Home Blog Page 82

Türkiye’deki Çevreci Sivil Toplum Örgütlerinin Gelişim Süreci

Özet

1960’lardan itibaren çevresel konulara olan ilgi artmıştır. Toplumsal hareketlerin içerisinde çevre hareketleri de yer edinmiştir. 1990’lara kadar çevre hareketleri Türkiye dahil olmak üzere birtakım değişimler geçirmiştir. Bu değişimler çevre hareketlerinin örgütlenme pratiklerine yansımıştır. Bu çalışmada 1960’lardan 1990’lara kadar hem Batı’da hem Türkiye’de oluşan çevre hareketlerinin, hem de bu süreç içerisinde oluşan sivil toplum örgütlerinin değişim süreçleri ele alınacaktır. Türkiye’de Batı’dan farklı olarak gelişen dinamikler üzerinde durulacaktır.

Anahtar kelimeler: çevre hareketleri, sivil toplum, Türkiye’de çevreci sivil toplum örgütleri

 

Abstract

Interest in environmental issues has increased since the 1960s. Environmental movements have also taken place within the social movements. Until the 1990s, the environmental movement has undergone a number of changes, including Turkey. These changes have been reflected in the organizational practices of environmental movements. In this study, along with the change process of civil society organizations, environmental movements occurred in both Turkey and the West until the 1960s to the 1990s, will be discussed. It will focus on the evolving dynamics in Turkey, unlike the West.

 

Keywords: environmental movements, civil society, environmental non-governmental organizations in Turkey

 

1. Çevre Hareketleri ve Sivil Toplum

1960’larda ekonomik büyümenin hızlanmasıyla yeni teknolojilerin ortaya çıkması ve nüfus artışına paralel olarak enerji ve kaynakların hızlı tüketimi, çevrenin kirlenmesi konusunda yeni kaynakların doğmasına sebep olurken modern çevresel hareketlerin oluşumunu da tetiklemiştir. (Yelda Erçandırlı, 2019, s. 529) 1960’lar ve 1970’ler çevresel tedirginliklerin dile getirildiği yıllar olmuştur. Özellikle 1960’larda sorunların dile getiriliş şekli daha çok protesto hareketleri şeklindedir.

1970’lere gelindiğinde ise, çevre hareketleri farklı bir forma bürünmüştür. Bu tarihlerde çevre sorunları siyasallaşma süreci içerisine girmiştir. Yine bu tarihlerde 1972’de Stockholm’de çevrenin korunması ile ilgili bir BM İnsani Çevre Konferansı yapılmıştır. (Erçandırlı, 2019, s. 532) Bu konferans sonucunda BM Çevre Programı ortaya çıkmıştır. (Erçandırlı, 2019, 532) Bu süreçte çevresel konulara olan ilgi, siyasal süreçler şeklinde küresel siyasete yansımıştır. Çevre sorunları; feminist hareketlerle, nükleer silahsızlanma, barış gibi konularla iç içe geçmiştir. Ancak devletler bu yıllarda çevresel sorunlar karşısında sorumluluk hissetmemişlerdir. 1990’larda ise Kyoto Protokolü’nün imzalanması ve küresel ısınma sorunu sonucunda devletlere ciddi sorumluluklar yüklenmiştir. (Erçandırlı, 2019, s. 532)

1970’lerden sonraki süreçlerde, çevre sorunlarının gündeme gelmesi çevreci sivil toplum örgütlerinin yapısında da değişiklikleri meydana getirmiştir. Artık çevre hareketleri yalnızca çevreyi korumaya yönelik değildir, yer edindikleri siyasal zemin sayesinde çevre hareketlerini eleştirmeye ve çeşitli eylemlerle de tepkilerini dile getirdikleri bir zemin oluşturmuşlardır. Doğa, insan, toplum ilişkileri bir bütün olarak incelenmeye başlamıştır. Çevreci sivil toplum örgütleri siyasal zemin içerisinde de kendilerini yerleştirebilecekleri bir zemin elde etmeye çalışmışlardır.

 

2. Türkiye’de Çevre Hareketi

Türkiye’de çevre hareketlerinin başlangıç noktası 1970’li yıllar olarak ele alınabilir. Bu yıllarda çevresel hareketlerde kıpırdanmalar söz konusu olmuştur. Batı’da çevre hareketlerinin etkilerini Türkiye içerisinde görmek şaşırtıcı bir durum değildir. Dolayısıyla çevre bilincinin yerleşmesi ve köklenmesi bakımından 1970’ler önemlidir.

Çevre hareketlerindeki ilk kıpırdanmalar daha çok çevreyi olumsuz yönde etkileyebilecek birtakım eylemlere tepki olarak doğmuştur. Örneğin 1975 yılında Murgul’da Etibank Bakır İşletmeleri’nin bitki örtüsüne zarar verdiği yönünde yerel halktan bir takım hukuki süreçlerin başlatılması (Bülent Duru, 1995, s. 56.) bu kıpırdanmaların ilk örnekleri olarak sayılabilir.

1980’li yıllara kadar çevre sorunlarına tepki yerel halkın o bölgedeki çevresel tahribata verdikleri tepki olarak ortaya çıkmıştır. 1980 darbesi, bu hareketlerin sekteye uğramasına sebep olmuştur. Darbenin de getirdiği birtakım kısıtlamalar ve ifade özgürlüğünün oluşabileceği bir demokratik alt zeminin eksikliği nedeniyle çevresel olaylara tepkiler geri planda kalmıştır.

Darbenin olumsuz bir etkisi söz konusu olsa da çevre hareketlerinin tamamen ortadan kaybolduğunu söylemek doğru bir yaklaşım değildir. 1980’lerin sonlarına yaklaşıldığında özellikle Çernobil Nükleer Santrali’ndeki patlamanın Türkiye’deki izlerine bakmak gerekecektir. Çernobil faciası, çevreye verilen ağır tahribatın bir örneği olarak karşımıza çıkmaktadır. Dolayısıyla çevreye verilmesi gereken önem bir kez daha hatırlanmalıdır.

Bu süreçten sonra, Türkiye’de yeşil hareketlerin siyasi zemin içerisine yerleşmeye başladığından söz edilebilir. İlk Yeşiller partisinin de bu süreçte görülmesi tesadüf değildir. Küreselleşme sürecinde Türkiye’nin iletişim ağındaki artışı ve kendisi dışında örgütler ve devletlerden ve onların gelişimlerinden haberdar olması da önemli bir etkendir. Çevre kirliliği ile mücadele kapsamında yapısal dönüşümler pek mümkün olmasa da, atılan adımların göz ardı edilmemesi gerekecektir.

Bu noktada sorgulanması gereken birçok soru olabilir. Türkiye’de çevre hareketi niçin başarılı olamadı? Öncelikle çevre hareketlerinin gerçekleşebileceği demokratik bir zemin gerekmektedir. 1980 Darbesi bu hareketlerin gerçekleşebileceği demokratik zemini daha kırılgan bir hale getirmiştir. Darbenin üzerinden 5-6 yıl sonra baskı ortamının biraz olsun gevşemeye başlamasıyla “devrim sonrasına ertelenen” çevreci-ekolojist konular yeniden ortaya çıkmaya başladı. (Alper Akyüz, 2018, s. 52.) Darbenin etkisi dışında, çevresel hareketlerin ve sivil toplum örgütlerinin var olabileceği ve yerleşebileceği bir yapının yeterli olmaması ele alınabilir. Özellikle gelişmiş toplumlara bakıldığında, hareketlerin serbestçe, demokratik bir zeminde gelişmiş olduğu görülür.  Batı’da yeşil hareketlerin güçlenmesinde en büyük etki, aşırı sanayileşme sonucunda insanın kendisine ürettiğine ve çevresine yabancılaşmasının, Türkiye’de diğer gelişmiş ülkelerde olduğu kadar duyumsanmamasının da güçlü bir çevreciliğin ortaya çıkamamasında payı vardır. (Bülent Duru, 1995, s. 91-92)

Çevre hareketlerinin başarısız olarak nitelendirilebileceği bir başka nokta, hareketlerin yerel düzeyde kalması, yalnızca mevcut sorunun belirtilmesiyle sınırlı kalınması, ulusal ve uluslararası düzeyde yaygınlaşamaması şeklinde ifade edilebilir. Bu noktada mevcut gelişmelerinin var olmadığını da düşünmemek gerekir. Dolayısıyla özellikle sivil toplum örgütlerinin bu süreçte etkisini ele almak gerekmektedir.

 

3. Türkiye’de Çevreci Sivil Toplum Örgütleri

3.1. Greenpeace

Greenpeace, 1971 yılında Kanada’da doğmuş, bir takım nükleer deneme çalışmalarını protesto etmek amacıyla küçük bir balıkçı teknesi ile yola çıkmaları ile ortaya çıkmış bir gruptur (http://www.greenpeace.org). Türkiye’de ilk Greenpeace çalışmaları 1992 yılında faaliyet göstermeye başlamıştır. Nükleer silahsızlanma, deniz kirliliği, enerji politikalarının çevreye olan etkisi gibi birçok alanda faaliyetlerini göstermektedirler. Türkiye temsilciliği bulunmasa da, Ankara ve İzmir gibi birçok ilde destekçisi bulunmaktadır (http://www.greenpeace.org).

3.2. Türkiye Erozyonla Mücadele Ağaçlandırma ve Doğal Varlıkları Koruma Vakfı (TEMA)

Vakıf, 1992’de kurulmuştur. Türkiye’deki sanayi ve iş adamlarının bir araya gelmesiyle sesini kısa bir sürede duyurabilmeyi başarmıştır. Vakıf erozyonla mücadeleyi temel ilke edinmektedir. Özellikle çevre hareketlerinin tekrardan canlanmaya başladığı süreç içerisinde kurulmuş olması tesadüf değildir.

3.3. Türkiye Hayvan Hakları Koruma Derneği

Bu derneğin kuruluşu 1920’lere dayanmaktadır. 1950’li yıllarda kamu yararına çalışan bir dernek olarak kabul edilmiştir. Dernek, adından da anlaşılacağı üzere yalnızca hayvanlarla ilgili sorunlar üzerinde yoğunlaşmıştır. Bu noktada yalnızca çevre sorunları ile ilgili oldukça sınırlı konu üzerinde faaliyet göstermektedir.

Türkiye’de çevre örgütlerinin sayıları özellikle 1990’lı yıllardan itibaren artış göstermiştir. Bazı örgütlerin var olma süreçleri çok daha eskiye dayansa da, bunlar çok sınırlıdır. Dolayısıyla özellikle bu çalışmada belirtilen çevreci kuruluşların varlığı 1970’ler ve birtakım aksaklıklar sonrasında 1990’lardan itibaren yerleşik bir şekilde faaliyetlerine devam edebilmiştir.

3.4. Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği

Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği 2002 yılında kurumsallaşma kararı almıştır. Ancak kökleri 1990’lı yıllara dayanmaktadır. Buğday Hareketi, 1990’lardan bu yana, diğer yaşamlarla uyumu ve ekolojik bütüne saygılı bir toplum hayalini hedef almaktadır(https://www.bugday.org/blog). Derneğin amaçları arasında, geleneksel süreçteki üretimlerin korunması, sürdürülmesi, çevre ve insan sağlığına zarar vermeyen sürdürülebilir tarım yöntemlerinin yaygınlaştırılması ve bireyin doğa ve çevre arasında uyumlu bir şekilde yaşayabilmesi için faaliyet alanları yaratılması şeklinde ifade edilebilir (https://www.bugday.org/blog). Bu dernek özellikle üretim konusundaki birtakım çalışmaları ile sürdürülebilir bir tarımı hedeflemektedir.

3.5. Yeşil Düşünce Derneği

Yeşil Düşünce Derneği 2009 yılında kurulmuştur. Temel amaçları, yeşil politikaların ve yeşil düşüncenin yerleştirilmesi, yaygınlaştırılması üzerinedir. Bu noktadan hareketle dört temel değer üzerinde yoğunlaşılmıştı; ekoloji ve sürdürülebilirlik, demokrasi ve medya, iklim değişikliği ve enerji ve son olarak ekonomi. (https://yesildusunce.org) Dernek birçok alanda etkin bir şekilde faaliyetlerini sürdürmektedir. Güncel projelerinden, “Yeşil Politikalar için Toplumsal Cinsiyet” uluslararası ortaklıklarla yürütülen bir proje olarak yürütülmektedir.

3.6. Akdeniz Koruma Derneği

Akdeniz Koruma Derneği İzmir’de 2012 yılında kurulmuş bir sivil toplum örgütüdür. Kurucuları arasında kıyı ve liman mühendisi, Pasifik Okyanusu’nda uzun yıllar çalışmış, deniz koruma alanları konusunda çalışmalar yapmış Zafer Kızılkaya yer almaktadır. Dernek, öncelikli olarak Akdeniz keşiş foku, Kum köpekbalığı gibi nesli tükenmekte olan türlerin yaşadığı alanların restorasyonu üzerine faaliyet göstermektedir. Bunun yanı sıra, geleneksel kıyı balıkçılarının meslekteki varlığının güvence altına alınması yönünde çalışmalar yürütülmektedir.

3.7. Doğa Derneği

Doğa Derneği, 2002 yılında kurulmuştur. Temel amaçları nesli tükenme tehlikesi ile karşı karşıya kalan kelaynak, ceylan, flamingo, endemik bitkiler gibi birçok canlının yaşamını devam ettirebileceği doğal yaşam ortamlarını sağlamak ve korumaktır. Derneğin başlıca çalışma alanları ise, Burdur Gölü, Hasankeyf, İstanbul, Gediz Deltası, Urfa bozkırları, Seferihisar şeklindedir.

Dernek ulusal alanda faaliyetlerini devam ettirmenin yanı sıra, “Bird Life International” gibi uluslararası bir kurumun da ortaklığını yapmaktadır. (https://www.dogadernegi.org) Dolayısıyla yalnızca yerel faaliyetlerde değil küresel ölçekte de birtakım çalışmalar yürütülmektedir. Doğa Derneği, koruma faaliyetlerinin yanı sıra ülkemizde bulunan doğa kültürünün korunması ve uluslararası alanlarda tanıtılması açısından da önemli sivil toplum örgütüdür.

 

4. Sonuç Yerine: Yapısal Dönüşüm Mümkün mü?

Türkiye’de çevreci hareketler Batı’da olduğu gibi siyasi zeminde başarı yakalayamamışlardır. Çevreci sivil toplum örgütleri, çevre bilincinin yaygınlaştırılmasında ve geliştirilmesinde etkin rol oynamışlardır. Ancak bu çalışmalar yetersiz kalmaktadır. Bu yetersizliklerin sebep olduğu temeller üzerinde yoğunlaşmak hem sivil toplum örgütlerinin hem de çevre hareketlerinin yaygınlaşması ve aynı zamanda siyasi zemin içerisinde de yer bulabilmesi için daha faydalı olacaktır.

Bu çalışmanın da temel amacı hem sivil toplumun önemini vurgulamak hem de çevresel sorunlarına dikkat çekebilmektir. Dolayısıyla başlıkta da belirtildiği üzere şu soruyu sormak gerekir: yapısal dönüşüm mümkün müdür? Yapısal dönüşümlerden bahsedebilmek için öncelikle yerleşmiş bazı pratiklerin değiştirilmesi gerekmektedir. Bu pratiklerin değiştirilmesi uzun yıllar alabilecek bir zamanı gerektirmektedir.

Türkiye’de yapısal dönüşüm için ilk olarak demokrasi pratiğinde birtakım değişiklikler yapılmalıdır. Demokrasi açığının kapatılması bir sivil toplum örgütünün ön koşuludur. Sivil toplum örgütleri devletten bağımsız bir yapı olarak meydana gelse de faaliyetlerinin devamlılığı ve örgüt içerisindeki kurumsallaşma için demokrasi gerekmektedir.

Bir diğer nokta ise, ideolojik bakış açısının değiştirilmesi gerektiği yönündedir. Sivil toplum örgütlerinin yapısı ideolojik düşünceye kayabilir. Dolayısıyla ideolojiden yoksun, yalnızca toplumdaki eksik noktalarını devlet kurumlarına ulaştırabilecek bir sivil örgüt temel hedef olmalıdır. Bu noktada devlet de sivil toplum örgütlerine ideolojik bir aygıt olarak bakmamalıdır.

Aslında Türkiye’de Batı’dan farklı bir sivil toplum örgütlenmesi görülmektedir. Bunun temel sebebi, Aydınlanma felsefesi gibi düşünsel süreçlerin Türkiye içerisinde yerleşmemiş olması, Sanayi Devrimi gibi bir devrim süreçlerini takip edememiş olması ve son olarak da kapitalist sermaye birikimi tecrübesinin geç yaşanmış olmasıdır.

Bir diğer önemli farklılık olarak Batı’daki aşağıdan yukarıya ilişkiler ağının Türkiye’de tam tersi bir şekilde var olması, yönetilenlerin karar alma süreci içerisinde yer almaması ve yasama ekonomik, eğitim sağlık gibi alanların topluma devredildiği bir yapının Türkiye’de gerçekleşmemiş olması belirtilebilir. Dolayısıyla tüm bu argümanlar Batı’dan farklı bir toplumsallaşma sürecini ve sivil toplum örgütlenmesini beraberinde getirmiştir. Sivil toplum örgütlerinin başarısı göz ardı edilemez. Ancak mevcut sorun sivil toplumun çok ötesinde bir yerdedir. Dolayısıyla dönüşüm şarttır.

 

AYDAN YOLCU

Sivil Toplum Staj Programı

 

 

KAYNAKÇA:

  1. Akyüz, Alper. (2018). 1968’in Ürünü Olarak Çevreci, Ekolojist ve Yeşil Hareketler. Toplumsal Tarih, 68, 52-57.
  2. Aşıcı, A. Ahmet ve Şahin, Ümit. (2017). Sürdürülebilir Yaşam İçin Bir Dönüşüm Projesi. (Der.), Yeşil Ekonomi (2.baskı) (ss. 105-132). Yeni İnsan Yayınları.
  3. Aşıcı, A. Ahmet ve Şahin, Ümit. (2017). Sayılarla Dünyada ve Türkiye’de Yeşil Yeni Düzen. (Der.) Yeşil Ekonomi (2.baskı) (ss. 206-21699. Yeni İnsan Yayınları.
  4. Baykan, G. Barış. (2008). Türkiye’de Çevre: Sorunlar, Aktörler ve Yeni Alanlar. Bahçeşehir Üniversitesi Ekonomik ve Toplumsal Araştırmalar Merkezi, 1-6.
  5. Biltekin, Gonca, Eken, E. Mehmet, Erçandırlı, Yelda, Erdağ, Ramazan, Ersoy,, Eyüp, Gözen Ramazan,… Mustafa, Yalvaç. (2019).  Uluslararası İlişkiler Teorileri (Gözden geçirilmiş ikinci baskı). İstanbul: İletişim Yayınları.
  6. Bozkır, Özge. (2018). Çevreci Anlayışın Siyasallaşması: Yeşil Siyaset ve Türkiye. Uluslararası Batı Karadeniz Sosyal ve Beşeri Bilimler Dergisi, 56-69.
  7. Bulut, Firdevs. (2016) Türkiye’de Sivil Toplum Kuruluşlarının Uluslararasılaşma Süreçleri. İlke, 2.
  8. Duru, Bülent. (1995). Çevre bilincinin gelişim sürecinde Türkiye’de Gönüllü Çevre Kuruluşları. (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi). Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi Kent ve Çevre Bilimleri Anabilim Dalı, Ankara.
  9. Holemans, Dirk ve Velde de Van Kati. (2020). Yurttaş Enerjisi: Enerji Demokrasisini Gerçekleştirmek, 6-18.
  10. Kuşat, Nurdan. (2013). Yeşil Sürdürülebilirlik İçin Yeşil Ekonomi: Avantaj ve Dezavantajları-Türkiye İncelemesi. E-Journal of Yaşar University, 4896-4916.
  11. Mardin, Şerif. (1990). Türkiye’de Toplum ve Siyaset (1. Baskı) İstanbul: İletişim Yayınları.
  12. Şahin, Ümit. (2007). Bir Sivil Toplum Teması Olarak Çevrecilik: Ekoloji Hareketlerinin Siyaset Dışına İtilmesi. Sivil Toplum Dergisi, 5(20), 77-89.
  13. Turhan, Ethemcan ve Gündoğan, C. Arif. (2016). Enerji Demokrasisi: Kuvveden fiile. Express Dergisi, 141, 42-44.
  14. Talas, Mustafa. (2010). Çevre Bilinci Konusunda Sivil Toplum Örgütlerinin Önemi. 71-80.
  15. Yetiş, Mehmet. Marx ve Sivil Toplum. Prakis 10, 35-72.

 

 

Çeviri Makale: Biden ve Erdoğan Çift Taraflı bir Çelişkinin İçinde

0

Foreign Policy’de yayımlanan “Biden and Erdogan are Trapped in a Double Fantasy” makalesinden çevrilmiştir. Bu makalenin İngilizce aslını https://foreignpolicy.com/2021/01/06/biden-america-and-erdogan-turkey-are-trapped-in-a-double-fantasy/ sayfasında bulabilirsiniz.

 

“Washington ve Ankara birbirlerini hiçbir şekilde anlamazken, neden birbirlerine yine de ihtiyaç duymaktadır?”

Bir yıl önce, o zamanki başkan adayı Joe Biden, New York Times yayın kurulu ile bir araya geldiğinde Türkiye’de tartışmalara neden olan bir videoya istinaden “[Türkiye] hakkında çok endişeli” olduğunu dile getirdi. Biden, ABD’nin Trump yönetiminden farklı bir yaklaşım benimseyerek Türk toplumunun geniş bir kesimiyle sıkı bağlar kurması gerektiğini belirterek ABD’nin muhalefeti desteklemesi ve “yanlış olduğu düşündüğü şey hakkında konuşması” gerektiğini söyledi. Biden’ın bu hususta, Türkiye’yi transatlantik topluluğuna geri getirmenin ve hatta endişe verici insan hakları sicilini iyileştirmenin mümkün olduğunu düşündüğü görülmektedir.

Bu noktada Biden’ın sert sözleri, Türkiye’nin son birkaç yıldır ABD’li politika yapıcılar için büyük bir baş ağrısı olduğu gerçeğini yansıtıyor gibi gözükmektedir. Beklendiği gibi Biden’ın üst düzey politika yetkililerinin, bu zor müttefike yönelik bir politika formüle etmek için şimdiden kafalarını kaşımaya başladıkları söylenebilir.

Amerika Birleşik Devletleri ve Türkiye’nin olağan dışı bir ilişki içerisinde olduğu görülmektedir. Her iki taraftan da yetkililer, on yıllık ittifaklarına derinden değer vermekte olduklarını, kilit öncelikler için birbirlerine ihtiyaç duyduklarını kabul ederek Irak’tan İslam Devleti’ne ve Balkanlar’a uzanan çok çeşitli dış politika konularında iş birliği yapmakta olduklarını öne sürmektedirler. Ama aynı zamanda birbirlerine derinden güvenmedikleri ve Kürt konusundan NATO’ya ve İsrail’e kadar uzanan bir dizi meselede birbirlerini açıkça cezalandırdıkları, kınadıkları ve keskin bir şekilde çatıştıkları görülmektedir.

Birbirlerine zaman zaman güvendikleri zaman zaman ise çatıştıkları bu çelişkili gerçekler, ABD-Türkiye ilişkisinin işlevsizliğini ve mantığa sığmayan yapısını derin bir şekilde göstermektedir. Onlarca yıllık geçmişe ve jeopolitik çekişmenin arttığı bir dönemde ittifak halinde olmanın her iki taraf için de yararlı olabileceğine rağmen, her iki taraf da birbirlerini sabote etmeye niyetli gibi görünmektedir. Bazen ilişkiler, her iki eşin de aldattığı, yalan söylediği ve samimiyetlerini birbirlerine zarar vermek için kullandıkları kötü bir evlilik gibi gözükebilmektedir. Bu yüzden ABD’nin, Türkiye’nin en çok aranan yerli tehdidi Fethullah Gülen’e barınma hakkı verdiği ve Türk devletinin en korkulan milis tehdidi PKK’nın yan kuruluşlarına silah sağladığı bilinmektedir. Bu esnada Türkiye’nin ise, Amerika’nın jeopolitik düşmanı Rusya’dan uçaksavar sistemleri satın aldığı iddia edilmektedir.

Biden’ın yeni milli güvenlik ekibinin, Obama yönetiminde geçirdikleri zaman hasebiyle bu “kötü evliliğe” yoğun bir şekilde aşina oldukları söylenebilir. Bu deneyimden dolayı, hem Dışişleri Bakanı Antony Blinken hem de göreve gelen Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan, Türkiye’ye karşı “zor sevgiyi (tough love)” savunan makaleler kaleme alarak Türkiye’nin kaygılarına bakılmaksızın Suriyeli Kürtlerin desteğinin sürdürüleceğini ima etmiştir.

ABD ve Türkiye arasındaki diplomatik toplantıların, şikâyetlerin sıralandığı listelerden, yaptırım ve gerginliği artırma tehditlerinden ve diğer tarafa başlatan rollü ters tepki içeren suçlamalardan oluştuğu iddia edilmektedir. Eğer bu toplantılarda odada bir psikoterapist olsaydı şöyle diyebilirdi: “Açıkçası, sorunun köküne inmemiz gerekmektedir.” S-400 füze sistemi ve Fethullah Gülen’in kaderi gibi yüzeydeki sorunların elbette önem taşıdığı görülmektedir, ancak genel ilişki açısından bunları çözmenin bile yeni anlaşmazlıkların ortaya çıkmasına engel olmayabileceği düşünülmektedir.

Türkiye-ABD arasındaki bu sorunların kökenleri, iki tarafın birbirleriyle ilgili ısrarlı düşüncelerinde yattığı görülmektedir. Bu durum, Soğuk Savaş’ın şekillendirdiği bir evlilik olarak düşünülebilir. O zamandan beri hem Amerika hem de Türkiye büyük ölçüde değişmiştir, ancak birbirlerine olan imajlarının değişmediği iddia edilebilir. Türkiye, Amerika’yı kendi iç siyasetini kontrol etmeye ve siyasal nüfuzunu kullanarak liderleri iktidara getirebilme kapasitesine sahip olan bir ülke olarak görmeye devam etmektedir. Öte yandan Amerika’nın ise Türkiye’yi, kendi başına bir uluslararası aktör olmaktan çok, kendi siyasetinde daha büyük olarak gördüğü jeopolitik mücadelesinin bir aracı (aktörü) olarak görmeye devam ettiği görülmektedir. Bu fantezileri düzeltmenin ilişkileri düzeltmeyeceği düşünülmektedir, ancak daha işlevsel bir fantezinin ön şartı olarak kabul edilebilir.

Siyasetçilerden uzmanlara Türkler, ülkelerinin Amerika Birleşik Devletleri ile ilişkilerini tartıştıklarında, genellikle orantı veya karşılaştırmalı analiz ortaya koymadan, evrenin merkezine Ankara’yı koyan ve ABD’li yetkilileri her sabah uyanan ve Türkiye hakkında düşünen, stratejiler ya da entrikalar geliştiren aktörler olarak gören bir algı oluştuğu görülmektedir. Türkiye’nin bu kendi tarih yazımına göre, ABD’nin Türkiye’yi bir düzine önemli müttefikinden biri olarak ele alması için, Türkiye çok önemli, çok stratejik ve ABD’nin birçok hususta Türkiye’ye bağlı olduğu gibi bir anlayış söz konusu olduğu gözükmektedir.

Yukarıda bahsedilen bu tarih yazımının getirdiği Türkiye’nin istisnacılığına olan bu inanç, ABD’nin Türkiye’nin siyasetine belirli bir derecede saplantılı olduğu algısını yarattığı düşünülmektedir. Türk siyasetçiler ve siyasi yorumcuların, Amerikalı karar vericilerin Türkiye’nin seçim yarışlarında galip gelenleri veya kaybedenleri seçmekle meşgul olduğunu – ve tersinin mümkün olmadığı bir şekilde Washington’un seçimleri kazanan kişiye doğru yöneldiğini – varsaydıkları görülmektedir. Sayısız Türk siyasetçinin bugüne kadar yollarının Washington, D.C., Brüksel ve Londra üzerinden geçmiş olması ve bu ülkelerin onların politikalarında herhangi bir etkisi olduğu görülmemesine rağmen, gelecek vadeden ve ulusal bir rol için hazırlanan bir politikacı için Washington D.C.’ye bir gezi, gerekli bir onay mührü (icazet) olarak görülmekte ve algılanmaktadır.

ABD’nin Türk siyasetinde iktidar değiştiren/belirleyen olarak görülmesi, Türk ordusunun siyaset üzerinde aşırı bir etkiye sahip olduğu, 1960-80 yılları arasında üç darbe düzenlediği ve bu yönetimlerin daima ABD patronajlığını sürdürmeye devam ettiği iddia edilen Soğuk Savaş’tan kalma bir tortu olduğu düşünülmektedir. Soğuk Savaş koşullarının, Türkiye’nin kendi iç siyasetindeki durumları komünizm ve terörizme karşı savaş olarak tanımlaması nedeniyle, Washington’ın Türkiye’nin askeri davranışlarına rıza göstermesine yol açtığı iddia edilebilir. Bütün bunlar çerçevesinde bugün, mevcut hükümetin geliştirdiği bir görüş olarak, Türk toplumunun geniş bir kesiminin de Temmuz 2016’daki başarısız darbe girişiminin ABD tarafından organize edilmese bile desteklendiği görüşünü paylaştığı söylenebilir.

Türkiye’nin kutuplaşmış siyasi sınıfı, ABD’nin Türk siyasetini kontrol etmeye çalıştığı fikri dışında pek az şey üzerinde hemfikir olduğu gözükmektedir. Laik Türkler ABD’yi Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP)’ni iktidara getirmekle suçluyor iken; iktidar kanadının da ABD’nin Erdoğan’ı devirmeye çalıştığından endişe ettiği söylenebilir. Bu kesim için, ABD Kongresi’nden uzun zamandır beklenen S-400 yaptırım mevzuatı veya New York savcılarının, İran’ın yaptırımlarını baypas ettiğinden şüphelenilen bir devlet bankası olan Halkbank’a yönelik cezai soruşturması, Amerikan derin devletinin Erdoğan’ı hedef aldığını kanıtlar niteliktedir. Türkiye’nin siyasal yapısını oluşturan çeşitli güç merkezlerinden herhangi birinin – milliyetçiler, Gülenciler, Transatlantikçiler ya da Kemalistler – planlarına aktif ABD katılımı olmadan bir iktidarı ele geçirme arayışında olabileceği fikri, Türk siyasetindeki geleneksel bilgeliğe (halk arasındaki yaygın inanış) meydan okuduğu söylenebilir. Sivil toplum lideri Osman Kavala’nın, ABD konsolosluk görevlilerinin veya Türkiye’de yaşayan Amerikalı bir papaz olan Andrew Brunson’un hapsedilmesi de dâhil olmak üzere yakın tarihli bir dizi yüksek profilli siyasi davada savcıların, Türk hükümetini devirmeye yönelik Amerikalılarla olan temaslara açıkça atıfta bulundukları görülmektedir.

Kukla ustası olarak Amerika fantezisinin zaman içinde ayakta kalmasının nedenlerinden birinin, bu argümanın Türk iç siyasetine uygunluğu olarak ileri sürülebilir. On yıllardır Türkiye’nin liderlerin, Türkiye’deki demokratik standartların ve etnik hakların üzücü durumuna karşı olarak, Türkiye’nin Kürt isyanı için “dış güçleri” suçladıkları görülmektedir. Türkiye’nin laik muhalefet partileri için, Erdoğan’ın iktidara yükselişini bir ABD tasarımı olarak açıklamak – görünüşte Orta Doğu’da ılımlı İslamcılardan bir “yeşil kuşak” yaratmak için – kendi yetersizliklerini kabul etmekten daha kolay gözüktüğü iddia edilebilir.

Erdoğan’ın, 2013’teki seküler kentsel ayaklanmadan, Gezi Parkı gösterilerinden bu yana, ülke içi muhalefetin, ekonomik krizin ve diğer politik hastalıkların kışkırtıcısı olarak dışarıdan gelenleri sorumlu gördüğü de bilinmektedir. Erdoğan, sık sık konuşmalarında bir üst akıla (belirsiz küresel güç) – muhtemelen ABD’ye – atıfta bulunarak onu alaşağı etme girişimlerinde bulunanların, Gülenciler, PKK ve hatta muhalefetin, bu güçlerle kukla efendi olarak hareket ettiğini ima ettiği görülebilir. Erdoğan ailesi tarafından kontrol edilen bir ağ olan A Haber’in bir belgeselinde, uzmanların Türkiye’nin yakın tarihindeki dramatik olayların birçoğunun sorumluluğunu üst akla yükledikleri söylenebilir. Erdoğan, 2015 seçimlerinde Kürt yanlısı Halkların Demokratik Partisi’nin (HDP) ‘üst akıl’ın müdahalesiyle artan popülaritesini açıklayarak, yanlış bir şekilde dönemim ABD Başkanı Barack Obama’nın eski kampanya yöneticilerinin Kürt partisine tavsiyelerde bulunduğunu ileri sürdüğü görülmektedir. Bu hususta, 2015’te Obama ile görüştüğü NATO zirvesinden dönen Erdoğan’a, “ABD yönetimi Türkiye’ye ifade özgürlüğü konusunda baskı yapıyor mu?” diye sorulmuş olup, Erdoğan’ın bu soruya karşılık “İşte üst akıldan kastettiğim şey budur. Üst akıl Türkiye ile oyunlar oynuyor, bölmek ve parçalamak istiyor ve hatta yapabiliyorsa Türkiye’yi bir çırpıda bitirmek istiyor.” yanıtını verdiği görülmüştür.

Ancak Türkiye’nin fantezilerinde yalnız olmadığı söylenebilir. ABD liderleri boş zamanlarını Ankara’daki komploları organize etmek için harcamasalar bile, Türkiye, ABD dış politikasında önemli ve muhtemelen büyük bir rol oynamaktadır denilebilir. ABD dış politika liderleri için Türkiye, ABD’nin karşılaştığı yol ayrımlarında dengede duran bir çıkış noktası, sürekli olarak boşlukları dolduran ve her zaman Avrupa ile Orta Doğu arasında veya Amerika Birleşik Devletleri ile Rusya arasında hareket etme potansiyeline sahip bir tür jeopolitik salınım devleti rolü oynamaktadır. Stratejik konumu, bir Müslüman demokrasi olarak statüsü ve ABD’li rakiplerle flört etme isteği nedeniyle, Türkiye’nin sadakati, Avrasya ve Orta Doğu’daki yeni büyük oyunda birçok ABD’li yetkili için nihai ödül olmaya devam ettiği düşünülmektedir.

Türkiye’nin, Washington’u son birkaç on yılda meşgul eden çok çeşitli dış politika meselelerinde kesinlikle önemli ve bazen rahatsız edici bir rol oynadığı görülmektedir. Türkiye bu hususta, Soğuk Savaş sırasında NATO’nun güney kanadını ayakta tutmuş, 1990’ların Balkan Savaşları’ndaki fraksiyonlarını desteklemiş, 2003 Irak savaşında ikinci bir cephe olasılığını inkâr etmiş ve 2014 yılında İŞİD’e karşı başlatılan harekatta ön cephe hattı olarak görev yapmıştır. Ayrıca Türkiye’nin, Afganistan’da bir NATO ortağı olarak, Kıbrıs’ta ve Doğu Akdeniz’de bir öncü (baş kahraman- protagonist) olarak ve hatta zaman zaman İsrailliler ve Filistinliler arasında arabuluculuk yapmaya çalışarak kilit roller oynadığı söylenebilmektedir. Son yıllarda ise, Somali, Suriye ve Libya’da vekâlet savaşlarına katılmaya başladığı görülmektedir. Tüm bu çabalar ışığında, Washington açısından Türkiye, ABD’nin çabalarına tam olarak uyum sağlamadığını ve en iyi ihtimalle ABD için “sorunlu bir müttefik olduğunu kanıtladı” denebilir.

Türkiye’nin, ABD dış politika önceliklerinde oynadığı bu roller, Türkiye’ye yönelik dikkati meşru kılar niteliktedir. Ancak tüm ilgiye rağmen (veya belki de bundan dolayı) ABD’li yetkililerin, Türkiye’nin politik eylemlerini egemen bir aktörün kendine münhasır politikaları olarak ele almak yerine, ABD dış politikası üzerindeki etkileri üzerinden yorumlama eğiliminde oldukları görülmektedir. ABD yetkilileri, Türkiye’nin, hemen hemen diğer tüm ülkeler gibi, kendisini bir köprüden ziyade bir varış noktası olarak gördüğü fikrine çok az saygı gösterdikleri görülmektedir. Türkiye’nin kendine güveni arttıkça, kendisini jeopolitik bir ödül olarak görmenin aksine, her türlü bağımlılığa karşı kendini koruma arayışı içerisinde olan ve bazı ülkelerdeki ve Amerikan-tanımlı küresel mücadeledeki rolünden ziyade, kendi iç siyasi ihtiyaçlarına hitap eden bir dış politika oluşturmaya çalışan, bağımsız bir aktör olarak ortaya çıktığı söylenebilir.

Türk liderlerin, örneğin, İŞİD ile mücadeleyi öncelikle PKK ile mücadelelerinin merceğinden gördükleri iddia edilebilir. ABD’nin, Türkiye’nin İŞİD’e karşı daha küresel mücadeleye ayrıcalık tanımayacağına dair hayal kırıklığı, Türkiye’nin başka öncelikleri olabileceğine dair çok az anlayış gösterdiği söylenebilir. Bu duruma benzer şekilde, Türkiye’nin bir Rus S-400 uçaksavar sistemi satın alma kararı – ABD Kongresi’ndeki yaptırımlara ilham veren bir karar – Erdoğan’ın Rusya ile uyum çabasından çok kendi hava kuvvetleri tarafından bir başka darbe girişimi korkusunu yansıttığı ileri sürülebilir. Bu S-400 uçaksavar sisteminin, NATO ile tam olarak uyumlu olmasından ziyade, bir NATO ordusuna karşı kalkan olarak düşünüldüğü söylenebilir.

Amerika Birleşik Devletleri’nin yabancı kültürleri anlama yoksunluğu ve solipsizm (tekbencilik) gibi hak edilmiş bir itibara sahip olduğu savunulabilir. Kıtaları aşan ve güvenliğe yönelik birkaç doğrudan tehdide sahip olan bir süper güç olarak Amerika Birleşik Devletleri’nin, dünyayı ve jeopolitik fantezileri umursamamayı diğer çoğu ülkeden daha fazla tolere edebileceği söylenebilir. Ancak Amerika’nın göreceli gücü azaldıkça, bu fantezilerin daha da pahalı hale geldiği düşünülmektedir. Yeni Biden yönetimi, Çin ve Rusya’nın önderlik ettiği otoriter bir meydan okumaya karşı küresel bir demokrasiler mücadelesi olan yeni bir Soğuk Savaş türünü yeniden şekillendiriyormuş gibi gözükmektedir. Ve bu yüzden, Amerika’nın, Soğuk Savaş müttefiklerinin bir kez daha onun liderliğine katılacakları (ya da diğer tarafa geçecekleri korkusu) fantezisine ihtiyaç duyduğu söylenebilir. Öte yandan Türkiye’nin ise bir sonraki küresel mücadelede Amerika Birleşik Devletleri lehine veya aleyhine ittifak kurmakla ilgilenmek yerine, kendi başına bir kutup olmak istediği görülmektedir.

Türk ve ABD’li yetkililerin iki ülke arasındaki ilişkileri görkemli sloganlarla tanımlamayı sevdikleri söylenebilir. Türkiye’nin Amerika Birleşik Devletleri ve NATO için oynadığı rolü tanımlamak için düzenli olarak güvenilir müttefik mantrasını kullandıkları görülmektedir. Bu çerçevede, 1999’daki unutulmaz Türkiye ziyaretinde, o zamanki Başkan Bill Clinton’ın Türkiye’yi stratejik müttefik olarak nitelendirmesi örnek olarak verilebilir. Bir diğer Başkan Bush’un ise kendi döneminde bu ilişkiden stratejik ortaklık olarak bahsetmesi ile birlikte Türk yetkililer her yıl ABD’li meslektaşlarından bu terimi her fırsatta dile getirmelerini istedi. Obama, 2009 yılında ilk resmi yurt dışı gezisinde Türkiye’yi ziyaret ettiğinde stratejik ortaklığı model ortaklık kavramına dönüştürdüğü söylenebilir. Türk kamuoyunda ise bu sloganın ilişkilerde bir yükseltmeye işaret edip etmediği tartışıldı ve büyük ölçüde bu sonuca varıldığı iddia edilebilmektedir.

Görkemli sloganlar, iyi diplomatik zirveler yapar. Ancak Türk-Amerikan ilişkisindeki fanteziler son yıllarda hayal kırıklığı ve gerilimden başka bir şey yaratmadı gibi gözükmektedir. Gerçek şu ki, Türkiye ile ABD’nin farkı çıkarları bulunmakta ve birbirlerinden hoşlanıyor gibi görünmemekteler. Bu nedenle, ikili sorunları ele almaya başlamak için mitleri ve paranoyayı ortadan kaldırmak iyi bir başlangıç noktası gibi gözükmektedir. Ebedi stratejik ittifaka sözde hizmet etmek yerine, iki ülke arasındaki bağların akılcı bir tanımıyla başlayıp işlevsel doğasını kabul edebilecekleri söylenebilir.

Washington için bu durumun, Türkiye’nin artık genellikle NATO müttefikleri ile koordine edilmeyen politikalar izleyen ve bölgesel nüfuzunu genişletmek isteyen bağımsız bir güç olduğu anlayışını kabul etmek anlamına geldiği düşünülmektedir. Türkiye’nin askeri ayak izi artık Kafkasya’dan Libya’ya, Suriye’ye ve Irak’a genişlemesi ve kendi savunma kapasitelerini geliştirmeye odaklanması, zamanla ABD’nin savunma ihracatına ve güvenlik garantilerine daha az bağımlı olacağı anlamına geldiği öngörülebilmektedir.

Yeni gelen Biden yönetimi kesinlikle Türkiye ile ilişkilerde bir sıfırlama oluşturmaya çalışmalıdır, ancak bunu yaparken jeopolitik bir rekabetin nihai ödülü olarak ilişkiyi saplantı haline getirmemesi gerektiği düşünülmektedir. Türkiye ne Ortadoğu’ya bir köprü ne de Müslüman dünya için bir modeldir. Biden, savaşları sonsuza dek sona erdirmeyi ve bölgedeki ABD ayak izini önemli ölçüde azaltmayı taahhüt etmiştir. Bu bağlamda Türkiye’nin, ABD’nin gitgide daha az bağlı olduğu bir bölgede kendi yolunu izleyen bir ülke olduğu söylenebilir.

Biden, onun bir alışkanlığı olarak, Erdoğan ile kişiler arası düzeyde ilişki kurmaya çalışacaktır. Obama yönetiminde Türkiye ile ABD arasında anlaşmazlık başladığında Biden’ın, Washington için Erdoğan’a fısıldayan olarak ortaya çıktığı düşünülmektedir. Bu çerçevede Biden’ın, 2011 yılında Türkiye’de Erdoğan’ı ziyaret ettiği ve 2016’daki başarısız darbe girişiminin ardından Türk hükümeti ile ilişkilerini düzeltmek için Ankara’ya uçtuğu görülmektedir.

Ancak darbe girişimine yönelik öfkeli Amerikan karşıtı tepkinin gösterdiği gibi, böyle bir yaklaşımın sınırları olduğu söylenebilir. Biden, Türkiye’de demokrasi için göstereceği bu çabaya karşılık hem yönetim içinden hem de Kongre’den daha büyük bir destek çağrısı bulmak zorunda kalacaktır. Onun yönetimi, Erdoğan ile pragmatik, kişisel ilişkiler ile Türkiye’nin demokrasisini kurtarma çabaları arasında bir denge aramaya zorlanacak gibi gözükmektedir. Türkiye’nin insan hakları ve demokrasi konusundaki kötüleşen siciline yeniden odaklanmak, düzenli olarak hukukun üstünlüğüne dönüş tercihini dile getiren Türk toplumunun geniş bir kesimi tarafından kesinlikle memnuniyetle karşılanacaktır denebilir. Geçtiğimiz dört yıl boyunca, Trump’ın yönetim politikasının Türkiye’deki insan haklarını ve sivil toplumu görmezden geldiği söylenebilir. New York Times yayın kuruluna açıklandığı gibi, Biden’ın muhalefetle ilişki kurma fikrinin, geleneksel ABD diplomasisine hoş bir dönüşü temsil ettiği düşünülmektedir.

Ancak ABD’nin yapabileceklerinin de sınırları vardır. Washington, reform tercihine ilişkin temel demokratik ilkelerini tutarlı bir şekilde ifade etmekten başka, ülke içinde bir değişim elçisi olarak hizmet etmeyi beklememelidir. Amerika, deyim yerindeyse muhalefetin ekmeğine yağ süremez veya Türkiye’nin seçimlerini etkileyemez. Öte yandan Türkiye içindeki otoriter sürüklenmeyi tersine çevirecek ya da yönetici kadrolarını değiştirecek sihirli değneğe de sahip değildir. En iyi ihtimalle ABD, Türkiye liderlerinin bir dahaki sefere “Belarus gibi hareket etmeye (Belarus’taki seçimlere gönderme)” çalışmamaları amacıyla kendi özgür seçim ilkelerine vurgu yapabilir.

Buna karşılık Ankara’nın, yeni ve bağımsız bir yol seçerek, kaçınılmaz olarak ABD ile daha uzak ve işlemsel (transaksiyonel) bir ilişkiye imza attığını anlaması gerekmektedir. Başkan seçilen Joe Biden’in hala Erdoğan’ın tebrik çağrısı talebine yanıt vermemiş olması şaşırtıcı değildir denebilir (Makalenin asıl yayınlandığı tarih olan 6 Ocak itibariyle).  Bu hususta, Türk siyasetçilerin, ABD’nin Orta Doğu’daki dış politikasının sınırlarını görmesi gerektiği ve Amerikan “derin devletinin” Türkiye’yi tasarladığı, böldüğü ve yeniden şekillendirdiği veya sınırlarında bir Kürt devleti yaratmaya çalıştığı gibi fantezilerden vazgeçmesi gerektiği düşünülmektedir. Daha da önemlisi, Ankara’nın Amerika Birleşik Devletleri ile ortaklığının değeri konusunda kendi değerlendirmesine varması gerekmektedir. Tarihsel olarak, Osmanlı İmparatorluğu’nun ve Türkiye Cumhuriyeti’nin doğudaki güçlü komşusu Rusya’ya karşı batının desteğini aradığı söylenebilir. Bu bağlamda, Türkiye Rusya’nın yayılmasına veya kendi bölgesel izolasyonuna karşı korunmak için ABD’nin yardımına ve desteğine tekrardan ihtiyaç duyabileceği düşünülebilir.

Fantezilerin kendi rolleri vardır – zor zamanlarda iyimserliği sürdürürler ve her zaman en katı gerçekliğimiz olmasa da en büyük arzularımızı ifade ederler. Türk ve ABD ilişkilerinde süregelen bu çifte fantezinin bir zamanlar faydaları olduğu söylenebilir, ancak şimdi sadece her iki tarafı da aldatmaya ve hırçınlaştırmaya hizmet ettiği düşünülmektedir. ABD- Türkiye ilişkisine istikrar ve öngörülebilirlik getirebilmek adına bir doz ilaç vermenin veya gerçeklik (realizm) sunmanın – ya da bazı güncellenmiş fanteziler bulmanın – zamanı gelmiş gibi gözükmektedir.

 

Aslı Aydıntaşbaş, Avrupa Dış İlişkiler Konseyi üyesidir.

Jeremy Shapiro, Avrupa Dış İlişkiler Konseyi’nde araştırma direktörü ve Brookings Enstitüsü’nde yerleşik olmayan Kıdemli Araştırmacıdır. Twitter: @jyshapiro

 

 

Çeviri: Burak KOÇ

 

Belgrad 500 Yıl Sonra

Süha Umar,  Belgrad 500 Yıl Sonra, 2015, Boyut Yayın Grubu, Sayfa Sayısı: 288

 

Belgrad 500 Yıl Sonra adlı kitap, Türkiye Cumhuriyeti Sırbistan Büyükelçisi Süha Umar’ın Belgrad’da görev yaptığı 2,5 senelik süre zarfını konu almaktadır. Arka kapak yazısında “Dost olmadığı algısı oluşturulmuş bir ülkeye, bu ilişkileri düzeltmek ile görevli gönderilen bir büyükelçinin yaşadıklarının ve tüm sorumluluğunu üstlenerek yapmaya çalıştıklarının hikayesidir” ifadesi kitabı özetler niteliktedir.

2008 yılında Kosova’nın bağımsızlığını tek taraflı olarak ilan etmesi ve Türkiye’nin bu bağımsızlığı tanıyan ilk ülkelerden biri olması ile gerilen Türkiye – Sırbistan ilişkileri, Sırbistan’ın önce Ankara Büyükelçisi’ni geri çekmesiyle, daha sonrasında da Kosova’yı tanıyan ülkelerin Belgrad’da bulunan büyükelçilerinin bakan düzeyinde temaslarda bulunmasını yasaklayan bir “Eylem Planı” ile sonuçlanmıştır. Tüm bu gelişmelerin kaçınılmaz sonucu olarak, iki ülke arasında ipler kopma noktasına gelmiştir. Bu tabloya bakıldığında, Nisan 2008’de Belgrad’a göreve başlamak üzere gelen Büyükelçi Umar’ın karşılaştığı siyasi ortamın sıkıntılı olduğunu belirtmek yanlış bir ifade olmaz. Ancak kitabı etkileyici kılan, bu sıkıntılı süreçte büyükelçi tarafından birinci ağızdan anlatılan süreçtir. Kitapta Büyükelçi Umar’ın detaylı olarak ele aldığı 2,5 yıllık görev süresinde Türkiye – Sırbistan ilişkilerinin değişim ve dönüşümüne şahit olmaktayız.

Belgrad 500 Yıl Sonra, Büyükelçi Süha Umar’ın görev süresindeki anılarını içermektedir.Fakat, kitabı yalnızca anı kitabı olarak kategorize etmek doğru olmaz, zira kitapta hem Sırbistan siyasetini hem de Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığının işleyişini detaylı olarak görmekteyiz. Bunun yanı sıra kitap; Uluslararası İlişkiler öğrencilerine, meslek hayatının en tecrübeli yıllarına gelmiş bir diplomatın ağzından diplomasinin ve mesleğin inceliklerini öğrenme fırsatı sunmaktadır. Tüm bunlar büyükelçinin akıcı ve samimi anlatımı ile birleştiğinde, Uluslararası İlişkiler öğrencilerinin yanı sıra konuyla ve bölgeyle ilgili herkese oldukça keyifli ve faydalı bir okuma sağlamaktadır.

Kitapta dönemin siyasi aktörleri olan eski Sırbistan Cumhurbaşkanı Boris Tadiç’ten, Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’na ve dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’a kadar günümüzde de tanınan siyasetçiler yer almaktadır. Anlatımın fotoğraflarla desteklendiği kitapta kritik bir dönemi ele alındığı için de ayrıca önem taşımaktadır. Türkiye – Sırbistan ilişkilerinin yakın geçmiş diye ifade edebileceğimiz dönemini anlatan  kitabı bu nedenle önemli bir kaynak olarak nitelendirebiliriz.

Kitabı önemli kılan bir diğer neden de, geçmişe yapılan atıflarla tarihi hafızayı tazelemesi olmuştur. Görevi süresince deyim yerindeyse Sırbistan’ı karış karış dolaşan Büyükelçi Umar, tarihsel olaylara dem vurarak günümüz siyasetindeki hamlelerini şekillendirmiş, kitapta da bu atıflara yer vermiştir. Bunun sonucu olarak büyükelçiyi bazen Karlofça’da, bazen bugün yaklaşık 120 kadar Türk kökenli Sırbistan vatandaşının yaşadığı Bilaç köyünde görürüz. Gittiği her yerde sağlam dostluklar kuran Büyükelçi Umar, bu açıdan da kitapta geçen kişileri ve siyasi aktörleri sadece bir isim değil, gerçek kişiler olarak görmemizi sağlamıştır. Esasen büyükelçiyi mesleğinin hakkını veren iyi bir diplomat yapan özelliği de budur, kitapta kendisinin kurduğu iyi ilişkilere sıkça rastlarız.

Emekli olmadan önceki son görev yeri olan Sırbistan’da, kritik bir dönemde kritik bir görevin altından başarı ile kalkan Süha Umar, anılarını ve izlenimlerini yazdığı bu kitapta bilgi dolu bir anlatım yapmıştır. Sadece Sırbistan değil, Türkiye ve Batı Balkanlar üzerine okuyan, araştıran ve çalışan herkesin okuması gereken bu kitapta, bölgeye ilgisi olan herkesin rahatlıkla ve keyifle okuyacağı önemli anekdotlar bulunmaktadır. Türkiye – Sırbistan ilişkilerinin bıçak sırtı olduğu bir dönemde, diplomasinin incelikleri ile durumun nasıl tersine çevrilebileceğinin en güzel örneklerinden birini bu kitapta okumaktayız. Büyükelçi Süha Umar’ın bu kitabı, hem mesleki açıdan hem de bölgeyi anlamak açısından en iyi Türkçe kaynaklardan biri olma özelliğini taşımaktadır ve okunması gereken kitaplar arasında yer almaktadır.

Son olarak, Sayın Büyükelçi Süha Umar’ın, Ürdün’deki görev süresini anlatan bir diğer kitabı  Çöl Devriyesi: Ürdün Anıları’dır.Orta Doğu çalışanlara ve ilgililerine tavsiye edilir.

 

 

DENİZ HIZAL

Balkanlar Staj Programı

Dr. Öğr. Üyesi Cemre Pekcan ile Röportaj: Çin ve Siber Alan

 

Bu röportaj Çanakkale 18 Mart Üniversitesi’nde görevli Dr.Öğr. Üyesi Cemre Pekcan ile Çin ve Siber Alan üzerine yapılmıştır.

 

1) Çin’in internet macerası ne zaman ve nasıl başlamıştır? 

1949’da Mao Zedong tarafından kurulan Çin Halk Cumhuriyeti, 1970’lerin sonuna dek dış dünyaya kapalı kalmıştır. 1976’da Mao’nun ölümünden sonra de facto lider olan Deng Xiaoping’in reform ve dışa açılma politikalarıyla birlikte Çin, ekonomik anlamda dış dünyaya açılmış ve hızlı bir ekonomik gelişim göstermiştir. 80’li yılların sonu, Çin’in internet teknolojisiyle tanıştığı dönemdir. İnternet teknolojilerini geliştirmek için bütçesini artıran Çin, 90’lı yılların sonunda china.com ile NASDAQ’ta listelenen ağ şirketlerinin içerisine girmeyi başarmıştır. Ancak yine aynı dönemlerde internetteki özgür haber dolaşımının kitlesel eylemleri tetikleyebileceğinin de farkına varılmış ve Parti’ye zarar verebileceği gerekçesiyle internete sansür uygulama fikri de ortaya atılmıştır. 2000’li yıllarda hükümet, internet teknolojilerinin geliştirilmesi konusuna daha da fazla önem vermiş, hatta IT teknolojisinin geliştirilmesi, ulusal bilgi güvenlik sistemi kurulması gibi hedefleri içeren bir “Ulusal Enformatizasyon Planı” da 2005’te kabul edilmiştir. Çin şu anda dünyanın en büyük ve en etkili internet ağlarına sahiptir.

 

2) Çin’in siber istihbarat ve siber güvenlik çabasını anlatır mısınız? Çin’in hevesleri ve hedefleri nelerdir?

Çin’in siber güvenlik stratejilerinin oluşturulmasında tabi ki en önemli rol Çin Komünist Partisi’nindir (ÇKP). ÇKP’nin yanı sıra Sanayi ve Bilgi Teknolojileri Bakanlığı, Kamu Güvenliği Bakanlığı, Devlet Güvenlik Bakanlığı ya da Devlet Şifreleme Bürosu gibi farklı konulara bakan ve ÇKP ile çalışan kurumlar da vardır. Çin kendi ülkesindeki düzenlemelerin yanı sıra uluslararası alanda da siber uzay kurallarının belirlenmesi gibi girişimlerde bulunmaktadır. Örneğin 2011 ve 2015’te BM’ye küresel bir internet yönetim sisteminin oluşturulması için bir tasarı sunmuştur ancak henüz bu konuda bir uzlaşıya varılamamıştır. 2016’da Çin, internet kullanım kurallarını düzenlemek amacıyla Siber Güvenlik Yasası’nı kabul etmiş, yasa 2017’de yürürlüğe girmiştir. Bu yasanın ilk maddesinde, yasanın amacının; siber güvenliği sağlamak, sosyal çıkarları ve kamu çıkarlarını korumak, vatandaşların ve diğer kuruluşların yasal haklarını korumak olduğu belirtilmektedir. Ancak yasanın Çinli yetkililerin şirketlerin ağ operasyonlarına ani denetim yapmasına izin vermesi dikkat çekicidir. Çünkü yasanın maddelerinde bazı belirsizlikler bulunmaktadır ve özellikle yabancı şirketler açısından hem bilgilerin toplanması hem de fikri mülkiyet hakları gibi konular bakımından endişe yaratmaktadır. Yasanın en büyük amacının Çin’deki tüm internetin  devlet kontrolü altına alınmasını sağlamak olduğu söylenebilir.

 

3) Çin’in siber alanın önde gelen ülkelerinden biri haline gelmesinde sizce Xi Jinping Genel Sekreterliği döneminde uzun süredir takip edilen “düşük profil izleme” politikasından vazgeçilmesinin etkisi nedir?

Çin, Deng Xiaoping döneminde ‘düşük bir profil izlemek’ olarak çevrilen tāo guāng yǎng huì politikasını izlemeye başlamıştır. Bu politika zaman zaman ‘kapasiteni sakla ve doğru zamanı bekle’ gibi farklı çevirilerden ötürü Batı medyasında Çin tehdidi algısını beslemiş olsa da, Deng ve sonrasında iktidara gelen Jiang Zemin dönemlerinde, liderler tarafından daha çok ‘sakin bir şekilde gözlemle ve meselelerle sakin bir şekilde başa çıkma, liderlik gözetme’ gibi cümlelerle ifade edilmiştir. 2013’te göreve başlayan Xi Jinping dönemine kadar düşük bir profil izleme ilkesi Çin dış politikasını tanımlayan ilkelerin başında gelmiştir. Ancak Xi döneminde Çin daha proaktif bir dış politika izlemeye başlamıştır. Tabi ki Çin’in ekonomik anlamda dünyanın en büyük ikinci ekonomisi haline gelmesinin de bunda payı bulunmaktadır. Mao’dan sonra en güçlü lider olarak anılan Xi’nin, göreve başladıktan sonra ortaya attığı Çin Rüyası ya da Bir Kuşak Bir Yol girişimi gibi büyük projeler, artık ‘düşük bir profil izleme’ ilkesinin terk edildiğinin de bir göstergesidir. Hatta Xi, ABD’ye ziyaretinde iki ülke ilişkilerini ‘büyük güç ilişkilerinde yeni bir model’ olarak tanımlamıştır. Yani Çin artık kendisini gelişmekte olan bir ülkeden ziyade büyük güç olarak tanımlamaya başlamıştır. Dolayısıyla Xi Jinping tarafından izlenen politikalar ve düşük bir profil izleme politikasının terk edilmesi, Çin’in siber alanda da önde gelen bir ülke olmasına katkı sağlamıştır. Siber güvenliğe paralel şekilde yapay zekâ teknolojisinin (AI) gelişimi de oldukça önemlidir. Bu bağlamda Çin AI teknolojisinin gelişimine de büyük önem vermekte ve hatta çeşitli stratejik planlar oluşturmaktadır. Hatta 2030 yılında Çin, AI İnovasyon Merkezi haline gelmeyi planlamaktadır. Ancak tabi ki Çin’in internet teknolojileri alanında büyük ilerleme kat etmesi günümüzde siber saldırılar ya da siber casusluk konusunda en fazla suçlanan ülke olmasını da beraberinde getirmektedir. Son yıllarda ABD, Hindistan, Avustralya gibi ülkeler, ülkelerine yapılan siber saldırılardan Çin’i sorumlu tutmuşlardır ancak siber suçlarda suçu işleyeni kanıtlamak çok zor olduğu için ve doğrudan bir ülkeyi suçlamanın çeşitli sonuçları olabileceği için ülkeler doğrudan suçlama yapmaktan kaçınmaktadırlar.

 

4) Çin’in siber güvenlik politikasının Hong Kong ve Tayvan üzerindeki etkisi nedir?

Hong Kong, 1839-42 Birinci Afyon Savaşı’ndan sonra Britanya’ya devredilmiş, 1997’de Çin’e geri dönmüştür. Hong Kong şu anda Çin’in ‘tek ülke iki sistem’ modeli adını verdiği bir yöntemle yönetilmektedir. Yani Hong Kong, iç işlerinde bağımsız ancak dış işlerinde Çin’e bağlıdır. Hong Kong’da Çin’deki internet sansürü uygulanmadığından Çin, Hong Kong’u daha fazla kontrolü altına almak istemektedir. En son 2019’da Çin, suçluların Çin’e iadesini kolaylaştırıcı bir yasa çıkarmış ve bu Hong Kong’da uzun süre devam eden protestolara sebep olmuştur. Bu tarz protestolarda insanlar internetten örgütlenip bir araya geldikleri için Çin, muhtemelen Hong Kong’da da bu durumu kontrol altına almak istemektedir. Bu doğrultuda 2017’de çıkan Siber Güvenlik Yasası Hong Kongluları endişelendirmektedir çünkü bu yasa uygulandığı takdirde Hong Kong’da da internete ve ifade özgürlüğüne çeşitli kısıtlamalar gelebilir.

Tayvan, Çin’in kendi parçası olarak gördüğü ve eninde sonunda birleşimi amaçladığı en büyük problemlerinden biridir. Her ikisi de ana kara ve Tayvan’dan oluşan tüm Çin’in temsilcisi olduğunu iddia etmekle birlikte, 1971 yılından bu yana BM’de tüm Çin’i temsilen Çin Halk Cumhuriyeti yer almaktadır. Günümüzde Tayvan’ı tanıyan 15 kadar ülke kalmışsa da Tayvan ve Çin arasındaki tanınma rekabeti halen devam etmektedir. ABD’nin desteğini alan Tayvan ve Çin arasında zaman zaman tansiyon artmaktadır. Hong Kong’da daha fazla etkiye sahip olan Çin, Tayvan’da aynı etkiye sahip değildir. Hong Kong’daki gibi yönetime etki edememektedir. Diğer bir ifadeyle Hong Kong’da uygulanan ‘tek ülke iki sistem modeli’ni Tayvan kabul etmemektedir. Siber güvenlik açısından bakıldığında Çin ve Tayvan arasında siber saldırıların en büyük problemi oluşturduğu söylenebilir. Tayvan, zaman zaman Çin’in özellikle hükümet kuruluşlarına ve teknoloji şirketlerine yönelik siber saldırılar düzenlediğini iddia etmektedir. Mesela geçtiğimiz yıl Tayvan Çin hükümetiyle bağlantılı hackerların Tayvan hükümet yetkililerine ait 6000 e-mail hesabını ele geçirdiğini iddia etmiştir. Tayvan, Çin’in siber saldırılarına karşı ABD ile işbirliği yapmaktadır. İki ülke arasında siber alanda işbirliğini güçlendirmek amacıyla çeşitli forumlar düzenlenmektedir.

 

5) ABD ve ÇİN arasındaki siber güvenlik sorunlarını ana hatlarında açıklar mısınız?

Siber güvenlik problemi Çin ve ABD arasında giderek büyüyen ve maliyeti de giderek artan bir sorun olmaya devam etmektedir. İki ülke arasındaki siber saldırılar 2000’lerin başından bu yana devam etmektedir. ABD, 2003 yılından itibaren kendisine yapılan ve Çin menşeli olduğu iddia edilen saldırıları Titan Yağmuru olarak adlandırmıştır. Hatta 2010’da Google’a yapılan bir siber saldırı sonrasında Google, Çin-merkezli web arama servisini kapatmıştır. Elbette Çin bu iddiaları reddetmekte ve ABD’nin de kendisine çok sayıda siber saldırı gerçekleştirdiğini iddia etmektedir. Hatta bazı uzmanlara göre en fazla siber saldırıya uğrayan ülkelerden biri Çin’dir. Beijing Knowsec Bilgi Teknolojisi şirketinin 2019 raporuna göre Çin’e günde 800 milyon siber saldırı gerçekleşmektedir. ABD’de Obama başkanlığı döneminde Çin ve ABD arasında 2015 yılında Siber Güvenlik Anlaşması imzalanmıştır. Aslında bu anlaşma tarafların siber suçlarla ilgili konularda iş birliğinde bulunması, fikri mülkiyet haklarına yönelik hırsızlıkların önlenmesi ve kötü niyetli siber faaliyetlerle ilgili tarafların birbirini bilgilendirmesini içeren bir anlaşmaydı ancak bakıldığında anlaşmanın sadece kısa bir süre etkili olduğu görülmektedir. Nitekim Trump döneminde ABD’nin Çin’le başlattığı ticaret savaşları ile birlikte Çin’in fikri mülkiyet haklarına yönelik saldırı iddiaları da yeniden gündeme gelmiştir. Siber güvenlik konusunda ülkelerin ortak bir zeminde buluşması şu an için zor görünmektedir. Bu yüzden ileride en güçlü ülkelerin siber güvenlik ve AI teknolojileri alanında en gelişmiş ülkeler olacağı ve ülkeler arasındaki savaşların siber alana kayacağı söylenebilir.

 

YASİN ALKAN

Siber Güvenlik Staj Programı

11. Peron: Bir Yanı Memleket Bir Yanı Gurbet

Gökhan Duman, 11. Peron, 2018, Vadi Yayınları, Sayfa Sayısı: 200

 

Gökhan Duman’ın yazmış olduğu 30 Ekim 1961 tarihinde Türkiye ve Almanya arasında imzalanan İşgücü Akım Anlaşması ile başlayan ilk işçi göçünün kişiler ve yaşadıkları toplumlar düzleminde oluşturduğu etkinin anıları öne çıkarılarak anlatıldığı 11.Peron Bir Yanı Memleket Bir Yanı Gurbet adlı kitabın ilk basımı 2018 yılının Mart ayında Vadi Yayınları tarafından yapılmıştır. Kitabın ismi ve kapağında görülen biletler yıllarca sürecek olacak Türkiye-Almanya arası yolculuğun temellerinin atıldığı Sirkeci garından kalkan göçmen işçileri taşıyan trenlerin son durağı olan Münih garı 11.perondan gelmektedir.

İkinci Dünya Savaşı sonrası iş gücü ihtiyacı olan Almanya ile iki yıl süresince konuk işçi sağlayacak olan Türkiye arasında 1961 yılıyla başlayan köklü değişimi anlatan bu kitapta hayatlarında ilk defa ülkelerinden ayrılan işçilerin yaşadıkları psikolojik yoğunluğu, konuk oldukları ülkede kurmaya çalıştıkları düzenleri, dönüş hayalleri ve iki ülke vatandaşları arasında yaşanan çatışmalar gazete küpürleriyle, fotoğraflarla, alıntılarla kısaca tarihi belgelerle desteklenerek vurgulu bir şekilde işlenmiştir. Orhan Pamuk tarzında bir anı anlatıcılığı havası olması nedeniyle okuyucuya kronolojik bir şekilde olayların ve sürecin aktarmaktan ziyade hisleri aktarma önceliğinin olduğunu gösteriyor. Bu nedenle bu konuda bilgisi olmayan kişilerin dahi anlayabileceği şekilde yazılmış; dili oldukça yalın ve akıcıdır. Dolayısıyla yaş sınırlaması olmaksızın geniş bir okuyucu kitlesine hitap etmektedir.

Kitabın ilk bölümünde ne iş hakkında ne de gidecekleri ülke hakkında herhangi bir fikri olmayan  insanların iş bulma kurumunun önünde oluşturduğu başvuru kuyruklarını, geçilen sağlık kontrollerini, gidecek kişilerin açıklandığı listelerin bekleyişini hatta daha Almanya’ya varmadan kurdukları dönüş hayallerini anlatan yazar ilk bölümü 11. peronda kutlama niteliğinde yapılan karşılamayla bitirmiştir. İkinci bölüm ise konuk işçilerin iki yıl süreceğini düşündükleri iş ve yatakhane arasında geçen hayatları ile devam ediyor. Üçüncü bölüme gelindiğinde Almanya’nın yoğunluklu olarak Türkiye’den işçi alımına devam etmesi, bunun yanında mevcut konuk işçilerin ise  iki yılla sınırlandırılan çalışma sürelerinin uzatılması ve bu işçilerin ailelerini yanlarına alabilme olanağı sağlayan bir anlaşmanın imzalanması ile birlikte konuk işçilik kavramının değiştiği anlatılmıştır. Bu şekilde yazarın aslında her bir bölümde önemli değişimlerin başlangıcı niteliği taşıyan olayları konu edindiği görülüyor. Devam eden bölümlerde ise işçilerin eşleri ve çocuklarının yerleşmesiyle birlikte ailelerin bir yandan Almanya’da düzen kurmaya çalışırken diğer yandan çocukların eğitimi ve uyum sürecinde ortaya çıkan çatışmalarla mücadele etmesi yer alıyor. Bu sırada Avrupa’da meydana gelen kriz nedeniyle artan işsizlikle birlikte Almanya’nın göçmen işçi alımını durdurması ve mevcut işçilerin de tekrardan Türkiye’ye gönderilme çabaları ve insanlar üzerinde bu durumun etkileri işleniyor.

Eser, başta İbrahim isimli karakterin yaşamı olmak üzere göçmen işçilerin ve ailelerinin yaşamları odağında ilerleyerek gerçekçi bir anlatım sunuyor. Kitapta, o dönemde yaşamış olan kişilerin beyanlarına, pek çok fotoğrafa, gazete ve dergilerde yayımlanış olan röportajlara ve haberlere yer veriliyor. Bu bütüncül ve tarihi kanıtlara dayalı yapısıyla eser, bu alanda çalışan kişiler için bir başucu kitabı olma iddiası taşıyor. Bunlarla birlikte; yapılan anlaşmaları, anlaşmalar sonucunda değişen hayatları ve Türk işçilerle Almanya arasındaki etkileşimi nedensel bir çerçevede anlatıyor. Diğer yandan bütün bir Almanya göçünü sadece vasıfsız fabrika işçileri bağlamında ele aldığından ve oldukça sınırlı bir gruba ilişkin anlatılardan dolayı Almanya-Türkiye arasındaki göç olgusu hakkında genel bir çerçeve çizmeye yetecek ölçüde bilgi içermiyor. Kitabın başından sonuna kadar duygu ağırlıklı bir anlatımın hakim olması ve atılan her bir adımın romantize edilmesi, eserin, okuyucuyu anının ötesinde bir Türk göçmen işçi mağduriyeti kanıtlama endişesi taşıyıp taşımadığı sorusuna yönlendiriyor. Yazarın anlatış tarzına ve üslubuna göre düz bir çizgide gerçekleşen olay örgüsünde Almanya’ya göç eden işçiler çok çalışmış, savaştan yeni çıkmış bu ülkenin işçi açığını kapatarak Almanya’nın büyümesine katkıda bulunmuş ve bunu yaparken bir an bile geride bıraktıkları ailelerini, vatanlarını düşünmemezlik etmemişlerdir. Hatta ülkelerine dönme hayalleri kurmadıkları bir gün bile geçirmemişler; küçücük odalara rağmen memleket kokusunu içlerine çekebilmek için bavullarını odalarından bir an olsun bile ayırmamışlardır. Ailelerine mektup yazmaktan geri kalmayıp eşlerinin fotoğraflarını yıpranana kadar yanlarında taşımışlardır; ancak tüm bunlara rağmen, Türk işçilerin hem Almanya’nın ihtiyacını karşılamak hem de memleketlerine olan bağlılıklarını korumak konusundaki gayret ve özverileri ne Almanların bu kişileri kabullenip benimsemesini sağlayabilmiştir ne de memleketlerindeki Türklerin. Hatta, ilerleyen süreçte, çocuklarını da yanlarına aldıktan sonra analfabet çocukları olan Almancılar olarak etiketlenerek her iki ülkenin yerleşikleri tarafından ayrımcılığa ve damgalanmaya maruz kalmışlardır.

Kitaptaki romantik hava bir tarafta bırakıldığında ise uyum problemlerinin tek taraflı olmadığını, kaynak ülke vatandaşları kadar hedef ülke vatandaşlarının da yaşadığı endişeleri gazete yazılarındaki röportaj alıntılarından anlamak mümkün. 1961 yılı işçi göçü kitlesel bir göç olduğundan göçmen uyumu asimilasyon değil entegrasyon şeklinde gerçekleşmektedir. Bununla birlikte, göçün sadece belirli bir zaman aralığında ve belirli bir hedefe yönelik olması, kısaca ‘hayalet işçi’ alımı varsayımı göz önünde bulundurulduğundan toplumsal entegrasyonun yol açacağı değişimler yok sayılmış ve kaynak ülkeler ile hedef ülke arasında çatışmalara yol açmıştır. Türkiye başta olmak üzere çeşitli ülkelerden gelen işçilerin beraberinde getirdiği farklı kültürel olgular, bu olguları bilmesi mümkün olmayan hedef ülke vatandaşları için bir güvensizlik oluşturmuştur. Bu da hedef ülke vatandaşlarının kaynak ülke vatandaşlarından uzak durmasına ve onların oturduğu mahallelerden uzaklaşmasına neden olmuştur. Avrupa’da başlayan krizle birlikte işsizlik de arttıkça sayıca çoğunlukta olan Türk işçilere olan önyargı artmış ve göçmenlerin yoğunluklu olarak bulundukları yerlere baskınlar yapılmaya başlanmış; Türklerin ülkelerine dönmesi için protestolar düzenlenmiş; ırkçı saldırılar başlamış ve devamında da ölümleri getirmiştir. Yaşanılan süreçte Almanya’nın herhangi bir uyum politikası uygulamadığını, bulunan çözümün ise yalnızca birtakım teşviklerle göçmenlerin kendi ülkelerine dönmesini sağlamakla sınırlı kalmıştır.

Sonuç olarak, sürekli olarak artış halindeki uluslararası göç ve göçmenliğin Türkiye’de ilk olarak gerçekleştiği zamanları ele alan yazar, yaşananları olduğu gibi diplomatik bir çerçevede anlatmaktansa toplumsal etkileşimleri ön planda tutuyor; ancak yazarın, anlatımı subjektif bir hayat örgüsü üzerinden yürütmeyi tercih ettiği eserinden edinilen baskın izlenim “göçmenler, ne kadar çabaladılarsa da, ne Almanya’ya ne de Türkiye’ye yaranamadılar” romantizmi oluyor. İlk bakışta kitabın bir anı anlatıcılığından öte sahip olunan fikri benimsetme odaklı olduğu anlaşılıyor; ancak detaylı bir şekilde incelendiğinde ise göç kavramının gerçek hayattaki yansımalarının etksinin azımsanamayacağı iddiasını taşıdığı da fark ediliyor. Ekonomik yetersizliğin itme, döviz getirisinin çekme olduğu “Göç Kuramları ve Temel Kavramlar” adlı makalede bahsedildiği üzere itme-çekme modeliyle açıklanabilen bu hareketliliğin zorunlu bir göç çerçevesinde başladığı ve devamlılığının da yeni kurulmuş düzen içinde birikimsel nedensellik kuramına göre sürdürüldüğü söylenebilir (Sirkeci & Göktuna Yaylacı, 2019). Yaşanılan bu göç hareketinin yol açtığı sosyal karışıklık ise kitabın ilerleyen bölümlerinde “uyum problemi” olarak ifade edilmektedir. Asimilasyoncu bakış açısına göre uyum, kaynak ülke vatandaşlarının sayıca az oldukları hedef ülke toplumuna ve kültürüne asimile olarak adapte olması şeklinde gerçekleşir ancak yukarıda bahsedildiği gibi kaynak ülke vatandaşlarının hareketliliği kitlesel bir yapıya sahip olduğundan bu bakış açısıyla açıklanacak bir uyum süreci gözlemlemek oldukça zordur. Çokkültürcü bir yaklaşım olan kaynak ülke ve hedef ülke vatandaşlarının ve kültürlerinin birbirleriyle etkileşim halinde oldukları ve iki tarafın da kültürel alışverişle karşılıklı değişimin özneleri olduğunu söylemek mümkündür. Ancak bu uyum sürecini kolaylaştıracak nitelikte herhangi bir politik adım atılmadığından, yazar, kitabı son iki bölümde şiddetli toplumsal çatışmaların örneklerine yer vererek geri dönüş göçüyle sonlandırmıştır.

 

EZGİ CANSIN ÇINAR

Göç Staj Programı

 

 

KAYNAKÇA

Sirkeci, İ, & Göktuna Yaylacı, F. (n.d.). (PDF) KÜRESEL HAREKETLİLİK ÇAĞINDA GÖÇ KURAMLARI VE TEMEL KAVRAMLAR. Retrieved January 02, 2021, from https://www.researchgate.net/publication/331998854_KURESEL_HAREKETLILIK_CAGINDA_GOC_KURAMLARI_VE_TEMEL_KAVRAMLAR

 

Avrupa Birliği’nin Arayışında Batı Balkanlar

 

 

Avrupa Birliği’nin Arayışında Batı Balkanlar,  Erjada Progonati, 2020, Pegem Akademik Yayıncılık, Sayfa Sayısı: 178

 

Avrupa Birliği (AB), globalleşen dünyada birçok alanda önem arz eden bir aktör olmaya başlamıştır. AB, hem çoğu ulus-devlet için güvenlik ve ekonomi gibi alanlarda güvenilir bir çatı sunan imajını geliştirmekte hem de uluslararası ilişkilerde “ulus-üstü” olarak nitelendiren analiz biriminin ilk örneğini oluşturmakta ve bu çerçevede bölgesel ve küresel politikalar izlemektedir.

1991 yılında dağılan Eski Yugoslavya devletlerinin ilk hedefi AB ile bütünleşmek olmuştur. Bölgedeki çatışmaların geçmişine ve devletler özelindeki AB için potansiyel risklere bakıldığında dahi Batı Balkanlar’ın nihai hedefi AB’ye hem siyasi hem kültürel açıdan entegre olmaktır. “Avrupa Birliği’nin Arayışında Batı Balkanlar” eseri de hem AB’nin Batı Balkanlar’a karşı çekincelerine ve reformlarına değinmekte hem Batı Balkan ülkelerinin gözünden AB’yi okuyuculara anlatmakta hem de diğer uluslararası aktörlerin bölgedeki varlıklarını incelemektedir.

Eser giriş ve sonuç bölümleri haricinde, toplamda beş ana kısımdan oluşmaktadır ve alt başlıklar ile ele alınan konular detaylıca anlatılmakta ve örneklendirilmektedir. Bu bölümler: “Kuramlar, Kavramlar ve AB Entegrasyon Modelleri”, “AB-Batı Balkanlar Bütünleşmesinde Karşılıklı Çabalar ve Mevcut Engeller”, “Entegrasyon Sürecinde AB ve Balkanlar Arasında Güvenlik İlişkileri”, “Balkanlar’da Doğu-Batı Rekabeti” ve “AB Entegrasyonunda Batı Balkan Ülkelerinin Mevcut Durumu ve Geleceğe İlişkin Senaryolar” olarak sıralanabilir.

İlk bölümde “AB’de Kimlik ve Toplum” başlığı altında AB kimliği ve bu kimliğin çıkarlar ve eylemler arasındaki bağlantıdan, yeniden yapılandırılmış kültürel dönüşümlerle meydana geldiği ifade edilmektedir. Bu kimliğin oluşumu sürecine ise iki açı gözetilerek yaklaşılmaktadır: paylaşılan siyasi normlar ve Batı, Doğu ve Merkez Avrupa arasındaki sistemik farklar ile kültürel sınırları. Burada “Avrupa vatandaşlığı” kavramına da değinilmiş ve problematik yapısından bahsedilmiştir. Burada ‘vatandaşlık’ ve ‘milliyet’ arasındaki farkların ve bu kavramların uluslararası hukukta ele alınışının, Avrupa vatandaşlığı kavramının sorunlu yapısını şekillendirdiğine dikkat çekilmiştir. Eserde, Emile Durkheim’in sosyal teorik düzlemde Avrupa toplumunu dört boyutta incelemesine de yer verilmiştir. Bu boyutlar kısaca; vatandaşlık ve grup üyeliği tartışmalarında demos ve ethnos arasındaki farkı ayırt etme, ethnos’un ifadesi olarak kültürel topluluğun milliyetçi söylemleri yansıtması, toplum kavramının kendisi ve genelde ‘ulusal toplum’ şeklinde karşımıza çıkması ve son boyut olarak ulus ötesi, kozmopolit, olma durumudur. Durkheim her ne kadar Avrupa entegrasyonunda yeni bir grup üyeliği ve topluluk kavramlarına ihtiyaç duyulduğunu savunsa da bu kavramların Avrupa entegrasyonuna anlamlı şekilde uygulanamayacağı da yazar tarafından ifade edilmiştir. AB’nin evrimi ele alındığı ise entegrasyon süreçlerinin incelenmesinde birçok teorik yaklaşım ortaya çıkmıştır. Kısaca belirtmek gerekirse; federalizm, işlevselcilik ve neo-işlevselcilik, hükümetlerarasıcılık ve kurumsal yaklaşımlar AB entegrasyonuna farklı bakış açıları, çözümleme yöntemleri ve gelecek senaryoları geliştirmişlerdir.

İkinci bölümde ise ilk olarak AB ve Batı Balkanlar arasındaki bütünleşme modelinin hangi başlıklar altında geliştirildiğine, bu konular kapsamında ne gibi anlaşmaların ve süreçlerin yönetildiğine değinilirken aynı zamanda Batı Balkan ülkelerinin de entegrasyon yolunda gösterdikleri çabalara yer verilmiştir. İkinci olarak, entegrasyon sürecinde hem AB içerisinden hem Batı Balkan ülkeleri tarafından kaynaklanan engellere de değinilmiştir. AB, Batı Balkan ülkelerine karşı hem uzun vadeli hem kısa vadeli planlar geliştirmiştir; uzun dönemde nihai amaç bütünleşme iken kısa dönemde bölgedeki barışı sağlayacak ve çatışmaları sonlandıracak planlara odaklanılmıştır. Bölgeye yönelik ilk kapsamlı plan 1995’te başlayan Royaumont sürecidir ve sonraki zamanlarda Bölgesel Yaklaşım Politikasının izlenmesi, 1999-2008 yılları arasında yürürlükte olan Güney Doğu Avrupa İstikrar Paktı ve keza 1999 yılında başlayan İstikrar ve Ortaklık Süreci ile 2014’te Berlin’de bir zirve ile başlayan ve yıl her devam eden Berlin süreci; AB entegrasyon yolunda istikrarlı politikalar izleme çabasına devam etse de kat edilen yolun çabalara kıyasla yetersiz olması ve bölgeye yönelik daha da kapsayıcı planlara ihtiyacın duyulması gerçeklerine dikkat çekmektedir. Henüz AB’ye tam katılım sağlayamamış olan Batı Balkan ülkeleri, Arnavutluk, Bosna-Hersek, Kosova, Kuzey Makedonya, Karadağ ve Sırbistan ise, kendi içlerinde bölgesel işbirliği ve iyi komşuluk ilişkileri gibi şartları sağlamaya çalışırken bir yandan AB üyeliği için gerekli olan Kopenhag kriterlerini karşılamaya çalışmaktadır, bu kriterler şöyle özetlenebilir: ekonomik, siyasi ve acquis communautaire (temel AB anlaşmaları ve kurumlarının, her konudaki kurallar ve normlar bütününü yerine getirme). AB içerisinden ortaya çıkan temel engeller 2008’de yaşanan ekonomik kriz ve bunun Euro Bölgesi’ni vurması etrafında şekillenmiştir. Brexit süreci ve bunun getirdiği belirsizlik, ayrıca AB üye ülkelerinin kendi içlerinde de bağımsızlık isteyen bölgelerle sorun yaşamaları ve bu yüzden Batı Balkanlara şüpheyle ve temkinle yaklaşmaları üzerine Avrupa’da hakim olan Balkanofobia, AB’nin Batı Balkanlar ile entegrasyon sürecinde yaşadığı sorunlar ve şüphelere örnek olarak verilmiştir. Batı Balkan üyeleri ise tarih boyunca topraklarında farklı imparatorlukların hüküm sürmüş olması, ulus devlet fikrinin ülkelerin ideolojilerini milliyetçi şekilde şekillendirmiş ve bu sebepten ortaya çıkan çatışmalarla kimlik karmaşasının da yoğun olduğu bir bölge olması itibariyle entegrasyon sürecinde kendi içerisinden doğan birtakım engellerle karşılaşmıştır. Aynı zamanda AB’nin ekonomik kriz ve Brexit sonrası geleceğine şüpheyle yaklaşılması da etkili olmuştur. Batı Balkan ülkelerindeki otoriter rejimler ve yolsuzlukların hakim olduğu devlet geleneğinin zayıf ekonomiler ve yüksek işsizlik oranları ile hala süregelmesi de entegrasyon sürecine engel teşkil eden diğer bir unsurdur.

Entegrasyon sürecinde Batı Balkanlar ile AB’nin arasındaki güvenlik ilişkilerinin incelendiği üçüncü bölümde, temel olarak AB’nin Ortak Dış ve Güvenlik Politikası (ODGP) kapsamında Batı Balkanlar’a karşı olan tutumu ve politikaları değerlendirilmektedir. 2016 yılında Avrupa Konseyi’ne sunulan AB Küresel Stratejisi (EUGS), AB’nin özellikle Brexit sonrası dönem için dış politikasını şekillendirme amacı taşıyan bir belge olmuştur. Strateji belgesi, AB’nin kurumları içerisindeki değişen dinamikleri yansıttığı kadar, terörle mücadeleden insan haklarına ve üye ülkeler arasındaki serbest dolaşım ile iş fırsatlarına kadar birçok konuyu ele almıştır. EUGS belgesinde AB’nin Batı Balkanlara karşı izleyeceği politikalar ve yaklaşımları da yer almıştır. Yazarın belgeden aktardığı üzere, Avrupa’nın kendi güvenliği için Balkanlar’ın istikrarı kritik öneme sahiptir ve bu istikrarın sağlanması konusunda AB’nin doğrudan sorumluluğu vardır. Batı Balkanlarda organize suç gruplarının fazlalığı, insan ticareti, uyuşturucu ve silah kaçakçılığı ve de aşırılık yanlısı grupların sayısında ve faaliyetlerinde yaşanan artış bölgeyi güvenliksiz bir ortam haline getirmekle birlikte Avrupa’nın güvenliğini de tehlikeye atmaktadır. Şiddet içeren aşırıcılık, siber suçlar ve yolsuzluğun da fazlalığı bu bölgede güvenliğin sağlanmasını zorlaştırmaktadır. Tüm bu unsurlara karşı Batı Balkanlar ve AB işbirliği geliştirmeye çalışsa da bu işbirliği radikalleşme ve aşırıcılıkla mücadele kapsamında ve de yetersiz kalmaktadır. AB’nin Batı Balkanlar’daki güvenlik tehditlerine karşı girişimleri ise AGİT ve NATO gibi örgütlerle hareket etmeyi ve farkındalık ile kapasiteyi arttırmayı amaçlamaktadır. Fakat burada güvenlik tehditlerle mücadelede en önemli unsur, savunma ve güvenlik sektöründeki demokratik yönetişim olduğu kadar işleyen bir demokratik sistem ve toplumun temelini oluşturacak bir yargı sistemini tamamlamaktır. Güvenlik alanında özellikle iki alanda işbirliği dikkat çekmektedir: terörizm ve göç. AB’nin Batı Balkanlar’da terörizmle mücadele kapsamındaki politikaları, AB Terörle Mücadelede Dış Eylem Kararları, ODGP kapsamında Adalet ve İçişleri konularında da işbirliğinin artırılması ile Batı Balkanlarla işbirliğinin önemini belirtecek biçimde şekillenmiştir. Aynı zamanda Batı Balkanlar Terörle Mücadele Girişimi (WBCTi) ve Bütüncül İç Güvenlik Yönetimi (IISG) gibi inisiyatifler ile, Batı Balkanlar sınır yönetiminde operasyonel seviyede işbirliğinin artırılması konusunda AB’nin iç güvenliğinin dış çerçevesi olarak belirlenmiştir. Europol’ün Ciddi ve Organize Suçlarla ilgili Tehdit Değerlendirme Raporu’nda ise keza insan, silah ve uyuşturucu kaçakçılığı konularının terörizmle ilişkilendirilmesi hususlarında Batı Balkan ülkeleri ile işbirliğinin altı çizilmiştir. Bu çalışmalar ODGP kapsamında değerlendirildiğinde ise Batı Balkanlar’ın AB’ye ortak çıkarları doğrultusunda hibrit tehditlerle mücadele konusunda büyük desteği olduğu sonucuna varılmıştır. En güncel terörizmle mücadele çalışması ise 2019 sonunda yayınlanan Ortak Eylem Planı’dır ve bu plan Batı Balkan bölgesinde terörizmle ve şiddetli aşırıcılıkla mücadele konularında bir çalışma perspektifi sunmaktadır. Özellikle 2015-2016 yılları sonrası modern bir olgu olarak karşımıza çıkan göç kavramı ise AB için Batı Balkanları stratejik bir konuma taşımaktadır. Nitekim Batı Balkanlar jeopolitik açıdan incelendiğinde güvenlik, istikrar, ticaret ve geçiş güzergahlarında bulunmaktadır ve bu durum AB’nin güvenliği için ayrıca bir önem arz etmektedir. Batı Balkan ülkeleri ile de Geri Kabul Anlaşmalarına imza atan AB için, entegrasyonun önemli noktalarından biri de hem göç hem de sınır güvenliği kapsamında stratejik ve operasyonel düzeyde geliştirilmiş işbirliğini işaret etmektedir.

Balkanlar’da Doğu ve Batı ülkelerinin rekabetine değinilen dördüncü bölümde, bu rekabet belli başlı ülkeler üzerinden incelenmiştir, bunlar: Amerika Birleşik Devletleri, Rusya, Çin, Türkiye ve Körfez ülkeleri başlığı altında Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Katar, Kuveyt ve ayrıca İran’dır. Yazar, bu ülkelerin her birinin başta da belirtilen Batı Balkan ülkeleriyle olan ilişkilerini ayrı ayrı incelemiştir. Genel bir değerlendirme ise şöyle yapılabilir: ABD Batı Balkanlar’da Sırbistan haricinde sempati duyulan bir devletken Rusya stratejik hamlelerle bu bölgedeki AB ve NATO politikaları ile eylemlerini engellemeye çalışmaktadır. Çin ise ekonomik yatırımları ve “One Belt, One Road Initiative” (OBOR) projesi ile  bölgede yavaş yavaş etkin hale gelirken, uzun vadede OBOR projesinin “Tek Yol” bacağı olan Deniz İpek yolu hedefi ile bölgede etkin olma politikaları izlemektedir. Türkiye’nin bölge ile bağları kültürel ve tarihsel olarak şekillenmekle birlikte, güncel politikaları Müslümanlık ve Neo-Osmanlıcı bir açıdan hareket etmektedir. Türkiye de Çin gibi ekonomik alanlarda, bankacılık ve inşaat gibi, yatırımlar yaparak faaliyet göstermektedir. Körfez ülkelerinin ve İran’ın faaliyetleri ise temel olarak turizm üzerinden şekillenmektedir ve henüz bölgede AB’ye rakip imajı çizecek bir çerçeveden hareket etmemektedirler. AB’nin kendi içerisindeki Batı Balkan ülkelerine karşı olan kararsızlık ve belirsizlik, bölgenin jeostratejik önemi de düşünüldüğünde, örneklerinin verildiği gibi diğer uluslararası aktörler için bir rekabet alanı haline gelmiştir.

Son kısım olan beşinci bölümde ise entegrasyon sürecinde Batı Balkanlar’ın mevcut durumu ve geleceğe ilişkin senaryolar tartışılmaktadır. Burada AB’nin genişleme sürecinde önem arz eden Kopenhag kriterleri, AB normlarına uyum, istikrarlı demokratik kurumlara sahip olma ve insan haklarına saygı gösterme ile asıl baskın konunun maliyet-fayda hesaplaması olduğuna değinilmektedir. AB için geçerli tek ekonomik gerekçe, genişlememe maliyetinin, genişleme maliyetinden fazla olmasıdır. Bu koşullar kapsamında değerlendirildiğinde Batı Balkanlar’ın mevcut durumu İstikrar ve Ortaklık Anlaşması, İstikrar Paktı ve Bölgesel İşbirliği Konseyi’nin politikalarına rağmen oldukça yavaş ve zorlu geçmektedir. Bu durumun sebebi ise Yugoslavya’nın dağılması sonrası ortaya çıkan devletlerdeki etnik çatışmalar, demokratik olmayan kurumlar, hukuk üstünlüğünün yoksunluğu ve devletler arasındaki gerilimlerin hala devam etmesidir. AB üyesi olmayan Batı Balkan ülkeleri arasında sadece Karadağ ve Sırbistan’ın katılım müzakereleri başlamış durumdadır ve 2025 yılında AB’ye üye olmaları beklenmektedir. Fakat bölgeye genel bir bakışta, yukarıda da sözü edilen sıkıntılar süregelmektedir ve entegrasyon sürecine dair dört olasılık ortaya atılmaktır. Bu senaryolardan ilki AB’nin Batı Balkanlar’ı kapsayacak şekilde genişlemesini içermektedir ve bölgede çözülmüş bazı ikili anlaşmazlıklara bakılarak; Yunanistan ve Kuzey Makedonya’nın isim sorununun çözülmesi ile Karadağ ve Kosova arasındaki sınır belirleme meselesinin sona ermesi,  bölge ülkelerinin AB’ye daha yakın olmaya ve entegrasyon için daha çok çabalamaya başladıkları düşünülmektedir. İkinci senaryo olarak ise AB’nin uğraştığı güncel sorunların da etkisi ile, Brexit ve göç gibi, genişlemeden uzaklaşması ve Batı Balkanlar’ı bünyelerine entegre edememeleridir. Burada, AB’nin Batı Balkan ülkelerinin siyasi ve ekonomik olarak üyeliğe hazır olmadıklarını söylemelerine rağmen bunu değiştirecek politikalar yapmamaları ikinci senaryoyu desteklemek için öne sürülen bir sav olarak yer almıştır. AB ile Türkiye arasında olan İmtiyazlı Ortaklık şeklinde bir anlaşmanın Batı Balkanlar’a uygulanabileceği ise üçüncü bir senaryodur. Burada AB’nin ticaret politikalarına tam entegrasyon, kalkınma yardımı, ortak savunma ve dış politika, kültür ve eğitim alanlarında işbirlikleri projelerine yer verilse de hedeflenen, “ülkenin birliğin dışında kalmaması ama içeride de serbestçe dolaşmaması” dır. Dördüncü ve son senaryo ise Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un 2018 Nisan’ında Avrupa Parlamentosu’nda yaptığı bir konuşmada sarf ettiği ifadelerden şekillenmektedir. Macron’un AB reformları yapılıncaya kadar Batı Balkanlar’daki AB genişlemesini reddedeceğini dile getirmesi, AB’nin Batı Balkan ülkelerini saf dışı bırakması olasılığını da düşündürmüş ve böyle bir senaryo da ortaya çıkmıştır. Her ne kadar olası senaryolar arasında yer alsa da gerçekleşmesi en az öngörülen senaryodur.

Genel bir değerlendirme çerçevesinde, Batı Balkanlar’ın, AB için şiddetin ve savaşın hakim sürdüğü bir bölgeden ziyade aynı mirasa sahip olunan ve ortak bir geleceğe yol aldıkları düşünülen bir bölge olduğu söylenebilir. Tarihi, sosyo-kültürel ve ekonomik bağlantıların belli başlı konularda, güvenlik ve ekonomi gibi, reformlarla güçlendirilmesi ve AB’nin sözlerine bağlı kalması ile Batı Balkanlar’ın geleceği AB içerisinde gözükmektedir. Fakat bu yolda diğer uluslararası aktörlerin politikaları AB için rekabet ortamı oluşturmaktadır, bunun çaresi de AB’nin istikrarlı bir entegrasyon stratejisi izlemesidir. Eser, özellikle Batı Balkanlar ve Avrupa Birliği çalışmaları alanında oldukça faydalı olabilecek bir içeriğe sahiptir. Anlatımının tek taraflı olmaktan ziyade, her iki tarafın da çabalarına ve karşılaştıkları sorunlarla önyargılarına yer vermesi sebebiyle Balkan Çalışmaları için adeta başucu kitabı olabilecek niteliktedir.

 

DİLARA NESRİN BULUT

Balkanlar Staj Programı

Uluslararası İlişkilerde Siber Güvenlik

Bu röportaj, Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Öğretim Üyesi Arş. Gör. Mesut Aslan ile “Uluslararası İlişkilerde Siber Güvenlik” üzerine yapılmıştır.

 

1) Ulusal güvenlik açısından siber güvenliğin önemi nedir?

 Mesut Aslan: Siber güvenlik alanı, ortaya çıktığı dönemde güvenlik çalışmaları çatısı altında ele alınan yeni bir alt başlık olarak incelenmekteydi. Ancak günümüzde siber güvenlik alanının genişleyen etkisi nedeniyle siber güvenlik bir alt başlık olmaktan ziyade, diğer tüm güvenlik alanları ile iç içe geçmekte ve böylelikle eşsiz bir nitelik kazanmaktadır. Doğrudan veya dolaylı siber saldırıların yanı sıra bilgi güvenliği ve algı yönetimi gibi olgular ile siber güvenliğin çağımızın en önemli güvenlik alanı olduğunu söylemek mümkündür. Geçmişte tümüyle dijital ve sanal bir dünyayla sınırlı olarak görülen bu alan, günümüzde otonom silahlar, insansız hava araçları gibi teknolojilerin gelişmesi sayesinde fiziksel dünya ile sıkı bağlar ortaya koymuştur. Bu nedenle ulusal güvenliğin, siber güvenlik konusu dışarıda tutarak ele alınması imkânsız hale gelmiştir.

 

2) Sosyal medyanın devletlerarası ilişkide nasıl bir rol oynadığını düşünüyorsunuz?

Mesut Aslan: Sosyal medya oldukça kapsamlı bir kavramdır. Devletlerarası ilişkilere de çok ve çeşitli etkileri olmuş ve hala da olmaktadır. Geçtiğimiz günlerde ABD Başkanı Trump’ın sosyal medya hesaplarının pek çoğunun askıya alınması yahut kapatılması bu noktada dikkat çekmektedir. Sosyal medya platformlarının gücü ve etkisi öyle bir düzeye gelmiştir ki bir devlet başkanının gücünü sınırlandırmak adına önlem almaya yönelik en büyük adımlardan biri onun sosyal medya hesaplarına müdahale etmek olmuştur. Devlet başkanlarının kişisel kullanımları, anlık ve doğrudan iletişim kanalı olmasının yanı sıra sosyal medya adeta bir savaş alanı olarak kullanılmaktadır. Ulusal güvenlik bağlamında stratejik önem taşıyan bireylerin özel bilgilerinin şantaj maksatlı ele geçirilmesinden, algı yönetimi ile demokratik seçim süreçlerini baltalamaya kadar çok geniş bir yelpazede sosyal medya platformlarının ön plana çıktığını görüyoruz. Ancak sosyal medyanın bir “platformlar bütünü” olarak araç olduğunu vurgulamak isterim. Yani sosyal medya, devletlerarası ilişkilerde çok yönlü ve oldukça etkili bir araç işlevi görmektedir. Bu aracın hangi amaçlar uğruna kullanıldığı ise devletlerin geleneksel yöntemlerine benzer biçimde çeşitlilik göstermektedir. Otoriter rejimler için bir baskı ve takip aracı olarak karşımıza çıkarken, demokratik rejimlerde liberal ekonomik düzenin genişletilmesi uğrunda faaliyetler gösterilmektedir. Böylelikle bu alan her ne kadar güncel ve sanal bir alan olsa da devletlerin faaliyetleri geleneksel alışkanlıklarını bu alanda sürdürmekten ibarettir.

 

3) Sizce, siber güvenlikle ilgili strateji ve politikalar nasıl oluşturulmalıdır? Kısa, orta ve uzun vadede olumlu sonuçlar almak için devletler nasıl bir yol izlemelidir?

 Mesut Aslan: Bu konuda genel geçer bir politika ortaya koymak mümkün değildir. Nasıl bir Ortadoğu devleti ile Avrupa devleti için spesifik stratejiler izlenmesi gerekmekteyse, siber güvenlik perspektifinden de durum aynıdır. Anlamsızlık derecesinde geniş bir yol haritası belirlemek gerekecek olursa, hiçbir devlet bu alanı göz ardı etmemelidir diyebiliriz. Yani ortak payda her devletin günümüzde bu alana önem göstermesinin vurgulanmasıdır. Daha önce belirttiğim üzere, bu alan artık tek başına soyut bir alan olmaktan çıkmış ve evrensel bir önem taşımaya başlamıştır.

 

4) Ülkelerin siber güvenlik stratejilerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

 Mesut Aslan: Uluslararası sistemde siber güvenlik bağlamında önem taşıyan aktörleri günümüzde üç farklı kategori altında ele alabiliriz. Birinci grup defansif ve ofansif bağlamda strateji geliştirmeye çalışan ve bu stratejilerini geleneksel kurumsal yapılar çerçevesinde ortaya koyan devletlerdir. Bu grubun en belirgin örneği ABD’dir. Siber güvenlik alanındaki çalışmalarının hemen hepsini ulusal güvenlik kuruluşları bünyesinde, geleneksel operasyonel prosedürlerini çok esnetmeden yürütmeye çalışmaktadır. Sıklıkla siber güvenlik alanında problemler yaşamasının bir nedeni de budur diyebiliriz. Öte yandan siber güvenlik alanının aktörlere sağladığı çeşitli güvencelerden faydalanarak strateji geliştiren devletler ikinci grubu oluşturmaktadır. Bunun da en başarılı örnekleri Rusya ve başlıca bazı Doğu Avrupa devletleridir. Hem defansif hem de ofansif çalışmalarını, siber güvenlik alanının sunduğu gizlilik ve ucuzluk başta olmak üzere avantajlara odaklanarak gerçekleştiren bu gruptaki devletlerin en azından günümüzde bu alanda daha başarılı olduğunu söylemek mümkündür. Bu grup devletleri geleneksel yöntemlerini siber alana uyarlamış ve görece gerilla savaşına benzer bir gücü devlet olarak kullanmayı başarmıştır. Üçüncü grup ise siber güvenlik stratejilerini daha ziyade iç tehditlere karşı uygulayan devletlerdir. Bunlara tüm Ortadoğu devletleri ve Çin örnek gösterilebilir. Bu grup devletler ikinci gruba benzer biçimde “el altından” siber alanda faaliyet göstermektedir. Ancak stratejilerini diğer devletlere karşı defansif bir duruş sergilemek ve daha önemlisi iç işlerinde karşılaştıkları yakın veya potansiyel tehditleri bertaraf etme yönünde stratejiler izlemektedirler.

Görüldüğü üzere geleneksel güvenlik alanlarında olduğu gibi farklı devletler kendi stratejik ihtiyaçlarına yönelik olarak bu alanda faaliyet göstermektedir. Bu bağlamda söylenebilecek ortak nokta ise, siber güvenlik alanının çok daha az kaynak kullanarak etkili operasyonlar yapılmasına olanak sağlaması nedeniyle pek çok devlet tarafından etkili ve yoğun bir biçimde kullanıldığıdır.

 

5) Siber güvenlik konusunda Türkiye hangi noktadadır? Türkiye’nin bu konudaki politikasını yeterli buluyor musunuz?

 Mesut Aslan: Türkiye bu bağlamda ağırlıklı olarak az önce bahsettiğimiz ikinci grup adı altında ele alınabilir. Son yıllarda yaptığımız belli projelerle birinci grup devletlere benzer faaliyetlere de imza atmaktayız. Ancak Türkiye’nin siber güvenlik bağlamında olması gerekenden çok daha geride olduğunu söylemek mümkündür. Orta gelişmişlikteki bölgesel güçlerin siber güvenlik alanında çok büyük atılımlar yapması diğer alanlara göre çok daha kolaydır. Yatırım maliyetlerinin yerini teknik bilginin aldığı bu alanda Türkiye’nin çok daha hızlı hareket etmesi gerekmektedir. Türkiye’nin siber güvenlik yaklaşımında iç tehditlerden ziyade dışa dönük ofansif ve defansif kabiliyet ve olanaklarını artırmaya yönelik faaliyetlere ağırlık vermesi şarttır. Günümüzde bu konudaki faaliyetlerimizin yeterli olduğunu söylemek maalesef güçtür.

 

6) Sizce siber alandaki çatışmaların konvansiyonel savaşa dönüşme olasılığı var mıdır?

Mesut Aslan: Siber ve konvansiyonel savaş ayrımının hızla kaybolduğu bir dönemden geçmekteyiz. Bu nedenle siber alandaki bir savaş diye ifade ettiğimiz bir durumu tespit etmek dahi zor. Örneğin İran’ın nükleer enerji projelerine yapılan ve İsrail-ABD ortaklığında gerçekleştirildiği iddia edilen bir “STUXNET vakası” yaşanmıştır. Nükleer reaktörlerde yer alan kritik bir ekipmanın hatalı çalışmasını sağlayan bu zararlı yazılımın İran’ın nükleer programını en az altı ay geriye attığı tahmin edilmektedir. Böyle bir yazılımın reaktörlerin faaliyet göstermesini engellemek yerine, radyoaktif bir patlamaya sebebiyet verebileceğini göz önüne alırsak, bu saldırının tümüyle siber alanda gerçekleştiği düşünülemez. Bu durumda günümüzde zaten çatışmalar siber ve konvansiyonel olarak bir arada ilerlemektedir demek daha doğrudur. Lakin siber alandaki çatışmaların, devletlerarası topyekûn bir savaşa dönüşüp dönüşmediği tartışılacak olursa, bunun analizi de büyük güçler arasında gerçekleştirilmekte olan vekalet savaşlarına benzer olarak ele alınabilir. Yani örneğimizde İran’ın doğrudan kendisine yapılan saldırıya karşılık olarak topyekûn bir savaşa girişmemesinin nedeni, saldırının siber niteliğinden ziyade, her ne kadar tahmin edilse de, resmi olarak sorumluların tespit edilemiyor oluşudur. Vekalet savaşlarında da bir devletin silahlandırarak saha sürdüğü grubun aslında hangi devletin himayesi altında olduğu bilinse de, söz konusu çatışmaların hızlı bir biçimde kapsamlı savaşlara dönüşmediğini görmekteyiz. Bu durum biraz sorumluluğun ispatı biraz da devletlerin kendi toplumlarına karşı bir çıkış yolu sağlaması ile ilgili bence. Eğer bir devlet sınırlarınızdan tanklarla geçerek size savaş ilan etmiyorsa, görece zayıf olduğunuz bu devlete karşı kapsamlı bir savaş ilan etmekten kaçınmanızı sağlayacak her fırsatı kullanmaya çalışırsınız.

 

 7) Siber güvenlik alanındaki tehditlerin bugünkü durumu nedir? Devletlerarası bir siber savaşta neler tehdit altındadır?

 Mesut Aslan: Bu sorunun yanıtı çok basit aslında: Her şey. Birey düzeyinden başlayacak olursak günümüzde görece gelişmiş bir ekonomik toplumda bireyin tehdit altında olmayan en ufak bir alanı kalmamıştır. Çok klişe gibi olacak ama hakikaten hayatımızın her alanını etkilemekte olan bir olgudan bahsediyoruz. Böyle bir alandaki tehditlerin kapsamı ve boyutu hayal edilmesi güç bir noktadadır. Belki de bu nedenle pek çoğumuz bu bağlamda “pes etmiş” durumdayız. Sanal dünyanın hayatımıza etkilerini ölçmeye çalışırken, özellikle eğitim eksikliğinden ötürü çok basit düşünmekteyiz. Devlet düzeyinde de durum pek farklı değil. Siber güvenlik alanındaki tehditlerin bugün geldiği nokta gerçekten inanılmaz. Amerikan seçimlerinden, elektrik hatlarına, nükleer reaktörlerden kişisel hakların korunmasına müthiş bir yelpazede her geçen gün artan bir tehdit var. Siber güvenlik alanındaki tehditlerin en özgün yönü bence çoğaltılmasıdır. Yani siz on yıllık bir ar-ge sonucunda yeni bir “silah” geliştirdiğinizde, tüm ordunuzun bu silaha sahip olması için onlarca yıl daha geçebilir. Ancak benzer biçimde bir siber silah aynı anda milyonlarca kez kopyalanabilir. Herhangi bir devlet yahut devlet dışı aktöre takip edilmesi neredeyse imkânsız yöntemlerle satılabilir. Bu nedenle günümüzde çığ gibi büyüyen bir tehditle karşı karşıyayız.

 

8) Siber güvenliğin geleceği için öngörüleriniz nelerdir? Bizi siber güvenlik anlamında neler bekliyor?

Mesut Aslan: Çağımızda tüm insanlığı dehşete düşüren en büyük gelişme nükleer silahlar olmuştur. Karşılıklı dehşet dengesi, kontrol edilemez, kalıcı ve insanlık dışı sonuçları nedeniyle kapsamlı bir nükleer savaş yaşanmamıştır. Bence gelecekte siber güvenlik alanının nükleer silahlara benzer boyutta bizi dehşete düşürecek sonuçlarını göreceğiz. Çünkü siber araçların kontrolü mümkün ve karşılıklı denge sağlamak sorumluluğun tespiti mümkün olmadığı için imkânsızdır. Öte yandan sadece askeri bir güvenlik alanı olmayıp, aksine hariç tutabileceğimiz tek bir endüstrinin, tek bir ekonomik faaliyetin yahut sosyal çerçevenin olmadığı bir alandan bahsediyoruz. Bu nedenle, bu alanda bizleri iyi ve güzel bir geleceğin beklediğini söylemek mümkün değildir. Siber güvenliğin geleceği, sınırlı kaynaklara sahip devletlerin bile büyük güçlere kafa tutabileceği bir uluslararası çatışma alanı olarak dünya tarihinde iz bırakacak derece etkili olaylarla bezeli olacak maalesef.

Ayrıca bu noktaya kadar hep devletler üzerinden konuştuk ancak benim perspektifimden yakın vadede karşılaşacağımız bir diğer tehdit devlet dışı aktörlerin ve özellikle terör örgütlerinin bu alanda hali hazırda gerçekleştirmekte oldukları sosyal eylemlerinin askeri boyuta taşınmasıdır. Bir terör örgütünün kendisini hiçbir riske sokmaksızın tümüyle uzaktan bir demiryolu sistemini veya uçağı ele geçirdiğini düşünün… Hayatın her alanını etkileyecek büyük çatışmaların hemen köşe başında tüm dünya toplumlarını beklediği ve maalesef çok azının siber güvenlik alanında bu gibi faaliyetlere karşı hazırlıklı olduğu göz önüne alınırsa bizleri bu alanda distopyalara taş çıkartan gelişmeler beklemektedir.

 

 

ELİF İREM SU

Siber Güvenlik Staj Programı

 

 

TUİÇ ÜNİVERSİTE TEMSİLCİLİĞİ İLANI

0

TUİÇ- Uluslararası İlişkiler Çalışmaları Derneği olarak 2011 yılında çalışmalarımıza başlarken en büyük hedefimiz ve motivasyonumuz olan Uluslararası İlişkiler öğrencilerine ulaşma yolundaki çalışmalarımızda bizimle beraber yürüyecek, gelişecek ve geliştirecek yeni ekip arkadaşları arıyoruz.

TUİÇ etkinliklerini Türkiye’nin her bir köşesine ulaştırmak için enerjisine, kabiliyetlerine güvenen ve aradığımız kriterlerin kendisine uygun olduğunu düşünen, ülkemizde faydalı bir şeyler yapmak isteyen herkesin başvurularını bekliyoruz.

Temsilcilerimizde aranan özellikler:
– Uluslararası İlişkiler, Siyaset Bilimi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler öğrencisi olması (Tercihen 1.2.Sınıf),
–İlanda belirtilen oryantasyon ve çalışmalara düzenli katılması,
-Yeniliğe ve gelişime açık olması,
– Aktif ve girişken olması,
-Farklı düşüncede insanlarla çalışmaya yatkın olması,
– Sosyal Medya’yı etkin kullanması,
– İletişiminin kuvvetli olması,

 

TUİÇ Temsilciliği Size ne Kazandırır?

-TUİÇ ekibi ile çalışma ve TUİÇ ailesinden birisi olma fırsatı,
-Sivil Toplum alanında uygulamalı eğitim fırsatı,
-Ülke çapında birçok üniversitede TUİÇ gönüllüleri arasında tecrübe ve ağ paylaşımı,
-Temsilcilik süresinin sonunda Katılım Belgesi ve Referans Mektubu.

TUİÇ’in Temsilcilerden Beklentileri:

-17-19-21-23-25-26 Şubat tarihlerinde Zoom üzerinden oryantasyon kapsamında gerçekleştirilecek Temsilciler Zirvesi’ne düzenli katılmak,
-Üniversite ile TUİÇ arasında etkili ve verimli bir iletişim kurmak,
-TUİÇ’in mevcut projelerinde yer almak,
-Temsilcisi olduğu üniversitenin bilgi ve insan kaynağından yararlanmak,
-TUİÇ tarafından verilen e-posta adresini ve rapor sistemini etkin bir şekilde kullanmak,
-TUİÇ faaliyetlerini üniversitede yaygınlaştırmak.
-Temsilcilik süresince Sivil Toplum ile ilgili bir akademik makale yazmak,
-TUİÇ Derneği’ne Fonzip üzerinden üye olup Temsilcilik süresince üyelik aidatını ödeyerek (aylık 30 TL) faaliyetlerin yaygınlaştırılmasına ve sürdürülebilirliğine katkıda bulunmak,

 

Başvuru için gerekenler:
–Başvuru formunun eksiksiz olarak doldurulması

 

Başvuru ve Oryantasyon Programı Takvimi

-Başvuru İlanının Açılması: 1 Şubat
-Başvuru İlanının Son Günü: 11 Şubat
-Başvuruların Değerlendirilmesi: 12 Şubat
-Başvuru Sonuçlarının Açıklanması: 14 Şubat

-TUİÇ O-Temsilciler Zirvesi: 17 Şubat
-Sivil Toplum Bilinci Sunumu: 19 Şubat
-TUİÇ Kuruluşu ve Değerleri: 21 Şubat
-TUİÇ Temsilcilik Sunumu: 23 Şubat
-Metodoloji Eğitimi: 25 Şubat
-Sosyal Medya & Proje Yönetimi Eğitimi: 26 Şubat

 

Eğer sizde TUİÇ Üniversite Temsilcisi olmak istiyorsanız lütfen linkteki formu doldurunuz: https://forms.gle/msDrMQsQ3B1jeBxX8

İletişim için “[email protected]” mail adresine ulaşabilirsiniz.

 

 

Haftalık Balkan Bülteni / 22-29 Ocak

0

 

Rama, Türkiye’yi Ana Müttefiki Olarak Tatıyor!

Arnavutluk Başbakanı Edi Rama, Türkiye’yi ülkenin ana müttefiki olarak tanıtıyor gibi göründüğü için “Ekathimerini” gazetesinde eleştirilerin hedefi oldu.

Yunan ‘‘Ekathimerini’’ gazetesi, “Rama, Türk parasıyla bir hastane inşa edileceğine ve hastanenin 25 Nisan seçimlerine kadar hazır hale getirileceğine söz verdi. 60 milyon euroluk bağış, Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından Rama’nın bu ayın başlarında Ankara’ya yaptığı ziyarette karşılandı. Arnavutluk medyasına göre, Arnavutluk’un güneybatısındaki Fier kentinde hastanenin inşa edileceği alan henüz kamulaştırılmadı, ancak Türk inşaat malzemeleri çoktan geldi ve Rama bu hafta bölgeyi ziyaret etti.” diye yazıyor.

Ayrıca eski Arnavutluk Cumhurbaşkanı Sali Berisha, Rama’nın Ankara gezisine yaptığı çağrıyı yorumlayarak, Rama’yı Erdoğan’ın vasalı olmakla suçladı.

 

Kaynak: Panorama.Al

Tarih: 24.01.2021

 

Büyükelçi Bucci: Adalet İşini Yapn!

İtalya’nın Arnavutluk Büyükelçisi Fabrizio Bucci, İtalyan mafya karşıtı soruşturma telefon dinlemeleriyle ilgili son tartışmalara atıfta bulunarak, gerçekleri sözlerden ayırmanın adalete bağlı olduğunu söyledi.  “Yararsız tartışmalar gerçeği doğrulamaya asla yardımcı olmaz. Herkes, uygun davranışlarla suç ve yolsuzlukla mücadeleye katılmalıdır. Bunu kim yaparsa yapsın İtalya her zaman destek çıkacaktır.” dedi.

Büyükelçi, yolsuzluk ve organize mücadelede Arnavut kurumlarına, “İtalya, yolsuzluk ve organize suçla mücadelede Arnavutluk Cumhuriyeti kurumlarının yanındadır ve her zaman yanında olacaktır. Her kimden ve nereden gelirse gelsin, herhangi bir yolsuzluk olayının tam olarak gözden geçirilmesi için Arnavut yargı makamına tam destekte bulunacağız” ifadeleriyle destekte bulundu.

Ndrangheta organize suç örgütünün telefon dinlemelerinin İtalyan medyasında su yüzüne çıkmasından birkaç gün sonra, Arnavut siyasetçiler ve işadamlarına da değinerek, Özel Yolsuzlukla Mücadele Yapısı (SPAK) ülkede henüz bir soruşturma başlatılmadığını açıkladı.

 

Kaynak: Albanian Daily News

Tarih: 26.01.2021

 

Bulgar Başbakanı, Cumhurbaşkanına Meydan Okudu

Bulgaristan Başbakanı Boyko Borisov, 24 Ocak’ta Cumhurbaşkanı Roumen Radev’e hapisteki Rus muhalefet lideri Alexei Navalny ile ilgili tutumunu açıklaması için yaptığı çağrıyı tekrarladı. Borissov’un Radev’e ikinci çağrısı, Rus polisinin, Vladimir Putin hükümetinin Navalny’i destekleyen halk protestolarına katılmama emrine karşı gelen 3000’den fazla kişiyi tutuklamasından birkaç saat sonra geldi.

Borissov, Navalny konusundaki görüşünü belirtirken, bunun Bulgaristan’ın Rusya’nın içişlerine karıştığı veya bu ülkeyle ilişkilerini bozduğu anlamına gelmediğini söyledi. Bulgaristan Dışişleri Bakanı Ekaterina Zaharieva, Navalny’yi destekleyen barışçıl göstericilerin tutuklanmasını kınadı ve derhal serbest bırakılmaları çağrısında bulunurken: “Barışçıl protesto özgürlüğüne saygı duyulmalıdır” ifadelerini kullandı.

 

Kaynak: The Sofia Globe

Tarih: 24.01.2021

 

Bulgaristan’daki Protestolarda 200. Gün!

Sofya’daki hükümet karşıtı protestoların 200. gününde; Başbakan Boyko Borisov’un kabinesinden ve Başsavcı Geşev’den hoşnutsuzluk ifadeleri halka yansıdı. Bulgar “Sistem Bizi Öldürür” girişiminin temsilcileri, trafiğin engellenmesine sebep olurken, ilerleyen vakitlerde göstericilere Bakanlar Kurulu binasına girmelerini salık verdi. Göstericiler içeri girmeye çalıştı ve binayı koruyan polislerle aralarında çatışmalar çıktı.

 

Kaynak: Sofia News Agency

Tarih: 24.01.2021

Bulgaristan Dışişleri Bakanı Brüksel’deki AB Dışişleri Konseyi’ne Katılacak

Dışişleri Bakanlığı basın ofisinin bildirdiğine göre, Bulgaristan Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Ekaterina Zaharieva, Dışişleri Konseyi’nin 2021’deki ilk toplantısına katılmak üzere Brüksel’e gidecek. Brüksel’de, iklim değişikliği ile küresel mücadelede öncü rol için Avrupa Birliği hedefleri kapsamında Avrupa Birliği ülkelerinin dışişleri bakanları, Kasım ayında Glasgow’da gerçekleşmesi beklenen BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nin (COP26) temelini tartışacaklar.

Dışişleri Konseyi çerçevesinde, Japonya Dışişleri Bakanı Toshimitsu Motegi ile, Hindistan ve Pasifik okyanusları bölgesinde AB ve Japonya arasındaki işbirliğine odaklanan bir video konferans düzenlenmesi öngörülüyor. Dışişleri Konseyi’nin gündeminde Brexit’ten sonra İngiltere ile dış politika ve güvenlik alanında işbirliği de var. Toplantıda tartışılacak diğer güncel konular arasında Rus muhalefet lideri Alexei Navalny’nin tutuklanması ve AB koronavirüs aşıları dağıtım stratejisi yer alıyor.

Kaynak: Sofia News Agency

Tarih: 25.01.2021

 

Başbakan Borissov ile Türk Kültür ve Turizm Bakanı Ersoy’un Görüşmesi

Başbakan Boyko Borisov, Başbakan Yardımcısı ve Turizm Bakanı Mariyana Nikolova, Nikolova’nın davetlisi olarak Bulgaristan’a çalışma ziyareti yapan Türkiye Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Ersoy ile 25 Ocak tarihinde Bulgaristan’da bir araya geldi. Hükümet Bilgi Servisi’nin bildirdiğine göre Borisov, geçen yılki küresel sağlık krizinin Bulgaristan ile Türkiye arasındaki turist akışında önemli bir düşüşe neden olduğunu belirterek, COVID-19 riskinin dağılmasının ardından bu eğilimin aşılacağına inandığını söyledi. Borisov, salgın nedeniyle ertelenen Bulgaristan-Türkiye Hükümetlerarası Ekonomik İşbirliği Komisyonu’nun ilk oturumunu düzenlemenin önemine dikkat çekti. Bulgaristan Başbakanı, ikili ekonomik ilişkiler ve karşılıklı çıkarlara yönelik ortak projelerin genel olarak Bulgaristan ile Türkiye arasındaki ilişkilerin güçlenmesine katkıda bulunacağını da belirtti.

Bakan Ersoy ile görüşmesinde Borisov, Türkiye’nin, Bulgaristan’ın yakın komşusu, NATO müttefiki ve göç, terörle mücadele, enerji, tarım, hayvancılık, ticaret gibi alanlarda AB’nin kilit ortağı olduğunun altını çizdi. Borisov, “Bulgaristan ve Türkiye geleneksel olarak iyi ilişkilere sahiptir ve her zaman farklı sorunlara iyi komşuluk ve karşılıklı saygı ruhu içinde çözüm bulmaya çalıştık.” ifadelerini kullandı. Bulgaristan, özellikle COVID-19’un neden olduğu genel durum göz önüne alındığında, topraklarında 3,7 milyondan fazla göçmen ve mülteciyi kabul eden Türkiye’nin karşı karşıya olduğu ciddi göç yükünü ve risklerini anladığını belirtirken, Borisov, Bulgaristan’ın Ankara ile diyaloğu desteklediğini ve AB’nin Türkiye ile iletişim kanallarını açık tutması konusunda her zaman ısrar ettiğini de sözlerine ekledi.

 

Kaynak: Bulgarian News Agency

Tarih: 25.01.2021

 

Bulgaristan-Suudi Arabistan Havacılık Anlaşması Çalışması

Suudi Arabistan Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü Başkanı Abdulhadi Al Mansouri ile Riyad’da bir toplantı gerçekleştiren Başbakan Yardımcısı ve Turizm Bakanı Mariyana Nikolova, Bulgaristan ile Suudi Arabistan Krallığı arasındaki havacılık anlaşması çalışmalarının tamamlandığını ve iki ülkenin ulaştırma bakanları tarafından bir an önce imzalanacağını söyledi. Nikolova, anlaşmaya varılmış taslak anlaşmanın bir Bakanlar Kurulu kararıyla onaylanması için müzakerelerin temeli ve imzalanması için yetkilendirme prosedürü halen devam etmektedir ifadelerini de sözlerine ekledi. Görüşmede ayrıca Bulgaristan ile Suudi Arabistan arasında direkt uçuşların başlatılmasının ikili ilişkileri kolaylaştıracağını ve Avrupa Birliği charter programlarının açılması için fırsatlar yaratacağını söyledi. Nikolova, coğrafi konumu göz önüne alındığında, Bulgaristan’ın Orta Doğu ülkeleri için bir “Avrupa Kapısı” olduğunu ve 150 milyondan fazla tüketiciyle Güneydoğu Avrupa pazarına ve yaklaşık 500 milyon tüketiciyle AB ortak pazarına erişim sağladığını belirtti. Nikolova’nın ifadelerine göre, Bulgaristan, Suudi Arabistan’ı Orta Doğu’daki en önemli ortaklarından biri olarak görmekte ve enerji, yatırım, ticaret, eğitim ve terörle mücadele gibi kilit alanları kapsayacak, sürdürülebilir ve çok katmanlı bir işbirliği inşa etme arzusuna sahip.

 

Kaynak: Bulgarian News Agency

Tarih: 27.01.2021

 

Dodik’ten İzzetbegovic’e ‘özür dile’ çağrısı!

Bağımsız Sosyal Demokratlar İttifakı’nın (SNSD) Yürütme Kurulu toplantısı sonrasında açıklama yapan genel başkan Milorad Dodik, Demokratik Eylem Partisi (SDA) lideri Bakir İzzetbegoviç’in geçenlerde katıldığı bir TV programında Sırpların kötü insanlar olduğunu ifade eden açıklamasından dolayı Sırp halkından özür dilemesi gerektiği çağrısında bulundu.

Dodik verdiği demeçte, İzetbegoviç’in ırkçı açıklamasından pişmanlık duyması gerektiğini ve en yakın arkadaşlarının ona bunun uygun bir ifade olmadığını söylemesini içtenlikle umduğunu dile getirdi. Ayriyeten İzzetbegoviç’in özür dilemesi halinde Sırpların kendisini affedebileceğini, ancak Sırplar hakkında böyle düşünmesinin kendisi için şaşırtıcı ya da garip olmadığını söyledi.

Son olarak, Dodik, Sırplara yönelik bu açıklamanın siyasi alanda kabul edilemez olduğunu ve sözkonusu ifadenin olayları bir çatışma alanına taşıyabilecek nitelik taşıdığını belirtti.

 

Kaynak: Sarajevo Times

Tarih: 25.01.2021

 

İzzetbegoviç: Ben Sırp halkının düşmanı değilim!

SDA Lideri Bakir İzzetbegoviç resmi hesabından yaptığı açıklamada, kendisini  “Sırp halkının düşmanı” olarak sunan, Sırbistan ve Republika Srpska (RS) siyasetçilerine ve ifadelerini kasıtlı olarak yanlış yorumlayan medya mensuplarına alıştığını dile getirdi. SNSD lideri Milorad Dodik’in Bosna-Hersek devletine ve Boşnaklara yönelik yaptığı düşmanlığı ve gerici politikaları bırakması gerektiğini yineledi. Aynı zamanda  bir Sırp düşman olarak nitelendirilmesi yönündeki açıklamanın anlamsız olduğunu Sırplarla büyüdüğünü pek çok yakın çalışma arkadaşının Sırp olduğunu ve savaş zamanındaki suçlamalardan ve soykırımlardan bütün bir Sırp halkının mesul olmadığını yalnızca bireylerin sorumlu olduğunun altını çizdi. Ancak Sırp halkının genelinin de söylediği gibi, bu kadar çok sayıda suça yönelimli bireyin nereden geldiğini ve Bosna Savaşı zamanındaki insan hakları ihlallerini yapmalarına neden izin verildiğini Sırp yöneticilerin kendilerine sormaları gerektiğini vurguladı.

Başta Dodik olmak üzere Sırp liderleri, Boşnaklara yönelik soykırımı tanımaya ve Sırp halkı adına özür dilemeye, hüküm giymiş savaş suçlularını yüceltmeyi ve onları kahraman olarak tanımayı bırakmaya davet etti. Ayrıca Milorad Dodik’ten, savaştan sonra Pale’deki öğrenci yurduna suçlu Radovan Karadziç’in adını verdiği ve diğer savaş suçlularını ödüllendirdiği için Boşnak halkı adına bir açıklama beklediğini ifade etti.

 

Kaynak: Sarajevo Times

Tarih: 26.01.2021

 

Bosna-Hersek’teki göçmen krizi devam ediyor

Bosna Hersek Bakanlar Konseyi Başkanı Zoran Tegeltija geçtiğimiz perşembe günü Avrupa Konseyi Genel Sekreteri Göç ve Mülteciler Özel Temsilcisi Drahoslav Stefanek ile ülkedeki göçmen krizinin aşılması yönünde bir görüşme gerçekleştirdi.

Muhataplar, bölgedeki tüm ilgili kamu ve güvenlik kurumlarının daha fazla koordinasyonunun ve ortak işbirliğinin yasadışı göç sorununun çözümüne önemli ölçüde katkıda bulunacağı konusunda anlaştılar. Toplantı sonrası yapılan açıklamada, Özel Temsilci Stefanek, mülteci kamplarındaki durumun basında yer alan ve kamoyuna yansıyan haberlere kıyasla daha iyi bir durumda olduğunu belirtti. Başkan Tegeltija ise, 2017 yılının son çeyreğinden itibaren göçmen krizinden bölgede en çok etkilenen ülkelerden biri olan Bosna-Hersek’in bu konuda daha fazla Avrupa Birliği desteği görmesi gerektiğini ifade etti.

 

Kaynak: Sarajevo Times

Tarih: 29.01.2021

 

Hırvatistan’da Yolsuzluk Yıllar Geçtikçe Artış Gösteriyor

Uluslararası Şeffaflık Derneği (Transparency International), koronavirüs salgınının sadece bir sağlık ve ekonomik kriz değil, aynı zamanda bir yolsuzluk krizi olduğunu da belirten bir açıklama yaptı. Bu yıl hazırlanan Yolsuzluk Algılama Endeksi (Corruption Perceptions Index), 180 ülkede yaşayan uzmanların ve iş adamlarının görüşlerini değerlendirmeye alarak kamu sektöründeki yolsuzluk sıralamasını hazırladı. Index çerçevesinde Hırvatistan’ın, 2015’te 51. Sıradayken 2020’de 63. sıraya taşındığı belirtilmiştir. Değerlendirmelere göre Hırvatistan, ciddi bir yolsuzluk krizi ile karşı karşıya kalarak yıllar geçtikçe daha kötü bir hal almakta ve siyasi elitlerin her geçen gün rüşvet skandallarına yol açması ülkenin yolsuzluk konusunda gerileyen gidişatına sebep olmaktadır.

 

Kaynak: HRT Vjesti

Tarih: 28.01.2021

 

BM Mülteciler Yüksek Komiserliği’nden Hırvatistan’a Uyarı

BM Mülteci Dairesi, AB üyesi Hırvatistan da dahil olmak üzere Avrupa ülkelerini mültecilere ve iltica arayanlara yönelik yasa dışı geri göndermeyi ve şiddeti soruşturmaya ve durdurmaya çağırdığını söyledi. Hırvatistan’daki Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (BMMYK) sözcüsü Jan Kapic, BIRN’e konuştu ve bir süredir Hırvatistan’dan, Bosna Hersek ve Sırbistan’a yasadışı bir şekilde iade edildiklerini söyleyenlerden raporlar aldığını belirtti. Kapic raporların, şiddet ve aşırı güç kullanımı, sığınma taleplerinin engellenmesi ve bölgeye erişim gibi sorunların vurgulandığını söyledi.

BMMYK bu raporlardan derin endişe duyup, Hırvatistan’dan ihlaller ve sorunlarla ilgili tüm iddiaları araştırmasını ve sınır durumunun gerçeklerini tespit etmek için bağımsız bir değerlendirme mekanizması kurmasını istedi. BMMYK’nın da hatırlattığı gibi, 1951 tarihli Mültecilerin Hukuki Durumuna Dair Sözleşme, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve AB Müktesebatı; insanlar düzensiz göçmen olarak veya iltica ederek ülkeye girseler bile, geri gönderilmelerine karşı devletlerin kişilerin korunma hakkının muhafaza edilmesini sağlaması gerektiğini belirtiyor.

 

Kaynak: Balkan Insight

Tarih: 28.01.2021

 

Türkiye-Karadağ Ekonomik İlişkileri Gelişiyor

Karadağ Ekonomik Kalkınma Bakanı Jakov Milatoviç ile Türkiye’nin Karadağ Podgorica Büyükelçisi Songül Ozan bir araya geldi. Görüşmelerde, karşılıklı ilişkileri daha da güçlendirmek istendiği kayıtlara geçti.  Büyükelçi Songül Ozan, Karadağ’ın Türk şirketleri tarafından tanınan ve Türkiye’nin Karadağ’ın en büyük yatırımcılarından biri haline gelmesiyle sonuçlanan elverişli bir iş ve yatırım ortamı olduğuna dikkat çekti. Turizm ve tarım alanındaki yatırımlar için özellikle tercih edilen Karadağ topraklarına Türk şirketlerce büyük bir talep mevcut. Bakan Milatoviç, ortak ilgi alanlarının pek çok alanında başarılı ekonomik işbirliğinden duyduğu memnuniyeti dile getirerek, ortak ekonomik faaliyetlerde daha fazla iyileştirme ve ilerleme için yer olduğunu da belirtti.

 

Kaynak: MEK.Gov

Tarih: 25.01.2021

 

Seçim Tartışmalarına Batı Ülkelerinin Müdahalesi Gecikmedi

Merkezi Seçim Komisyonu’nun son üç yıl içinde hüküm giymiş kişilerin adaylıklarını seçim listesinden çıkarma kararı alması Kosova’da büyük tartışmalara yol açtı. Bu kararın ardından tartışmalar, Vetëvendosje Hareketi Başkanı Albin Kurti üzerine odaklandı. Bunun sebebi ise 2018’in Eylül ayında Temyiz Mahkemesi’nin Kurti ve üç yardımcısını mahkûm eden kararı onaylaması ve Kosova Parlamentosu’nda göz yaşartıcı gazı yasaklamasıydı. Karar, Kosova Cumhurbaşkanı vekili Vyosa Osmani de dâhil olmak üzere birçok kişinin tepkisine yol açmıştı. Amerika Birleşik Devletleri, Almanya, Fransa, İngiltere ve İtalya’nın büyükelçileri Kosova’daki tüm partileri, tahrik edici ve kişisel saldırılardan kaçınmaya davet ettiler. Bütün partileri ve adaylarını, COVID-19 önlemlerini almayı unutmamaları konusunda da tembihlediler. Seçim sürecinin şeffaf olması gerektiğini söyleyen Batılı büyükelçiler, Kosova halkının barış ve huzuru hak ettiğini dile getirirken, yasal kararlara saygı duyulması gerektiğini de vurguladılar.

 

Kaynak: Panorama.al

Tarih: 25.01.2021

 

Albin Kurti’nin Adaylığı Reddedildi

Kosova Eski Başbakanı Albin Kurti, 2018 Ocak yılında Priştine mahkemesi tarafından, parlamentoda biber gazı patlattığından dolayı tutuklanmıştı. Kosova’nın Seçim Şikâyetleri Komisyonu da bir suçtan hüküm giydiği için Kurti’nin 14 Şubat’ta yapılacak olan parlamento seçmelerine aday olmasını kesin olarak engelledi. Kurti’nin yanında diğer dört Vetëvendosje üyesi, Albulena Haxhiu, Liburn Aliu, Bajram Mavriqi ve Labinote Demi Murtezi de aynı sebep doğrultusunda adaylıktan çıkarıldı.  Kosova Genel Seçimler Yasası’na göre, son üç yıl içinde suçlu bulunan hiç kimse meclis seçimlerine adaylığını koyamaz. Komisyon aynı zamanda Sosyal Demokrat Girişimi’nden (NISMA) 12 adayı ve Kosova’nın Geleceği için İttifak’tan (AAK) ise dört adayı onaylamadı.

 

Kaynak: Balkan Insight

Tarih: 26.01.2021

 

NATO Olmazsa Arnavutluk Olur

Kosova’nın Geleceği için İttifak (AAK) lideri ve cumhurbaşkanı adayı Ramush Haradinaj, NATO üyeliği gerçekleşmezse Kosova’nın Arnavutluk’a katılması gerektiğini söyledi. Haradinaj, seçim kampanyası için yaptığı basın toplantısında, en önemli şeyin ekonominin gerilemesini durdurmak olduğunu ve bunun için planları olduğunu vurguladı. Planlarının odak noktasının ise güvenlik ve NATO üyeliği olduğunu belirtti. Kosova’nın tanınması için bu üyeliğin önem arz ettiğinin de altını çizdi. Tüm Balkan ülkelerinin Avrupa Birliği’nde olması gerektiğini de sözlerine eklerken, Kosova’nın Rusya’dan uzakta NATO’ya katılması lazım ifadelerini de kullandı. Eğer Kosova, NATO üyeliği konusunda başarısız olursa Arnavutluk’a katılım için referandum yapacağını belirtti.  Bu sözlerin ardından, Tiran’daki Rus büyükelçiliği tepki vererek Kosova’yı kendi kendini ilan eden sahte bir devlet olarak nitelendirirken, Haradinaj’ın açıklamalarını provokasyon olarak nitelendirdi.

 

Kaynak: Panorama.al

Tarih: 28.01.2021

 

Kosova ve İsrail  Arasında Diplomatik İlişkiler 1 Şubat’da Başlıyor

Koha gazetesine konuşan Kosova Dışişleri Bakanı Meliza Haradinaj-Stubla “Kosova ile İsrail ilişkileri yeni bir döneme giriyor” açıklamasını yaptı. İsrailli mevkidaşı Gabriel Askenhazi ile görüşmenin 1 Şubat’ta olacağı ifade edildi.

Priştine ve Belgrad’ın 4 Eylül 2020’de Beyaz Saray’da imzaladığı anlaşmanın ardından İsrail, Kosova’yı bağımsız bir devlet olarak tanımıştı. Aynı anlaşma uyarınca Kosova, Kudüs’teki büyükelçiliğini açacak.

 

Kaynak: Balkan Insight

Tarih: 29.01.2021

 

Pendarovski, Nüfus Sayımı Kararnamesini İmzaladı

Kuzey Makedonya Cumhurbaşkanı Stevo Pendarovski, 25 Ocak Pazartesi günü, 2021 yılında Kuzey Makedonya Cumhuriyeti’nde nüfus, hane halkı ve vatandaş sayımı yasasının kabulüne ilişkin kararı imzaladı. Pendarovski, nüfus sayım sürecinin siyasallaşmayacağını ve elde edilen verilerin, ülkenin hayati bölgelerinde uzun vadeli stratejilerin formüle edilmesine olanak tanıyacak genel kalkınma için faydalı olacağını umduğunu belirtti. Tasarı, iktidar çoğunluk partilerinin yanı sıra muhalefetteki Arnavut partisinden 62 milletvekilinin oylarıyla geçtiğimiz hafta mecliste geçirilirken, ana muhalefetteki VMRO-DPMNE partisinden milletvekilleri çekimser kaldı. Ülke parlamentosunun 120 sandalyesi var. Ancak milliyetçi VMRO-DPMNE; Kuzey Makedonya başbakanı Zoran Zaev ve Arnavutluk’un en büyük partisi DUI lideri Ali Ahmeti’yi ülkenin demografik yapısını değiştirmeye çalışmakla suçlayarak, nüfus sayımının sonuçlarını tanımayacağı konusunda uyardıç VMRO-DPMNE, Başkan Stevo Pendarovski’yi, Zoran Zaev’in “kuklası” olarak hareket ettiği ve “nüfus sayımının başarısızlığından” ötürü Başbakanla aynı sorumluluğu üstleneceğini iddia ederek kınadı.

 

Kaynak: Independent Balkan News Agency

Tarih: 26.01.2021

 

Kuzey Makedonya ve Yunanistan Batı Balkanlar’da İstikrarı Teşvik Ediyor

Başbakan Zoran Zaev ve Yunanistan’ın yeni Büyükelçisi Roussos Koundouros Salı günü Üsküp’te yaptıkları toplantıda, Kuzey Makedonya ve Yunanistan’ın dostluk yoluyla Batı Balkanlar’da istikrarı teşvik ettiği sonucuna vardıkları bir istişare gerçekleştirdi. Hükümet yaptığı basın açıklamasında, Büyükelçinin Atina’dan gelerek, önemli görülen alanlarda işbirliğini geliştirerek iki ülke arasındaki dostluğu sürdürme mesajını aktardığını söyledi.

Basın bülteninde, “Yunanistan, Kuzey Makedonya NATO’ya katıldıktan sonra AB entegrasyon sürecinde ülkemize ve Avrupa perspektifleri için kilit kabul edilen süreçlerde teknik yardıma destek vereceğini belirtti.” ifadesi kullanıldı. Başbakan ve Büyükelçi, görüşmelerini enerji sektöründe olduğu gibi somut sonuçların kaydedildiği ekonomik işbirliğini yoğunlaştırma yolları üzerinde yoğunlaştırdı. Zaev, “Ekonomi yoluyla, iki ülkenin vatandaşları da iki ülkenin iyi komşuluk ilişkileri, kapsayıcı ve yapıcı işbirliği inşa etme konusunda tarihi bir adım ve önemli bir taahhüdü olan Prespa Anlaşması’nın faydalarını hissetmeye başlıyor” açıklamalarında bulundu.

Toplantıda sağlık, tarım, eğitim, kültür ve sosyal korumada işbirliğinin önemi de vurgulandı. Basın açıklamasında, Başbakan Zaev Büyükelçi Koundouros aracılığıyla Yunan mevkidaşı Kyriakos Mitsotakis’e Kuzey Makedonya Cumhuriyeti’ni ziyaret etme davetini de dile getirdi.

 

Kaynak: Civil – Center For Freedom Today

Tarih: 26.01.2021

 

Josep Borrell: “AB Politikalarında Kuzey Makedonya Perspektifinin Alternatifi Yok

Avrupa Dış Eylem Servisi’nden yapılan açıklamaya göre, AB Dış Politika Yüksek Temsilcisi Josep Borrell, Brüksel’i ziyaret eden Kuzey Makedonya Başbakan Yardımcısı Nikola Dimitrov ve Dışişleri Bakanı Bujar Osmany ile yaptığı görüşmede, Kuzey Makedonya’ya yönelik net ve inkar edilemez Avrupa perspektifini yeniden doğruladı ve siyasilerle katılım müzakerelerinin önündeki engelleri kaldırmak için bir çözüm bulma konusunda samimi ve açık bir tartışma yürüttü. Üçlü, aşılara erişim de dahil olmak üzere Covid-19 salgınının zorluklarına karşı AB ile Batı Balkanlar arasındaki ayrıcalıklı ortaklığı da ele aldı.

 

Kaynak: Sofia News Agency

Tarih: 26.012021

 

Zaev – Galloway: Birleşik Krallık ile Işbirliği Yoğunlaşıyor

Kuzey Makedonya Başbakanı Zoran Zaev, Birleşik Krallık’ın Kuzey Makedonya Büyükelçisi Rachel Galloway ile görüştü. Basın açıklamasında, iki ülke arasındaki işbirliğinin salgın sırasında bile yoğunlaşmasının toplantıda takdir edildiği belirtildi.

Toplantıda, Kuzey Makedonya Cumhuriyeti ile Büyük Britanya Birleşik Krallığı ve Kuzey İrlanda arasında imzalanan Ortaklık, Ticari İlişkiler ve İşbirliği Anlaşmasının ardından bu işbirliğinin tüm alanlarda daha aktif bir şekilde teşvik edilmesi beklentisi dile getirildi. İyi işbirliğine bir örnek olarak, sürücü ehliyetlerinin iki ülke arasında karşılıklı olarak tanınması ve resmi prosedürler tamamlanmak üzere olması gösterildi. Görüşmede, İngiltere’nin Kuzey Makedonya’daki en büyük doğrudan yabancı yatırımcılardan biri olmasına rağmen ekonomik işbirliğini artırmaya yönelik ortak bir kararlılık dile getirildi. Ayrıca, pandeminin nasıl ele alınacağına ilişkin bilgiler her iki ülke tarafından paylaşıldı. Güvenlik, hukukun üstünlüğü, eğitim ve medya gibi alanlarda İngiltere’den yardım ve deneyimlerin paylaşılması hakkında da konuşmalar yapıldı.

 

Kaynak: Мета.мк

Tarih: 26.01.2021

 

Dendias: Üsküp ile Sofya Arasındaki Farklılıkların Çözümünü Kolaylaştırmaya Çalışacağız

Aktarılana göre, Yunanistan Dışişleri Bakanı Nikos Dendias “Euronews” ile yaptığı röportajda, Bulgaristan ve Kuzey Makedonya ile dostane ilişkileri sürdüren bir ülke olarak, farklılıklarının çözümünü kolaylaştırmak için mümkün olan her yolu deneyeceklerini söyledi. Röportajda Yunanistan Dışişleri Bakanı, Yunanistan’ın, bölgenin Avrupa perspektifine verdiği desteği yineledi.

Dendias, Selanik Gündemi’nden sonra Yunanistan, Balkan Yarımadası’nın ve tabii ki Batı Balkanlar’ın, özellikle de Kuzey Makedonya ve Arnavutluk’un Avrupa perspektifinin güçlü bir destekçisidir ifadelerini kullandı. “Bulgaristan ve Kuzey Makedonya ile dostane ilişkileri sürdüren bir ülke olarak, farklılıklarının çözümünü kolaylaştırmak için mümkün olan her yolu deneyeceğiz ve eminim ki herkes bunu takdir edecek ”diye de belirtti Dendias. Yunanistan’ın somut inisiyatifler alıp almayacağı sorusuna Yunan dışişleri bakanı, girişimin çok güçlü bir kelime olduğunu belirterek, “herkesle arkadaş olduklarını ve herkese yardım etmeye çalıştıklarını” sözlerine ekledi.

 

Kaynak: Zhurnal.мк

Tarih: 28.01.2021

 

Sırp Cumhuriyeti’nin Paralel Diplomasisi

Sırp Cumhuriyeti’nin (RS) Rusya Federasyonu Temsilcisi Dusko Perovic, Slobodna Evropa Radyosu’na Rusya Federasyonu’nda bulunan temsilcilikleri hakkında konuştu.

Bosna-Hersek’teki iki entiteden biri olan Sırp Cumhuriyeti, Bosna-Hersek devletinin elçilik ve konsolosluk ağlarına ek olarak, kendi temsilciliklerini de açmakta ve bu temsilciliklerin masraflarının Sırp Cumhuriyeti’nin bütçesinden finanse ediliyor. Hükümet tarafından ise 2021 yılında 2,3 milyon avroluk bütçenin 440 bin avrosunu temsilcilikler için ayrılacağı vurgulandı. Bütçe, sadece temsilcilik masrafları için değil aynı zamanda orada yaşayan Sırp halkları için de birçok alanda kullanılıyor. Bütçe kullanımının ayrıntılı açıklamasını da yapan Perovic, yer kirasından ofis malzemelerine kadar her şeyin buradan karşılandığını ve orada yaşayan vatandaşlarının tedavileri için de kullanıldığını ekledi.

Perovic, Moskova’daki temsilciliğin 1993 yılında açıldığını lakin resmi faaliyetletlere tam anlamıyla 2010’da başlandığı bilgisini de röportajında belirtti. Sırp Cumhuriyeti temsilcisi Dusko Perovic, Rusya Federasyonu’ndaki tek temsilciliğin Moskova’da olmadığını Kasım 2018’de St. Petersburg’da da bir temsilciliğin daha kurulduğu bilgisini de paylaştı.

 

Kaynak: Slobodna Evropa

Tarih: 26.01.2021

 

Dodik: ‘‘Bir Sonraki Yerel Seçime Antrenman Yapıyoruz’’

Bosna-Hersek’te yapılan seçimlerde usulsüzlük yapıldığı gerekçesiyle geçtiğimiz hafta Doboj ve Srebrenitsa kentlerinde seçimler Merkezi Seçim Komisyonu tarafından iptal edilmişti. Bu iki kentte seçimin tekrar yapılacak olması Bosna-Hersek Federasyonu’nda memnuniyetle karşılanırken Sırp Cumhuriyeti tarafında ise tepkiyle karşılandı.

Seçimlerin tekrarına dair Belgrad’da konuşan Bağımsız Sosyal Demokratlar İttifakı (SNSD) Genel Başkanı Milorad Dodik, oy kullanmaya giden seçmenlerin attığı imzaların uyuşmaması sebebiyle bazı oyların geçersiz sayıldığını ve bu sebepten oyların iptal edilmesinin saçma olduğunu dile getirdi. Tekrarlanacak seçimlerin ise hiçbir sorun sorun teşkil etmediğini, bir sonraki seçimler için antrenman olarak gördüklerini belirtti.

 

Kaynak: Rtrs & Atvbl

Tarih: 28.01.2021

 

Yunanistan ile Türkiye Arasındaki 61. Keşif Teması Görüşmeleri

Boğaz’ın zemininde, Yunanistan ile Türkiye arasındaki keşif teması, yaklaşık 5 yıl sonra 25 Ocak tarihinde İstanbul’da yeniden başladı. Temasların amacı, kıta sahanlığı ve Ege ile Doğu Akdeniz’de Münhasır Ekonomik Bölge’nin sınırlandırılmasına ilişkin gelecekteki olası müzakereler için Uluslararası Hukuka dayalı olarak araştırılmasıydı.

Keşif temaslarında, Yunan tarafının defalarca vurguladığı gibi, adaların askersizleştirilmesi konusu tartışılmadı ve ulusal egemenlikle ilgili herhangi bir konuyu müzakere etmeyeceğini belirtti. Yunanistan 61. keşif temaslarına güvenle, “iyi niyetle”, sıfır saflıkla, işbirliği ruhuyla, yapıcı bir iklimle ve görüşmelere katıldığını ve Türk tarafının da benzer bir ruhla geleceği umuduyla yaklaştığını açıkça belirtmişti. İki heyet, 1 Mart 2016’da Atina’da düzenlenen 60. keşif temasları turunun tartışmalarını gözden geçirdi. Yunan diplomatik kaynaklarına göre, bir sonraki tur müzakerelerin yakın gelecekte Atina’da yapılması kararlaştırıldı.

 

Kaynak: Greek Reporter

Tarih: 25.01.2021

 

Yunan ve Fransız Savunma Bakanları Atina’da Rafale Jetleri Sözleşmesi İmzaladılar

Yunanistan Ulusal Savunma Bakanı Nikos Panagiotopoulos ve Fransız Silahlı Kuvvetleri Bakanı Florence Parly, 25 Ocak tarihinde, Yunan Savunma Bakanlığı’nda 18 Rafale savaş uçağı için sözleşme imzaladılar.

Yunan bakanın rekor sürede tamamlandığını söylediği anlaşmanın ardından, her iki bakan da Yunan-Fransa ilişkilerinin stratejik doğasından bahsetti ve uçağın Yunan Hava Kuvvetleri’nde oynayacağı caydırıcılık rolünden bahsetti.

Panagiotopoulos, “Jetlerin gelişmiş elektronik sistemleri , stratejik nitelikteki silahlarıyla birlikte, onları havada önemli bir üstünlük unsuru haline getiriyor.” ifadelerinde bulundu ve sözlerine şöyle devam etti: “Anlaşma, ülkelerimiz arasında ikili düzeyde olduğu kadar bölgesel ve uluslararası kuruluşlar düzeyinde de uzun süredir devam eden mükemmel bir işbirliği geleneğini doğruluyor.” Parly, Yunanistan’ın Rafales’i satın alan ilk Avrupa ülkesi olduğunu açıkladı ve Fransa’nın aynı tipte 8 jet ile “Skyros” ve “Iniochos” savunma tatbikatlarına katılacağını söyledi.Yunanistan’a 6 adet kullanılmış uçak teslimi Temmuz 2021’de başlayacak ve ileriye dönük olarak ayda bir teslim edilecek. Yenileri 2022 Baharında, geri kalanı ise 2023 yılının başlarında teslim edilecek. Yunan Hava Kuvvetleri pilotları ve bunlarla ilgili eğitim alacak teknisyenler kısa süre sonra Fransa’ya gidecek.

 

Kaynak: Athens‑Macedonian News Agency

Tarih: 25.01.2021

 

Yunanistan-Bulgaristan Doğalgaz Boru Hattı Anlaşması Parlamentoda Onaylandı

26 Ocak tarihinde Yunan parlamentosu, Yunanistan-Bulgaristan Ara Bağlayıcı (IGB) doğal gaz boru hattı projesine ilişkin Yunanistan-Bulgaristan işbirliği anlaşmasını ve EastMed Gaz Forumu’nun (EMGF) kuruluş anlaşmasını onayladı.

Yeni Demokrasi, SYRIZA ve Değişim Hareketi (KINAL) yasa tasarısı lehine oy verirken, Yunan Komünist Partisi (KKE) ve MeRA25 tasarının aleyhinde oy kullandı. Anlaşmalar, gaz boru hattının inşası ve proje tamamlandıktan sonra gazın taşınması için karşılıklı taahhütleri içermekte. IGB doğalgaz boru hattının uzunluğunun 182 km olduğu tahmin ediliyor; bunun 151 km’si Bulgaristan’da, geri kalan 31 km’si ise Yunanistan’da bulunuyor. Yunanistan Çevre ve Enerji Bakanı Kostas Skrekas’a göre projenin % 52’si tamamlandı ve 2021 yılı sonuna kadar kalanının tamamlanması bekleniyor.

 

Kaynak: Greek City Times

Tarih: 27.01.2021

 

Yunanistan ve Sırbistan ‘Elektronik Covid-19 Aşı Sertifikası’ Üzerinde Anlaştı

Yunanistan Turizm Bakanı Harry Theoharis ve Sırp mevkidaşı Tatjana Matiç, turizm alanında ortak bir mutabakat anlaşması imzalamayı kabul ettiler. Anlaşma, iki ülke arasındaki seyahatler için “elektronik Covid-19 aşı sertifikasının” karşılıklı tanınmasını öngörüyor.

Anlaşmaya ilişkin “Bu, her iki ülkenin aşılanmış vatandaşlarının girişine izin verirken, aşılanmamış vatandaşlar için negatif bir PCR testi veya antijen testi zorunlu olacak. Ayrıca, sınırda rastgele hızlı testler yapılacak” ifadeleri kullanıldı. Görüşmede, 1 Mayıs – 1 Ekim tarihleri arasındaki seyahat koşulları da ele alındı: Yunanistan’ı ziyaret eden Sırp vatandaşları, devlet sağlık yetkilileri tarafından verilmiş bir koronavirüs aşı sertifikası taşımalı ve Sırbistan’ı ziyaret eden Yunan vatandaşlarının da koronavirüs aşı sertifikası taşıması gerekiyor.

 

Kaynak: Greek City Times

Tarih: 28.01.2021

 

Avrupa Yatırım Bankası ve Yunanistan Arasında Anlaşma

Yunanistan Cumhuriyeti Maliye Bakanı ve Avrupa Yatırım Bankası Başkanı Christos Staikouras, Sivil Koruma ve Kriz Yönetimi Bakan Yardımcısı Nikos Chardalias ve AYB Yunanistan’dan sorumlu Başkan Yardımcısı Christian Kettel Thomsen, 29 Ocak tarihinde sivil koruma kapsamındaki planları açıkladılar. Yunanistan genelinde COVID-19 ile daha iyi mücadele etmek ve doğal afetler nedeniyle can kaybını azaltmak için 595 milyon Euro’luk yeni bir Avrupa Yatırım Bankası kredisi kapsamında yatırımlar yapılacak. Uzun vadeli finansman ve paylaşılan en iyi teknik uygulama ile hedeflenen, 13 Yunan bölgesinin tamamında afet önleme ve sel, orman yangınları ve depremler dahil olmak üzere salgınlara ve doğal afetlere müdahalede dönüşümün sağlanması.

 

Kaynak: Greek Reporter

Tarih: 29.01.2021

 

Dendias, Saraybosna’da Bakanlar Konseyi Başkanı Zoran Tegeltija ile Bir Araya Geldi

Saraybosna’ya resmi bir ziyarette bulunan Dışişleri Bakanı Nikos Dendias, 29 Ocak günü Bakanlar Kurulu Başkanı Zoran Tegeltija ile bir araya geldi. Dışişleri Bakanlığı, Twitter’da yaptığı bir paylaşımda, görüşmelerde Batı Balkanlar’ın AB’ye katılım umutları ve işbirliği umutları üzerinde durulduğunu belirtti. Daha önce Dendias, Bosna Hersek’teki mevkidaşı Dr. Bisera Turković tarafından kabul edilmişti.

 

Kaynak: Athens‑Macedonian News Agency

Tarih: 29.01.2021

 

Lajčak: Toprak Değişimi Çok Tehlikeli

Avrupa Birliği’nin Kosova-Sırbistan diyaloğundan sorumlu özel temsilcisi Miroslav Lajčak Fransız Le Monde gazetesine önemli açıklamalarda bulundu. Lajčak, Kosova ile Sırbistan arasında toprak değişiminin “çok tehlikeli” olacağını söyledi. Diyaloğun Kosova nedeniyle ertelendiğini belirten Lajčak, AB’nin Batı Balkanlar ve ABD arasında oluşturulan birlikten son derece memnun olduğunu ifade etti. Lajčak, iki taraf arasında kapsamlı ve yasal olarak bağlayıcı bir anlaşmaya varma çabalarının bir sonuç elde edilene kadar devam ettirileceğini de belirtti.

ABD’nin bu süreçteki rolüyle ilgili olarak Lajčak, ABD Başkanı Joe Biden hükümetinin ABD’nin bölgedeki siyasi ve insani bağlılığı nedeniyle tarihi bir sorumluluk hissettiğini söyledi. Sırbistan ile Kosova arasında toprak değiştirme fikri sorulduğunda Lajčak, bölge ülkelerinin olayların kontrolden çıkmasından korktukları için karşı olduklarını ifade etti.

Sırbistan’ı Priştine ile ilişkilerin normalleşmesinden sonra neler bekleyebileceği sorusuna Lajčak, “Hem Sırbistan hem de Kosova normalleşmenin bir ön koşul olduğunu biliyor. Ancak AB, kriterler karşılanırsa ve gerekli reformlar uygulanırsa entegrasyon sözü verdi” cevabını verdi. Lajčak, Kosova’da yapılacak seçimler nedeniyle diyaloğun mümkün olmadığını belirterek, yeni bir hükümet kurulur kurulmaz Priştine’de müzakerelere devam edileceğini de sözlerine ekledi.

 

Kaynak: Independent Balkan News Agency

Tarih: 28.01.2021

 

Sırbistan AİHM’de En Çok Dava Açılan İlk Beş Ülke Arasında

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Sırbistan’ın kendisine yapılan başvurularda ilk beş ülke arasında yer aldığını gösteren yıllık raporunu 27 Ocak tarihinde, Mahkeme Başkanı Robert Spano’nun açıklamalarda bulunduğu Strazburg’da düzenlenen bir basın toplantısında sundu.

Bu rapora göre Sırbistan, 2160 başvurunun yapıldığı 2020 yılında, 2019 yılına göre yüzde 17 daha az başvuruya sahip. Mahkeme verilerine göre Karadağ 10.000 kişi başına 3,5 başvuru ile birinci sırada yer alırken, Sırbistan 2,65 başvuru ile ikinci sırada bulunuyor. Bosna-Hersek 10.000 kişiye 2.49 başvuru ile üçüncü sırada yer alıyor. Sırbistan, karara bağlanmayı bekleyen 1.755 başvuruyla bekleyen davalar açısından da yedinci sırada yer alıyor.

 

Kaynak: N1

Tarih: 27.01.2020

 

Karadağ Güvenilir Bir NATO Ortağı Olmaya Devam Ediyor

Karadağ’ın NATO askeri temsilcisi Amiral Dragan Samardžić, Brüksel’deki NATO karargahında askeri komitenin 185. toplantısına katıldı. Toplantının başında NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg Askeri Komite’ye hitaben yaptığı konuşmada İttifak’ın 2021’de karşı karşıya kalacağı sayısız görev ve yükümlülüklere değindi. Toplantılar, Avrupa-Atlantik Bölgesinin Caydırıcılık ve Savunma Kavramının uyumlaştırılması ve yeni bir NATO stratejik kavramı üzerine özel olarak odaklanılarak NATO operasyonları, misyonları ve faaliyetlerine ayrıldı.

NATO askeri temsilcisi Amiral Dragan Samardžić, Karadağ’ın İttifak’ın yeteneklerini geliştirmeye sürekli katkısını vurguladı. Amiral Samardžić, “Ulusal kapasitemizin geliştirilmesine paralel olarak, Karadağ bölgede istikrar ve güvenliği daha da güçlendirmeye kararlıdır” ifadesini kullandı.

 

Kaynak: Independent Balkan News Agency

Tarih: 28.01.2021

 

 

 

HAZIRLAYANLAR:

Didem Şimşek, Dilara Nesrin Bulut, Dilek Keçeci, Elifnur Ayhan, Hasibe Özdemir, Hatice Deniz Hızal, İleyna Savuk, Neval Tayyar, Rümeysa Güner, Taha Yüceses, Zeyneb Sümeyye Cenik, Zülfiye Çobanoğlu

 

TUİÇ Balkan Staj Birimi

 

Feminist Teori

Kitap: Feminist Teori

Yazar: Josephine Donovan

Yayın Yılı: 2020

Yayınevi: İletişim Yayınları

Sayfa Sayısı: 406

“Bütün erkekler ve kadınlar eşit olarak yaratılmışlardır, yaratıcıları tarafından verilmiş ve vazgeçilmez haklara sahiptirler ki bunların arasında yaşam, özgürlük ve mutluluğun peşinden koşma hakkı vardır.”

Felsefi ve Tarihi Açıdan Kadın Kimdir?

Josephine Donovan, Feminist Teori adlı kitabında Aydınlanma Çağından itibaren çağdaş feminizme kadar yol almış kadınların fikirleri, eylemleri ve nasıl örgütlendiklerine dair birçok farklı kuramdan bir değerlendirme ortaya koymuştur. Kitap toplam sekiz bölümden oluşmaktadır. Bu analiz yazısında ilk beş bölümün analizine yer verilmiş olup bunlar sırasıyla Aydınlanmacı Liberal Feminizm, 19. Yüzyılın Kültürel Feminizmi, Feminizm ve Marksizm, Feminizm ve Freudculuk, Feminizm ve Varoluşçuluk, Radikal Feminizm’dir.

Aydınlanmacı Liberal Feminizm

Aydınlanma ya da Akılcılık Çağı olarak nitelendirilebilecek dönem içinde feminist kuramcılar, hükümetlerin müdahale edemeyecekleri vazgeçilmez ya da doğal hakları olduğu fikrine dayalı yeniden düzenlemeleri ve çözümlemeleri hem Amerikan Bağımsız Bildirisi ile hem de Fransa’nın İnsan Hakları Bildirisi ile 18. yüzyılda dile getirmişlerdir. Aydınlanmacı görüşe göre dünyanın işleyişi rasyoneldir ve erkek bu liberal düşünürlerin bakış açısına göre sınıflandırılır. Rasyonel olmayan duygular alanı estetik ve moral değerlerle ilişkilendirilir, ikinci plana atılır. Gerçeklikten uzaklığıyla da kadın bu kategoriyle ötekileştirilir. 18. yüzyılda kadının eş ve anne olarak evine ait olduğu varsayımı neredeyse evrenseldir. Evli kadınların tamamen kocalarının himayesinde olması, mülkiyet hakkının olmaması, miras ve çocukları üzerinde hiçbir kontrolünün olmaması kadınların doğal haklara sahip olmadığı varsayımının bir sonucudur.  Tüm bu sorunlar sonradan kadın hareketinin başlamasına ilham kaynağı olacaktır ve sosyal alan içerisinde ifade edilecektir. Blackstone, Locke gibi liberal erkek kuramcıların düşünceleri ile desteklenen doğal haklar kanunu, insanı sadece erkek olarak ele almış; erkekleri kamusal alanda özgür, kadınları özel alanda birer köle haline getirmiş ve erkek egemen bir düzenin var olduğunu ispatlamıştır. Bu kanunlara göre, doğal haklara sahip kişiler ve ailelerin efendileri sayılan mal sahipleri erkeklerdir. Doğal haklar geleneğinden gelen feminist kuramcılar, kadınların birer vatandaş olarak erkekler ile aynı temel haklara sahip birer insan olduklarını ifade etmişlerdir. Elizabeth Clay Stanton’un Duygular Bildirgesi ve Mary Wollstonecraft’ın Kadın Hakları Savunusu temel doğal haklar doktrinini kadınlara uyarlayan önemli girişimlerdir. Kısaca Stanton’un Duygular Bildirgesi, kadınların bir sınıf olarak tarih boyunca devam eden ikincilliklerinin ve sistematik ezilmelerinin sorumlusunun erkekler olduğunu ortaya koyan bir bildirgedir. Wollstonecraft ise en önemli şeyin gerçek anlamda bir eğitim ve eleştirel düşüncenin geliştirilmesi olduğuna inanır. Aklın cinsiyeti yoktur; bu yüzden erkek ve kadın aynı zihinsel ve tinsel eğitimi almalıdır. Kadın hem kamusal alandaki görünmezliği hem de özel alanda üstlendiği yükü ile muhtaç ve düşkün bir hayat sürmeye mecbur bırakılmıştır, bu sayede öz-saygısı düzenli bir şekilde zayıflatılmaktadır. Kadınların eleştirel düşünme becerisi kazanmasının kendi kaderlerini belirlemesi, hayatları üstünde kontrole sahip olmaları ve kaybettikleri kendilik algısını geri kazanmaları için gereklidir. Wollstonecraft gibi, farklı açılardan ortak emellere sahip olsalar da Wright, Grimke, Stanton ve dönemin diğer kuramcıları aynı şekilde eğitimde eşitliği savunmuş, kadınların sosyal ve siyasi yaşamda söz sahibi olma ve kendilerini geliştirebilecekleri kamusal alana dâhil olma gayreti içinde olmuşlardır. Tanrıtanımaz kimlikleriyle de ön planda olan Grimke, Wright ve Stanton bu tutumları ile özellikle erkek – merkezci kilisenin öğretilerinin kadını köleleştiren, erkeği yücelten özelliklerine karşı çıkmışlardır. Stanton ve Anthony teorilerinde özellikle şunu vurgulamışlardır: Birer birey olarak kadınların kendi ayakları üzerinde durabilmeleri için haklara sahip olmaları gerekmektedir. Teorilerinde o dönemde gerçek olan kabul edilen kadınların zayıf, beceriksiz ve akılsız, ‘doğal olarak’ erkekler tarafından dünyadaki zorluklardan korunması gereken varlıklar olduklarını iddia eden kadınlık kültürüne karşı çıkmışlardır. Hükümetin yapması gereken, kadınların özgürce hareket etmelerini ve doğal haklarını kullanabilmelerini mümkün kılmaktır. “Her bireyin kişisel sorumluluğu vardır ve yalnızdır” düşüncesinden ilerleyen Stanton, kadınların kendi kaderlerini çizmeleri için gerekli olan kamusal alanda eşitlik talebini ileri sürerek, mutlaka kendi tarihsel bilinçlerini geri kazanmaları gerektiğini vurgulamıştır. Kadın hakları hareketinin kökenleri, Marksist kuramcıların detaylandırdığı gibi, kölelik karşıtı hareketin içindedir. Siyahi kadın kölenin durumu köleliği kaldırma hareketinin temel konusudur ve kadın hakları kuramcıları için de önemlidir. Siyahi kadın ve beyaz kadın arasındaki fark çok açıktır; siyahi kadın hem ırk kimliğiyle hem sınıf kimliğiyle hem de cinsiyet kimliğiyle ataerkil düzende savaş veriyordur. Bu nedenle burjuvazi – orta sınıf beyaz erkek egemenliğindeki toplumsallaşma, siyahi kadını çok daha aşağı ve öteki bir yere konumlandırıyordur. Bu sorun, dönemin önemli bir sorunu olarak kalır. Dönemin diğer bir sorunu ise, özel alana çok fazla odaklanılmamasıdır. Öte yandan liberal teoride, kadının statüsüne dair elde edilen başarılar, ilerlemede büyük bir etkendir. Evliliğin kadınları köleleştirdiğine ve kamusal alandan soyutlanan kadına değinilir ancak ev içi yaşama dair çözümlemeler ancak 19. yüzyıl kültürel feministleri tarafından incelenmeye başlanır.

19. Yüzyılın Kültürel Feminizmi

Kültürel feministler, kadın ve erkek arasındaki biyolojik ve kültürel farklılıklara odaklanan eşitlik anlayışı üzerine bir tutum izlemişlerdir. Liberal teorisyenlerin irdelemediği din, evlilik ve ev içi yaşam üzerine alternatif çözümler düşünmüşlerdir. Kültürel feminist teorinin altında dişil etki ve değerlerden beslenen anaerkil bir bakış açısı yatmaktadır. Kültürel feministler, kadınların farklı olduklarını ve sahip oldukları bu farkın temelinde kültürün olduğunu belirtirler – bu noktada kültür kesinlikle dişil, işbirlikçi, barışçıl ve hayat verici olarak tanımlanır. Bu tanım, sonraları reformcu barışçı feministler için temel motivasyonu sağlamıştır. Kültürel feminizmin öncülerinden Fuller’e göre, “Kadınların bir kadın gibi davranmaya değil, doğa gibi büyümeye, akıl gibi algılamaya ve ruh gibi özgürce yaşamaya ihtiyacı vardır (76).” Bu düşünce ile kadının, erkeklerin yarattığı dünyadan dayatılan kurallara göre yönetilmesi düşüncesinin aksine, içten geleni izlemeyi öğrenmesi gerektiğini ileri sürülür. Kadınların sadece bireysel olarak kendi gerçeğini keşfetmeye ve yeteneklerini geliştirme özgürlüğüne sahip olmaya değil, hep birlikte gerçekten kim olduklarını keşfetmeye ihtiyaçları vardır. Bu süreç, başka kadınlarla işbirliği içinde gerçekleştirilmelidir. Kadınlardan oluşan bir ütopyada kolektif bir hareketin şekillenmesine ihtiyaç vardır. Ancak bu şekilde, kadınlar kendilerini bulabilirler. Fuller doğadan gelen sezgisel güçlerle ve eğitimle kadınların zincirlerinden kurtulup bu güçleri yeniden keşfedebileceğini ifade eder. Stanton ve Gage din üzerine, Woodhull ve Goldman evlilik ve cinsel özgürleşme üzerine çözümlemeler yapmıştır. Çalışmaları Sosyal Darwinizm ilkelerine dayanan Gilman, türün gelişmesini rekabete değil işbirliği becerisine bağlar ve evrimleşmenin de kolektif düzenlemeyle gerçekleşeceğini ifade eder. Çağdaş kültürel feministlerin, kadının farklılığı üzerine vurgu yapılmasının gerisinde kadınlarla erkeklerin ayrı alanlara ait oldukları tezinin, kadınların yerinin kamusal (sosyal ve siyasi hayat) alanın uzağındaki ev olduğu varsayımına geri götürebileceği kaygısı vardır. Günümüz kültürel feministleri “Doğa mı yoksa kültür mü?” sorusuyla uğraşmak yerine, devrimin bir çeşit ideolojileri dönüştürme meselesi olduğunu ve bütün insanların eğitilebileceklerini savunur. Liberal kuram kadınların askere gitmesini, kamusal görevlerde erkekler gibi bir rolü olması gerektiğine bağlayarak savunurken; kültürel feministler kadınların değerler sisteminin tamamen barışsever olduğunu iddia ederek herhangi bir militarist yapıya karşı duruş sergilerler.

Kültürel feminizmin ardından kitabın diğer bölümlerini oluşturan, üç bölüm çağdaş kadın hareketinin temelini oluşturan kuramlardır. Liberal feministler, kültürel feministler, Marksist feministler, Freudcu feministler ve varoluşçu feministlerin anlaşmaya vardıkları ortak düşünceyi şu şekilde özetleyebiliriz: Kadınların tinsel olarak ötekilik algılarından, yabancılaşma ve anatomik görünümlerinden doğan eksik hissettirilme zorunluluğundan kurtulmaları; kendilerine ait yeni bir dil, yeni bir dünya oluşturmaları; eğitimle bilinçlenmeleri, kendi ikincilleştirilmiş hikâyelerinin farkına varmaları ve tüm aşağılanmaları kabul etmeleri ile gelen farkındalıkla özgürleşme sürecine girmeleridir. Kitapta görebileceğimiz üzere Cixous da bu düşünceyi destekler ve kadınların eril merkezli toplumda yeniden bir kimlik kazanmaları için kaybettikleri tarihini yeniden bulmalarını ve keşfetmeleri gerektiğini söyler.

Feminizm ve Marksizm, Freudculuk ve Varoluşçuluk

Marx’ın sınıf bilinci ve yabancılaşmış emek kavramları ve Engels’in de tarih öncesi anaerkil toplumun nasıl yozlaştırıldığına dair sunduğu teoriler sosyalist feminizme ve beraberinde çağdaş feminist teorinin sorunları ele alışına ve kadın hareketlerine nasıl ilham verdiğine dair ipuçlarına sahiptir. Kapitalist yönetim şekli erkeği yöneten ve burjuvazi konumuna getirirken kadını kullanılan ve proletarya olarak tasvir etmiştir. Feminizm içerisinde Marksist ve sosyalist görüşler, kadının var olmak zorunda olduğu özel alanın kamusallaşmasını ve toplumsal üretimi sağlayan ve devam ettiren alanın kadınlarla daha olgunlaşmış bir toplum haline geleceğini savunur. Kitapta bahsedilen diğer kuramcılar da özellikle ataerkil düzenin ortaya çıkardığı cinsiyetçi iş bölümüne vurgu yaparlar; tarih öncesi hâkim olan anaerkil düzende cinsiyetçi bir iş bölümünden ziyade, çok daha kolektif ve işbirlikçi bir iş bölümü olduğunu iddia ederler. Freudcu bakış açısı da tamamen biyolojik determinizm üzerinden kadın ve erkeklere has duygular ve motivasyonlar olduğunu bir kere daha dile getirir. Çocuğun psikoseksüel gelişimi üzerinden birtakım çözümlemeler yapan Freud, kız çocuğunu penis kıskançlığından dolayı zayıf egolu bir birey olarak tanımlarken, erkek çocuğunun hadım edilme kaygısı üzerinden yaşadığı mücadelenin onu daha güçlü bir süper egoya sahip olmaya ittiğini ifade eder. Bir diğer ifadeyle, kız çocukları zaten kimyasal hadıma (kastrasyon) uğramıştır ve eksik hissetmeye mahkûmdurlar. Freud’un düşünceleri sadece erkek üzerinden teori haline getirilmekle birlikte aynı zamanda tecavüzü meşrulaştıran, sadece erkeğe has bir saldırganlık olgusundan da bahseder. Firestone, bu düşünceyi birey gelişiminin sosyo-kültürel yanını görmezden gelme ile suçlarken, Horney asıl erkeklerin kadınların doğurganlık becerisini kıskandığını ileri sürer, Chodorow ise cinsiyete dayalı kişiliklerin aile içindeki psikodinamiği içinde biçimlendiğini ve cinsiyetçi iş bölümünün hem toplumsal cinsiyet farklarını ürettiğini hem de bunlar tarafından yeniden üretildiğini iddia eder. Simone de Beauvoir da kadının kültürel ve politik konumunu açıklamak için varoluşçu fikirleri üzerinden belli yargılara ulaşmıştır. “Eril olan” kültürde olumlu ve norm olarak kullanılırken “Dişil olan” olumsuz, esas olmayan ve anormal olarak kurulur. Ayrıca yukarıda okunan ötekilik kavramı Sartre’nin teorisi üzerinden feminist kurama yansıtılan Simone de Beauvoir’a aittir. Öteki, kadındır. Marksist Barrett, varoluşçu Daly ve Simone de Beauvoir kadınların kendilik algılarını yeniden yaratmak için Marx’ın bahsettiği praksis’i, kültürel feminizmde bilinç yükseltme olarak karşımıza çıkan, deneyimlemeleri sosyal, politik ve cinsel bir devrim gerçekleştirmeleri gerektiğini özellikle vurgular. Günümüzün feminist teorisini besleyen tüm bu birbirinden farklı teorilerin ana düşüncesine göre kadının hapsedildiği görünmezlikten kurtulması ve özgürleşmesi sadece kadın için değil, toplum için de çok önemlidir. Elbette liberal ve varoluşçu perspektifte daha net irdelendiği üzere daha az ayrıcalıklı olanı hem ekonomik hem de ırksal olarak göz ardı etmektedirler ve gerçekçi olmayan savunmalar da yapmaktadırlar ancak tüm kuramlar feminist teorinin (ki günümüzde bile sorunlardan arındırılmış halde olmasa da) şimdiki kapsayıcı halini almasında ve kesişimsellik teorisi ile iç içe olmasında önemli bir rol oynamıştır.

Aysima KİRİŞ

Feminizm Okumaları Staj Programı