktörlerin seçilmesiyle ve içeriklerin basın-yayın organlarının kendi kaygılarının filtresinden geçmesiyle okuyucuya/ izleyiciye aktarıldığını ortaya koymuştur. [14] Dolayısıyla, gazetelerin ve televizyonların neyin haber niteliği taşıyıp taşımadığının belirlenmesinde bazı faktörler önemli rol oynamaktadır. Yapılan araştırmalar, Türk basının haberlerini şekillendirirken üç temel unsurdan etkilendiğini ortaya koymaktadır. Bu unsurlar; gazetelerin okunma ve televizyonların izlenme oranlarına yönelik kaygıları, basın-yayın organlarının politik tarafgirlik tutumları ve yine basın-yayın organlarının desteklediği ideolojiler olarak ön plana çıkmıştır.

 

Okunmaya/ İzlenmeye Yönelik Kaygılar

Basın- yayın organlarının en nihayetinde kâr odaklı olduğunu göz önünde bulundurmak gerekmektedir. Özellikle gazetelerde büyük çoğunlukla çocukların ve kadınların; yoksulluk, kayıp ve acı gibi okuyucularda sempati uyandıracak deneyimlerinin fotoğraflarına yer verilmesi gazetelerin okunmaya yönelik kaygılarını ortaya koymaktadır. Bu fotoğraflar; genellikle yakın çekim olup Suriyeli sığınmacıların yüz ifadelerini net bir biçimde göstermektedir. Ayrıca hikâyelerin haber hikâyeleri görsel etkilerine göre seçilmektedir ve genç erkek sığınmacılardan ziyade sıklıkla kadın ve çocuklara yer verilmektedir. Böylelikle, “ideal mağdur” temsili yoluyla okurun acıma duygusunun uyandırılması amaçlanmaktadır. [15] Bunun yanı sıra literatür, yalnızca gazetelerin değil televizyon kanallarının da benzer kaygılara sahip olduğunu ortaya çıkarmaktadır. Veli Boztepe tarafından yapılan araştırmaya göre araştırmada incelenen tüm televizyon kanalları (Show TV, Kanal D, Kanal 7 ve Halk TV) politik tutumlarının farklılığına rağmen Suriyeli Sığınmacılara dair en çok “mağdur” temsilini öne çıkaran haberlere yer vermektedir. [16]

 

Basın Yayın Organlarının Politik Tarafgirlikleri

Yapılan araştırmalar, Türk basınında haber içeriklerini etkileyen en büyük unsurlardan birinin basın-yayın organlarının politik tarafgirlikleri olduğunu ortaya çıkarmıştır. Bu politik taraf girlilikler genellikle iki kutba ayrılmış bir biçimde karşımıza çıkmaktadır. Bu kutbun bir ucunda hükümeti destekçisi basın-yayın organları bulunurken, diğer uçta ise hükümete muhalif tutumunu sürdüren gazete ve televizyonlar bulunmaktadır. Yapılan çalışmaların birçoğu, basın-yayın organlarının tutarlı bir ideolojik çizgiyi sürdürmek yerine hükümete olan yakınlığına göre dönemden döneme değişebilen bir bakış açısı ile Suriyeli sığınmacı temsilini şekillendirdiğini göstermektedir. [17] Özellikle dikkat çeken husus, bu haberlerin ve köşe yazılarının Suriyeli sığınmacı meselesine hak temelli yaklaşmak yerine hükümetin iç veya dış politikalarını övmek ya da yermek amacıyla Suriyeli sığınmacı haberlerinin araçsallaştırılmasıdır. [18]

 

Hükümet Destekçisi Basın-Yayın Organları

Hükümet yanlısı gazete ve televizyonların çoğunlukla Suriyeli sığınmacı temsillerini hükümet politikalarını övmek ve meşrulaştırmak için kullandığı gözlemlenmiştir. Hükümet destekçisi olarak nitelendirilen Yeni Şafak gazetesinin Suriyeli sığınmacılara yönelik haberlerinde genel anlamda üç tema dikkat çekmektedir. Bunlardan ilki, Suriyeli sığınmacılar üzerinden CHP ve HDP eleştirisi yapılmasıdır. İkinci olarak ise hükümetin Suriyeli sığınmacılara yönelik tutumu ve politikalarının ele alınması ile Türk dış siyasetinin övgüsüdür. Son olarak da, Suriyeli sığınmacıların mağdurluklarının ön plana çıkarılarak Türkiye devletine müteşekkir oldukları söylemidir. [19] Benzer bir şekilde, Çağlar ve Özkır tarafından gazete içeriklerine yönelik yapılan araştırmada Sabah gazetesinin ilk bakışta Suriyeli sığınmacılara yönelik haberlerinde insan hakları perspektifinin hissedildiği ancak içerik ve söylem analizlerinin yapılmasının ardından aslında haberlerin amacının Suriyeli sığınmacıların hakları değil, Türk hükümetinin dış politikasının övülmesi olduğu anlaşılmıştır. [20] Yine hükümet yanlısı olduğu düşünülen Kanal 7’nin haberleri incelendiğinde devlet yetkililerinin Suriyeli sığınmacılar ile bir arada gösterilmesi ve Suriyeli sığınmacılara yapılan yardımlara sık sık dikkat çekilmesi, bu kanalın hükümetin Suriyeli sığınmacılara yönelik politikalarını meşrulaştırma amacıyla hareket ettiğini ortaya çıkarmaktadır. [21]

 

Hükümete Muhalif Basın-Yayın Organları

Hükümete muhalif olan gazete ve televizyonların Suriyeli sığınmacı temsillerini hükümet politikalarını eleştirmek için kullandığı görülmektedir. Medya kutbunun bu ucunda da Suriyeli sığınmacılara hak temelli yaklaşılmamış, daha ziyade politik eleştiriye araç olmaları bakımından yer verilmiştir. Örneğin, hükümete muhalifliği ile bilinen Cumhuriyet gazetesinin “Türk vatandaşı olacaklar” ya da “Seçimlerde oy verecekler” gibi ifadeler ile Türk devletinin Suriyeli sığınmacılara yönelik açık kapı politikasını eleştirdiği görülmektedir. [22]  Yine benzer bir politik tarafgirlik gösteren Halk TV haberlerinin Suriyeli sığınmacıların sayıca çokluğunu vurguladığı ve sığınmacıların “sosyal sorun” veya “ekonomik yük” olarak temsilleri etrafında yoğunlaştığı gözlemlenmiştir. Bu vurgular yoluyla Halk TV haberlerinin hükümet politikalarını eleştirdiği görülmüştür. [23]

 

Basın Yayın Organlarının Desteklediği İdeolojiler

Literatürün büyük bir kısmı Türk basınının gazete ve televizyonların sunduğu Suriyeli sığınmacı temsillerinin ideolojik bakış açısından ziyade politik tarafgirliğe göre şekillendiğini öne sürmüştür. Ancak yapılan bu çalışmalar incelendiğinde, söz konusu çalışmaların ideoloji spektrumunda merkeze yakın gazeteleri incelediği görülmüştür. Bunun sebebi olarak merkeze yakın gazetelerin daha çok sattığını öngörmek yerinde olacaktır. Zira bu çalışmalar, gazetelerin seçilmesinde tirajların etkisi olduğunu kabul etmektedirler. Öte yandan, merkezden uzaklaştıkça politik tarafgirliğin yanında gazetelerin desteklediği ideolojilerin de Suriyeli sığınmacı temsilini etkilediği görülmüştür.

 

Sol İdeolojiyi Destekleyen Basın-Yayın Organları

Sol ideolojiye mensup olduğu düşünülen ;Cumhuriyet, Evrensel, BirGün ve Özgürlükçü Demokrasi isimli gazeteler üzerinde yapılan araştırmada bu gazetelerin sol ideoloji ile uyumlu temsiller ürettiği gözlenmiştir. Bu gazeteler, sığınmacıların çalışma şartları ve patronlar tarafından sömürüldükleri söylemlerine çokça yer vermişlerdir. Genel itibariyle, bu gazetelerde yer alan haberlerde sığınmacıların ucuz emek olarak kullanılması eleştirilmiş ve bu konudaki sorumluların Suriyeli sığınmacılar değil onları sömüren işveren olarak gösterilmiştir. Buna ek olarak, Türk işçilerinin Suriyeli işçiler ile bir araya gelerek bu sömürü sisteminin düzeltilmesi gerektiği vurgulanmıştır. İlginç bir biçimde, sağ ideolojiyi destekleyen basın-yayın organlarının mültecilerin çalışma yaşamlarına dair haberlere pek yer vermediği saptanmıştır. [24]

 

Sağ İdeolojiyi Destekleyen Basın-Yayın Organları

Sağ ideolojiye mensup olduğu varsayılan; Yeni Şafak, Yeni Akit, Türkiye Gazetesi ve Diriliş Postası gazeteleri ile yapılan araştırmada bu gazetelerin Suriyeli mültecilere yönelik sağ ideoloji ile uyumlu içerikler ürettikleri anlaşılmıştır. Örneğin, sol ideolojiye mensup gazetelerin aksine zengin ve fakir sınıflar mücadele içinde değil, dayanışma içinde gösterilmiştir. Mağdur temsilleri üzerinden zenginlerin fakir mültecilere yardım ettiği vurgulanmıştır. Suriyeli sığınmacılar, “kardeşlerimiz” ve “muhacirler” olarak isimlendirilerek “batıya karşı yardımsever Türk halkı” portresi çizilmek istenmiştir. Bu sebeple, “yardım alan” Suriyeli temsili sıkça tekrar edilmiştir. Buna karşın, sol ideolojiye mensup basın-yayın organlarında bu tür bir temsile pek sık rastlanmamıştır. [25]

 

Medyada Yer Alan Suriyeli Sığınmacı Temsillerinin Suriyeli Sığınmacı Algısına Etkisi

Türk basınında Suriyeli sığınmacılara yönelik yer alan dört temsil biçiminin (mağdur, yardım alan, tehdit ve ekonomik yük) Türk vatandaşları ile Suriyeli sığınmacılar arasındaki iletişime önemli bir etkisi olduğu görülmüştür. Örneğin, mağdur ve yardım alan temsillerinin genellikle Suriyeli sığınmacıların kabulünde olumlu etkiye sahip olduğu görülürken, tehdit ve ekonomik yük temsillerinin Türk vatandaşlar ve Suriyeli sığınmacılar arasında çatışmalara sebep olduğu saptanmıştır. [26] Bununla birlikte, bu temsillerin insan hakları perspektifinden sunulmamaktadır ve Suriyeli sığınmacılara dair rol model temsilleri Suriyeli sığınmacılara yönelik tüm haberler içinde çok küçük bir azınlığı oluşturmaktadır. [27] Bu durum Türk vatandaşlarının, haberlerde gördükleri Suriyeli sığınmacı temsilleri ile günlük hayatta karşılaştıkları Suriyeli sığınmacılar ile çelişkili olduğunu fark etmesine yol açmaktadır. Tüm bu etkenler, Türk vatandaşlarının Suriyeli sığınmacı algısını etkileyerek sığınmacıların toplum içinde ötekileştirilmesine yol açmaktadır.

 

Mağdur ve Yardım Alan Temsillerinin Etkisi

Türk medyasında Suriyeli sığınmacılara yönelik yer alan mağdur ve yardım alan temsillerinin Türk vatandaşları üzerinde iki tür etkisi olduğu saptanmıştır. Bunlardan ilki Suriyeli sığınmacıların yardıma muhtaç olduğu algısıdır. Bu algının Türk vatandaşlarının Suriyeli sığınmacıları daha çabuk kabul etmesinde etkisi olduğunu söylemek mümkündür. [28] Ancak bu yaklaşım, Suriyeli sığınmacılara yönelik hak temelli yaklaşımı gölge etmektedir. [29] Dolayısıyla, medyadaki hak temelli yaklaşımın eksikliği sonucunda Türk vatandaşları Suriyeli sığınmacılara yönelik yardımları bir lütuf gibi algılamakta ve Suriyeli sığınmacıların Türk ekonomisine yük olduğu söylemini destekleyebilmektedirler. Mağdur ve yardım alan temsillerinin bir diğer etkisi de –rol model temsilleri karşısındaki fazlalıkları göz önüne alındığında – Türk vatandaşları, Suriyeli sığınmacıları kendileri için olumlu sonuçlar üretebilecek bir aktörden ziyade Türk devletinin ve halkının bakımına muhtaç pasif bir kitle olarak görmektedir. [30] Bu durum Suriyeli sığınmacılar ile Türk halkının birbirlerine uyumlanmaları için engel teşkil etmektedir. Üstelik günlük hayatta Suriyeli sığınmacıların girişimci olduklarının görülmesi Suriyeli sığınmacı algısında çelişkilere yol açmaktadır.

 

Tehdit ve Ekonomik Yük Temsillerinin Etkisi

Suriyeli sığınmacılara yönelik tehdit ve ekonomik yük temsillerinin Türk vatandaşları üzerinde korku ve endişe uyandırdığı gözlemlenmiştir. Bu korku ve endişe yaratan temsiller neticesinde Suriyeli sığınmacılara yönelik “ayrıştırıcı ve yargılayıcı bir söylem inşa edilmektedir. [31] Bu durum Suriyeli sığınmacılar ile Türk vatandaşlarının uyumlanmasına engel olmaktadır. Ayrıca Suriyeli sığınmacılara yönelik haberleştirilen olumsuz temsiller neticesinde vatandaşların korku ve endişelerinin somut davranışlara da dönüştüğü gözlemlenmiştir. Türk vatandaşları kimi zaman sosyal medya üzerinden örgütlenerek Suriyeli sığınmacıların kendilerine ve mallarına saldırılar düzenlemektedir. [32] Dolayısıyla, bu tür olumsuz tehditlerin ırkçı saldırılara varan tehlikeli etkileri olabilmektedir.

 

Olası Çözümler

Suriyeli sığınmacılara yönelik yayınlanan haberlerin toplumda ayrışmaya ve Suriyeli sığınmacıların ötekileştirilmesine yol açması sığınmacı entegrasyonu önünde en büyük engellerden biridir. Bununla birlikte, bu haberlerin kimi zaman ırkçı saldırılara sebebiyet vermesi de endişe vericidir. Dolayısıyla, Türk basınında yer alan Suriyeli sığınmacı temsillerinin sorun teşkil ettiğini söylemek mümkündür. Bu sorunun çözüme kavuşturulması için literatürde birtakım çözüm önerileri sunulmuştur. Bu çözüm önerilerinden en yaygın olanları haber içeriklerinin geliştirilmesi, ana akım medyaya karşı olarak alternatif medyanın teşviki ve sosyal reklam ve kamu spotları yardımıyla Türk vatandaşlarının bilinçlendirilmesidir.

 

Haber İçeriklerinin Geliştirilmesi

Haber içerikleri analiz edildiğinde ana akım medyada yer alan haberlerde çoğunlukla Türk vatandaşlarının ve siyasi otoritelerin demeçlerinin yer aldığı saptanmıştır. Ancak Suriyeli sığınmacıların kendilerini ifade ettikleri gördüğümüz ya da alanda uzman akademisyenlerin, hukukçuların ya da sivil toplum kuruluşu yetkililerin yer aldığı haberler yok denilecek kadar azdır. [33] Dolayısıyla, ana akım medyada yer alan haberlerin daha kapsayıcı olması gerekmektedir. Bununla birlikte, Suriyeli sığınmacıların sürekli bir biçimde Türkiye’ye göç ettikleri vurgusuna rağmen bu göçe sebep olan faktörler çok az aktarılmaktadır. [34]  Bu doğrultuda haberlerin Suriye iç savaşına dair neden-sonuç ilişkilerini ve Suriye topraklarında yaşananları vatandaşlara daha net bir biçimde aktarmalıdır.

 

Alternatif Medya

Ana akım medya maddi, politik ve ideolojik kaygı ve çıkarları sebebiyle Suriyeli sığınmacılara yönelik haberlerinde Suriyeli sığınmacıları çoğunlukla mağdur, yardım alan, tehdit ve ekonomik yük olarak temsil etmektedir. Ancak bu haberler Türk vatandaşları ile Suriyeli sığınmacılar arasındaki ilişkiyi olumsuz etkilemektedir. Dahası ana akım medya Suriyeli sığınmacı meselesine insan hakları perspektifinden yaklaşmamakta ve yeteri kadar “rol model” temsiline yer vermemektedir. Öte yandan alternatif medya, çoğunlukla politik, ideolojik ve maddi kaygılardan nispeten daha uzaktır ve yapılan araştırmalara göre alternatif medyanın meseleye hak temelli yaklaştığı bilinmektedir. [35] Dolayısıyla alternatif medya, ana akım medyanın yarattığı olumsuz etkileri önlemek adına bir çözüm önerisi olarak sunulmuştur.

 

Sosyal Reklam ve Kamu Spotu

Medya etkileri üzerine yapılan deneysel bir araştırmada iki gruptan birine Suriyeli sığınmacılara yönelik bir sosyal reklam videosu izletilirken diğer gruba hiçbir şey izletilmemiştir. Bunun ardından her iki gruba da Suriyeli sığınmacılara yönelik tutumlarını ölçmeyi amaçlayan anket soruları sorulmuştur. Bu çalışmanın sonucunda sosyal reklam videosu izleyen katılımcıların Suriyeli sığınmacılara videoyu izlemeyen katılımcılara göre daha olumlu baktıkları tespit edilmiştir. Dolayısıyla, sosyal reklam çalışmalarıyla Türk vatandaşlarının Suriyeli sığınmacılara yönelik empati duygusunun arttırılması önerilmektedir.[36] Bununla birlikte, medyanın ırkçı söylemleri beslemedeki rolü düşünüldüğünde bu olumsuz etkinin azaltılması için kamu spotlarından yararlanılabilir. [37]

 

Sonuç

Suriyeli sığınmacıların ana akım medyadaki temsilleri çoğunlukla dört ana tema etrafında toplanmıştır. Bu temalardan ilki “mağdur” temsilidir. Bu temsilin basın-yayın organları tarafından okuyucunun dikkatini çekmek deki  başarısı sebebiyle okunmayı/ izlenmeyi arttırmak amacıyla sıklıkla kullanıldığı anlaşılmıştır. Mağdur temsili ile yakından ilişkili olarak en sık tekrarlanan ikinci temsil biçiminin Suriyeli sığınmacıların “yardım alan” olarak gösterilmesidir. Bu iki temsil biçimlerinin ana akım medya tarafından basın-yayın organın politik ve ideolojik duruşuna göre hükümet politikalarını yermek ya da övmek için kullanıldığı gözlenmiştir. Dolayısıyla ana akım medyanın Suriyeli sığınmacılara yönelik haberlerde asıl amacının insan hakları perspektifinden Suriyelilerin yaşadıkları sıkıntıları okuyucuya aktarmak değil, bu deneyimler üzerinden okuyucuyu hükümet politikalarının meşru olduğuna ya da yanlış olduğuna ikna etmektir. Öte yandan Suriyeli sığınmacılar Türk vatandaşlarına yönelik tehdit ve ekonomik yük olarak gösterilmektedir. Bu tür haberler Suriyeli sığınmacılara yönelik söylemleri ötekileştirici bir düzleme çekmektedir. Dahası bu tür haberler kimi zaman Türk vatandaşları tarafından Suriyeli sığınmacılara yönelik ırkçı saldırılara sebebiyet vermektedir. Dolayısıyla bu tür olumsuz etkilerin önlenmesi için Türk vatandaşlarının Suriyeli sığınmacılara yönelik algısını şekillendiren haber içeriklerinin geliştirilmesi, alternatif medya kullanımının teşvik edilmesi ile sosyal reklam ve kamu spotu çalışmalarına önem verilmesi gerekmektedir.

 

 

BÜŞRA KAPLAN

GÖÇ ÇALIŞMALARI STAJYERİ

 

 

BİBLİYOGRAFYA

[1] Şen, F., & YILDIZ, S. (2017). Bir ‘öteki’olarak mülteciler: Suriyeli mültecilerin ana akım ve alternatif medyada temsili. Atatürk İletişim Dergisi12, 27-41.

[2] Şen, F., & YILDIZ, S. (2017). Bir ‘öteki’olarak mülteciler: Suriyeli mültecilerin ana akım ve alternatif medyada temsili. Atatürk İletişim Dergisi12, 27-41.

[3] Paksoy, A. F., & Şentöregil, M. (2018). Türk basınında Suriyeli sığınmacılar: ilk beş yılın analizi (2011-2015). Selçuk İletişim11(1), 237-256.

[4] Boztepe, V. (2017). Televizyon Haberlerinde Suriyeli Mültecilerin Temsili. Ankara Üniversitesi İlef Dergisi4(1), 91-122.

[5] PANDIR, M., İbrahim, E., & Paksoy, A. F. (2015). Türk Basınında Suriyeli Sığınmacı Temsili Üzerine Bir İçerik Analizi/A Content Analysis on the Representation of Syrian Asylum Seekers in the Turkish Press. Marmara İletişim Dergisi, (24), 1-26.

[6] Sunata, U., & Yıldız, E. (2018). Representation of Syrian refugees in the Turkish media. Journal of Applied Journalism & Media Studies7(1), 129-151.

[7] PANDIR, M., İbrahim, E., & Paksoy, A. F. (2015). Türk Basınında Suriyeli Sığınmacı Temsili Üzerine Bir İçerik Analizi/A Content Analysis on the Representation of Syrian Asylum Seekers in the Turkish Press. Marmara İletişim Dergisi, (24), 1-26.

[8] PANDIR, M., İbrahim, E., & Paksoy, A. F. (2015). Türk Basınında Suriyeli Sığınmacı Temsili Üzerine Bir İçerik Analizi/A Content Analysis on the Representation of Syrian Asylum Seekers in the Turkish Press. Marmara İletişim Dergisi, (24), 1-26.

[9] Karataş, M. (2015). Türk yazılı basınında Suriyeli sığınmacılar ile halk arasındaki ilişkinin incelenmesi. Göç Araştırmaları Dergisi1(2), 112-151.

[10] Gölcü, A., & DAĞLI, A. N. (2017). Haber söyleminde ‘Öteki’yi aramak: Suriyeli mülteciler örneği. Akdeniz Üniversitesi İletişim Fakültesi Dergisi, (28), 11-38.

[11] Karataş, M. (2015). Türk yazılı basınında Suriyeli sığınmacılar ile halk arasındaki ilişkinin incelenmesi. Göç Araştırmaları Dergisi1(2), 112-151.

[12] Gölcü, A., & DAĞLI, A. N. (2017). Haber söyleminde ‘Öteki’yi aramak: Suriyeli mülteciler örneği. Akdeniz Üniversitesi İletişim Fakültesi Dergisi, (28), 11-38.

[13] Gölcü, A., & DAĞLI, A. N. (2017). Haber söyleminde ‘Öteki’yi aramak: Suriyeli mülteciler örneği. Akdeniz Üniversitesi İletişim Fakültesi Dergisi, (28), 11-38.

[14] Şen, F., & YILDIZ, S. (2017). Bir ‘öteki’olarak mülteciler: Suriyeli mültecilerin ana akım ve alternatif medyada temsili. Atatürk İletişim Dergisi12, 27-41.

[15] PANDIR, M. (2019). STEREOTYPING, VICTIMIZATION AND DEPOLITICIZATION IN THE REPRESENTATIONS OF SYRIAN REFUGEES. Dokuz Eylul University Journal of Graduate School of Social Sciences21(2).

[16] Boztepe, V. (2017). Televizyon Haberlerinde Suriyeli Mültecilerin Temsili. Ankara Üniversitesi İlef Dergisi4(1), 91-122.

[17] Yaylacı, F. G., & Karakuş, M. (2015). Perceptions and newspaper coverage of Syrian refugees in Turkey. Migration Letters12(3), 238-250.

[18] Çağlar, İ., & Özkır, Y. (2014). Suriyeli Mültecilerin Türkiye Basınında Temsili. Middle East Yearbook/Ortadoğu Yıllığı.

[19] Yaylacı, F. G., & Karakuş, M. (2015). Perceptions and newspaper coverage of Syrian refugees in Turkey. Migration Letters12(3), 238-250.

[20] Yaylacı, F. G., & Karakuş, M. (2015). Perceptions and newspaper coverage of Syrian refugees in Turkey. Migration Letters12(3), 238-250.

[21] Çağlar, İ., & Özkır, Y. (2014). Suriyeli Mültecilerin Türkiye Basınında Temsili. Middle East Yearbook/Ortadoğu Yıllığı.

[22] Boztepe, V. (2017). Televizyon Haberlerinde Suriyeli Mültecilerin Temsili. Ankara Üniversitesi İlef Dergisi4(1), 91-122.

[23] Yaylacı, F. G., & Karakuş, M. (2015). Perceptions and newspaper coverage of Syrian refugees in Turkey. Migration Letters12(3), 238-250.

[24] Artar, F. MEDYADA SINIFSAL TEMSİL MÜCADELESİ: SURİYELİ MÜLTECİLER ‘YARDIMA MUHTAÇ’MI ‘UCUZ EMEK’Mİ?. Sosyoloji Araştırmaları Dergisi22(2), 26-61.

[25] Artar, F. MEDYADA SINIFSAL TEMSİL MÜCADELESİ: SURİYELİ MÜLTECİLER ‘YARDIMA MUHTAÇ’MI ‘UCUZ EMEK’Mİ?. Sosyoloji Araştırmaları Dergisi22(2), 26-61.

[26] Şen, F., & YILDIZ, S. (2017). Bir ‘öteki’olarak mülteciler: Suriyeli mültecilerin ana akım ve alternatif medyada temsili. Atatürk İletişim Dergisi12, 27-41.

[27] Sunata, U., & Yıldız, E. (2018). Representation of Syrian refugees in the Turkish media. Journal of Applied Journalism & Media Studies7(1), 129-151.

[28] PANDIR, M. (2019). STEREOTYPING, VICTIMIZATION AND DEPOLITICIZATION IN THE REPRESENTATIONS OF SYRIAN REFUGEES. Dokuz Eylul University Journal of Graduate School of Social Sciences21(2).

[29] Yaylacı, F. G., & Karakuş, M. (2015). Perceptions and newspaper coverage of Syrian refugees in Turkey. Migration Letters12(3), 238-250.

[30] PANDIR, M. (2019). STEREOTYPING, VICTIMIZATION AND DEPOLITICIZATION IN THE REPRESENTATIONS OF SYRIAN REFUGEES. Dokuz Eylul University Journal of Graduate School of Social Sciences21(2).

[31] Gölcü, A., & DAĞLI, A. N. (2017). Haber söyleminde ‘Öteki’yi aramak: Suriyeli mülteciler örneği. Akdeniz Üniversitesi İletişim Fakültesi Dergisi, (28), 11-38.

[32] Karataş, M. (2015). Türk yazılı basınında Suriyeli sığınmacılar ile halk arasındaki ilişkinin incelenmesi. Göç Araştırmaları Dergisi1(2), 112-151.

[33] Boztepe, V. (2017). Televizyon Haberlerinde Suriyeli Mültecilerin Temsili. Ankara Üniversitesi İlef Dergisi4(1), 91-122.

[34] Boztepe, V. (2017). Televizyon Haberlerinde Suriyeli Mültecilerin Temsili. Ankara Üniversitesi İlef Dergisi4(1), 91-122.

[35] Şen, F., & YILDIZ, S. (2017). Bir ‘öteki’olarak mülteciler: Suriyeli mültecilerin ana akım ve alternatif medyada temsili. Atatürk İletişim Dergisi12, 27-41.

[36] Bakır, Z. N., & Birol, M. (2018). Medya Etkileri Üzerine Deneysel Bir Çalışma: Suriyeli Sığınmacılar.

[37] Karataş, M. (2015). Türk yazılı basınında Suriyeli sığınmacılar ile halk arasındaki ilişkinin incelenmesi. Göç Araştırmaları Dergisi1(2), 112-151.

 

 

KAYNAKÇA

Artar, F. MEDYADA SINIFSAL TEMSİL MÜCADELESİ: SURİYELİ MÜLTECİLER ‘YARDIMA MUHTAÇ’MI ‘UCUZ EMEK’Mİ?. Sosyoloji Araştırmaları Dergisi22(2), 26-61.

Bakır, Z. N., & Birol, M. (2018). Medya Etkileri Üzerine Deneysel Bir Çalışma: Suriyeli Sığınmacılar.

Boztepe, V. (2017). Televizyon Haberlerinde Suriyeli Mültecilerin Temsili. Ankara Üniversitesi İlef Dergisi4(1), 91-122.

Çağlar, İ., & Özkır, Y. (2014). Suriyeli Mültecilerin Türkiye Basınında Temsili. Middle East Yearbook/Ortadoğu Yıllığı.

Gölcü, A., & DAĞLI, A. N. (2017). Haber söyleminde ‘Öteki’yi aramak: Suriyeli mülteciler örneği. Akdeniz Üniversitesi İletişim Fakültesi Dergisi, (28), 11-38.

Karataş, M. (2015). Türk yazılı basınında Suriyeli sığınmacılar ile halk arasındaki ilişkinin incelenmesi. Göç Araştırmaları Dergisi1(2), 112-151.

Paksoy, A. F., & Şentöregil, M. (2018). Türk basınında Suriyeli sığınmacılar: ilk beş yılın analizi (2011-2015). Selçuk İletişim11(1), 237-256.

PANDIR, M., İbrahim, E., & Paksoy, A. F. (2015). Türk Basınında Suriyeli Sığınmacı Temsili Üzerine Bir İçerik Analizi/A Content Analysis on the Representation of Syrian Asylum Seekers in the Turkish Press. Marmara İletişim Dergisi, (24), 1-26.

PANDIR, M. (2019). STEREOTYPING, VICTIMIZATION AND DEPOLITICIZATION IN THE REPRESENTATIONS OF SYRIAN REFUGEES. Dokuz Eylul University Journal of Graduate School of Social Sciences21(2).

Sunata, U., & Yıldız, E. (2018). Representation of Syrian refugees in the Turkish media. Journal of Applied Journalism & Media Studies7(1), 129-151.

Şen, F., & YILDIZ, S. (2017). Bir ‘öteki’olarak mülteciler: Suriyeli mültecilerin ana akım ve alternatif medyada temsili. Atatürk İletişim Dergisi12, 27-41.

Yaylacı, F. G., & Karakuş, M. (2015). Perceptions and newspaper coverage of Syrian refugees in Turkey. Migration Letters12(3), 238-250.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Toplumsal Ekoloji ve Komünalizm

 

 

Toplumsal Ekoloji ve Komünalizm, Murray Bookchin, 2014, Sümer Yayıncılık, Sayfa Sayısı: 128

TOPLUMSAL EKOLOJİ NEDİR?

“İnsanlık kendi kendisini yaratmaktadır; genetik yapısıyla hayatta kalmaya programlanmamıştır.”

Gordon Childe

Bookchin kitabının bu bölümünde toplumsal ekolojinin ne olduğunu, neyi kapsadığını, neyi sorunsallaştırdığını ve neyi hedeflediğini açıklamaya çalışır. Ekolojik problemlerin temelinde “kökleşmiş toplumsal sorunlar”ın olduğunu iddia eden yazar, hiyerarşik algının bu sorunların temelinde yattığını iddia eder. Doğa-toplum ayrımının yapay bir ayrım olduğunu, bu ayrımın doğanın statik, durağan, değişmeyen bir biçimde algılanmasına sebep olduğunu iddia eder. İnsan da evrim sürecinin bir parçasıdır, evrimden ayrı düşünülemez. Sonrasında yazar bu ayrımın nasıl oluştuğunu ve toplumsal ilişkilerin hiyerarşi ve tahakküm ilişkilerine nasıl dönüştüğünü açıklar. En başta görev dağılımı olan ve tamamlayıcılığı olan toplumsal roller, zaman içinde hiyerarşik bir hale bürünmüş ve yaşlının gence, erkeğin kadına tahakkümüne dönüşmüştür. Bookchin’e göre erkeğin kadın üzerindeki tahakkümünün sınıflı toplumlardan çok öncesine uzanıyor olması, “hiyerarşinin tarihsel olarak sınıf kavramından daha yerleşmiş bir olgu olduğunu doğrulamaktadır.” Bu hiyerarşi en nihayetinde doğaya hükmetme düşüncesine de zemin hazırlamıştır. Kapitalizmin vahşi rekabetçi yapısı ise sınıflı yapılara dönüşen hiyerarşik ilişkilenme biçimini daha da şiddetlendirmiştir. Bookchin’e göre kapitalizm yapısı itibariyle ahlak dışıdır, onun içinde ahlaklı davranmaktan, doğayı düşünerek hareket etmekten söz edilemez. Kapitalizm zorunlu olarak ekolojik krizi yaratır. Rekabet, sürekli büyüme ve kar etme, bunların yapılmaması durumunda ise yok olmak kapitalizmin sunduğu iki seçenektir. Toplumsal ekoloji insanın doğa üzerindeki tahakkümünü ve sömürüsünü sona erdirmeyi; doğayla bütünlüklü, doğal ve toplumsal olanın bir arada evrimini sürdürmeye devam ettiği bir toplum yapısı oluşturmayı hedefler. Bunun yapılması ona göre, ademimerkezileşmeyle; daha somut anlamda halk meclisleriyle fakat kapalı ve içe dönük olma tehlikesine karşı konfederal konseyler aracılığıyla bir araya gelmiş yerel yönetimler sayesinde mümkün olacaktır. Bunun yanında bu toplumlar ekoteknoloji ile donanmış, kar amaçlı değil kullanım amaçlı üretim gerçekleştiren yapıda olacaklardır.

 

GELİŞMİŞ KAPİTALİZM ÇAĞINDA RADİKAL SİYASETLER

Kitabının bu bölümünde Bookchin, kamusal alan, devlet, siyaset, toplum kavramlarına odaklanır. Devlet ve siyasetin kamusal alanın içinden çıktığını bize aktarırken, bu kavramların tarihselliğine dikkat çeker. Şu an devlet ve siyasetin aynı kavram varsayılmasına eleştiri getiren Bookchin aksine devlet ve siyasi olanın her zaman için bir çatışma içinde olduğunu ileri sürer. Yerel yönetim, ademimerkizi kurumlar geçmişten günümüze tüm devrimlerin ve siyasi hareketlerin belkemiğini oluşturmuşlardır. Radikal eylemlilik kamusal alandan çıkmış, her zaman ondan güç almıştır. Dolayısıyla kuracağımız ekolojik topluma doğru bir mücadele de kamusal alanda, merkezi iktidarın gücünü önce dengeleyip sonra onun yerini alacak yerel ve konfederal topluluk hareketlerini içermelidir.

 

GERİCİLİK ÇAĞINDA TOPLUMSAL EKOLOJİNİN ROLÜ

Bookchin’ göre toplumsal ekoloji İkinci Dünya Savaşı sonrası kısır döngüye giren ve yeterince radikal olmayan, özgürlük ve tahakküm tanımlarının değişmesiyle ortaya çıkan yeni sorunları kapsayamayan Solun yerini doldurmak için ortaya çıkmıştır. Feminist hareket, queer hareket, ekolojik hareket, ırkıçılık karşıtı hareketler yalnızca sınıf mücadelesi üzerinden açıklanamamaktadır. Ekonomik sömürü ve kaiptalizmin yarattığı problemler yok olmamıştır Bookchin’e göre, fakat, bu sorunların üstüne yeni sorunların eklenmesiyle birlikte toplumsal sorunları ekonomi üzerinden açıklamaya çalışmak artık yalnızca indirgemeci bir bakış açısından başka bir şey değildir. Oluşan toplumsal ve teorik sorunlara toplumsal ekoloji cevap verebilmektedir. Toplumsal ekolojinin kökenleri Aydınlanma Dönemi ideallerine dayanır ve ne Marx’tan ne Kropotkin’den ne de İspanyol Devrimi ile birlikte diğer devrimlerden kopuk değildir. Bookchin aynı zamanda toplumsal ekolojinin kapitalizmin muhalefeti “kendi amaçları için kullanma, daha doğrusu metalaştırma” yeteneğinin de farkında olduğunu ileri sürer. Bookchin kapitalizmin nasıl bir yaşam kültürü haline geldiğinden, insan zihninde ne kadar kök saldığından ve ne kadar “doğal” bir sistem olarak algılandığından bahsettikten sonra kapitalizmin “uzlaşmacı” tavrı konusunda dikkatli olunması gerektiği yönünde uyarır. Akılcı, etik ve tutarlı bir toplum kurmak kapitalizmin barbarlığına karşı da savaşmayı gerektirmektedir. Muhalif fikirlerin neredeyse hepsi aşınmaya uğramış durumdadır ve geçerliliğini kaybetmeyen tek şey Bookchin’e göre toplumsal ekolojidir.

 

KOMÜNALİST PROJE

Bookchin bu bölüme kapitalizmin dönüşümünden bahsederek başlar. Kapitalizm inanılmaz derecede dinamik ve değişim kapasitesine sahip bir sistemdir. 19. Yüzyıl kapitalizmi ile günümüz kapitalizmi arasında çok fark vardır ve bu durum sınıflara da aynı şekilde yansımaktadır. Artık günümüzde 19. Yüzyıldaki gibi proletarya-burjuva ayrımı yoktur. Orta sınıfın ortaya çıkışı, yaşam standartlarının yıllar içindeki değişimi proletarya dediğimiz işçi sınıfını daraltmıştır ve artık proletarya kimliğini kaybetmektedir. Bookchin’e göre artık Sol orta sınıfın desteğini kazanmaya çalışmalı, Endüstri Devrimi’nin ilk çıktığı zamanlardaki ideoloji ve teorilerle kapitalizme karşı durmayı bırakmalı ve tüm bu farklılaşan ve artan toplumsal meseleleri kapsamalıdır. Marksizm, Anarşizm ve Sendikalizm revaçta olan fakat yetersiz akımlardır. Marksizm “fabrika kapitalizminin ortaya çıkmaya başladığı on dokuzuncu yüzyıla aittir.” Anarşizmi ise Bookchin bir toplum kuramı olarak görmez. Eskiden kendisinin de çözümü anarşizmde aradığını fakat artık kendisini bu şekilde tanımlamadığını ifade eden yazar anarşistlerin fazla bireyci olduklarını iddia eder. Sendikalistleri ise fazla işçi odaklı olmak ile eleştiren yazar Solun temel eksiklerinden birinin siyasal alanı devlet alanı ile bir tutması olduğunu ifade eder. Bookchin’e göre artık bu geleneksel ideolojilerden beslenen ama bunların ötesine geçen bir harekete ihtiyaç vardır. Bölümün ilerleyen kısmında Bookchin  komünalizmin, toplumsal ekolojinin görüşlerini en iyi kapsayan siyasi kategori olduğunu belirtir. Komünalizmin hedefi “neredeyse tümüyle özerk olan yerel toplulukların bir federayonun çatısı altında gevşek bir biçimde birbirine bağlandığı bir yönetim sistemi” dir. Bu topluma ulaşmak içinse yeni bir Sol yaratılmalı, uzun süreli örgütlenmeler ve kurumlar inşa edilmelidir.

 

EK: İSPANYOL DEVRİMİNDE ANARŞİZM VE İKTİDAR

Bookchin bu bölümü anarşizmi toplumsal ekolojiden ayırmak için yazmıştır. Ona göre “iktidar” yok edilebilecek bir şey değildir fakat anarşistler iktidar kavramının yok olabileceği yanılsamasındalardır. İspanyol Devrimi sırasında CNT’nin iktidarı kullanmayı reddetmesi ve sonrasında yenilmeleri üzerinden bu iddiasının doğruluğunu kanıtlamaya çalışır. Bu örnek Bookchin’e göre iktidarın toplumsal ve siyasal yaşamdan kaldırılamayacağını ve etkin bir rol oynamayı sürdüreceğinin bir kanıtı niteğindedir.

 

SONUÇ

Kitap Bookchin’in toplumsal ekoloji üzerine tüm fikirlerini kapsadığı gibi toplumsal ekolojiye dair her şeyi kompakt bir biçimde okuyucuya aktarıyor. Toplumsal ekolojiye dair genel bir bilgi almak için ideal bir kitap. Bookchin’in yazım tarzının negatif yanlarından biri benzer şeyleri tekrar etme alışkanlığı olabilir. Çoğu zaman bir önceki bölümde okunan bir fikir diğer bölümde Bookchin tarafından tekrar dile getiriliyor. Fakat kitap çok uzun olmadığı için bu çok büyük bir dezavantaj haline gelmiyor. Sola getirdiği eleştirilerin kuvvetli olmasının yanında 2007 yılında yazılmış olması kitabı ve içerdiği fikirleri güncel kılıyor. Alanında okunması gereken bir kitap olduğunu düşünüyorum.

 

NEŞLİŞAH CANBAZ

ANARŞİZM OKUMALARI STAJYERİ

 

 

 

Uluslararası İlişkiler Disiplini ve Siyaset Felsefesi Alanında Kavramsal Çatışma

 

ULUSLARARASI İLİŞKİLER DİSİPLİNİ VE SİYASET FELSEFESİ ALANINDA KAVRAMSAL ÇATIŞMA: ANARŞİZM SORUNU

 

Özet

Bu çalışmanın temel amacı, uluslararası ilişkiler disiplini içerisinde sistematik ve bütünsel bir yapının tanımı olarak kullanılan anarşizm kavramı ile kendine siyaset felsefesinde bilimsel olarak yer bulmuş anarşizm kavramının karşılaştırılması ve bundan doğan çatışmanın incelenmesidir. Bu hususta ilk olarak olumsuz anlamda anarşizmin tarihsel sürecine ve bu olumsuz çağrışımı nasıl edindiğine; daha sonra bu olumsuz anlamının uluslararası ilişkiler disiplinine nasıl yansıtıldığına; en son olarak ise anarşizmin iki disiplin arasındaki kavramsal karşılaştırılmasına ve ortaya çıkan çatışmaya bakılacaktır. Bunu yaparken uluslararası ilişkiler disiplininin önemli isimlerinden Kenneth Waltz, Hedley Bull ve Alexander Wendt gibi isimlerin anarşizme bakışından yararlanılacak; siyaset felsefesi için Pyotr Kropotkin, Pierre-Joseph Proudhon ve Mihail Bakunin gibi isimlerin fikirleri temel alınacaktır.

Anahtar Kelimeler: Anarşi, Uluslararası İlişkiler, Siyaset Felsefesi, Neo-realizm, İngiliz Okulu, Eleştirel Literatür, Kropotkin, Karşılıklı yardımlaşma, Proudhon

 

Abstract 

The main purpose of this study is to compare the concept of anarchism in the discipline of international relations, which is used as the definition of a systematic and holistic structure, with the concept of anarchism, which has been scientifically embodied within the political philosophy and to examine the conflict arising from it. In this regard, first, the historical process of anarchism in the negative sense and how this negative connotation has been acquired; then, how the negative meaning of anarchism has been reflected on the international relations discipline; and lastly, the conceptual comparison and the arising conflict between the two disciplines will be examined. While doing this, it will be benefited from the perspectives of the important scholars in the international relations discipline such as Kenneth Waltz, Hedley Bull ve Alexander Wendt and with regard to political philosophy the main ideas of the important figures such as Pyotr Kropotkin, Pierre-Joseph Proudhon and Mikhail Bakunin will be taken into consideration..

Keywords: Anarchy, International Relations, Political Philosophy, Neo-realism, English School, Critical Literature, Kropotkin, Mutual Aid, Proudhon

 

Giriş

Uluslararası ilişkiler disiplinine yön veren ana teorilerden biri olan realizmin, uluslararası ilişkilerin yapısına sistematik bir okuma getiren neo-realist versiyonunun en büyük savunucularından biri olan Kenneth Waltz’a göre “uluslararası sistem anarşiktir.” Waltz burada uluslararası sistemin anarşik olduğunu ele alırken klasik realist olan Hobbes’un doğa durumunu referans almaktadır. Hobbes’a göre insan doğası gereği animus dominandi bir varlıktır (Goodwin, 2010, s. 431) ve merkezileşmiş egemen bir otorite olan Leviathan’ın yokluğunda kendi çıkarları peşinde koşan bireylerin rekabeti ve antagonizmi doğar (Newman, 2012, s. 260), yani kaos ve düzensizlik hâkim olur. Bu çerçevede devletleri uluslararası düzende kendi çıkarları peşinde koşan aktörler olarak ele alan Waltz, uluslararası merkezileşmiş egemen bir otoritenin yokluğu nedeniyle uluslararası düzenin yokluğundan bahsetmektedir. Öte yandan İngiliz okulunun en önemli temsilcilerinden biri olan Hedley Bull ise egemen bir yönetimin yokluğunun düzen olmadığı anlamına gelmediğini savunmaktadır. Ona göre, ortak çıkarlar, kurallar ve kurumlar belirli bir düzenin sürdürülmesini sağlar (Cudworth & Hobden, 2010).

Sistemik bakış açısına sahip olan diğer bir teori olan Complexity (Karmaşıklık) teori, sistemin kendini egemen bir otorite olmadan sürdürülebileceğini savunur iken (Cudworth & Hobden, 2010), Anarşistler, -özellikle Kropotkin’in “karşılıklı yardımlaşma (mutual aid)” teorisi etrafında şekillenen düşünceleriyle türlere olan inancın “doğal”; öte yandan devletin “yapay” bir yapı olduğunu savunan anarşist teorisyenler- toplumun devletten önce geldiğini (Goodwin, 2010) ve düzenin sağlanması için merkezileşmiş egemen bir otoriteye gerek olmadığını savunmaktadırlar (Newman, 2012, s. 263). Bu çalışmada, anarşinin uluslararası ilişkiler disiplini tarafından algılandığı şekliyle “kaos” ve “düzensizlik” anlamına gelmesi ile anarşinin 19. yüzyılın ikinci yarısı itibariyle bilimsel olarak vücut bulduğu siyaset felsefesindeki doğal düzen algısının karşılaştırılması ve incelenmesi yapılacaktır.

 

1. OLUMSUZ ANLAMDA ANARŞİZM

19. yüzyılın ortaları ile yükselen hümanizm ve romantizm akımlarıyla beraber bilim dünyasına adım atan Anarşizm, her zaman insanlar tarafından “kaos”, “şiddet”, “terör”, “düzensizlik”, “karışıklık” ve bunun gibi birçoğu ile algılandı. Hiçbir zaman fikirlerini ve ideallerini etkili bir şekilde aktarma yolu bulamayan anarşistler, otobüs duraklarına ve demiryolu hatlarına çizdikleri grafitiler ve attıkları sloganlar ile tanındılar. Çember içindeki ‘A’, sloganları olan “Anarchy is order; government is civil war” – Anarşi düzendir; devlet iç savaş – cümlesinden gelmektedir ve 1848 yılında öncü anarşistlerden Fransız Pierre- Joseph Proudhon tarafından icat edilmiştir (Kinna, 2005, s. 5).

Tarih boyunca Anarşizm, tuhaf bir şekilde hep olumsuz çağrışımlarda bulunan bir ideoloji olarak karşımıza çıkmaktadır. Kinna’ya göre, liberalizm, bağımsızlık ve özgürlüğün; sosyalizm, birlik ve dayanışmanın; muhafazakarlık, yerleşik veya alışılagelmiş yaşam biçimlerinin muhafazasının ideolojileri olarak – hatta faşizmin bile kelime kökeni olarak fascio yani Roma otoritesinin sembolüne atıf –  olumlu ve pozitif bir çağrışıma sahip iken diğer yandan anarşizm, tarihsel olarak da popüler kültürde de her zaman eğer şiddetli düzensizlik değilse düzeni yıkmak anlamına gelen, politik tartışmalarda tehlikeli fikirleri aşağılamak için kullanılan bir terim olarak kullanılagelmiştir (Kinna, 2005, s. 6). Buna karşılık Anarşizmin kökleri Fransız Devrimi’nin altında yatmaktadır. Bu devrim ve savaş döneminde taleplerini ekonomik temelli olarak iş ve ekmek sağlanması üzerinden oluşturan bir grup engarés(fanatikler), devrimin fırsatçılarına karşı çıkarak devrime ve herhangi bir otoriteye karşı olduklarını göstermişlerdir. Bu fikirler devrimden yaklaşık 50 yıl sonra Proudhon’u çok etkilemiş ve 1840 yılında “What is Property?” kitabını yazarak özel mülkiyetin hırsızlık olduğunu savunmuş ve anarşizm terimini özgürlükçü ve eşitlikçi fikirlerini tanımlamak için kullanmıştır (Kinna, 2005, s. 6-7). Diğer yandan George Woodcock ise anarşizmin kelime kökeni olan ‘anarkhos’a atıfta bulunarak aslında anarşinin “yönetim olmadan” ya da “kimsenin yönetimi (the government of no one)” anlamına geldiğini ve anarşinin sosyal yıkımdan ziyade ilerleme ve uyumlu bir iş birliği önerdiğini savunmaktadır. Öte yandan Woodcock, anarşinin kökeninden gelen bu anlamının eşitliğin doğal muadili olduğunu, sosyal bölünmelere ve sivil çekişmelere son vermeyi amaçladığını vurgulamaktadır. Bu nedenle bazı anarşistler 19. yüzyılda, ‘an’ ve ‘arşi’ hecelerinin arasına tire koyarak kelimenin antik çağdan türeyen bu anlamına ve diğer daha iyi bilinen alternatifler olan monarşi (the government of one) ve oligarşi (the government of few) karşıtlığına vurgu yapmak istemişlerdir (Kinna, 2005, s. 8).

Dönemin diğer anarşist filozoflarından biri olan Rus Michael Bakunin ise anarşiyi “düzensizliğin düzeni” olarak tanımlamış ve terime pozitif bir anlam yüklemiştir (Kinna, 2005, s. 8). Bir diğer Rus anarşist olan Kropotkin ise anarşizme doğal yaşamdan uyguladığı bilimsel bir bakış açısı katmış ve “karşılıklı yardımlaşma” teorisini ortaya atmıştır (Goodwin, 2010). Alexander Berkman anarşinin ne olmadığı üzerinden anarşiyi tanımlarken “düzensizlik”, “kaos”, ve herkesin herkese karşı savaştığı barbar bir topluma geri dönüş olmadığının altını çizmiştir. Cardiff tabanlı anarşist medya grubu ise anarşinin kaos, yıkım ve ölüm ile hiçbir ilgisi olmadığını, anarşistlerin bomba taşıyıp kadınları dövmediğini vurgulamışlardır (Kinna, 2005, s. 9). Bunca çabaya rağmen görmekteyiz ki tarih boyunca anarşizm olumsuz anlamından bir türlü kurtulamamış, insanlarda her zaman kötü bir çağrışım ve izlenim bırakmıştır. “Özgürlük” kavramı herkesçe pozitif bir etki bırakır iken bunun tersine asıl özgürlüğü isteyen anarşizmin kolay bir şekilde kötü bir olgunun çağrışımı olarak kendini göstermesi anarşinin sorunlu bir kavram olarak varlığını sürdürmesine neden olmaktadır.

2. ULUSLARARASI İLİŞKİLERDE ANARŞİZM

Uluslararası ilişkiler disiplininde realist paradigma iki temel unsur üzerine odaklanmaktadır: güç ve hayatta kalma. Bu iki temel unsur üzerinden şekillenen Kenneth Waltz’un sistem teorisinde anarşi, uluslararası ilişkilerin tanımlayıcı ve düzenleyici prensibi haline gelmektedir. Waltz, uluslararası siyaset için bütüncül bir yaklaşıma ihtiyaç olduğunu düşündü ve bütün politik sistemlerin oluşumunu 3 temel unsura indirgedi: Düzenleyici prensip, aktörlerin karakteristik özellikleri ve bu aktörler arasındaki gücün dağılımı. Waltz’a göre bu 3 temel unsurdan belirleyici olan sistemin düzenleyici prensibinin ne olduğudur. Çünkü aktörler bu sistemin yapısına göre kendi karakteristik özelliklerini belirler ve sonuç olarak sistem içerisinde gücün nasıl paylaşılacağı ortaya çıkar. Bu çerçevede ele aldığımızda Waltz’a göre sistem ya egemen bir otoritenin altında hiyerarşiktir ya da egemen bir otorite yokluğunda anarşik. Bu bağlamda onun en temel varsayımı, anarşinin sadece “iktidarın yokluğu” anlamına gelmediği; aynı zamanda “şiddet oluşumu” ile ilişkili olduğunu ileri sürmesidir (Cudworth & Hobden, 2010, s. 400). Bu nedenle anarşi, Waltz’a göre, hem uluslararası ilişkilerin düzenleyici ve tanımlayıcı prensibini oluşturmakta hem de sistemin belirleyici aktörleri olan devletlere, Hobbes’un doğa durumundan esinlendiği bu sistem içerisinde, kendi çıkarı peşinde koşmayı, hayatta kalmayı ve “kendi kendine yeterli olmayı (self-help)” şart koşmaktadır. Aksi halde devlet, sistem içinde kendi çıkarı peşinde koşan diğer bir devlet tarafından yok edilecektir. Tüm bunların ışığında Waltz tarafından anarşi, klişeleşmiş anlamı olan “kaos” ve “düzensizlik” anlamlarıyla ilişkilendirilmiştir ve sadece iki kutuplu sistem içerisinde belirli bir hiyerarşik düzen ile stabilize edilebilir (Cudworth & Hobden, 2010, s. 401).

Diğer önemli bir husus ise anarşinin nasıl algılandığı ile ilgilidir. Anarşi “düzenin yokluğu” olarak görülebileceği gibi sadece “egemen bir iktidarın yokluğu” olarak da görülebilir. Egemen bir iktidarın olmayışı uluslararası sistemi düzenleyen ve işlemesini sağlayan kurumların ve yasaların olmadığı anlamına gelmemektedir. İngiliz okulu anarşi kavramına bu şekilde daha ‘ılımlı’ bir açıdan yaklaşmakta ve yönetici egemen bir gücün olmamasının düzen olmadığı anlamına gelmeyeceğini savunmaktadır. Bu okulun en önemli temsilcilerinden biri olan Hedley Bull’a göre ortak çıkarlar, kurallar ve kurumlar belirli bir düzenin sürdürülmesi sağlamaktadır. Bir diğer önemli temsilci olan Watson ise uluslararası sistem için sarkaç (pendulum) benzetmesi yaparak kenarlarda bulunan iki süper gücün sistemin sağladığı çekim ile gücü onlardan alarak ortada birleştirdiği bu sayede birçok hegemonun bulunduğu sistemde uyumun sağlandığını öne sürmektedir. David Lake tarafından ise anarşinin, Waltz’un ileri sürdüğü gibi, sistemdeki aktörlerin birbirinden farklılaşmadığı anlamına gelmeyeceği ve nihai egemen bir güç olmadan da bu aktörler arasında hiyerarşi (farklı güç ilişkileri) oluşabileceği ve bu hiyerarşinin de düzeni sağlayabileceği savunulmaktadır (Cudworth & Hobden, 2010, s. 401-402).

Bir diğer bütüncül teori ise sistemi organik bir yapı olarak ele alan complexity (karmaşıklık) teorisidir. Sistemleri, kendi kendini yönetme, doğrusal olmama, açıklık ve birlikte evrim (co-evolution) yapılar olarak 4 grup altında inceleyen karmaşıklık teorisi, sistemlerin autopoiesis yani kendi kendilerini üreten, tanımlayan ve düzenleyen yapılar olduğunu ileri sürmektedir (Cudworth & Hobden, 2010). Burada özellikle ilerleyen bölümlerde ele alacağımız Kropotkin’in “karşılıklı yardımlaşma” teorisi ile sistemsel bir benzerlik söz konusudur. Complexity teorisi, devletleri, sistemle ve birbiriyle ilişki içerisindeyken değişmeyen birer katı “bilardo toplarına benzeten” realist yaklaşımı (Prichard, 2012, s. 97) eleştirmekte ve sistemlerin yapısal özelliklerinin sistem dışındaki faktörler hesaba katılmaksızın modellenebilen ve kendi kendini düzenleyebilen bir yapı olduğunu savunmaktadır. Bu sistemlerin kapalı yapılar olduğu ve başka sistemlerle ilişki içerisinde olmadığı anlamına gelmemektedir aksine bu etkileşim önemlidir fakat belirli bir sistem diğer sistemlerden (devletlerin kendi içindeki egemen sistem) bağımsız olarak kendi içindeki parçalarının etkileşimi dikkate alınarak incelenmelidir. Bu nedenle complexity teori, uluslararası sistemde düzenin sağlanması için Waltz’un gerekli gördüğü egemen bir “dünya devletini” reddetmektedir (Cudworth & Hobden, 2010). Bir diğer önemli husus ise complexity teori doğrusal olmayan bir uluslararası sistem yaklaşımı izlerken, Waltz’un görüşleri bunun tersine lineer (doğrusal) bir çerçevede ilerler. Yani Waltz için iki kutuplu dünya oldukça stabil bir yapıya sahip olacak iken çok kutuplu yapı görece daha az stabil olacaktır. Complexity teori ise bifurcation yani “çatallanma (iki kola ayrılma)” yaklaşımı ile sistemin doğrusal olmayan sonuçlar doğuran bir yapıya sahip olduğunu savunur. Yani sistemlerin hangi doğrultuda ilerleyeceğini tahmin etmek çok güçtür ve gideceği her zaman birden fazla yön mevcuttur. Örnek olarak Soğuk Savaş uluslararası sistem için bir çatallanma noktası iken Waltz’a göre bu sistemin içindeki bir değişiklik iken complexity teoriye göre sistemin değişik bir yapıya bürünmesi anlamına gelmektedir. Son olarak, geleneksel çizgideki IR teorisyenleri “negatif geri bildirim” üzerine odaklanır iken complexity teori sistemin “pozitif geri bildirim” ile geri tepmelere yol açtığını savunur. Özellikle Morgenthau ve Waltz gibi realist teorisyenler sistemin her zaman güç dengesi ile kendi denge noktasına ulaştığını savunmaktadırlar. Korunan bu güç dengesi herhangi negatif bir geri bildirim aldığında güç dengesi tekrardan savaşlar ve değişen ittifaklar sonucu ortaya çıkacaktır. Öte yandan complexity teori pozitif geri bildirimlerin sistemi denge noktasından çok daha öteye götürdüğünü savunur. Örneğin 1980 yılında ABD, Sovyetler Birliği ile Afganistan’da savaşmak için El Kaide örgütünü desteklemiş daha sonra ise o örgüt kendi topraklarında 11 Eylül’e sebep olmuştur; bu durum da sistemin geri tepmesine ve yeni bir sistem yapısının oluşumuna neden olmuştur (Cudworth & Hobden, 2010).

Waltz ve Bull (Neo-realizm ve İngiliz okulu) anarşizmi aynı realist okulun sahip olduğu iki farklı bakış açısından incelerken, uluslararası ilişkiler disiplininin eleştirel literatürü (liberal düşünceden feminist ve Marksist düşünceye) tarafından incelendiğinde; anarşizm, çoğu zaman olması gereken ve aşılabilen bir olgu olarak ifade edilmektedir (Prichard, 2012, s. 98). Liberaller anarşinin uluslararası ilişkiler alanındaki merkezi rolünü sorgularken, çağdaş dünya düzeninde aktörler arasındaki karşılıklı bağımlılığın (interdependence) anarşinin yerini aldığını savunmaktadırlar. Ayrıca çağdaş küreselleşmiş dünyada yerel ve uluslararası ayrımının ortadan kalktığını savunan liberaller, realist teorisyenlerin ortaya koyduğu iç – dış egemenlik ayrımını bu yönüyle eleştirmektedirler. Diğer yandan Marksistler, uluslararası sistemin anarşik yapısını kapitalist modernleşmenin yegâne özelliği olarak görmektedirler ve kapitalizm aşıldığı takdirde anarşinin de aşılacağını savunmaktadırlar. Feministler tarafından ise, uluslararası sistemin anarşik yapısını dünya siyasetinin tarih boyunca süren bir özelliği olarak görmenin dünya düzeninin ataerkil uygulamalarını zımnen onaylamak anlamına geldiği; bu nedenle uluslararası sistemin anarşik yapısının patriyarşik yapıyı sürdürdüğü ve eğer birinin üstesinden gelinirse diğerinin azalacağı savunulmaktadır (Prichard, 2012, s. 98). Alexander Wendt önderliğinde ise inşacı düşünürler, anarşinin, devletler tarafından nasıl algılandığı ve tanımlandığı ile ilgili olduğunu savunurlar. Wendt’in meşhur “anarchy is what states make of it” sözü bu anlama gelmektedir ve anarşinin algılandığı şekliyle yapısının ve mantığının değişebileceğini savunmaktadır. Burada inşacıların fikirlere verdikleri öncelik ile idealist bir uluslararası ilişkiler yaklaşımı sürdürdükleri savunulabilir (Yalvaç, 2011). Bu noktada Waltz’ın önderliğindeki Neorealist düşünürlerde sistemi temel alan ve devletlerin bu sistemdeki anarşik yapıya göre davranışlarının şekillendiği yaklaşımı hakimken inşacılarda ise devletlerin kimliklerinin, ortaklaşa paylaşılan normlar ve birbirleriyle etkileşimi ile belirlendiği yaklaşımı hakimdir. Yani devletlerin kimlikleri yapı tarafından dayatılması ile ortaya çıkmaz aksine birbirleri ile olan etkileşimi sonrası öğrenme süreci ile ortaya çıkmaktadır (Yalvaç, 2011). Fakat yeni bir bakış açısı getirse de inşacı yaklaşımın da diğer ana yaklaşımlar gibi “devlet merkezli” olduğu söylenebilir. Öte yandan Yalvaç’a göre, Wendt’in görüşlerinin bu hususta özgün yanı, uluslararası sistemin onu devletlerin nasıl algıladığı ile ortaya çıktığını savunurken bunu işbirliği ile bağdaştırmamasıdır. Yani devletler bu sistemi çatışma olarak algılayabileceği gibi işbirliği olarak da algılayabilmektedir (Yalvaç, 2011, s. 81).

Postmodernistlerin anarşiye bakışını inceleyecek olur isek, daha söylemsel ve kimlik sorunlarına odaklı bir yaklaşımın karşımıza çıktığı söylenebilir. Özellikle Waltz’un Vestfalya ve sistem odaklı tarih üstü anarşizm anlayışına karşı, postmodernistler, anarşinin, modernizmin bir toplumsal biçimi olduğunu savunurlar (Yalvaç, 2011, s. 83). Bu hususta en önemli postmodern eleştiri Richard Ashley tarafından ortaya konur. Egemenlik kavramının iç-dış okumasını sorgulayan Ashley, anarşi kavramının her zaman hiç sorgulanmayan egemenlik paradigmasına dayandığının eleştirisini yapar. Ashley’e göre bu noktada, iç egemenlik olarak anladığımız, devletin içerisinde sağlanan egemenlik ve düzenin dışarıdan gelen “anarşik” tehlikelerden korunması anlayışının yarattığı güvenlik sorunlarına odaklanma söz konusudur. Bu nedenle Ashley bu başat ve devlet odaklı egemenlik paradigmasına karşı çıkmaktadır (Yalvaç, 2011).

Son olarak ise sömürgeci sonrası anlayışın anarşiye bakışını ele alacak olursak, ilk olarak eleştirel güvenlik yaklaşımları dikkat çekmektedir. Bu hususta geleneksel güvenlik çalışmalarının eksikliğine dikkat çeken eleştirel güvenlik yaklaşımı, büyük devletler arasındaki anarşinin yarattığı güvenlik sorunlarına odaklanan geleneksel güvenlik çalışmalarının, devlet dışı aktörlerden kaynaklanan güvenlik sorunlarını (terörizm vs) açıklayamamasına odaklanmaktadır. İkinci olarak ise sömürgeci sonrası yaklaşım, batı hegemonyasının eleştirisine odaklanır. En önemli temsilcilerinden biri olan Edward Said’e göre bütün sistem ve kavramlaştırma batı odaklı “ötekileştirme” içerir ve batının emperyalizmi sonucudur. Yani Said’e göre uluslararası sistemin de anarşik okuması batının çizdiği kavramlar üzerinden yaratılmış sömürgeci bir anlayışa sahiptir (Yalvaç, 2011).

 

3. ANARŞİZM ÜZERİNE KAVRAMSAL KARŞILAŞTIRMA

Olumsuz anlamda algılanan anarşizmin ne olduğu ve uluslararası ilişkiler disiplini tarafından bu terimin nasıl kavramsallaştırıldığını yukarıda inceledik. Bu bölümde ise anarşizmin 19. yüzyılın ikinci yarısı itibariyle bilimsel olarak asıl temelinin atıldığı siyaset felsefesindeki kavramsal anlayış ile uluslararası ilişkiler disiplinindeki anarşizm anlayışının farkları incelenecektir.

En temel anarşist ontolojik iddia ile başlamak gerekirse anarşistlere göre toplum, devletten önce gelmektedir (Goodwin, 2010). Anarşistler toplumu insanlık hakkında her şeyin en iyisi olarak görmekte iken (işbirliği, karşılıklı yardımlaşma, sempati, dayanışma, girişim ve kendiliğindenlik sağladığı için); devleti, önceden var olan toplumların üzerine empoze edilmiş yapay bir sosyal kurum olarak görmektedirler. Bu noktada özellikle Darwin’in evrim teorisine atıf yaparak, anarşizme bilimsel bir yaklaşım getiren Kropotkin’in önemi oldukça fazladır. Rus asıllı olan Kropotkin, Sibirya’da geçirdiği askerlik sürecinde insanların zorlu çevresel koşullara karşı nasıl bir dayanışma içinde olduklarını fark eder. Bundan oldukça etkilenen Kropotkin, doğal yaşamda türdeş canlılar arasındaki işbirliğinin, Darwin’in izlerini takip eden Malthus’un savunduğunun aksine tür içi rekabetten daha önemli bir rol oynadığını vurgular. Bu dayanışma ve işbirliğini “karşılıklı yardımlaşma” olarak terimleştiren Kropotkin 3 temel unsur üzerine kendi teorisini dayandırmaktadır  (Goodwin, 2010):

  • Organizmalar kendi çevresine karşı mücadele içerisindedir, bireysel olarak diğer organizmalara karşı değil;
  • Organizmalar bu çevrenin zorluğu ile baş edebilmek için işbirliği yapmaya yönelirler;
  • Egoizm, hayatta kalmak için işbirliği zorunlu hale gelince, zararlı bir hal alır.

Kropotkin devletin “doğal” bir yapı olarak ele alınmasını eleştirir ve devletin bütün fonksiyonlarının muhafaza edilmesinin dizginsiz ve dar görüşlü bireyciliği desteklediğini ve bu derece bireyselliğin tek kaynağının “devlet” olduğunu savunmaktadır (Goodwin, 2010). Kısacası, Kropotkin’e göre sosyallik, karşılıklı mücadele kadar doğanın bir yasasıdır ve insanın tür içinde karşılıklı yardımlaşmasıyla “doğal” düzeni ortaya çıkarır. Kropotkin’e göre, bu doğal düzen içinde herhangi bir otoriteye gerek olmadığı gibi bu otoritenin kaynağı da yapaydır. Bu hususta Anarşizm ile complexity teorinin bazı ortak noktaları olduğu savunulabilir. Her ikisi de herhangi egemen bir otorite olmadan sistem içerisinde kendiliğinden bir düzen sağlanabileceğini savunmaktadır. Complexity teori için bu self-organization yani öz-örgütlenme iken Anarşistlere göre Kropotkin’in “karşılıklı yardımlaşma” teorisidir (Cudworth & Hobden, 2010).

Siyaset felsefesinde anarşizmi ele alan bir diğer önemli teorisyen ise Pierre- Joseph Proudhon’dur. Proudhon kendini anarşist olarak tanımlayan ve uluslararası politikaya anarşist bakış açısı sunan ilk düşünürdür (Prichard, 2012). Kropotkin gibi o da “karşılıklılık – mutualizm” teorisi ile dikkat çekmektedir.  Proudhon’a göre bireyler de gruplar kadar dokunulmazdır. Ne bireyin grup üzerinde ne de grubun birey üzerinde hakimiyet kurma hakkı vardır. Bunun sonucu olarak devletin toplumun içindeki bütün grupları domine etme hakkı bulunmamaktadır. Grupların nasıl oluştuğuna dikkat çeken Proudhon, bireylerin birlikte hareket ederek grupları oluşturduğunu fakat bu grupların bireyselliği öldürmediğini söyler. Bireyler bu grupların içinde yok olmaz aksine amaçsız hareket edemeyecek grupların karakterini oluştururlar. Proudhon’a göre bireylerin oluşturduğu bu gruplar da bireyler kadar dokunulmaz ve kutsaldır (Prichard, 2012, s. 101). Yani otonom olmak zorundadırlar ve bu durum politik topluluğa dinamizm katar. Güç bu noktada kaçınılmazdır fakat olumsuz anlamda değildir. Grupların birbirleri üzerinde uyguladıkları güç, realist paradigmanın da savunduğu gibi gereklidir. Güç, Proudhon’un uluslararası sosyal teorisi için merkezi bir konumdadır (Prichard, 2012, s. 102). Realistlerin savunduğu güç dengesi unsuru gibi Proudhon da gruplar arasında ortaya çıkacak güç değişiminin, düzenin devamlılığını sağlayacağını savunur. Fakat Proudhon, realistler ile güç konusunda şu hususta ayrışmaktadır: Rekabet ve düşmanlık yıkıcı olduğu kadar üretkendir de (Prichard, 2012, s. 103). Bu, gruplar arasındaki sosyal düzenin sağlanması ve sürdürülmesi için asıl gerekli olan şeydir ve egemen bir otorite tarafından sınırlandırılması gerekmez. Adalet, ortaya çıkan bu sosyal çatışmaya içkindir (Prichard, 2012). Proudhon’un teorisinde “karşılıklılık” kendine bu noktada yer bulmaktadır. Ona göre, ihtiyaçlara, yetkinliklere ve kapasitelere göre tüm yetkiler yatay olarak gruplar arasında bölünmesi gerekiyordu. Fakat gruplar arasında kesinlikle bir hiyerarşi mevcut olmayacak; bütün gruplar kendi doğal otonomluğunu birbirlerine karşı eşit bir şekilde koruyacaktır. Bu nedenle federalizm Proudhon tarafından bir noktaya kadar desteklenmekte ve çözüm olarak görülmektedir. Bu sayede birbirleri arasında tamamen eşit olan gruplar ‘anarşi’ içinde kendi otonom yapılarını koruyabilir, ilişkilerini birleştirebilir ve herhangi bir merkezi yapının kısıtlamasına maruz kalmazlar (Prichard, 2012). Özellikle belirtmek gerekir ki Proudhon’un federalizm savunması gönüllü sözleşmelere ve anlaşmalara dayanmakta; kesinlikle merkezileşmiş gücü ve hiyerarşiyi reddetmektedir.

Bir diğer Rus anarşist teorisyen olan Bakunin ise “otonom siyasi eylem” üzerinde durmaktadır. Bakunin’e göre asıl siyasi eylem, devletin dışında ve devlete karşı ortaya çıkandır. Kolektif anarşist olarak tanınan Bakunin, insanların kolektif olarak örgütlenerek devletin ve onun her türlü kurumunun reddedilmesini ve devletin kavrayışının ötesinde siyasetin ne anlama geldiğinin araştırılmasını savunur (Newman, 2012, s. 278). Ona göre siyaset kendi başına otonom olmadığı sürece hiçbir anlam ifade etmeyecektir. Bu nedenle Bakunin, uluslararası siyasetin realistlerin iddia ettiği gibi “anarşik” olmadığını aksine siyasal ve ekonomik elitlerin etrafında şekillenmiş düzenli ve yapılandırılmış bir sistem olduğunu savunmaktadır.

Yukarıda uluslararası ilişkiler disiplini ve siyaset felsefesi tarafından anarşizmin kavramsal olarak nasıl ele alındığının genel bir çerçevesi çizilmeye çalışıldı. Fakat ilk olarak iki disiplin üzerinden kavramsal karşılaştırma yaparken dayandıkları temel argüman ile ilgili bir sorunla karşılaşılmaktadır: devletin varlığı. Uluslararası ilişkiler disiplininde anarşizm tanımı yapılırken devletin var olduğunun kendiliğinden kabulü ile bir sonuca ulaşılmaktadır. Devletin varlığı ve kendi içerisinde egemen olduğunun sorgulaması yapılmamaktadır. Devlet vardır ve en önemli aktör olarak uluslararası toplumda anarşik bir yapıyı oluşturmaktadırlar. Yani burada ön koşul olarak devletin varlığının ve olması gerekliliğinin kabulü söz konusudur. Diğer taraftan ise anarşistler, devletin varlığını en baştan itibaren reddetmektedirler. Onlara göre her türlü “otorite”, “egemen iktidar” ve türevleri kabul edilemez. Siyasi otoriteyi yok etmeye çalışarak bunun yerine toplumun ahlaki otoritesini koymaya çalışmaktadırlar (Newman, 2012). Yani anarşistler tarafından devletin varlığı bir ön koşul olarak kabul görmediğinden dolayı, bu kavramsal çatışma için, dayandıkları temel argümanlar açısından en baştan farklılaşmaktadır diyebiliriz.

İkinci olarak ise anarşizm, anarşistler için sadece ‘mutlak otoritenin yokluğu’ anlamına gelmemektedir; insanlığın en yüce ve nihai etik hedefidir. Yani burada toplumsal ahlak anlayışı arayışı vardır. Bu açıdan anarşizm, anarşistlere göre “kozmopolit” bir ahlak anlayışıdır. Yerel ve uluslararası ayrımı yapılmaz iken aksine anarşistler için sadece insan ve toplum söz konusudur. Öte yandan uluslararası ilişkiler disiplinine bu durum devletlerin birbiriyle ilişkiler sonucunda ortaya çıkan uluslararası toplumun siyasi yapısıdır. Herhangi bir ahlak anlayışı veya bir hedef söz konusu değildir. Anarşizm sadece uluslararası ilişkileri/toplumu tanımlayan ve düzenleyen bir yapıdan ibarettir.

Son olarak ise iç ve dış egemenlik kavramları üzerinden bir çatışma söz konusudur. Bu noktada iki önemli isim karşımıza çıkmaktadır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi Richard Ashley’ göre asıl sorun, uluslararası ilişkilerde anarşi kavramının tanımının hep devletin içerde egemen olduğunun kabulü üzerinden yapılmasıdır. Fakat ona göre, devletlerin içinde de bu düzen ve egemenlik sağlanmış değildir ve bu sorgulanmalıdır. Diğer önemli bir isim ise realist olan Carl Schmitt’dir. Scmitt uluslararası boyutta çoğulculuk ve farklılaşmayı dünyanın yeni düzeninin devamı için gerekli görürken devletin içerisinde bunu reddetmektedir (Newman, 2012). Peki devletin sınırları içerisinde tek bir otorite gerek görülür ve çoğulculuk reddedilir iken devletin sınırlarını aşan ve onların da birer aktör olduğu uluslararası yapı içerisinde neden çoğulculuk ve farklılaşma gerekli görülmektedir? İşte anarşistlere göre bu çoğulculuğu ve farklılaşmayı asıl kısıtlayan ve yapay olan ‘devlet’ kavramı ile ayrılan bu sınırlardır.

 

Sonuç 

Vestfalya ile ortaya çıkan modern devleti merkezine alarak var olan sistemi güç dengesi, kaos, düzensizlik ve anarşi gibi tarih dışı modern kavramlarla açıklamaya çalışan uluslararası ilişkiler disiplini uluslararası sistemin bu yapısını tek değişmez gerçek olarak görmektedir. Buna karşılık ise 19. yüzyılın ikinci yarısı itibariyle kendine olumlu bir anlam kazandırmaya çalışan, ideolojilerini ve görüşlerini bilimsel bir çerçeveye oturtmaya çalışan anarşistler ise insanın doğasına ve ahlak anlayışına olan inançları ile devlet ‘yapay’ ve tarih dışı bir varlık olarak görmektedirler. Anarşik toplum, anarşistler için, işbirliği olan, barış içinde bir arada yaşayan, eşitliğin ve serbest çağrışımın olduğu bir toplum anlamına gelirken; uluslararası sistemi anarşik bir yapı olarak adlandıran realistler için, anarşi, probleme yol açan özgürlük ve eşitlik durumudur. Hobbes’un Leviathan’ın yokluğundaki doğa durumunda ortaya çıkan, herkesin birbiriyle eşit ve özgür olduğu bir ortamdan beslenen kaos ve düzensizlik egemen bir otoriteye ihtiyaç gerektirirken, anarşistlere göre herkesin birbiriyle eşit ve özgür olduğu bu doğa durumu düzenin kendiliğinden sağlanması için asıl gerekli olandır.

 

 

BURAK KOÇ

ANARŞİZM OKUMALARI STAJYERİ

 

 

KAYNAKÇA

 

  1. Cudworth, E., & Hobden, S. (2010). Anarchy and Anarchism: Towards a Theory of Complex International Systems. Millennium: Journal of International Studies, 399-416.
  2. Goodwin, A. (2010). Evolution and Anarchism in International Relations: The Challenge of Kropotkin’s Biological Ontology. Millennium: Journal of International Studies, 417-437.
  3. Kinna, R. (2005). Anarchism: A Beginner’s Guide. Oxford: Oneworld Publications.
  4. Newman, S. (2012). Crowned Anarchy: Postanarchism and International Relations Theory. Millennium: Journal of International Studies, 259-278.
  5. Prichard, A. (2012). Anarchy, Anarchism and International Relations. R. Kinna içinde, The Continuum Companion to Anarchism (s. 96-108). New York: Continuum International Publishing Group.
  6. Yalvaç, F. (2011). Uluslararası İlişkiler Kuramında Anarşi Söylemi. Uluslararası İlişkiler Dergisi, 71-99.

 

 

 

 

 

Joker

Todd Phillips’in yönettiği “Joker” filmi, DC çizgi romanlarının en bilinen kötü karakterlerinden biri ve Batman’in baş düşmanı olan Joker’in Joker olmadan önceki hayatını, Joker’e nasıl dönüştüğünü, yani bizim bildiğimiz Joker haline nasıl geldiğini anlatan bir yapım. Arthur, komedyen olmak isteyen ama palyaçoluk yapan, aynı zamanda annesine bakan ve gerginken kahkaha atmasına sebep olan zihinsel bir rahatsızlığa sahip bir adam. Filmin başlangıcında tabelasını çalan ve sonrasında onu döven çocuklar yüzünden patronuyla gerginlik yaşar ve iş arkadaşı ona kendisini kollaması için bir silah verir. Fakat sonrasında bir hastanede çocuklara sunduğu gösteri sırasında silahı yanlışlıkla düşürmesi sonucu işten kovulur. Bundan sonra gelişen olaylar zincirinde Arthur, annesinin çocukluğuna dair ondan sakladığı şeyleri öğrenir ve adım adım Arthur’un inandığı şeyleri kaybedişini, filmin sonunda kaybedecek hiçbir şeyinin kalmamasıyla birlikte yeni bir “villain” olarak Gotham City’deki yükselişini görürüz.

Filme dair yapılabilecek ilk ve en net yorum, Joker’in dönüşümünün bize insanın doğuştan kötü olmadığını, fakat toplumun ve koşulların onu kötülüğe ittiğini ya da toplum ne tarz eylemleri “kötü” olarak adlandırıyorsa insanın o eylemleri yapmaya itilmesi sonucu başladığını söylüyor olmasıdır. Arthur Fleck filmin başlarında sevgi dolu, istediği tek şey şefkat olan bir karakterken yaptığı her eylem de onun bu motivasyonundan kaynaklanır. Bir sahnede otobüsteki çocuğu güldürmeye çalıştığı sahne bunun en güzel örneklerinden biridir. Çocuğu güldüren Arthur’a kızan anne gibi, Arthur’un iyi niyetle yaklaştığı hemen herkes Arthur’a bu şekilde davranarak Arthur’a nasıl davranması gerektiğini ve toplumdan neyi bekleyip neyi beklememesi gerektiğini öğretir. Dolayısıyla Arthur’un dönüşümü bize “İnsan doğası iyidir” ya da “İnsan doğası kötüdür” önermelerinin anlamsızlığını kanıtlamakla kalmıyor, ayrıca “İnsan, toplum onu nasıl şekillendirirse öyledir” önermesini daha iyi bir seçenek olarak ortaya atıyor.

Anarşizmde devlet, güçlü olanın çıkarlarını korumak için vardır. Filmdeki güzel şeylerden bir diğeri ise Thomas Wayne’in bunun doğruluğunu kanıtlayan en güzel örneklerden biri olmasıdır. Özellikle ölen üç çalışanından sonra yaptığı konuşmadaki sözleri devletin her zaman için sistemde tahakküm altına alanın, güçlü olanın çıkarını koruduğu ve onun haklarını teslim etmek için var olan bir yapı olduğunu kanıtlayan tarzda bir konuşma yapması bu fikri desteklemektedir.

Filmde Joker’in ana hikayesi dışında arkada dönen toplumsal olaylar ve değişimler üzerinden sistem eleştirisine dair bir çabayı da gözlemlemek mümkündür. Fakat bunun ne kadar başarılı ve derinlikli olduğunu tartışmakta fayda vardır. Öncelikle toplumdaki zengin-fakir ayrımını yeteri kadar görmek mümkün değildir. Televizyondaki “Şehri sıçanlar bastı.” haberleri ya da arada geçen zengin insana öfke temalı minik diyaloglar bunu maalesef beslememektedir. Filmde, zengin-fakir arasındaki zıtlığı, yaşam farkını ve fakirin zengine olan birikmiş öfkesini Arthur metrodaki cinayetleri işlemeden önce hiç görmemekteyiz. Aksine herkesin düzenli olarak Arthur’a kötü davrandığını, fakirin de zenginin de davranışlarının Arthur’a karşı hiçbir farklılık göstermediğini görmekteyiz. Dolayısıyla Arthur cinayetleri işledikten sonra şehirde ayaklanmaların başlaması inandırıcılıktan uzak ve zoraki gözükmektedir. Arthur’a kötü davranan bu insanların bu davranışlarının hangi koşullardan kaynaklandığını ve sonuçlandığını görmüş olmak muhtemelen filmde ulaşılmak istenen asıl amaca daha çok hizmet ediyor olacaktı. Bunun dışında filmin sonunda Arthur toplumdan nefret ediyor fakat bu nefret herkese yöneltilmiş bir nefrettir. Ayrıcalıklı olanlara, Thomas Wayne’in tabiriyle “başarılı” olanlara ya da zengin olanlara yönelmiş değildir. Dolayısıyla Arthur da içinde bulunduğu duruma, sınıfına dair bir bilinç görmek güçtür. Ya da devletin ve iktidarın bu eşitsizliği beslediğinin de hiç farkında değildir. Filmin sonunda kendisine “Politik bir duruşun var mı?” diye sorulmasına “Herhangi bir politik amaçla yapmıyorum,” diye cevap verdikten sonra film biterken şehirde patlak veren isyan hareketinin sembolü haline gelmiş olması da bu yüzden bir anlam ifade etmemektedir. Çünkü Arthur neye karşı olduğunun, neyi devirmesi gerektiğinin farkında değildir. Tüm bu sebeplerden dolayı “Zengin karşıtı düşüncede artış yaşanıyor,” gibi haber cümleleri araya serpiştirilmiş, “Biraz da konuyu siyasileştirsek mi acaba?” isteği sonucu meydana gelmiş, derinliği olmayan veriler olarak kalmaktadır.

Sonuç olarak, filmin genelinde bir ezen-ezilen ilişkiler zinciri olduğunu söylemek mümkündür. Bu zincirin en önemli parçası ise  “Öteki” olduğu için sürekli iş arkadaşları, dışarıdaki çocuklar, Thomas Wayne, Murray Franklin ve hatta kendi annesi tarafından ezilen ve sonunda toplumdaki mevcut ilişkilenme biçiminin ezmek ya da ezilmek olduğunu öğrendikten sonra kendisi ezmeye başlayan Arthur Fleck’tir. Derinliği olmasa da filmde bir sistem eleştirisi olarak zengin-fakir ayrımı da bunun yanında gösterilmeye ve insanların yaşam standartlarına olan öfkelerinin kitlesel bir harekete dönüşmesinin perdeye yansıtılması için çabalandığının söylenmesi mümkündür. Bu filmin kapsamlı bir sistem eleştirisi haline gelmesi için öncelikle toplumdaki ayrımın daha net görülmesi, toplumda fakirin yaşam koşullarının ve içinde bulundukları bu koşullara olan öfkesinin daha net anlaşılması gerekmektedir. Bunun dışında Arthur’un annesinin istismar eden bir ebeveyn olmasının sebebi ya da arka planı da bir şekilde içinde bulundukları kötü yaşam koşullarına bağlansaydı ve kadının kendinden kaynaklı bir sıkıntısı şeklindeki bu durum yansıtılmasaydı o zaman bu durum da yine mevzunun sebebini siyasallaştırıp kişisel ya da psikolojik olandan uzaklaştırırdı. Eğer amaç da burada sistem eleştirisi ise bu kesinlikle amaca daha çok hizmet ediyor olurdu. Bu sayede Arthur’un öfkesi içinde bulunduğu ekonomik-siyasal sisteme ve mevcut toplumun örgütleniş biçimine olurdu ve böylece Joker filmi daha yerinde ve iddialı bir sistem eleştirisi haline gelebilirdi. Ancak amaç eğer bu değilse araya serpiştirilmiş bu siyasileştirme çabaları yavan olmakla beraber eklenen sahnelerin sırf günümüzde kapitalizmi eleştirmek popüler olduğu için akıma uyma amacıyla eklendiği motivasyonu da böylece kendini ele vermiş oluyor. Bunun sonucunda Joker filmi maalesef derinliği olmayan, eleştirel olmaya çalışıp becerememiş bir yapım olarak tarihe geçiyor.

 

 

 

NESLİŞAH CANBAZ

ANARŞİZM OKUMALARI STAJYERİ

 

Rusya ve İspanya Devrimlerinde Anarşistlerin Rolü

 

Özet

20. yüzyıl pek çok açıdan devrimlerin yüzyılı olmuştur. Bunlardan ikisi Rusya’da Bolşevik Devrimi ve İspanya Devrimi’dir. Rusya Devrimi başarılı olmuşken -bakılan perspektife göre değişken şekilde- İspanyol Devrimi kısa sürmüş ve iç savaşı faşistlerin kazanmasıyla İspanya’da faşist bir diktatörlük kurulmuştur. Pek çok komünist, sosyalist ve solcunun yanında anarşistler de bu devrimlerde yer almışlardır. Rusya’daki devrimde anarşistler devrimi yapan taraf olup çarlığı ve hükümeti devirmişler, sonrasında hayal kırıklığına uğramış ve devrim arkadaşları tarafından sürecin devamında bastırılmışlardır. İspanya’daki devrimde ise anarşistler darbeye uğrayan tarafta olup seçilmiş ve meşru hükümetleri yıkılan tarafta olmuşlardır. Bu iki devrim, pek çok açıdan birbirinden epey farklıdır ve kısa bir yazıya sığmayacak kadar girift olayı ve tarafı içlerinde barındırmaktadır. Bu yazıda Rusya ve İspanya devrimleri karşılaştırılacak olup anarşistlerin bu devrimlerdeki rolü üzerinde durulacaktır.

 

Anahtar Kelimeler: Rus Devrimi, İspanyol Devrimi, İspanyol İç Savaşı, Anarşizm, Faşizm

 

Giriş

Daha önce de pek çok kez dile getirildiği gibi dünya tarihi kazananların tarihidir. Tarihte, olaylarda kaybeden taraf üzerinde fazla durulmaz. Bu yazının konusu da bunun bir örneğini teşkil eden Rus Devrimi ve İspanyol Devrimi’dir. Rus Devrimi, kazananlar Bolşevikler olduğu için çoğunlukla onların açısından yazılmıştır. Oysa bu devrimin gerçekleşmesine yardımcı olan bir grup daha vardır ancak çoğu kaynakta isimlerinin üstünkörü verildiği gözlemlenmiştir: Anarşistler. Anarşistler, Bolşevik Devrimi’nin gerçekleşmesinde Bolşeviklere yardım etmiş ve sonradan Bolşevikler tarafından ortadan kaldırılma boyutunda sindirilmişlerdir. Anarşistler, Rusya’da sosyalist diktatörlüğe doğru giden yolda bastırılan bir grup olmuştur. Anarşistlerin rol oynadığı diğer bir devrim olan İspanyol Devrimi, İspanyol İç Savaşı ile aynı döneme denk gelmiş, devrimcilerin faşistler tarafından yenilmesiyle İspanya’da faşist bir diktatörlük kurulmuştur. Bu yazıda, bu iki devrim karşılaştırılacak olup farklılıklar ve benzerlikler ile beraber anarşistlerin bu devrimlerdeki rolü tartışılacaktır.

 

Anarşizm Nedir?

Anarşizm, pek çok çeşidi olmakla ve düşünürüne göre savunulan tezler değişmekle beraber özünde otoriteye bir başkaldırı ve toplumu devletin tahakkümünden kurtarma arzusudur. Anarşizm, özel mülkiyeti toplumda baskının kaynağı olarak görür. Bunun yanında devlet, sahip olduğu güç ve etkiyle toplumu sömürmektedir ve bu yüzden toplum devletsiz ve otoritesiz daha iyi olacaktır. Anarşizmde toplumun kendisi otoritedir. Anarşizmin içerdiği çeşitli alt anarşist fikirler ve sistemler vardır ancak bunlar bu çalışmanın konusu değildir.

 

Rus Devrimi’ne Genel Bir Bakış

1917’de, Rusya’da diğer devletleri etkileyen ve yüzyıla damga vuran bir devrim gerçekleşmiştir. Bu devrim “Ekim Devrimi”, “Bolşevik Devrimi”, “Rus Devrimi” ve hatta anti-Bolşevikler tarafından “Ekim Darbesi” şeklinde de adlandırılmaktadır. Rus Devrimi sayesinde ilk sosyalist devlet  (Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği) kurulmuş ve Soğuk Savaş döneminde de dünyadaki iki kutuptan biri haline gelmiştir. Ekim Devrimi meydana geldiğinde, Rusya uzun süredir Birinci Dünya Savaşı içindeydi. Bu durum halk içinde süregelen açlık, sefalet, işsizlik ve savaş dolayısıyla ölümleri ayyuka çıkarmıştı. Böylece büyük bir isyanın Rusya’nın kapısında olduğu hissedilmeye başlanmıştı. Çarlık Rusya’da devrim; çarlığın otokrasisinden kurtulmak, halkın açlık ve sefaletini bitirmek, halkı özgür kılmak ve emperyalist savaşı durdurmak amacıyla yapılmıştır. Şubat’ta çarın devrilmesi ile başlayan devrim, 1917 Ekim’inde Geçici Hükümet’in devre dışı kalması ve Bolşeviklerin iktidarı ele geçirmesiyle gerçekleştirilmiştir. Bu uzun ve meşakkatli bir süreç olmuştur. Bu sebeple devrim sürecinin tarihini özet geçmek ve devrimde anarşistlerin rolüne odaklanmak gerekmektedir. Devrim sürecinde pek çok fraksiyon barındıran Rusya, çok taraflı pek çok iç çatışmaya sahne olmuştur. Menşevikler, Bolşevikler, Sosyalist Devrimciler, Anarşist Komünistler, Anarşist Sendikalistler ve daha nicesi…

Bakunin’e göre “Yıkmak yaratıcı bir dürtüdür.” (2016). Takipçileri de bu söz söylendiği tarihten itibaren çarlık düzenini yıkarak devletsizliği başlatacak bir yüzyılın hayalini kurmuşlardır. 1917 yılında bu hayal gerçekleşecek gibi görünmüştür. 1917 Devrimi, Anarşistlerin teorilerinin pratiğe dökülmesi için ilk vesile olmuştur. Anarşistler, doğrudan eylem yoluyla yeni, özgür ve devletsiz bir toplum hayallerini gerçekliğe dökmeye çalışmışlardır. Devrim ilerleyip yayıldıkça Anarşistler özgür bir topluluklar federasyonu öngörmüşlerdir (Avrich, 1992).

 

Rusya’da Anarşizm  

Anarşistler, Rusya’da da pek çok segmente bölünmüşlerdir. Her bir Anarşist kolun farklı bir devlet yahut devletsizlik hayali olmakla beraber, bu gruplar hem Bolşeviklerle hem kendi içlerinde birbiriyle ters düşmüşlerdir. Örneğin Anarko-Sendikalistler umutlarını fabrika komitelerine bağlamışlardır. İnsanın merkezileşmiş bir sanayinin dişlileri arasına sıkışmasını savunmamış, Bakunin ve Kropotkin’den etkilenerek işçilerin kendilerinin efendisi olabileceği, merkezileşmemiş bir işçi örgütleri toplumunu öngörmüşlerdir. Anarko-Sendikalistler işçi grupları arasında ilgi görmüştür. Bu gruplar Ekim Devrimi’nde de etkili olmuşlardır. Diğer yandan Bireyci-Anarşistler hem Anarşist-Komünistlerin bölgesel komünlerine hem de Sendikalistlerin işçi komünlerine karşı çıkmışlardır. Bireyci-Anarşistler ancak örgütsüz bireylerin özgür olabileceklerini savunmuşlardır. Çünkü yalnızca bu şekilde baskı ve tahakkümden uzak ve anarşizmin özüne sadık kalınabilirdi. Anarşistlerin çok fazla taraftarı olmamakla beraber devrimde fazlasıyla etkili olmuşlardır. Lakin Anarşizm’in partileşmeye olan karşıtlığı ve bilinçli olarak iktidara gelme isteği içermemesi, iktidarı Bolşeviklere bırakmıştır.

 

Devrim Sürecinde Anarşistler

Şubat Devrimi, Anarşistlerde bir umut uyandırmıştır fakat bu zamanla hayal kırıklığına dönüşmüştür. Monarşi devrilmiştir ancak devlet ayakta kalmıştır. Anarşistler monarşinin yerine kurulan Geçici Hükümet’in de yıkılmasını isterken kendilerini aynı arzuyu paylaşan diğer radikal grup olan Bolşeviklerle aynı safta bulmuşlardır (Avrich, 1992). Farklı ideolojileri savunmalarına rağmen aynı ideale ulaşmak amacıyla birleşmişlerdir. Lenin’in iktidarı eline geçirme çabaları Anarşistleri tedirgin etse de, Lenin’in fikirlerinin kendi fikirleriyle beraber çalışmaya yetecek ölçüde uyuştuğu kanısına varmışlardır (Avrich, 1992). Ilımlı olan anarşistlerin Bolşeviklerle birlik çağrısı bu kanının yayılmasına katkıda bulunmuştur. Onlardan biri olan Bill Shatov, tek başına ideallerle savaşılamayacağını ve şu an başlıca görevin gericilerle savaş olduğunu savunmuştur ve anarşistlere Bolşeviklere kuruculukta yardım etmelerini öğütlemiştir. Diğer bir Bolşevik destekçisi anarşist Rosçin, komünistlerle çalışmanın anarşistlerin görevi olduğunu ve teorilerin bir yana bırakılarak devrime yardım etmek gerektiğini savunmuştur. Bu yüzden onu Sovyet anarşisti diye yaftalamışlardır. Yazar Gorki de İç Savaş döneminde Beyaz Ordu’ya karşı Kızıl Ordu’yu destekleyen anti-Bolşeviklerden olmuştur. Şubat Devrimi’ne arka çıkan Gorki, Bolşeviklerin hükümeti ele geçirme planına karşı çıkmış, Lenin’in karşı devrimcilere yönelik aldığı tedbirleri sert bulmuş ve Lenin ile Troçki’yi sahip oldukları güçten zehirlenmeleriyle itham etmiştir.

Anarşistler ile Bolşevikler aynı amaç uğruna birleşmiş gibi görünürken aralarında devrimin zamanlamasına dair problemler baş göstermiştir. Anarşistler, bazı Bolşevikler ve başka radikaller tez canlı davranıp Temmuz’da başkentte ayaklanmaya giriştiyse de destek göremedikleri için çabucak ezilmişlerdir. Bu eylemler sonucu Bolşeviklerin temkinli davranma sebebi ortaya çıkmış ve korktukları başlarına gelmiştir; parti önderleri tutuklanmış ve gizlenmek zorunda kalmışlardır. Hâlbuki ezilmekten çok uzaklardır (Alrich, 1992).

Ekimde, Bakunin ve Kropotkin’in politik darbe karşıtı fikirlerini göz ardı eden Anarşistler, Bolşeviklerle birlik olmuş ve iktidar bir kez ele geçirildikten sonra zaten dağılacağı ümidiyle devrime yardımcı olmuşlardır. Ne var ki netice böyle olmamıştır. Devrimin ertesinde, Bolşevikler yeni bir “Sovyet Hükümeti” ilan etmişler ve merkezi bir Halk Komiserleri Konseyi (Sovnarkom) kurmuşlardır. Böylece Anarşistler Bakunin ve Kropotkin’in, “proletarya diktatörlüğünün” gerçekte “Sosyal Demokrat Parti’nin diktatörlüğü” olacağına dair uyarılarını hatırlamışlardır. Derhal protestolara girişip devrimin asıl başarısının ekonomik ve politik merkezsizleştirmeye bağlı olduğunu savunmuşlardır. Nitekim işler artık Anarşistler için kötü gitmeye başlamıştır (Avrich, 1992).

 

Devrim Sürecinde Bolşeviklere Eleştiriler

Bolşevikler 1918’de yeni bir siyasi polis olan Çeka’yı kurmuştur. Anarşist Komünist Birliği’nin “Komiserokrasi” olarak betimlediği şey ortaya çıkmıştır. Otoritenin Sovnarkom, Çeka ve Vesenka elinde toplanmasıyla özgür bir Rusya için beslenen umutlar sonlanmıştır. Bu dönemin anonim bir Anarşist kitapçığında da yazılana göre devlet kendi teorisini ve uşaklarını değiştirebiliyor ancak iktidar ve despotizm özünde ve yeni biçimlerde ayakta kalabiliyordu (Alrich, 1992).

Sovyet Hükümeti’ne eleştiriler, Brest-Litovsk Antlaşması aracılığıyla Almanya ile aynı masaya oturulduğunda daha da artmıştır. Anarşistler Alman emperyalizmi ile her türlü uzlaşmayı protesto etmek üzere solun öteki enternasyonalistleriyle; yani Sol SD’Ierle, Sol Komünistlerle, Menşevik Enternasyonalistlerle birleşmişlerdi. Zira onlar bir Alman emperyalizmiyle yaşamaktansa ölmeyi yeğlemekteydiler. Almanlara karşı zaferi de gerilla savaşlarıyla kazanacaklarını düşünmekteydiler. Lenin’e göre bu anlaşma devrim için bir nefesken Anarşistlere göre bu “gerici güçlere karşı alçaltıcı bir ödün, devrime ihanet” idi (Alrich, 1992).

 

Bolşeviklerle Anarşistler Arasında Derinleşen Anlaşmazlıklar

Anarşistler ve Bolşevikler arasındaki kopuş 1918 Nisan’ında gerçekleşmiştir. Moskova’daki anarşist merkezlere gece yarısı saldırılar düzenlenerek anarşistler öldürülmüş, çoğu da tutuklanmıştır. Umutlarını yitirmeyen anarşistler, politik iktidarın Bolşevikleri yozlaştırdığını ve onların devrime ihanet ettiğini savunarak “Devrim öldü, Yaşasın devrim!” sloganını kullanmaya başlamışlardır.

İç Savaş derinleştikçe hükümet eleştirilere karşı sertleşmeye başlamıştır. Anarşist gruplar sıkıştırılmış, gazete ve dergiler kapatılmış, gruplar gizlenmeye zorlanmıştır. Bu cadı avı, anarşistlerin Ukrayna’ya göç etmesine öncülük etmiştir. Ancak bu zor zamanlarda bile Nabat taraftarları gibi anarşist gruplar, devrimi kurtarmak için Beyaz saldırısına karşı Bolşeviklerle işbirliğini savunmaya devam etmişlerdir. Böylece anarşistlerin Bolşeviklere desteği devam etmiştir. Anarşist-Komünistlerden olan komutan Mahno, Beyaz Ordu’ya karşı Kızıl Ordu’nun yanında yer almıştır. Bu ortaklık karşılıklı şüphe barındıran ve çıkara dayalı bir ortaklıktı. Bolşeviklerin Mahno’ya ihtiyacı kalmadığı anda ondan kurtulmak için Mahno’ya bir emir verilmiş ve bu emre uymayan komutana savaş açılmıştır. Nabat Konfederasyon üyeleri tutuklanarak kurşuna dizilmiştir. Ülkede anarşist kulüp ve örgütlere karşı saldırılar başlatılmış, insanlar kurşuna dizilmiştir. Anarşist hareket Bolşevikler tarafından bastırılmıştır. Lenin, bu eylem ve politikalarını “Özgürlük şimdiki gelişme aşamasında izin verilemeyecek bir lükstür.” cümlesiyle savunmuştur.

Bolşeviklerin anarşistlere karşı yürüttüğü bu savaşta, Alexander Berkman ve Emma Goldman “Bolşevikler Anarşistleri Vuruyor” isimli bir mektupta, Bolşeviklerin Anarşistleri haksız yere infaz ettiklerini, baskıya ve zora başvurduklarını anlatarak yoldaşlarını uyarmıştır. Berkman ve Goldman, “Acele edin, Rusya’da yoldaşlarımızın kanı akıyor çünkü.” (1922) diyerek durumun vahametini ve çaresizliklerini gözler önüne sermişlerdir. Diğer yandan Berkman “Ağır günler bunlar.” diyerek günlüğüne not düşmüş ve terör ve despotizmin Ekim’de doğan yaşamı ezdiğini belirtmiştir. Ardından Rusya’yı terk etme kararı almıştır. Berkman başka bir yazısında, devrimin Bolşevik düşünce ve yöntemi yüzünden başarısız olduğunu belirterek “Korkuda eşitliğin kurulduğu ve ‘özgürlüğün’ sorgulamasız iktidara boyun eğmek anlamına geldiği devasa bir hapishane.” olarak tanımlamıştır Rusya’yı.

Rus Devrimi üzerinden geçen yıllardan sonra Paul Avrich, anarşistlerin ne kadar öngörülü olduğunu ve uyarılarının ne kadar yerinde olduğunu gördüğünü söylüyor. Proudhon ve Bakunin’e de gönderme yaparak özgürlüksüz sosyalizmin tiranlığın en kötü biçimi olduğunu belirtiyor (1992). Yani Rus Devrimi ve Bolşevikler bir kesim tarafından başarılı olarak addedilse de başka bir perspektiften bakıldığında görülüyor ki Bolşevikleri başarısız, emekçi kitlelere ihanet eden ve devlet kapitalizmini uygulayan yeni bir yönetici sınıfı olarak addedenler de var.

 

İspanya’nın Devrime Doğru Kısa Tarihi

İspanyol Devriminden bahsetmek için öncelikle İspanya’nın siyasi yapısından ve kısa bir şekilde tarihinden bahsetmek gerekmektedir. İspanya, geçmişte siyasi olarak parçalı bir yapıya sahiptir. Eyaletlerden oluşan ve çoğu yapının içinde özerkliğini koruduğu bir yapıya uzun süre sahip olan İspanya, bugün parlamenter monarşi ile yönetilmekte olup Franco’nun ölümü sonrasında 1978 Anayasası ile 17 özerk yönetime ayrılmıştır.

İspanya 19. yüzyılın başlarına kadar mutlak monarşi ile yönetilmiş olup 19. yüzyılda monarşi sınırlandırılarak anayasal bir düzen kurulmuştur. İspanya sömürgelerini kaybettikten sonra güçten düşmüştür ve ülkede cumhuriyetçilik güç kazanmaya başlamıştır. Diğer yandan monarşinin en büyük destekçisi ordu olmuştur. İspanya’da 1931’de seçimleri cumhuriyetçilerin kazanmasıyla Kral ülkeyi terk etmiştir. 1931’de İspanya Krallığı’nın yerini Cumhuriyeti almış ve bu dönem 2. Cumhuriyet olarak adlandırılmıştır. Cumhuriyetin halkın belli kesimlerince (özellikle ordu, büyük toprak sahipleri ve aristokrat sınıf) benimsenmemesinden ötürü ülkede çıkan isyanlar hükümet güçleri tarafından bastırılmıştır (Sertel, 2015).

İspanya İç Savaşı pek çok nedene dayanmaktadır. Armaoğlu’na göre bu nedenlerden en önemlisi İspanya’nın 19. yüzyıldan 1936’ya kadar yaşadığı siyasi istikrarsızlık ve toplumsal kutuplaşmadır (2007). İspanya’nın geçmişten de gelen parçalı yapısı ve ademi merkeziyetçi geleneği hem kültürel özerkliği beslemiştir hem de sonraki İspanyol kitleleri liberteryen ideolojilere duyarlı kılarak siyasal özerklik hissini teşvik etmiştir (Bookchin, 2014).

 

İspanyol Devrimi (1936-1937) ve İspanya’da Anarşistler

Bookchin’e göre İspanya’daki toplumsal değişim hareketleri diğer Avrupa ülkeleriyle kıyaslandığında görece radikal bir doğaya sahiptir. İspanyol solunda sosyal demokratlar ya da komünistler değil, militan bir sosyalist ve anarko-sendikalist eğilim baskındır. İspanya’daki toplumsal eğilimde Bakunin ve Proudhon’un görüşleri ağır basmıştır. İspanyol Bölgesel Federasyonu (Federación Regional Española ya da FRE), Enternasyonel’in İspanya kolu olarak kurulmuş ve kuruluşundan itibaren delegelerin eğilimine göre üçe ayrılmıştır: İlk eğilim kendini kapitalist yapının içinde sendikacılığa adamış, ikinci eğilim pratik bir komüncülüğü desteklerken üçüncü eğilim kapitalizme karşı silahlı bir ayaklanma ve grev ile mücadeleyi desteklemiştir. Bu üç görüş güç de olsa bir arada var olmuştur (Bookchin, 2014).

1877’de İspanya’ya “eylemli propaganda” olarak adlandırılan yeni bir anarşist yöntem anlayışı gelmiştir. Buna göre soygunlar, bombalamalar, gerilla savaşı ve politik suikastlar ile devrimciler bir işçi devrimini ateşlemeye çalışmalıydı. Bu yöntemin İspanya’da da rağbet görmesiyle FRE bu eylemlere dahil olsun olmasın, anarşistler bütün sabotaj eylemlerinin sorumlusu olarak görülmeye başlanmıştır. 1881’de FRE feshedilmiştir ve yerine onun halefi olan İspanyol Bölgesi İşçi Federasyonu (Federación de Trabajadores de la Región Española, FTRE) kurulmuştur. Lakin bu kuruluş da bir süre sonra örgütsel tartışmalar yüzünden bölünmüştür. 1885’ten sonra Anarko-Komünizm ortaya çıkmıştır (Bookchin, 2014).

1888’de İspanya Sosyalist İşçi Partisi (Par- tido Socialista Obrero Español, PSOE) kurulmuştur. Aynı yıl sosyalist bir sendika grubu olan Genel İşçi Sendikası (Union General de Trabajadores, UGT) da kurulmuştur. Bu adı geçen sol gruplar ve daha başka bir sürü küçük gruplar da İspanya’da kurulmuştur. Nitekim bu gruplar birbiriyle tartışma halinde olmuştur. Anarşistler, sendikalistler tarafından başıbozuk olarak nitelendirilmiş ve sendikalistler, anarşistler tarafından devrimin aleyhine işçilerin ekonomik koşullarını güçlendirmeye çalışmakla suçlanmıştır. Sonunda bu ikisini uzlaştıran ve bir arada kullanan anarko-sendikalizm ortaya çıkmıştır. 1911’de Ulusal Emek Konfederasyonu (Confederación Nacional del Trabajo, CNT) kurulmuştur. Anarko-Sendikalistler de bu yapıyı kullanmaya başlamışlardır. 1927’de var olan farklı anarşist federasyonların en militan üyeleri bir araya gelerek İber Anarşist Federasyonu’nu (Federación Anarquista Ibérica, FAI) kurmuşlardır. FAİ anarşizmi CNT üyeleriyle sınırlı kalmayacak şekilde yaymak istemiştir. Bu örgüt hem CNT içinde bir yapı hem de bir paralel grup olmuştur. FAİ bir kuruluş olarak örgütleşememiştir. Gevşek bir gruplaşma ve merkezi olmayan bir sistemleri olduğu için herkes kendi dilediğini yapabilmiştir. Bu durum da haliyle örgütlü davranmayı imkânsızlaştırmış, toplumsal dayanışmayı kötü etkilemiş bu da İspanyol emek hareketine zarar vermiştir (Bookchin, 2014).

FAİ’nin stratejik düşünmeden yoksun oluşu örgütlenme karşıtı bireyci tutumu ve teorik açıdan yetersizliği birçok sosyalist tarafından kontrolden çıkmış bir oluşum olarak görülmesine sebep olmuştur. FAİ pek çok greve öncülük etmiş ve pek çoğuna esin kaynağı olmuştur. Bu grevlerden bazıları kanlı ve trajik şekilde sonuçlanmıştır. FAİ kendiliğindenliğe bel bağlamış ve sürekli karmaşadan karmaşaya koşmuştur. Ama bu ayaklanmalar devlet tarafından hep kolayca bastırılmıştır. FAİ’nin icraatları diğer grup solcular tarafından özentisiz, teorik bilinçlenme ve stratejik planlamadan yoksun bulunmuştur. Anarşist ayaklanmalar silsilesi başarıya ulaşamadığı gibi işçilerin enerjisini de tüketmiştir. Bu ayaklanmalar, cumhuriyetçi hükümeti itibarsızlaştırmış ve halkın kamu düzeninin sağlanmasına yönelik ihtiyacını artırmıştır (Bookchin, 2014).

İspanya’da, 1936’da yapılan seçimleri solcuların koalisyonuyla oluşturulan Halk Cephesi kazanmıştır. Bu durum sağcı generalleri darbe planı yapmaya iterken ülkede de sürekli bir grev hali mevcut olmuştur. FAİ-CNT grevleri uzlaşılmaz bir hal almıştır. Tarım işçileri ve köylüler isyan etmeye ve varlıklıların topraklarını ele geçirmeye başlamışlardır. Bu süreçte bir darbe girişimi engellenirken diğer yandan grev yapan işçiler, falanjist gençler (otoriter-kralcı faşist ideolojiyi savunanlar) tarafından terörize edilmiştir. Sol, faşizme karşı silahlanma çağrısı yapmıştır. Anarko-sendikalistler düşmanlarıyla çatışmalara girmekteydi. Bookchin’e göre, toplumsal devrim korkusuyla felce uğrayan hükümet, halkı askeri taarruza karşı silahlandırmaktan kaçınmıştır. 1931 seçimlerinde solcular ve cumhuriyetçiler Halk Cephesi adı altında sağcılara karşı birleşmiştir. Sosyalistler, Halk Cephesi koalisyonunda, koalisyona dışarıdan destek vermiş ve seçim kazanıldıktan sonra herhangi bir bakanlık kabul etmemişlerdir. Bookchin’e göre, bakanlık almayı kabul etmiş olsaydılar halkı silahlandırabilir ve gelmekte olan isyanı önleyebilirlerdi  (2014).

 

İspanya İç Savaşı (1936-1939)

İspanyol İç Savaşı, 1936-1939 yılları arasında milliyetçiler ve cumhuriyetçiler arasında gerçekleşmiş iç savaştır. Milliyetçiler, monarşiyi savunurken ve kimi çevrelerce faşist diye nitelendirilirken cumhuriyetçiler, cumhuriyeti savunan her türden liberteryen, solcu, anarşist, komünist vb. insanı nitelemektedir.

İspanya İç Savaşı, General Francisco Franco’nun komutasındaki milliyetçi güçlerin seçimle seçilmiş, meşru olan ve cumhuriyetçilerden oluşan “Halk Cephesi” koalisyonuna karşı ayaklanması ile başlamıştır. 3 yıl süren savaş sonucu milliyetçiler kazanmış ve Franco’nun 1975’te, ölümüne kadar, İspanya’da diktatör yönetimi sürmüştür (Sertel, 2015).

İç Savaş başladığında Halk Cephesi tarafında kararsızlıklar görülmüştür. Askeri darbeye karşı ne yapılacağının bilinememesi, halkın başta silahlandırılamaması, karşılıklı güvensizlik, tecrübe ve strateji eksikliği faşistlerin işine yaramıştır. Lakin sonradan CNT-FAİ örgütlenerek işçilere silah dağıtmış, her yerden bulabildikler-çalabildikleri silah ve mühimmatı faşistlere karşı kullanmaya başlamışlardır. Askerlerden bazıları da darbeye karşı mücadele vermişlerdir. Birçok sosyalist, komünist ve POUM militanı da aktif bir şekilde savaşmıştır. Bu süreçte, kentlerde zafer kazanan işçiler tarafından pek çok düzenleme yapılmıştır. Zenginlerin terk ettiği evler okul veya hastaneye dönüştürülmüştür, kamu hizmetleri iyileştirilmiştir, evlilik ve boşanma üzerine düzenlemeler yapılmıştır, pek çok işletme kamulaştırılmıştır. Oluşturulan komiteler, işçilerin galip geldiği şehirlerde bir nevi otonom yönetim sistemleri kurmuşlardır (Bookchin, 2014).

CNT-FAİ, bu süreçte Katalan ve Cumhuriyetçi hükümetlerine katılmışlardır. Pek çok sendika üyesi bunu anarşizm ve devrimci sendikalizme ihanet olarak görmüştür. İç Savaş devam ederken cumhuriyetçi kesim birbirleriyle de karşı karşıya gelmiştir. Stalinistler, CNT-FAİ üyeleri, Troçkistler, sosyalistler, anarko-sendikalistler birbirleriyle çatışma içinde olmuşlar ve bu durum haliyle birlikte durmayı engellemiştir.

Ayaklanma-askeri darbe başladıktan sonra, Franco güçleri diğer faşist liderler tarafından destek görmüştür. Hitler ve Mussolini, İç Savaş’ta Franco’ya doğrudan ekonomik destek vermiş, silah yardımı sağlamıştır. Hatta bu İç Savaş bir açıdan 2. Dünya Savaşı’nın provası olmuştur. Hitler, savaş teknolojisini ve yeni taktiklerini İspanya’da kullanmış ve başarı oranını deneme fırsatı bulmuştur. Franco sadece İtalya ve Almanya tarafından desteklenmekle kalmamış, İngiltere ile ticaret yapmış ve Amerikan teknolojisinden faydalanmıştır. Bunların bir sebebi olarak, Avrupa devlerinin kendi ülkelerinde meydana gelebilecek olası bir devrimden korkmaları gösterilmiştir. Diğer devletler, İspanya İç savaşında, faşist kuvvetlerden ziyade devrimci bir İspanya’dan çekinmişlerdir. Bir kısım devlet de müdahalesizlik kararı almış ve taraflara hiç dahil olmamıştır (F. Aydar, 2016). Müdahale etmemenin aslında bir çeşit müdahale olduğu eleştirisini yapanlar da olmuştur. Yani diğer ülkeler müdahale etmeyerek aslında İtalya ve Almanya’nın müdahalelerine göz yummuş olmuşlardır (akt. Dokuyan, Karabulut, 2019). Diğer yandan tarafsızlık yaklaşımı uluslararası hukuka aykırı olduğu gerekçesiyle de eleştirilmiştir. Çünkü söz konusu iç çatışmalar, İspanya’nın meşru ve seçilmiş hükümetiyle buna karşı meşru olmayan güçlerin çatışmasıdır. Yani ortada diğer devletler tarafından tanınan bir hükümet varken bu hükümete yardımcı olmamak, rejime karşı isyancıların yanında olmak olarak yorumlanmıştır. Bunun da İspanya’nın iç işlerine müdahale etmek olduğu savunulmuştur (akt. Dokuyan, Karabulut, 2019).

Diğer yandan Cumhuriyetçilerin safında pek çok ülkeden antifaşist insan gelip savaşmıştır. Bunlar Uluslararası Tugay olarak adlandırılmaktadır. Bunun yanında Sovyetler Birliği bu savaşta cumhuriyetçilerden taraf olmuş ve onlara yardımda bulunmuştur. Burada amacın bir anlamda rejim ihracı olduğunu savunanlar da olmuştur. Rusya, Halk Cephesini açıktan destekleyen tek büyük devlet olmuştur. Ama bu yardımlar geç ulaşmış, kısa sürmüş ve hemen kesilmiştir (akt. Sertel, 2015). İspanya İç Savaşı, son olarak Madrid’in de milliyetçiler karşısında düşmesiyle General Franco ve Milliyetçiler lehine sonlanmıştır.

Muharrem Fevzi Togay’a göre, Rusya’daki Bolşevik Devrimi ve Fransız Devrimi dışında, dünya tarihinde böyle kanlı bir iç savaş görülmemiştir. Togay, bu savaşın hanedan rekabeti yahut güç odakları çatışmasından doğmadığı tespitinde bulunmuştur. Ona göre, bu iç savaş toplumsal ve sınıfsal anlaşmazlığın had safhaya ulaşmış olmasının sonucudur (akt. Dokuyan, Karabulut, 2019).

 

Sonuç

Anarşizm, savunduğu fikirler gereği hep otoritenin karşısında olmuş ve merkezsizleşmeyi desteklemiştir. Bu fikirler; anarşinin kendinden gelen otoritesizlik, örgütlenme ve strateji eksikliği bağlamında başarılı bir devrim yapmasının önündeki engeller olmuştur. Başka türlüsü de mümkün olamaz çünkü zaten anarşizm bunu savunmaktadır. Rusya Devrimi’nde anarşistler, Bolşevikleri otoriteye ve baskıya karşı desteklemiştir. Anarşistlerin iç savaş döneminde Bolşeviklerin yanında yer alması ve devrimciler olarak birleşilmesi belki de Rus Devrimi’ne başarıyı getirmiştir. Rusya Devrimi’nde, Bolşevikler tarafından muhalefet -anarşistler de içinde olmak üzere- susturulmuş ve netice anarşistlerin adlandırmasıyla sosyalist bir diktatörlük olmuştur. Diğer yandan İspanyol Devrimi’nde komünistlerden ziyade anarko-sendikalistler faal olmuş, monarşinin yıkılması Rusya örneğinin aksine daha sakin ve kendiliğinden olmuştur. İspanya’da Anarko-Sendikalistlerin sınandığı şey ise ordu ve etrafında birleşen monarşi yanlısı ve faşist ideolojiyi savunan milliyetçilerin ayaklanması olmuştur. İspanyol Devrim sürecinde Rusya örneğinin aksine bir liderler grubu oluşturulmamış, kesin bir strateji izlenmemiş, merkezileşme ve yukarıdan aşağı yönetim sistemi benimsenmemiştir. İspanya’da anarşistlerin kendiliğindenci, özgürlükçü ve tabana yayılmış otoriteyle yönetim şekli; Franco’nun tek merkezden yönetilen, disiplinli ve planlı ordusuyla baş edememiştir. İspanya Devrimi, farklı dış güçlerin ve farklı fikirleri savunan devrimci iç güçlerin çatışmasının ortasında kalmış ve kısa süreli başarısından sonra trajik şekilde sonuçlanmıştır. İspanyol Devrimi, gerek faşist güçlerin daha güçlü olması ve daha fazla destek almasından dolayı gerekse devrimci kesimin belirli bir stratejisinin ve merkez komutasının olmamasından dolayı başarısız olmuştur. Başarısız olmasındaki bir diğer etken ise devrimci örgütlerin ve cumhuriyet yanlılarının faşistlere karşı tek tarafta birleşememesi olmuştur. Bookchin’in aktardığına göre, İspanyol liberteryen hareketi, planlı bir toplumsal dönüşümü başarmayı hedeflemek yerine toplumsal adaletsizlikleri protesto etmeye odaklanmıştır. İspanyol devrimcileri, devrimi gerçekleştirdiklerinde ne yapacaklarına dair bir plan sahibi bile olmamıştır. Bütün bunlar İspanyol devrimcilerine başarısızlık getirmiştir. Bu yazıda da anlatıldığı gibi Rusya Devrimi pek çok yönüyle İspanyol Devrimi’nden farklıdır. Birisi görece bir toplumsal dönüşümü sağlayabilmişken sosyalist bir diktatörlüğe kurban gitmiş diğeriyse toplumsal dönüşümü tam sağlayamadan faşizme kurban gitmiştir. İki devrimde de olan toplumlara olmuştur. Berkman’ın da dediği gibi ”Kaktüs tohumundan gül yetiştiremezsiniz. Diktatörlükten insanlık ve adalet, zorlamadan özgürlük ürünü elde edemezsiniz.”

 

 

MEHTAP DENİZ YILMAZER

ANARŞİZM OKUMALARI STAJYERİ

 

KAYNAKÇA

Avrich, P. (1992). Rus Devrimi’nde Anarşistler. İstanbul: Metis Yayınları.

Bakunin, M. (2016). Tanrı ve Devlet. İstanbul: Öteki Yayınevi.

Armaoğlu, F. (2007). 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi, c. 1-2: 1914-1995, İstanbul: Alkım Yayınevi.

Bookchin, M. (2014). Devrimci Halk Hareketleri Tarihi: Spartakistlerden İspanya İç Savaşına. Ankara: Dipnot Yayınları.

 

İnternet Siteleri

Dokuyan, S.,& Karabulut, M. S. (2019). İspanya İç Savaşının başlaması ve savaşın Türk basınındaki yansımaları (1936). Akademik Tarih ve Düşünce Dergisi. Şuradan ulaşılmıştır: 910154 (dergipark.org.tr) (2 Aralık 2020).

Serttel, S. (2015). Türk hariciye raporlarına göre İspanya İç Savaşı (1936-1939). Şuradan ulaşılmıştır: *Microsoft Word – 13- Savaş Sertel (dergipark.org.tr) (5 Aralık 2020).

Aydar, F. B. (2016). Seksen yıl sonra İspanya İç Savaşı. Şuradan ulaşılmıştır: *Seksen_Yil_Sonra_Ispanya_Ic_Savasi_Toplu.pdf (8 Aralık 2020)

1917: Dünyayı Değiştiren Devrimlerin Yılı – BBC News Turkce (29 Kasım 2020)

Bolşevikler Anarşistleri Vuruyor – 1922 – Alexander Berkman, Emma Goldman. – Anarşizm.ORG (anarsizm.org) (24 Kasım 2020)

Rus Devrimi Üzerine: Devrim ve Diktatörlük | Anarşist Kütüphane (anarchistlibraries.net) (24 Kasım 2020)

İspanya. (2017). İspanya (aa.com.tr) (10 Aralık 2020).

 

Bulgaristan Tarih Algısında ve Tarih Ders Kitaplarında Devşirme Sistemi ve Yeniçeriler

 

Bu röportaj , İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi  Doç. Dr. Neriman Ersoy Hacısalihoğlu ile  “Bulgaristan Tarih Algısında ve Tarih Ders Kitaplarında Devşirme Sistemi ve Yeniçeriler” üzerine yapılmıştır .

 

1) Balkan ulus devletlerinin, Osmanlı tarih algısına bakışı nasıl olmuştur ?

Osmanlı dönemi, Balkan ulusları için tarihlerinin karanlık devri olarak görülür ve olumsuz bir imaja sahiptir. Osmanlı ötekileştirilmiştir. Özellikle, Osmanlı fethi milli tarihlerinin kesintiye uğraması olarak değerlendirilmiş ve bağımsızlık hareketleri de “yeniden doğuş”, “devrim” olarak nitelendirilmiştir. Kendilerini, Osmanlı yönetiminde baskı altında, ezilmiş köle sınıfı olarak tanımlamışlardır. Zorla Müslümanlaştırılan, ağır vergiler ve angaryaya tabi olan, katledilen reaya olarak göstermişlerdir. Öte yandan, milletlerinin hiçbir zaman Osmanlı yönetimini kabul etmediklerini ve sürekli bir mücadele halinde olduklarını düşünmektedirler. Osmanlı yönetimine Türk boyunduruğu demişlerdir. Bu şekilde oldukça olumsuz bir Osmanlı algısı mevcuttur.

2) Osmanlıda uygulanan devşirme sisteminin, Osmanlı tarih algısındaki önemi nedir? Devşirme sistemi, Osmanlı tarih algısında neden özel bir yer tutmaktadır ?

Devşirme sistemiyle Hıristiyan çocuklarının alınması, “kan vergisi” olarak Türk zulmünün en ağır uygulaması şeklinde anlatılmaktadır. Çünkü, onlara göre çocuklar ailelerinden koparılarak zorla Müslümanlaştırılmış ve bu şekilde zorla Müslümanlaştırma yapılmıştır. Aynı çocuklar büyüdüklerinde kendi ailelerine ve milletlerine karşı savaşmak, onlara baskı ve zulüm uygulamak üzere kendi bölgelerine gönderilmişlerdir şeklinde bir anlatı söz konusudur.

3) Günümüzde Bulgaristan’da kullanılan ilk ve ortaöğretim tarih ders kitaplarında devşirme sistemi ve yeniçeriler nasıl anlatılmaktadır ?

Tarih ders kitaplarında, günümüzde eskiye göre bir dereceye kadar iyileştirmeler söz konusudur. Fakat, temel klişeler varlığını sürdürmektedir. Bu bağlamda, devşirme sistemi eskiden olduğu gibi Osmanlı yönetiminin bir zulmü olarak anlatılmaktadır.

4) Devşirme sistemi ve yeniçeri algısının Avrupa ve Balkanlardaki genel anlatımları nelerdir ?

Devşirme sistemi, Osmanlı yönetiminin Hıristiyanlara yönelik uyguladığı zulüm politikasının bir örneği olarak anlatılmaktadır. Bununla birlikte, Sırbistan’daki ders kitaplarında, devşirme kökenli olan Sokollu Mehmed Paşa’ya özel bir önem verilir. Paşa’nın Sırp kökenli oluşu vurgulanır ve başarıları Sırp oluşuna bağlanır.

Avrupa’daki yeniçeri imajı ise Osmanlı ordusunun merkezi gücü olarak görüldüğü için olumluydu. Özellikle 16.yüzyılda yeniçerilerin savaş taktikleri ve becerileri abartılı bir şekilde anlatılıyordu. Daha sonraki dönemlerde de yeniçerilerle ilgili anlatılar genelde iyi savaşçılar oldukları yönünde olmuştur. Fakat, elbette Türk zulmü algısı yeniçerileri de kapsar.

5) Günümüzde devşirme sistemi ve yeniçeriler üzerine hala tartışmalar devam ediyor mu?

Günümüzde yeniçeriler hakkındaki objektif bilgiler çoğalmıştır. Örneğin, yeniçerilerin ailelerini bile hatırlamayacak yaşlarda -yani çok küçük yaşlarda- alınmadığı, birçok yeniçerinin memleketinden haberdar olduğu gibi bilgiler mevcuttur. Fakat, devşirme sistemi bir zulüm olarak anlatılmaya devam etmektedir. İvo Andriç’in Drina Köprüsü romanındaki dramatik devşirme anlatısı tarih ders kitaplarında sıklıkla yer almaktadır.

6) Devşirme sistemi ve yeniçeriler okul tarih kitaplarında ne şekilde tasvir edilmiştir?

Yukarıda belirtildiği gibi daha objektif bilgiler mevcut olmakla beraber, devşirme sistemi trajik bir uygulama olarak resmedilmeye devam etmektedir.

7) Osmanlı tarihçiliğinde yeniçeri ve devşirme sistemi nasıl konu edinilmiştir? Bu alandaki çalışmalar nelerdir?

İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Halil İnalcık, sonrasında Cemal Kafadar, Abdülkadir Özcan gibi Osmanlı klasik dönemi çalışan önemli tarihçiler, devşirme sistemi ve yeniçeriler hakkında önemli tespitler yapmışlardır. Devşirme sistemini ortaya koyan kayıt defterleri ortaya çıkmıştır. Gülay Yılmaz bir doktora tezi hazırlamıştır. Bunların yardımıyla ilmi bir devşirme sistemi ve yeniçerilik imajı oluşmuştur.

8) Alman Türkolog Franz Babinger “Bir Yeniçerinin Anıları” adlı eserinin, yeniçeriler hakkındaki  kaynaklarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Frans Babinger, özellikle Fatih Sultan Mehmed dönemi üzerine çalışmış önemli bir Osmanlı tarihçisidir. 15. yüzyılın ikinci yarısı ve 16. yüzyılda Avrupa’da, Osmanlı hakkında büyük bir merak vardı. Bu dönemde Osmanlı’da savaş esiri olan veya görevde bulunmuş bir Avrupalının gözünden Osmanlı’yı anlatan yayınlara büyük ilgi gösterilmiştir. Bu anlamda söz konusu yayını da değerlendirmek gerekir.

9) Çoğu Balkan devletinin tarih ders kitabını incelediğimizde Osmanlı idaresini olumsuz bir yaklaşım içinde ele alındığı görülmektedir. Sizce neden böyle bir algı vardır ?

Balkan devletlerinin tamamı bağımsızlık savaşları vermiştir, Osmanlı yönetimine karşıdır. Osmanlı devletinden ayrılarak bağımsızlık kazanmak demek öteki olarak Osmanlı’yı seçmek anlamına da gelmektedir. Bu önemli bir etkendir. Bir diğer etken ise bu devletlerin bağımsızlıklarına yardımcı olan Avrupalı büyük güçlerin Osmanlı algınısının da olumsuz olmasıdır. Avrupa’daki klişeler, hatta Osmanlı’yı kötü gösteren gravürler Balkan ülkelerine ithal edilmiştir diyebiliriz. Üçüncü olarak Balkan ülkelerinin çoğunlukla Hıristiyan olması ve Osmanlı yönetiminin Müslüman ise olması bu olumsuz anlatıyı etkilemiştir. Son olarak Osmanlı’nın modernleşme sürecinde geri kalmış olması, onu eski ve köhne bir imparatorluk olarak anlatmaya zemin hazırlamıştır.

10) Kosova Cumhuriyeti, Sırplar, Yunanlılar ve diğer Hristiyan Balkan topluluklarında, devşirme sistemini nasıl tanımlamaktadır? Zorla Müslümanlaştırma yolu seçilerek ne gibi durum oluşturulmaya çalışılmıştır?

Kosova, Sırp, Yunan ve diğer Hıristiyan Balkan devletlerinin ders kitaplarındaki devşirme anlatısı aynı klişeleri içermektedir. Temel bir fark yoktur.

11) Balkan tarihi çalışmalarında, Osmanlı dönemini ele alan akademik eserlerde neden olumsuz değerlendirmelere hakimdir? Bu durumu, sosyalist eğitiminin bir parçası olarak ele alabilir miyiz?

Balkanlarda sosyalizm 1945’ten itibaren başlar. Negatif Osmanlı anlatısı sosyalizmden önce de vardı. Sosyalist dönemde bu olumsuz anlatı artarak devam etmiştir.

12) Veselin Bojkov, Bulgar Milliyetinin Uğursuz Yüzyılları” adlı eserinde Bulgaristan’da 1990 sonrası Osmanlı Tarihini anlatma girşimlerini nasıl ifade etmiş ve tanımlarını günümüzde ne gibi tartışmalara yol açmıştır?

Geleneksel Bulgar anlatısını sürdürmüştür.

13) 1990 sonrası Bulgar tarih ders kitaplarında devşirme sistemi ve yeniçeriler nasıl yer almaktadır? Bu dönemde yapılan tasvirler bazı olumsuz klişeler içerse de devşirme sistemini üzerine bir algı oluşmasına sebep olmuş mudur?

Olumsuz klişeler varlığını sürdürmektedir. Yukarıda ifade edilen klişeler devam etmektedir.

14) Bulgaristan’da Todor Jivkov’un “Vreme Razdelno” (Ayrılık Zamanı) isimli filmi dönemin siyasileri tarafından ne açıdan ilgi görmüş ve Bulgaristan’da yaşayan Türklerin  filme tepkisi ne olmuştur ?

Bulgaristan’ın Türklere karşı başlattığı zorunlu asimilasyon sürecinde bu film çekilmiş ve tüm Bulgaristan’da gösterilmiştir. Bulgarlar bu filmde Türklerin kendilerine yapmış olduğu zulmü vahşet sahneleriyle yeniden yaşamış ve göz yaşlarını tutamamışlardır. Bu şekilde, 1984’te Türklere karşı uygulanan zorunlu isim değiştirme gibi baskılara Bulgar kamuoyunun desteği de alınmak istenmiştir. Bir dereceye kadar başarılı da olunmuştur.

15) Bulgaristan’da kullanılan tarih ders kitapları 1990’da yaşanan rejim değişikliğinden nasıl etkilenmiştir? Değişimin, Osmanlı dönemininin anlatışına yansıması nelerdir?

Rejim değişikliği tarih ders kitaplarına genel olarak olumlu etki etmiştir. Örneğin, Türk boyunduruğu ifadesi yerine Osmanlı egemenliği ifadeleri kullanılmaya başlanmıştır. Bu konuda, Bulgar kamuoyunda çok ciddi tartışmalar da olmuştur. Ders kitaplarına pozitif görseller de eklenmiştir. Fakat bütün bu iyileştirmelere rağmen Osmanlı algısında ciddi bir değişim olmamıştır. Osmanlı yönetimi, baskı ve zulüm makinesi olarak resmedilmeye devam etmiştir.

16) Devşirme sistemi zorla Müslümanlaştırmanın bir parçası mıdır? Neden Bulgarların gelişimini engellediği düşünülmektedir?

Evet, devşirme zorla Müslümanlaştırmanın bir parçasıdır ama bu kitlesel bir Müslümanlaştırma olarak değerlendirilemez. Devşirme yoluyla toplanan çocukların sayısı kitlesel bir Müslümanlaştırma için çok azdır. Bu nedenle devşirme bir Müslümanlaştırma aracı olarak görülemez. Daha ziyade askeri-idari ihtiyaçlar nedeniyle bu sistem uygulanmıştır.

Bulgar milletinin gelişmesinin engellendiği görüşü ise farklı nedenlere dayandırılmaktadır:

  1. Ortaçağ’da gelişmiş bir Bulgar medeniyetinin ve kültürünün varlığına inanılmakta ve Osmanlı yönetiminin bunu sonlandırdığı düşünülmektedir.
  2. Osmanlı yönetiminin Bulgarları gelişen Avrupa’dan kopardığı ve bu nedenle oradaki gelişmelerden geri kalındığı düşünülmektedir.
  3. Osmanlı yönetiminin Bulgarcanın gelişmesini engellediği, Bulgarların Rum Patrikhanesine bağlanmaları nedeniyle kendi dillerini unuttukları ifade edilmektedir.

Bunlar gibi başka gerekçeler de sıralanmaktadır.

17) 1990’larda tarih kitapları çocuklar üzerinde nasıl bir etki yaratmıştır? Bu etkinin güçlü olduğunu düşünüyor musunuz?

Tarih ders kitapları resmi tarih anlayışını yansıtmaktadır. Aynı zamanda milli kimlik oluşturulmasının en önemli araçlarındandır. Bulgar tarih ders kitapları 1990 öncesinde olduğu gibi sonrasında da Bulgar kimliğini ötekisi olarak Osmanlı’yı ve Türkleri göstermeye devam etmektedir. Bu da çocuklar üzerinde travmatik bir etki oluşturmaktadır. Türk düşmanlığı sürekli olarak canlı tutulmaktadır. Elbetteki tarih ders kitapları imajların tek kaynağı değildir. Farklı tecrübeler kazanan Bulgarların, Türk ve Osmanlı algısı iyileşebilir. Fakat genel eğilim tarih ders kitapları tarafından oluşturulmaktadır.

 

 

DİDEM ŞİMŞEK

BALKAN ÇALIŞMALARI STAJYERİ