Home Blog Page 81

Türkiye’nin AB’ye Üyelik Sürecine Kıbrıs Sorunu’nun Etkisi

 

Özet

Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri uzun yıllardır süregelen ve akıbeti tam olarak belli olmayan önemli konulardan biridir. Uluslararası arenada her an değişmeye müsait olan güç dengesi, Avrupa Birliği’ni Türkiye açısından daha da değerli kılmaktadır. Öte yandan, birtakım çıkarlar doğrultusunda Avrupa Birliği’nin de Türkiye’den tam anlamıyla kopamadığını söylemek mümkündür. Türkiye’nin geçmişten günümüze ‘milli bir dava’ olarak adlandırdığı Kıbrıs Sorunu, Türkiye’nin üyelik sürecini etkileyen en önemli faktörlerin başında gelmektedir. Bu çalışmada, Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri ve bu ikili ilişkilerin tarihsel süreci göz önünde bulundurularak Kıbrıs Sorunu’nun Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyelik sürecine etkisi incelenecektir.

Anahtar Kelimeler: Avrupa Birliği, Kıbrıs Sorunu, Asimetrik İlişkiler, Avrupalılaşma

 

Abstract

Today, relations that have been going on for a long time between Turkey and the European Union are one of the most important issues. The fact that the balance of power in the international arena can change at any moment makes the European Union more valuable for Turkey. On the other hand, it is possible to say that the European Union can not give up on Turkey because of some interests. The Cyprus problem, which Turkey calls ‘a national case’ from past to present, is one of the most important factors affecting Turkey’s membership process. Also, its future is still uncertain. In this study, Turkey-European Union relations and the impact of Cyprus problem on Turkey’s membership process to the European Union will be examined by taking into account the historical process of bilateral relations.

Keywords: European Union, Cyprus Dispute, Asymmetrical Relations, Europeanism

 

1. YÖNTEM

Bu çalışma, gözlem ve doküman analizi gibi veri toplama yöntemleri ile oluşturulacağı için nitel bir araştırma olacaktır. Bunun yanı sıra, ilgili konuların tarihsel süreci kapsamında bir değerlendirme yapılması nedeniyle tümevarım yaklaşımına sahiptir. Çalışmayla ilgili gereken verileri elde edebilmek için kullanılacak olan araştırma yöntemi ise literatür taramasıdır. Kıbrıs Sorunu, Türkiye’nin Avrupa Birliği yolunda attığı adımlar neticesinde kronolojik olarak ele alınacaktır.

 

2. GİRİŞ

Günümüzde 27 üye ülkeden oluşan Avrupa Birliği, 1992 yılında Maastricht Antlaşması‘nın yürürlüğe girmesi sonucu, varlığını devam ettiren Avrupa Ekonomik Topluluğuna yeni görev ve sorumluluk alanlarının açılmasıyla kurulmuştur. Siyasi ve ekonomik bir örgütlenme olan birlik, 1950’lerin başından bu yana bölgesel bütünleşmede bir öncü haline gelmiştir. Zaman zaman yaşadığı fikir ayrılıklarına rağmen mevcut varlığını korumayı başarabilen birliğe üye olma çabaları ise Türkiye için yeni bir şey değildir. Ne var ki, Türkiye’nin bu Avrupa macerasında birçok sorunla yüzleşmek zorunda kaldığı görülmektedir. Bu çalışma, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üye olma yolunda attığı önemli adımları, ikili ilişkilerin nasıl ilerlediğini ve Türkiye’nin bu süreçte karşılaştığı zorlukları ele alarak; geçmişten günümüze çözülemeyen bir düğüm haline gelen Kıbrıs Sorunu’nun Türkiye-Avrupa Birliği müzakere sürecine etkilerini analiz edebilmek amacıyla yazılmıştır.

 

3. Türkiye-Avrupa Birliği İlişkilerinin Tarihsel Süreci

Türk dış politikasının Soğuk Savaş sırasında ve sonrasında değişmeyen en önemli gündem maddesi Avrupa Birliği’ne tam üyelik amacıdır. Ayrıca Türkiye, tarihi olarak yüzü Batı’ya dönük bir politika izlemektedir. Bu bağlamda Avrupa Birliği’ne üye olmak bu ilişkinin özelleşmiş bir halidir (Bozkurt & Demirel, 2004). Geçmişten günümüze Türkiye’nin Batı’ya yönelişi siyasi bir gelenek haline geldiğinden, Batı’da oluşan her türlü birlik ve kurum gibi oluşumlara ılımlı yaklaştığı söylenebilir. Batı ile bir bütünleşme sağlayabilmek isteyen Türkiye tarihsel, ekonomik ve siyasal etmenlerden kaynaklanan bir güdüyle, Avrupa Ekonomik Topluluğu’nu tercih etmiştir (Erhan & Arat, 2001). Böylece, Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri resmi olarak 31 Temmuz 1959’da yapılan bu ortaklık başvurusu ile başlamıştır. Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun başvuruyu kabul etmesi sonucu, 12 Eylül 1963 tarihinde Ankara Anlaşması imzalanmıştır. İki taraf arasında ortaklık yaratan bir anlaşma olan Ankara Anlaşması’nı, 1970 yılında imzalanan ve bir nevi ev ödevi olarak görülen Katma Protokol izlemiştir. Katma Protokol, esas olarak Ortaklık Antlaşması’nın asıl hedefi olan tam üyelik yönündeki sürecin tamamlanması aşaması kabul edilen Gümrük Birliği’nin kurulmasına yönelik ticaret ve rekabet alanlarına ilişkin düzenlemeleri içermektedir. Bu iki önemli belge, Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerinin hukuki dayanaklarını oluşturmaktadır. Müzakereler sonunda Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki Gümrük Birliği 1 Ocak 1996 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Böylelikle, ortaklık ilişkisinin son dönemine geçilmiştir. Gümrük Birliği’nin, Türkiye’nin Avrupa Birliği ile bütünleşme hedefine yönelik en önemli aşamalardan biri olması nedeniyle ikili ilişkilere ayrı bir boyut kazandırdığını söylemek mümkündür. Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyelik sürecindeki kırılma noktası, şüphesiz ki, 1999 Helsinki Zirvesi olmuştur. Bu zirvede, Türkiye’nin adaylığı resmen onaylanmış ve diğer aday ülkelerle eşit statüde olacağı açık bir şekilde belirtilerek, Türkiye için de Katılım Ortaklığı Belgesi hazırlanmasına karar verilmiştir (Özer, 2009).

 

4. Avrupalılaşma Kavramı

Avrupalılaşma kavramı yıllardır, tanım itibariyle, nesnel bir kavramdan uzak konumdadır. Dünyadaki herhangi bir İtalyan vatandaşına ve Avrupalılaşma yolunda olduğu düşünülen bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşına Avrupalılaşma nedir diye sorulduğunda alınacak cevaplar kuvvetle muhtemel birbirinden farklı olacaktır çünkü henüz netliğe kavuşmamış bir tabir olması nedeniyle insanların zihninde yarattığı algı da şeffaf değildir. Dyson ve Goetz’ün ortaya attığı Birinci ve İkinci Nesil Avrupalılaşma kavramları bu ayrımı yapabilmek adına önemlidir. Birinci Nesil Avrupalılaşma çalışmaları daha formel yapılara, üyeliğin ya da aday olmanın daha gözlemlenebilir sonuçlarına odaklanırken, İkinci Nesil Avrupalılaşma daha az formel ve gözlemlenmesi güç etkilere odaklanmaktadır. Bu ayrım, bir bakıma resmi ya da teknik uyum ile gayri resmi ve bilişsel uyum arasındaki farkı göstermek açısından da önemlidir. Öte yandan bu ayrım göz önüne alınarak, Avrupalılaşmanın kapsamı ve sınırları da daha rahat bir şekilde yorumlanabilir (Özçelik, 2015). Bunun yanı sıra, Avrupalılaşma kavramının ülkeler üzerindeki doğrudan ve dolaylı etkileri de elbette farklıdır. Bu bağlamda Birinci ve İkinci Nesil Avrupalılaşma kavramsal çerçevesi, Avrupalılaşmanın doğrudan ve dolaylı etkilerinin belirlenmesi ve birbirinden ayırt edilmesi hususunda büyük önem arz etmektedir. Birinci Nesil genel olarak Avrupalılaşmanın yukarıdan aşağıya doğru bir etkisi olduğunu öne sürerek ulusal politikalardaki değişimin AB baskısı ile oluştuğunu vurgularken; İkinci Nesil bu değişimin gönüllü olduğunu iddia eder.

 

5. Türkiye’nin Avrupalılaşma Süreci

1999 Helsinki Zirvesi, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne aday ülke statüsü kazanması ve diğer aday ülkelerle eşit haklar elde etmesi açısından son derece önemli bir zirvedir. Türkiye’nin Kopenhag siyasi kriterlerini yerine getirdiği takdirde Katılım Müzakereleri’nin başlatılacağı ifade edilmiş; AB müktesebatının üstlenilmesine ilişkin Türkiye tarafından bir Ulusal Program hazırlanması ve Katılım Ortaklığı Belgesi ile ilgili görüşülmesi öngörülmüştür. Katılım Ortaklığı adı verilen bu belge, tek taraflı olarak yapılması gerekenleri ifade ettiği için, aday ülkelerle AB arasındaki asimetrik ilişkiyi somut bir şekilde gözler önüne sermesi bağlamında Birinci Nesil Avrupalılaşmaya örnek olarak gösterilebilir. Aynı zamanda, üye ülkelerin çalışmaları AB tarafından yıllık olarak İlerleme Raporları adı verilen raporlarla değerlendirme altına alındığı için Türkiye, entegrasyona uyum sağlamak amacıyla, Helsinki Zirvesi’nden sonra birçok önemli reforma imza atmıştır.

2001 yılında anayasada yapılan kapsamlı reformlar ve 2002-2006 yılları arasında dokuz uyum paketinin yürürlüğe girmesi, Kopenhag Kriterlerinin siyasi ayağını gerçekleştirmek için yapılan reformları içermektedir. Bunun yanı sıra 2003 yılında yürürlüğe giren Bilgi Edinme Kanunu, Haziran 2012’de kurulan Kamu Denetçiliği Kurumu, bir diğer adıyla Ombudsmanlık, idam cezasının kaldırılması, kamu kuruluşlarında liyakata dayalı sistem, adil yargılama, demokratik bir yönetişim mekanizmasının oluşumu ve MGK yapısının değiştirilmesi gibi idari ve yargı alanında yapılan reformlar, 1999 Helsinki Zirvesi sonrası Türkiye’nin Avrupalılaşma sürecini şekillendiren somut örnekler olarak karşımıza çıkmakla birlikte; AB ile aday ülkeler arasındaki koşulluluğu ifade etmesi, top-down yaklaşım kategorisine girmesi ve Birinci Nesil Avrupalılaşmanın daha iyi anlaşılabilmesi açısından önem arz etmektedir. Avrupalılaşma sürecine reformlarla adapte olmanın yanı sıra, kapalı alanlarda sigara içilmemesi gibi bazı kuralların toplumda gönüllülük esasına dayalı bir şekilde, Avrupa Birliği’nin baskısı olmaksızın kendiliğinden gerçekleşmesi ise İkinci Nesil Avrupalılaşmanın ve Avrupalılaşma yolunda zihinlerimizin de zamanla değişmeye başladığının göstergesidir (Özçelik, 2015).

 

6. Avrupa Birliği İçin Türkiye

Türkiye’nin, geçmişten günümüze, jeopolitik konumu itibariyle çoğu ülkenin gözdesi olduğu inkar edilemez bir gerçektir. Bu nedenle, Türkiye-Avrupa Birliği arasındaki ilişkiler tarihsel süreçte inişli çıkışlı olsa dahi, Türkiye’nin Avrupa Birliği’nden vazgeçemediği gibi, Avrupa Birliği’nin de Türkiye’den tam anlamıyla vazgeçemediğini söylemek mümkündür. Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tam üye olması halinde Avrupa Birliği, genç bir nüfusa ve stratejik açıdan önem arz eden bir konuma sahip olan bir ülkeyi bünyesine alarak büyük bir artı elde etmiş olacaktır. Avrupa Kıtası ile Asya Kıtası’nı birbirine bağlayan köprüye sahip olmanın yanı sıra zengin yeraltı kaynaklarına sahip olan bir ülkeyle müttefik olmak, şüphesiz, birliğin küresel siyasette gücünü pekiştirmesine yardımcı olacaktır. Öte yandan Türkiye’nin Orta Doğu’daki Müslüman ülkelerle olan iyi ilişkileri, Avrupa Birliği imajının bu bölgelerde olumlu yönde seyretmesine katkıda bulunacaktır. Genel itibariyle yaşlı bir nüfusa sahip olan Avrupa Birliği’nin dinamik bir nüfusa ve bununla birlikte askeri kapasiteye de ihtiyacı olduğu düşünüldüğünde Türkiye önemli bir partner konumundadır.

 

7. Türkiye-Avrupa Birliği Arasındaki Fikir Ayrılıkları

Türkiye-Avrupa Birliği arasındaki ilişkiler, tarihsel süreç göz önüne alındığında, hem olumlu hem olumsuz anlamda seyretmiş olsa da, iki tarafın da birbirinden birtakım çıkarlar doğrultusunda tam anlamıyla kopamadığını söylemek mümkündür. Avrupa Birliği, yazılı bir anayasası olmamasına rağmen kendine özgü bir mantaliteye sahiptir ve bu sınırlar doğrultusunda hareket eder. Örneğin; insan hakları ihlalleri ve azınlık hakları konusunda ciddi hassasiyet göstermesi nedeniyle Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde yaşayan Kürtler’in haklarını teminat altına alması için Türkiye’ye baskı yapması, bu bağlamda Türkiye-AB arasında yaşanan görüş ayrılıklarından birine örnek olarak gösterilebilir. İnsan haklarıyla bağlantılı olması açısından Türkiye’nin Avrupalılaşma yolunda AB ile yaşadığı bir diğer ayrılık ifade özgürlüğüdür. Özellikle Terörle Mücadele Kanunu’nun geniş yorumları, ikili ilişkilere bir nevi set çekmektedir.

12-13 Aralık 1997 Lüksemburg Zirvesi’nde AB Komisyonu genişleme stratejisi ile ilgili olarak sunulan Gündem 2000 adlı raporda Doğu Avrupa ülkelerinin ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin tam üye yapılmasının öngörülmesi ile birlikte Türkiye’nin genişleme dışında tutulması Türkiye’nin aleyhine olmuş; geçmişten günümüze çözülemeyen Kıbrıs Sorunu Avrupa Birliği sürecinde de Türkiye’nin karşısına çıkarak en temel görüş ayrılıklarından birini oluşturmuştur. Avrupa Birliği’nin Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Türkiye tarafından tanınmasını istemesi ve 3 Ekim 2005 tarihli Müzakere Çerçeve Belgesi uyarınca Kıbrıs için Gümrük Birliği kurallarını uygulaması beklemesi, Türkiye’yi Avrupalılaşma yolunda oldukça zorlayan ve bir diğer görüş ayrılığına sebep olan konuların başında gelmektedir. Bunun yanı sıra 3 Ekim 2005’te başlayan müzakere sürecinde Türkiye-AB arasındaki en zor görüşmelerin kişilerin serbest dolaşımı, tarım, çevre, bölgesel politika ile yapısal fonlar, mali ve bütçesel işler çerçevesinde gerçekleşmesi beklenmektedir (Özçelik, 2015).

 

8. Kıbrıs Sorunu

Kıbrıs, özel bir jeopolitik konuma sahip olması ve birçok ticaret yolunun buradan geçmesi nedeniyle, tarih boyunca Orta Doğu’ya açılmak isteyen devletlerin hedefi haline gelmiştir. Dolayısıyla ada, sürekli bağımsız siyasi bir varlık olarak kalamamıştır (Önsoy, 1993).  Kıbrıs’ın sahip olduğu bu önemli nitelikler, adanın kendisini daima bir sorunun içinde bulmasına neden olmuştur. Türkiye’nin gelenekselleşen siyasetinde aynı ağırlığa sahip olan Avrupa Birliği’ne üyelik ve Kıbrıs Sorunu, özellikle son yıllarda her iki tarafı karşı karşıya getiren önemli bir konu olmuştur. Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üye olma arzusu uzun süredir var olan bir durumdur ve üyelik yolunda Türkiye’nin her türlü engeli aşma isteği içinde olduğu söylenebilir fakat öte yandan Kıbrıs konusu Türkiye’nin milli bir dava olarak adlandırdığı ve bu konuda tavize yer veremeyeceği kritik konulardan biridir. Türkiye, kendisi için son derece önemli olan bu iki konunun çözümü için yoğun bir diplomasi trafiği içine girmiştir çünkü Avrupa Birliği’ne üyelik sürecinde önüne sürülen engellerden en önemlisi Kıbrıs Sorunu’dur. Bu sorunun, Avrupa Birliği’ne tam üye olunabilmesi için çözülmesi gereken bir sorun niteliği taşıdığı bilinen bir gerçektir. Uzun yıllar süren görüşmeler sonucu sorunun çözümüne ilişkin bir anlaşmaya varılamamış olması, konunun Birleşmiş Milletler’e taşınmasına neden olmuştur.

Kıbrıs Sorunu’nun Birleşmiş Milletler’in gündemine getirilmesi 1950’li yıllara tekabül etmektedir. Birleşmiş Milletler’in de Kıbrıs Sorunu’nu çözmede başarılı olduğu söylenemez. Tarihsel süreç göz önüne alındığında yapılan anlaşmaların tam olarak icra edilmemesi, Kıbrıs Türklerine yapılan zulüm ve baskı ile birlikte can ve mal güvenliklerinin sağlanamaması Türkiye’yi garantörlük hakkını kullanarak 1974 yılında, uluslararası hukuka uygun bir şekilde, meşru barış harekatıyla Kıbrıslı Türklerin hak ve menfaatlerini yeniden tesis etmeye yöneltmiştir. Öte yandan, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Kofi Annan’ın arabulucu, uzlaştırıcı ve yapıcı tavırları Annan Planı’na giden süreçte önemli bir rol oynamıştır. 2002 yılında taraflara sunulan ve Kıbrıs Türk Kurucu Devleti ile Kıbrıs Rum Kurucu Devleti adı altında iki ayrı anayasaya sahip iki kurucu devlet öneren Annan Planı’na, Türkiye tarafı ve Kıbrıslı Türkler sıcak bakarken Rumlar’ın karşı çıktığı, Türkiye’nin bu tavrında da bir adım önde olma stratejisinin etkili olduğu söylenebilir. 2008 yılında BM temelli yeni müzakere sürecinin başlatılmasına rağmen sorunun henüz çözülmeden Rumların AB’ye üye yapılmış olması BM temelli çözümleri sekteye uğratmıştır. 2008 sonrası müzakere sürecinde ise temel hedef yine birleşik bir Kıbrıs Cumhuriyeti kurma girişimleri üzerineyken; müzakere edilen konular arasında en sancılı olanı yönetim ve yetki paylaşımı ile mülkiyet olarak karşımıza çıkmıştır (Bozkurt & Demirel, 2004).

 

9. Türkiye’nin Kıbrıs Politikası

Kıbrıs, Türkiye’nin dış politikasında her zaman önemli başlıklar arasında yer alan konulardan biri olmuştur. 1974 yılından bugüne gelinen süreçte, Türkiye’nin Kıbrıs konusunda bütüncül bir dış politika tutumu sergilemeye gayret ettiğini ve özellikle 2000 sonrası Kıbrıs politikasının, dış politikadaki aktivizm neticesinde, ağırlıklı olarak bir adım önde durma stratejisine dayandığını söylemek mümkündür. Türkiye, adada yaşayan Rumların ve Türklerin eşit egemen haklara sahip olmaları ve Garantörlük Anlaşması temelinde Kıbrıs konusundaki bütün doğal kaynakların da eşit şekilde paylaşılması gerektiği düşüncesini dış politikada açıkça belirtmektedir. Kıbrıs konusunun Birleşmiş Milletler için de önemli ve çözülmesi gereken kronik bir sorunu teşkil etmesi nedeniyle sorunun çözüme kavuşabilmesi adına ciddi girişimler ve müzakere süreçleri mevcuttur. Sorunun çözümü konusunda Birleşmiş Milletler temelli olan çözümlerle birlikte adada eşit egemenlik prensiplerine dayalı birleşik bir Kıbrıs Cumhuriyeti kurulması için Türkiye daha fazla inisiyatif alarak destek olmaktadır.

Türkiye’nin Kıbrıs politikasının temeli, eşit haklara sahip iki egemen toplumdan oluşan bir devlet modeline ve meselenin BM temeline çözülmesine dayanmaktadır. AB hukuku ve kurucu anlaşmaları, üye olacak devletlerin komşularıyla bir sorunu olmaması gerektiğini ifade etmesine karşın Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin Kıbrıs Cumhuriyeti adı altında Avrupa Birliği’ne üye olması sonrasında Kıbrıs konusunda ciddi bir değişiklik yaşanmış ve Rumlar sorunun çözüm merkezi olarak AB’yi göstermeye çalışırken Türkiye BM temelli çözümden yana olan tavrını sürdürmüştür. Şubat 2014 yılında liderlerin ortak açıklamasıyla müzakere süreci yeniden başlayarak görüşmeler periyodik aralıklarla devam etse de ciddi bir sonuç alınamamıştır. Türkiye, dış politikasında Kıbrıs sorununa öncelikli olarak BM temelli çözüm ile son vermek istemesine rağmen burada somut bir ilerleme olmaması nedeniyle bu çözümsüzlüğün devam edemeyeceğini ve Kıbrıs politikasını eşit egemenlik ilkesine dayalı birleşik bir devlet modelinden iki ayrı devlet modeline değiştirebileceğini ifade etmektedir. KKTC’nin bu bölgedeki münhasır ekonomik bölgesinde ve karasuları sahasında Türkiye’ye sondaj yapması için izin veren anlaşmayı imzalamasıyla birlikte dengelerin Türkiye ve KKTC lehine dönmüş olması bu süreci kesintiye uğratmıştır (Albayrak, 2000).

 

10. Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne Üyelik Sürecine Kıbrıs Sorunu’nun Etkisi

Şüphesiz, Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerini kesintiye uğratan en önemli faktörlerin başında Kıbrıs Sorunu gelmektedir. Kıbrıs, Türkiye’nin geçmişten günümüze çözemediği kritik konulardan biridir. Birleşmiş Milletler’in dahi çözümsüz veya yetersiz kaldığı bu konunun, Güney Kıbrıs Rum Kesimi’nin Avrupa Birliği’ne üye olmasıyla birlikte adeta çıkmaza girdiği söylenebilir. Avrupa Birliği, ikili ilişkileri iyileştirmesi gerekirken Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’ni birliğe dahil ederek tarafların tepkisini toplamış ve konuyu çıkmaza sürüklemiştir. Avrupa Birliği’nin bu hamlesi, Kıbrıs’ın üyeliği ile Kıbrıs Sorunu’nu ve Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğini birbirine bağlantılı hale getirmiştir. Kıbrıs’ın Avrupa Birliği üyeliği, Türkiye’nin Avrupa Birliği müzakere sürecini ciddi şekilde etkilemiştir. Türkiye Dışişleri Bakanlığı bu üyeliği oldukça sert bir şekilde eleştirmiştir. Kıbrıs faktörü, Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri ve Kıbrıs Sorunu’nun kesiştiği nokta olan, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyeliğini etkileyen bir faktördür. Hâlihazırda gergin olan ilişkiler, bu süreç sonrası daha da gerilmiştir. Rum tarafının tek taraflı olarak Ortaklık Antlaşması’nı imzalamasına Türk tarafının karşı çıkması nedeniyle Rumlar ilişkileri daha da ileri götürerek Avrupa Birliği’ne tam üyelik başvurusunda bulunmuşlardır. Rumlar’ın bu başvuruyu sadece kendileri tarafından temsil edildiğine inandıkları Kıbrıs Cumhuriyeti adına yapmış olmaları, Türkler’i yok farz ettikleri ve Türk halkını dünyanın gözünde azınlık statüsüne düşürmek istedikleri anlamına gelmektedir (Bozkurt, Demirel, 2004).

Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin Avrupa Birliği’ne başvuruda bulunmasının birkaç sebebi vardır. Kıbrıs’ın AB’ye üyeliğine yönelik ekonomik faktörlerin siyasi faktörler karşısında zayıf kaldığı görülmektedir (Sertoğlu, 2003). İlk olarak, tıpkı Türkiye gibi, yeni dünya düzeninde önemli bir yere sahip olan Avrupa Birliği’nin dışında kalmak istememeleridir. Bir diğer motivasyonun ise, Rumların geçmişten günümüze hayalini kurduğu Enosis’e yani Kıbrıs Adası’nın Yunanistan’a bağlanmasına biraz daha yaklaşmak olduğu söylenebilir. En nihayetinde, tam üyelik halinde Avrupa Birliği içerisinde Yunanistan ile aynı çatı altında olacaklardır. Öte yandan, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin Türk tarafını zora düşürmek için de böyle bir başvuru yoluna gittiğini söylemek mümkündür. Türkiye’yi Avrupa Birliği üyesi bir ülke toprağını işgal eden ülke konumuna düşürmek, Avrupa Birliği’ne tam üye olarak Yunanistan ile birlikte iki veto hakkına sahip olmak, Kıbrıs Hükümeti olarak meşrulaşmak, Türk halkını Kıbrıs devleti içerisinde azınlık durumuna düşürmek, garanti ve ittifak antlaşmalarını fiilen geçersiz duruma getirerek Türkiye’ye karşı stratejik üstünlük elde etmek de bu başvurunun temel sebepleri olarak gösterilebilir (Safi & Tamçelik, 2018). Ayrıca, Kıbrıs Sorunu’nun Rumlar lehine çözüleceğine dair olan inanç da bu başvurunun temel motivasyonları arasında yer almaktadır. Avrupa Birliği ise, KKTC’nin yapmış olduğu tüm itirazlara rağmen GKRY’nin başvurusunu olağan bir başvuru olarak değerlendirmiştir. Yasal olmayan bir başvuruyu kabul ederek hukuk dışı hareket etmesi, Avrupa Birliği’nin eleştirilmesine neden olmuştur. Avrupa Birliği üyeliği ile birlikte üyeliğin getirdiği birçok avantajdan yararlanma fırsatına sahip olan Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, Kıbrıs Sorunu’nda uluslararası arenada çoğu ülkenin desteğini almıştır.

Türkiye’nin bu konuda tam bir ikilem hali yaşadığını söylemek mümkündür çünkü Kıbrıs konusunda karşısına iki seçenek çıkmaktadır. Bunlardan ilki, Enosis’i dolaylı yoldan kabul etmek ve bu sayede Avrupa Birliği’ne tam üyelik hedeflerini gerçekleştirebilmek iken, diğeri Avrupa Birliği’ne tam üyelik hedefinden vazgeçmektir. Birçok araştırmacıya göre, Türkiye’nin içerisine itildiği bu ikili kıskaçtan kurtulabilme şansı yok denecek kadar azdır fakat Türkiye’nin Kıbrıs’tan vazgeçmek istemediği gibi, Avrupa Birliği üyeliğinden de vazgeçmek gibi bir niyeti yoktur. Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerindeki Kıbrıs Sorunu ve buna bağlı olarak ortaya çıkan limanlar sorunu nedeniyle 8 müzakere başlığının Avrupa Birliği tarafından askıya alındığı bilinmektedir. Bunun yanı sıra, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi Avrupa Birliği üyeliğiyle birlikte kazandığı veto ve söz hakkını kullanarak 6 müzakere başlığına açılış kriteri getirmiş, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne dahil olma sürecini bloke etmiştir. Bu bağlamda hem Avrupa Birliği’nin hem de Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin Türkiye’nin önüne Avrupa Birliği’ne üyelik yolunda adeta taş koyduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Nitekim, Avrupa Birliği alanında uzmanlaşmış pek çok kişi Avrupa Birliği’nin Kıbrıs Sorunu’nu Türkiye’ye yönelik bir koz veya bir diğer deyişle müzakere silahı olarak kullandığını düşünmektedir (Bozkurt & Demirel, 2004).

 

11. SONUÇ

Türkiye’nin Avrupa Birliği sürecinde aldığı yol uzun ve bir o kadar da meşakkatli bir yoldur. Uzun yıllar süren müzakerelere karşın Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne kabul edilmemesi, Avrupa Birliği’nin Türkiye’yi bir nevi oyaladığının göstergesidir. Bunun yanı sıra hâlihazırda bir sorun niteliği taşıyan Kıbrıs Sorunu’nun çözüm süreci Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin birliğe dahil edilmesi ile birlikte daha da karmaşık bir hale gelmiş ve sorunun çözüme kavuşmasını neredeyse imkansız hale getirmiştir. Dahası, Türkiye artık Avrupa Birliği düzleminde Yunanistan ve Kıbrıs Cumhuriyeti olmak üzere çıkarlarının çatışmakta olduğu iki ülke ile karşı karşıya kalmıştır. Kıbrıs Sorunu, Türkiye’nin Avrupa Birliği müzakere sürecini adeta kilitlemiştir. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin hukuk dışı üyeliğinin kabul edilmiş olması, Kıbrıs Sorunu’nun boyutunu değiştirerek konuyu çözümsüzlüğe mahkûm etmiştir. Olayların bir türlü çözülememesinde birincil aktör olan Avrupa Birliği, bu üyelik kabulü sonrası Kıbrıs Sorunu’ndaki tarafsızlığını kaybetmiş, taraflar arasında denge gözetmeyerek sorunun çözümünde ve Türkiye’nin müzakere sürecinde Türkiye’yi yalnız bırakmıştır. Türk tarafının tepkilerini toplayan Avrupa Birliği’nin bu hamlesinden sonra, Kıbrıs konusu Türkiye için daha öncelikli bir dış politika konusu haline gelmiştir. Ada, adeta ulusal bir güvenlik meselesine dönüşmüştür.

Bütün bunlar göz önüne alındığında, bölgesel bütünleşmenin en başarılı örneği olarak kabul edilen Avrupa Birliği yoğun eleştirilerle karşı karşıya kalmıştır. Bunun yanı sıra Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin Avrupa Birliği üyeliği Türkiye açısından birliğe olan güveni sarsmış ve Türkiye-Avrupa Birliği arasında da sorun teşkil etmeye başlamıştır. Kıbrıs Sorunu bir nevi Avrupalılaşmıştır. Türkiye-Güney Kıbrıs Rum Yönetimi arasında geçmişte yaşanan sorunlar artık Avrupa Birliği’ni de doğrudan ilgilendirir hale geldiği için, Avrupa Birliği bir hakem olarak değil bir taraf olarak yer almaya başlamıştır. Bu bağlamda Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin Avrupa Birliği’ne üyeliği ve sorunun çözümsüzlüğünü doğrudan etkilediği Kıbrıs Sorunu, Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğini doğrudan etkileyen bir niteliğe bürünmüştür. Avrupa Birliği, kendine olan güveni yeniden inşa etmeyi ve taraflar arasında arabuluculuk rolü üstlenmeyi istiyorsa sorunlara tarafsız bir şekilde yaklaşmalı ve yumuşak gücünü olabildiğince etkili kullanmaya çalışmalıdır. Türk tarafına uygulanan siyasi ve manevi baskılar ortadan kaldırılmalı, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’ne ve Yunanistan’a karşı benimsenen ılımlı tavırlar aynı şekilde Türkiye’ye de gösterilerek eşit ve adil bir atmosfer oluşturulmalıdır. Barış ve huzur ortamına ancak bu şekilde denge politikası gözetilerek ulaşılabilir.

 

 

CANSU NAKİPOĞLU

Uluslararası Örgütler Staj Programı

 

 

KAYNAKÇA

 

Albayrak, M., ”Türkiye’nin Kıbrıs Politikaları”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, 2000, s. 249-275.

Bozkurt, E., & Demirel, H., ”Birleşmiş Milletler ve Avrupa Birliği Kapsamında Kıbrıs Sorunu”, Nobel Yayınları, İstanbul 2004, s. 201-233.

Erhan, Ç., & Tuğrul, A., ”AET’yle İlişkiler”, İletişim Yayınları, İstanbul 2001, s. 813.

Müftüler-Baç, M., & Güney, A., ”The European Union and the Cyprus Problem 1961-2003”, 2005, s. 290-291.

Önsoy, R., ”Kıbrıs’ın Dünü Bugünü Uluslararası Sempozyumu”, TC Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Rektörlükleri Yayınları, Ankara 1993, s. 254.

Özçelik, A. O., ”Avrupa ve Avrupa Birliği”, Savaş Yayınevi, 2015, s. 39-43.

Özer, M.A., ”Avrupa Birliği’ne Tam Üyeliğin Eşiğinde Türkiye”, Celal Bayar Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, 2009, s. 89-105.

Safi, İ., & Tamçelik, S., ”Kıbrıs’ın AB Üyeliği ve Uluslararası Hukuk”, 2018, s. 151-215.

Sertoğlu, K., & Öztürk, İ., ”Applications of Cyprus to the European Union and the Cyprus Problem”, 2003, s. 67-68.

 

Ulus Devlet ve Şiddet

0

Anthony Giddens, 2008, Kalkedon Yayınevi, Sayfa Sayısı: 480 

 

Ulus Devlet ve Şiddet kitabının yazarı Anthony Giddens, günümüzün önde gelen  toplum bilimcilerinden biridir. Giddens, Hull Üniversitesi’nde sosyoloji ve psikoloji eğitimi  almıştır. Yaptığı çalışmalarla birçok ödül alan Giddens, iki yüz küsur makale ve otuzdan fazla  kitap ile alan yazınına önemli katkılarda bulunmuştur. Modern toplumlarda sınıf yapısı, sosyal  devlet, ulus devlet, modernite gibi konularda çalışan Giddens’ın orijinali 1985 yılında  Blackwell Publishers tarafından basılan “The Nation-State and Violence” adlı kitabı ilk kez  Devin Yayıncılık tarafından Mart 2005’te Türkçe’ye kazandırılmıştır. Kitabın 2. baskısı bundan yaklaşık 3 yıl sonra Cumhur Atay çevirisiyle Kalkedon Yayınevi’nden çıkmıştır. Kitap  toplamda bir giriş ve on bir ana başlıktan meydana gelmektedir.

Anthony Giddens, Ulus Devlet ve Şiddet adlı çalışmasının giriş bölümünde bu kitabın  günümüzde tarihsel materyalizmin geçerliliğine yönelik bir eleştiri olarak kaleme alınmış olsa  da yalnızca bir Marx eleştirisi olarak ele alınmaması gerektiğine vurgu yapmaktadır. Aksine  Giddens, Marx’ın kapitalizm analizini geniş bir şekilde kabul eder ancak onu kapsayıcı tarihsel  materyalizmden ayırır. Ulus Devlet ve Şiddet, daha ziyade modern devlet ve siyasetin post Marksist analizini ortaya koymayı amaçlamaktadır. Giddens, geleneksel devletler ve ulus  devlet düzeni arasındaki farklardan yola çıkarak Batılı anlamda ulus devletin ortaya çıkışı ve  gelişimini açıklamaya çalışmaktadır. Bunu yaparken özellikle askeri iktidar araçlarının modern  devlet yapılaşmasındaki rolü üzerinde durmuştur. Giddens, bu çalışması ile geleneksel  devletten modern toplumları oluşturan ulus devlete kadar devletteki iç ve dış şiddetin boyutuna  ilişkin tartışmalarını okuyucuyla buluşturmuştur.

Giddens çalışmasında, 20. yüzyılın kaos ve çatışmayla dolu atmosferinin Marx’ın  öngördüğü şekilde sınıf mücadeleleri sebebiyle ortaya çıkmadığını; bu anlamda Marksist  görüşün dönemin şartlarını anlamada ve yorumlamada başarısız olduğunu savunur. Giddens’a göre yalnızca modern dönem Marksistler değil, her görüşten sosyal bilimciler ulus devletin ve  onun şiddetinin rolünü ihmal etmektedir. Günümüzde karşı karşıya olduğumuz en acil  sorunların dünya askeri düzeninin genişlemesi, savaşın sanayileşmesi ve nükleer silahların  varlığı ile ilgili olduğunu savunmaktadır.

Giddens, toplumlar üzerinde dönüştürücü güce sahip dört “kurumsal küme” belirlemiştir. Bunlar kapitalizmin yanı sıra sanayicilik, yoğun gözetleme ve şiddet araçlarının merkezi denetiminin pekiştirilmesidir (s.12). Giddens, modernitenin bu dört boyutuna da eşit derecede önem atfeder. Bu bağlamda, Marksistleri sadece kapitalizme odaklandıkları için eleştirir ve modern toplumun doğasını göz ardı ettiklerini savunur. Ulus Devlet ve Şiddet kitabında da çokça değindiği üzere Giddens’a göre modern devletin özü gözetleme ve şiddet araçlarının  denetimidir.

Giriş bölümünde, çalışmasının ana argümanlarını özetleyen on gözlem sunan (s. 11-13) Giddens, Devlet, Toplum ve Modern Tarih ismini taşıyan ilk ana başlıkta tahakküm biçimleri,  denetim biçimleri, devlet kavramının ortaya çıkışı, modern devletin egemenliği gibi konuları  tartışmaktadır. Tarihsel materyalizmi devleti sadece ekonomik olarak ele aldığı konusunda  eleştiren Giddens, bu bölümde iktidarın güç kullanarak cezalandırma şeklinde uygulanmasının  uzun soluklu olmayacağını; bunun yerine kurumsallaşmış pratiklerin tekrarlanması yoluyla  sessizce yürütüldüğünde genellikle en kuvvetli ve sürekli haline ulaşacağını savunmuştur (s.  18). Giddens’ın birinci bölümde üzerinde durduğu fikirler daha sonra 2. ve 3. bölümlerde  geleneksel devletler üzerinden ele alınmıştır. Böylelikle Giddens, geleneksel devlet ve modern  devlet ayrımını ortaya koymayı amaçlamıştır. İkinci ve üçüncü ana başlıklar altında geleneksel  devlet üzerinden sınıflara bölünmüş toplumlarda iktidarın sınırları, bu dönemde gözetim olarak  yazma ve denetimin icat edilmiş olmasına (s. 61-68) ve dönemin askeri geleneklerine rağmen vurgulanmaktadır. Bu bölümde ayrıca sınırların devletin iktidarının ifadesi olduğundan  bahsedilmektedir (s. 72). Burada Giddens, geleneksel devletlerdeki sınır kavramıyla modern  devletlerdeki sınır kavramı arasında bir ayrım yapmıştır.

Dördüncü ana başlık Mutlakiyetçi Devlet ve Ulus Devlet adını taşımaktadır. Bu  bölümde Giddens, mutlak devleti geleneksel devletler ile modern ulus devlet arasında bir geçiş  olarak ele almıştır. Buna göre, mutlak devletin üç ana unsurundan bahsedilmektedir. Bunlar;  idari gücün merkezileşmesi ve genişlemesi, yeni hukuk mekanizmalarının gelişmesi ve mali  yönetim usullerindeki değişimlerdir (s. 133-134). Ulus devlet ise işaretlenmiş sınırları (borders) olan bir bölge üzerinde idari anlamda tekel sürdüren, hükmü kanun ve iç ve dış şiddet araçlarının kontrolü ile onaylanan bir kurumsal hükümet şekilleri dizisidir (s. 165). Giddens, beşinci, altıncı ve yedinci başlıklar altında yukarıda tanımı yapılan ulus devletin kapitalizmin gelişmesinde ve endüstriyel üretimin ortaya çıkmasındaki rolünü vurgulamaktadır. Giddens, endüstriyel kapitalizmde sınıf mücadelesinin yaygın olduğunu ancak hakim sınıfın -büyük sermaye varlıklarına sahip olan ya da onları kontrol eden- hükmünü sürdürmek için şiddet araçlarına doğrudan erişime sahip olmadığı yeni bir tür sınıfsal sistem geliştiğini öne sürmektedir (s. 213). Ulus devlet ile sınıflara bölünmüş toplumdan sınıflı topluma geçildiğini savunur.

Sınıf, Egemenlik ve Yurttaşlık başlığını taşıyan 8. bölüm, bu değişikliğin sonuçlarını  ele almaktadır. Giddens, ulus devlet ve demokrasi arasındaki bağlantıyı kontrol diyalektiğine  bağlı olarak yorumlamaktadır (s. 265). Ulus devletler, kontrolün diyalektiği nedeniyle  çoğulcudurlar. Gözetimin genişlemesiyle sosyal faaliyetlerin hareketlenmesine bağlı olan idari  güç, yöneten ve yönetilenler arasındaki karşılıklı ilişkiyi artırır. Karşılıklılık arttıkça kontrol  diyalektiği yönetilen gruplara hükmedenleri etkilemek için daha büyük olanaklar sunar. Dokuzuncu bölüm Kapitalist Gelişme ve Savaşın Endüstrileşmesi ismini taşımaktadır. Yazara göre, endüstrileşmeyle birlikte Avrupa devletleri, silahlanma güdüsünü endüstriye  yönlendirerek adeta bilimin ilerlemesinde silah teknolojisinin merkeze yerleşmesine neden  olmuştur. Endüstriyel kapitalizm savaşın endüstrileşmesi için araç sağlamaktadır. Savaşın  endüstrileşmesi savaşın topyekün bir hal almasına neden olmuştur.

Onuncu bölüm Küresel Devlet Sisteminde Ulus Devletler başlığını taşımaktadır.  Giddens bu bölümde mevcut dünya sisteminin dünya kapitalist ekonomisi, ulus devlet  sistemi, küresel bilgi sistemi ve dünya askeri düzeni olmak üzere dört boyuttan oluştuğunu ifade  etmektedir. Giddens, devletlerin egemenliğine sekte vurduğu düşünülen artan küresel karşılıklı  bağımlılık fikrini “zamanımızın büyük bir yanılsaması” olarak tanımlamaktadır. Çünkü ona  göre egemenlik yalnızca birbirine bağlı bir devletler sistemi içinde anlam kazanmaktadır. Bir  devlet, egemenliği diğerleri tarafından kabul edilen bir egemen devletler sistemi içerisinde  bulunmaksızın egemen olamaz. Egemen devlet sınırlı bir bölgede, yasa yapma ve bunların  yürütülmesini etkin bir biçimde uygulama, şiddet araçları üzerinde tekel oluşturma, dahili siyasi  veya idari hükümet biçimiyle ilgili temel siyasetleri kontrol etme ve gelirinin temeli olan ulusal  ekonominin meyvelerini harcama kapasitesi olan bir siyasi organizasyondur (s. 366). On birinci ve son bölümde ise Totalitarizm, ulus devletin gözetleme ve şiddet eğilimlerinin tam anlamıyla  geliştiği bir tür kural olarak tanımlanır. Bu bağlamda gözetlemeyi bağımsız bir güç kaynağı  olarak en açık şekilde görebiliriz.

Giddens, bu çalışmasıyla sosyal bilimler alan yazınında ulus devlet ve şiddet araçlarının  denetimine ilişkin kendisinin de bahsettiği boşluğu doldurmayı amaçlamış ve bu konuda  başarılı olmuştur. Akıcı bir dil ve karşılaştırmalı bir anlatımla ortaya koyduğu analiz özellikle  modernite ve devlet üzerine çalışan akademisyenler, araştırmacılar, Uluslararası İlişkiler ve  Sosyoloji öğrencileri için elverişli bir kaynak işlevi görmektedir. Bununla birlikte, tarihsel bir perspektiften karşılaştırmalı olarak ele alınan ulus devlet kavramını kendi argümanlarının gerekçelendirerek okuyucuyla buluşturduğunu söyleyebiliriz. Öte yandan, Giddens çalışmasının sonuna eklediği 20. Yüzyıl Sonunda Eleştirel Teori başlığıyla üç ciltlik bir  çalışma olarak planladığı bu çalışmasının 3. cildine açık bir kapı bırakmıştır.

 

SERAY ÖZMEN

Uluslararası Hukuk Staj Programı

Türkiye’deki Türkiye Vatandaşı ve Suriyeli Kadın Seks İşçilerinin Sağlık Hizmetine Erişimi Hakkında Karşılaştırma

TÜRKİYE’DEKİ TÜRKİYE VATANDAŞI KADIN SEKS İŞÇİLERİNİN SAĞLIK HİZMETİNE ERİŞİMİ İLE TÜRKİYE’DEKİ GEÇİCİ KORUMA STATÜSÜNDEKİ SURİYELİ KADIN SEKS İŞÇİLERİNİN SAĞLIK HİZMETİNE ERİŞİMİNİN KARŞILAŞTIRMASI

 

Özet

Seks işçiliği bir taraftan dışlanan, kötülenen nitelikte değerlendirilse de bir taraftan gelişmeye devam eden bir yapıya sahiptir. Türkiye’de ise seks işçiliğini çeşitli yasal düzenlemelerle kontrol altına alabilme amacıyla yıllardan beri sağlık hizmeti başta olmak üzere çeşitli alanlarda kanunlar çıkarılmıştır. Ancak yine de bu grup, sağlık hizmetinden yeteri kadar yararlanamamakta ve hukuki anlamda maruz kaldığı sınırlamalar sonucunda toplumun dezavantajlı kesiminde yer almaktadır. Karşılaştırmanın yapıldığı geçici koruma statüsü altındaki Suriyelilerin savaştan kaçarak göç etmek zorunda kalmaları sonucunda yaşadıkları sosyal, ruhsal ve fiziksel zorluklara ek olarak Türkiye’de seks işçiliği yapıyor oluşları Türkiye’deki kadın seks işçilerinin mevcut durumu gözetilerek durumun her iki taraf için de anlaşılır olabilmesi amaçlanmıştır.

Anahtar Kelimeler: Göç, seks işçiliği, geçici koruma statüsü, Suriye, kadın

 

Abstract

Although sex work is regarded as being excluded and denigrated, it has a structure that continues to develop. In order to take control of the sex work and the sex workers, various regulations and laws have been applied especially concerning health services but these regulations are still not sufficient enough for this group. As a result of legal restrictions, this segment is among the disadvantaged segment of society. On the other hand, Syrians under temporary protection had to flee the war and migrate. As a result, they experience social, emotional and physical challenges. In this study, female sex workers in Turkey are compared based on their immigration history and it is intended to provide an understandable portrait of both sides, (Syrian and Turkish female sex workers in Turkey) considering the current situation.

Keywords: Migration, temporary protection, Syrian, sex worker, woman

 

 

GİRİŞ

Seks işçiliği kavramına bakıldığı zaman bu yazıda kastedilen şey para, mal veya başka birtakım karşılıklar edinmek amacıyla sunulan cinsel hizmettir. Yazının odağı olan seks işçisi kadınlar ise bu endüstri içinde hizmeti sunan kişilerdir. Burada dikkat edilmesi gereken husus, seks işçiliğinin insan ticareti ve kadın/çocuk istismarı ile karıştırılmaması gerektiğidir ancak medyada bu kavramların bir arada kullanılması bu anlam farklılığının görünürlüğünü azaltmaktadır. Bu durumu destekleyici nitelikte olarak 2016 yılında Gazete Karınca tarafından yapılmış haberde Beyoğlu’nun savaştan kaçan Suriyeli kadınlara zorla seks işçiliği yaptırılan bölgelerden biri olduğuna değinilip insan ticareti ve istismarı “seks işçiliği” adı altında toplanması bu ayrımların medya tarafından göz ardı edildiğini gösteren örneklerden biridir (Gazete Karınca, 2016).

Türkiye’de yaşayan geçici koruma statüsündeki Suriyeli seks işçisi kadınlar ve Türkiye’de yaşayan Türkiye vatandaşı seks işçisi kadınların sağlık hizmetlerinden yararlanma karşılaştırılmasını yapmak için öncelikle göç kavramına ve geçici koruma statüsüne değinilecektir. Devamında ise Suriye’de yaşanan krizin sürecinden bahsedilerek Suriyelilerin Türkiye’deki mevcut hayat dinamiklerinin toplumsal alanda yaşamış oldukları bu değişimlerle etkileşim halinde olduğu ele alınacaktır. Üçüncü bölümde ise Türkiye’de seks işçileri üzerine yazılmış olan mevzuatların bilgisi verilip Türkiye vatandaşı olan seks işçilerin hukuki açıdan yaşadığı engellere vurgu yapılıp sonraki bölümde ise Türkiye’de yaşayan geçici koruma altındaki Suriyeli kadınların bu hukuki süreçten sağlık hizmeti bağlamında ne derece yararlandıkları ve yaşadıkları engeller anlatılarak karşılaştırma yapılacaktır. Sonuç bölümünde ise önerilerden ziyade mevcut çelişkiler üzerinden eksik durumlara ağırlık verilecektir.

 

GÖÇ KAVRAMI VE GEÇİCİ KORUMA STATÜSÜ

Göç kavramı; en temelde nüfus hareketliliğini açıklayıcı nitelikte olmakla birlikte değişmeler ve çeşitlenmeler arttıkça tanımların da sabit tutulması zorlaşmıştır, ek olarak çeşitlenen değişimler nedeniyle spesifik tanımlar ortaya çıkmıştır. Bununla birlikte yapılmış mevcut tanımlara örnek verilecek olursa “Küresel Hareketlilik Çağında Göç Kuramları ve Temel Kavramlar” adlı makalede göç, Uluslararası Göç Örgütü(IOM) tanımını esas alarak göçün insanların yer değiştirdiği bir nüfus hareketi olarak tanımını yaparak göçün coğrafi bir yer değiştirme olarak da ele alınabileceği anlatılmıştır (Sirkeci, & Yaylaci, 2019). IOM tanımı ile genişletilecek olursa göç; bir kişinin çeşitli nedenlerle kalıcı veya geçici olarak yaşadığı yerden veya memleketinden ayrılmasıdır ve bu ayrılma ülke içerisinde veya ülkeler arası bir yer değişimi olarak görülebilir.

Uluslararası Göç Örgütü(IOM)’nün “Göç Terimleri Sözlüğü”nde, geçici koruma statüsü;yaşanan bölgenin tehlike arz etmesinden ötürü kitlesel olarak terk edilmesi ve bu nedenle bu kişilerin bireysel statü belirleme işlemine bağlı kalmadan mevcut devletin geçici koruma sağladığı kişilere verilen statü olarak tanımlanmıştır (IOM, Perruchoud, & Redpath-Cross, n.d.). Kitlesel bir kaçışın olduğu ve acil koruma sağlanması gerekliliğinden ötürü bireysel sığınma taleplerinin işletilmesinin mümkün olmadığı bu durum istisnai bir durumdur. Bu statü dünyada ilk olmamakla birlikte Türkiye’de karşılaşılan yeni bir durumdur.

 

SURİYELİLERİN TÜRKİYE’YE GİRİŞ SÜRECİ VE SÜRECİN DEVAMINDA YAŞANANLAR

Suriyeli geçici koruma altındaki seks işçisi kadınları anlayabilmek için öncelikle 2011 yılında başlayan krize, bu krizin neden olduğu sosyal ve siyasi yapılanmaya bakmak Suriyelilerin günümüzdeki yaşam şartlarını anlamakta faydalı olacaktır.

1973 yılında gerçekleşen askeri darbe sonucunda Baas Partisi iktidara geçmiştir ve bu dönemden sonra yaklaşık 40 yıl boyunca baskıcı bir siyasi rejim hüküm sürmüştür. Bu süreç içerisinde muhalif gruplara yönelik çeşitli saldırılar, işkence ve toplu katliam şeklinde görülse de 2010 Arap baharına kadar muhalefetin sesi duyulmamıştır (İnce, 2017). Arap baharının etkisiyle dile getirilmeye çalışılan taleplerin şiddet yoluyla bastırılmasıyla protesto muhalifler için de askeri bir hareketlenmeye dönüşmüştür. İktidar-muhalefet arasındaki çatışmanın yarattığı boşluktan faydalanan IŞİD, El-Nusra gibi birtakım terörist gruplar ise bu dönemde daha önce hiç olmadığı kadar güçlenme fırsatı bulmuştur. Terörist grupların da dâhil olmasıyla, mevcut kriz büyümüş ve en çok zarar gören grup olan siviller daimi ikametlerini terk etmek zorunda kalmıştır (Ördek, 2017).

Birleşmiş Milletler İnsani Yardım İşleri Koordinasyon Ofisi verilerine göre, 2011’de Suriye’de başlayan iç savaş nedeniyle, Suriyeli vatandaşların yarısı göçe zorlanmıştır, bunların bir kısmı iç göç bir kısmı da dış göç olmak üzere yerlerinden olmuşlardır ve dış göç hedef ülkelerinin başında da Türkiye gelmektedir. Uluslararası Mülteci Hakları Derneğinin 7 Mart tarihli haberine göre evlerini terk eden 13 milyon Suriyelinin yarısı ülke içerisinde yer değiştirirken diğer yarısı da komşu ülkeler başta olmak üzere çeşitli ülkelere yerleşmiştir ve bu komşu ülkeler sıralamasında en çok Suriyeliye kapılarını açan ülke Türkiye olmuştur (OCHA,2017). Göç İdaresi Genel Müdürlüğünden alınan son verilere göre ise 59.877 kişi barınma evlerinde 3.559.041 kişi ise barınma evlerinin dışında geçici koruma statüsü altındadır.

Geçici koruma statüsü, 6458 sayılı Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanununun 91.maddesine istinaden yürürlüğe giren Geçici Koruma Yönetmeliğinde belirtildiği üzere çeşitli nedenlerle ülkesinden ayrılmaya zorlanmış ve ülkesine dönemeyen bireysel ya da kitlesel olarak Türkiye sınırlarına gelen, sınırlardan geçen ancak bireysel olarak değerlendirmeye alınmayan yabancılara verilen bir statüdür(Geçici Koruma Yönetmeliği, 2014). Bu statüyü diğer statülerden ayıran en önemli kavramı yer değiştirmenin kitlesel şekilde gerçekleşmiş olmasıdır.

Göç sürecinin devamında Suriyelilere karşı birtakım önyargıların oluştuğunu ve bu önyargıların giderek arttığını medyada çıkan saldırı haberleri doğrultusunda söylemek mümkündür. Kayıt dışı ve düşük ücretlerde çalıştıkları için Türkiye vatandaşlarının ellerinden işleri aldıkları, Suriyeliler taşındıktan sonra mahallelerde olayların çıktığı, Suriyelilerin suç oranını arttırdığı, bulaşıcı hastalık taşıdığı, devlet tarafından maaş aldıkları gibi çeşitli gerekçelerle sosyal dışlanmayla karşı karşıya kalmışlardır. Sosyal dışlanmayı arttıran bir diğer unsur da dil sorunudur. Bu sorun Suriyelilerin birçok hizmete erişiminde engel niteliği taşımaktadır ve seks işçisi kadınlar bağlamında sağlık ve adalet alanlarında ortaya çıkan engeller baş sıralara yer almaktadırlar.

 

TÜRKİYE’DE SEKS İŞÇİLİĞİ VE TÜRKİYE VATANDAŞI KADIN SEKS İŞÇİLERİ

Türkiye’de seks işçiliğini temel olarak iki kategoriye ayırmak konu üzerinde ayrıntılara inmekte daha sistemli ilerlenmesini sağlayacaktır. Kategoriler; genelevlerde çalışan seks işçileri ve kayıtsız çalışan seks işçileri olarak ayrıldığında karşılaşılabilen dezavantajlı durumların kategoriden bağımsız olarak bütün seks işçilerini kapsamasının yanı sıra sağlık hizmetlerinden yararlanma imkânlarının da kendi içerisinde farklılaştığı söylenebilir. Aralarında en kontrollü, sistemli ve güvencesi yüksek olan genelevlerde çalışan kayıtlı seks işçileri olarak görünse de, çalışanların sigortalarının işverenler tarafından zamanında ödenmediği, primlerin eksik yattığı ve bulaşıcı hastalık tespiti halinde tedavi edilmekten ziyade iş akdinin sonlandırıldığı göz ardı edilmemesi gereken hususlardır (Çoker, 2017). Bu nedenle cinsel yolla bulaşan enfeksiyonlar (CYBE) ve diğer hastalıklar için genelevlerde çalışan seks işçilerinin çalışan olarak ne kadar kayıtlı olsalar da bir güvenceleri bulunmadığı sonucuna varmak yanlış olmayacaktır. Diğer bir taraftan ise kayıt dışı çalışanların kendi adlarına yapabilecekleri özel sağlık sigortası dışında seçenekleri yoktur. Hâlihazırda toplum tarafından dışlanan, ayrımcılığa uğrayan bu grubun hizmetlere erişiminin yasal düzenlemeler nedeniyle kısıtlı olması başta kayıtsız çalışan seks işçileri olmak üzere genel bağlamda seks işçilerinin tam anlamıyla sağlıklı koşullarda çalışmadıkları söylenebilir. Yine de genelev çalışanlarının haftada iki kez bulaşıcı cinsel hastalık kontrolünden geçiyor oluşları kadınların hastalıklarını önlemekten ziyade hastalıklı kadınları iş alanından uzak tutmaya yönelik olsa da seks işçilerine yönelik sağlık kontrolünün ve denetlemesinin mevcut olduğunu gösterir.

Aysun Balseven Odabaşı’nın doktora tezinden alınan bilgilere göre, genelev çalışanı 118 kadına sorulan cinsel hastalık sorusunda 69 kadın cinsel yolla bulaşan hastalık geçirmediği cevabını vermiştir. Hastalık geçirdiğini belirten kadınların ise %37,7’si gonore (bel soğukluğu), %30,6’sı sifiliz (frengi), %16,3’ü vajinit geçirdiği yanıtını vermiştir. Önyargıları haklı çıkaran bir sonuç olmamakla birlikte bulaşıcı hastalık partner çeşitliliği ve partner değiştirme hızıyla doğru orantılı iken, kayıtsız olarak çalışan seks işçilerinin geçirdiği veya taşıdığı bulaşıcı cinsel hastalıkların kaydının tutulması önyargıları doğrulayıcı ya da yalanlayan şekilde kapsamlı bir yargıya götürecek nitelikte olmayacaktır.

Türkiye’de seks işçiliği ve seks işçileri adına düzenlenen çeşitli kanunlara bakıldığında 1930 yılındaki Umumi Hıfzıssıhha Kanununda seks işçiliği kamusal alanda tanımlanmıştır ancak aynı sene çıkan “Fuhuşla Mücadele Hakkında Tamim” ile devletin fuhşu denetleyici ve düzenleyici yaklaşımından fuhşun yasaklandığı yaklaşıma geçilmiştir.

1926 tarihli Ceza Kanununa bakıldığında fuhuş, anayasanın 420.Maddesi kapsamında kamusal alanlardan yasaklanmış ve hapis cezasına tabii tutulmuş hem 2004 yılında değişen anayasaya kadar hemen hemen hiç kullanılmamış hem de kamusal alan dışında ve 21 yaş ve üzeri olup rıza dahilinde gerçekleşiyorsa şiddet uygulanmıyorsa seks işçiliğini suç olarak sayılmamıştır.

Fuhşun cezalarla ortadan kaldırılabileceği fikri “Fuhuşla Mücadele hakkındaki Tamim” ile aynı sene yürürlüğe giren “Umumi Hıfzıssıhha Kanunu” ile değişerek düzenleyici ve denetleyici bir nitelik taşımaya başlamıştır. “Fuhuşla ve Fuhuş Yüzünden Bulaşan Zührevi Hastalıklarla Mücadele Nizamnamesi” ile fuhşun devlet denetimli ve ruhsatlı mekanlarda sürdürülmesine izin verilmiş ancak fuhşa aracılık edenlerin cezalandırılacağı ve gizli fuhuş mekanlarının kapatılacağı kararlaştırılmıştır. 420.madde hemen hemen hiç kullanılmasa da ceza yasasındaki diğer maddeler seks işçilerinin baskı altına alınmasında tek başına yeterli olmuştur yani suç işlemeden seks işçiliği yapmak neredeyse olanaksız bir eylem haline gelmiştir. Buna örnek olarak “Seks İşçileri ve Yasalar: Türkiye’de Yasaların Seks İşçilerine Etkileri ve Öneriler” raporunda değinildiği üzere sokakta çalışan seks işçisine trafiği engellemekten yazılan trafik cezası verilebilir (İKGV,2011). 2005 tarihinde uygulanmaya başlanan 5237 sayılı Yeni Türk Ceza Kanunu ile 420. Madde çıkarılmış ve her ne kadar önceki dönemde seks işçiliği bir suç olarak görülmemiş ve bu maddeden dolayı cezalandırılmamış olsa da yeni yasa ile birlikte seks işçisi olmak ve kamusal alanda pazarlık yapmanın suç olma özelliği net bir şekilde ortadan kalkmıştır. Yine de fuhuşun gizli yapılması halen yaptırımlara tabidir ve ceza yasasındaki bu değişiklik seks işçiliğinin Türkiye’de serbest olarak yapılabileceği anlamına gelmemektedir. Kısaca seks işçiliği bir suç değildir ancak seks işçilerinin çalışabilmek için gerçekleştirdikleri hemen hemen her fiil cezalandırılmaktadır. Seks işçilerine yönelik sağlık uygulamalarında olduğu gibi ceza yasaları seks işçilerine alternatifler sunmak, ya da seks işçilerini korumaktan ziyade toplumu seks işçiliğinin olumsuz etkilerinden koruyacak tedbirler olarak karşımıza çıkmaktadır.

 

TÜRKİYE’DEKİ TÜRK VATANDAŞI KADIN SEKS İŞÇİLERİ İLE SURİYELİ KADIN SEKS İŞÇİLERİ DEĞERLENDİRMESİ

Türkiye’deki mevzuatın hem cezalandırıcı, hem yasaklayıcı, hem önleyici hem de yasallaştırıcı ve düzenleyici unsurlar içermesi Türkiye’deki kanunların bu konuda tutarlılığı olmadığını göstermektedir. Bu önlemlerin mevcut yaptırımları seks işçilerinin düzenli gelir elde edememelerine neden olmakla birlikte ev mühürlemeleri yüzünden kaybedilen çalışma mekânları ve yazılan para cezaları seks işçilerini yoksulluğa doğru sürüklemektedir. Koşullar ve imkânlar Türk vatandaşları için bile bu denli kısıtlayıcı ve zorlayıcı iken, Suriyeli seks işçilerinin koşullarının daha da ağır olduğu çıkarımını yapmak çok da zor olmayacaktır. Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki Türkiye’de Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmayanların seks işçiliği yasaktır (Küntay, &Çokar, n.d.). Bu da, Suriyeli seks işçilerinin genelev çalışanları gibi haftada iki kez sağlık kontrolünden geçemediği ve sigortalarının olmadığı yani kayıtlı olmadıklarından devletin düzenleyici tutumunun değil önleyici ve cezalandırıcı tutumunun muhatabı olduklarını gösterir. Türkiye vatandaşı dışındaki seks işçilerinin “mağduriyet” öznesi olmadığı takdirde ülkesine geri gönderilecek oluşu bu alanda çalışan yabancı uyrukluların daha dezavantajlı ve kırılgan bir yapıda olduğunu ve bu nedenle daha riskli, korunmasız koşullarda çalışmaya mecbur bırakıldığı anlamına gelmektedir.

Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanununda “…hiç kimsenin işkenceye, insanlık dışı veya onur kırıcı ceza veya muameleye tabi tutulacağı veya ırkı, dini, tabiiyeti, belli bir toplumsal gruba mensubiyeti veya siyasi fikirleri dolayısıyla hayatının veya hürriyetinin tehdit altında bulunacağı bir yere gönderilemez.” denmektedir. Aynı kanunun başka bir maddesinde ise Türkiye’de bulunduğu süre zarfı içerisinde gayri meşru yollardan ve kamu düzenine/güvenliğine/sağlığına tehdit oluşturanların sınır dışı edilebileceği söylenmiştir. Sınır dışı edilen kişilerin tebliğ tarihinden itibaren 15 gün içerisinde itiraz etme ve itiraz sonuçlanana kadar ülkede kalma hakkı vardır (Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu, 2013). Yani Türkiye, savaştan kaçan ve gayri meşru yollardan para kazanan ve insan ticareti benzeri “mağduriyet” öznesi olmayan Suriyelileri kendi ülkelerine göndermese de sınır dışı etme hakkına sahiptir. Bu, Suriyeli seks işçilerinin ülkede kalma güvencelerinin olmadığının ve çalışma hayatlarının gizliliğini korumak için çeşitli risk ve tehlikeleri göze alabileceklerinin göstergesidir.

Kemal Ördek’in yazmış olduğu “Türkiye’de ‘Geçici Koruma’ Altında Suriyeliler ve Seks İşçiliği Raporu”nagöre, yapmış olduğu görüşmelerde Suriyeli seks işçilerin sağlık hizmetine erişimi hakkında bilgi ve farkındalıklarının düşük olduğu sonucuna varmıştır. Bilgi eksikliğinin ve farkındalığın en az olduğu grup ise natrans[1] kadın seks işçilerdir. Kayıt dışı ve geçici koruma altında olmaları, fuhuşu önleme operasyonlarının baş öznesi haline gelmiş olmaları devletten herhangi bir yardım alamayacaklarına dair bir kanı oluşturmuş ve devlete karşı güveni zedelemiştir. Seks işçileri olmalarından dolayı oluşan korkunun yanı sıra aracılarla çalışılıyor olmalarının da hizmet ve bilgi erişimlerinin kısıtlı olmasında etkili olduğu söylenebilir. Bununla birlikte kamu kuruluşlarının, sivil toplum örgütlerinin seks işçilerine ulaşamamaları veya kuruluşlarda çalışanların da bilgi sahibi olmadıklarını da hatırlatmak gerekir.

Ördek, görüşme yaptığı Suriyeli seks işçilerinin özellikle natrans kadın seks işçilerinin cinsel sağlık bilgisinin düşük olduğunu aynı zamanda trans kadınlar veya erkek seks işçilerine kıyasla korunmasız ilişkiye en çok giren grup olduğu bilgisini vermiştir. Erişilemeyen sağlık hizmetleri de eklendiğinde bu grubun kayıt dışı çalışan Türkiye vatandaşı kadın seks işçilerine kıyasla daha yüksek bir risk grubunda olduğu çıkarımı yapılabilir. Türkiye vatandaşı kadın seks işçileri sağlık hizmeti almada kısıtlamalarla ve engellerle karşı karşıya kalsa da bir kısmı düzenli kontrolden geçmekle birlikte kayıtsız olan kadın seks işçilerinin başvurabilecekleri sağlık merkezleri ve kuruluşların bilgisine Suriyeli kadın seks işçilerinden daha hakimdirler.

Kurum ve kuruluşların Suriyeliler için sağlık alanında bilgilendirmeler ve hizmetleri olsa da görünürlüğü olmayan Suriyeli seks işçileri özelinde bir düzenlemeyle ve hizmetle karşılaşılmamıştır.

Ördek, Suriyeli seks işçileri ile ilgili görüşülen kamu kurum ve kuruluşlarında yaygın olan yaklaşımın Suriyeli seks işçilerinin cinsel sağlık durumunun iyileştirilmesinden çok, toplumun Suriyeli seks işçilerinin “taşıyıcısı” olduğu iddia edilen enfeksiyonlara karşı toplumun korunmasına yönelik atılabilecek adımlar üzerinden geliştirilmekte olduğunu ifade etmiştir. Benzer nedenlerle, genelevlerde çalışan Türkiye vatandaşı kadın seks işçilerinin haftada iki kez kontrole tabi tutulmasının altında yatan nedenin de aynısı olduğunu hatırlatmakta fayda olacaktır.

Türkiye vatandaşı olan seks işçileri arasında da birçok kadın seks işçisi, Suriyeli kadın seks işçilerinin gelmesi ile müşterilerinin azaldığını, Suriyelilerin düşük ücrete çalıştığını ve bu yüzden “piyasayı düşürdüğünü”, cinsel yolla bulaşan enfeksiyonlara karşı korunmadıkları için “hastalık yaydıklarını” iddia ederek Suriyeli kadın seks işçilerine karşı önyargılı ve dışlayıcı bir tutum içerisindedirler. Ayrımcılık yalnızca bunlarla sınırlı kalmamakla birlikte Suriyeli natrans kadınlar ve Suriyeli trans kadınlar arasında da görülmektedir (Ördek, 2017).

Böylelikle en dezavantajlı grubun Suriyeli seks işçisi trans kadınların olduğunun altını çizerek genel hatlarıyla sağlık hizmetlerinden yararlanma konusunda da seks işçilerine yönelik özel bir çalışmanın olmadığını, hizmetlere erişim ve bu erişim hakkında bilgilendirmenin yapılamaması nedeniyle hem Türkiye vatandaşı hem de Suriyelilerin hizmetlere erişim anlamında kapsamlı bilgiye sahip olmadıkları, kuruluşların da benzer şekilde kapsamlı bilgilerinin olmadığı, bilgileri olsa dahi başta Suriyeliler olmak üzere kayıt dışı çalışan seks işçilerine erişimin zor olduğu söylenebilir.

 

SONUÇ

Bu yazıda yapılan karşılaştırmada öncelikle göç ve Türkiye’deki seks işçilerine dair mevzuata bilgi verilerek araştırma konusu olan kişilerin durumu ve karşılaştığı engellerin resmi dayanakları gösterilmiştir. İki dezavantajlı grup arasında karşılaştırma yapmak oldukça zor olsa da belirgin farklılıkların altı çizilmiştir. Dezavantajlı grup olmalarına rağmen vatandaş olmaları ve dil bilmeleri geçici koruma altındaki Suriyeli kadın işçilere göre Türk vatandaşı kadın seks işçilerinin imkanlarının görece elverişli olduğu söylenebilir, ancak bu imkanlar değişimlere tabi tutulmadığı sürece ancak teoride imkan olarak görülecektir. Her iki grupta da seks işçilerine yönelik bir bilgilendirme olmadığını, yalnızca kadın üreme sağlığı kapsamında genel düzenlemeler ve bilgilendirmeler olduğu söylenebilir.

Bu bağlamda, seks işçilerine yönelik sağlık hizmeti genel çerçevede çalışanın koşullarını iyileştirmekten ziyade dışlayıcı bir prensiple toplumun geri kalanının iyiliği temel alınarak kontrol altında tutulmak olarak değerlendirilebilir. Türkiye vatandaşı, kayıtlı, sigortalı kadın seks işçilerin dahi bulaşıcı hastalıklarının tespitinde çalışanın iş akdinin sonlandırıldığını hatırlatmak bu sağlık hizmetinin kişi için koruyucu ve tedavi edici temelli bir amacı olmadığını destekleyici niteliktedir.  Eğer bu yaklaşımın ve seks işçiliğini kayıt dışına yönlendiren olumsuz yaklaşımların önüne geçilebilirse devletin düzenleyici varlığının etkisi görülebilir. Bunun yanı sıra Türkiye vatandaşı olmayanların seks işçiliği yapmasının yasaklanması tarzı bir yaklaşım, mevcut yabancı seks işçilerinin varlığını bitirecek değildir. Seks işçilerine uygun sağlık koşulları sunulması, güvenlik ve adaletinin sağlanması sektöre özendirici ve teşvik olarak adlandırılmamalı, hak olduğu unutulmamalıdır.

 

 

EZGİ CANSIN ÇINAR

Göç Staj Programı

 

 

 

 

BİBLİYOGRAFYA

Balseven Odabaşı, A. (n.d.). Ankara İli Genelevlerinde Çalışan Kadınların Cinsel Yolla Bulaşan Hastalıkları, Mesleksel Riskleri, Uğradıkları Şiddet ve İstismar Bağlamında  Bir Araştırma. Retrieved January 20, 2021, from https://dspace.ankara.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/20.500.12575/34336/AYSUN_BALSEVEN_TEZ_YOK_TESLIM_EDILEN.pdf?sequence=1&isAllowed=y

Birgün Gazetesi. (2019, September 22). İHD’den Seyhan’daki ırkçı saldırılarla ilgili rapor: Birçok Suriyeli hâlâ evinden dışarı çıkamıyor. Retrieved January 19, 2021, from https://www.birgun.net/haber/ihd-den-seyhan-daki-irkci-saldirilarla-ilgili-rapor-bircok-suriyeli-hala-evinden-disari-cikamiyor-269600

Çoker, S. (2017). Dünyada ve Türkiye’de Seks İşçilerinin Sağlığı. Retrieved January 22, 2021, from https://www.ttb.org.tr/dergi/index.php/msg/article/download/595/558

Diken. (2017, April 09). İzmir’de Suriyelilere saldırı: 500 mülteci mahalleyi terk etmek zorunda kaldı. Retrieved January 19, 2021, from http://www.diken.com.tr/izmirde-suriyelilere-saldiri-500-multeci-mahalleyi-terk-etmek-zorunda-kaldi/

Evrensel Gazetesi. (2016, July 17). Ankara’da Suriyelilere ırkçı saldırı. Retrieved January 19, 2021, from https://www.evrensel.net/haber/285296/ankarada-suriyelilere-irkci-saldiri

Gazete Karınca. (2016, November 16). Beyoğlu’nda ‘fuhuş ağı’: Yaklaşık 200 bin mülteci seks işçisi olarak çalıştırılıyor. Retrieved January 19, 2021, from https://gazetekarinca.com/2016/11/beyoglunda-fuhus-agi-yaklasik-200-bin-multeci-seks-iscisi-olarak-calistiriliyor/

Geçici Korumamız Altındaki Suriyeliler. (n.d.). Retrieved January 19, 2021, from https://www.goc.gov.tr/gecici-korumamiz-altindaki-suriyeliler

Geçici Koruma Yönetmeliği. (2014, October 11). Retrieved January 19, 2021, from https://www.goc.gov.tr/kurumlar/goc.gov.tr/evraklar/mevzuat/Gecici-Koruma.pdf

Hangi ülkede ne kadar mülteci var? (2018, March 12). Retrieved January 19, 2021, from https://www.umhd.org.tr/2018/03/hangi-ulkede-ne-kadar-multeci-var/

İnce, E. (2017). Suriye’de Baas Rejiminin Kuruluşu ve Türkiye. Retrieved from https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/330065

Küntay, E., & Çokar, M. (Eds.). (n.d.). Bilgilendirme Dosyası -8- “Seks Ticareti”. Retrieved January 22, 2021, from https://www.cetad.org.tr/CetadData/Books/46/pdf-dosyasini-indirmek-icin-tiklayiniz.pdf

Ördek, K. (2017). Türkiye’de “Geçici Koruma” Altında Suriyeliler ve Seks İşçiliği (Rep.). Ankara, Türkiye: Kırmızı Şemsiye İnsan Hakları ve Cinsel Sağlık Derneği.

Sirkeci, I., & Yaylaci, F. (2019). Küresel Hareketlilik Çağında Göç

Kuramları ve Temel Kavramlar.

Uluslararası Göç Örgütü (IOM). (n.d.). Göç Terimleri Sözlüğü (1156953093 869186588 R. Perruchoud & 1156953094 869186588 J. Redpath – Cross, Eds.). Retrieved January 19, 2021, from https://publications.iom.int/system/files/pdf/iml31_turkish_2ndedition.pdf

Who is a migrant? (2019, June 27). Retrieved January 19, 2021, from https://www.iom.int/who-is-a-migrant#:~:text=IOM%20Definition%20of%20%E2%80%9CMigrant%E2%80%9D,for%20a%20variety%20of%20reasons

Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu. (2013, May 11). Retrieved January 21, 2021, from https://www.mevzuat.gov.tr/MevzuatMetin/1.5.6458.pdf

Yılmaz Kayar, H., & Çokar, M. (2011). Seks İşçilerinin ve Transgender Bireylerin İnsan Haklarının Desteklenmesi Projesi, Seks İşçiliği Mevzuatı Çalışma Grubu Raporu (Rep.). İnsan Kaynağını Geliştirme Vakfı.

 

 

 

 

 

Birleşmiş Milletler ve Barış

Bu röportaj Doç. Dr. Fikret Birdişli ile “Birleşmiş Milletler ve Barış” üzerine yapılmıştır. 

Birdişli, Türkiye’de Anadolu Üniversitesi’nden mezun olmuş, yüksek lisans ve doktora derecelerini İnönü Üniversitesi’nde Güvenlik Çalışmaları alanında almıştır. Araştırmaları Uluslararası Politika ve Güvenlik üzerine odaklanmıştır. Güvenlik Stratejileri ve Güvenlik Kültürü ile ilgilenmektedir. Yayınlanmış beş kitabı ve birçok kitap bölümü vardır. Teori ve Uygulamada Uluslararası Güvenlik kitabı birçok üniversitede ders kitabı olarak kullanılmaktadır. Doç. Dr. Birdişli İnönü Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Merkezi’nin müdürü olup, İnönü Üniversitesi, Anabilim/Bilim Dalı Başkanı olarak İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde görev yapmaktadır. 

 

1) Birleşmiş Milletler sizin için ne anlam ifade ediyor? Gerçek anlamda  barışı sağlayıp  koruyabilecek bir örgüt müdür?

Uluslararası İlişkiler ya da Uluslararası Politikanın temel problemi üst bir otoritenin olmadığı bir ortamda devletlerin çıkarlarını sağlama çabalarının neden olduğu sorunları aşmanın ve uzlaşmanın bir yolunu bulmaktır. Savaş bildiğiniz gibi bir sorun çözme ya da çıkarları gerçekleştirme aracı olarak tarih boyunca başvurulan oldukça uç bir yöntem olagelmiştir. Fakat teknolojinin gelişmesi savaşı artık savaş alanlarının dışına taşırarak kentleri, sivilleri, hedef alan bir niteliğe büründürmüş ve yaygın savaşlar güçlü devletleri de zayıflatan bir olgu haline dönüşmüştür. Bu nedenle nihai olarak savaşlara son vermek ya da onu olabildiğince sınırlayarak belli kurallar dâhilinde cereyan etmesini sağlamak uluslararası toplumun öncelikli amacı haline dönüşmüştür. Fakat uluslararası alanda devletlerin üstünde bir otoritenin bulunmaması, hukuken devletlerin bağımsız ve eşit varlıklar olması bu arzuyu ya da hedefi güçleştirmektedir.

Bu noktada dikkatten kaçırılmaması gereken bir gerçek daha vardır. Tarih boyunca sahip oldukları ekonomik, askeri ve siyasi kapasiteleri açısından diğerlerinden açık ara önde olan bir grup devlet -ki bu İkinci Dünya Savaşı sonrası hariç, genellikle 5 ile 10 devlet arası olmuştur- her daim kendi zamanlarının uluslararası gündemlerini belirleyen devletler olmuşlardır. Bu günümüzde de böyledir.

Zaman içinde bu denge grubu içinde yer alan devletlerin hangi devletler olduğu çeşitli nedenlere dayalı olarak değişse de bu de facto güçler dengesi sistemi varlığını hep korumuştur. Milletler Cemiyeti ve ardılı olan Birleşmiş Milletler, de facto güç dengesi sisteminin büyük güçler yönetimine dönüşmüş de jure yani hukuksal ve nihai bir formudur. Başka bir deyişle bugün  BM özelinde şahit olduğumuz yapı, aslında tarih boyunca fiilen var olmuş olan bir yapının nihai ve örgütsel  bir formudur.

Fakat  BM sistemi uluslararası sistemin anarşik yapısına günümüzde göreceli bir düzen getirse de bu anarşik yapıyı ya da başka bir ifade ile devletler arasındaki ilişkilerin anarşik doğasını bütünüyle ortadan kaldıran bir yapı değildir. Henüz böyle bir yapı olmadığı gibi yakın bir gelecek içinde de böyle bir yapının çıkması zordur. Ama orta ve uzun vadede BM’nin uluslararası alanı daha fazla düzenleyen bir örgüt haline gelmesi mümkündür. Gelişmelerin de giderek bu yönde olduğuna inanıyorum.

BM’nin mevcut başarısı, dünyada savaşların önüne geçmesi değil, daha çok büyük güçler arasında çıkabilecek yaygın bir savaşı engellemesidir. Nitekim İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana, zaman zaman önemli krizler yaşansa da büyük güçler arasında doğrudan bir savaş yaşanmamıştır.  Fakat bunu sağlayan sadece BM ve Güvenlik Konseyi’nin yapısı değil, aynı zamanda Uluslararası Hukuk alanında yaşanan gelişmelerdir; küreselleşme nedeniyle devletler, toplumlar arasında giderek artan karşılıklı bağımlılık ve toplumların dünya görüşlerinde yaşanan değişimleri de hesaba katmak gerekir. Dünyada yaşanan değişim her zaman çok faktörlü ve çok vektörlü olmuştur. Bu nedenle BM’nin şiddeti önlemedeki rolü her ne kadar Güvenlik Konseyi üyelerinin tutumuna bağlı olsa da soft politik dediğimiz alanlarda BM’nin önemli başarılara imza atan bir uluslararası örgüt olduğunu da gözden kaçırmamak gerekir.

 

2) Bosna ve Ruanda örnekleri göz önüne alındığında 5 daimi üyenin karar alma mekanizmasındaki sorunsal hakkında ne düşünüyorsunuz?

Güç nasıl ki insanda özgüven artışına neden olur ve kişinin kendince sorumluluk alanlarını genişletir, yani bir anlamda kendini doğrudan ilgilendiren ya da ilgilendirmeyen konularda müdahaleci bir tutum izlemesine neden olursa, aynı şekilde devletlerde de artan askeri ve ekonomik kapasite devletleri daha proaktif ve iddialı hale getirir. Bunu çeşitli nedenlerle kendileri için ahlaki ve hukuki kılarlar.

BM Güvenlik Konseyinde yer alan 5 daimi üyenin toplamının sahip olduğu ekonomik kapasite dünyanın toplam ekonomik kapasitesinin %50’ye yakınını, askeri kapasitesinin %50’den fazlasını, demografi ve karasal büyüklükleri açısından %50’den fazlasını oluşturdukları düşünüldüğünde, bu devletlerin uluslararası alanda kendilerine öncelikli rol biçmeleri aslında yadırganacak bir şey değildir.  Fakat bu konumları onların sorumluluk anlayışlarını öncelikli olarak kendi çıkarları bağlamında değerlendirmelerinin önüne de geçmemektedir. Yani BM her ne kadar dünyanın anarşik yapısına göreceli bir düzen getirse de BM Güvenlik Konseyi’ni de anarşik bir yapı içinde olan daha küçük bir evren olarak düşünebiliriz. Bu durumda, BM’nin uluslararası barışı koruma görevini üstlenmesi ve bu konuda öncelikli sorumluluğu Güvenlik Konseyi’ne vermesine rağmen bunun için gerekli araçlara sahip olmaması, Güvenlik Konseyi’ndeki devletlerin uluslararası alanda bir sorumluluk üstlenmelerini, birilerini ya da birbirlerini bekleyen bir konumda tutmakta ve harekete geçmelerini geciktirmektedir.

Yukarıda kabaca verdiğim oranlar kapsamında BMGK’de yer alan beş daimi üyenin kendilerini dünyanın büyük ortakları olarak görmeleri, ahlaki açıdan tartışılabilir olsa da reel politik olarak bir karşılığı bulunmaktadır, kaldı ki diğer ülkeler bu durumu bildikleri halde BM’ye üye olmaktan geri durmamışlardır.

 

3) Amerika Birleşik Devletlerinin BMGK’den ayrı hareket ederek Kosova’ya müdahale etmesi  yanlış mıdır  yoksa etnik temizlik ve göçe zorlama mevcut ise bu tarz müdahaleler olmalı mıdır?

Devletler sadece güçlerini korumak ya da artırmak çabasıyla dış politika izlemezler. Dış Politikanın bir diğer amacı da prestiji korumaktır. BM Güvenlik Konseyi’nin bir karar alamaması durumunda, ABD’nin hegemon güç pozisyonuna dayandırdığı ve yumuşak gücünü oluşturan ahlaki söylemi ile ters düşmemesi adına kendisini böyle hareket etmek zorunda hissettiğini düşünüyorum. Ama elbette ki uluslararası politikadaki hiçbir eylem tek bir nedenle açıklanamayacağı gibi, bu müdahaleyi de sadece prestij politikası ile açıklamak yetersiz olur. Ama nedenler arasında bunun önemli bir yer tuttuğunu düşünüyorum.

 

4) Koruma Sorumluluğu devlet egemenliğine karşı yapılan bir ihlal midir?

Karşılıklı bağımlılığın arttığı bir dönemde, egemenlik kavramının nasıl yorumlanacağı oldukça tartışmalı hale gelmiştir. Bunun en önemli nedeni devletler arasındaki ilişkilerin artık bir uluslararası toplum ortaya çıkartmasıdır. Uluslararası toplumun sahip olduğu kurumlar olan uluslararası hukuk, diplomasi ve ekonomi alanında sayısı giderek artan norm ve kurallar; özellikle uluslararası hukuk alanında Ergo Omnes, Jus Cogens gibi bütün devletleri sorumlu kılan yükümlülükler; temel hak ve özgürlüklerin giderek evrenselleşmesi gibi konular, ayrıca çeşitli nedenlere dayalı olarak uluslararası alanda insan hareketliliğinin artması gibi daha pek çok neden  devlet egemenliğini giderek daha tartışmalı hale getirmektedir. Diğer yandan uluslararası hukukta pek çok konunun biraz muğlak kalması, yorum sorununu da beraberinde getirmektedir. Yani bir anlamda koruma sorumluluğu kapsamında ileri sürülen nedenler, yoruma açık ve esnetilebilen olgulardır.

 

5) Barışı sağlayabilecek ulus üstü bir birlik mümkün müdür?

Eğer barıştan kastınız negatif barış ise, ben bunun gelecek yüzyıllarda geçmişe kıyasla daha mümkün hale geleceği düşüncesindeyim. Fakat pozitif barıştan söz ediliyorsa bununla ilgili sorunların var olmaya devam edeceğini düşünüyorum.

 

 

METEHAN ÖVÜT

Uluslararası Örgütler Staj Programı

 

 

 

 

Cinsiyet Belası: Feminizm ve Kimliğin Altüst Edilmesi

Judith Butler, Cinsiyet Belası, 2016, Metis Yayıncılık, Sayfa Sayısı: 248

Cinsiyet Belası eserinin yazarı Judith Butler, bu kitabında esas olarak feminizmin öz eleştirisini yaparken Queer kuramının temellerini atmaktadır. Feminist teoride ve toplumsal cinsiyet incelemelerinde emsallerine kıyasla çığır açmış niteliktedir. Cinsiyetin/Toplumsal Cinsiyetin/Arzunun Özneleri, Yasak, Psikanaliz ve Heteroseksüel Matrisin Üretimi, Altüst Edici Bedensel Eylemler ve sonuç olarak Parodiden Siyasete olarak kitabı dört ana başlıkta incelemiştir. Görüşlerini sürekli sorular üzerinden hareket ederek ve Wittig, Foucault, Freud, Lacan, Beauvoir ve Irigaray gibi düşünürlerin fikirlerini tartışarak belirtmiştir.

Butler kitabın ilk bölümünde feminizmin eleştirisini temsil ve özne terimleri üzerinden yola çıkarak açıklıyor. Feminist teoriye göre temsil, kadınların siyasete dâhil olmasını sağlar ve onlara özne niteliği kazandırır. Siyasi özne iktidar tarafından tanınır ve böylece iktidar özneleri yeniden üretir. Yazar bu açıklamasında temsilin kadınlara görünürlük ve meşruiyet sağlamasının onları kurtuluşa değil bir çıkmaza sürükleyeceğini analiz eder. Ayrıca Butler’a göre iktidar hem baskıcı hem üretkendir. Feminist teoride kadın kavramının evrensel bir kimlik olarak varsayılmaktadır. ‘‘Kişi kadın olsa bile, elbette bundan fazlasıdır da; terim yeterince kapsayıcı değildir’’ sözüyle bu düşünceye karşı çıkmıştır (Butler, s. 46). Sebebini toplumsal cinsiyetin kesin ve tutarlı olmamasını ve siyasi-kültürel kimlik tavırlarından ayırarak değerlendirmenin mümkün olmayacağını savunarak açıklamıştır. Toplumsal cinsiyet mefhumunun anatomik ve kültürel sebeplerden doğduğunu öne sürenlere karşı çıkmıştır. Hangi koşullar altında bazı farklılıkların cinsiyetin belirleyici özellikleri haline geldiğini, bazı cinsel uygulamaların nasıl ve neden erkek/kadın işaretlerini çağrıştırdığını sorar. Yazara göre, cinsiyet ulamı ve ikili cinsiyet anlayışı toplumsal cinsiyetlendirmenin temel hipotezidir. Toplumsal cinsiyet ile işaretlenmeden önce beden isimsizdir çünkü bedenin kendisi de bir inşadır. Toplumsal cinsiyet oluşumu biyolojik nedenlerle açıklandığında ikili bir modeli yaratır. Bu da arzunun karşı cinse yönelmesiyle heteroseksüel ilişkiyi zorunlu kılar.

Eserin ikinci bölümünde Butler, ensest tabusu, egzogami, lezbiyenlerin cinselliği ve Levi-Strauss, Lacan, Riviere ve Freud gibi düşünürlerin toplumsal cinsiyeti açıklamada psikanalizden yararlanmasını eleştirmiştir. İlk olarak ensest ve egzogaminin tabu olarak imlenmesinin bireyi zorunlu heteroseksüelliğe iteceğini savunan yazar, bu tabuların erotikleştirilmesi sonucu yasaklandığı görüşünü belirtmiştir. Levi-Strauss’u kadınları erkekler arasında sadece bir değiş tokuş kavramı olarak adlandırdığı için, Lacan’ı lezbiyenliği dişinin aşk talebinin karşılık bulmaması sebebiyle var olduğunu söylediği için alaycı bir şekilde tenkit etmiştir. Hatta Butler’ın heteroseksüellik de hayal kırıklığıyla var olan bir eşcinsellik midir diye sorması bu iddiayı altüst etmiştir. Freud’un Oidipal kompleksinin tam olarak boşluğu doldurmayacağını, içselleştirilmiş özleşmelerin yerini de değerlendirmek gerektiğini öne sürmüştür. Genel olarak psikanalizde biseksüellik ve eşcinsellik birinci libidinal olarak görülür, heteroseksüellik bastırılmayla ortaya çıkan bir inşadır. Butler, bu görüşe tamamen karşı çıkmasa da biseksüelliğin ve eşcinselliğin kültür öncesi var olduğunu tartışır.

Kitabın üçüncü bölümünde, Kristeva’nın beden politikası eleştiriliyor. Burada Butler ve Kristeva fikir olarak oldukça ayrılıyorlar. Kristeva’nın birincil olarak anne bedenini ele alması, kaba bir tabirle anneci konum üzerinden bolca konuşması, lezbiyen kültürünü öteki olarak imlemesi ve kadın eşcinselliğini sadece psikotik bir durum olarak adlandırması Butler’a tamamen ters düşmektedir. Kitabın odak noktası annelik olmasa da Butler’a göre annelik cinsel kaosun oluşmasına fırsat vermemek için ortaya çıkan zorunlu bir savunmadır ve annelik, akraba ilişkileri arasında pekiştirmeyi sağlayan uygulamalardan başka bir şey değildir. Kısa bir tabirle biri anneliğini savunurken diğeri lezbiyenliği savunmaktadır. İlerleyen bölümlerde Foucault ’nun özgürlükçü cinsel politika kavramını savunurken aslında kendisiyle nasıl çeliştiğine yer verilmiştir. Butler, Foucault’nun Herculine Barbin’in interseks bedeninde yaşadıklarını anlatan günlüğünü yanlış okuduğunu düşünür. Foucault bu günlüklerin dayatılan cinsiyet yasasının var olmasından önce bulunan hazlara dikkat çektiğini öne sürmüştür. Fakat Butler’a göre bu olay biraz daha komplikedir. Hazlar yasalara gömülüdür hatta yasa tarafından üretilmiştir. Butler daha sonra beden ve cinsiyet kavramlarına yapılan bilimsel yorumları eleştirme ihtiyacı hissetmiştir. Kişinin gen araştırmasıyla erkek ya da kadın olduğunun bulunmasını tamamıyla yok saymaz fakat burada göz ardı edilen bir şey vardır. Bireyi teste tabi tutmadan önce zaten dış cinsel organlara başvurarak bir karara varılmıştır. Butler, bu sebeple dış cinsel organlar cinsiyet belirlemede yeterli olsaydı ana gen araştırmasına gerek kalmazdı fikrini aktarmıştır. Wittig’in savunduğu heteroseksüellik ve eşcinsellik arasındaki kökten ayrımı yanlış bulur. Ona göre heteroseksüel ilişkiler içinde ruhsal eşcinsellik, eşcinsel ilişkiler içinde de ruhsal heteroseksüellik olabilir. Dolayısıyla Wittig’in heteroseksüel sözleşme iddiası imkânsızdır. Toplumsal cinsiyetin bir edim olduğunu iddia eden Butler, performatif oluşuna da vurgu yapmıştır. Sadece kadın ve erkek kavramının cinsiyet olarak işaretlenmesi sebebiyle, kişi gerçekliğini temsil etmek yerine inşa eder ”miş” gibi yapmak zorunda kalır. Bu görüşünü gerekçelendirmede Nietzsche’nin şu sözüne atıfta bulunmuştur ‘‘Yapma, eyleme, oluşma fiillerinin ardında bir varlık yoktur: yapan yalnızda yapılana eklenen bir kurgudur – mesele yapılandan ibarettir’’ (Butler, s. 77). Toplumsal cinsiyetli bedenlerin çok sayıda ten stili olduklarını öne süren Butler, performatiflik kavramını betimlemek, okuyucuya iyice işlemek için Drag kimliğini örnek vermiştir. Feminist kuramda yeterince bahsedilmeyen Queer teoriden özellikle bahsetmesi, kitapta doldurmaya çalıştığı boşluklar ile şimdiki zaman arasında bağlantı kurulmasına fayda sağlamıştır. ‘‘Drag, toplumsal cinsiyeti taklit ederek, toplumsal cinsiyetin taklide dayalı yapısını ve olumsallığını örtük olarak açığa çıkarır’’ sözü savunmasını özetler niteliktedir (Butler, s. 226).

Butler’ın kitabındaki terminoloji oldukça akademiktir ve metin ağır bir dille yazıldığı için okuyucunun en azından bazı disiplinler hakkında bilgi birikimi olması gerekir. Alanına çok büyük bir katkı sağlasa da bu kadar elzem bir konunun daha basit ve anlaşılır bir dil ile yazılması gerektiği düşünülebilir. Sorunlara kronolojik değil problematik bir şekilde yaklaşması kafa karıştırıcı olabilir fakat ele aldığı konuyu gerekçelendirmede gayet başarılıdır. Okuyucunun Cinsiyet Belası kitabını okumadan önce Butler’ın atıfta bulunduğu ve eleştirdiği kişileri okuması metne kendini daha yakın hissetmesinde kolaylık sağlayabilir.

 

DİDEM ASLANTAŞ

Toplumsal Cinsiyet Staj Programı

 

KAYNAKÇA

Butler, J. (2016). Gender Trouble Feminism and the Subversion of Identity. İstanbul: Metis Publishing.

Butler, J. (2016). Cinsiyet Belası: Feminizm ve Kimliğin Altüst Edilmesi. Çev. Başak Ertür. İstanbul: Metis Yayıncılık.

Haftalık Balkan Bülteni / 29 Ocak – 5 Şubat

0

Michael Gahler’den Tiran Hükümetine Tepki

Avrupa Parlamentosu Dış Politika ve Genişleme Koordinatörü Michael Gahler, Başbakan Edi Rama’yı Avrupa Birliği’ne verdiği tepkiden dolayı eleştirdi. Türkiye’ye atıfta bulunan Gahler, Rama’nın Avrupa dışı pazarlıklara ve Avrupa’ya düşman olmayan ülkelere dikkat etmesi gerektiğini vurguluyor.

Ayrıca, Gahler Arnavutluk’tan müzakerelerin başlaması için yerine getirilmemiş koşullara dikkat çekiyor ve hükümete şartları yerine getirmesi ve şartları inkar etmemesi için çağrıda bulunarak şunları vurguluyor: “Tiran’daki hükümet, Avrupalı ​​Arnavutluk’un dostlarını yardımlarından dolayı AB’ye iftira atarak veya üçüncü şahıslarla Avrupa hukukunu ihlal ederek anlaşmalar yaparak kışkırtmamalıdır. Bunlar, Avrupa forumlarında dile getirdiğim konulardır. Bu konuları ülkenin güvenilirliği ve üyelik yolunda hızlı ilerlemesi adına gündeme getirmeye devam edeceğim. ” dedi.

Kaynak: ABCNews.Al

Tarih: 30.01.2021

 

AB’den Mesaj

Avrupa Birliği Arnavut siyasetine güçlü bir mesaj gönderdi. Tiran’daki AB Delegasyonu, parti liderlerini listelerin dürüst adaylardan oluşmasını sağlamak için hukuki ve ahlaki sorumluluk almaya çağırıyor. AB Delegasyonu, Arnavut vatandaşlarının kışkırtıcı saldırılardan uzak, bilinçli bir tartışma ve politika önerileri sunan kaliteli bir kampanya sürdürmelerini bekliyor.

“Uluslararası Seçim Günü’nde, Arnavutluk’taki seçimlerin bütünlüğünü iyileştirmek için yapılan çalışmaları takdir ediyoruz ve bu başarıları güçlü bir şekilde destekliyoruz. Seçim günü yaklaşırken, parti liderlerinin listelerin dürüst adaylardan oluşmasını sağlamak için yasal ve ahlaki sorumlulukları vardır. Arnavut vatandaşları, yüksek standartları karşılayan ve Arnavutluk’u AB’ye yaklaştıracak milletvekillerini hak etmektedir.” İfadelerinde bulunan AB Delegasyonu, sözlerine şu ifadelerle devam etti: “Arnavut vatandaşları bilinçli bir tartışma ve politika önerileri sunan ve kışkırtıcı saldırılardan uzak kaliteli bir kampanya bekliyor.”

 

Kaynak: ABCNews.Al

Tarih: 04.02.2021

 

Arnavutluk Endeks’te Yükseliyor

Ekonomist 2020 Küresel Demokrasi Endeksine göre Arnavutluk, demokratik statüsünü iyileştirmeyi başaran tek ülke olurken, diğer Batı Balkan ülkelerinin çoğu gerileme yaşadı. Bu endeks, seçim sürecine ve çoğulculuğa, hükümetin işleyişine, siyasi katılıma, siyasi kültüre ve sivil özgürlüklere dayalı olarak demokrasinin durumunu ölçmektedir. Gözlemlenen ülkeler ise dört kategoride sınıflandırılır: tam demokrasi, kusurlu demokrasi, hibrit rejim veya otoriter rejim.

Batı Balkan ülkelerini de içeren Doğu Avrupa bölgesinde sadece Arnavutluk, puanını 0,19 puan artırarak “Hibrit Rejim” kategorisinden “Kusurlu Demokrasi” olma yolunda ilerlemeyi başardı.

Raporda, Arnavutluk’taki ilerlemenin, demokrasiye verilen halk desteğinin artması ve Arnavutluk’un seçim yasalarını AB standartlarına uygun hale getirmeyi amaçlayan seçim reformlarından kaynaklandığı belirtiliyor. Rapora, “Ancak, reformların tamamen özgür ve adil seçimlerle sonuçlanıp sonuçlanmayacağı belirsizliğini koruyor” sözleri de eklendi.

Değerlendirilen tüm Batı Balkan ülkeleri, kusurlu demokrasiler (Sırbistan ve Arnavutluk) veya hibrit rejimler (Kuzey Makedonya, Karadağ ve Bosna Hersek) grubundadır. 167 ülke arasında Sırbistan 66., Arnavutluk 71., Kuzey Makedonya 78., Karadağ 81. ve Bosna-Hersek 101. sırada yer alıyor.

 

Kaynak: European Western Balkans

Tarih: 05.02.2021

 

Bulgaristan Dışişleri Bakanı’ndan Sırp Dilinin Makedon Okullarına Dönmesine Tepki

Başbakan Zaev, Sırp dilinin öğretiminin Kuzey Makedonya okullarına seçmeli ders olarak ilave edileceğini duyurdu. Bulgaristan Dışişleri Bakanı Ekaterina Zakharieva 29 Ocak tarihli açıklamasında, Kuzey Makedonya’daki okullarda Sırp dilinin yeniden kullanılmasının ülkenin Sırbistan ve Rusya ile bağlarını koparmadığını kanıtladığını söyledi.

MIA’nın haberine göre, Bulgar BTV televizyonuna “Makedonculuğun” kendi başına Belgrad ve Moskova tarafından yaratılan jeopolitik bir fikir olduğunu ve Üsküp’teki yetkililerin kararına şaşırmadığını söyledi. Zakharieva, “Okullarda öğretilecek olan Sırp dilinin yeniden tanıtılması, Kuzey Makedonya’daki tüm partilerin siyasi farklılıklarına bakılmaksızın bu konuda fikir birliğine varması anlamına geliyor. Bulgaristan ile ilişkiler konusunda olduğu gibi.” dedi.

 

Kaynak: Telegraf.rs

Tarih: 29.01.2021

 

Radev’den İkinci Dönem Konuşması

Bulgaristan Cumhurbaşkanı Rumen Radev Pazartesi günü ikinci dönemi için aday olacağını duyurdu. Bir saat süren basın toplantısında yaptığı açıklamada, “Şu anda adaylığımız vatandaşlar ve siyasi figürler için dürüst bir harekettir” ifadesinde bulundu.

Radev, 2016’daki son cumhurbaşkanlığı seçimlerinde bağımsız aday olarak yarıştı, ancak eski cumhurbaşkanı ve Sosyalist Parti üyesi Georgi Parvanov tarafından kurulan Bulgar Sosyalist Partisi ve Bulgar Uyanışı için Alternatif tarafından desteklendi. Radev, birinci turda yüzde 25,44 oy, ardından iktidardaki merkez sağ GERB adayı Tsetska Tsacheva ile ikinci turda yüzde 59,37 oy alarak kazandı.

 

Kaynak: Balkan Insight

Tarih: 01.02.2021

 

AB Fonlarının Yolsuzlukta Kullanımı Suçlamaları

Avrupa Yolsuzlukla Mücadele Ofisi (OLAF) müfettişleri, Bulgaristan içişleri bakanlığındaki yetkililer hakkında “gücü kötüye kullanma” iddiasıyla adli soruşturma açılması çağrısında bulundular. OLAF, yetkilileri, polise 350 yeni arazi aracı satın almak için AB parasını kullanmakla suçladı. OLAF, Bulgaristan’ın bunun yerine ikinci el spor araçlar (SUV) satın alarak “hibenin şartlarını ihlal ettiğini” söyledi ve Avrupa Komisyonu’nun yaklaşık 5,95 milyon € ‘yu kurtarması gerekliliği çağrısında bulundu. Teşkilat, “Bulgaristan İçişleri Bakanlığı, yeni arazi polis arabaları yerine eski stoklardan SUV satın almak için AB parasını kullanarak hibe anlaşmasının şartlarını ihlal etti” açıklamasını yaptı.

OLAF, Bulgaristan’a karşı, Avrupa İç Güvenlik Fonu tarafından dolandırıcılık ve sübvansiyonların kötüye kullanılması iddialarının ardından ilk olarak Temmuz 2018’de bir soruşturma başlatmıştı. Yine OLAF, Bulgar savcılığına, bakanlık yetkilileri aleyhinde “yetkinin üçüncü bir şahıs yararına kötüye kullanılması” suçundan adli soruşturma başlatılması çağrısı yapıldı. AB ve ulusal makamlar, ajansın tavsiyelerini takip etmeye karar vermeden önce OLAF’ın bulgularını inceleyebilir.

OLAF Genel Direktörü Ville Itälä, “Potansiyel dolandırıcıların vatandaşların pahasına kendi ceplerini doldurmalarına izin veren manipüle edilmiş ihaleler, OLAF’ın müfettişleri tarafından çok sık görülen tipik bir dolandırıcılık modelidir” ve “Polis gibi hayati önem taşıyan bir kamu hizmetinin bu tür faaliyetlerin kurbanı olması çok daha endişe verici ve Bulgar Savcılığını yasal işlem tavsiyemizi gerektiği gibi değerlendirmeye davet ediyorum” şeklinde seslendi. Itälä, “Bu, kimsenin hukukun üstünde olmadığına ve OLAF ve Avrupa’daki ortaklarının Avrupalı ​​vergi mükelleflerinin parasını korumak için yorulmadan çalışmaya devam edeceğine dair açık bir mesaj gönderecektir.” ifadeleriyle de sözlerine devam etti.

Olay, hükümetin yolsuzluk iddiaları üzerine geçen yaz Bulgaristan’da patlak veren protestolar sonrasında meydana geldi. Protestocular, Başbakan Boyko Borisov’un merkez sağ hükümeti ve Başsavcı Ivan Geshev’in, bir oligarşik mafyanın Balkan ülkesinin kontrolünü ele geçirmesine izin verdikleri iddiaları üzerine istifa etmeleri çağrısında bulundular. Ayrıca, protestocular, 2009 yılından bu yana üst üste üç hükümetin başında bulunan Borissov’un iktidar tarzından bıktıklarını da söylüyorlar.

 

Kaynak: Euronews

Tarih: 02.02.2021

 

IMF, 2021’de Bulgaristan’da Yüzde 3,6 Oranında Ekonomik Büyüme Bekliyor

Bulgar ekonomisi geçen yıl yüzde 4,6 küçüldü ve 2021’de ülke bir toparlanma ve Uluslararası Para Fonu (IMF) tarafından ülkede yüzde 3,6’ya varan yeni bir büyüme bekleniyor. Bu, IMF uzmanlarının rutin istişareler çerçevesinde dile getirdikleri bir sonuç. IMF uzmanları, salgının Bulgaristan’ın ikna edici ekonomik büyümesini durdurduğunu, ancak Washington’da hükümetin tüketimi teşvik eden tedbirleri ve ihtiyatlı mali politika sayesinde 2021’de iyileşme beklediklerini söyledi. IMF Bulgaristan’a bütçe açığını büyüten salgının şokunu hafifletmek için esnek politikalar önermekte. Diğer değerlendirmelerinde olduğu gibi, IMF Bulgaristan’ı yolsuzlukla mücadeleye ve iş ortamını önemli ölçüde iyileştirmeye çağırma ifadelerini de kullanmaya devam ediyor.

 

Kaynak: Sofia News Agency

Tarih: 03.02.2021

 

Borissov’dan Delchev Kutlamalarına Dair Temenni

Bulgaristan Başbakanı Boyko Borissov, büyük devrimci Goce Delchev’in 149. doğum yıldönümü vesilesiyle yaptığı konuşmada, “Kuzey Makedonya’dan kardeşlerimizle önümüzdeki yıl Goce Delchev’in 150. doğum yıldönümünü kutlayacağımızı umuyoruz” dedi.

Bulgaristan Başbakanı Borissov’un Kuzey Makedonya ile ortak kutlama için yaptığı açıklamaların aksine, Savunma Bakanı ve Borissov’un hükümet ortağı Krasimir Karakaçanov, iki ülke arasındaki ilişkilere dair şu yorumlarda bulundu: “Kuzey Makedonya Cumhuriyeti’ni yurttaşlarımızın yaşadığı bir ülke olarak görüyoruz. Siyasi seçkinleri tam olarak ne istediklerini ve ne istemediklerini anlayamıyor. AB’ye çamurlu ayakkabılarla, öldürülen Bulgarlar için özür dilemeden girmek istiyorlar.” Karakaçanov sözlerine, Bulgaristan’ın Kuzey Makedonya ile diyaloğu teşvik eden ülke olduğunu ve tüm öneri ve girişimlerin Sofya’dan geldiğini iddia ederek devam etti.

 

Kaynak: Independent Balkan News Agency

Tarih: 05.02.2021

 

AP Demokrasi İzleme Grubu, Bulgaristan’daki Yolsuzluk ve Hukuk İhlallerini İnceleyecek

Avrupa Parlamentosu’nun Demokrasi İzleme Grubu 5 Şubat tarihinde Bulgaristan’da yolsuzluk ve hukukun üstünlüğünü inceleme misyonunun organizasyonunu tartıştı. BNT’nin bildirdiğine göre bu, Hollandalı Parlamento Üyesi “Renew Europe”tan Sophie in’t Veld’in başkanlık ettiği gruptaki tek Bulgar temsilcisi olan Bulgar Parlamento Üyesi Elena Yoncheva tarafından duyuruldu. Grup 14 adet Avrupa Parlamentosu üyesi içermektedir.

Salgın önleyici tedbirler nedeniyle misyonun yaz sonunda yapılması planlanıyor. Yoncheva, Bulgaristan’daki durumun önümüzdeki aylarda grubun dikkatini çekecek dört ana başlıktan biri olduğunu söyledi. Eylül ayı gibi erken bir tarihte, grubun başkanı Sophie in’t Veld, milletvekillerinin Bulgaristan’ı ziyaret etmek istediğini söyledi.

Grup, hukukun üstünlüğü ile ilgili konularda ve Venedik Komisyonu’nun Başsavcı ve basın özgürlüğüne ilişkin tavsiyeleri üzerine Bulgar makamları, savcılık ve STK temsilcilerinin oturumlarını düzenlemektedir. Ayrıca grup, iki kez Bulgar makamlarına ek yazılı sorular gönderdi.

 

Kaynak: Sofia News Agency

Tarih: 05.02.2021

 

Hırvatistan Halk Meclisi, Saraybosna’daki Hırvatistan Büyükelçiliğine düzenlenen saldırıyı kınadı

Hırvatistan Halk Meclisi (HNS), Saraybosna’daki Hırvat Büyükelçiliğine düzenlenen saldırıyı kınadı. Bu ve benzeri girişimlerin Hırvatistan’ın Bosna-Hersek’e yönelik dostane çabalarını engellemeye yönelik olduğunu belirtti. HNS, saldırıyı kınamanın yanı sıra, failin bulunması ve yargılanması için polis ve yargı kurumlarından acil bir yanıt talep etti.

HNS yaptığı açıklamada, Saraybosna’daki Hırvatistan Büyükelçiliği’ndeki yırtılmış Avrupa Birliği bayrağının Bosna-Hersek’in gelecekte izlemek istediği yol olmadığını ve Hırvatistan’ın BH’nin istikrar ve kalkınmasının en büyük savunucu ve ortağı olduğunu ve komşu ülkesinde bu gibi saldırıların hedefi olmaması gerektiğini ifade etti.

 

Kaynak: Sarajevo Times

Tarih: 01.02.2021

 

Bildt’den Bosna-Hersek Yüksek Temsilciliğine Eleştiri

1995-1997 yılları arasında Bosna-Hersek’in ilk Yüksek Temsilcisi olan Carl Bildt, geçenlerde BHRT’de (Bosna-Hersek Radyo Televizyonu) katıldığı bir programda, Bosna-Hersek Yüksek Temsilciliğinin rolünün azaltılması ve rolünün Avrupa Birliği (AB) Özel Temsilcisine devredilmesi gerektiğini ve aynı zamanda BH’nin belli bir noktada yoluna devam ederek istikrarlı ve bağımsız bir ülke olduğunu uluslararası topluma göstermesi gerektiğini ifade etti.

Bildt ayrıca verdiği demeçte mevcut Yüksek Temsilci Valentin Inzko’ya yönelik Bonn yetkilerini kullanmayı bırakmasının zamanı geldiğini bu yetkilerin artık uluslararası toplumun sağladığı bir koruma olmadığını ve ilerlemek gerektiğini de belirtti. Bildt, görevinden sonraki 24 yıllık gelişmelerin Bosna-Hersek için umulundan daha düşük seviyede gerçekleştiğini ve bunun yeterli kabul edilemeyeceğini de söyledi.

 

Kaynak: Sarajevo Times

Tarih: 02.02.2021

 

Hırvatistan Dışişleri ve Avrupa İşleri Bakanı Bosna-Hersek’i Ziyaret Etti

Hırvatistan Dışişleri ve Avrupa İşleri Bakanı Gordan Grlić Radman, Bosna Hersek Halk Meclisi Başkan Yardımcısı ve Bosna Hersek HDZ (Hırvat Demokratik Birliği) Başkanı Dragan Čović ile Mostar kentinde bir araya geldi. Görüşmeden sonra gazetecilere konuşan Bakan Grlić Radman, Bosna-Hersek’in Avrupa-Atlantik entegrasyonunun önemini vurgulamakla birlikte, Bosna- Hersek’in seçim yasasının Hırvatlara yönelik ayrımcı bir niteliğinin olduğunu, yasa konusunda reform yapılmazsa entegrasyonun mümkün olmayacağını belirtti. Bosna-Hersek’in AB üyeliği yolunda aday statüsü kazanmasının Avrupa-Atlantik geleceği açısından mühim bir adım olduğunu belirten Radman, Hırvatistan’ın bu doğrultuda Bosna-Hersek için yapıcı bir rol oynayacağından bahsetti. Čović ise, Bosna-Hersek HDZ partisinin bir süredir seçim reformları çağrısında bulunduğunu ve Bosnalı Hırvatların Bosna-Hersek’in diğer iki kurucu halkı, Bosnalı Sırplar ve Bosnalı Müslümanlar ile eşit haklara sahip olmayı beklediklerini vurguladı.

Bu diyaloğun ardından, Bosna-Hersek sınırındaki kamplarda tutulan mültecilerin vaziyeti değerlendirildi. Bakan, iki ülke arasındaki uzun sınır nedeniyle Hırvatistan’ın güvenlik ve istikrarının tehlikeye atılabileceğini belirtti. Bosna-Hersek’teki en büyük göçmen sayısı, Hırvatistan sınırındaki Una-Sana Kantonu ve Saraybosna Kantonu’nda bulunuyor. Tüm göçmenler Hırvatistan sınırını yasadışı olarak geçmeye çalışıyor ve Avrupa Birliği ülkelerine doğru devam ediyor. Hırvat Bakan, mevcut kamplar yerine sınırdaki giriş noktalarında kamp kurulursa Avrupa Birliği kurumlarının yardımıyla mülteci krizinin kolaylıkla yönetilebileceğini belirtti.

 

Kaynak: Independent Balkan News Agency

Tarih: 02.02.2021

 

Hırvatistan’da Virüs Kapsamında Alınan Kısıtlama Kararlarına Karşı Protesto Yapılıyor

Koronavirüs vakalarının ilerlemesiyle beraber yeni tedbir ve kısıtlama kararları alan Hırvatistan’da halk sokağa döküldü. Kısıtlama kararlarına aykırı olarak spor salonunu işletmeye devam ettiği için gözaltına alınan Hırvat bir vatandaş, direnişin sembolü oldu.  Hükümetin herkese eşit davranmadığını belirten Hırvat girişimciler, alınan kararları sıradan insanları ve küçük şirketleri hedef alması bakımından adaletsiz anti-virüs önlemleri olarak yorumladı. Koronavirüs salgını nedeniyle maddi olarak zor durumda kalan işletme sahipleri kısıtlamaların kalkmasını ve normalleşme sürecine gidilmesini talep etti.  Kalabalıkların, Zagreb’in merkezinde, Hırvatistan’ın Ekonomi Bakanı Tomislav Coric’in istifasını istediği ve merkez sağ hükümetin politikalarını “ayrımcı” olarak nitelendirdiği protestoda, göz altına alınan Andrija Klariç adına sloganlar atıldı. Protestocular, hijyen ve mesafe kurallarına saygı göstererek çalışacaklarını belirterek işletmelerin bir an önce açılmasını istediklerini belirtti.

 

Kaynak: Independent News

Tarih: 04.02.2021

 

Hırvat Başbakan’dan Protesto

Başbakan Andrej Plenkovic Çarşamba günü Avrupa Parlamentosu Başkanı David Sassoli’yi, dört İtalyan Sosyalist milletvekilinin Hırvatistan ile Bosna Hersek arasındaki yeşil sınıra yaptığı son özel ziyaret nedeniyle protesto etti. Dört milletvekili Avrupa Parlamentosundaki İlerici Sosyalistler ve Demokratlar İttifakı üyesi.

Hükümet tarafından yayınlanan basın açıklamasında, Plenkovic’in video bağlantısı ile konuştuğu ve İtalyan milletvekillerinin ziyaretinin amacının Hırvatistan’ın yasalarına ve kurumlarına saygısızlık ederek uluslararası itibarını zedelemek olduğunun altını çizdiği belirtildi.

Hırvatistan, bu milletvekillerine diplomatik kanallardan izin verilmeyen sınırı kendi iradeleriyle geçemeyeceklerini belirten bir mesaj göndererek onları resmi sınır kapısına yönlendirdi. Ancak milletvekilleri bunu görmezden geldi. Başbakan Plenkovic bu tür bir provokasyonun bir daha tekrarlanmayacağını düşünüyor.

 

Kaynak: Total Croatia News

Tarih: 03.02.2021

 

Karadağ Dört Kilit Alanda İlerleme Kaydetti

Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi (PACE) tarafından hazırlanan bir rapora göre, Karadağ dört kilit alanda sınırlı ilerleme kaydetmiştir. Bunlar; yargı bağımsızlığı, seçim sürecine güven, medyanın durumu ve yolsuzlukla mücadeledir. Dan gazetesi, İzleme Komitesinin raporunda, Karadağ’daki olaylarla ilgili kararın PACE’nin Nisan ayındaki oturumunda kabul edileceğini ve durumun o zamana kadar dikkatlice izleneceğini yazdı. Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi milletvekilleri, Karadağ siyaset sahnesinde bulunan tüm aktörlerin yükümlülüklerinin olduğunu ve Karadağ’ın yalnızca demokratik bir hükümet değişikliği uygulayabileceğini değil, aynı zamanda Avrupa yolunu teyit etme ve özellikle belirtilen dört kilit alanda uyum sağlamaları gerektiğini belirtti.

Ayrıca raporda geçen yıla damgasını vuran iki ana ve iç içe geçmiş olayın, din özgürlüğü yasasına ve Ağustos ayındaki parlamento seçimlerine karşı sürdürülen ve kitlesel protestolar olduğu belirtilmiş. Raporda, “Sırp Ortodoks Kilisesi’nin ülke genelinde önemli bir rol oynadığı protestolar çoğunlukla barışçıldı ve COVID 19 salgını nedeniyle durduruldu. Mayıs ve Haziran aylarında gerginlikler arttı.” Denilmiş. Belgeye göre, Demokratik Cephe (DF) ve Demokratik Karadağ Seçim Reform Komitesinden ayrılarak yeterli çoğunluğa ulaşılmasını imkansız hale getirdi. Karadağ’ın 2020 sonlarındaki genel seçimi ardından ortaya çıkan bu sosyo-politik karmaşa, Avrupa Birliği üyeliği konusunda nasıl bir ivmeye yol açacağı belli değil.

 

Kaynak: Mina News

Tarih: 31.01.2021

 

Cumhurbaşkanı Djukanoviç Aşı Tedarikine Dahil Olamadı

Cumhurbaşkanlığı tarafından yayınlanan duyuruya göre, Karadağ Cumhurbaşkanı Milo Djukanovic’in anayasal yetkisi olmadığı için koronavirüs aşısı temin etme sürecine hiçbir şekilde dahil olamayacak. Açıklamada, “Bu nedenle, Sağlık Bakanı’nın (Jelena Boroviniç Bojoviç) dün gece sansasyonel bir şekilde söylediği gibi, Djukanoviç’in aşının satın alınmasına garanti verme konusunda” diğer kurumlarla yazışması “mutlak bir uydurmadır.” Olarak bahsedildi. Açıklamada, “Özellikle de Djukanoviç’e sağlanan bağış teklifinin saygın uluslararası ortaklarla sürekli işbirliği yoluyla reddedilmesi halkı günlerce dehşete düşürdüğü için. Halk tarafından genel olarak Sağlık Bakanlığı ve Hükümetin aşı temini ve Karadağ vatandaşlarının sağlığının korunması doğrultusunda bunu duyurduğu belirtiliyor.

 

Kaynak: Mina News

Tarih: 03.02.2021

 

Karadağ Savcılığı’ndan Türk Vatandaşlara Soruşturma

Karadağ Savcılığı göçmen kaçakçılığı nedeniyle Türk vatandaşları hakkında soruşturma başlattı. Başsavcılık, geçtiğimiz yıl Aralık ayında, “Poseidon” isimli gemi ile Türkiye’den göçmen kaçakçılığı yaptıklarından şüphelenilen Türk vatandaşları Güler Ejup (59) ve Yıldız Ramazan (49) hakkında soruşturma açılması için karar vermişti. Kanıtlara göre Ejup ve Ramazan, suç örgütünün organizatörlerinin emriyle Karadağ’dan İtalya’ya göçmen Türk vatandaşlarının deniz yoluyla kaçakçılığına katılmayı kabul etmek ve gemiyi bu amaçla kullanmakla suçlanıyor. Gemide bulunan kaçak yolcular tanık statüsüne konuldu. Tanıklar, ‘’Karadağ üzerinden İtalya’ya kaçmak için kimliği belirsiz kişilerle bağlantı kurduklarını ve ulaşım için kişi başı 3.500 euro ödediklerini belirtti. Aileleri bu olaya katılan bazı tanıklar 11.000 ila 13.000 avro ödediklerini belirttiler ”dedi.

 

Kaynak: Independent Balkan News Agency

Tarih: 04.02.2021

 

Başbakan Krivokapic, İsviçre, İsrail ve Japonya Büyükelçilerini Kabul Etti

Karadağ Başbakanı Zdravko Krivokapic, ülkeye yeni atanan İsviçre Büyükelçisi Urs Schmid ile yaptığı görüşmede, İsviçre’nin Karadağ’ın gelecekte ulaşmak istediği refah ve refahın en iyi örneği olduğunu söyledi. Şimdiye kadar sağlık sektöründeki destek ve 19’daki COVID salgını sırasında gösterilen dayanışma için Schmid’e teşekkür etti. İsviçreli yatırımcıların Karadağ’daki önceki yatırımlarını memnuniyetle karşılayarak, ikili işbirliğinin daha yoğun ve zengin olmasını ve ekonomik diplomasi yoluyla gelişmesini beklediğini belirtti.

Ayrıca bir diğer yeni atanan İsrail Büyükelçisi Jahel Villan ve Japonya’nın Olağanüstü ve Tam Yetkili Büyükelçisi Katsumata Takahiko’yu bireysel olarak ağırladı. Vilan ile görüşmelerde Krivokapić, Karadağ ve İsrail’in dostane ilişkileri olduğunu ve Hükümetin bunların iyileştirilmesi için çalışacağını söyledi. Karadağ Hükümeti’nin politikasını bir barış politikası olarak gördüğünü ve belirttiği gibi bölgede istikrar unsuru olduğunu söyledi.

Kaynak: Mina News

Tarih: 05.02.2021

 

Diplomatik İlişkiler Resmileşti

Kosova Dışişleri ve Diaspora Bakanı Vekili Meliza Haradinaj-Stublla ve İsrail Dışişleri Bakanı Gabriel Ashkenazi, 1 Şubat Pazartesi günü, her alanda işbirliği artırmak ve geliştirmek için iki ülkenin diplomatik ilişkiler kurduğuna dair olan belgeyi imzaladılar. Belgenin imzalanması COVID-19 nedeniyle sanal bir tören ile Zoom platformu üzerinden gerçekleşti. İsrail ile Kosova arasında birçok kişinin beklediği diplomatik ilişkiler kurulmuş oldu.  Ashkenazi, belgenin imzalanmasını tarihi bir an olarak değerlendirdi. İsrailli bakan, şimdiye kadar diplomatik ilişkileri bulunmayan ülkelerle ilişkiler kurmada İsrail’e yardımlarından, Haradinaj-Stublla da diplomatik ilişkilerin kurulması için vermiş olduğu güçlü taahhüdünden dolayı ABD’ye teşekkür etti.

Törene ABD’nin Balkanlar elçisi Matthew Palmer da katıldı. Diplomatik ilişkisinin kurulmasına dair belge imzalanacak belge dört nüsha imzalandı: Arnavutça, İngilizce, İbranice ve Sırpça. Bunun yanı sıra, Haradinaj-Stublla’nın Kudüs’te Kosova Büyükelçiliği açma talebi de onaylanmış oldu. Kosova’nın İsrail büyükelçisi Ines Demiri olarak belirlendi. Törende, Kudüs’teki Kosova Büyükelçiliği yanına konulacak plaket ise sembolik olarak açıldı. İki bakanlık, belgenin yanında bir de bir siyasi istişare muhtırası ve kalkınma işbirliği muhtırası imzaladı, notların her ikisi de İngilizce olarak yazıldı. Cumhurbaşkanı Vekili Vjosa Osmani de Kosova ile İsrail arasında diplomatik ilişkilerin kurulmasını memnuniyetle karşıladığını dile getirdi. Bu tören sonucunda İsrail, Kosova’yı bağımsız ve egemen bir devlet olarak tanıyan 117. devlet oldu. Diplomatik birleşmeye tepkiler ise Kosova’nın Kudüs’te açacağı büyükelçilik üzerinden gelebilir.

 

Kaynak: Panorama.al

Tarih: 01.02.2021

 

Avrupa Birliği, Büyükelçiliği Onaylamadı

AB sözcüsü Peter Stano, 3 Şubat Salı günü yapmış olduğu konuşmada Kosova’nın Kudüs’te büyükelçilik açma kararından üzüntü duyduklarını dile getirdi. Kosova’nın bu kararının onu Avrupa Birliği’nden uzaklaştırdığını söyledi. Avrupa Birliği üye devletlerinin tüm büyükelçiliklerinin ve delegasyonlarının Tel Aviv’de bulunduğunu vurgulayan Stano, Kosova’yı da Avrupa Birliği politika ve ilkelerine uyum sağlayarak ilerlemesinin mantıklı olacağını belirtti. “Kosova’dan bir şey yapmasını veya yapmamasını istemiyoruz. Sadece Avrupa Birliği’nin uyulması gereken tutumlarını hatırlatıyoruz.” dedi.

Kosova Demokratik Enstitüsü’nden Jeta Krasniqi, Avrupa Birliği’nin bu gelişmelerden sonra kullandığı dilin kabul edilemez olduğunu söylerken, Kosova’ya baskı yapmak yerine, Avrupa Birliği temsilcilerinin Kosova’yı henüz tanımamış beş devletine baskı yapması gerektiğini söyledi. Kosova ile İsrail arasında diplomatik ilişkilerin kurulması, diğer Kosovalı liderler ve ABD diplomasisi tarafından büyük övgü aldı. Kosova’nın bağımsızlığına karşı çıkan Sırbistan ise memnuniyetsizliğini dile getirerek bunun İsrail ile ilişkilerini etkileyebileceği konusunda uyarıda bulundu.

 

Kaynak: Panorama.al

Tarih: 03.02.2021

 

Hoti: Arnavutluk ile Birleşme Gerçekleşecek

Kosova’da erken parlamento seçimleri 14 Şubat’ta yapılacak. Kosova Başbakan Vekili Avdullah Hoti ise bu seçimlerde yeni bir görev için mücadele ediyor. Kosova Demokratik İttifakı (LDK) adayı Hoti, bugün bu birliğin Kosova ve Arnavutluk’un AB üyeliği yoluyla sağlanacağını söyledi. Kendi Kaderini Tayin ve Kosova’nın Geleceği için İttifak liderleri Albin Kurti ve Ramush Haradinaj’ın birleşme hakkındaki açıklamalarını yorumladı. “Kosova devleti kalıcı ve Arnavut birliği gerçekleşecek. Tüm Arnavutlar Avrupa entegrasyonu içinde toplanacak.” dedi. Bu sözlerine, devletin nasıl yönetildiğini gösterdiklerini ve bunu devam ettirmek için vatandaşların güvenini aradıklarını da eklemeyi ihmal etmedi.

 

Kaynak: Aljazeera

Tarih: 04.02.2021

 

Kurti’nin Oyları Sayılmayacak

Kosova Merkez Seçim Komisyonu, 14 Şubat seçimlerinde belgesiz adayların oylarının geçersiz ilan edilmesine karar verdi. Vetëvendosje Partisi’nin lideri olan Albin Kurti’nin, önceki yıllarda yaşamış olduğu yasal sorunlar nedeniyle adaylığı onaylanmamıştı. Merkez Seçim Komisyonu ise bu seçimlerde sadece parti ve tasdikli oyların sayılacağını, doğrulanmamış adaya verilen oyların da geçersiz sayılacağını söyledi. Albin Kurti’nin seçimlere katılmak için sertifikası olmamasına rağmen seçim listesinde hâlâ yer alıyor.

Kaynak: Panorama.al

Tarih: 05.02.2021

 

Mickoski: Zaev’in Melez Rejimi En Yolsuz Avrupa Ülkesi

VMRO-DPMNE lideri Hristijan Mickoski, “The Economist” Demokrasi Endeksi 2020’nin Makedonya’yı hibrit rejim olarak 78. sıraya koymasının ardından tepki gösterdi. Mickoski, Zaev hükümeti ile Makedonya’nın resmen Avrupa’daki en yozlaşmış melez rejim olduğunu vurguladı.

Michoski şu ifadelerde bulundu: “2020 Demokrasi Endeksi’ne göre ülkemiz 78. sırada; geçtiğimiz yıl The Economist tarafından yapılan sıralamaya göre 2021’de de ilerlememe yok ve ülkemiz yine hibrit rejim ilan edildi. Uluslararası Şeffaflık Örgütü’ne göre Tanzanya, Burkina Faso, Kolombiya, Gambiya ile aynı grupta bulunup, Avrupa’nın en çok yolsuzluğu bulunan ülkelerinden biriyiz; Demokrasi Endeksi’ne göre El Salvador, Ukrayna, Bangladeş ile birlikte anılan melez bir rejimiz.”

 

Kaynak: Republika.mk

Tarih: 03.02.2021

 

Makedon Hükümeti’nden Yolsuzluk ve Kara Para Aklamaya Dair Bilgi Toplama Talebi

Kuzey Makedonya Hükümeti 43. oturumunda, Sistemin yolsuzluk ve kara paranın aklanmasının önlenmesi ve bastırılmasına ilişkin istatistiksel verilerin toplanması ve işlenmesine yönelik düzenli kullanımı için taahhüt faaliyetleri hakkındaki bilgileri analiz edip incelemeye dair önergeyi kabul etti. Hükümet, İçişleri Bakanlığı ve Mali İstihbarat Dairesi’ne en erken 1 Mart 2021 tarihine kadar yolsuzluk ve kara para aklamanın önlenmesi ve bastırılması ile ilgili istatistiksel verilerin toplanması ve işlenmesi için sistemdeki tüm verileri güncellemelerini emretti. Cezai suçlamalar, yani Ocak 2019 – Aralık 2020 arasındaki dönemde Temel Kamu Savcılıklarına sunulan yolsuzluk davaları ve kara para aklama raporları ele alınacak temel veriler. Oturum sonundaki basın açıklamasında, bunun yolsuzluk ve kara para aklamanın önlenmesi ve bastırılması hakkındaki istatistiksel verilere tam bir içgörü sağlamak için yapılmasının gerektiği ifadeleri kullanıldı.

Uluslararası Şeffaflık Örgütü’nün 2020 Yolsuzluk Algılama Endeksi’nde, Kuzey Makedonya 180 eyalet arasında 111. sırada yer alıyor. Aynı zamanda 2020 Endeksine göre Kuzey Makedonya, Yolsuzluk Algılama Endeksinde ilk kez sıralandığını 2001 yılından bu yana en düşük sonuca ve en düşük sıralamaya sahip ülke oldu.

Kaynak: Meta.mk

Tarih: 03.02.2021

 

Üsküp’te Kadınların Protestosu

Çoğu kadın olan yüzlerce kişi 3 Şubat’ta Kuzey Makedonya’nın başkenti Üsküp’te bir protesto gösterisi düzenleyerek hükümeti kızların müstehcen fotoğraf ve videolarını yasadışı bir şekilde paylaşan özel sohbet gruplarıyla uğraşmaya çağırdı. Protesto, izinsiz alınan ve Telegram mobil uygulamasının sohbet grubu “Umumi Salon” da paylaşılan pornografik içerikle ilgiliydi. Grup üyelerinden bazıları mağdurlar hakkında isimleri ve cep telefonu numaraları gibi bilgileri paylaştı. Ocak ayı sonunda skandal patlak verdikten sonra, Telegram sohbet grubunu kapattı. Kadın mağdurlara destek olmak amacıyla düzenlenen protesto, İçişleri Bakanlığı önünde başlayıp savcılık binasında sona erdi. Protestoculardan bazıları üzerinde “Umumi Salon bir Suçtur!” ve “Polis Bizi Korumalı!” yazılı pankartlar taşıdılar.

Cinsiyete dayalı şiddetle mücadelede yer alan avukat Marta Gusar, protesto sırasında kendisinin de “Umumi Salon” mağduru olduğunu söyledi. Gusar’a göre, insanların bilmesi gereken şeylerden biri, “Umumi Salon” un eğlenceli değil, klasik bir suç olduğu ve bu şekilde davranılması gerektiği.

Polis, skandalla bağlantılı olarak şimdiden dört kişiyi gözaltına aldı, evlerine baskın düzenledi ve incelenmek üzere savcılığa teslim edilecek cep telefonlarına el koydu. Bazı tanıklıklara göre sosyal medya hesapları hacklendiğinde kızların fotoğrafları çalındı. Kuzey Makedonya Başbakanı Zoran Zaev 28 Ocak’ta yaptığı açıklamada, hükümetin kadınların, kızların veya herhangi bir yurttaşın hiçbir şekilde şiddete veya haklarının ihlaline sessiz kalmasına veya cezasız kalmasına izin vermeyeceğini söylemişti. Bu arada Adalet Bakanı Bojan Mariciç, bakanlığın takip etmeyi suç olarak ekleyerek benzer davalara karışan kişilerin yargılanmasını sağlamak için yasal değişiklikler hazırladığını duyurdu.

“Umumi Salon” sohbet grubu ilk olarak 2020’nin başında ortaya çıkmış, ancak yetkililer tarafından kapatılmıştı. Ancak, bir yıl sonra yeniden ortaya çıktı ve kurbanları arasında öfke uyandırdı.

 

Kaynak: IntelliNews

Tarih: 04.02.2021

 

Nikola Dimitrov’un Görevden Alınması Girişimi Başarısız Oldu

Kuzey Makedonya’nın Avrupa İşlerinden Sorumlu Başbakan Yardımcısı Nikola Dimitrov’un gensoru ile ilgili olarak 3 Şubat tarihinde 12 saat süren tartışmasının ardından, 53 milletvekili kimsenin alıkonulmaması lehine oy kullandı. Bununla birlikte, Kuzey Makedonya Parlamentosu, muhalefetin Dimitrov’u konumundan geri çekme girişimini kabul etmedi. Dimitrov parlamentoda, aleyhindeki görevden alma prosedürünün bir dizi yanlış haberden kaynaklandığını söyledi. Nikola Dimitrov için bu, üçüncü suçlama girişimiydi. Önceki iki suçlama, Dimitrov Dışişleri Bakanı iken gerçekleşmişti.

Kaynak: Meta.mk

Tarih: 04.02.2021

 

Mickoski: Sayım 2022 Mart veya Nisan Ayında Yapılmalıdır

Kuzey Makedonya ana muhalefet cephesi VMRO-DPMNE lideri Hristijan Mickoski Cuma günü yaptığı açıklamada, sayımın Mart veya Nisan 2022’de yapılması gerektiğini söyledi. Mickoski, VMRO-DPMNE’nin hiçbir zaman nüfus sayımını boykot etmekten yana olmadığını söyledi. Mickoski, iki gün önce VMRO-DPMNE’nin nüfus sayımı yasasını geçersiz kılmak için imza toplama girişimi başlattığını hatırlattı.

Ona göre, bu bir siyasi nüfus sayımı, mutabık kalınan yüzdelerle siyasi bir operasyon olacak ve istatistiksel bir işlem olmayacak. VMRO-DPMNE lideri, girişimin bugün Parlamento’ya ulaştığını ve bu girişimin başlatıcısı olarak bilgilendirilmeyi beklediğini söyledi.

 

Kaynak: Republika.mk

Tarih: 05.02.2021

 

“Yolsuzlukla Mücadele Hesap Verilebilirlik ile Başlar”

Uluslararası Şeffaflık Örgütü’nün 2020 Yolsuzluk Algılama Endeksine göre, Makedonya tarihin en kötü notunu aldı. Ülke, 5 spotluk düşüşle, Panama ve Moğolistan ülkelerinden  sonra 111. durakta bulunuyor. Hükümetin yolsuzluğa verdiği zayıf tepkinin eleştirisi, Telegraf ile yaptığı bir röportajda hükümetin yolsuzluğa karşı hoşgörüsünü kınayan ve bu hoşgörünün de vatandaşların demokrasiye olan inancını baltaladığını ifade eden ABD Büyükelçisi Kate Byrnes’den geldi.

ABD Büyükelçisi, Makedonya ülkesi ve vatandaşlarının 2021’de hangi önceliklere odaklanmaları gerektiği sorulduğunda, yolsuzlukla mücadelenin hesap verebilirlikle başladığını söyledi. Kendi partileri ve seçildikleri yerlerde en baştaki yönetimden aşağıya doğru mücadele etmek için çalışmaları sürdürmeleri ve siyasi müdahale olmaksızın davaları yargının serbestçe yargılamasına izin vermeleri gerektiğini söyledi.

 

Kaynak: Republika.mk

Tarih: 05.02.2021

 

Makedonya’nın Tarih Kitaplarının Yeniden Yazımı Tartışmaları Sürüyor

Zoran Zaev ve Eğitim Bakanı Mila Carovska, akademiden bir dizi destekçiyi ilkokul sınıflarını gruplara ayırma planlarını savunmaya çağırdı. Plan, Bulgaristan ve Yunanistan’ın Makedonya’nın tarihi anlatısını beğenilerine göre yeniden yazmasını talep ettiği ve tarih gibi bağımsız sınıfları ortadan kaldıracağı için tartışmalı.

Zaev ve Carovska, sürecin açıkça Bulgaristan ve Yunanistan’ı yatıştırmak için tasarlandığını ve toplumda derin bölünmelere neden olacağı konusunda ısrar eden Makedonya Akademisi’nden gelen protestolara cevap vermedi. Yunanistan bölge tarihinin antik dönemini iddia ederken, Bulgaristan Makedonya’nın orta çağ ve ulusal mücadele döneminin aslında Bulgar tarihinin bir parçası olduğunu kabul etmesini istiyor.

 

Kaynak: Republika.mk

Tarih: 05.02.2021

 

Sırp Cumhuriyeti’nden ABD Lobi Teşkilatına 780.000 Dolar

Lobi faaliyetlerinde bulunmak, özellikle de büyük güç olarak adledilen devletlerde bu faaliyetleri yürütmek büyük bir öneme sahiptir. Bosna Hersek’te bulunan Sırp Federasyonu, lobi faaliyetlerini yürütmesi adına ABD’de bulunan McGinnis Lochridge firması ile anlaşma imzalamıştır.

Sırp Cumhuriyeti Ekonomik İlişkiler ve Bölgesel İşbirliği Bakanı Zlatan Klokic’in yaptığı açıklamaya göre, ‘‘McGinnis Lochridge, Sırp Cumhuriyeti’ni uluslararası hukuki ve siyasi konularda seçilmiş temsilcilerle çalışacak ve tavsiyelerde bulunacak.’’ demiştir. Bunlara ek olarak iki taraf, Dayton Barış Anlaşması, Avrupa İnsan Hakları Anlaşması gibi uluslararası anlaşmalarda; Yüksek Temsilciler Ofisi, BM Güvenlik Konseyi, AGİT, AB, Avrupa Konseyi’ne ilişkin hak ve yükümlülükler konusunda çalışmalar yürüteceklerdir. İmzalanan anlaşma kapsamında Sırp Cumhuriyeti aylık 65 bin dolar ödeyecektir.

 

Kaynak: Klix

Tarih: 05.02.2021

 

Geciken Savaş Suçu Davaları

Sırbistan’da son iki yıldır savaş suçları davaları ertelendi. İki yıl içinde görülen savaş suçları davalarının şimdiye kadar %30’u ertelendi. Avrupa Birliği üyeliği müzakerelerinde önemli bir konuma sahip davaların ertelenmesi, ülkenin hukukun üstünlüğü ilkesine olan bağlılığını sorgulattı.

Savaş davalarında yaşanan gecikmeler ve ertelemeler, mağdurların ve insan hakları savunucularının tepkisini çekti. Son iki yıl içinde görülen davaların yüzde 30’u, Belgrad Yüksek Mahkemeleri’nde ertelendi. Sırbistan’ın davaları ertelemesi, hukukun üstünlüğü konusunda şüphe yarattı ve bazı sorunlar oluşturdu. Davaların ertelenmesi için, tıbbi sorunlar, davaya gelememe ya da tanıkların video ile bağlantı kurması gibi çeşitli nedenler mahkemeye sunuldu. Ancak davaların yeniden başladığında ertelemeler yapıldı.

Ertelenen savaş suçları davaları yüzünden Avrupa Birliği, Sırbistan üzerinde bir baskı ortamı oluşturdu. Yaşanan gecikmelerin Sırbistan’ın Avrupa Birliği’ne katılması üzerinde bazı etkiler yarattı.

 

Kaynak: Balkan Insight

Tarih: 01.02.2021

 

Sırbistan, Kosova ve İsrail Arasında Gelişen İlişkiler Sebebiyle Mutsuz

Kosova ve İsrail arasında seremonik bir törenle diplomatik ilişkiler kuruldu. Sırbistan Kosova’nın bağımsızlığını resmen tanımıyor ve kendisine bağlı bir bölge olarak kabul ediyor. Cumhurbaşkanı Vuciç, Kosova ve İsrail arasındaki bu anlaşmanın, Sırbistan ve İsrail ilişkilerine zarar verebileceğini söyledi.

Sırbistan Dışişleri Bakanı Nikola Selakoviç Televizyon kanalına verdiği bir demeçte ‘son yıllarda İsrail ile ilişkilerimizi geliştirmek için çabaladık ve bu karardan memnun değiliz’ cümlelerini kurdu. Bakan, Kosova’nın resmen tanınmasının Sırbistan ve İsrail ilişkilerini etkiyeceğini de cümlelerine ekledi.

 

Kaynak: Euronews

Tarih: 01.02.2021

 

PM, Yunanistan’da Yol Güvenliğinin İyileştirilmesi için ‘İddialı’ Ulusal Eylem Planını Sunuyor

Çarşamba günü Yol Güvenliğinin Artırılmasına Yönelik Ulusal Eylem Planını sunan Başbakan Kyriakos Mitsotakis, bunun Yunanistan’ın araba kazaları konusundaki kötü istatistik sicilini derhal düzeltmeyi amaçlayan iddialı hedefleri olduğunu söyledi. Özellikle, Avrupa Yatırım Bankası tarafından finanse edilen ve ülke çapında son derece tehlikeli 7.000 yerde hedeflenen iyileştirmeler için 450 milyon avroluk bir programı vurguladı.

Mitsotakis, “Bunlar, ancak, yaşam ve ölüm arasında fark yaratabilecek küçük değişikliklerdir,” dedi ve birçok kazanın şehirlerde ve kırsal yol ağında meydana geldiğine dikkat çekti.

Gerçek verilere dayanan ve koordinasyon sorunlarına çözümler sunan ve özellikle birçok bakanlığın dahil olduğu farklı politika alanlarında belirli hedeflere ulaşan verimli yatay politikalara duyulan ihtiyacı vurguladı. Mitsotakis, yol güvenliğinin artık okul müfredatlarına düzenli bir şekilde dahil edilmesiyle genç nesile öğretmenin önemine de değindi.”Çocuklar aynı zamanda yetişkinlerin davranışlarını da etkiler,” dedi ve kültürde ve sürüşle ilgili görüşlerde bir değişiklik olması gerektiğini ekledi.

Başbakan, test sisteminde gerekli değişikliğe ve “teknolojinin ilerlemesini ve yeşil büyümeye geçişin talep ettiği ulaşım alışkanlıklarındaki değişiklikleri geleceğe bakma ve kucaklama” ihtiyacına değindi. Ayrıca, modern bir dizi kuralın benimsenmesi ve uygulanmasının önemini ve bunun getirdiği sürüş davranışındaki değişikliği de belirtti.Altyapı ve Ulaştırma Bakanı Kostas Karamanlis, planın kapsamlı, iyi işlenmiş ve gerçekçi olduğunu ve güvenli yollar, sorumlu sürücüler, yol güvenliği eğitimi ve herkes için adil kurallara dayalı belirli sonuçlar elde edebileceğini söyledi.

 

Kaynak: Athens Macedonian  News Agency

Tarih: 03.02.2021

 

SURE Programından Yunanistan’a 728 Milyon Avroluk Ödeme

AB, istihdam destek müdahalelerini finanse etmek için ülkemiz için onaylanmış olan toplam 2,7 milyar euro’luk ödemeyi tamamlayarak SURE programından Yunanistan’a 728 milyon euro’luk bir kaynak sağladı.

Maliye Bakanı Christos Staikouras, 728 milyon avroluk ödemeye değinerek şunları söyledi:”Eurogroup’un SURE Programı aracılığıyla işçiler için bir” güvenlik ağı oluşturma kararından on aydan kısa bir süre sonra ve Avrupa Konseyi tarafından kabul edilmesinden dokuz ay sonra, Yunanistan bugün Programdan ikinci fon ödemesini alıyor.Ülkemiz için onaylanan 2,7 milyar euroluk ödemeyi tamamlayan 728 milyon euro’luk ödeme, istihdam destek müdahalelerinin finansmanı için yapıldı.

 

Kaynak: CNN Greece

Tarih: 02.02.2021

 

Yunan Başbakan Mitsotakis, Türkiye ve Yunanistan’ın Keşif Görüşmelerine Mart Ayı Başında Devam Edeceğini Söyledi

Başbakan Kyriakos Mitsotakis, Yunan ve Türk yetkililerin bir deniz sınırı anlaşmazlığını çözme çabalarını canlandırmak için Şubat ayı sonunda veya Mart ayı başlarında tekrar bir araya geleceklerini söyledi.

İki NATO müttefiki, kıta sahanlıklarının kapsamı, Ege Denizi’ndeki aşırı uçuş ve Kıbrıs Rum Kesimi’nin etnik olarak bölünmesi de dahil olmak üzere onlarca yıllık bir dizi meselede anlaşmazlık içindeler.2002-2016’da, deniz bölgelerinin sınırlandırılması konusunda tam müzakerelere zemin hazırlamaya çalışmak için düzinelerce görüşme turu düzenlediler.

İkili, geçen yıl Doğu Akdeniz’deki enerji kaynaklarına ilişkin örtüşen iddialarla ilgili bir anlaşmazlıkla uzatılan dört yıllık bir aradan sonra, 25 Ocak’ta keşif görüşmelerine yeniden başladı. 61. tur İstanbul’daki görüşme birkaç saat sonra sona erdi, ancak her iki taraf da Atina’da tekrar görüşmeyi kabul ettiklerini söyledi.

Kaynak: Keep Talking Greece

Tarih: 04.02.2021

 

Başbakan Mitsotakis Konferansta Aşı Eşitliği ve Yeşil Kalkınma Çağrısında Bulundu

Yunanistan Başbakanı Kyriakos Mitsotakis, Perşembe günü “Avrupa 2021” adlı çevrimiçi bir konferansta coronavirus aşı sermayesini ve Yunan ekonomisinin sürekli modernizasyonuna olan bağlılığını tartıştı.

Alman Der Tagesspiegel, Die Zeit ve Handelsblatt gazetelerinin yanı sıra iş dergisi WirtschaftsWoche tarafından düzenlenen konferans, konu başlıklarında geniş bir yelpazeye sahipken, Yunan-Türk ilişkilerine ve Yunanistan’ın AB’den aldığı paralara da değiniyordu. Yunan Başbakanı, ülkenin iş altyapısı hakkındaki konuşmasında, “Salgına rağmen, reform için itici güç hiçbir zaman durmadı,” dedi. “Yunan ekonomisinin dönüşümünü hızlandırmak için toplam 32 milyar – 19 milyar hibe ve 13 milyar kredi  kullanmayı planlıyoruz” dedi.

 

Kaynak: Greek Reporter

Tarih: 04.02.2021

 

Yunan ve Fransız Hava Kuvvetleri, Tanagra Hava Üssünde Ortak Tatbikat Yaptı

Yunanistan Ulusal Savunma Bakanı Nikos Panagiotopoulos Perşembe günü yaptığı açıklamada, “Skyros 2021” adlı ortak ikili tatbikatın Yunanistan’ın Atina’nın geçtiğimiz günlerde imzaladığı Fransa’nın Rafale jetlerine yakından bakmasına olanak sağladığını söyledi. Cuma günü sona eren tatbikatta, 114 Muharebe Kanadının üssü Tanagra’dan çıkan Yunan-Fransız jet oluşumlarının yanı sıra Donanma tümenleri yer alıyor.

Panagiotopoulos, bunun “iki ülkenin yaklaşıp taktik ve operasyonel düzeyde yaklaşımlar geliştirmesi ve ayrıca caydırıcı gücümüzden net bir mesaj göndermesi için olağanüstü bir fırsat” olduğunu söyledi. “Zamanla, Fransa ile, bölgemizde daha güvenli bir jeopolitik ortamı garanti ettiğimiz, güçlendirdiğimiz ve kurduğumuz istikrarlı ve sürekli gelişen bir askeri işbirliği çerçevesi yarattık” diye ekledi. Tatbikat, Yunan Silahlı Kuvvetleri’nin üst düzey liderliği, Fransız Hava Kuvvetleri komutanı General Laurent Lhermitte, Fransa’nın Atina Büyükelçisi Patrick Maisonnave, çeşitli büyükelçiliklerin savunma ataşeleri ve Fransız / Yunan gazeteciler tarafından gözlemlendi.

 

Kaynak: Athens Macedonian News Agency

Tarih: 04.02.2021

 

Sırbistan’a ABD’den Hibe

Avrupa Entegrasyon Bakanı Jadranka Joksimoviç, hükümetin Perşembe günü yaptığı basın açıklamasında, Sırbistan’a yapılacak olan 22 milyon dolarlık ABD hibesi için gereken belgeleri imzaladığını ifade etti.

Hükümetin uluslararası kalkınma yardımlarından sorumlu koordinatörü olan Joksimoviç, Sırbistan’a kamu idaresini ve rekabetçi bir piyasa ekonomisini iyileştirmek için yardım sağlama amaçlı anlaşmaya imza attı.

Bakanın, hibelerin Amerika Birleşik Devletleri Ulusal Kalkınma Ajansı (USAID) ve Sırbistan hükümeti tarafından uygulanan projeleri finanse etmek için kullanılacağını söylediği bildirildi. “Ekonomiyi desteklemenin yanı sıra, fonların önemli bir kısmı yargı reformunu desteklemek ve yargının etkinliğini artırmak, medyadaki düzenleyici çerçeveyi iyileştirmek ve ilgili kurumların kapasitelerini güçlendirmek için projelerin uygulanmasına yönlendirilecek” ifadeleri kullanıldı.

 

Kaynak: N1

Tarih: 04.02.2021

 

Filistin Dışişleri Bakanlığının Kosova Hayal Kırıklığı

Filistin Dışişleri Bakanlığı, Kosova ile İsrail arasında diplomatik ilişkilerin kurulması ve Priştine’nin Kudüs’te büyükelçilik açma niyetinden duyduğu hayal kırıklığını dile getirdi. Filistin Büyükelçiliği tarafından Sırbistan medyasına gönderilen açıklamada “Kosova’nın İsrail ile anlaşmanın imzalaması ve işgal altındaki Kudüs’te bir büyükelçilik açma niyetinin beyanıyla attığı adım, Kosova’nın dünya devletlerini onu tanımaya ikna etme yönündeki tüm çabalarına tamamen aykırı bir adımdır.” sözlerine yer verildi.

Kosova ve İsrail’in 1 Şubat’ta imzaladığı anlaşmanın hayal kırıklığı yarattığı, bağımsız devletler arasında yer bulmaya çalışan Kosova’nın uluslararası meşruiyet ve uluslararası hukuka tam anlamıyla uyması beklendiği ifade edildi.

Açıklamada “Bakanlık, Kosova’daki karar alma kurumlarının bu adımı yeniden gözden geçirip kararı çabucak iptal etmesini umuyor.” ifadeleri kullanıldı.

 

Kaynak: N1

Tarih: 04.02.2021

 

AB, Sırp Sivil Toplumunu Desteklemek İçin 2,5 Milyon Euro Sağlıyor

Belgrad merkezli AB Bilgi Merkezi Çarşamba günü yaptığı açıklamada, Avrupa Birliği’nin önümüzdeki üç yıl içinde Sırbistan’daki sivil toplumu desteklemek için 2,5 milyon Euro daha sağlamaya hazır olduğunu söyledi.

Söz konusu hibenin hukukun üstünlüğü, yolsuzlukla mücadele, e-idare, kent ve mekânsal planlama alanlarındaki sivil toplum kapasitelerine odaklanan projeleri finanse etmek için ayrılacağı belirtildi. Basın açıklamasında, 1,5 milyon Euro’nun devlet ile STK’lar arasında siyasi bir diyalog geliştirmek ve tüm tarafların siyasi diyalog için kapasitelerini güçlendirmek için kullanılacağı belirtilirken, 1 milyon Euro daha hukukun üstünlüğünde kapsamlı izleme reformu için ayrıldı.

Basın açıklamasında, AB Delegasyonu başkanı Büyükelçi Sem Fabrizi’nin sivil toplumun her demokrasinin merkezinde yer aldığını ve dolayısıyla AB’nin kalbine yakın olduğunu söylediği belirtildi. Açıklamasında “AB, Sırbistan’daki sivil toplum örgütlerine yirmi yılı aşkın süredir yardım ediyor ve şimdi yardımlar 60 milyon Euro’yu aştı.” ifadesini kullandı.

Kaynak: N1

Tarih: 03.02.2021

 

Yugoslav Ordusu Generali ABD Adına Casusluk Yapmaktan Mahkum Edildi

Yugoslav Ordusu eski Genelkurmay başkanı Momcilo Perisiç, 2002 yılında ABD’li bir diplomata askeri belgeyi teslim ettiği için casusluk yapmaktan suçlu bulundu ve üç yıl hapis cezasına çarptırıldı.

Belgrad Yüksek Mahkemesi Cuma günü, Yugoslav Ordusu eski Genelkurmay başkanı ve Sırbistan eski başbakan yardımcısı Momcilo Perisiç’i 2002 yılında ABD’ ye devlet sırlarını ilettiği için üç yıl hapis cezasına çarptırdı.

Perisiç Vlajkoviç ile birlikte suçlanan Yarbay Miodrag Sekuliç ve sivil Vladan da suçlu bulunarak birer buçuk yıl hapse mahkum edildi.

Belgrad Yüksek Mahkemesi yapmış olduğu basın açıklamasında Perisiç’in casusluk suçundan hüküm giydiğini, Sekulic ve Vlajkoviç’in ise askeri bir sırrı ifşa etmekten suçlu bulunduğunu söyledi.

2016 yılında başlayan dava, savcılığın Savunma Bakanlığı ve Sırp Ordusu’nun ABD’ye teslim edildiği iddia edilen belgelerin gizli kalmasını istediğini söylemesinin ardından kamuoyuna kapatıldı. Perisic ise suçsuz olduğunu iddia etti.

Kaynak: Balkan Insight

Tarih: 05.02.2021

 

 

HAZIRLAYANLAR:

Didem Şimşek, Dilara Nesrin Bulut, Dilek Keçeci, Elifnur Ayhan, Hasibe Özdemir, Hatice Deniz Hızal, İleyna Savuk, Neval Tayyar, Rümeysa Güner, Taha Yüceses, Zeyneb Sümeyye Cenik, Zülfiye Çobanoğlu

 

TUİÇ Balkan Staj Birimi

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Avrupa Birliği ve Avrupa Birliği-Türkiye ilişkileri

Bu röportaj, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Öğretim Üyesi ve Deep Dive Politics Kurucusu Doç. Dr. Ali Onur Özçelik ile Avrupa Birliği ve Avrupa Birliği-Türkiye ilişkileri üzerine yapılmıştır.

 

1) Avrupa’daki ırkçı partilerin, aşırı sağ hareketlerin yükselişini Avrupa Birliği açısından nasıl değerlendiriyorsunuz?

Öncelikle Avrupa’da ırkçı partilerin oluşumu ya da ırkçı söylemler bugüne ait kavramlar değil. Fransız İhtilali’ne kadar götürebileceğimiz milliyetçiliğin yaygınlaşması ile başlayan devrimsel gelişmeler -tabii tarihsel süreç içerisinde ulus, ırk, asabiyet, millet gibi kavramların yaygınlaşması ile devam eden bir süreç de var- ve ardından iki dünya savaşının yaşandığı bir coğrafyadan bahsediyoruz. Aslında bu savaşların birçoğunda ulusal çıkarlar üzerine tanımlanan milliyetçilik düşünceleri var. Söyleyeceklerimde doğrudan milliyetçilik ve ırkçılık üzerinden bir bağ kurmasam bile popülist siyasal elitler aracılığıyla masum bile olsa bazı kavramların içinin boşaltılarak nasıl bir yıkıma sebep olabileceğini, propagandist söylemlerle insanların nasıl mobilize edilebileceğini, ben ve öteki ayrımının nasıl bir çatışmaya dönüşebileceğini bilmemizde fayda var. Dolayısıyla Avrupa’da sağlıklı olarak görmediğimiz, belki saldırgan ve bunu kimi zaman faşist ve ırkçılığa vardıran kitlesel kimi zaman marjinalleşmiş bazı yönelimlerin olduğunu tarihsel süreç içerisinde görüyoruz. Zaten Avrupa Birliği’nin belki ilk kuruluş amaçlarından bir tanesi de bu azgınlaşan, toplumları ayrıştıran, kitlesel bir kutuplaşmaya neden olan ırkçılık benzeri söylemlerin kıtada tekrar ortaya çıkmasını engellemekti. Bu çatışma hali Avrupa Birliği’nin kuruluşundan beri mevcut.

Günümüze geldiğimizde özellikle ekonomik krizler, göç olgusu, genç işsizlik ve belki daha farklı birçok unsur kitle iletişim araçlarını kullanarak dezenformasyon ve “fake news” diyebileceğimiz yalan haber üretimi ile beraber çok daha görünür hale geliyor çünkü kendilerini bir süre marjinal olarak kodlayan, toplum içerisindeyken fark etmediğimiz bazı insanlar -ki bunlar illa alt bir sınıfa ait olmak zorunda değil orta ya da üst sınıflara da ait olabilirler- sosyal medya ve diğer iletişim araçları ile bir şekilde kendileri adına bir kimlik oluşturmaya başlıyorlar. Bu durumu Almanya’da da, İspanya’da da, Fransa’da da, Hollanda’da da, Danimarka’da da görebiliyoruz. Mesela 1990’lara baktığımızda sırf Türkler’e ait olduğu için yakılan evler var. Bunun yanı sıra örnek vermek gerekirse “This Is England” adlı film de İngiltere’deki ırkçılığın boyutlarını gösteren gerçek olaylara dayanan bir filmdir. Bunun Avrupa Birliği açısından görünümüne gelecek olursak Avrupa Birliği’nin kurucu prensiplerine tamamen karşı olan, Avrupa Birliği’nin devlet egemenliklerini kısıtladığını düşünen ve sorgulayan insanlar bunu bir elverişli dönem haline getirmeye başladılar. Bu dönemde özellikle göçün artması, ekonomik krizlerin yaşanması gibi olaylar sosyal medya etkisi ile beraber elverişli bir ortam sağladı ve bu Avrupa Birliği’ni belki biraz daha etkileyebilecek bir süreç haline geldi. Örneğin bugün Avrupa Birliği Parlamentosu’nda olmasına rağmen Avrupa Birliği şüphecisi olan parlamenterler var.

Kısaca Avrupa Birliği, kuruluşundan itibaren bir proje ve bir Avrupalılık yaratmaya çalışırken sürekli karşısında bu tarz gruplarla yani Avrupa şüphecisi olan, belki bunu ırkçı söylemler üzerine inşa eden bir grupla mücadele ediyor. Bunlar eskiden marjinal bir grup iken ve belki de köşede bucakta görmediğimiz yerlerde iken şimdi sosyal medyanın etkisi ile kendilerine bir taban bularak bu düşüncelerini bir şekilde ön plana çıkarıyorlar ve ırkçı argümanlarını savunmaktan geri durmuyorlar. Dolayısıyla bu, Avrupa Birliği’nde bir çatırdamanın olduğunun görüntüsünü verme ya da Avrupa Birliği projesinin hukuki olarak devam etse bile fiilen artık gerçekçi olmayacağını insanlara empoze etmeye çalışan bir düşünce haline gelmiş durumda.

 

2) Brexit süreci sonrası Avrupa Birliği’nin nasıl şekilleneceğini düşünüyorsunuz?

Brexit süreci Avrupa Birliği’ni son 4 yılda en çok uğraştıran konuların başında geliyor. Gerek başlangıcı gerek bitişi –ki halen bitmiş bir süreç değil- hala devam edecek çünkü Avrupa Birliği’nden İngiltere’nin kopması demek bir anda olabilecek bir şey değil. Örneğin daha önce Avrupa Birliği’nin üstlendiği İngiltere’deki kurumların yerine İngilizler artık kendi kurumlarını oluşturmak zorundalar veya daha önce ortak alınan bazı politika alanları, serbest ticaret anlaşmaları ya da insanların mobilizasyonu gibi birçok şey vardı. Bunları artık İngiltere kendi ulusal dinamiği içerisinde çözmeye çalışacak ya da belki 10 yıl, belki 15 yıl, belki de 20 senelik bir süreçte İngiltere kendi içerisinde artık yoluna devam edecek. Brexit sürecine sanki bu bir anda olmuş bir mevzu gibi bakılması yanlış çünkü İngiltere ve Avrupa Birliği arasındaki ilişki tarihsel süreçte zaten hep sıkıntılı olmuştur. Mesela Churchill’in 1947 yılında Zürih konuşması vardır ve -o dönemler tabii Avrupa Ekonomik Topluluğu- Avrupa Birliği’nin kuruluşu açısından önemlidir. Churchill, özellikle Avrupa içerisinde kurulacak bir örgütten bahsetmişti ama kendisi girmemişti mesela yani İngiltere bir şekilde Avrupa Birliği’nin bir parçası olmamıştı. Ne zaman ki İngiltere Avrupa Birliği’nin bir parçası olmaya çalıştı, bu sefer de Fransız vetosuyla karşılaştı ve 2 kez veto edildikten sonra birliğe 1973 senesinde girdi. O günden sonra Avrupa Birliği’nin genişlemesi devam etti ve katılan ülkelerin sosyokültürel yapıları, ekonomik durumları, demokrasi deneyimleri, siyasal kültürleri göreli olarak birbirinden farklı olduğu için birliğe birbirinden farklı ülkeler dahil oldu. Dolayısıyla bu sosyokültürel farklılıklar, ekonomik durumlarındaki farklılıklar, demokrasi deneyimlerindeki farklılıklar –özellikle İngiltere açısından- Avrupa Birliği’ni yoran bir hale geldi.

İngiltere’de yaşamış biri olarak şunu söyleyebilirim ki kendinizi Avrupa’da gibi hissetmiyorsunuz, Euro kullanmıyorsunuz, ülke Schengen’e dahil değildi. Dolayısıyla bu garip birliktelik ilk soruda belirttiğim gibi milliyetçi ya da popülist liderlerin de katkısıyla bir ayrılığın yaşanmasına sebep oldu. Senaryolardan bahsetmek mümkün, Avrupa Birliği açısından değerlendirecek olursak birlik tekrar kendi kuruluş dinamiklerine dönüp Avrupa Birliği kimliği üzerinden devam edebilir, daha zayıf bir bağları olan bir birliktelik haline gelebilir ya da stratejik veya pragmatik bağları olacağı düşünülen bir yapıya dönüşebilir. Şu anda zaten Avrupa Birliği literatüründe çok tartışılan bir konu var: “differentiated European Union integration or disintegration” yani farklılaştırılmış Avrupa Birliği bütünleşmesi veya bütünleşmemesi konusu. Bununla ilgili çok önemli yazarlar bir literatür ortaya koyuyorlar. Öte yandan sadece Brexit’le de kalan bir süreç değil bu, ortaya çıkan farklı konular da var. Örneğin pandemiyi yaşadı Avrupa Birliği, göçmenler konusu gündeme geldi. Avrupa Birliği’nde üye olan Polonya, Macaristan gibi bazı ülkelerin biraz daha otoriter rejimlere doğru kayması söz konusu oldu. Zaten hâlihazırda problemli olan alanların bu konuların daha fazla gündeme gelmesiyle beraber bir ayrışmaya neden olacağını söyleyebiliriz. Dolayısıyla Avrupa Birliği açısından değerlendirebileceğimiz belli başlı senaryolar var ve bunların hepsi bence masada. Avrupa Birliği bölünmeye doğru da gidebilir, ciddi bir entegrasyona doğru da gidebilir, çok daha zayıf bağları olan bir birliktelik haline de gelebilir.

 

3) Avrupa Birliği’nin birçok konuda görüş ayrılığı yaşamasını ve ortak politika üretememesini neye bağlıyorsunuz?

Bir önceki soruda da belirttiğim gibi birlik içerisinde birbirinden farklı ülkeler mevcut. Batı-Doğu eksenli, Kuzey-Güney eksenli devletlerin bir araya gelmesiyle oluşan bir birliktelik var şu anda. Birlikteki üye sayısı İngiltere’nin çıkmasıyla beraber 27 üye devlete düşmüş durumda ve bu devletler hala daha egemenliklerini bir üst otoriteye yani Avrupa Birliği gibi “supranasyonel” bir kuruma devretme konusunda uzlaşı içinde değiller, her alanda değiller en azından bazı egemenliklerin devri söz konusu. Burada farklı görüşleri daha çok ulusal çıkarların doğrudan etkilediğini görebiliyorsunuz ya da farklı görüşlerin ulusal çıkarların ön plana çıktığı alanlarda olduğunu görebiliyorsunuz. Mesela yüksek politika alanlarından dış politika ve güvenlik bunların başında gelmektedir. Göç konusu gibi alanlarda da benzer çatışmaların olduğunu görebilirsiniz. Son zamanlarda Macaristan, Polonya gibi ülkelerin özellikle insan hakları, hukukun üstünlüğü ve demokrasi alanlarında ayak diremesi gibi bazı konular Avrupa Birliği’nin canını sıkmakta. Bunun yanı sıra Avrupa Birliği içerisinde sağlık ve çevre gibi tam uyumun olduğu konular da elbette mevcuttur. Burada üye ülkelerin ulusal çıkarlarını doğrudan etkilemeyen, çok daha soft alanlar içerisinde uzlaştıklarını görebiliyorsunuz. Bir sistem var ve Avrupa Birliği bunu sürdürebiliyor, sadece bazı alanlarda uyumlu olma konusunda ülkelerin kendi iç dinamikleri ön plana çıkmaya başlıyor ve her ülke kendi iç dinamiğiyle Avrupa Birliği’nden gelen belli politikaları, normları, pratikleri kendi ülkesinin siyasal kültürüyle, kurumsal yapısıyla ilişki kuracak bir biçimde sunmaya çalışıyor ve bu da uyumun olmamasına, farklı farklı Avrupalılaşma örneklerinin ortaya çıkmasına sebep oluyor.

 

4) Avrupa Birliği ülkelerinde bir Türkiye karşıtlığı olduğunu düşünüyor musunuz?

Bunun en kısa cevabı kesinlikle var ve bu çok normal. Gerek Türkiye’deki Avrupa veya Avrupa Birliği şüpheciliği gerek Avrupa Birliği’ndeki Türkiye şüpheciliği. Bu ikisinin olması çok normal. Burada bu tarz şüpheciliklerin sağlıklı mı yoksa sağlıksız mı olduğunu bilmek çok önemli. İnsanların şüphe kaynaklarının nasıl olduğunu bilmemiz gerekir. Önyargılı, sağlıksız düşünceler burada sıkıntı olmaya başlıyor. Dolayısıyla bununla ilgili olarak Avrupa Birliği’nde belirtilen birtakım Türkiye karşıtlığı olduğunu biliyoruz. Türkiye’yi sevmemeleri çok önemli olmayabilir, yani belki de halk Türkiye’ye karşı bir refleks geliştirmiş olabilir bu normal ama bu refleks eğer ciddi anlamda sıkıntılıysa bizim bununla ilgilenmemiz lazım. Bunu propaganda aracı haline getiren, ülkeyi kötülemeye yönelik, iyi niyetli olmayan örneklerle karşılaştığımız zamanlar oluyor. Nasıl ki bizde de sağlıksız değerlendirmeler varsa Avrupa Birliği’nde de böyle değerlendirmeler var. Bizde de mesela ’’Avrupa Birliği’ne girersek Türkiye bölünecek, ekonomisi zayıflatılacak, Avrupa Birliği bizi kapitalist sistem içerisinde kendisine bağlı bir ekonomi haline getirecek’’ gibi değerlendirmeler var. İşte bu sağlıksız düşünceler her iki taraf için mevcut, sadece Avrupa Birliği’ne özgü bir şey değil. Her iki taraf açısından da değerlendirdiğimizde önemli olan bunun öfke dolu bir grup haline dönüşmemesidir.

 

5) Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üye olması durumunda Avrupa Birliği’ne ne katacağını düşünüyorsunuz? Avrupa Birliği açısından Türkiye’yi cazip kılan nedir?

Öncelikle gerek Avrupa Birliği’nin gerek Türkiye’nin birbirlerinden neyi istediklerini net bir şekilde bilmesi gerekiyor. Şimdi biz Avrupa Birliği üyesi olarak ne alacağız ya da Avrupa Birliği, üyesi olan Türkiye’den ne alır gibi sorular sanki bize görünüşte bir pazarlık süreci gibi gözüküyor. Dolayısıyla bu pazarlık sürecinin başladığını, devam ettiğini, sürekli bu pazarlık üzerinden hareket ettiğimizi görüyoruz. Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne sunacağı fazlaca imkân söz konusu. Özellikle belirtmek gerekirse 83 milyonluk bir nüfustan bahsediyoruz, Türkiye küçük bir ülke değil. Bu durum Avrupa Birliği’ne ekonomik anlamda bir dinamizm katacaktır. Öte yandan güvenlik açısından -ki zaten bunun altı çok çizilir- Türkiye’nin askeri kapasitesi, enerji koridoru ve jeopolitik konumu gibi Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne sağlayacağı çok ciddi avantajlar söz konusu. Benzer şekilde Avrupa Birliği’nin Türkiye için sunacağı alternatifler de fazlasıyla mevcut. Dolayısıyla Kopenhag Kriterleri ile özdeşleşen demokrasi, hukukun üstünlüğü, temel insan hakları, işleyen ve rekabet edilebilir bir ekonomik düzen; eğitimde, çevrede, sağlıkta ve sayabileceğimiz birçok alanda üst düzeydeki çağdaş standartlar önemlidir. Liyakata dayalı, şeffaf, hesap verilebilir bir yönetim sisteminin bu ülkeye bir zararı olmaz. Birçok açıdan Türkiye’nin geri kaldığı noktalar var ve bu kesinlikle kültürel kodlarla bağlantılı bir geri kalmışlık değil, sadece ekonomik göstergeler açısından, hukuk ve demokrasi kalitesi açısından söylüyorum ama biraz önce de bahsettiğim gibi Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne sunabileceği faaliyetler, daha yeni katılmış üye ülkelerin Avrupa Birliği’ne sunduğu faaliyetlerle kıyaslanamaz. Dolayısıyla bu anlamda Türkiye bence hala Avrupa Birliği açısından cazip bir ülke.

 

6) Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerinin geleceğini nasıl görüyorsunuz?

Bu sorunun cevabını vermek sadece benim açımdan değil birçok kişi açısından zor çünkü baktığınız zaman ileriye dönük bir projeksiyondan bahsediyoruz. Geleceğe yönelik ilişkiler ele alındığında ilişkiler yerinde sayabilir, durabilir veya ileriye taşınabilir. Bu 3 seçenek dışında bir seçenek yok. Bunun net bir cevabı yok çünkü bu biraz küresel sistemdeki değişimlere paralel bir şekilde gidecek gibi gözüküyor. Öncelikle şunu da belirtmemizde yarar var burada tek sorumluluk Türkiye’ye ait değil. Sürecin durmasının, ilerlememesinin, yavaşlamasının, beklendiği gibi gitmemesinin tek sorumlusunu Türkiye olarak görürsek sıkıntılı bir durumla karşı karşıya kalırız. Avrupa Birliği’nin de Türkiye’yi hafife almaması, bu anlamda adım atması, samimi olması gerekir. Türkiye artık birçok açıdan 1950’lerin, 1960’ların, 1970’lerin bir ülkesi değil. Evet belirli konularda özellikle de demokrasi, insan hakları, yönetimsel unsurlarla ilgili olarak eksikliklerimiz var ve bunu İlerleme Raporları’nı açıp baktığınız zaman görebiliyorsunuz ancak diğer taraftan da Türkiye’nin üniversitelerinden veya başka kurumlarından bahsedecek olursak Türkiye gelişmiş de bir ülke aslında baktığınız zaman.

Burada her iki tarafın da öncelikle bir güven inşa etmesi gerekiyor. Şu an her şeyden önce en büyük eksiklik, hem Avrupa Birliği’nin hem de Türkiye’nin hareket kabiliyetini azaltan veya daraltan güven sorunudur. Günün sonunda Türkiye, Avrupa Birliği üyesi olur veya olmaz bu önemli değil. Önemli olan her iki aktörün de bir şekilde samimi olması ve süreç içerisinde şeffaf olmasıdır. İkili ilişkilerden sadece Türkiye sorumlu demek ne kadar yanlışsa, Avrupa Birliği adaylık sürecine yönelik bizim ilgisizliğimizi de görmezden gelmek bir o kadar yanlıştır. Bence öncelikle her iki tarafın ajandasında nasıl öncelikler var ona bakmak lazım. Avrupa Birliği açısından değerlendirdiğimizde Brexit Süreci devam ediyor, pandemi konusu da bir başka sorun çünkü Avrupa Birliği pandeminin başında iyi bir sınav vermemişti. Öte yandan kendi üyelerinden bazılarında otoriterleşme söz konusu, göç konusu yine Avrupa Birliği’ni fazlasıyla meşgul eden bir başka konu. Transatlantik ilişkilerde nasıl bir döneme girileceği, Trump sonrasında Biden ile beraber transatlantik ilişkilerin daha da sıklaşıp sıklaşmayacağı, Rusya’nın özellikle Doğu Avrupa üzerindeki etkinliği, popülizm, artan milliyetçilik, fake news, dezenformasyon gibi temel konular şu an Avrupa Birliği’ni fazlasıyla meşgul ediyor.

Türkiye tarafından baktığımızda Türkiye’nin yaşadığı ekonomik zorluklar tartışılıyor. Libya, Suriye, Karabağ meselesi gibi bölgesel anlamdaki belirsizlikler, istikrarsızlıklar fazlasıyla yüksek. Bunun yanı sıra Doğu Akdeniz meselesiyle birlikte karşısında oluşan bir blok var. ABD ile özellikle S-400’ler ile birlikte gelen bir gerginlik söz konusu. Yani tarafların siyasal öncelikleri çeşitlenmiş ve farklılaşmış durumda. 10 yıl öncesinde Türkiye-Avrupa Birliği arasındaki gündem bambaşkaydı, şimdi tamamen değişti. Tekrar güven kazanmak, müzakerelere başlamak belki zor olabilir. Bir de Avrupa Birliği tarafından mart ayında Türkiye’ye yaptırım kararı alınması söz konusu. Eğer bu da olursa ilişkileri tahmin etmek güçleşebilir. Şu anki durum için birçok kişi ‘’derin dondurucudaki bir süreç’’ benzetmesini yapıyor. Eskiden de liderler arasında uyumsuzluklar oluyordu ancak teknokratlar düzeyinde süreç devam ediyordu. Şu an teknik açıdan da bir şey olmuyor neredeyse, oluyorsa da bilmiyoruz. Şimdi bir de Türkiye’nin adaylığını belki de en çok destekleyen, birçok açıdan Türkiye’nin yanında duran güçlü bir Avrupa üyesi İngiltere de denklemden çıktı. Öte yandan Fransa’da Macron’un varlığı, Merkel’in yakın zamanda gidecek olması ve yerine kimin geleceğinin henüz belli olmaması, Trump’ın yerine Biden’ın gelmesi gibi birçok durum daha söz konusu. Dolayısıyla bu konuda bir yorum yapabilmek için belki de 2-3 ay daha beklemek gerek ancak benim görüşüm elbette Avrupa Birliği sürecinde ısrarcı olan bir Türkiye yani Avrupa Birliği sürecinden çıkmaması gereken bir Türkiye. Eğer bu şekilde devam ederse, gelecekte daha başarılı politikalar üretebilir diye düşünüyorum.

 

 

Doç. Dr. Ali Onur Özçelik’in İletişim Bilgileri:

[email protected]

https://ogu.academia.edu/AliOnurOzcelik

https://www.instagram.com/deepdivepolitics/

https://twitter.com/dive_politics

 

 

 

CANSU NAKİPOĞLU

Uluslararası Örgütler Staj Programı

Persepolis

Satrapi, M. & Paronnaud, V. (Yönetmenler). (2007). Persepolis. [Animasyon/Dram Filmi]. Fransa: Diaphana.

PERSEPOLİS

 Marjane Satrapi ve Vincent Paronnaud’un yönetmen koltuğuna oturduğu otobiyografik animasyon filmi, Satrapi’nin aynı isimli çizgi romanından uyarlanmıştır. Halkın ABD hükümetinin kuklası olarak gördüğü Muhammed Rıza Şah liderliğindeki hasta bir İran ve Şah’ı son İran kralı yapan İslam Devrimi, açık sözlü bir kız çocuğunun gözünden aktarılmıştır. Satrapi’nin “Pers Şehri” anlamına gelen Persepolis ismini verdiği eseri birçok açıdan incelemeye değerdir. Batı dünyasına ve İran’a dair ideolojik ve kültürel göstergeler içeren film verdiği mesajlar bakımından toplumsal cinsiyet ve feminizm bağlamında da irdelenmelidir.

Belki de Persepolis’i özgün kılan şey; İran’ın çarşafa bürünen kadınlar ve sakallı erkeklerden oluşan, savaşla iç içe bir milletten çok daha fazlası olduğunu gözler önüne sermesidir. Siyah-beyaz bir animasyon filmi olması izleyicinin stereotiplere sahip olma olasılığının önüne geçilmiş ve birbirimize ne kadar benzediğimiz gösterilip izleyicinin empati kurması sağlanmıştır. Marjane’in olmak istediği kadınla olması gerektiğini düşündüğü kadın arasında verdiği savaş, toplumsal cinsiyet yapılarından kaçıp kaçamayacağımızı sorgulatması yönünden anlamlıdır.

Satrapi, anılarını üç aşamada aktarırken karakterini şekillendiren rol modelleri göze çarpmaktadır. Sorgulamayı protestoları takip eden fotoğrafçı babasından  öğrenmiş; kızının toplumsal cinsiyet rollerinin kurbanı olmasını istemeyen annesinden de gür sesini almıştır. Büyükannesi Marjane’in dayanağı ve sorularının cevap kaynağı olmuştur. Komünist bir devrimci olan amcası Anoosh’un anlattığı hikâyeler siyasete olan ilgisini arttırmış, amcası sayesinde direniş ve eşitlik fikirlerinin önemini anlamıştır. Radyo ve kitaplara erişimi onu Batılı siyasi düşünceyi tanımasını ve sayısız filozofla erkenden tanışmasını sağlamıştır. Üst orta sınıf bir ailede devrimci değerlerle büyüyen Marjane’in çoğu İranlı akranından daha şanslı olduğu görülmekte ve sahip olduğu sınıf ayrıcalığı filmin ilerleyen kısımlarında giderek keskinleşmektedir. Böyle bir ailenin içine doğmasaydı, Şah’ı – Tanrı tarafından atandığına öğretmeni inandırdığı için – seven kız çocuğu olmaktan kurtulabilir miydi? Şah’ın babasının devirdiği ve komünist oluşu yüzünden işkence görüp hapsedilen eski Qajar Prensi büyükbabasına veya Leila’nın babasından daha fazla hapis yattığı için gururlandığı amcası Anoosh’a  sempati duyabilir miydi? Kadınların erkeklerle ilişkileri üzerinden konumlandırılıp değer gördüğü toplumda ailesindeki erkekler onu destekler miydi?

Tüm peygamberlerin erkek olmasına karşın Marjane kendisini bir sonraki peygamber olarak görmekteydi. Küçük kız Tanrı’nın gerekeni yapmadığını düşündüğünden bazen adaleti kendi sağlamaya heveslenmiş olsa bile, amcası öldürülene kadar sorularını yanıtlaması için Tanrı ile konuşmaya ve onu sevmeye devam edecektir. Şah’ın ülkeyi terk etmesinden sonra, amcası Anoosh’un geçiş evresi sandığı dönem kendi hayatına mâl olan yıkıcı ve kalıcı bir İslami aşırılığı doğurmuştur. Mutlu bir çocukluk geçiren Marjane; kadınları başörtüsü takmak, İslami kurallara uymak ve ikinci sınıf vatandaş olmak zorunda bırakan yeni teokratik devlet altında hak ve özgürlüklerini yitirmenin sancısını çekecektir. Eril tahakkümü içselleştiren kadın öğretmenler, başörtüsünün özgürlük olduğunu ve iffetli kadının kendisini erkeklerin bakışlarından koruması gerektiğini yoksa cehennemde yanacağını dikte etmektedir. Kadınlara kendilerini, cinsel dürtülerini kontrol edemeyen erkeklerden korumaları öğütlenmektedir. Erkeklerden ayrı sınıflarda eğitim gören kadınlara, askerlerin onların namuslarını korumak için ülke sınırlarında can verdikleri söylenmekte ve şükran duymaları için törenler yapılmaktadır. İşin aslı zorba yönetim, erkeklere onları kadınlara ve yemeklere ulaştıracak cennet anahtarları dağıtmakta, böylelikle kitleleri şehitlik güzellemesi ile kandırmaya çalışmaktadır.

Devrimle beraber bütün Batılı değerler ve ürünler yasaklanmıştır. Ancak dayatılanlar ve cezalar, kadınlar ve erkekler için eşit olmaktan uzaktır. Annesi saçı başörtüsünden gözüktüğü gerekçesiyle tanımadığı bir erkeğin hakaretlerini işitirken, babası kravat taktığı için sadece Batının uşağı olmakla suçlanmıştır. Iron Maiden kaseti almaya çalışan Marjane’i – Nike ayakkabısını ve punk yazılı ceketini yozlaşma olarak gördüklerinden – cezalandırmak isteyen kadınlar onu düşünmediği yerden yaralamıştır. Devrim Muhafızlarının yalnızca erkeklerden oluşan bir ordu olmadığını, ispiyoncu komşulara ve sokaktaki ahlak bekçilerine de dikkat etmesi gerektiğini anlamıştır. Ancak susmayı reddeden Marjane ailesini endişelendirmiştir. Kanunen bakireleri öldürmek yasak olduğundan kadınlar bir devrim muhafızıyla evlendirilip tecavüze uğradıktan sonra öldürülmektedirler. Komünist olduğu için böyle katledilen Niloufar, annesine kızını aynı şekilde kaybedeceği korkusunu yaşatır ve Marjane’in Avusturya’daki serüvenini başlatır.

Marjane, cinsiyet eşitsizliğine dayalı zulümden kurtulmak amacıyla gittiği Viyana’da da aradığını bulamayacaktır. Burada cinsiyetçiliğin İran’a özgü olmadığını ve kültürden kültüre bunu deneyimleme biçimimiz değişse bile çoğu unsurun aynı kaldığını keşfetmiştir. Kadınların her yerde taciz edildiğini, denetlendiğini ve hedeflerine ulaşmalarının engellendiğini anlamıştır. Orada ırksal azınlığa mensup bir kadın olduğundan cinsiyetçilik, ayrımcılık ve ırkçılığın birleşimini deneyimlemiştir. Kendisini Fransız olarak tanıtması bu yönden anlaşılırdır. Sonrasında iç dünyasında büyükannesi ile yüzleşmesi yaşadığı iç çekişmeyi yansıtmaktadır. Diğer özgürlükler gibi cinsel özgürlüğüne de kavuşan Marjane, beyaz/Avrupalı kadın arkadaşlarının aksine türlü varsayıma ve hakarete tabi tutulmuştur. Kıyafetleri yüzünden bile etiketlenerek içinde yer bulmaya çalıştığı toplum tarafından yabancılaştırılmıştır. Hayal kırıklıklarına rağmen yoluna devam eden Marjane’in belki tek motivasyonu, bunun ülkesinde uğrayabileceği şiddet ve hapis/ölüm tehdidiyle boy ölçüşemeyeceğini bilmesiydi. Ancak aldatılma ve taciz sonrası yaşadığı buhran onu tekrar İran’a getirerek buradaki mücadelesine son verecektir.

İran’a dönerken özgürlüğünü kısıtladığını düşündüğü başörtüsünü çekinmeden yeniden takan Marjane, başörtüsünü düzeltmesi hususunda kendisini uyaran memura karşı gelememiştir. Sonuçta, kendisini toplumsal cinsiyet rollerine kurban etmek onu hayatta tutacak ve tutuklanıp tecavüze uğramasını önleyecektir. Marjane’in özel hayatı akranı kadınlar tarafından didiklenmiş ve tek eşli olmadığı için hor görülmüştür. Kendisini güçlü ve bağımsız bir kadın olarak addeden Marjane’in depresyonunun uzun sürmesi belki erkeklere hayatını dikte etme, hatta durma noktasına getirme iznini nasıl verdiğini sorgulamasındandır. Marjane’i kendisine getiren doktor değil, uzun zamandır kapısını çalmadığı Tanrı ve çok sevdiği Karl Marx ile yaptığı hayali konuşma olmuştur.

Marjane, ruhsal açıdan iyi hissettikten sonra üniversiteye giderek mücadelesini sürdürmüştür. Ancak çizim yaparken çarşaf giymenin hareketi sınırlandırılmış olması ve çizdikleri modeller çarşaflı olduğundan sadece siyah bir örtü çizmekten rahatsızdı. Bu rahatsızlığını okuldaki bir toplantı sırasında dile getirmiş ve neden erkeklerin böyle rahatça giyinmesinden kadınların da tahrik olabileceğinin düşünülmediğini sormuştur. Sözleri onun üniversite hayatının sonunu getirse bile çoğun zaman fikir ayrılığı yaşadığı kadın arkadaşlarından destek görmesi bakımından umutlandırıcıdır.

Kadınların kıyafetlerinin denetlenmesi onları sürekli korku içinde tutmanın tek yoluydu ve Marjane bunun farkındaydı. Kadınlar kıyafetlerinin uygun olup olmadığını düşünmekten diğer soruları sormayı unutacaklardı. Zaten çarşaf erkekleri; kadınları objeleştirmekten, arzulamaktan ve taciz etmekten alıkoyamıyordu. Marjane’in, koşmaması için uyarıldığında veya yabancı bir erkeğin arzu dolu bakışlarını yakaladığında üzerinde çarşaf olması bunu kanıtlar niteliktedir.  Makyajlı olduğu için ceza almaktan korkup o erkeğin kendisini rahatsız ettiğini söyleyerek Devrim Muhafızlarının dikkatini dağıtmıştır. Makyajlı olmasaydı bunu görmezden gelebilirdi. Ki bu tacize uğrayıp susmaya zorlandığımız fail aklayıcı toplumda şaşırtıcı değildir. Büyükannesine anlattığında masum birini suçladığı gerekçesiyle cinsiyetçi bir hakaret işitmiştir. Filmde, o kişinin kendisini rahatsız ettiğini büyükannesine söylemediği yansıtılmıştır ancak gerçekte söylediyse bile içselleştirmelerden dolayı aynı tepkiyi almış olması olasıdır.

Makyaj yapmasına izin vermeyen sistem sevgilisiyle toplum içinde görüşmesine de müsaade etmemiştir. Onunla tutuklanmadan görüşebilmek ve istediği yere gidebilmek için evlenme fikrini sıcak karşılayan Marjane annesini hayal kırıklığına uğratmıştır. Henüz 21 yaşında evlenerek teslim olmamak için yıllarca debelendiği sisteme yenik düşerek toplumun olmasını istediği; “o kadın’’ olmuştur. Aykırılık tehlikeli olduğundan, meydan okumak yerine toplumsal cinsiyet rollerine uymak ona özlemini çektiği rahatlık ve huzuru vermiştir. Yanlış bir karar verdiğini anlayıp arkadaşıyla konuştuğunda kararını gözden geçirmesi öğüdünü almıştır. Erkekler boşanmış kadınları – herkesle birlikte olabilecekleri varsayımıyla – taciz etmektedir ve bu durum Marjane’i kenara sıkıştırmıştır. Nihayetinde, büyükannesiyle dertleşince eşi Reza’dan ayrılma gücünü kendinde bulabilmiştir.

Filmde büyükannesinin görünüşleri yüzünden kadınları eleştirdiğini ve yapılan söyleşilerde Satrapi’nin sözlerinin feminizmle çeliştiğini görmekteyiz.  İki kadının da feminist olduklarına dair iddiaları olmamasına rağmen Satrapi, toplumsal cinsiyet rollerinin kadınların hayatlarına etkisini ve bu yapılardan tamamen kurtulabilmenin mümkün olmadığını göstermiştir. Ailesinin aşıladığı eğitimli ve bağımsız kadın olma arzusuyla toplumun dayattığı kadın rolüne bürünmesi arasında yaşadığı iç çekişmeyi yansıtmıştır. Halâ kendisini memleketine ait hissedemeyen Marjane bir yurtdışı macerasına daha başlayacaktır. Tabii bu yolculuk, annesinin İran’a dönüşünü yasakladığı Satrapi için bir milat olacaktır. Ancak bu sefer nereye giderse gitsin cinsiyetçilik ve ayrımcılıktan kurtulamayacağının bilincindedir. Artık kimliğini reddetmeyen Marjane belki aradığı huzuru Paris’te bulmuştur.

 

 

RABİA SAKARYA

Toplumsal Cinsiyet Staj Programı

 

Osmanlı Döneminde Balkan Kadınları: Toplumsal Cinsiyet, Kültür, Tarih

Amila Buturovic ve Irvin Cemil Schick,Osmanlı Döneminde Balkan Kadınları: Toplumsal Cinsiyet, Kültür, Tarih, 2009, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, Sayfa Sayısı: 377

 

Kitap, Todorova’nın da değindiği bir yarayla başlar; Balkan kelimesi “siyasal ve toplumsal altüst oluşları, yasa dışı siyasal davranışları, uygarca davranış kurallarının yokluğunu tanımlamanın alışılagelmiş mecazı olarak” kullanılmıştır (Buturovic ve Schick, 2009: 4). Kitabın giriş bölümünde Osmanlı’nın bölgeye yerleşimi görülür. Şunu söylemek de mümkündür: Osmanlı’nın Balkanlar’da uygulanan politikaları Orta Doğu’da uyguladığı politikalardan çok daha etkili olmuştur ve denetim çok daha rahat sağlanmıştır. Balkan halkı diğer azınlıklara nazaran daha çok asimile edilmiştir. Bunun olumlu bir durum olup olmadığı elbette tartışmaya açıktır. Bunun dışında kitap, çeşitli makalelerden oluşmuş disiplinler arası bir çalışmadır. Bu kitapta kültürel ve etnik çeşitliliğe sahip olmasının zorunlu sonucu olarak birçok avantaj ve dezavantaja sahip olmuş olan Balkanlar, kadınların hikayeleri üzerinden anlatılmış ve okura geniş bir sosyolojik analiz yapma imkanı vermiştir. Kitabın girişinde belirtilen bir cümle kitabın hangi teoriler üzerinden okunacağını da belirtmiştir: “İnsan algısından bağımsız olarak elbette maddi bir gerçeklik vardır, ancak maddi gerçeğin insanların kendi bilişsel kategorileri, belirtici pratikleri ve söylem ağları dışında kavranabilmesi de elbette güçtür.” (Buturovic ve Schick, 2009: 5).

İlk makalesinde bir Yunan harem kadınının Doğu ve Batı arasında köprü kuran hikayesi adeta Yunanistan tarihinin kısa bir metaforuymuş gibi anlatılır. Bu iki zıt prototipin adeta ete kemiğe bürünmüş hali olan Theophe, Doğu’nun cinsel çokeşliliği ile harmanlanmış geçmişinden kopuşu ve Batı’ya adapte oluşu, yani duygusal tek eşliliği kabullenişi üzerinden iki kültür de kadının yeri hakkında karşılaştırmalı bir sosyoloji imkânı sunar okura. Yunanistan da tıpkı Theophe gibi Doğululuk ile “lekelenmiş” geçmişinden kurtulmak için Batılı normlar kabul eder ve bu değerleri yüceltir. Theope’nin sona varışı da aidiyet arayışı ve yabancılaşma ile makalede bitirilir.

İkinci makalede mübadeleden sonra ulus-devlete dönüşmüş diyebileceğimiz Yunanistan’da aykırı bir topluluk olarak kalan Pontuslar ve kültürlerindeki kadın-erkek kavramı üzerinde durulur. Pontus masallarındaki kadın ve erkek anlatıları arasındaki farklar düzleminde bir toplumsal cinsiyet okuması yapılan bu bölümde açıkça görülür ki Pontuslar bizzat dönemin kadınları gibi ezilen ve ayrımcılığa maruz kalan tarafa itilmişlerdir. Dört farklı hikayenin incelendiği ve erkek-kadın anlatıcı perspektiflerinin karşılaştırıldığı makalede bundan daha da ötede görülen şey kendi ülkelerinde azınlık olarak yaşayan Pontusların kültürlerinin devamlılığını sağlamak adına tutucu masallara ihtiyaç duyuyor olmasıdır.  Bu masalların Orta Doğu, özellikle de bazı İran masallarıyla belirli motifler konusunda benzerlik taşıması Pontusların aslında neden kendi ülkelerinde azınlık olarak görüldüğünün nedenini açıklar. Neden şudur ki Pontus Doğulu kaldığından Batı’ya olana yabancılaşmış, aidiyet duygusu hissedememiştir.

“Sözlü gazete” (Morgan, 1996: 1-2 aktaran Buturovic, 2009: 82) olan türkülerin toplumsal cinsiyet normlarını tabiri caizse didiklemek için Derrida’nın yapısökümüne başvuruyor ve türkülerin asıl kahramanı olan kadınların nasıl ataerkil düzen tarafından inşa edildiklerini inceliyor bir sonraki makale. Bu makalede en çok dikkat çeken şey ise Lajos Vargyas tarafından yapılan bir çalışmada, Osmanlı döneminden önce de Balkanlar’da türkü geleneğinin varlığının ortaya koyulmasıdır (Vargyas, 1967 aktaran Buturovic, 2009: 86). Bu göç ya da ticaret yoluyla coğrafyaya ulaşması olabileceği gibi yakın tarihlerde benzer kültürlerde benzer sanatsal aktivitelerin icra edilebileceği şeklinde bir yoruma da açıktır.

Kerima Filan ise Bosna-Hersek’te 15. ve 16. yüzyıllarda kadınlar tarafından kurulan vakıfları kayıtlardan bulmuş ve bununla dönemin toplumsal yapısını başka bir açıdan anlatmaya çalışmıştır. Referans noktası olan Bosnalı kadınlar, dönem koşulları göz önüne alındığında özgür denebilecek bir durumdadır. Kendilerine ait mülk edinebilmeleri, vakıf kurabilmeleri ve vakıf sahibi oldukları sürece mahkemeye başvurabilmeleri bu özgürlüklerden birkaçıdır. Gayrimenkul ile vakıf kuranların sayısı nakit ile vakıf kuranlara kıyasla daha azdır bu da okura kadınların mülk sahibi olmada kısıtlı bir hakka sahip olduğunu açıkça göstermektedir.

Daha iyi çalışma koşulları ve yüksek maaş talebi ile işçi sınıfının sesini çıkarmaya başladığı Makedonya bölgesindeki Yunanistan’ın Selanik şehrinde azınlıklar ve kadınlar da aktif halde iş yaşamının içindeydi. Yahudi, Türk ve Yunanların bir arada olduğu mekanlarda sınıfsal hiyerarşi korunuyordu. Sınıf mücadelesi yaşamın her yerindeydi; burjuvazi işçi sınıfını küçük görüyor; işçi sınıfı ise daha iyi yaşam koşulları için savaşıyordu. Hadar, makalesinde sınıf mücadelesini kadın işçi katılımı olmaksızın kazanamayacağını anlayan erkekleri, aynı zamanda işçi ve kadın olma kimliğini içselleştiren kadınları anlatır. Erkeklerin desteği bile kadınların ve işçilerin yaşam tarzında devrim niteliğinde veya sürdürülebilir bir değişiklik yaratmamıştır. Hadar’ın aktardığına göre kadınlar, kazandıkları parayı da evlenip yuva kurma hayaliyle kazanıyorlardı. Toplum, temizlik işi dışında çalışan kadını hala hor görüyor hatta kadın tütün işçileri fahişelik ile ilişkilendiriliyordu. Dönemin toplumsal cinsiyet anlayışını anlamak için açıklayıcı olan makale, Osmanlı dönemi sosyalist federasyonlara ve üretim gruplarına da değiniyor.

Ivanova’nın makalesinde tartıştığı ana konu, başlıca Katolik ve Müslüman toplumlarda olmak üzere Osmanlı’da bulunan tüm toplum türlerinde kadınların boşanma problemleri ve evlilik sorunlarıdır. Kadının statüsünü belirleyen en önemli etken kuşkusuz evlilikti ve boşanma söz konusu olduğunda kadınların çalışma hayatında olmamasının ve dul durumunda kabul edilmesinin ne gibi zorluklara yol açtığını inceliyor yazar makalesinde. Günümüzde bunun modernize haline kadınların hala maruz kaldığı düşünüldüğünde dini hukukların ve toplumsal normların kadın üzerindeki baskısını anlamak kaçınılmazdır. Hristiyan kadınların ellerinde hukuki ve kuramsal seçenekler, Osmanlı döneminde toplumsal ve dini bütün uygulamaların sıkı bir bağ ile birbirlerine bağlı olduğunu da gösterir.

Yedinci makalede Eflak-Boğdan seçkinlerinin statü belirleyici faktörleri, başlıca moda ve tüketimleri konu alınıyor. 18. yüzyılda yaygın olan Türk tarzı ve “Avrupalılık” arasında ilişki kuruluyor, eşya isimlerinin bile Türkçe olduğu bu dönemde moda anlayışının nasıl değiştiğine bakılıyor. Bütün tüketim kalıplarının değiştirici gücü olan statü anlayışı ve otorite kurma isteği üzerinden Doğu-Batı ilişkilerini gayet akıcı ve anlaşılır bir şekilde aktarıyor yazar.

Kreuter, erkek vampir tipinin kadın vampir karakterleri gölgede bıraktığı ve bu yüzden maskülen motiflerden arındırarak iki farklı hikayeyi yeniden inceliyor.  Yazara göre kadın motiflerin seyrekliği dişil figür eksikliğinden değil, daha çok bu figürlerin soyut alanlarla özdeşleştirilmesindendir. Halk inanışlarının somut figürleri eril olma eğiliminde olduğundan kadınların daha gölgede kaldığı sonucu kaçınılmazdır. En ilginçlerinden biri ise yazara göre vampir hikayelerinin Balkanlar ile özdeşleştirilmesinin nedeni Balkanların tarım toplumu olması ile ilgilidir.

Laiou makalesinde gayrimüslim kadınlarının Osmanlı mahkemelerini tercih etmesinin arkasındaki nedeni araştırıyor. Evlilik kurumunun neredeyse bütün toplumlarda bütünlüğün merkezinde olduğu bilinmekte, özellikle de kadınlar için. Bu nedenle bu konu üzerinden Osmanlı hukuku ve Gayrimüslim hukuku karşılaştırması makalede öne çıkıyor ve oldukça ilgi çekici nedenlere ulaşmak mümkün. Osmanlı Şer’i Hukuku kadınlara tazminat, velayet gibi konularda daha fazla hak tanıyordu. Osmanlı mahkemelerinde verilen kararların hemen uygulamaya girmesi de cabasıydı. Rum kadınlarının haklarını savunma konusunda da ne kadar bilinçli olduğunu görmek makaledeki en şaşırtıcı noktalardan biridir.

Schick, makalesinde çok ilginç bir iddia ile okurun karşısına çıkıyor. Savaşlar süresince cinsel şiddetin söylem üretme amacıyla kullanıldığını, insanları daha da kızıştırma amacıyla kullanıldığını, bu söylemsel aracında çatışmaları yeni bir kalıba sokmasını araştırır. Burada yaptığı, cinsel şiddeti yok saymaktan ziyade kışkırtma amacıyla abartılarak kullanımı ve bir araca dönüştürülmesidir. Bunu yaparken Oryantalist bir söyleme dönüşmesi özellikle Osmanlı ve Balkan’ın bu olaylarla özdeşleştirlmesini de beraberinde getirir. Yazar, kadınların haremlerden kurtartılıp Batı’ya kaçması, kadın bedeni üzerinden acıma duygusu yaratılarak Doğu değerlerinin böyle pejoratif kalıplara sığdırılması çabasını tartışır. “Balkan mezalimi” olarak adlandırılan bu durumun, dönemin sanat eserleri üzerindeki izleri tartışılır. Bu durum maalesef her gün yeniden üretilerek Doğu üzerinde pejoratif anlam inşası devam etmektedir.

On birinci makalede 19. yüzyıl Hırvat edebiyatındaki Pan-Slavizm, farklı dinler arası ilişkiler ve Türk motifleri ana temalardır. Bosnalı kadınların çekingenliği, aşkları ve aile ilişkileri analiz edilmektedir. Milliyetçiliğin dayanakları ve İlirya “kurgusu”nun edebiyata, kadınların üzerine nasıl bir miras bıraktığı odak noktasıdır. Şiirlerde Türk imgesinin kayboluşu ve yerini cazip, “öteki” olan Bosna’ya bırakışını örneklerle aydınlatır. Bazı türküler ve edebi eserler Hristiyan ve Müslüman iki farklı sistemin birlikte nasıl var olduklarını gösterir.

Zecevic’in makalesi, Laiou’nun makalesindeki noktalara değinerek kadınların hukuksal durumlarını başka bir boyutta anlatır. Bosnalı kadınların İslam alimlerinin fetvalarına olan tutumları tartışılır. Mezhepler üzerinden birkaç yol ayrımı görülmesi, kadınların haklarının korunması amacıyla mezhep değiştirmelerine neden olmuştur. Yine Osmanlı mahkemelerinin daha üstte bir mecra olduğu bu makalede de vurgulanmıştır. Hukuki metin üretimi ve bunlarla “cinsiyetlendirilmiş norm ve düzenlemelerin inşası ve yeniden üretimi” sağlanmıştır (Zecevic, 2009: 366).

Sonuç olarak denebilir ki yazarların büyük bir çoğunluğu ülkeler ya da topluluklar ile hikayelerin karakterleri arasında bir bağ kurmuş, bu şekilde bir analoji yaparak okura dönemin Balkanlarını anlatmaya çalışmışlardır. Toplumsal cinsiyet ağırlıklı bu makalelerde ezilen halkları kadınla, baskın olanları ise erkekle özdeşleştirerek dönemin kültür normlarında geniş bir çerçeve çizilmiştir. Nitekim yazarların bu amaçları ve bu bağlamda cevap aradığı sorular başarılı bir şekilde aktarılmış ve cevaplanmıştır. Doğu-Batı arasındaki çatışmalar bağlama uygun bir şekilde metne geçirilmiştir. Ayrıca her makalede kadınların toplumsal hayatın farklı yönlerindeki rolleri başarıyla incelenmiştir. Makalelerin birçoğu eski arşiv bilgilerine ulaşarak edinilebilecek bilgileri yeniden yoruma tabii tutmuş, yeniden üretmiştir. Bu da okuru belgelere ve tarihe karşı bambaşka bir bakış açısı kazandırarak farklı ve ufuk açıcı bir tarih yazıcılığına yönlendirmektedir.

 

 

İPEK NİL OZAT

Balkanlar Staj Programı

 

 

 

 

Ebedi Barış Üzerine Felsefi Deneme

 Immanuel Kant, Ebedi Barış Üzerine Felsefi Deneme (Zum Ewigen Frieden. Ein  Philosophischer Entwurf),1960, Ankara Üniversitesi Siyasal  Bilgiler Fakültesi Yayınları, Sayfa Sayısı: 56

 

“Harp, yok ettiğinden daha fazla kötü insan yarattığı için bir afettir.”  

 

Aydınlanma felsefesinin kurucu isimlerinden olan ve eserleriyle Alman felsefesine yön veren  Immanuel Kant, Ebedi Barış Üzerine Felsefi Deneme adlı eserinde devletler arasındaki mutlak  barışın nasıl sağlanabileceği hakkında fikirlerini belirtmiştir. Kitap iki ana bölüm, iki ek, ayrıca ek bölümünden oluşmaktadır. Bu yazı bahsedilen bölümleri incelemek amacıyla  yazılmıştır.

Yazarın yaşadığı dönemin sosyo-politik olaylarının da bir yansıması olan deneme, verdiği  örneklerle günümüze büyük katkıda bulunur. Eserin birinci bölümünde devletler arasında  ebedi bir barışın olabilmesi için devletlerin uyması gereken kurallardan bahseden yazar, aslında günümüzde hemen hemen bütün devletlerin benimsediği hukuk kurallarından bahsetmektedir.  Devletlerin bağımsızlığı, borçlanması, birbirlerinin iç işlerine karışması gibi konulara değinen  Kant’ın, eserin yazıldığı tarihteki dünya koşulları ve devletlerin konumu gibi özellikler dikkate  alınırsa döneminin oldukça ilerisinde bir bakış açısına sahip olduğu söylenebilir. Ayrıca  söylemlerini desteklemek için tarihi olaylardan yararlanması okuyucu dinç tutarken eseri daha da ilgi çekici bir hale getiriyor.

Kitabın ikinci bölümüne ise insan doğasıyla giriş yapılmaktadır. Yazar, insan  doğasının her an patlak verecek bir savaş durumuna uygun olduğundan bahsedilirken bunu  önlemenin en iyi yolunun bir hukuk hali olduğunu belirtmiştir. Bu iddiaları daha da  açarak her devletin asıl teşkilatının cumhuriyet olması gerektiğini savunan Kant, bu şekilde  hem eşitlik, hem bağlılık hem de hürriyet prensiplerini içeren bir sistem öngörür. Ayrıca eklediği notlarla dış bağımsızlığı da inceleyerek iddialarının boş sözler değil, iyice tartılmış  fikirler olduğunu da kanıtlar. Günümüz okuyucuları için, kitabın  ikinci bölümünde en merak uyandıran başlığın ‘Ebedi Barışın Nihai İkinci Maddesi’ olacağını düşünüyorum. Bu kısımda, günümüz Birleşmiş Milletler sisteminden bahsedilirken bu  sistemin önemi ve esasları da oldukça özenli bir şekilde açıklanmıştır. Bir barış ittifakının tüm savaşları sonlandıracağını düşünen Kant döneminin neredeyse 200 yıl sonrasını hemen hemen tüm incelikleriyle öngörmeyi başarmıştır. Ebedi barışın nihai üçüncü maddesi olarak da dünya vatandaşlığını ele alınmıştır. Bu maddede yabancı birinin gittiği ülkede düşmanca davranış  görmeme hakkından bahsedilir. İkinci bölümün tamamı ele alındığında yazarın çağının ne kadar  ilerisinde bir vizyona sahip olduğu açıkça görülmektedir. Yazıldığı zamanda tartışma yaratan ve hatta belki de asla kabul görmeyeceği düşünülen bu fikirler üzerine günümüzde görüş birliğine varılmıştır ve bu fikirler hakkında birçok çalışmalar yürütülmektedir.

Eserin birinci ek kısmında ebedi barışın teminatı tartışılır. Bu bölümde en ilgi çekici iddia  ise savaşın dünya üzerinde en barınılamayacak yerlerin bile insanlar tarafından iskan edilmesi  için bir araç olduğudur. Örnek olarak verdiği medeniyetlerle iddiasını temellendiren Kant, aynı  zamanda okuyucuyu bu yeni sav hakkında düşünmeye teşvik etmiştir. Eserin ikinci ek kısmında ise ebedi barışın gizli maddesi ele alınmıştır. Bu bölümde  filozofların söylemlerinin göz ardı edilmemesi gerektiğini vurgularken ortadan kaldırılmamaları gerektiğinin de altı çizilmiştir. Bu bölümde, asıl hedef kitlesinin devlet yöneticileri olduğunu söylemek yanlış olmaz.

Kitabın son bölümü olan ekleme bölümüne geldiğimizde de bölümün iki farklı kısıma ayrıldığını  görmekteyiz. İlk kısım ahlak ve politika terimlerini tartışmaktadır. Bu bölümde yönetici sınıfın  iktidarı hakkında analizlerde bulunulmuştur. Ayrıca bu kısımda ‘Önce yap, sonra da özür dile’,  ‘Ne yapmışsan inkar et’ ve ‘Ayır, buyur’ adında üç farklı ilkeden bahseden Kant, özellikle bu üç siyasi düsturu anlatırken eserin geneline göre daha açık ve hatta alaycı sayılabilecek bir  dil tercih etmiştir. İkinci kısımda da ahlak ve politika terimlerine farklı bir bakış açısından  bakılmıştır. Burada aleniyet kavramı iç hukuk ve devletler hukuku açısından detaylı  incelenmiştir.

Eseri genel olarak değerlendirmemiz gerekirse eserin güçlü yanlarının zayıf yanlarına  oranla çoğunluğa sahip olduğunu belirtmek yanlış olmaz. Eser gerek yazıldığı  dönemin koşulları, gerek dünya siyasetinin değişkenliği göze alındığında oldukça kilit noktalara değinmiştir. Tüm bunlar göze alındığında eserin taşıdığı değer daha da artmaktadır. Günümüz uluslararası hukuk sistemine büyük atıflarda bulunan bu eserin söylenebilecek en zayıf yönü ise yazarın bazı zamanlarda bıraktığı notlarda kaybolmasıdır. Notların uzunluğu metni okurken kimi zaman kafa karışıklığı yaratmaktadır. Bunlara ek olarak yazar eserini  kaleme alırken konu hakkında bilgi birikimine sahip kişilere ve hatta kimi zaman devlet  yöneticilerine hitap etmeyi hedeflemiştir. Eserin dili kimi zaman okuyucuyu yorsa da eserin 1960’da çevrildiği göz önünde bulundurulursa okuyucuyu tatmin eden bir dil olduğu söylenebilir. Tüm  bunlar ele alındığı zaman, eserin içerik ve yapı bakımından okuyucuyuda iz bıraktığı sonucunu çıkarabiliriz.

 

 

AYSEREN DUMAN

Uluslararası Hukuk Staj Programı