Home Blog Page 85

Siber Güvenlik ve Siber Savaş

P. W. Singer ve Allan Friedman, Siber Güvenlik ve Siber Savaş, 2014, Oxford Yayınları, Sayfa Sayısı: 315

 

Siber Güvenlik ve Siber Savaş kitabı, orijinal basımında da belirtildiği üzere ‘herkesin bilmesi gerekenleri’ akıcı ve anlaşılabilir bir şekilde genel okuyucu kitlesine sunmaktadır. Güvenlik çalışmaları ve teknoloji üzerine düşünce kuruluşu olan New America Foundation’da strateji uzmanı olan P. W. Singer ve Amerika Birleşik Devletleri Ticaret Bakanlığı Siber Güvenlik Girişimleri Direktörü olan Allan Friedman tarafından yazılan kitap, siber uzay alanının yabancısına yol gösterici bir çalışma niteliğindedir. Yazarların da belirttiği üzere kitabın kaleme alınma amacı ile yaratılmış olan çerçeve arasında sıkı bir korelasyon olduğu, içindekiler kısmında göze çarpmakta olup; konu ile ilgili tanımlamalara ve alt başlıklara sıkça yer verilmiştir.

Giriş ve sonuç kısmı haricinde üç ana gövdeden oluşan kitap, siber güvenlik ve siber savaşa dair kavramları ve bu konuya ilişkin temel sayılabilecek soruları alt başlıklar halinde incelemektedir. İçerikler ve alt başlıklar tanımlayıcı nitelikte olmasına karşın bunların ele alınışı bakımından sadece uluslararası ilişkiler ve siyaset bilimi ile ilgilenen hedef kitleye değil; siber güvenlik konusunun da kapsadığı gibi daha geniş disiplinlere hitap etmesi kitabın göze çarpan özelliklerindendir. Amerika Savunma Bakanlığı kıdemli yetkililerinden birinin konuşmasında geçen ‘tüm bu siber meseleler’ söylemi, yazarlara bu kitabın yazılmasında başlıca ilham kaynağı olmuştur. Bu bağlamda bu siber meselelerin neler olduğu, bunlara nasıl cevaplar verilmesi gerektiği ihtiyacı hâsıl olmuş ve bu soruların arkasından ortaya çıkan yaklaşık 500 büyük şirketin %97’sinin bu zamana kadar bir şekilde ‘hack’lenmiş olması gerçeği ise içeriğin oluşmasının saç ayaklarından biri olmuştur.

Son yarım yüzyılda teknolojinin büyük bir hızla gelişmesine paralel olarak siber uzay konusu, kapsam ve kavram açısından derinlik ve önem kazanmıştır. Kitabın giriş kısmında da altı çizildiği üzere bu hızlı büyüme aynı zamanda konuya ilişkin bilinmezlikleri de beraberinde getirmiştir. Buradan yola çıkılarak, hayatımıza ve günlük yaşantımıza doğrudan tesir eden siber dünyanın da güvenlik açısından hem bireylere hem de devletlere bir güvenlik problemi yarattığı saptaması yapılmıştır. Siber uzayın taşıdığı riskten ziyade onlara karşı geliştirilen yaklaşımların daha elzem olduğu tespiti üzerinden devletin rolünün ve konumunun sonraki bölümlerde tartışılacağı belirtilmiştir. Bu noktada bilgi ve siber güvenlik meselesi arasındaki bağlantıya kısaca değinilmiştir.

Kitabın birinci ana kısmı olan ‘Nasıl Çalışır?’ bölümünde siber uzayın tanımı tarihsel bağlantılarla ve gelişmelerle açıklanmaya çalışılmış ve bu uzayın genişleyebildiği ve içine aldığı örneklerin internetin yayılmasıyla arttığı gösterilmiştir. Küresel gelişmeler dikkate alınarak, sınırları keskin bir çerçeve çizmenin zor olduğu söylemiyle aslında bugün karşı karşıya olduğumuz siber uzay kavramı ile kavramın ortaya çıktığı dönem arasında tarihsel olarak uzak bir mesafe olmasa da bağlam açısından farklılıklar olduğu ifade edilmiştir. Örnek vermek gerekirse bu bölümde ele alınan ve bugün kullanılan ağ sistemlerine temel teşkil eden ARPANET ve o ağı kullanan bilgisayarlar ile bugün kablosuz herhangi bir internet ağına erişim sağlayan cihazlar arasında büyük bir fark bulunmaktadır. Fakat burada asıl üzerinde durulan nokta, siber uzayın devletin olmadığı bir küreselliğe yayılmadığı kanısı ile birleşerek gelişmekte olan bir teknoloji ve insan kullanımıdır. Diğer bir deyişle, konvansiyonel iletişim ve medya unsurları daha özgür ve bireyin birebir kullanabildiği bir düzeye indirgenmiş gibi gözükse de aslında burada da devletlerin müdahil olduğu ve hâkim olmak istediği yeni bir alan bulunmaktadır. Bu bağlamda yazarlar, internetin yönetimi hususunda kimin hâkim olduğu meselesini; otorite kimlik ve güç kavramları ile beraber değerlendirerek ortaya çıkan güvenlik tehditlerinin neler olabileceğine, kimlerin daha kırılgan olabileceğine dair görüşlerini dile getirmişlerdir. Birey ve devlet eksenli yapılan siber sistem değerlendirmelerinde ise kime güvenileceği meselesini oy verme örneğinden yola çıkarak somutlaştırmaya çalışmışlardır. Dijital sistemlere bağımlılığımızın, onlara nasıl güvenebileceğimiz sorusuyla giderek daha fazla karşı karşıya kaldığımız anlamına geldiğini ve yarattığı ikilemleri dijital sistemlerin ‘hack’lenebilirliği üzerinden genel anahtar şifrelemesi nasıl çalışır örneği ile tamamlamışlardır. Burada ortaya çıkan güven, güvenlik, devlet, sistem ve birey örgüsü dünya çapında yolsuzluk ve istismarı ortaya çıkarmak iddiasıyla kurulan WikiLeaks örneği üzerinden tartışmaya sunulmuştur. Bilgi ve otorite konusunun siber ortamlardaki en net örneklerinden birini oluşturan bu örnek olay analizi ile birlikte bu bölüm tamamlanmıştır.

İlk kısımda siber meselelerin ne olduğunun çerçevesi çizilmiş, konuya genel bir giriş yapılmışken; ikinci kısımda ise bu meselelerin neden önemli olduğu üzerinde durulmuştur. Genel olarak siber güvenlik ve siber savaşa dair kavramlar burada açıklanmış, dayanak noktaları bu bölümde başlıklar halinde incelenmiştir. Siber saldırılara, güvenliğe ve savaşa yönelik terminoloji hack, anonimlik, siber-terörizm faaliyet alanlarınca daraltılarak incelenmiştir. Daha sonra açıklanan bu kavramlar Amerika ve Çin’in siber savaşa yönelik yaklaşımlarına odaklanılarak detaylandırılmıştır.

Üçüncü ve son ana gövdeyi oluşturan kısımda ise güvenlik sistemlerinin kendilerini kötü paketlere karşı korumaya alması fikrinden yola çıkarak oluşturulan ‘Neler Yapmalıyız?’ başlığı altında incelenmiştir. Günümüzün internet güvenliğiyle ilgili tüm sorunlarına bakmak ve yeniden başlamanın bir yolu olup olmadığını araştırma meselesi, siber çağın korkutucu mu yoksa güvenlikli mi olduğu yaklaşımlarında tartışılmıştır. Bu konuda ise ne tür bir güvenliğin sunulduğu önem teşkil etmektedir. Çözülmesi gereken ikinci özellik ise ölçektir. Ağ güvenliği genellikle boyutla ters orantılıdır. Bu ölçeklendirme ve güvenlik konusunda korsanlık ve siber zorbalığın tarihi bağlantısı kurulmaya çalışılmış, hassas gruplara yönelik ne tür yaklaşımlar izlenilmesi gerektiği ve devletin rolü değerlendirilmiştir.

Sonuç olarak; siber uzayın sahip olduğu patlayıcı güç büyümeleri göz önüne alındığında bu konu hakkındaki bilinmezlikler ve açmazlıkların olacağı ve yeni kavramların yakın ve uzak gelecekte ekleneceği aşikârdır. ‘Siber meseleler’ konusuna sade kimi zaman hikâyeci ve konuşma diline yakın bir anlatımla ele alınan bu kitap, amacına uygunluğu ve yazılışı bakımından başarılı bir örnek olarak gösterilebilir.

 

HAKAN AKSOY

SİBER GÜVENLİK STAJYERİ

Demir Çeneli Melekler (Iron Jawed Angels)

Yönetmenliğini Katja von Garnier’in üstlendiği 2004 yapımı Iron Jawed Angels (Demir Çeneli Melekler) 1910’larda Amerikan kadınlarının seçme ve seçilme hakkı edinmek için verdikleri mücadeleyi ve bunun sonucunda 18 Ağustos 1920 tarihinde yapılan anayasal değişiklikle kadınların bu hakka kavuşmalarını anlatıyor. Film hem bu süreçte hem de sonrasında büyük rol oynayan kadın hakları aktivistleri Alice Paul (Hillary Swank) ve Lucy Burns (Frances O’Connor)’e odaklanıyor. Bu yazıda, bu filmin analizi ve filme yönelik eleştiri sunulmaktadır.

Film Paul ve Burns’ün NWSA (Ulusal Amerikan Kadın Oy Hakkı Birliği) liderleriyle buluşarak kadınların oy verme hakkı üzerine bir kampanya yürütmek için destek istemeleriyle başlıyor. Başta Carrie Chapman Cat olmak üzere (Anjelica Huston) NWSA liderleri zaten bir süredir kadınların oy kullanma hakkı için mücadele etmekte ancak “radikal” yöntemlerden uzak durmak istemektedirler. Yine de Paul ve Burns’e barışçıl bir yürüyüş düzenlemek için desteklerini verirler. Hemen ardından iki kadın, yürüyüş ve protestolar düzenlemek, lobi yapmak ve bu faaliyetleri için fon toplamak için ciddi bir kampanyaya girişirler. Bu iki kadının ve beraberindeki birçok destekçinin emekleri, cesaretleri ve kararlılıkları mücadelelerinin başarıya ulaşmasının en büyük etkeni olur. İlk başta üst sınıf ve ayrıcalıklı kadınlar tarafından desteklenen bu mücadele, hızla farklı sınıf ve etnik kökenlerden kadınlar arasında yayılır. Film bunu sadece siyahi kadınların yürüyüşlere katılmak konusundaki ısrarı üzerinden değil, aynı zamanda Paul’ün iş güvenliği olmadan çalışan işçi kadınları “bir oy, bir yangın merdiveni” sloganıyla etrafında topladığı 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’ne gönderme yapan sahneyle de yakalamaktadır. Film boyunca bir yandan da toplumun ve özellikle de farklı toplumsal kesimlerden erkeklerin bu mücadeleye karşı olumsuz ve saldırgan tavrını gözlemlemek mümkün. Erkek senatörler, avukatlar, askerler ve sıradan vatandaşların zaman zaman şiddete varan tutumları çok net bir şekilde sahneye yansımaktadır. Ancak buna ek olarak, film kadın mücadelesi içerisindeki ayrışmaları da yakalamıştır. Özellikle NWSA ve Paul-Burns grupları arasındaki çekişmeler ve bunların sonucunda Paul ve Burns’ün NWSA’dan ayrılıp kendi politik oluşumlarını kurmaları, siyahi kadınların Güney eyaletlerinin desteğini almak için dışlanması veya dışlanmamasına dair mücadele içi tartışmalar ve daha genel olarak Demokrat-Cumhuriyetçi kesimler arasındaki çekişmeler ve İkinci Dünya Savaşı’nın yarattığı politik durumun etkileri de filmde işlenmiştir. Filmin bir başarısı da bu mücadeleyi bütün bu boyutlarıyla sadece politik değil, gündelik ve şahsi seviyelerde de ele alabilmesidir. Örneğin, kadınların oy kullanmasına karşı olan senator Tom Leighton (Joseph Adams) ve bu mücadeleye katılan eşi Emily Leighton’ın (Molly Parker) hem evliliklerinde yaşadıkları gerilimler hem de Emily’nin mücadeleye katılmaya ilk karar verdiği zamanlarda Alice Paul’den işittiği “bize en çok sizin gibi kadınlar zarar veriyor” sözü başarılı detaylardır. 

Ancak filmin bazı ciddi problemleri de bulunmaktadır. Öncelikle, film genel manada gerçek tarihten bağımsız ve filmin gidişatıyla da alakası olmayan bazı Hollywood öğeleri barındırıyor. Bunlardan en göze çarpanı, Alice Paul’ün kurmaca bir karakter olan Ben Weismann (Patrick Dempsey) ile yaşadığı aşk. Bu ilişki senaryoya yansıyan hem gerçekçilikten uzak hem de alakasız bir eklenti. Örneğin, yaklaşık 15 dk süren ve Weismann’ın Paul’e araba kullanmayı öğrettiği ve dans ettiği sahnenin senaryonun gelişimi açısından hiçbir artı veya eksi etkisi yok. Bu aşk hikayesini yine kurmaca karakterler olan Tom ve Emily Leighton’ın yukarıda bahsi geçen hikayesiyle kıyaslarsak, Leighton ailesinin senaryoya katkısı ne kadar büyükse Ben Weismann’ın katkısının da o kadar küçük olduğunu söylemek mümkündür. Kadınların oy hakkı kazanma mücadelesini ele alan bir filme bile kurmaca klişe bir aşk hikayesi eklenmesi düşündürücü ancak filmin Hollywood etkisinden daha önemli bir problemi, bazı tarihsel faktörleri gerçeğe uygun olarak yansıtmamasıdır. Öncelikle film Amerika Birleşik Devletleri Anayasası, 19. Anayasa Ek Maddesinin senatodan geçmesini sanki çoğunlukla demokratlar tarafından desteklenmiş bir oylama gibi yansıtmıştır. Gerçekte bu oylamada, 200 cumhuriyetçi ve sadece 102 demokrat olumlu yönde oy kullanmıştır (GovTrack, House Vote #2 in 1919). Bu yanlış izlenimin sebebi filmin taraflı olmasından ziyade filmin demokratlar ve cumhuriyetçilerin kadınların oy kullanması konusundaki tutumlarını bütünlüklü bir şekilde yansıtmamasıdır. Benzer bir şekilde film, Paul ve Burns’ün mücadelesini Elizabeth Cady Stanton ve Susan B. Anthony ile başlayan ve 1920’de filmde de anlatıldığı gibi başarıyla sonuçlanan 70 yıllık mücadelenin bir parçası olmaktan ziyade, çok daha küçük bir grubun on senelik mücadelesi gibi göstermektedir. Bunda sadece filmin yeterli arka planı sunmaması değil, birçok karakteri tek tip olarak tasvir etmesi de etkilidir. Örneğin, filmin başında NSWA lideri Carrie Chapman Catt genel olarak kadınlara seçme ve seçilme hakkı verecek anayasal bir değişikliğe karşı görünmektedir. Filmin sonundaysa fikrini değiştirmiştir ve artık Paul’ün yanında durmaktadır. Gerçekte bu kadar keskin bir dönüşüm olması pek muhtemel değildir, zaten Chapman Catt kadınların oy hakkı kazanması için verilen 70 yıllık mücadelede uzun bir süre kilit bir konumda olmuştur. Aynı tek tiplik Woodrow Wilson’ın (Bob Gunton) bu konudaki politik duruşunun tasviri için de geçerlidir. Film boyunca sürekli “şimdi olmaz, bekleyin” anlamına gelen kısa cümleler kuran ve bunun dışında hiçbir karakter özelliğine sahip olmayan Wilson, filmin sonunda Paul ve öteki kadın aktivistlerin cezaevinde yaşadıkları işkenceler ve bunların medyaya yansıması sonucunda fikrini değiştirmiştir. Ancak Wilson’ın kendi politik konumu filmde hiçbir şekilde işlenmemiştir. Karakterleri daha çok boyutlu, gerçekçi ve tarihe uygun yazmak 2 saat süren bir film için imkânsız bir hedef değildir. Son olarak, filmdeki diyaloglar ve (pop) müzik seçimi dönemi yansıtmamaktadır. Sadece kostüm tercihinin 1910’ların Amerika’sını yansıtmakta yeterli olduğunu da söylemek pek mümkün değil. 

Filmin başarılı oyunculuğu, akıcı kurgusu ve tabii ki kadınların oy hakkı kazanma mücadelesi gibi heyecanlı ve günümüzü anlamak adına çok önemli bir olaydan bahsetmesi ne yazık ki ciddi bazı problemleri aşmasını sağlamamaktadır. Yine de bütün bu Hollywood öğeleri, tek tip karakterler, güncel diyalog yazımı ve pop müzik ağırlıklı müzik tercihlerine bakılırsa filmin amacının kadınların seçme ve seçilme hakkı kazanmasının gerçekçi bir tarihini sunmak değil, genel izleyici kitlesine hitap ederek onları bu önemli harekete dair bilgilendirmek olduğu söylenebilir. Bu da geçerli ve oldukça önemli bir amaçtır lakin bir filmi iyi veya gerçeğe uygun yapmaya yetmemektedir.

 

MÜZEYYEN GÜNER

FEMİNİZM OKUMALARI STAJYERİ

 

 

KAYNAKÇA

GovTrack. (1919, May 21). To Pass H.J.Res. 1, Proposing an Amendment to Constitution Extending the Right of Suffrage to Women House Vote #2. Erişim adresi https://www.govtrack.us/congress/votes/66-1/h2

TUİÇ AKADEMİ ONLINE STAJ (o-Staj) SÖMESTR PROGRAMI ÖN BAŞVURULARI AÇILDI!

0

Online Staj Programı, online olarak sürdürüleceğinden özellikle içinde bulunduğumuz pandemi sürecinde staj yapmak isteyen adaylara büyük bir kolaylık sağlayacaktır. Bu staj programıyla katılımcılarımız hem ilgili oldukları alanda tecrübe kazanma hem de kendisine bir ağ oluşturma şansı yakalayacaktır. “o-Staj” uygulamasıyla deneyimlerimizi size aktarmayı hedeflemekteyiz. o-Staj programımızda katılımcılara;

İlgili konu veya alanla ilgili temel bilgi ve gereksinimlerini karşılanması,
Araştırma, yazma ve sunum becerilerinin kazanılması ve geliştirilmesi,
Alanda çalışan kişilerle ağ ve tecrübe paylaşımının mümkün kılınması,
Stajı başarıyla bitirenlere staj katılım belgesi ve referans mektubu verilmesi planlanmaktadır.

TUİÇ Akademi o-Staj İçeriği

Stajyerler yukarıda belirtilen alanlarda koordinatörlerin hazırlamış olduğu o-Staj müfredatlarındaki,

1.Metodoloji Eğitimi
2.Makale Tartışmaları
3.Araştırma Yazısı
4.Belgesel/Film Analizi
5.Röportaj
6.Online Seminer Programı çalışmalarını yapacaklardır.

 

o-Staj Türkçe Programlar: 

1.Sivil Toplum

2.Göç Çalışmaları

3.Balkanlar

4.Uluslararası Örgütler

5.Uluslararası Hukuk

6.Feminizm Çalışmaları

7.Siyasal Düşünceler

8.Karşılaştırmalı Siyaset

9.İstihbarat Çalışmaları

10.Toplumsal Cinsiyet Çalışmaları

11.Queer Teori

12.Siber Güvenlik

13.Çevre Çalışmaları

14.Siyasi Tarih

15.Milliyetçilik Çalışmaları

16.Orta Doğu Çalışmaları

17.İnsan Hakları

18.Diplomasi Çalışmaları

19.Rusya Çalışmaları

20.Avrupa Çalışmaları

 

o-Staj İngilizce Programlar: 

21.Gender Studies 

22.Investigative Journalism

23.Migration Studies

Not: Program başvuruları açıldığında sizlere e-posta ve SMS yoluyla  bilgilendirme yapılacaktır. 25 Ocak’ta yapacağınız başvuruların kabul edilmesi durumunda o-Staj katılım ücreti olan 250 TL’yi yatırmanız gerekmektedir.

 

 

Başvuru için lütfen linkteki formu doldurunuz: https://forms.gle/Aak9koa7PrtAazPY6 

Kaçak Yaşamak Belgesel Analizi

ABD’deki 8 “kayıtsız” göçmen ailenin hikâyesinin özelinde ülkenin göçmen politikalarını konu alan “Kaçak Yaşamak” belgeseli; terör, şiddet, ekonomik sıkıntılar, etnik temelli ayrımcılık gibi pek çok sebeple ülkesini terk etmek zorunda kalan bu göçmenleri, yasal tanımlardan sıyırarak izleyiciyle buluşturuyor. Bu belgeselin analiz edilmek üzere seçilmesindeki en büyük sebep de özellikle ABD’de güncel tartışmalara sık sık konu olan kayıtlı ve kayıtsız göçmenlerin her birinin, tıpkı “vatandaşlar” gibi, birer hikâyesi ve pek çok hayalinin olduğunu, yani onlardan hiç de farklı olmadıklarını çok basit bir şekilde anlatıyor olmasıdır. Bunun yanında, Bill Clinton dönemine kadar uzanan yasal kısıtlamalar tarihini de izleyicinin anlayabileceği yalın bir dilde sunuyor olması belgeselde bir bütünlük sağlamaktadır. Son olarak, yeni bir belgesel olması nedeniyle konuyla ilgili güncel bilgiler edinilmesini de kolaylaştırmaktadır.

Orijinal adıyla “Living Undocumented”, çevrimiçi dizi, film ve belgesel uygulaması Netflix’in yapımcılığını üstlendiği, 2019 tarihli 6 bölümlük bir belgeseldir. Farklı kökenlere sahip fakat aynı dertten mustarip 8 ailenin sınır dışı edilmemek için verdiği mücadeleyi anlatan belgeselde, her aile farklı bir yasal-bürokratik soruna değiniyor. Donald Trump yönetimiyle birlikte artan ayrıştırıcı söylemler ve kayıt dışı göçe “sıfır tolerans” politikasını dönüm noktalarından biri kabul eden belgesel, göçmenlerin üzerindeki toplumsal baskı ve sınır dışı edilme tehlikesini artırdı. Yine de tüm bu süreç Trump ile başlayan bir süreç değil. Belgesel göçmenlerin sorunlarının başlangıcını Bill Clinton döneminde yürürlüğe konan 1 Nisan 1997 tarihli göç yasasına kadar götürüyor. Bazı avukatlar tarafından “kara ölüm öpücüğü” olarak da anılan bu yasa yayın tarihinden itibaren ülkeye ABD vatandaşlığı iddia ederek giren tüm kayıt dışı göçmenlerin kalıcı olarak oturma izni almaktan men edildiğini söylüyor. Kuruluş temeli göçmenliğe dayanan ve en büyük iddiası bolluk, özgürlük ve güvenlik manasına gelen “Amerikan Rüyası”nı yaşatmak olan bir ülkenin “yeni” göçmenlerine karşı tutumu aslında yöneticilerin ikiyüzlülüğünü yansıtıyor. Analizin geri kalan kısmında ailelerin bireysel tecrübelerinden ve karşılaştıkları yasal-bürokratik zorluklardan bahsedilecektir.

Luis Diaz, Kenia ve Oğulları

Donald Trump başkanlığa seçildikten sonra ilk olarak, Göç ve Gümrük Muhafaza’ya (Immigration and Customs Enforcement- ICE) göçmenlere sıfır tolerans politikasını benimsemesini emretmiştir. Böylece daha önce sadece suçlu olan göçmenler sınır dışı edilirken artık herhangi bir kadın, erkek hatta çocuk göçmen bile sadece kayıtsız olduğu için sınır dışı edilme tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştır. Trump’ın en büyük iddiası ise göçmenlerin “Amerikalılara” zarar vererek işsizliğin artmasına sebep olmalarının yanında bu insanların hepsinin suçlu olmasıdır. Luis, Kenia ve bebekleri Noah da bu göçmenlerdendir. Honduras’taki çete şiddetinden kaçarak ABD’ye gelen bu ailenin sıfır tolerans politikasından sonra ICE yetkilileri tarafından tutuklanıp sınır dışı edilmelerine şahit oluyoruz. Bu süreçte aile dağılıyor, birbirlerinden ayrı düşüyor. Luis ve Kenia’nın durumunda dikkat çeken iki unsur var: Birincisi, göçmenlerin neden “yasal” yollarla ülkeye giriş yapmadıkları konusudur. Başkan Trump’ın da dikkat çektiği noktalardan biri olan bu durum, başvuru için hâlihazırda 2 ile 3 yıllık kuyrukların bulunması ve dünyanın çeşitli yerlerindeki şiddetten kaçan bu insanların bu kadar bekleyecek zamanlarının olmaması. İkincisi ise göçmenlerin tutuklanma süresi. ICE kayıt dışı bir göçmeni istediği kadar gözaltında tutabiliyor. Bu durum da göçmeni bir belirsizliğe hapsediyor. Ne sınır dışı edilen ne de serbest bırakılan bu göçmenler, belgesele göre psikolojik şiddetin yanında fiziksel şiddete de maruz kalabiliyorlar. Luis de ICE tarafından tutuklandıktan sonra yaklaşık 3 ay hapiste kalıyor.

Alejandra Juarez

ABD eski başkanı Barack Obama, hedeflerinin aileler değil suçlular olduğunu söylemiştir. Obama döneminde de Bush döneminde de 3 çocuğu ABD vatandaşı olan, vergilerini düzenli ödeyen aileler, düzenli olarak Göç İdaresine uğramak şartıyla sınır dışı edilmemiştir. Yani yetkililerin takdir yetkisi vardı. ABD vatandaşı eski bir asker ile evli ve ondan 2 kızı olan Meksika vatandaşı Alejandra da belgeseldeki röportajında bunu söylemektedir. ‘Her ne kadar Obama döneminde kayıt dışı göçmenlerle ilgili bir şey yapılmamış olsa da en azından ülkeyi terk etmemiz de gerekmemişti.’ demiştir. Şimdi ise yediği bir trafik cezasından dolayı ABD’yi terk ederek Meksika’ya dönmesi gerekmekte ve bunun evliliğine mal olabileceğini düşünmektedir.

Ron, Karen ve Bar

Eğer Birleşik Devletlere ziyaretçi vizesi ile gelir ve süreyi aşarak bir yıldan fazla ülkede kalırsanız ülkenize döndüğünüz anda ABD’ye 10 yıl giriş yasağına çarptırılırsınız. Ron ve Karen İsrail’deki kargaşadan dolayı 1 yaşındaki çocukları Bar’a daha güvenli bir gelecek sunmak amacıyla turist vizesi ile 2001 yılında ABD’ye gelip kendilerine yeni bir hayat kurmuşlardır. Bar’dan başka 2 çocukları daha var fakat onlar ABD topraklarında doğdukları için vatandaşlık hakkına sahiplerdir. Ron’un hikayesinde en dikkat çeken nokta, hakim retoriğin iddia ettiğinin aksine, Ron sahibi olduğu işletmede bir sürü insana iş olanağı sunarak ekonomiye katkıda bulunmaktadır. Aynı zamanda vatandaş olmasa dahi vergilerini ödemeye devam etmektedir. Yani göçmenler çoğu zaman ekonomiye ya iş olanağı sunarak ya da kimsenin yapmak istemediği işleri yaparak katkıda bulunmaktadırlar. Öte yandan şu an 19 yaşında olan Bar’ın “DACA” tecrübesi de önemlidir. Obama tarafından 2012 yılında yürürlüğe konan DACA programı ülkeye 16 yaşından küçükken getirilen kayıtsız göçmenleri koruma altına alan, onlara bir sosyal güvenlik numarası verip sınır dışı edilmekten koruyan her 2 yılda bir de yenilenmesi gereken bir programdır. DACA vatandaşlık için bir yol açmazken, en azından göçmen için kısa da olsa bir güvence sağlamaktadır. Fakat 2017 yılında bu program Başkan Trump’ın emriyle iptal edilmiştir. Belgesel, iptalin Supreme Court’a taşındığını söylüyor. DACA sayesinde yaşıtları gibi bir iş yerinde çalışabilen, üniversite başvurusu yapabilen veya ehliyet alabilen milyonlarca gençten biri olan Bar, her zaman korkarak yaşaması gerektiği için üzülmektedir. Zaten aile, sınır dışı edilmekten o kadar korkuyor ki soyadlarının belgeselde geçmesini istemiyor.

Vinny

Laos’tan 1986 yılında ailesi ile birlikte “siyasi sığınmacı” olarak gelen Vinnie’nin süresiz oturum izni iptal edilmiştir. Sebebi ise uyuşturucu kaçakçılığından 12 yıl hapse çarptırılmasıdır. 2013 yılında serbest kalan Vinny hapishanede eski günahkâr hayatına sırt çevirerek dindar bir insan haline geldiğini söylemektedir. Yani yeni bir başlangıç yapmak istemektedir. Bir Amerikan vatandaşı için yeni bir başlangıç yapmak sadece alacağı kararlara bağlıyken bir kaçak göçmen için bu durum bu kadar kolay değildir. Vinny, işlediği suçtan dolayı sadece süresiz oturum iznini kaybetmekle kalmamış aynı zamanda 2016’da Trump’ın başa geçmesiyle birlikte sınır dışı edilme riski ile de karşı karşıya kalmıştır. Vinny’nin ise kaybedecek çok şeyi vardır zira şu an evlenmiş ve minik bir bebek sahibi olmuştur.

Dunoyer Ailesi

2002 yılında, Kolombiya’dan ABD’ye gelen Dunoyer ailesi ülkeye sığınma talebinde bulunduysa bile bu kabul edilmemiştir. Kolombiya’da iyi bir iş ve gelir sahibi olan bu aile, gerillalar tarafından sürekli tehdit edildikleri için ülkeyi terk etmek zorunda kalmıştır. Dunoyer ailesi, bu günlerde ise ABD’den sınır dışı edilme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Baba Roberto, ailesinin can güvenliği için Kolombiya’ya geri dönmek istememektedir. Çünkü gerillalar, tehdit mesajları göndermeyi bırakmamıştır. Roberto Kolombiya’da yüksek lisans yapmış bir müdürken, eşi Consuleo ise iktisat yüksek lisansı yapan bir pazarlama uzmanıydı. Şimdi, her ikisi de sabahtan akşama kadar hademe olarak çalışmaktalar. Bazıları onları hala İngilizceyi akıcı olarak bilmedikleri için suçluyormuş fakat Roberto sabah 8’den akşam 11’e kadar çalıştığı için İngilizcesini geliştirmeye vakit bulamadığını söylüyor. Belgeselin sonunda, tek başına sınır dışı edildiği bildirilmiştir.

 “Miguel” ve “Maria”

Belgesel, eskiden ailelerin erkeklerinin ekonomik durumdan dolayı Latin Amerika’dan ABD’ye gelmelerden bahsetmektedir. Şimdi ise şiddet nedeniyle ailelerini de alarak kaçmaktadırlar. Bu yolculuk ise çok tehlikeli olabilmektedir. İnsanlar “ölüm treni” diye adlandırdıkları bir trenden atlayarak veya bot kiralayarak nehir üzerinden ülkeye girmeye çalışmaktalar. Bunlar gibi pek çok tehlikeli yöntemle ölümü göze alarak ABD’ye sığınmaya çalışıyorlar çünkü kendi ülkelerinde kalmak da zaten ölüm demek. Gerçek isimlerini ve yüzlerini paylaşmak istemeyen “Miguel” ve “Maria”, Honduras’taki çete savaşlarından dolayı ülkeyi terk ettiklerini söylüyorlar. Ablası çeteler tarafından öldürülen “Maria” bir de onun kızına bakıyor ve ülkeyi terk etme sebeplerinin ona iyi bir gelecek sağlamak olduğunu söylüyorlar. Bu hikayede ise dikkat çeken nokta “Miguel” ve “Maria” ABD’ye girip sığınma talebinde bulunmak için yetkililere gittiklerinde gözaltına alınmışlar ve küçük yeğenlerinden ayrı kalmışlar. Belgesel bunun ABD’de çok büyük bir sorun olduğunu belirtmektedir. Çünkü gerçek sayı net olarak bilinmese bile en az 2600 göçmen çocuk ailesinden ayrı durumda sığınma evlerinde bulunmaktadır. Hele ki gözaltına alınan ebeveynler sınır dışı edilmişse ailelerin bir araya gelebilme olasılığı daha da azalmakta ve göçmen çocuklar evlatlık olarak koruyucu ailelere verilmektedir. Trump yönetimi bunun amacının caydırıcılık olduğunu söylemektedir.

Eddie

Eddie ise Meksika’dan 14 yaşındayken ABD’ye gelmiştir. Sıkıntı şu ki Eddie ülkeye uçakla giriş yapmış, yani gümrük memurunun sorgusundan geçmiştir. Fakat Eddie 14 yaşında olduğu için memura hangi belgeleri göstererek girdiğini hatırlamamakta ve böylece ülkeye ABD vatandaşı olduğu ile ilgili yalan söyleyerek girmiş olma olasılığının aksini ispat edememektedir. Bu nokta önemli çünkü yazının başında da söylendiği gibi, 1997 yılında çıkan yasaya göre eğer ülkeye bu şekilde giriş yapılmadığı kanıtlanamazsa oturma izni sonsuza kadar alınamaz. 20 tane çalışanı olan 3 şubeli bir otel firmasının sahibi olan Eddie şanslıdır. Çünkü kendisinin ve eşinin ekonomik durumu iyi olduğu için Kanada’dan süresiz oturma izni alabilmişlerdir. Arkadaşları ise Amerikan ekonomisine büyük katkısı olan arkadaşlarının Kanada’ya gitmek zorunda kalmasının ABD için bir kayıp olduğunu düşünmektedirler.

AmadouSow

1991 yılında Moritanya’dan ABD’ye gelen Amadou’nun ülkesine geri dönmesi ölümle eşdeğer. Moritanya dünyada köleliğin en fazla olduğu ülkedir. Resmi olarak 1981’de kölelik yasaklansa da ülkedeki Arap çoğunluk, siyahileri köle olarak satmaktadır. Belgesele göre, nüfusun %20 ile %30’u hala köledir. Moritanya hükümeti siyahilere pasaport vermediği için sığınma da talep edememektedirler. Amadou’nun eşi ve çocuklarının ABD vatandaşlığı vardır fakat Amadou 1 yıl boyunca ICE tarafından hapiste tutulmuştur ve sınır dışı edilememesinin tek sebebi uçağa binmeyi reddetmesi olmuştur. Sonrasında sığınma talebi kabul edilmişse de en az bin siyahi Moritanyalının ülkesine geri yollandığı düşünülmektedir. Amadou’nun eşinin anlattığı hikaye ise insanın kanını dondurmaktadır. Anlatılana göre, Moritanya Bağımsızlık Günü’nü kutlamak için başkan 28 siyahinin öldürülmesini emretmiştir. Bu 8 ailenin 8 farklı hikayesi olsa da aslında ortak pek çok noktaları vardır: Hepsi kendisini Amerikalı hissetmektedir. Hepsi her şeye rağmen Amerika ile gurur duymaktadır. Hepsi de Amerika’ya hala inanmaktadır. Toplumun bir parçası olmak ve ona katkıda bulunmak istemektedirler.

Ayşe BOZKURT

Göç Çalışmaları Staj Programı

The Role of INGOs in World Politics with the Globalization Process

The Role of International Non-Governmental Organizations in World Politics with the Globalization Process

 

Abstract

The concept of globalization which caused a great change and transformation process in the modern sense after the Cold War, has been shaped by gaining a definition and dimension in every field. This concept which has evolved into a global civil society, has revealed international non-governmental organizations and multinational structures with the rapid spread of neoliberal values in the world. These structures play a role on the world stage as indispensable actors of global world politics today. The factors that enabled them to gain this powerful role have developed in the historical process within the framework of the increasing resources and universal values they hold. This research article touches on the structures of international non-governmental organizations that have developed with globalization and its brief history, civil society and effects of neoliberalism.

KEY WORDS: globalization, civil society, global civil society, neoliberalism, International Non-Governmental Organizations (INGOs)

 

Introduction

Globalization, which nowadays, does not have a clear definition as it brings a different dimension to every subject from every field. But globalization, which includes a change in general sense and a transformation in a period of time, has historically presented us its examples since the existence of humanity. In order to explain theglobalization with a modern and contemporary approach, it would be more appropiateto look at the post-1980s era. Developments in the world during the post-cold war period have reflected a political globalization process. Universally changing values ​​whose importance is better understood, Western-centered neoliberal approaches have turned into norms and spread rapidly to regions outside the West. In the same process, the concept of civil society, which is as old as the history of globalization, has found a field fordevelopment and transformation. Economic, social, cultural, political and social changes brought about by globalization; by paving the way for civil society and its activities, it has created a global civil society concept and has expanded its field considerably.       Individuals, states, groups, companies, and multinational structures now existin these organizations. In this way, global awareness, consciousness and transformation become easier. These INGOs maintain the practices that states have difficulty in realizing within the framework of their powers and limitations, in cooperation and solidarity. At the same time, multi-dimensional and comprehensive activities aimed at many problems such as human rights, environmental pollution, global warming, humanitarian intervention, poverty, famine and education, which concern all world citizens, achieve successful results with the innovative and entrepreneurial characters of NGOs. In this context, they have become important actors of world politics by reaching important positions in global governance and decision-making processes. When the literature is reviewed, globalization has been studied in large dimensions with very different concepts. Besides, in the light of civil society and neoliberalism, international organizations, international non-governmental organizations and multinational structures have been written by many important writers and academicians and qualified works have been produced.

Globalization and Its Brief History

Globalization, as a very broad concept which adds a different dimension to many issues today. Although it does not have a clear definition according to its conceptual emergence and the stages of change and transformation it has gone through until today, different researchers have presented different concepts. In general, we can consider globalization as a process of multidimensional transformation and rapid integration in economic, social political, and cultural fields with the return of technological developments. [1] In this multidimensional global change and transformation process, the importance of international non-governmental organizations has become increasingly important with its historical processes and has become a powerful guiding mechanism of world policies today. When we look at its historical background, although there is no clear discourse about when the term of globalization emerged, the existence of a global system is not denied in a recent history, especially since the 1990s. Rothschild argued that globalization, which she described as an undated phenomenon, is actually linked to the economic and social history of international relations and that it dates back to ancient times, especially when international trade, investment and communication increased. In this context, based on export and investment relations, it is mentioned that globalization dates back to the 1860s .[2]   According to another assessment, it is possible to take the globalization process in the modern sense from the early 19th century. We can see this process dating back to the 1820s as the emergence of modern globalization as mass migration, advanced communication and transportation technologies, the beginning of industrial growth models in Western Europe. The same article describes the transition period from 1770 to 1820; it is stated that factors of that period such as human rights, the spread of the nation-state, diplomatic and commercial development, economic development and labor power also included the emergence of globalization. It is even possible to find examples of the early globalization process dating back to 1492, when a new global awareness emerged. [3]

Globalization and Civil Society

The concept of civil society, which has become as important as globalization in recent years, shows a parallel development line with globalization.   have paved the way for civil society. The concept of civil society itself has a historical background that is as old as globalization. It has taken place in the discussion topics of important thinkers such as Rousseau, Hegel, Locke, Gramsci and Marx, and it has been studied multidimensionally. Based on the definition of its current form of civil society is a tool for citizens to shape the public discourse as they want to see and live, and to contribute in different ways, as parts of the inevitable change in society. [4]  Civil society, which come together independently from the state and on a voluntary basis, have created a form of organization, which has become a concept that has expanded as “global civil society” due to the globalization. The conceptual discussions of global civil society discussed by various researchers . It has been claimed by different scholars that they have different orientations with bourgeois society, activist model, post-modern and neoliberal forms. But in general, global civil society serves certain purposes. These are non-governmentality, civilizing model, ideas on human rights and citizenship, cooperation, justice and courtesy rather than national interests, aiming to create a strong discourse beyond nations.[5]

Civil societyemerged as a power independent from the state and its tools, has become multi-actors with the expansion of globalization. Within this multi-actor structure whichcreates global civil society, there are certain communities, academics, students, cultural and religious groups and non-governmental organizations. In the developing and changing system, the global civil society has formed international non-governmental organizations that tend to internationalize. In this way, it has become easier to serve larger masses, more universal purposes. These international non-governmental organizations, which develop on the basis of global civil society, increase their importance in the world today with the strong model they have developed. One of the most important of these models is INGOs that founded on the basis of advocating human rights. These organizations have taken up the unfair use of violence by different groups.[6] In this context, INGOs played a major role in the protection and development of this issue and gained a reputation worldwide. In his article, Taylor emphasized that the conceptualization of global civil society has developed as a social activity of non-governmental organizations operating in the international arena. So much so that the emergence of global civil society has been through international NGOs and the common goal is to create a better world.[7]

Kaldor, a prominent academic in the discipline of International Relations, claimed that the interdependence of states with the globalization process created a global governance system and that developing groups, movements, networks and international organizations in this context made the priority of the state open to discussion.[8] Kaldor has defined global civil society in 3 dimensions according to Wightian tradition. The first of these; it is a structure that strengthens global management and draws attention to issues such as human rights, climate change and women, which aims to create a better world after the 90’s. Second, it is a structuring created by economic structures in which NGOs are the key actors, which she calls the neo-liberal version, and finally non-Western societies, which she calls post-modern. [9] In this context, global civil society as a broad concept is an underlying element of international NGOs. Its importance increases day by day as a power that determines the direction of world politics with the change and transformation it targets.

Globalization and Neoliberalism

Globalization and neoliberalism are concepts that we are used interchangibly. Today, although it has dimensions that complement each other, it also creates an integrity that is most criticized.  Neoliberalism has been an ideology that supports globalization and underpins international market policies. Globalization, which has been seen as a development model in recent years, has followed the traces of neoliberal policies with its economic approaches as well as social movements. Neoliberalism, which guides globalization through certain institutions and regimes, reflects its ideological effect through global institutions.[10] With the development phenomenon that can be defined in the context of neoliberal globalization, market economies and economic policies are now guided by institutional structures such as the International Monetary Fund, the World Trade Organization and the World Bank, and a control mechanism is established through these organizations.[11] The neoliberal globalization structure taken within the framework of the economy has now increased its influence in social, cultural and political fields and has provided these with multi-actor institutional structures. This structuring process accelerated with the end of the Cold War after the 1990s and has taken shape with the new world order today. The pluralistic and interdependence structure of neoliberal ideology and the concept of globalizing civil society create an increasingly international and transnationalization process. Multi-actor institutions and organizations that have developed in the extension of neoliberal ideology have created the pioneers of world politics, also they are a structure created by globalization. The economy, which is as important as the security and military capacity of states and determines the power position of states in the world, is today managed within a neoliberal framework through international non-governmental organizations, institutions and companies. These actors who form world policies are not only in the field of economy; they have proven their strength as pioneers of development in social, political, cultural and technological fields. According to McCarthy’s discourse, neoliberalism has enabled the transformation of social relations and ties to serve political purposes with international organizations, which are modern institutions in modern life. [12] In this sense, it is possible to say that multi-purpose actors that have developed with globalization are structures that have had a significant role in the world politics.

Globalization and International Non-Governmental Organizations (INGOs)

As it ismentioned before, the civil society structure and the ideological approach of neoliberalism that developed with globalization created the basis for the development of international non-governmental organizations. International companies, groups, states and organizations that have become more important with the changing world order; they have played a leading role in creating global consciousness and transformation by becoming multinational and actor independent of the state. However, some norms and beliefs that have gained universal character in the world have become important actors in the world politics by serving larger masses through these organizations.

Looking at the post-Cold War period, globalization and civil society as two emerging concepts have greatly influenced world politics and the role of international NGOs in these policies. Changes in economic, political, technological, social and cultural dimensions have laid the foundation for the emergence of new order and actors in the world and the strengthening of INGOs in this context. The increase in global awareness and consciousness has also led to the strengthening of the global community understanding. Democracy, governance and global civil society connection, which play a bridge role in the strengthening of INGOs, have emerged as tools that positively develop the role of INGOs in world politics. The strong spirit of civil society that has developed especially in states such as Europe with a consolidated democracy has led to an increasing internationalization and organization. This, in turn, has been the factors that have developed the role of INGOs in world politics too. INGOs, which have grown rapidly in the last thirty years, are the most dynamic and active part of civil society and are functional structures that develop independently from the state for the sake of citizens’ interests. These structures, which focus on almost every sector, have made great contributions to the world both nationally, internationally and regionally, and it is believed that the structure of the United Nations system will function better especially in human rights, democracy and development systems only with these organizations. International NGOs addressing a wide range of areas within the framework of these important criteria, which are volunteer-based, independent, non-profit and public interest, have made enormous contributions in raising awareness by spreading the issues they draw attention globally.[13]

Reimann, who made a great contribution to the literature in this field by examining the role of NGOs in the world, claimed that NGOs reached a strong position by spreading to non-Western countries in the world with the increase of international political opportunities with political access and financing after the 1990s. He mentioned a developing NGO literature not only in political science but also in fields such as anthropology and sociology.[14] Reimann stated that INGOs developed with globalization which is a political aspect, as I mentioned earlier. Here, they exhibit a structure that is strengthened by the liberal democratic values of the West rather than the influence of sociological and technological forces. In this regard, Reimann provided three evaluations. First, states provided growth opportunities for NGOs for resource mobilization and political access. Second, the inclusion of NGOs in national and international politics for the activism of international norms has paved the way for many countries that suppress NGOs to provide political space and the spread of NGOs to non-Western regions. Thirdly, he argued that the relationships of NGOs and other actors were in a collective grow on functional commitment and mutual interests in this evolving process.[15] The power of NGOs in world politics is that NGOs are encouraged by states to advocate and services are adapted to global problems. In particular, some common goals have been shared between INGOs, governments, and International Governmental Organizations (IGOs). These are relationships that encourage new forms of transnational governance, work together to form international institutions, pursue a foreign policy aimed at aid and intervention in many ways. Also, states have become dependent on NGOs for resources and political access. For the purpose of international cooperation and dissemination of neoliberal values, states see NGOs as an effective tool for these targets.[16]

The methods used by NGOs such as information gathering and analysis, agenda creation and cooperation with states strategically increase their power in world politics.[17] There are important strategies used by INGOs to succeed in creating global consciousness and to become an element of power. For example, the movement created by opening the media to public criticism and challenging human rights violations through various mechanisms has become a strategy of the age. For this purpose, incentives are provided to protect universal values and reduce violations. Doing this with the most effective channels constitutes a strong discourse. Another strategy is to make structural changes in cooperation with national and international authorities and to create a public opinion sensitive to human rights, environmental consciousness and universal values.[18] Furthermore, since INGOs are not subject to the boundaries faced by state actors, they can effectively use more sustainable initiatives.[19]

Looking at the role of INGOs in global governance, it cannot be denied that they have gained an important place. NGO activities greatly contribute to the participation of multinational companies in global governance and value creation. In addition, the activities of NGOs, where they supervise Multinational enterprises, are observed through development efforts such as the UN Global Compact and the Forest Management Council.[20] The increasing role of INGOs in global governance was also driven by the increase in available resources. Particularly, the support of the UN system in this context is great. Thanks to the innovative approaches they represent, their success in bringing up-to-date solutions to old development problems strengthens the model they create.[21] Besides this, The UN has strong statements about increasing the role of INGOs. Especially the establishment of joint committees at World summits within the activities of the UN, making an informal interactive meeting of NGOs in the UN General Assembly in September 2005 and trying to develop the consultative status of NGOs in terms of legal structure are important developments. Examples such as trying to examine the activities of NGOs in the context of the EU Constitutional Convention and providing the opportunity to participate in EU decision-making processes and fixing them with laws show the role of developing strong INGOs and multi-actor organizations.[22]

Conclusion

he world order is in the process of political change and integration, which is evolving in a different direction every day with globalization,. Economic, technological, political, cultural, social and environmental developments have been the factors shaping the global governance we are in. International non-governmental organizations, which have gained a presence by keeping up with all these developments and changes, have taken their place as the most important actor in world politics thanks to their competence and contributions.

When we look at the past in history, the world is in a transformation process in every sense since the existence of humanity. A transformation in the modern sense and today’s context started after the Cold War and is rapidly changing. Different actors were needed in the process of keeping up with this transformation. In this multi-directional transformation, the power of multi-actor structures has emerged with the increase of global unity, common interests, universal values, resource competencies, technological developments and cooperation. The fact that states, individuals, groups and communities provide a global service in line with common goals has enabled these structures to have a say in the global governance of the world. There are many factors that influence INGOs to reach their current power. Of course, the expansion of the civil society understanding that has developed with globalization and the activities in this context play an important role. In addition, with the gaining of neoliberal approaches in the Western understanding, the activities and orientation power of INGOs have increased considerably in both economic and political terms. In this way, they have gained importance as structures that can spread to almost every region of the world and create effective discourses. In addition to these, INGOs have reached a pioneering position through effective and strategic methods used to create global awareness in the world, channels that provide access to many people in a short time and with the increase of technical competencies in the process. These multi-actor organizations have not only developed economically and politically, but have also provided cultural and social gains to the world. INGOs that follow active and normative paths, especially in activities carried out for environmental problems, human rights, peace and implementation of international law, education, health, culture, science and many other fields, have made it compulsory for the powerful states that determine the political tendencies in the world to cooperate with these structures. They receive great support with their agenda-oriented lobbying activities, systems that encourage international cooperation, well-equipped structures in the information and analysis process, and their competence in resources and financing. As a result, the civil society culture that develops with globalization and INGOs, which are the primary actors in the transfer and implementation of some values ​​in the most effective way, are an inevitable element and an important part of the world’s policies. It seems that this INGOs system, which is constantly changing and developing, will continue to increase its importance day by day with its sustainable utilitarian goals.

 

 

SELİN ÇENGELKAYA

SİVİL TOPLUM OKUMALARI STAJYERİ

 

 

 

REFERENCES

CHIMIAK, G. (2014). The Rise and Stall of Non-Governmental Organizations in Development. Polish Sociological Review, (185), 25-44. Retrieved December 6, 2020, from http://www.jstor.org/stable/24371611

Goel, V., & Tripathi, M. (2010). THE ROLE OF NGOs IN THE ENFORCEMENT OF HUMAN RIGHTS: An Overview. The Indian Journal of Political Science, 71(3), 769-793. Retrieved December 4, 2020, from http://www.jstor.org/stable/42748408

Gordenker, L., & Weiss, T. (1995). Pluralising Global Governance: Analytical Approaches and Dimensions. Third World Quarterly, 16(3), 357-387. Retrieved December 6, 2020, from http://www.jstor.org/stable/3992882

Gupta, V. (2011). ROLE OF CIVIL SOCIETY AND HUMAN RIGHTSz. The Indian Journal of Political Science, 72(2), 363-375. Retrieved December 3, 2020, from http://www.jstor.org/stable/42761421

GÜLER, Begüm, Ş., 2011. Küreselleşmenin Merkezi Aktörlerinden Biri Olarak Avrupa Birliği. Ankara Avrupa Çalışmaları Dergis,i Cilt: 10, No:2, s.47-62

Heron, T. (2008). Globalization, Neoliberalism and the Exercise of Human Agency. International Journal of Politics, Culture, and Society, 20(1/4), 85-101. Retrieved December 4, 2020, from http://www.jstor.org/stable/40206149

Kaldor, M. (2003). The Idea of Global Civil Society. International Affairs (Royal Institute of International Affairs 1944-), 79(3), 583-593. Retrieved December 3, 2020, from http://www.jstor.org/stable/3569364

Kumar, K. (2007). Global Civil Society. European Journal of Sociology / Archives Européennes De Sociologie / Europäisches Archiv Für Soziologie, 48(3), 413-434. Retrieved December 3, 2020, from http://www.jstor.org/stable/23999031

McCarthy, C. (2016). THE NEW TERMS OF RACE LIGHT OF NEOLIBERALISM AND THE TRANSFORMING CONTEXTS OF EDUCATION AND THE CITY IN THE ERA OF GLOBALIZATION. Counterpoints, 491, 413-427. Retrieved December 4, 2020, from http://www.jstor.org/stable/45157424

McKeown, A., Marx, Engels, Park, R., Millikan, M., Rostow, W., & Castells, M. (2007). Periodizing Globalization. History Workshop Journal, (63), 218-230. Retrieved November 27, 2020, from http://www.jstor.org/stable/25472911

Radon, J., & Pecharroman, L. (2017). CIVIL SOCIETY: THE PULSATING HEART OF A COUNTRY, ITS SAFETY VALVE. Journal of International Affairs, 71(1), 31-50. Retrieved November 30, 2020, from https://www.jstor.org/stable/26494362

Reimann, K. (2006). A View from the Top: International Politics, Norms and the Worldwide Growth of NGOs. International Studies Quarterly, 50(1), 45-67. Retrieved December 6, 2020, from http://www.jstor.org/stable/3693551

Rothschild, E. (1999). Globalization and the Return of History. Foreign Policy, (115), 106-116. doi:10.2307/1149496

Şenses, F. (2004). Neoliberal Küreselleşme Kalkınma için Bir Fırsat mı, Engel mi?. Economic Research Center Working Paper in Economic, 04/09. 1-27. August, 2004. Orta Doğu Teknik Üniversitesi. https://erc.metu.edu.tr/en/system/files/menu/series04/0409.pdf

Taylor, R. (2002). Interpreting Global Civil Society. Voluntas: International Journal of Voluntary and Nonprofit Organizations, 13(4), 339-347. Retrieved December 3, 2020, from http://www.jstor.org/stable/27927804

Teegen, H., Doh, J., & Vachani, S. (2004). The Importance of Nongovernmental Organizations (NGOs) in Global Governance and Value Creation: An International Business Research Agenda. Journal of International Business Studies, 35(6), 463-483. Retrieved December 6, 2020, from http://www.jstor.org/stable/3875234

Yıldız, O. (2006). KÜRESELLEŞME SÜRECİNDE SİVİL TOPLUM KURULUŞLARININ DÜNYA POLİTİKASINDA ARTAN ROLÜ: ULUSLARARASI KURULUŞLAR AÇISINDAN BİR DEĞERLENDİRME. İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı, İstanbul, 2006.

 

BIBLIOGRAPHY

[1] GÜLER, Begüm, Ş., 2011. Küreselleşmenin Merkezi Aktörlerinden Biri Olarak Avrupa Birliği. Ankara Avrupa Çalışmaları Dergis,i Cilt: 10, No:2, s.47-62

[2]  Rothschild, E. (1999). Globalization and the Return of History. Foreign Policy, (115), 106-116. doi:10.2307/1149496

[3] McKeown, A., Marx, Engels, Park, R., Millikan, M., Rostow, W., & Castells, M. (2007). Periodizing Globalization. History Workshop Journal, (63), 218-230. Retrieved November 27, 2020, from http://www.jstor.org/stable/25472911

[4] Radon, J., & Pecharroman, L. (2017). CIVIL SOCIETY: THE PULSATING HEART OF A COUNTRY, ITS SAFETY VALVE. Journal of International Affairs, 71(1), 31-50. Retrieved November 30, 2020, from https://www.jstor.org/stable/26494362

[5] KUMAR, K. (2007). Global Civil Society. European Journal of Sociology / Archives Européennes De Sociologie / Europäisches Archiv Für Soziologie, 48(3), 413-434. Retrieved December 3, 2020, from http://www.jstor.org/stable/23999031

[6] Gupta, V. (2011). ROLE OF CIVIL SOCIETY AND HUMAN RIGHTSz. The Indian Journal of Political Science, 72(2), 363-375. Retrieved December 3, 2020, from http://www.jstor.org/stable/42761421

[7] Taylor, R. (2002). Interpreting Global Civil Society. Voluntas: International Journal of Voluntary and Nonprofit Organizations, 13(4), 339-347. Retrieved December 3, 2020, from http://www.jstor.org/stable/27927804

[8] Kaldor, M. (2003). The Idea of Global Civil Society. International Affairs (Royal Institute of International Affairs 1944-), 79(3), 583-593. Retrieved December 3, 2020, from http://www.jstor.org/stable/3569364

[9]Kaldor, M. (2003). The Idea of Global Civil Society. International Affairs (Royal Institute of International Affairs 1944-), 79(3), 583-593. Retrieved December 3, 2020, from http://www.jstor.org/stable/3569364

[10] Heron, T. (2008). Globalization, Neoliberalism and the Exercise of Human Agency. International Journal of Politics, Culture, and Society, 20(1/4), 85-101. Retrieved December 4, 2020, from http://www.jstor.org/stable/40206149

[11] Şenses, F. (2004). Neoliberal Küreselleşme Kalkınma için Bir Fırsat mı, Engel mi?. Economic Research Center Working Paper in Economic, 04/09. 1-27. August, 2004. Orta Doğu Teknik Üniversitesi. https://erc.metu.edu.tr/en/system/files/menu/series04/0409.pdf

[12] McCarthy, C. (2016). THE NEW TERMS OF RACE LIGHT OF NEOLIBERALISM AND THE TRANSFORMING CONTEXTS OF EDUCATION AND THE CITY IN THE ERA OF GLOBALIZATION. Counterpoints, 491, 413-427. Retrieved December 4, 2020, from http://www.jstor.org/stable/45157424

[13] Goel, V., & Tripathi, M. (2010). THE ROLE OF NGOs IN THE ENFORCEMENT OF HUMAN RIGHTS: An Overview. The Indian Journal of Political Science, 71(3), 769-793. Retrieved December 4, 2020, from http://www.jstor.org/stable/42748408

[14] Reimann, K. (2006). A View from the Top: International Politics, Norms and the Worldwide Growth of NGOs. International Studies Quarterly, 50(1), 45-67. Retrieved December 6, 2020, from http://www.jstor.org/stable/3693551 pp.45

[15] Reimann, 2006, pp.46

[16] Reimann, 2006, pp.63

[17] Gordenker, L., & Weiss, T. (1995). Pluralising Global Governance: Analytical Approaches and Dimensions. Third World Quarterly, 16(3), 357-387. Retrieved December 6, 2020, from http://www.jstor.org/stable/3992882

[18] Goel, V., & Tripathi, M. (2010). THE ROLE OF NGOs IN THE ENFORCEMENT OF HUMAN RIGHTS: An Overview. The Indian Journal of Political Science, 71 (3), 769-793. Retrieved December 4, 2020, from http://www.jstor.org/stable/42748408

[19] Teegen, H., Doh, J., & Vachani, S. (2004). The Importance of Nongovernmental Organizations (NGOs) in Global Governance and Value Creation: An International Business Research Agenda. Journal of International Business Studies, 35(6), 463-483. Retrieved December 6, 2020, from http://www.jstor.org/stable/3875234 pp.472

[20] Teegen, Doh & Vachani, 2004, pp.473

[21] CHIMIAK, G. (2014). The Rise and Stall of Non-Governmental Organizations in Development. Polish Sociological Review, (185), 25-44. Retrieved December 6, 2020, from http://www.jstor.org/stable/24371611

[22] Yıldız, O. (2006). KÜRESELLEŞME SÜRECİNDE SİVİL TOPLUM KURULUŞLARININ DÜNYA POLİTİKASINDA ARTAN ROLÜ: ULUSLARARASI KURULUŞLAR AÇISINDAN BİR DEĞERLENDİRME. İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı, İstanbul, 2006.

 

 

 

 

 

 

 

 

Devrim Planı: Diktatörleri Devirmek ya da Sadece Dünyayı Değiştirmek için Şiddetsiz Teknikler

 

Devrim Planı: Diktatörleri Devirmek ya da Sadece Dünyayı Değiştirmek için Şiddetsiz Teknikler, Matthew Miller ve Srdja Popovic, 2015, Paloma Yayınevi, Sayfa Sayısı: 220 

 

İncelemekte olduğumuz kitap; Sırbistan’ın diktatör lideri Slobodan Miloseviç’in şiddetsiz eylem teknikleri ile liderlikten Uluslararası Adalet Divanı önünde yargılanmaya doğru ilerleyen süreci yaratan bir grup Sırp gencinin siyasi tarihe imzasının anlatımıdır. OTPOR eylemleriyle kendi diktatörlerini devirmede çizdikleri şiddetsiz eylem hareketi çerçevesini tanımlar. Kurdukları CANVAS örgütüyle kullandıkları pratiklerin diğer ülke ve olaylara nasıl uyumlanabileceğini vaka analizleri ile destekleyerek bu konuda ilham noktalarını bizlere sunar. Sade ve yalın bir üslupla anlatılan şiddetsiz eylem hareketinin yol haritası niteliğindeki bu kitap başka kitaplara yaptığı atıflarla okuyucuyu yeni kaynaklara yönlendirme konusunda oldukça başarılıdır. On bir bölümden oluşan kitabın içinde anlatılan olayların gerçek olması ise şiddetsiz eylemciliğin başarısını ortaya koymaktadır.

Miller ve Popoviç bizlere; ‘Slobodan Miloseviç, Bosnalı Müslümanlara toplu mezarlar kazdığında, ülkesini savaş, istikrarsızlık, güvensizlik ortamına hapsettiğinde arkasında yozlaşmış politikacılar, gazeteciler ve silahlı kuvvetler gücü vardı. Bunca eğitimli insanı karşınıza alıp sistemi değiştirmek isterseniz yapmanız gereken şey onlara güçsüz oldukları yerden saldırmaktır. İktidarlarının devamı için kan dökmekten çekinmeyecek insanlar ile sadece şiddetsiz direniş eylemleri ile savaşabilirsiniz.’ diyerek şiddetsiz eylemciliğin basit bir aktivizm olmadığından bahsetmektedir. Yazarlar bu söylemlerini sadece kendi öğretim verdikleri veya gözlemledikleri grupların başarısına dayandırarak açıklamaz. Erica Chenoweth ve Maria J. Stephan isimli Amerikalı akademisyenlerin ‘Sivil Direniş Neden İşe Yarar: Şiddet İçermeyen Çatışmanın Stratejik Mantığı’ adlı kitapları sayesinde savlarını bilimsel verilerle de destekler.

Chenoweth ve Stephan kitaplarında 1900- 2006 yılları arasında tespit ettikleri 323 ihtilafın galip ve mağlup portrelerinden yola çıkarak bu durumun sebeplerini araştırır. Çıkan sonuç silahsız savaş olmaz diye düşünen insanlar için oldukça ilginç bir şekilde şiddet içermeyen direniş kampanyalarının şiddet içeren benzerlerine göre neredeyse iki kat başarı şansı olduğu yönündeydi. Araştırmanın içeriğinde ayrıca; şiddet içermeyen direniş eylemi yaşamış ülkelerin çatışma sona erdikten sonraki beş yıl demokrasi olarak kalma olasılıklarının yüzde kırkın üzerinde olduğu ve on yıl içinde sivil savaşın tekrar etme olasılığının ise yüzde yirmi sekiz olduğu belirtildi. Buna rağmen, şiddet içeren eylem yöntemlerini kullanan ülkelerin demokrasi olarak kalma oranları yüzde beş iken sivil savaşın tekrarlama oranları yüzde kırk üçtür.

Kitapta; şiddetsiz eylem denilince akla gelen ilk isimlerden biri olan Nelson Mandela’nın şiddetsiz eylemlerden umudunu keserek agresif savaş taktiklerine döndüğünde gerçekleştirmek istediği değişimi otuz seneye yakın bir süre ertelemesi gerektiği örneklendirerek ancak şiddetsiz eylem hareketlerini kullanarak halkına huzur ve refah sağladığından bahsedilmektedir.

İnsanın öteki insan ile karşılaştığı ilk günden beri süregelen temelde iki sorunu vardır: güç ve güvenlik. Sosyal güvenlik ağı içinde yaşama isteği; en sorunlu devlet organizmasının dahi düzenin temeli olarak görülür. Yazarlara göre; ‘Eğer demokrasi rejim baskısı altında manipülasyona uğruyorsa, silahlı kuvvetler halk üzerinde baskı yapma gücünü etkin kullanıyorsa ve korku en üst seviyeye ulaştıysa artık eğrinin tersine dönme zamanı geldi demektir. Baskı tehdidine boyun eğme ya da karşı gelme sizin inisiyatifinizdedir. Korku itaat etmeniz için yaratılan bir araçtır.’

Popoviç ‘şiddetsiz eylemin Machiavel’i’ olduğu söylenen Gene Sharp’tan öğrendiklerinin üzerine toplumların karizmatik liderlere ihtiyaç duymadıklarını ve şiddetsiz eylemin sıkıcı insan işi olmadığını fark ederek şiddetsiz eylemciliği rotası olarak belirlemiştir. Şiddetsiz eylem herkese ortak amacına uygun şekilde harekete geçebilme cesareti verir. Çünkü; nerede olduğunuz, fiziksel özellikleriniz, kişisel etki alanınız vd. bir anda önemsizleşir. Doğru bir amaç inşa eder, onunla ilgili bir genel anlayış yaratır, iyi bir eylem planı düzenler ve inşa ettiğiniz bu yapıyı korumayı başarırsanız çelimsiz bir insan olmanızın bir önemi kalmaz.

Kitapta yaşam deneyimlerinden yola çıkılarak değişim isteyen her bireyin diğer ülkelerdeki değişimler kendilerine anlatıldığında kullandıkları ortak cümlenin ‘bu bizim ülkemizde olmaz’ olduğunun altı çizilerek, şiddetsiz eylemciliğin tesadüfi kazanım olmadığı aksine belli bir paradigması olduğu belirtilerek her bölgeye ve ülkeye uygulanabileceğinin üzerinde durulmaktadır.

Kitabın on bir bölümün başlıkları bize şiddetsiz eylemciliğe yönelik bir yol haritası sunarken içerikleri ise farklı ülkelerde ve Sırbistan özelinde bu konularda neler yapıldığı, ne kazanımlar elde edildiği ya da yanlış uygulandığında nasıl sonuçlandığı hakkında fikir vermektedir. Bu noktayı biraz detaylandırmak istersek ilk hedefinizin büyük düşünüp küçük başlayacağınız bir gelecek vizyonuna sahip olmak olduğunu belirtmeliyiz.

Gelecek vizyonu; sizin ülkenizin geleceği hakkında düşünceleriniz ve nasıl bir ülkede yaşamak istediğinizi betimlediğiniz kurgudur. CANVAS eğitim verdiği grupların kendi gelecek vizyonlarını belirlemeleri için onları ülkenin her kesimini temsil edecek şekilde gruplara ayırır ve role play yapmalarını ister. İnsanlardan toplumları için neyin önemli olduğunu belirlemeleri istendiğinde herkes günlük dinamiklerden ve küçük şeylerden bahseder. Hiç kimse bu yola çıkış amacı diye sundukları insan hakları, demokrasi, özgürlük ya da geçmiş mitlerinden hatta tarihsel liderlerin karakteristik cümlelerinden bahsetmez. Bu oyunla insanlara belirledikleri amaçlar için yola çıkacakları küçük başlangıçlar net olarak gösterilmiş olur. Topluluk bilinci inşa etmek adına isteklerini gerçekleştirmek için atmaları gereken küçük adımların farkındalığına kavuşan gruplar için değişim ateşini yakmak ve hareketi bir sembole kavuşturmak daha kolaydır.

Uzun ve kontrollü olarak inşa edilen hareket ancak birbiri ile ilgisiz gruplar bir arada mücadele etme istenci oluşturabilir ise ivme kazanır. Siyasi mizah siyasetin tarihi kadar eskidir. Devrimin değiştirmesi beklenen konuların ciddiyetiyle devrimcinin sert mizacı olması beklentisi ise günümüzde eskiyen bir düşünce. Artık mizah stratejinin ta kendisidir. Hareketinizi güçlü kılacak dinamik noktayı keşfetmeli, grubunuzun içinde bulunmasını istediğiniz kişileri seçerek onları safınıza çekmenin yaratıcı yönlerini bulmalısınız. Olumlu bir etki yaratma ihtimali için dinamik, etkin ve eğlenceli bir cazibe merkezi oluşturmalısınız. Ulusal ve uluslararası medyayı en iyi şekilde kullanan eylemci hem kanunu çiğnemeden hem de istediği farkı yaratarak dünyaya şiddetsiz eylemciliğin küresel sıçrayışta olduğunu ve gücünü gösterir. Seyircini tanı, mizahını kullan ve istediğin farkı yarat!

Bilgi en büyük güçtür ve hiçbir korku bilgi karşısında dik duramaz! OTPOR hareketine katılan her genç hapishane şartlarından korku duyuyordu. Ama; korkuya itaat etme değil ona karşı çıkma istencinde birleştiklerinde izledikleri ortak stratejiyle hissettikleri korkuyu tahliye olduktan sonra ülkenin en havalı grubunun üyesi olduklarının ispatı ile havalı bir hale dönüştürdüler. Başarılı olmak için hangi payandaya dayanmaları gerektiğini iyi anlamış ve birlik içinde çalışma şartını yerine getirmiştir. Bir araya geldiklerinde mizahı kullanan ve kimseye zarar vermeyen gençlerin hapse atılmasını kınamak için yaşlı insanların polis ofisine sürekli telefon açıp ‘Neden masum çocukları tutukluyorsunuz? Uğraşacak başka sorunlarınız yok mu?’ sorusuna cevap vermek artık polisi sürekli sorgulama altında hissettiriyordu.

Toplumsal dinamikleri ölçmek için anket yöntemini kullandığınızı ve toplumun çoğunluğunun değişimden yana fikir beyan ettiğini düşünün. Dönüşüm için yeni bir oluşum yaratmanız gerektiğinin farkına vardığınızda önemsemeniz gereken üç şey vardır: zamanlama, planlama ve grup isminiz. OTPOR gençleri grup kimliğinin birleştiriciliğine inanarak hareketlerine tek bir odak noktası belirledi ve ‘İşi bitik!’ sloganıyla bütün muhalefet partilerini ve toplumu örgütlemeyi başardı. İnşa ettikleri toplumsal birlik hareketiyle söylemin gücünü kullanarak zaman ve mekânın önemsizliğini, toplumsal birlik inşasının önemini, belirlediğiniz amaca doğru hareket ederseniz değişimin kaçınılmazlığını sergilediler. Herkesi hareketinize katılmaya cesaret edebilecek bir marka adınız ve iyi bir planlamayla zamanında attığınız zafer turunuz yoksa en iyi ihtimalle başa dönerek yolunuzu yeniden çizmelisiniz.

Şiddet içermeyen eylem planlamasında insanları ikna etme kabiliyeti önemlidir. İnsanları güç kullanmakla korkutup var olan diktatörlerine sarılmaları yerine huzurlu bir geleceğin varlığına birlikte ulaşabileceğinize emin olmalarını sağlamalısınız. Eylem planınız cazip hareketinizin bileşenleri tüm halkı birleştirecek kadar sempatik olmalıdır. Şiddetsizlik disiplinini ideolojiniz olarak belirledikten sonra yapmanız gereken onu provokasyona karşı korumaktır. Kitap size eylem planınızı oluşturmak için gereken adımları verirken aynı zamanda sizi olası tehlikelere karşı korunmanız için savunma taktiği de verir. Bunlardan en önemlisi kendi hareketinizin içine sızmak isteyen şiddet yanlısı kişilerdir. Bunların sizin grubunuzun organik üyesi olması gerekmez. Bir kez medyada sizdenmiş gibi gözüküp hareketinizin meşruiyetine gölge düşürmesi yeterlidir. Sosyal medya çağının viral yeteneği ve gerçekleri araştırmadan tüketenleri sayesinde sizinle birlikte ulvi amacınız için yürümek isteyen insanları kaybedebilirsiniz. Bunun için; soğukkanlı kalmalı, saflarınızdaki potansiyel gerilim tırmandırıcıları protesto polisi olarak belirleyerek grubunuzun kargaşa çıkarma olasılığını saf dışı etmeli ve aynı zamanda dışarıdan grup içine sızıp meşru hareketinizi kötü gösterecek insanları tespit ederek etkisiz kılmalarını da sağlamalısınız. Çünkü; istikrarlı, kalıcı ve kapsayıcı bir demokratik değişimin yolu şiddetsizliktir.

Bütün kitabı okuduktan sonra aklıma takılan soru ise şu oldu: Demokrasinin belirteci olan oy kullanma hakkı; bir zamanlar Sırbistan’da olduğu gibi seçimlerde yarışan on dokuz muhalefet partisi ve bir iktidar partisini oylamaya dönüşmüşse, muhalefet partileri kendi aralarındaki küçük farklılıklara takılıp tek çatı altında toplanamadığı için ülke bir diktatör tarafından demokratik seçim görüntüsüyle yönetilmeye devam ediyorsa siyasal rejimin adı ne olmalıdır?

Şiddetsiz eylem hareketiyle yapmak istediğiniz kurumsal ve toplumsal değişimin yavaş sonuçlanacağını kabul etmelisiniz. Küçük küçük başladığınız değişim hareketlerini yürütmek kadar zaferinizi ilan etme anınız da önemlidir. Uzlaşma kültürüne sahip olmalı ve tarihsel süreçle bağlantılı hareket ettiğinizi unutmamalısınız. Eski rejim ve onun savunucuları gerçekleşen değişimle beraber hemen yok olmaz. Belirlediğiniz gelecek vizyonu ile gerçekleştirdiğiniz hayalinize sahip çıkmak kazandığınız zafer kadar önemlidir.

Kitabın ana fikri; bireylerin algılarını değiştirerek koruyucu beklemek yerine kendilerinin harekete geçmesi gerektiğini belirtmektir. Şiddetsiz eylem planı sadece diktatörü devirmeniz için değil hayatınızda ve toplumda yolunda gitmediğini düşündüğünüz her şeye karşı uygulayabileceğiniz net çerçevelerdir. Yeter ki; amacınızı doğru belirleyin ve başladığınız işi bitirin! OTPOR diktatörü devirip yerine demokratik rejimi kurduğunu düşündüğü anda asıl amaçlarının demokrasinin sürekliliği olduğu bilincindedir. Bunun için yeni seçilen demokratik hükümete ‘Gözümüz üzerinizde!’ yazılı pankartlarla bunu betimler.

Unutmayın ki insanlar ölümlü, kurumsal yapılar ise canlı organizmalardır. Hareketinizin organik yapıya kavuşması ama asla bir insana bağlı olmaması gerekir. Yarattığınız kurumsal yapılar böylece bireyin ömründen bağımsız olarak yaşamaya devam edebilecektir. Aynı zamanda değişim sözü ile iktidara gelen hükümette adımlarını yavaş yavaş atarak nihai hedefe doğru yürümelidir. Uyum süreci her toplum için zordur.

Kitabın belirttiği önemli bir nokta daha vardır. Sonucunu görüp paylaşımlarda bulunduğunuz her eylem yıllar içinde şekillenen hareketlerin sonucudur. ‘Bir anda çıkan eylemler sonucu yaşanan değişim hareketleri’ söyleminin yanılgısına kapılmamalısınız.

 

 

 

MUKADDES YILMAZ

TUİÇ BALKANLAR STAJYERİ

 

 

Zorunlu Göç ve Ahlak

 

Zorunlu Göç ve Ahlak-Göçün Ahlak Gelişimi Üzerine Etkileri, Hatice Ekici, 2019, Nobel Akademik Yayıncılık, Sayfa Sayısı: 196

 

Göç olgusu, insanlığın ilk zamanlarından beri hayatımızda olup bugüne kadar kendini koruyabilmiş nadir kavramlardandır. Kimi zaman insanların kendi istek ve arzularıyla gerçekleştirdiği bir eylem olan göç, kimi zaman dış etkenler nedeniyle zorunda bırakılan bir eylemdir. İçinde bulunduğumuz zamanlarda hayatımızın her alanında karşılaşabileceğimiz bir durum olan zorunlu göç, bu çalışmada incelenecek olup Hatice Ekici’nin yazdığı “Zorunlu Göç ve Ahlak” adlı kitabın da ana konusunu oluşturmaktadır.

Araştırma çalışması niteliğindeki bu kitap, zorunlu göç olgusunun genç bireylerin ahlaki gelişimleri üzerindeki etkilerini Ahlaki Temeller Kuramı çerçevesinde incelemeyi amaçlamaktadır. Daha spesifik olmak gerekirse, bu kitap, politik şiddete maruz kalmış ve savaş mağduru olan Suriyeli sığınmacı ergenlerin ve savaş mağduru olmayan Türk ergenlerin ahlaki temellerini inceleyerek bu deneyimlerin bireyin ahlaki gelişimi ve değer yargıları üzerindeki etkilerini incelemeyi amaçlamaktadır.

Kitap dört ana bölüm, on altı alt başlık ve çok sayıda ikincil alt başlıklardan oluşmaktadır. İlk bölümde literatür taraması yapan yazar, araştırmasında kullanacağı kavramları ve ihtiyacımız olabilecek yan bilgileri detaylıca vermiştir. Birinci alt başlıkta ahlak gelişim kuramlarını inceleyen yazar, bu konuda yapılan araştırmaların toplumsal cinsiyet, aile dinamikleri, kültürel farklar ve gruplar arası ilişkiler gibi birçok farklı alanda yürütüldüğünü ve Ahlak gelişimi alanının antropoloji, sosyoloji, siyaset bilimi gibi sosyal bilimlerdeki gelişmelerden faydalanarak ilerlediğini anlatmıştır. Ahlak Gelişimi alanının disiplinlerarası bir yapıya dönüştüğü vurgulanmıştır.

Ahlaki Temeller Kuramı, en kısa şekliyle anlatılırsa beş ana temelden oluşur ve bunlar evrimsel içgüdüler ışığında açıklanabilir. Bakım/ zarar temeli, bireyin ihtiyacı olduğunu düşündüğü birisini koruma sezisidir. Adalet/hilecilik temeli, grup halinde yaşayan insanların belirlenen adalet ilkelerine uyulması sezisidir. Sadakat/ihanet temeli takımcılıkla alakalıdır. Kendi grubunun öncelik ve ihtiyaçlarını diğer grupların önüne koyma bir nevi kayırma sezisidir. Otorite/yıkım temeli, hiyerarşik bir düzende beraber olan bireylerin bu düzeni bozmama içgüdüsü kısacası altın üstle iyi geçinmesi, üstün altla iyi geçinmesi denilebilir. Son olarak, kutsallık/yozlaşma temeli, kutsal olana saygı duyup dünyevi arzuları bastırma isteğidir.

Bu modele göre yukarıda sayılan ahlaki temeller doğrultusunda birey ahlaki gelişimini sürdürür ve karşılaştığı durumun ahlaki ihlal olduğuna ya da olmadığına karar verir.

Birinci bölümde başka bir alt başlık olan politik şiddetin sonuçları kısmında yazar, bu şiddetin, çocukların psikolojisini, travma sonrası bozukluklar ve psikosomatik bozukluklar vesilesiyle kötü ve derinden etkilediğini dile getirmiştir. Bu bulguları destekleyen pek çok güvenilir kaynaktan alıntılar yapılmıştır.

Kitabın ikinci bölümünde araştırma çalışması boyunca izlenecek yöntemleri anlatan yazar, katılımcıları aynı sosyoekonomik sınıflardan seçmeye özen göstermiş, velilerden ve çocuklardan izin alarak her şeyin kontrol altında olduğunu özellikle belirtmiştir.

Araştırma, yirmi Suriyeli sığınmacı ergen ve yirmi Türk ergen ile gerçekleştirilmiştir. Katılımcılara sormayı planladığı ikilemleri veren yazar, var olmayan özel senaryolar yaratmış ve araştırmasını bu senaryolar üzerinden katılımcıların verdikleri dönütler baz alarak yapmayı seçmiştir. Maalesef burada araştırma yöntemi konusunda okuyucu tarafında biraz eksik kalmıştır. Çünkü çocuklara yönelttiği senaryoları okuyucuya vermemiş sadece bulgular üzerinden genel tartışma ve sonuç kısmında bahsetmiştir.

Katılımcıların verdiği cevapları üçüncü bölüm olan bulgular kısmında incelese bile aynı sorular okuyucuya yöneltilmeden, katılımcıların verdiği cevapları okuyucunun analiz etmesi olanaksızdır.

Araştırmalar sonucu elde edilen bulgular ve sonuçlar kitabın üçüncü kısmında okuyucuya sunulmuştur. Burada çocukların verdikleri cevapları inceleyen ve ahlak ihlallerini değerlendiren ve verdiği örneklerde senaryonun başkahramanı olarak cinsiyetsiz bir isim olan “Deniz” ismini kullanarak katılımcıların tamamına hitap etmeyi düşünen yazar, burada bir hata yapmış olabilir. Çünkü sonuç olarak belirli bir yaşın altında olan çocukların bunu tek kişi gibi düşünüp bütün o çok uç noktalardaki ahlaki ikilemlerde kalan bireyin aynı insan olduğunu düşünmeleri kaçınılmazdır. Nitekim kendisi de bu hatayı kabul etmekte ve böyle bir çalışma yapacak olanlara öneriler verdiği kısımda senaryolarda isim değiştirilmesi gerektiğini belirtmektedir.

Bulgular kısmında ortaya çıkan farklılıklarda çoğunlukla Türk ve Suriyeli ergenler benzer cevapları verseler de nedenleri bakımından farklılıklar göstermektedirler. Ayrıca politik şiddet mağduru ve savaş alanlarında büyüyen ya da vakit geçiren çocukların ahlaki temelleri yorumlamaya açık olduğu ve empati yapıldığında belirli senaryolarda, savaş mağduru olduklarından dolayı daha farklı şekilde düşündükleri ve hayatta kalmak ya da öncelikle ailesini düşünmek gibi temel dürtülerinin ahlaki kodlarını yeniden yorumlamalarına neden olduğunu görebiliyoruz. Bu çocukların neler yaşadıkları hakkında hemen hemen her gün bir çok yerde haber vb. görmemize rağmen bu denli zorluklara göğüs germiş olmaları, özellikle bu genç yaşta, çok büyük bir ilham ve hayranlık kaynağıdır.

Tabi ki yazarın da belirttiği gibi sadece katılımcı olan 20 sığınmacı genç ile sınırlı olmayan bir konu fakat bu araştırmanın önyargıları kıran ve bakış açılarını değiştiren bir araştırma olduğu dile getirilmelidir.

Son ana başlık olan genel tartışma kısmında yazar, her senaryoda verilen cevapları genelleyerek ve katılımcıların kültür, duygu ve yaş farklılıklarını göz önünde bulundurarak yorumlayıp okuyucunun takdirine sunmuştur. Sınırlılıklar ve öneriler başlığı altında yaptığı özeleştiri ile bir okuyucu gibi dışarıdan bir göz edasıyla bakmayı başarmıştır.

Sonuç olarak, bu kitabın teorik bir araştırma çalışmasından çok pratikte de işe yaramasını çok isterim. Özellikle bu araştırmada elde edilen sonuçlarda gördüğüm şekliyle, sığınmacı bireylerin topluma kazandırılması konusunda çok önemli adımlar atılabileceğini düşünüyorum. “Zorunlu Göç ve Ahlak” isimli kitabı okumak isteyen ve bakış açısını değiştirmek isteyen herkese tavsiye ederim.

 

 

 

UFUK DENİZ KÖROĞLU

TUİÇ GÖÇ ÇALIŞMALARI STAJYERİ

 

 

Parazit

2019 Güney Kore yapımı olan Parazit filmi yönetmen Bong Joon-Ho’nun son büyük yapıtıdır. Sınıf çatışması temasına odaklanan film, konuyu zengin Park ailesi ve fakir Kim ailesi arasındaki ilişkiler üzerinden teatral ve dramatik olaylara yaslanarak anlatıyor. Tüm dünyada övgüler toplayan filmin uluslararası festivallerde aldığı pek çok ödülün arasında en çok göze çarpanı En İyi Film dalındaki akademi ödülüdür ki filmin bu ödülü alan ilk İngilizce-olmayan film olduğunu da belirtmek gerekir.

Parazit izle - yekdiziizle.com full dizi izle | TODAY.comParazit, toplumun en alt gelir tabakasından Kim ailesinin, önce şans eseri oğullarının ve sonra türlü yalan ve entrikalarla ailenin kalanının toplumun en üst gelir grubundan Park ailesinin yanına şoför, yardımcı, özel öğretmen gibi mesleklerle sızmasını -ve tabiri caizse Park ailesinden parazit gibi beslenmelerini- ve sonrasında gelişen olayları anlatıyor. Filmin ilk yarısı özetlenen olaylarla bir komedi filmi havası verse de ikinci yarı bir gerilim filmi. Park ailesinin kampa gittiği ve Kim ailesinin de ev sahiplerinin yokluğunda malikanede felekten bir gece geçirdikleri bir gün, anne Kim’in işe alınması için türlü oyunlarla işten çıkarttırdıkları eski yardımcı kadın Moon-gwang geri gelir. Kadının gelişiyle öğreniriz ki evde, Park ailesinin de bilmediği, içinde Moon-gwang’ın ticari suçlardan aranan kocasının yaşadığı gizli bir sığınak vardır. Bu sahnede öğrendiğimiz ikinci bir nokta ise Kim ailesinin filmdeki tek “parazit” olmadığıdır. Sahnenin devamında, çok karışık ahlaki boyutları varmış gibi görünse de, oldukça ilkel bir bölge koruma güdüsüyle hareket edilen eylemlerin sonunda ilk kan dökülür ve Kim ailesi galip gelir. Olaylar ilerledikçe işler iyice çığırından çıkar ve en nihayetinde sığınakta yaşayan -ve Kim ailesi tarafından dul bırakılmış- koca; oğul ve anne Kim’i öldürmeye teşebbüs eder, Kim’lerin kızını öldürür ve en nihayetinde kendisi de anne Kim tarafından öldürülür. Sahnenin devamında yer alan olay ise filmin ana teması olan sınıf çatışmasının doruğa çıktığı andır: Baba Kim, baba Park’ı öldürür ve kendisi evin -artık yalnızca Kim ailesi tarafından bilinen- sığınağına saklanır.

Hem yönetmenlik koltuğuna oturan hem de hikâyenin yazarı olan Bong Joon-Ho, anlattığı sınıf çatışmasını yalnızca hikâyede bırakmayıp seçtiği mekanlar ve yazdığı karakterlerle de ortaya koymuştur. Kim ve Park aileleri, birbirlerini hem aynalar (mirror characters) hem de güçlü bir tezat (foil characters) yaratırlar. Demografik olarak birbirine oldukça benzer olan iki aile, ait oldukları ekonomik sınıfların yarattığı beşerî ve sosyal sermayeleri bakımından birbirlerine tezat oluşturur. Benzer bir tezatlık evlerde de ortaya çıkar ve bunun en çarpıcı olduğu sahne, Park’ların kamptan döndüğü yağmurlu gecedir. Bu sahne özellikle dikkat çekicidir çünkü malikanedeki kargaşadan ve yakalanma ihtimalinin gerginliğinden sonra yönetmenin gerilimi keserek izleyiciye bir rahatlama alanı vermesini bekleriz ancak karşımıza çıkan şey Kim’lerin neredeyse insan boyu su basmış evi olur. Filmin burada işaret ettiği şey, görece önemli sorunların (işten atılmak gibi) yokluğunda bile, gündelik sayılabilecek olayların (çünkü en nihayetinde yağmur – şiddetli olsa bile – gündelik ve sıradan bir olaydır) alt sınıf için hâlâ hayatı temelinden etkileyecek kuvvette sorunlar yaratabildiğidir. Gündelik olayların Kim ailesi için bir hayatta kalma mücadelesine dönüştüğü bu noktada durup zengin Park ailesinin sorun ettiklerine bakmak gerekir. Filmde küçük oğul Park’ın işaret etmesiyle ortaya çıkan, filmin devamı boyunca özellikle baba Park tarafından neredeyse bir takıntı haline gelerek büyüyen ve finalde de baba Park’ın ölümüne sebebiyet veren mesele, kokudur. Üst sınıf temsili Park ailesi, çevrelerinde onlara toplumun daha alt tabakalarının varlığını hatırlatacak işaretler istemez ve hatta bu hatırlatıcılardan -ve onların hatırlattıklarından, yani alt sınıf insanlardan- iğrenirler. Ki zaten baba Park’ın ölümü, daha önce de belirtildiği gibi, filmdeki sınıf çatışmasını dorukta gördüğümüz andır. Baba Kim,  sosyal olarak alt sınıfa mensubiyetin kişinin vücuduna kadar sinen emarelerini dayanılmaz bulan baba Park’a karşı kendini daha fazla tutamaz ve kızını kaybetmenin de verdiği hınçla ona saldırır. Aslında baba Kim, alt sınıftan bir kimsenin bıçaklanmasını üst sınıftan birinin bayılmasından daha önemli gören zihniyete saldırmaktadır.

Bong’un filmde yer verdiği bir başka önemli sembol ise Türkçeye “bilge taşı” olarak çevrilebilecek, İngilizce “scholar’s stone” ya da Korece “suseok” denilen ve Uzak Doğu kültüründe önemli bir yere sahip olan taş sembolüdür.[1] Böyle bir taş, oğul Kim üzerinden Kim ailesine hediye edilir ve ilk anda şans getirmiş gibi görünür: Oğul Kim’e taşı hediye eden arkadaşı, onu aynı zamanda Park ailesinin yanında işe sokmuş ve Kim’lerin parazitleşme sürecini başlatmıştır. Taşın gelişi ve bir anda ailenin ekonomik durumunun iyileşmesi, taşı bir çeşit “köşeyi dönme” şansının sembolü haline getirir. Öyle ki, taş; Kim ailesine kısa yoldan zengin olma yolu açmış gibidir. Ancak Bong, bu hayalin gerçek dışılığını ve böyle fuzuli bir kalkışmanın felaketvarî sonuçlarını izleyicinin adeta gözüne sokar: Taş, su basan evde içi tamamen boşmuşçasına suda yüzmektedir; haşmetli görüntüsüne rağmen içi koftur. Yönetmen, Kim ailesinin başına gelenlere ek olarak Moon-gwang ve kocasının ölümleriyle de bu hayalin zararlarını hatırlatır ve oğul Kim’e filmin sonunda taşı bir dereye attırarak bu hayalin yıkıcılığını bir kez daha vurgular. Bong, buraya kadar çalışarak ve hak ederek kazanmanın erdemini övüyor gibi dursa da filmin son sahnesinde geri döndüğümüz yarı bodrum ev, aşağı inen kamera ve gencin babasına vedası, bizi gencin hayallerinin imkansızlığıyla yüzleştirir ve anlatıyı tekrar bir kapitalizm eleştirisine dönüştürür.

Film, içinde üretildiği kültürden ötürü, “karma yasası” fikrinde sabit görünür. Buna göre her eylemin sahibi onun karşılığını alacaktır. Moon-gwang ve kocasını öldüren Kim ailesi de kendilerinden iki kişiyi kaybeder; onu işe sokan arkadaşının güvenine ihanet eden oğul Kim, arkadaşının hediyesiyle nerdeyse öldürülür; üst sınıf timsali baba Park, ölümcül bir yara almış çalışanını değil de baygın oğlunu hastaneye götürmeye çalıştığı sırada alt sınıflıklarından iğrendiği çalışanlarından biri tarafından katledilir ve nihayetinde bu cinayetin zanlısı da hayatının kalanını bir çeşit hücrede geçirmeye mahkûm olur. Filmin sonunda, herkes yaptığı kötülüğe karşılık bir ceza bulmuştur.

Parazit, komedi-gerilim türünde bir vizyon filmi olarak ve teknik açılardan değerlendirildiğinde oldukça başarılı bir film. Fakat film bilinenin üstüne yeni bir şey koymaması, var olanı yalnızca güzel görüntüler ve başarılı oyunculuklarla yeniden anlatması, ortaya bir metafor koyduğunda bile bunu seyirciye doğrudan bağırmasıyla (taş kendisine ilk hediye edildiğinde oğul Kim “Bu çok metaforik!” der) bir alternatif sinema ürünü ya da sanat filmi olmaktan çok uzakta kalarak yalnızca iyi bir piyasa filmi olarak kendine yer buluyor. Parazit, piyasada görece az karşılaşılan bir kültürün başarılı bir yapımını izlemek adına tavsiye edilebilir olsa da kişinin sinemanın dönüştürücü etkisini hissettiği bir yapım değil.

 

 

ELİF ESRA TAŞ

TUİÇ SİVİL TOPLUM STAJYERİ

 

BİBLİYOGRAFYA

[1] Chernick, K. (2020, February 7). A Highly Collectible Rock Plays a Key Role in the Oscar-Nominated Film ‘Parasite.’ Here’s the Actual Meaning Behind It. artnet.https://news.artnet.com/art-world/guide-suseok-stone-parasite-1768059 adresinden alındı.

Aşk ve Anarşi

 

“Diz çökerek yaşayacağına ayakta öl daha iyi”  -Emiliano Zapata

 

Film Özeti

Mussolini İtalya’sında daha önce köyünden hiç çıkmamış bir çiftçi Tunin (Tonino), faşistlerin anarşist arkadaşını öldürdüğüne tanık olur ve ona verdiği sözü tutmak üzere eşyalarını Paris’teki yoldaşlarına götürür. Çok geçmeden kendini arkadaşının yarım kalmış işini tamamlamak üzere Roma’ya yola çıkmış bulur. Tunin’i Roma’ya götüren yarım kalmış işi  Mussolini’yi öldürmektir. Roma’da kendisine yardımcı olacak kişi genelevde çalışan seks işçisi Salome ile tanışır. Salomé’in sevgilisi Anteo, Bologna’da daha önce Mussolini’ye suikast girişiminde üzerine suç yıkılarak linç edilmiştir, Salomé ise hayatını kendisine bulduğu yeni bir isim sayesinde tekrardan kursa da intikam için anarşistlere yardım eder. Kendisini davasına adamış olan, yani; kardeşçe, eşit ve özgür, ilk başta olduğumuz gibi olmak isteyen Tonino, Roma’ya giderken öleceği ihtimalini biliyor, ölümü düşündüğünde gözleri kocaman açılıyor olsa da, biri onu tarla faresinden değersiz hissettiren bu düzene dur diyecekse bu kişinin kendisi olmasını istiyor, ancak bu sayede kendini yeniden değerli hissedebileceğini düşünüyor. Fakat karşısına bir ikilem çıkıyor; aşık oluyor, ya benliği için yaşamayı ya “ben” olabilmek için, kendini gerçekleştirmek için, yurttaş olabilmek için ölmeyi seçmesi gerek, çünkü Sokrates nasıl sürüldüğünde Sokrates olmayacaksa, yani temelde bir yurttaş olamayacaksa, Tonino da halkı ezerek gücünü elinde tutan bu otoriteye baş kaldırmak zorundadır, çünkü köpek gibi yaşamaktansa köpek gibi ölmeyi tercih edecektir. Ne yazık ki bu da istediği gibi gitmeyecek, tam da bir faşist değil anarşist olduğu için başkasının ölümü onu korkutacak, onu seven iki kadın ise onu uyandırmayarak gitmesine engel olacak, ama Tonino’nun sonu yine faşistler tarafından öldürülmek olacaktır, çünkü nihayetinde Mussolini’yi öldürmek istemiştir, ve istenç yıkıcı bir eylem biçimidir.

 

Değerlendirme

Devlet, anarşistler için iktidar mekanizmalarının her türlüsünü kapsayan bir geniş anlamda ve hükümeti işaret eden dar anlamda kullanılır. Filmin ana mekanının bir genelev olması bu açıdan tesadüf değildir, devletin hegemonyasının tezahürü burada kadın bedeninin üzerindedir, bu mekânın erkeklikle devlet arasında üstü kapalı anlaşmasını içerir, bu iki kavram birbirini bu mekanda yeniden üretir.[1]

İlk başta olduğumuz gibi olmaya yapılan atıf Kropotkin’in[2] tarif ettiği doğa durumundaki insanın, düşünüldüğü gibi salt rekabetçi değil aynı zamanda dayanışmacı bir tavır içinde olmasına benzer, hatta bunu bozan devletin varoluşudur ve kurtuluşumuz da devletin yok oluşunda, Mussolini’yi vurmakta saklıdır.

Film boyunca aşkıyla eylemi arasında seçim yapmak zorunda kalan bir adamı izlemekteyiz fakat aslında Tunin’in tereddütü yoktur -belki birini öldürmek konusunda vardır ama kendini feda etmek noktasında yoktur. Burada asıl seçim yapmak zorunda kalan sevgilisi Tripolina olacak ve seçimini gerekirse Salomé ve kendisini de öldürerek Tunin’i uyandırmamak yönünde yapacaktır. Proudhon’da olduğu gibi filmde de Tunin için -bu “erkek” olmak için son şansım- toplum olmaksızın insan olmak mümkün değildir, ancak bu durumun bireysel özelliklerimizin önüne geçmesine de engel olmak gerekir. Zira, Tunin eylemi gerçekleştiremeyince geçirdiği sinir krizi sonucu polis ekiplerine saldırarak bağırır: “ben Mussolini’yi öldürmek istedim!”. Nihayetinde kendini de öldürmek isteyip başaramaz, sonuçta da intihar süsü verilerek öldürülür.

Peki anarşist dönüşüm Tunin’in hedeflediği gibi doğrudan eylem şeklinde mi olacak? Anarşizm kaos ve şiddetle eş anlamlı kullanılsa da klasik anarşizm aslında bunu hedeflememektedir, daha çok Godwin gibi eğitimi ve Kropotkin gibi karşılıklı bir rıza durumunu baz almaktadır. Düşünsel kimliğinden çok aktivist kimliğiyle öne çıkan Bakunin ise muhtemelen böyle bir başkaldırıyı onaylayacaktır çünkü ona göre insanın hayvandan farkı isyan ve düşüncede yatmaktadır. Tunin’in yakalandığı sahnede Salomé’nin bağırışını hatırlayalım: “O sizin için uğraşıyordu, sefilliğinin farkında olmayan siz sefiller için!”

 

 

 

EDA İREM DEMİRCİ

ANARŞİZM OKUMALARI STAJYERİ

 

 

BİBLİYOGRAFYA

[1] Zengin, A. (2011). İktidarın mahremiyeti: İstanbul’da hayat kadınları, seks işçiliği ve şiddet. İstanbul: Metis.

[2] Kropotkin, P. A. (2001). Karşılıklı yardımlaşma ( I. Ergüden & D. Güneri, Trans.). İstanbul: Kaos Yayınları.

Taşı Toprağı Altın Şehir 

Taşı Toprağı Altın Şehir, 1978 yapımı, senaryosu Erdoğan Tünaş’a ait olan, yapımcılığını ise Türker İnanoğlu’nun üstlendiği, köyden kente göçen insanların yaşadığı dramı anlatan oldukça çarpıcı bir filmdir.

Film, en büyük arzusu bir traktör sahibi olmak olan Ökkeş Uyanık’ın herkesin “taşı toprağı altınmış” dediği İstanbul’a gelişi ile başlar. Hikâyenin başlarında köylüyü şehre göçmeye zorlayan şartları görmek mümkündür. Ökkeş ve ailesi toprağı işleyerek kazandıkları üç beş kuruşla zor geçinmektedirler. Traktörü alırsa kazancının artacağını düşünen Ökkeş, kardeşi ve eşinin çabalarıyla o parayı ancak İstanbul’da biriktireceğine ikna olur. Ökkeş, köyünden giderek İstanbul’da gurbetçi olmayı pek de içine sindiremese de, traktörü alıp köyüne döneceği günü hayal edip ailesini de alıp yola düşmektedir.

Birçok köyden kente göç hikayesinde olduğu gibi, Taşı Toprağı Altın Şehir filminde de, akraba ve köylüler aracılığıyla yer yurt edinen aile bireylerinin hepsi çeşitli işlerde çalışmaya başlarlar. Ökkeş halde hamallık yapmaya, eşi Fatma ise gazinolarda sahnelere çıkan bir kadının evinde temizliğe başlar. Ökkeş’in kardeşi Cemal ise inşaatlarda işçilik yapmaktadır. Evin henüz ilkokula giden en küçük üyesi Mehmet ise küçük yaşına rağmen kahvehanelerde çalışır. İstanbul’a gelir gelmez, köyde öküzlerini satıp getirdiği parayla traktörün peşinatını ödeyen Ökkeş ve ailesi geri kalan taksitleri ödeyip hayallerine kavuşmak için arı gibi çalışırlar.

Kazandıkları paranın çok olduğunu düşünerek sevinen ve buranın taşı toprağı altın fikrini pekiştiren aile, İstanbul’un pahalı yaşam şartlarında aldıkları paranın karşılığının köydeki ile aynı olmadığını görünce yıkılırlar. Filmde İstanbul’daki hayat pahalılığı, gelir eşitsizliği, emek sömürüsü çok güzel ve çarpıcı bir şekilde işlenir. Ökkeş ve ailesi gibi büyük umutlarla şehre gelen insanların saflığı ve mağduriyeti kullanılarak nasıl emeklerinin sömürüldüğünü açıkça görebilmek mümkün. Film, köyde dünyadan kopuk yaşayan bir ailenin kapitalist düzen içinde kendine yer edinmeye çalışmasının yanı sıra şehrin aile fertlerini nasıl değiştirip yozlaştırdığını da izleyiciye sunar.

İşçi ve işveren arasındaki çarpık ilişkilere de oldukça güzel değinmiş olan film, şehirde yaşama tutunmak için üç kuruşa muhtaç insanların sisteme karşı direnmek bir yana, biraz daha kazanabilmek uğruna birbirlerini nasıl harcadıklarını, İstanbul’un o güzel yüzünün arkasında nasıl bir hayat kavgası olduğunu bir tokat gibi yüzümüze vurur.

Şehir ve köy hayatının arasındaki çizginin o zamanlar ne kadar kalın ve aşılması zor olduğunu söylemek mümkündür. Ökkeş ve ailesinin köydeki durağanlığa karşı şehrin dinamiklerine alışmaları zaman alır. Meyve sebze haline gelen fazla malların denize dökülmesini hayretle izleyen Ökkeş’in bunu sırf ıspanak fiyatları yükselmesin diye yapıldığını anlamakta zorluk çekmektedir. Öte yandan yazısız kuralların hüküm sürdüğü kırsaldan, bürokrasinin kucağına düşen Ökkeş sık sık karakolu ziyaret etmek zorunda kalmaktadır. İzleyici de, Ökkeş aracılığı ile kırsalda büyümüş birinin şehri anlamakta çektiği zorluğa ve adaptasyonun sürecine şahit olmaktadır.

Zamanla kendilerinin tabiriyle gözü açılan aile üyeleri değişmeye ve önceden sahip olduğu değerleri kaybetmeye başlar. Evinde çalıştığı kadına özenen Fatma’nın eskiden utandığı davranışları modernlik zannederek normalleştirmesi, Ökkeş’in kardeşinin, farkında bile olmadan kaçakçılık işlerinin orta yerine düşmesi ve bunun bedelini hayatı ile ödemesi, oğlu Mehmet’in ise kaçak sigara sattığı arkadaşını bıçaklaması sonucu ıslah evine düşmesi ile sonlanan hikayede, taşı toprağı altın olan İstanbul’da istediğini bulamayan, eli boş kalan ve ailesi dağılan Ökkeş’in isyanı yürekleri dağlıyor.

Her sahnesi çarpıcı olan ve sosyolojik bakımdan derin anlamlar içeren bu yapıtta, Yeşilçam’ın muhteşem oyuncuları olan, Levent Kırca, Ayşegül Atik, Hulusi Kentmen, Erol Taş gibi ustaların yeteneği göz dolduruyor. Ayrıca film usta oyuncu Levent Kırca’nın ilk sinema filmi olma özelliğini de taşıyor. Filmin müziği de Özdemir Erdoğan gibi ustaların elinden. Ailecek izlenecek, müzikleri aklınızda kalacak, köyden kente göçü tüm çıplaklığıyla yüzünüze çarpacak türden bir film “Taşı Toprağı Altın Şehir”.

 

 

 

HAZAL BİÇER

TUİÇ GÖÇ ÇALIŞMALARI STAJYERİ