Home Blog Page 80

Doğu Timor’da Karar Alıcı Aktör Olarak BM: Geçiş Hükümetinin Kamu Politikaları Üzerine İnceleme

Özet

Birleşmiş Milletler’in barış misyonları arasında Kosova ve Doğu Timor misyonlarının yeri ayrı tutulmaktadır. BM’nin geleneksel barış misyonlarından farklı olarak, ikinci ve üçüncü nesil misyonları olarak anılmaktadırlar. Özellikle Doğu Timor, BM’nin ikinci ve üçüncü nesil en başarılı misyonu olarak adlandırılmaktadır. Bu misyon, geleneksel askeri operasyonların dışında, çok fonksiyonlu olarak oluşturulmuştur. Misyonun hem askeri hem de sivil boyutu bulunmaktadır. BM, Doğu Timor’da, 1999-2002 yılları arasında Geçiş Hükümeti olarak görev almıştır. Kamu politikası yapım aşamasına uluslararası bir aktör olarak etkide bulunan BM, bu misyonda doğrudan karar alıcı aktör olarak yer almıştır. Doğu Timor operasyonu hakkında literatürdeki çalışmaların birçoğu hem askeri hem sivil misyonları birlikte incelemişlerdir. Bu sebeple, BM’nin kısa vadede başarılı olduğu yönündeki görüşler ağır basmaktadır. Bu çalışma ise yalnızca 1999-2002 yılları arasında görev alan UNTAET’i (Geçiş Hükümeti) temel alacaktır. BM’nin orta ve uzun vadede kamu politikası yapım sürecinde başarılı olup olmadığı incelenecektir. Kısa vadedeki göstergelerden yararlanılmamıştır.

Anahtar kelimeler: Birleşmiş Milletler, Birleşmiş Milletler Misyonları, UNTAET, Geçiş Hükümeti, Kamu Politikası

 

Giriş

Kamu politikası, en basit tanımıyla toplumsal problemleri çözmek, toplumsal ihtiyaçlara cevap vermek adına oluşturulan, sistematiğe sokulan ve ardından uygulanmaya geçilen bir dizi program, proje, hareket veya hareketsizliktir. Literatürde kamu politikasının ne olduğu ile ilgili çok çeşitli tanımlamalar mevcuttur. Birçok akademisyen ve uzmanların yaptıkları tanımlar: a) politikanın karar alıcıları, b) karar alıcıların probleme verdiği tepkileri, c) karar alıcılara etki eden aktörler, d) politikaların amaçları ve değerleri,  e) hedef kitle kavramları üzerinden şekillendirilmiştir. Örneğin kimi yazarlar aktör veya aktör topluluğuna değinirken (Anderson, 1994, s.5), kimi yazarlar ise hükümetlere gönderme yapmıştır (Dye, 1987, s.1; Wilson, 2006, s.154). Öte yandan Laswell ise amaçları, değerleri ve uygulamaları merkeze almıştır (1951: aktaran Yıldız & Sobacı, 2015 s.18). Tanım çeşitliliğine rağmen kamu politikası ile ilgili ortak tutumlar olduğunu söylemek de mümkündür. Kamu politikasının ortaya çıkması bir sorun veya talebin sonucudur. Kamu politikasının oluşturulması için öncelikle siyasal iktidarın bu sorun veya talebin farkında olması gerekmektedir. Öte yandan, ekonomi biliminin en temelinde de bahsedildiği üzere, kaynaklar kıttır ve bu kaynakların rasyonel bir şekilde kullanılması ve dağıtılması gerekir. Siyaseti de kimin neyi, ne zaman ve nasıl aldığı (Laswell, 1936) ile ilgili bir süreç ve ilişkiler ağı olarak kabul edersek, siyasal iktidarların bu kıt kaynakların dağıtımında oluşabilecek çatışmaları engelleyebilmesi ve uzlaşı sağlaması gerekmektedir.  Farkındalık zorunluluğu kamu politikasının oluşturulması sürecine birçok aktörün dahil olma isteğini açıklayıcı nitelikte olmakla birlikte, kaynakların kıt oluşu gibi meseleler de farklı çıkarlara sahip aktörlerin, aynı konuda farklı hedeflere sahip olmasından ötürü mücadele içerisine girdiği bir alan olduğu söylenmektedir (Yıldız & Sobacı, 2015, s. 19). Toplumsal sorunlara çözüm üretmek için geliştirilen kamu politikalarının formülasyonu, uygulanması ve değerlendirilmesi sürecine, politikacılardan uluslararası örgütlere kadar uzanan çok geniş yelpazede birçok içsel ve dışsal aktör dahil olmaktadır. Aktörlerin her birinin etkisi aynı değildir. Kimi aktörler politikanın karar vericileri, kimi aktörler bu karar vericileri etkileyenlerdir. Küreselleşmenin etkisiyle, ulusal kamu politikalarının yapım sürecine uluslararası aktörlerin de dahil olduğu gözlenmektedir. Özellikle ulus-devletlerin üye sıfatıyla katıldıkları, oluşturdukları uluslararası örgütler akla gelen ilk örneklerdendir (Yıldız & Sobacı, 2015, s. 23). Ayrıca, ulus-devletleri aşan, birden fazla ülkeyi ve bölgeyi ilgilendiren küresel sorunların yaşanmasına bağlı olarak, uluslararası aktörlerin ulusal kamu politikalarının yapım aşamasına dahil oldukları bilinmektedir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra barışın sürdürülebilirliği vizyonu ile kurulan BM, zamanla demokrasi, insan hakları, sağlık, ekonomik vb. birçok alanda ulusal kamu politika yapımına etki eden bir aktör olarak yer almaktadır. Özellikle iç savaş sonrası barışın sürdürülmesi ve demokrasi kurumlarının kurulması gibi faaliyetlere de katkıda bulunmuştur. Kosova ve Doğu Timor’da ise kamu politikalarına etki eden bir aktör olarak değil, geçiş hükümeti olarak doğrudan kamu politikasına karar veren hükümet aygıtı olarak yer almıştır. Bu çalışmada, literatür ve BM’nin resmi raporlarından yola çıkarak, karar alıcı aktör olarak BM’nin Doğu Timor başarısı ve/veya başarısızlığı tartışmaya açılacaktır.

 

Tarihsel Süreç İçinde Doğu Timor ve Çatışma

İlk başlarda Portekiz ile Hollanda arasında Timor adasının kontrolü ile ilgili bir mücadele yaşanmasına rağmen, Lizbon Antlaşması (1859) ile doğu – batı sınırı belirlenmiştir. Bu antlaşma ile Doğu Timor Portekiz’in egemenliğinde, Batı Timor ise Hollanda egemenliğine girmiştir.  Doğu Timor bu antlaşmadan itibaren yaklaşık üç asır daha Portekiz’in sömürgesi olarak yönetilmiştir. 1910 yılında bir isyan girişimi olmasına rağmen 1975 yılına kadar egemenlik ve self-determinasyon gibi bir meseleden bahsetmek söz konusu olmamıştır. Ada stratejik konumu dolayısıyla, İkinci Dünya Savaşı sırasında Japonya’nın olası bir işgalinden çekinildiği için Hollanda ve Avustralya tarafından geçici olarak işgal edilmiştir. Savaşın sona ermesinin ardından ise tekrardan Portekiz egemenliği tesis edilmiştir. BM Genel Kurulu tarafından 1960 yılında, BM Şartının XI. Bölümü kapsamında, özerk olmayan ülkeler listesine eklenmiştir. Portekiz’de 1974’te gerçekleşen Karanfil Devrimi ile darbe rejimi kurulmuştur. Darbe ile gelen yönetim, Doğu Timor da dahil, BM Şartının XI. Bölümünü kapsamında sömürge halklarının self determinasyon ve hatta bağımsızlık haklarını tanımıştır. Doğu Timor’daki Portekiz hâkimiyetinin sona ermesi ile siyasi bir kaos yaşayan ülke, kısa bir iç savaşa sürüklenmiştir. İç savaşın en önemli nedenlerinden birisi bazı kesimlerin bağımsızlık isteğine rağmen bazı kesimlerin ise Endonezya’ya bağlanma isteğidir. Portekiz’in kararını takiben siyasi partiler kurulmuştur. Bu partilerden Timor Demokrasi Birliği (UDT), Portekiz ile özel bir ilişkisi olan bağımsız bir Doğu Timor kurulması amacıyla kurulmuştur. Bir diğer parti olan Bağımsızlığı Savunan Timor Devrimci Cephesi (FRETILIN) emperyalist güçlerden tamamıyla özgürlüğünü ele geçirmiş, bağımsız bir Doğu Timor isteği ile gündeme gelmiştir. FRETILIN aslen Marksist bir parti olarak kurulmuştur. Bu sebepten ötürü parti programı yalnızca Endonezya’yı değil, bölge ülkelerini de rahatsız etmiştir. Timor Demokratik Halk Birliği (APODETI) ise Endonezya’ya bağlanmayı isteyen gruplar tarafından kurulmuştur. 1975 seçimlerinde FRETILIN oyların yarısından fazlasını almış, fakat iktidar için UDT ile koalisyon kurmuştur. Seçim atmosferinde adanın doğu tarafındaki gerginlik artmış, çatışma unsurları sahaya taşınmıştır. FRETILIN bu çatışma unsurları dolayısıyla silahlı kanadı FALINTIL’i oluşturmuş, başkent Dili’yi ele geçirmiştir. UDT ve APODETI partileri ise Endonezya’ya bağlanma fikrini savunan bir koalisyona bürünmüştür. Bütün bunların gölgesinde, 28 Kasım 1975 yılında, FRETILIN tarafından bağımsızlık ilan edilmiştir.

Timor Adası, tarihsel olarak Endonezya takımadasının bir parçası olarak kabul edilmektedir. 16. yüzyılda bölgede Avrupalı sömürgeci güçlerin mücadelesi başlamış olup, 1944 yılına kadar Portekiz ve Hollanda’nın ada üzerinde egemenliği söz konusu olmuştur. 1944 yılında Japonya tarafından ada işgal edilmiş, Hollandalıların bölgeden çıkartılması sağlanmıştır. İşgalin sona ermesi ve ardından Endonezya’nın bağımsızlığın ilan etmesiyle, Batı Timor, Endonezya‘nın egemenliğinde kalmıştır. Öte yandan Doğu Timor ise tekrardan Portekiz egemenliğine girmiştir.  Portekiz’in bölgedeki sömürge halkına self determinasyon hakkını tanıyacağını açıklamasının ardından Endonezya adanın bu bölümündeki gelişmeleri yakından takip etmiştir. Bu durumun iki önemli sebebi bulunmaktadır; ülkeye çok yakın bir yerde Marksist bir devletin olmasını istememesi ve tarihsel olarak da Endonezya takım adası olarak görülen bu bölgenin topraklara katılması isteğidir. Smith’e göre, aynı dönemde bir başka Portekiz sömürgesinin Hindistan tarafından ele geçirilmesine tepki gösterilmemesi Endonezya bu isteği için cesaretlendirmiştir (2001, s. 25-53).

İç savaşın ardından gelen bağımsızlık ilanından sadece bir gün sonra -29 Kasım 1975’te-, Endonezya Dışişleri Bakanı Doğu Timor’u Endonezya topraklarına kattıklarını bir bildirge ile dünyaya açıklamıştır. 7 Kasım 1975 yılında, ABD Başkanı Ford ve Dışişleri Bakanı Kissinger’ın Endonezya ziyaretinden bir gün sonra, Endonezya Silahlı Kuvvetleri işgale başlamıştır. BM Genel Kurulu 11 Aralık 1975 tarihindeki toplantısında 3485 sayılı BM Kararı ile olaya müdahil olmuştur. Kararın içeriğinde Doğu Timor’un toprak bütünlüğüne müdahalenin sonlandırılması, BM Şartı’na bağlı olarak bölge halkı tarafından self determinasyon ve bağımsızlık hakkının kullanılabilmesi için birliklerin derhal geri çekilmesi daveti yer almaktadır. BM Güvenlik Konseyi de 22 Aralık’ta 384 sayılı kararı ile BM Genel Kurulu’nun kararını yinelemiştir.  Portekiz’e ise BM Şartının XI. Bölüm kapsamında sorumluklarının devam ettiği hatırlatılmıştır. Pamuk’a göre bu kararın en önemli noktası; tüm devletleri ve ilgili tarafları mevcut duruma barışçıl bir çözüm bulunması ve Doğu Timor’un sömürge statüsünden çıkmasının kolaylaştırılmasına yönelik BM ile bir işbirliğine davet etmesidir (2010, s.152). BM Güvenlik Konseyi tarafından 1976 yılında 384 sayılı kararının tekrarı niteliğinde 389 sayılı karar kabul edilmiştir. BM’nin çabalarına rağmen, 17 Temmuz 1976 yılında, Endonezya Doğu Timor’u resmen topraklarına katmıştır. BM Genel Kurulu bu kararı tanımamış olup, Endonezya’ya çağrısını yinelemiştir. 1982 yılında yılından sonra ise 1999 yılına kadar mesele BM Genel Kurulu’nda tekrardan gündeme alınmamıştır. Fakat Doğu Timor’daki direniş örgütleri gerilla mücadelelerine devam etmiştir.

Endonezya’da 1998 yılında iktidar değişikliği olmuş, meseleye daha ılımlı bakan Habibie iktidarı iş başına gelmiştir. Habibie ilk başta Doğu Timor için özerklik teklif etmiş fakat FRETELIN başta olmak üzere direniş hareketinin mensupları bu öneriye sıcak bakmamışlardır. Bu vesileyle başlayan BM – Portekiz – Endonezya görüşmeleri ile ilk meyvesini 1999 yılında vermiştir (Pamuk, 2010, s. 155). 1999 yılında Endonezya Devlet Başkanı Habibie, Doğu Timor için bağımsızlığı değerlendirmeye alabileceğini açıklamıştır. Açıklamalar üzerinde bir dizi anlaşma imzalanarak 1999’un ağustos ayında bir halkoylaması düzenlenmesine karar verilmiştir. Halkoylamasının organizasyonu ve düzenlenmesi ile BM Genel Sekreteri sorumlu olacaktır. Halkoylamasının gerçekleşmesi için bölgeye BM Gücü gönderilmesi kararlaştırılmıştır. BM Genel Kurulu 11 Haziran 1999 yılında Birleşmiş Milletler Doğu Timor Misyonu (UNAMET) kurulması yönünde bir karar alınmıştır.

1975 ile 1999 yılları arasında süren uzun direniş mücadelesi sonucunda yüzbinlerle insan göç etmek zorunda kalmıştır. Kaldı ki savaş sürecinde Doğu Timor’un nüfusunun yüzde 10’unu kaybettiği de hesaba katılırsa, seçmen kaydı oluşturmak tahmin edilenden çok daha uzun sürmüştür. Bu sebeple halkoylamasının 30 Ağustos 1999 tarihine ertelenmesine karar verildi. BM’nin büyük çabaları sonucunda 451.792 seçmenin kaydı yapılmıştır. Seçmenlerin yüzde 95’i halk oylamasına katılım göstermiştir. Seçimde sorulan soru, Doğu Timurluların, Endonezya’ya bağlı bir özerklik isteyip istemedikleriydi.  Halkoylamasının sonucunda çıkan karar ise hayır; yani, tam bağımsızlıktır. Yapılan antlaşmalar gereği Doğu Timor yönetiminin BM’ye devredilmesi ve BM’nin de geçiş hükümeti kurarak bağımsızlık sürecini desteklemesi kararlaştırılmıştır. Fakat bu yönetimin devir süreci sancılı gerçekleşmiştir. Endonezya’nın desteklediği iddia edilen, Endonezya’ya bağlanmak isteyen milisler şiddete başvurmuştur. Buradaki önemli husus, iddia eden tarafın, BM tarafından görevlendirilen ve bölge hakkında bir rapor sunması istenilen ekip olmasıdır. Önemli olmasının sebebi ise, sunulan raporun ardından BM Güvenlik Konseyi’nin tavsiyelere uyup BM Şartı’nın VII. Bölümü çerçevesinde, uluslararası bir güç kurmaya vermiştir.  Böylelikle, BM’nin geçiş hükümeti misyonunu üstlendiği UNTAET misyonu oluşturulmuştur.  

 

Doğu Timor BM Misyonu: BM Geçiş Hükümeti (UNTAET)

BM Güvenlik Konseyi’nin 1272 sayılı kararı ile UNTAET’e, bölge genelinde yargı yetkisi de dahil olmak üzere tam yasama ve yürütme yetkisi verilmiştir. BM Genel Sekreterinin atayacağı özel temsilci, Geçici Yönetici sıfatıyla görevlendirilecektir (Doyle & Sambanis, 2006). BM Genel Sekreterinin atayacağı Özel Temsilci, Geçici Yönetici sıfatıyla, yeni hukuki yasa ve düzenlemeler koymaya ve yürürlükte olanları değiştirmeye, yürürlüğünü durdurmaya ve yürürlükten kaldırmaya yetkili kılınmıştır. O halde, Özel Temsilci Geçici Yönetici sıfatıyla, kendisine tanınan yasama yetkisi çerçevesinde tek kural koyucuydu. Ayrıca, bu misyonu korumak ve ulusal güvenliği sağlamak üzere 1640 uluslararası polis birimi ve 8950 kişiye kadar silahlı askeri bir güç bulundurulmasına karar verilmiştir (BMGK, 1272/1999).  Özel Temsilci/Geçici Yönetici olarak Sergio Veira de Mello atanmıştır. Artık karar alıcı aktör olarak BM, yetkilerini kullanmaya başlamıştır. Güvenlik Konseyi’nin müteakip 1319 ve 1338 sayılı kararları UNTAET’in görev süresini uzattı ve bu görevlere ek olarak “Doğu Timor halkına yetki verilmesi için daha fazla tedbir alınması” yönünde çağrıda bulunmuştur.

UNTAET üç işlevsel birimden oluşmaktaydı: a) Yönetişim ve Kamu Yönetimi Birimi, b) İnsani Yardım ve Acil Durum Rehabilitasyonu Birimi, c) Askeri birimdir. Yönetişim ve Kamu Yönetimi Birimi, sivil polis, yargısal işler, ekonomik, finansal ve kalkınma işleri, kamu hizmetleri, seçim işlemleri ve bölgesel yönetimler alt birimlerinden oluşmaktadır. 1272 sayılı BM Güvenlik Konseyi kararına göre UNTAET’in görevleri: a) Tüm Doğu Timor ülkesinde güvenliğin sağlanması ve asayişin/kamu düzeninin temin etmek; b) Etkin bir yönetimi tesis etmek; c) Kamu ve sosyal hizmetlerin gelişimine yardımcı olmak; d) İnsani yardım ile rehabilitasyon ve gelişme yardımlarının dağıtılması ve koordinasyonunu sağlamak; e) Öz-yönetim için kapasite geliştirmeyi desteklemek; f) Sürdürülebilir gelişme için şartlarını oluşturulmasına yardım etmektir(BMGK, 1272/1999; aktaran Pamuk, 2010, s.162).

 

Karar Alıcı Aktör Olarak BM: Geçiş Hükümetinin Uygulamaları

Geçiş Hükümeti’nin önündeki en büyük sınamalardan birisi yargı alanıdır. Endonezya’nın işgalinin sona ermesiyle birlikte, ülkedeki yargı kurumları neredeyse çalışmayacak durumdadır. Yapılan ilk yasama faaliyetleri de doğal olarak yargı alanında gerçekleşmiştir. Bu sebeple, ‘’Geçici Yargı Hizmetleri Komisyonu’’ oluşturulmuştur. Bu komisyonun görevleri arasında geçici yöneticiye yargı ve savcılık kurumları ile ilişkili önerilerde bulunmak, bu kurumların etik çerçevesinin hazırlanması ile ilgili bir rehber hazırlamak, hâkim ve savcıların atamaları, denetimleri ile ilgili konularda yardımcı olmak gibi faaliyetler bulunmaktadır.  1975 ile 1999 yılları arasında devam eden çatışmalardan ötürü nitelikli insan sayısında çok büyük bir azalma olması beklenen bir durumdu. Bu sebeple yargı alanında nitelikli avukat, savcı, hâkim sayısı çok azdır. Bu yüzden sadece dört bölgede (Dili, Baucau, Oecussi ve Suai) mahkemelerin faaliyet yürütmesi mümkün olmuştur. Mahkeme yapısında da düzenleme yapılmıştır. Geçici Yönetici’nin düzenlemesiyle birlikte çift dereceli yargı sistemine geçiş yapılmış olunup bu mahkemeler; Bölge Mahkemeleri ve Temyiz Mahkemesidir. Temyiz Mahkemesi Başkanı 2001 yılından sonra mahkemelerin yönetiminden sorumlu olarak atanacaktır. Bütün bu çabalara rağmen yargı sisteminin kurulması ağır ve sancılı ilerlemiştir. Engel olarak görülen şey hukuk sisteminin oluşturulmasından ziyade fiziksel altyapı eksikliği ile insan gücünün azlığıdır. Nitelikli hâkim ve savcı bulunmasının zorluğu üzerine uluslararası hakimlerin de görev alabilmesinin önü açılmak zorunda kalınmıştır (Doyle & Sambanis, 2006, s. 255).

1272 sayılı karar doğrultusunda, UNTAET bünyesinde, 1640 kişilik uluslararası bir polis teşkilatının oluşturulması öngörülmüştür. Bu kolluk biriminin başında bir emniyet müdürü bulunmakla birlikte doğrudan Özel Temsilciye bağlı olarak görevini icra etmiştir. Bu kolluk birimi, kamusal asayişi ve düzeni sağlamak ile görevlendirilmiştir. Aynı zamanda yerel halkın arasından seçilenlerin eğitilmesi ve böylelikle geçiş hükümetinin ardından emniyet birimlerinin yerleşmiş olması planlanmıştır. Daha sonraları polis biriminde görev yapan 126 Doğu Timorlu yönetim kademelerinde yer alacaklardır. Oluşturulan polis birimi Doğu Timor Ulusal Polis Birimi (PNTL) adını almıştır. Yine 1272 sayılı karara bağlı olarak bir de ulusal ordunun kurulması kararlaştırılmıştır. Önceleri uluslararası bir savunma gücü görev alırken zamanda Doğu Timor Savunma Gücü (F-FDTL) oluşturulmuştur. Fakat bu iki kurum için ayrı ayrı bir düzenleme öngörülmemiştir.

Aralık 1999’da kurulan on beş üyeli Ulusal Danışma Konseyi’nin kurulması için çalışmalar başladı. Ancak Doğu Timorlu katılımcılar bunun onlara herhangi bir siyasi güç vermediğini düşünmekteydiler. Ulusal Danışma Konseyi’nin başkanı BM Özel Temsilcisi/Geçici Yöneticinin kendisi idi. Bunun üzerine Konsey, Haziran 2000’de çeşitli Doğu Timorlu bölgesel, siyasi ve sivil toplum liderlerinden oluşan otuz üç üyeli bir konseyle değiştirildi. Ulusal Konseyin Ulusal Danışma Konseyinden farkı sadece yasama faaliyetlerine ilişkin yetkiler ile donatılmış olmasıdır. Bu düzenleme Geçici Yönetim Kabinesinin oluşturulmuştur. Yeni konsey, Temmuz 2002’de Birinci Geçici Hükümet’in kurulmasını onayladı. Birinci Geçici Hükümet, Doğu Timorlu dört ve UNTAET yetkilileri oluşan dört kişiden oluşan sekiz üyeli bir kabineden oluşturuldu. Ulusal Konsey’in yasama ile ilgili taslak düzenlemelerinin onay mercii yine de Özel Temsilci/Geçici Yönetici olarak kalmıştır. Ulusal Danışma Konseyi’nin geliştirilmesi ve Birinci Geçiş Hükümeti ile BM çabalarına meşruiyet sağlanmaya çalışılmıştır. Bunun sebebini daha sonra inceleyeceğiz (Doyle & Sambanis, 2006, s. 250).

UNTAET’in en önemli faaliyeti ise Doğu Timor Anayasası’nın oluşturulmasıdır. Anayasalar, yasama, yürütme ve yargı gibi devletin temel organlarının kuruluşunu, işleyişini ve bu organlar arasındaki karşılıklı ilişkileri ve devlet karşısında vatandaşların temel hak ve hürriyetlerini düzenleyen hukuk kurallarıdır. Normlar hiyerarşisinin en tepesinde bulunurlar. Doğu Timor Anayasası’nın yapılması ve kabul edilmesi için Kurucu Meclis oluşturulmasına karar verilmiştir. 30 Ağustos 2001’de, yeni bir anayasa taslağı hazırlayıp bağımsızlık sonrası ilk yasama organı olarak görev yapacak olan seksen sekiz üyeli Kurucu Meclis için seçimler yapıldı. Kurucu Meclisin kurulması hakkındaki düzenleme, meclisin yasama organı olarak görev yapmaya devam etmesine olanak tanımıştır. Kurucu Meclisin 88 kişiden oluşması öngörülmüştür. 88 kişinin 13 tanesi, 13 bölgenin temsilcilerinden, 75 tanesi ise seçimle alınacak oylara göre belirlenecektir (Pamuk, 2010, s. 187). Anayasa’nın hazırlanma süreci için 13 bölgede Anayasa Komisyonları kurulmuştur. Doyle ve Sambanis’in belirttiğine göre yaklaşık 38 bin kişi bu komisyonlarda çalışmalara katılmıştır (2006, s.253). 10 Eylül 2001’de Kurucu Meclis resmen göreve başlamıştır. Geçici yönetici tarafından, tamamı Doğu Timorlu olan, yeni bir kabine atanmıştır. 14 Nisan 2002’de, BM bölgenin ilk cumhurbaşkanlığı seçimlerini düzenlenmesini sağladı. Oylama sonucunda FALINTIL’ın eski lideri Xanana Gusmão yüzde 82,7 oyla ilk başkan olarak seçilmiş oldu. Doğu Timorlular ilk kez kendi başkanlarını kendi oylarıyla seçmiş oldular.

Doğu Timor, küçük bir devlet olmasına rağmen doğal kaynaklar bakımından zengin devletler arasında yer almaktadır. Özellikle Timor-GAP bölgesinde zengin petrol ve doğalgaz yatakları bulunmaktadır. Endonezya’nın işgali sırasında bu bölgedeki doğal kaynakların paylaşımı için Endonezya ve Avustralya arasında anlaşma sağlanmıştı. Kısacası bu kaynaklar, Timor-GAP bölgesinde yer almasına rağmen, komşu ülkelerce paylaşılmıştır. Bu sebeple ekonomi, UNTAET misyonu tarafından neredeyse sıfırdan inşa edilmesi gerekmiştir. Daha önce de bahsettiğimiz gibi Kosova ve Doğu Timor BM misyonları arasında ilklerin yaşandığı misyonlar olmuştur. Her ikisinde de elbette göze çarpan BM’nin karar alıcı aktör olarak bu iki ülkede geçiş hükümeti kurmasıdır. Buna ek olarak, Doğu Timor’da BM ve Dünya Bankası bir arada çalışmıştır. Böylelikle ekonomik kalkınma için Dünya Bankası tarafından hazırlanan programlardan faydalanılması öngörülmüştür. Dünya Bankası, Ortak Değerlendirme Misyonu raporu kapsamında, 1999 – 2002 yılları için 300 milyon dolara ihtiyaç duyulduğunu saptamıştır. Yine bu yıllar arasında Dünya Bankası, 150 milyon dolar tutarında yardımda bulunmuştur fakat bu miktar toplanan yardımların arasında küçük bir orandadır.  1999 – 2002 yılları arasında Doğu Timor’u yapılan yardımların toplamı 2 milyar doları geçmiştir. UNTAET maliyenin yapılanması için de hukuki altyapısal hazırlıklara girişmiştir. İlk olarak Doğu Timor Mali İdaresi faaliyete geçirilmiştir. Ülkenin resmi para birimi olarak ABD doları kabul edildi. Vergilendirmeye yönelik de düzenlemeler gerçekleşti fakat kapsamlı düzenlemelerin tamamlanması için üç ay daha beklemek zorunda kalınmıştır (Doyle & Sambanis, 2006, s. 252).

UNTAET’in odaklandığı bir diğer kamu politikası alanı sosyal politikalar olmuştur. 1975’te başlayan işgal ve akabinde ortaya çıkan direniş ve iç çatışmalar 1999’a kadar sürmüştür. 1970-1980 yılları arasında 200 bin sivilin hayatını kaybettiği tahmin edilmektedir. Çatışmaların en yoğun olduğu dönem olan 1991-1999 yılları arasında çok sayıda kadın tecavüze uğramış, binlerce çocuk kaçırılmış, binlerce insan hayatı son bulmuş ve yine yüzbinlerce insan yerlerinden edilmiştir. Bağımsız Doğu Timor devletinin inşasında en büyük sınama alanlarından birisi çatışmaların yarattığı insan hakları boyutuydu. UNTAET, 100’den fazla STK ile koordineli çalışmalar yürütmeye çalışmıştır. STK’lar eğitim, sağlık, cinsiyet eşitliği ve diğerler birçok alan dahil olmak üzere UNTAET ile eşgüdüm içinde çalışmıştır (Doyle & Sambanis, 2006). İç savaşın yarattığı en büyük sorunlardan bir tanesi göç meselesidir. UNHCR, mültecilere yardım etmek için Mayıs 1999’da Doğu Timor’da operasyonlara başladı. Referandum sonrası şiddet olaylarının ardından, Doğu Timor nüfusunun yaklaşık dörtte biri (250 bin kişi) Batı Timor’daki mülteci kamplarına kaçmıştı. UNHCR, Uluslararası Göç Örgütü ve UNTAET ile yaklaşık 200-220 bin arası mültecinin dönüşünü organize ederek ulaşım, bilgi ve koruma sağladı. Bağımsızlıktan sonra Batı Timor’da yaklaşık 30-50 bin arası mülteci ise kalmaya devam etmiştir. Kalan mültecilerin dönüşleri için halen çalışmalar devam etmektedir (Janowski, 2002). 2012 yılında ise UNHCR ülkedeki ofisini kapatmıştır. Sosyal politikaların belki de en önemlisi, ‘Kabul, Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu’nun (CAVR) kurulması olmuştur. Bu komisyon, 1974’te başlayan iç savaştan 1999’da Endonezya birliklerinin çekilmesine kadar ki süreçte işlenen insanlık karşıtı suçlar hakkında raporlar hazırlamıştır. 2006 yılında paylaşılan 3500 sayfalık CAVR raporu, 25 yıllık savaş birikiminin en çarpıcı örneklerini sunması, bir ulus devletin kuruluşunun her bir adımını içermesi sebebiyle önemlidir. CAVR ile eski iç savaş suçlularının yargılanması, topluma tekrardan kazandırılması ve affedilmesi gibi çeşitli faaliyetler yürütülmüştür.

 

BM’nin Kamu Politikalarının Başarısı/Başarısızlığı Üzerine Değerlendirme

Güvenlik Politikaları

BM’nin Doğu Timor sorununa çok daha güvenlikçi perspektiften yaklaşmasının asıl sebebi olarak, Sovyetlerin çöküşü ile Bosna’ya müdahale edememenin getirmiş olduğu pişmanlık gösterilmektedir. Bosna Savaşı’nda olduğu gibi eğer savaşa müdahale edilmezse çatışma facia ile sonuçlanır kaygısı, BM’nin özgüvenini arttırmıştır (Çınar, 2016, s. 107). Çatışmaların son bulması UNTAET misyonunun çalışmasına da zemin hazırladığı için, BM’nin güvenlik politikası literatürde de büyük bir başarı olarak kabul edilmektedir.

Fakat zamanla UNTAET’in başarısız kaldığı birçok sorun gün yüzüne çıkmıştır. Yukarıda da bahsedildiği üzere, kurulan polis gücü ile silahlı kuvvetler arasında bir yetki düzenlemesi yapılmamıştır. Doğu Timor Ulusal Polis Birimi (PNTL) ile Doğu Timor Savunma Gücü (F-FDTL) arasında yetki çatışması ortaya çıkmıştır. Bunun sonucunda 2006 yılında kısa süreli bir iç savaş yaşanmıştır. F-FDTL’nin bazı mensupları silahlarını bırakıp, kışlalarını terk etmiştir. Kısa sürede hem ordudan hem de halktan destek bulan F-FDTL, PNTL ile çatışmasına hükümeti ve hükümet programlarını da dahil etmiştir. F-FDTL mensuplarının iddiasına göre, Doğu Timor’un Doğu tarafında yer alanlar yapılan reformlardan faydalanırken, Batı bölgesinde yer alanlar dışlanmıştır. 24-28 Nisan 2006’da sokak gösterileri ile başlayan süreç kısa sürede çatışma unsurlarına yerini bırakmıştır. Doğu Timor’un 10 Batı ili Hükümet’i boykot etmiş, F-FDTL’yi desteklemiştir. Bu gelişme ile binlerce kişi tutuklanmış ve iç savaş derinleşmiştir. Çatışmaların artmasından dolayı 150 bin kişi yerlerinden edilmiştir. İç savaşın büyümesi üzerine Doğu Timor, BM Barış Gücü’nden yardım istemek zorunda kalmıştır (Çınar, 2016, s. 99).  Çatışmanın bir diğer sebebi olarak, BM’nin, Doğu Timor Hükümetinin egemenliğini teslim etmek konusunda çok ağır davranması gösterilmiştir. Hatta, BM Barış Gücünün Doğu Timor’u tam olarak terk etmesi 2012 yılında gerçekleşmiştir.

Siyasi Politikalar

Diğer bir başarı ise Anayasanın oluşturulmasıdır. Bu süreç başarılı bir dizi seçimlerle de devam etmiştir. Anayasanın bir başarı olmasının çeşitli sebepleri bulunmaktadır. İlk sebebi, Doğu Timor Anayasası, Doğu Timor’da ulus kimliğinin oluşturulmasına katkı sağlayan hukuksal bir zemindir. Bilindiği üzere Anayasalar, bir ülke içerisindeki ‘vatandaş’ kavramını da açıklayan hukuksal metinlerdir. Yaklaşık üç yüzyıl sömürge tarihi ve çeyrek asırlık işgal tarihi göz önünde bulundurulursa, milli bilincin beklenenden daha hızlı bir sürede oluşturulması önemli bir başarıdır. Endonezya adayı topraklarına katıncaya kadar, Doğu Timor’da yaşayanları kapsayan bütüncül bir etnik bir kimlik var olmamıştır. Melanesian ve Austronesian göçü Doğu Timorluların etnik kökenini oluşturmuştur (Çınar, 2016, s. 89). Anayasanın bir diğer önemi demokrasi kurumlarının yasal zeminlerinin oluşturulması, bu yasal zeminlere dayanarak siyasal partiler ve seçim sisteminin düzenlenebilmiş olmasıdır. Anayasanın yürürlüğe girmesini takiben yapılan devlet başkanlığı seçimleri ve bu seçimlerde yarışan çeşitli partilerin varlığı  başarının bir göstergesidir. Anayasa yapım sürecine de yerel halkın da çalışmalara eklenmesi önemli bir adımdır. Referandumdan sonra geçen 13 yıl içinde Doğu Timor, BM İnsani Kalkınma Endeksi bünyesindeki insan hakları, eğitim ve diğer göstergelerde istikrarlı bir ilerleme kaydetmiştir. Polis, mahkemeler ve cezaevleri kurularak yavaş yavaş bir hukuk devleti ortaya çıkarılmıştır. Literatürde ve BM raporlarında yer alan bu başarılardan hareketle, BM’nin kısa vadede büyük işler başarmıştır.

Bir diğer sorun ise, yukarıdaki bilgilerden de anlaşılabileceği üzere, UNTAET’in bölge ile ilgili sıfırdan temel atma çabalarıdır. Poz’a göre, UNTAET bölgeye terra nullius (sahipsiz toprak) olarak yaklaşmıştır bölgenin yerel birikimleri yok sayılmıştır (Dibley, 2014, s.34 ; aktaran Poz, 2018, s.191). Doyle ve Sambanis, Bölgesel Anayasa Komisyonları aracılığıyla, halkın anayasa yapım sürecinde etkin bir biçimde görev aldığı ve temsil edildiği yönünde tezler ortaya atmışlardır. Fakat, aşağıda da değineceğimiz üzere, bu komisyonların daha çok doğuda yer alan tarafların etkisi altında kaldığı düşünülmektedir. Strating’de, UNTAET’in, siyasi kurumları teknik ve teorik bilgilerden kopmadan, safi Batıcı Weberyan örneğine uygun oluşturmasını eleştirmiştir. Bu sürecin var olan sosyo-politik tecrübeleri görmezden geldiğini vurgulamıştır (Strating, 2016, s. 6). Nixon’da ortaya çıkan anayasanın tamamıyla Batı modelini, özellikle Portekiz, örnek almasından ötürü eleştirmiştir (2012, s.126-127).  Bu konuda yapılan bir diğer eleştiri, BM’nin, aşırı merkeziyetçi bir devlet yönetimi uygulaması ve yerelin temsiline izin verilmemesidir. Yukarıda da değinildiği üzere, UNTAET yasama, yürütme ve yargı erklerini tam olarak kullanmakla yetkilendirilmişti. Bu yetkiler, Kurucu Meclis kurulana kadar, doğrudan ve tek başına Geçici Yönetici tarafından kullanılmıştır. Bu durum ileride Geçici Yönetici Sergio Mello tarafından da otoriter olması dolayısıyla eleştirilmiştir (aktaran Strating, 2016, s.6). Danışma Komisyonu ve Kurucu Meclisin de başkent Dili merkezli yaşlı elitlerden oluşması, daha sonra gelen genç jenerasyonların kamu politikası karar mekanizmasından dışlandıklarını hissetmelerine sebep olmuştur (Bexley, 2017, s.108).   Bu sebeple Doğu Timorluların yönetime etkilerinin asgari düzeyde tutulması, kamu politikası yapım aşamasına etkilerinin marjinal düzeyde kalması ve ülkenin gelecek mimarisinin nasıl şekilleneceği ile ilgili neredeyse etkisiz kalmaları dolayısıyla Bağımsız Doğu Timor Devleti, zayıf bir demokrasi anlayışı ile dünyaya gelmiştir.

Yargısal Politikalar

Yargısal politikalar da kısa vadede başarılı olmasına karşın orta vadede başarısız olarak nitelendirilmiştir. Bunun ilk sebebine yukarıda da değindiğimiz gibi, normların hazırlanması sürecinde temsil eksikliği olmuştur. Diğer neden ise kanunların Portekizce kaleme alınması olarak gösterilmiştir (Marriot, 2013). Doğu Timor’da iki resmi dil kabul edilmiştir: Portekizce ve Tetum. Yargısal refomların yapıldığı dönemde nüfusun yalnızca yüzde 10’u Portekizce konuşuyor olmasına rağmen, hukuksal normların dili olarak Portekizce seçilmiş olması literatürde çok sık eleştirilen bir konu olmuştur. Bu sebeple Doğu Timorlular, geleneksel mahkemelerin daha kolay ulaşılabilir olduğunu düşünmekteler (Poz, 2018, s. 193).

İnsanların adalete olan inancının aslen daha önce kırıldığını söylemek mümkündür. CAVR, kurulmasına müteakip, 3500 sayfalık bir rapor hazırlamıştı. Bu rapordan önce BM raporlarında da yaşanılan yağmaların, katliamların ve tecavüz gibi suçların yer aldığı görülmektedir. Fakat 1999 yılında uluslararası mahkeme kurulması teklifi edilse de uluslararası kamuoyu bu konuda çok istekli davranmamıştır. Özellikle ABD’nin bu teklife sıcak bakmaması göze çarpmaktadır (Çınar, 2016, s. 97). BM’nin UNTAET ile geçiş hükümetini kurmasına rağmen de bu konudaki çabaların boşa çıkması halkın yargı sistemine güvenini etkilediğini söylemek yanlış olmayacaktır.

Ekonomik Politikalar

Yukarıdaki sorunların orta vadede ortaya çıktığı gözlemlenmişti. Fakat ekonomik sorunlar kısa, orta ve uzun vadede de büyük bir başarısızlık olarak görülmektedir. 1999-2002 yılları arasında, Dünya Bankası, BM ve bağışçı ülkeler de dahil, Doğu Timor’a yapılan toplam yardımlar 2 milyar doları bulmuştur. Fakat bu tutarın büyük bir bölümü BM çalışanlarına, güvenlik güçlerine ve BM’nin oluşturduğu kurumlarda çalışan yerel insanlara harcanmıştır (Doyle & Sambanis, 2006, s.252). Bu yardımların, ülkenin kurum ve kuruluşlarına harcanmamış olması doğal olarak eleştirilmiştir.

Dünya Bankası ve BM’nin iş birliği içerisinde ekonomik reformlar yaptığına değinilmişti. Fakat bu reformlar da başarısız olmuştur. Doğu Timor’un ekonomisi büyük ölçüde petrol ve doğalgaz ihracatına dayanmaktadır. 2018 OEC raporlarına göre, Doğu Timor’un mal ihracatı 67.3 (yaklaşık 40 milyon doları petrolden gelmektedir) milyon dolar, hizmet ihracatı ise 97,3 milyon dolar olarak hesaplanmıştır. Yine aynı rapora göre ise ithalat tutarı 470 milyon dolar olarak hesaplanmıştır. Gayri safi yurtiçi hasıla GSYH) büyüme oranı ise eksi yüzde 41,2 olarak hesaplanmıştır (The Observatory of Economic Compexity, 2018). Ülkenin ekonomisinin temel taşlarından olan Bayu Unda gaz rezervinin 2022’de tükenmesi öngörülmektedir (Enerji Günlüğü, 2018).  Halihazırda bütçe açığı problemi ile karşılaşan Doğu Timor için gelecekte ekonomik problemlerin ortaya çıkması beklenmektedir.

 

Sonsöz 

BM, 2006 yılında ortaya çıkan iç çatışmaların sona ermesi için tekrardan bir misyon oluşturmuştur. Bu misyon sırasında konu ile ilgili bir BM raporu hazırlanmıştır. Bu rapora göre, Doğu Timor’daki en büyük eksiklik oluşturulan kurumların sorunların çözüme dair halk ile yeterli derecede irtibata geçememesi gösterilmiştir. Ek olarak, adalet sistemini yönetecek mekanizmaların yeterli seviyede olmadığı ileri sürülmüştür (BM, 2009; aktaran Çınar, 2016, s.101)

Son olarak, UNTAET’in başındaki isim, Geçici Yönetici Sergio Mello, misyonun otoriter olduğunu, direktiflerin ve politikaların yer yer güç kullanılarak dayatıldığını söylemiştir. Geçiş Hükümetinde yasama, yargı ve yürütmenin tek elde toplanmış olmasını eleştirmiş Doğu Timorluların  sürece dahil edilemediğini söylemiştir (aktaran Strating, 2016, s.6).

 

AHMET CAN YILDIZTEKİN

Uluslararası Örgütler Staj Programı 

 

 

KAYNAKÇA

Anderson, J. (1994). Public Policymaking: An introduction.

Çınar, Y. (2016). Çatışma Sürecinden Devlet İnşasına: Doğu Timor. Bilge Strateji, 85-112.

Doyle, M. W., & Sambanis, N. (2006). Making War and Building Peace: United Nations Peace Operations. New Jersey: Princeton University Press.

Dye, T. R. (1987). Understanding Public Policy.

Janowski, K. (2002). The UN Refugee Agency. UNHCR: https://www.unhcr.org/news/latest/2002/12/3e1060c84/east-timorese-refugee-saga-comes-end.html adresinden alındı

Laswell, H. (1936). Politics: Who Gets What, When and How?

Laswell, H. (1951). The Policy Orientation.

Nixon, R. (2012). Justice and Governance in East Timor. Indigenous Approaches and the ‘New Subsistence State’. London: Routledge.

Pamuk, İ. (2010). Uluslararası Hukukta Yeni Bir Kavram Olarak Uluslararası Yönetimler . Doktora Tezi. İstanbul: Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü .

Poz, A. D. (2018). ‘Buying Peace’ in Timor-Leste: Another UN-success Story? Peace Human Rights Governance.

Smith, A. L. (2001). The Role of the United Nations in East Timor’s Path to Independence. Asian Journal of Political Science, 25-53.

Strating, R. (2016). Social Democracy in East Timor. Londra: Routledge.

(2018, Mart 8). Enerji Günlüğü: https://www.enerjigunlugu.net/avustralya-ve-dogu-timor-petrol-ve-gaz-paylasiminda-anlasti-26342h.htm adresinden alındı

The Observatory of Economic Compexity. (2018). OEC World: https://oec.world/en/profile/country/tls adresinden alındı

Yıldız, M., & Sobacı, M. Z. (2015). Kamu Politikası ve Kamu Politikası Analizi: Genel Çerçeve. Kamu Politikası: Kuram ve Uygulama. içinde

Ayrıca bkz.:

BM Genel Sekreteri Raporları:

https://peacekeeping.un.org/sites/default/files/past/etimor/docs/UntaetDr.htm

BM Güvenlik Konseyi Kararları:

https://peacekeeping.un.org/sites/default/files/past/etimor/docs/UntaetDr.htm

 

 

 

 

 

 

 

Avrupa Birliği’ne Üyelik Sürecinde Sivil Toplum Kuruluşlarının Rolü: TÜSİAD Örneği

Özet

Bu çalışmada, Türkiye’nin Avrupa Birliği üyelik sürecindeki en büyük yardımcılarından olan, gerek iç politikada gerekse dış politikada üyelik için çaba gösteren TÜSİAD’ın kendisine, kuruluş amaçlarına ve en önemlisi; AB yolundaki faaliyetlerine bakılacak, bu faaliyetler incelenecek, ülkemizde ve faaliyette bulunduğu diğer ülkelerde politikaya olan etkilerine değinilecek ve bunları hangi metotlar ile, nasıl gerçekleştirdiğine odaklanılacaktır. Bu çalışmada, politika yapım sürecinde devlet dışı bir aktör olan TÜSİAD’ın AB üyelik sürecindeki etkisi araştırılmış ve günümüzde ulaştığı konuma nasıl geldiği ele alınmıştır.

Anahtar Kelimeler: TÜSİAD, Avrupa Birliği (AB), Lobicilik, TÜSİAD’ın faaliyetleri

 

Giriş

Türkiye’nin Batı ile arasında uzun zamanlara dayanan tarihsel bir ilişki bulunmaktadır. Bu ilişki, Avrupa Birliği’nin kurulması ile devam etmiş ve hız kazanmıştır. AB temelde ekonomik çıkarlı bir örgütlenme olsa da zamanla, siyasi, politik bir örgütlenmeye dönmüş ve üyesi bulunan ülkelere bu alanlarda avantaj sağlamıştır. Türkiye Cumhuriyeti de bu avantajlardan yararlanmak için birliğe üye olmak adına faaliyetlerde bulunmuştur. AB’ye üyelik için faaliyette bulunan bir diğer aktör de, Türkiye’nin o dönemdeki önde gelen iş adamları tarafından kurulan TÜSİAD olmuştur.

TÜSİAD, 1971 yılında kurulmuş ve daha ilk yıllarından itibaren ortaya koyduğu faaliyetler ile AB üyeliği konusuna tanıdığı önceliği Türk ve Avrupa kamuoyuna göstermiştir. TÜSİAD’ın, kamuoyu ve politika yapım sürecindeki aktörler üzerinde etkinliğini her geçen gün arttırdığı görülmüş, etkin bir baskı grubuna dönüştüğü gözlemlenmiştir. Gerek üyesi olduğu Avrupa Sanayi ve İşveren Konfederasyonları Birliği (UNICE) sayesinde gerekse yurtiçi ve yurtdışındaki temsilcilikleri ile yürüttüğü faaliyetleri, AB sürecinde olumlu etkiler bırakmıştır. Çalışmamızın devamında AB’ye üyelik sürecindeki bu TÜSİAD faaliyetleri incelenecektir.

 

Avrupa Birliği 

En yalın tanımlamasıyla Avrupa Birliği, ekonomik ve siyasal hedefleri olan bir bölgesel bütünleşme projesidir. Bu projenin ekonomik entegrasyon biçimlerini kabaca; Serbest Ticaret Alanı (STA), Gümrük Birliği (GB), Ortak Pazar (OP), Parasal Birlik (PB) ve Ekonomik Birlik (EB) olarak beş kategoride toplamak mümkündür. Bunlardan ilki olan STA’da üye ülkeler arasında mal ve hizmet dolaşımının önündeki gümrük engelleri kaldırılmıştır; GB’de STA’ya ilaveten üçüncü ülkelere karşı ortak gümrük tarifeleri uygulanır; OP’de mal ve hizmetlerin yanı sıra işgücünün dolaşımı da serbest hale getirilir; PB’de OP’ye ilaveten ortak bir para birimi kullanılır; en sonuncusunda ise tüm ekonomik politikalar ortaklaştırılır. Bu çerçevede AB ilk üç aşamayı geride bırakmış, dördüncüsüne başlangıç yapmış ve ilerde beşinci aşamayı hedefleyen, ekonomik hedeflere siyasal hedefleri de ekleyerek dünyadaki bölgesel bütünleşme çabalarının en başarılı örneği olma yolunda ilerleyen bir projedir (Acar, 2001).

Diğer bir tanımıyla ise Avrupa Birliği, üye devletlerin sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel alanlarda birbirleriyle dayanışma içerisinde bulunmasını öngören, üye devletlerinin ve vatandaşlarının bir arada bulunmasıyla oluşturduğu bir yapı olarak ifade edilmektedir. Avrupa ülkelerinde yaşayan vatandaşlara AB bir yandan özgürlük, adalet ve güven ortamı sağlayarak daha etkili olacak rekabetçi bir piyasa ekonomisi içerisinde huzurlu bir ortam geliştirmeyi hedeflemeye gayret gösterirken, diğer yandan da bir dünya aktörü olma idealini yerine getirmeyi hedefleyen politikalar geliştirmektedir (Küsdül, 2018).

 

Türkiye Cumhuriyeti – AB İlişkileri

Türkiye Cumhuriyeti ve AB arasında ilişkiler, Türkiye Cumhuriyeti’nin, Osmanlı İmparatorluğu’nun 19. yüzyıla girerken başlattığı “Batılılaşma” hamlesi çerçevesinde politikalarına devam etmesi ile başlamıştır denilebilir (Denk, 2016).

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan itibaren batı ile ilişkileri olmuştur. Kurtuluş Savaşı ile başlayan süreçte Türkiye Batıya karşı Batı yanlısı bir dış politika benimsemiştir. Bir yandan Batının sömürgeci tutumundan kaçınılırken, diğer yandan 1949 yılında Avrupa Konseyi, 1952 yılında ise NATO ile Batı bloğuna yakınlaşılmış ve 1958 yılında Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun kurulmasının ardından 31 Temmuz 1959 yılında tam üyelik başvurusu yapılmış ve bugünkü adıyla Avrupa Birliği’ne dâhil olma serüveni başlamıştır (Ercan, 2016).

 

TÜSİAD ve Amaçları

TÜSİAD 2 Ağustos 1971 tarihinde dönemin önde gelen 12 iş insanının[1] girişimi sonucunda kurulmuş ekonomik bir örgütlenmedir. Kurucular protokolü ile derneğin amacı aşağıdaki gibi ortaya konulmuştur.

“Anayasamızın öngördüğü karma ekonomi prensiplerine ve Atatürk ilkelerine uygun olarak, sanayi ve hizmet alanlarında çalışan meslek ve iş adamlarının bilgi, tecrübe ve faaliyetlerini ahenkleştirerek değerlendirmek suretiyle, Türkiye’nin demokratik ve planlı yollarla kalkınmasına ve Batı uygarlık seviyesine çıkarılmasına yardımcı olmak amacıyla kurulan Türk Sanayicileri ve İşadamları Birliği’nin devamlılığını sağlamak ve görevlerini yürütmek üzere lüzumlu mali yardımları, mutabık kalınacak esaslar dahilinde, müştereken yapacağımızı taahhüt ederiz.” (TÜSİAD, 2021).

Ülkemizin AB üyeliği sürecinin resmileşmesi basamaklarında TÜSİAD; girişimci Türk profilinin oluşması, bir iktisadi sınıf olarak özel sektörün serpilip gelişmesi, ülke ekonomisinin ilk önce ticarette daha sonra sermaye faaliyetlerinde liberalleşmesi, piyasa ekonomisinde rekabetçi bir kurum ile kurallarının çalıştırılmasında, gönüllü ve bağımsız bir iş dünyası örgütü olarak öncülük görevini üstlendiği görülmektedir (Küsdül, 2018).

Yaptığı çalışmalarıyla rekabetçi piyasa ekonomisi, sürdürülebilir kalkınma ile katılımcı demokrasi görüşünün benimsendiği toplumsal bir düzenin oluşmasını sağlamayı amaç edinmektedir. Genel Merkezi İstanbul’da bulunan TÜSİAD’ın, Ankara, Brüksel, Washington, Berlin, Londra, Paris ve Pekin’de de temsilcilikleri mevcut olup bu temsilcilikler aynı amaçla görevlerini yerine getirmektedirler (Küsdül, 2018).

TÜSİAD kuruluşundan itibaren AB üyelik arzusunun, ülke içinde sivil toplum kuruluşlarına sağlayacağı faydaların farkında olarak, çeşitli temaslar ve çalışmalarla sürece destek olmuştur. Derneğin tam üyelik için yürüttüğü çalışmalar üç hedef kitleye yönelik olmuştur. Bunlardan ilki Türkiye ve AB üyesi ülkelerin kamuoyudur. İkincisi politikacılar, iktidar partileri, hükümetlerdir. Üçüncü hedef kitle ise Birliğin karar alma sürecinde etkili olan kurum ve kişilerdir (Ercan, 2016).

 

TÜSİAD’ın AB Üyelik Sürecinde Faaliyetleri ve Rolü

TÜSİAD için kuruluşundan bu yana Avrupa entegrasyonuna dâhil olmak, en önemli dış politika gündemi olarak algılanmaktadır. Çünkü örgüte göre bu süreç aynı zamanda daha iyi yaşam koşullarına ulaşmak anlamına gelmektedir. AB üyeliği sayesinde adalet, eğitim, sağlık, çevre, yatırım ortamı, dış ticaret gibi alanlarda yapılacak zorunlu reformlar ile dış ticarette ülkenin önünün açılacağı ve kişi başına düşen milli gelirin artmasıyla iç pazarda genişleme olacağı varsayılmaktadır. Ayrıca üyeliğin gelecekteki olası ekonomik ve siyasi krizleri de önleyeceği varsayılmaktadır. Bu varsayımlardan hareketle dernek kuruluşundan itibaren dış politika alanında Avrupa entegrasyonunu temel gündem haline getirmiştir (Ercan, 2016).

Türkiye Cumhuriyeti de kuruluşundan itibaren çağdaş medeniyetler seviyesine ulaşma yolunda uluslararası konjonktürdeki gelişmeleri yakından takip etmiş ve OECD, NATO gibi uluslararası örgütlenmelerin etkin bir üyesi olmuştur. Bu doğrultuda, Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun (AET) 1958 yılında kurulmasından kısa bir süre sonra Türkiye, 31 Temmuz 1959’da Topluluğa ortaklık başvurusunda bulunmuştur. (T.C. Dışişleri Bakanlığı Avrupa Birliği Başkanlığı, 2021).

AET Bakanlar Konseyi, Türkiye’nin yapmış olduğu başvuruyu kabul ederek üyelik koşulları gerçekleşinceye kadar geçerli olacak bir ortaklık anlaşması imzalanmasını önermiştir. Söz konusu Anlaşma 12 Eylül 1963 tarihinde imzalanmış ve 1 Aralık 1964 tarihinde yürürlüğe girmiştir (T.C. Dışişleri Bakanlığı Avrupa Birliği Başkanlığı, 2021).

TÜSİAD’ın ilk kapsamlı çalışması ise, AET ile Türkiye’nin ortaklığının onuncu yılı nedeniyle yapılan bir dizi toplantıdır. Toplantılarda Türkiye’nin AET üyeliğini zorunlu kılan nedenler, alınması gereken tedbirler ve geçiş dönemi koşulları ele alınmıştır (Ercan, 2016).

TÜSİAD, o dönemde iç politikada ise kamuoyunu bilgilendirmek için yürütülen çalışmalar doğrultusunda 1978 yılında “Avrupa Ekonomik Topluluğu Üzerine Görüşler – Yaklaşımlar”, “Katma Protokol Çerçevesinde Ne Yapılabilir?”, “AET ile İlişkileri Özel Kesim Nasıl Değerlendiriyor?” ve “Turkey’s Industrial Sector in Foreign Trade With Special Referrence to EEC Relations” başlıklı dört rapor yayınlanmıştır. İlk yıllardaki iç kamuoyuna yönelik çalışmaların ardından dernek Brüksel’e yaptığı ziyaretler ile lobi çalışmalarını başlatmıştır (Ercan, 2016).

Derneğin lobi çalışmaları gerek üst düzey karar alıcılara ulaşmak, gerek ise karar alıcıları etkileyen yerel sermayedarlara ulaşmak açısından önem taşımaktadır. TÜSİAD’ın uyguladığı lobi faaliyetleri hem süreci izleme, hem de Avrupa tarafından talep edilen reformların kamuoylarına aktarılmasını sağlamayı amaçlamıştır (Ercan, 2016).

TÜSİAD, Avrupa özel sektörünün temsilcisi olarak kabul edilen ve iş dünyasını etkileyen resmi ve özel kuruluşlar ile sürekli işbirliği halinde olan UNICE’nin (Union of Industrial and Employers Confederations of Europe – Avrupa Sanayi ve İşverenler Konfederasyonları Birliği) 1987 yılından bu yana tam üyesidir. UNICE, AB kurumlarının gündeme getirdiği mevzuat ve politika oluşturma süreçlerinin doğrudan içinde yer almakta, bunların oluşumunda esas kaynak olarak değerlendirilmekte ve AB karar alma süreçlerine son derece etkin bir şekilde katkıda bulunmaktadır. UNICE tarafından  yayınlanan görüş belgelerinde Türkiye’nin AB üyeliğine tam destek verilmektedir. TÜSIAD’ın 1981’den bu yana AB’de meşruiyetini ispatlayabilen tek işveren federasyonu olan UNICE’nin tam üyesi olması müzakere sürecinde Türkiye’ye katkı sağlamaktadır (Çepel, 2006).

TÜSİAD, 1990’lara gelindiğinde, Türkiye ile AB arasında Gümrük Birliği’nin oluşturulmasına yönelik lobi çalışmalarına başlamıştır. Bu süreçte hemen hemen tüm AB üyesi ülkelerini ziyaret ederek, bakanlar, başbakanlar ve cumhurbaşkanları ile görüşmelerde bulunmuştur. Türkiye – AB arasındaki Gümrük Birliği ise bu çabalar sonucunda 1996’da işlerlik kazanmıştır (Türk, 2008).

Ayrıca, 1990’ların ikinci yarısında TÜSİAD’ın birinci önceliğini, Türkiye’nin AB’ye üyelik perspektifi oluşturmuştur. Bu doğrultuda, TÜSİAD 1996’da yurtdışındaki ilk temsilciliğini AB kurumlarının bulunduğu Belçika’nın başkenti Brüksel’de açmıştır. Böylece görüşlerini AB platformunda dile getirmeye başlamıştır. Brüksel temsilciliğini Washington, Berlin, Paris ve Ankara temsilcilikleri izlemiştir. TÜSİAD’ın Brüksel’deki Ofisi üzerine aldığı sorumluluklar TÜSİAD’ın rolünü açıkça ortaya koymaktadır. Bunlar: Türk iş dünyasını AB düzeyinde temsil etmek, TÜSİAD ve TİSK’i UNICE’nin bünyesinde temsil etmek, Türk şirketlerini dergiler, bültenler, konferanslar, brifingler, araştırmalar aracılığıyla Avrupa’daki olaylar hakkında bilgilendirmek, onları AB projeleri ve girişimlerinde desteklemek ve Avrupalı ve uluslararası kamu ve özel sektörlerini Türkiye hakkında bilgilendirmektir (Çepel, 2006).

Bu nedenle tüzüğünün 3. maddesinde TÜSİAD’ın uluslararası entegrasyonda faaliyet alanı; “Türkiye’yi AB üyeliğine götüren süreç içinde, yurtiçinde ve yurtdışında ilgili kuruluşlarla temaslar kurarak, iş dünyasının görüş ve önerilerini yansıtır” şeklinde belirtilmiştir. O günden bugüne TÜSİAD, bu faaliyetler hakkında kamuoyunun bilgilendirilmesi için her türlü iletişim, temsil, koordinasyon ve enformasyon faaliyetlerinde bulunmuştur ve bulunmaktadır (Işık, 2018).

Bu dönemde TÜSİAD, Türkiye’de demokratik standartların yükseltilmesi gerektiği üzerinde sıklıkla durarak, Türkiye’nin gelişmiş ülkeler arasında yerini alması için ekonomik reformların yanı sıra siyasi reformların da öncelikle ele alınmasının gerekliliğini savunmuş, uluslararası entegrasyon ve AB üyeliği hedefi doğrultusunda çalışmalarını sürdürürken, siyasi ve sosyal alanlardaki sorunların çözümüne yönelik görüş oluşturmaya da hız vermiştir (Işık, 2018).

Gümrük Birliği Anlaşması sayesinde rayına girmiş gözüken Türkiye AB ilişkileri,  AB Konseyi’nin 1997 tarihli Lüksemburg Zirvesi’nde alınan kararlarda, Türkiye’nin birliğin genişleme sürecinin dışında tutulması ikili ilişkilerde bunalıma neden olsa da TÜSİAD, AB’ye yönelik faaliyetlerine devam etmiştir. 1999 Helsinki Zirvesi’ne uzanan süreçte, TÜSİAD’ın yoğun lobi çalışmaları olmuştur. AB Konseyi, 1998 yılında Cardiff Zirvesi’nde Türkiye ile ilişkilerin geliştirilmesine yönelik bir “Avrupa Stratejisi” uygulanmasına karar verirken TÜSİAD ise yurtdışı faaliyetleri Brüksel ile sınırlı bırakmamıştır (Türk, 2008).

1999’da adaylık statüsünün elde edilmesinin ardından Türkiye’nin katılım sürecindeki bir sonraki hedefi, üyelik müzakerelerine başlamak olmuştur. Türkiye’nin AB üyeliği sürecinde büyük önem atfedilen 2002 Kopenhag Zirvesi öncesinde TÜSİAD, zirvede Türkiye’yle müzakerelere başlanması yönünde karar alınması için yoğun bir çaba göstermiştir. Bu dönemi bir kırılma noktası olarak gören dernek, 2001 ve 2002 yıllarında hem iç siyasi aktörlere ve kamuoyuna yönelik mesajlarını, yayınladığı raporlar ve basın ilanlarıyla aktarmayı sürdürmüş hem de AB kurumlarına ve üye ülkelere yönelik lobi çalışmaları yürütmüştür (Yurttaş, 2019).

Kopenhag Siyasi Kriterleri’nde yer alan şartlar gerçekleştirilmeden Türkiye’ye AB yolunun açılmayacağını savunan TÜSİAD, hükümeti sürekli olarak bu konuda eleştirmekte, eksik ve yanlış politikalarla da hükümetin AB hedefini zora soktuğunu kamuoyuna duyurmaktadır. “Ekseninden kayan gündemi yeniden yerli yerine oturtmaya çalışalım” mesajını her fırsatta veren TÜSİAD, AB’ye üye olmanın, Türkiye’nin 65 milyon insanını refah ve huzura kavuşturmak için zorunlu olduğunu, Türkiye’nin büyümeye geçmesi gerektiğini, bunun da yolunun AB’den geçtiğini vurgulayarak, hükümete yönelik AB üyeliği baskısında kamuoyunun gücünü kullanmaktadır (Işık, 2018).

2001 yılında uzun süre kamuoyunun gündeminde kalmış olan, Türkiye’de Demokratikleşme Perspektifleri ve AB Kopenhag Siyasal Kriterleri -Görüşler ve Öncelikler No.1-2 adlı raporda TÜSİAD; Kopenhag Siyasi Kriterleri’ne uyum yolunda atılması gereken adımları ve işleyen bir demokratik sisteme ulaşılması için gerekli reformları, bu raporla kamuoyuna sunulmuştur. Ardından 2002 yılının Türkiye-AB ilişkileri açısından oldukça kritik bir yıl olduğunu belirten TÜSİAD, yine Kopenhag Siyasi Kriterleri uyarınca, yukarıda bahsedilen raporun No.3-4’ünü yayınlayarak; o dönemki Ecevit Başbakanlığındaki 57. Koalisyon Hükümeti’nin tartıştığı ölüm cezası, idam, anadilde yayın gibi konularda görüşler ve öneriler sunmuştur. TÜSİAD’ın üslendiği bu çalışmalarda dikkati çeken nokta ise AB yolunda eksiksiz bir Türkiye yaratma amacının güdüldüğüdür (Işık, Bir Baskı Grubu Olarak TÜSİAD’ın Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne Tam Üyelik Sürecindeki Rolünün Yazılı Basında Sunumu, 2006).

Bahadır Kaleağası[2], söz konusu raporun Türkiye’nin adaylık sürecine katkısını şu ifadelerle açıklamıştır: “Bu rapor, tarihi değiştirmiştir. Türkiye’nin demokratikleşme sorunu olduğunu ama bu sorunların hepsinin bir dökümü olduğunu, dolayısıyla olmayacak duaya âmin demediğimizi göstermiştir. Bu müthiş etkili oldu, herkesin kararını etkileyen bu oldu. Türkiye’nin adaylığı sadece TÜSİAD sayesinde oldu denemez elbette ama şunu söyleyebiliriz ki TÜSİAD’sız da olmazdı.” (Yurttaş, 2019)

Yine 2001 yılında Fransız iş dünyasının temsil örgütü MEDEF, 70 kişilik iş insanı heyetiyle TÜSİAD’ın davetlisi olarak Türkiye’ye gelmiş, İstanbul ve Ankara’da temaslarda bulunmuştur. TÜSİAD yıl içinde İsveç ve Brüksel’i ziyaret ederek muadil kuruluşlar ve aralarında AB’nin Genişlemeden Sorumlu Komiseri Günter Verheugen’in de bulunduğu üst düzey kişilerle görüşmüştür. 26 Kasım’da düzenlenen öğle yemeğinde ise TÜSİAD, Avrupa Parlamentosu heyetini ağırlamıştır. 2002 Kopenhag Zirvesi öncesinde TÜSİAD, Türkiye’nin AB’ye üyelik müzakerelerinde temaslarda bulunmak üzere İspanya, Almanya, Yunanistan, Portekiz, İtalya, Belçika ve Fransa’yı kapsayan yoğun bir lobi faaliyeti yürütmüştür (Türk, 2008).

Yine Kopenhag Zirve’sinden önce TÜSİAD, 200 Türk STK ile Brüksel’e bir ziyaret düzenlemiştir. Brüksel’de Türk SİAD Platformunu gerçekleştirerek iş dünyasının AB’ye olan inancını ve desteğini Avrupa’ya duyurmayı amaçlamıştır (Çepel, 2006).

TÜSİAD 2002’de, ‘Türkiye’nin geleceği AB’dir’ başlıklı ilanlar yayınlatmıştır. Ayrıca ‘Tam Üyeliğe Doğru’ başlığını taşıyan kitapçıklar hazırlanarak AB ülkelerinde dağıtılmıştır. AB’nin Kopenhag Zirvesi öncesinde Türkiye’nin AB’ye üyelik müzakerelerinin açılmasına yönelik karar alınmasına destek sağlanması amacıyla AB üyesi ülke gazetelerine her ülkenin kendi dilinde ilanlar verilmiştir (Türk, 2008).

Halen; Görüş, Konjonktür, Bülten adlarıyla Türkçe, Private View ve Newsletter gibi İngilizce süreli yayınları ile TÜSİAD, Türkiye’deki ve Avrupa’daki sivil toplumun Türkiye’nin üyeliği hakkında bilinçlenmesine katkıda bulunmaktadır (Çepel, 2006).

TÜSİAD yayınladığı dergilerin, düzenlediği konferans ve seminerlerin yanı sıra projeler üreterek sivil toplumun AB ve Türkiye’nin üyelik müzakereleri hakkında bilgilendirilmesini sağlamaktadır. Bu projelerden biri olan ‘Avrupa Postası Programı’, AB bünyesindeki ‘Avrupa Ufukları Programı’nın kapsamında yer almaktadır. Avrupa Ufukları Programı, AB kurumlarının, politikalarının ve AB’nin genişleme süreciyle ilgili konuların, Türkiye’deki kamuoyu tarafından daha iyi anlaşılmasını sağlamayı ve bu alandaki bilinci arttırmak amacıyla hazırlanacak bilgilendirme girişimlerine mali katkıda bulunmayı amaçlamaktadır. TÜSİAD’ın ‘Avrupa Ufukları Programı’ kapsamında yer alan ‘AB Üzerine Radyo Programı ve İnternet Sitesi’ projesi ise 2002 yılında finansmana uygun bulunmuştur. 27 Eylül 2003 tarihinde başlayan program aracılığıyla özellikle küçük ve orta ölçekli işletme sahipleri, çiftçiler, küçük sanayiciler, girişimciler, turizmciler, çalışanlar ve gençlere AB hakkında bilgi verilmesi amaçlanmıştır (Çepel, 2006).

2002’den sonraki yıllarda TÜSİAD’ın AB’ye üyelik sürecinde yürüttüğü çalışmaların, büyük ölçüde UNICE nezdinde olduğu ve bunların da kamuoyuyla paylaşıldığını görmekteyiz. Örneğin; 11 Haziran 2004’te Dublin’de Başkanlar Konseyi’nin toplantısına katıldığı; 8 Ekim 2004 tarihinde Frankfurt’ta, Türkiye’nin AB’ye Ekonomik Entegrasyonu başlıklı bir toplantı düzenleyeceği duyurulmuştur. Yine bu yöndeki bir başka haberde AB Başkanlar Konseyinin, 17 Aralık’ta toplanacak AB Zirvesi’ne, “Türkiye’nin AB üyeliğini destekleme” mesajı iletmeyi kararlaştırdığını duyurmaktadır (IŞIK, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne Üyelik Sürecine İlişkin Tüsiad Söylemleri: 2002-2017 Dönemi, 2018)

Bu çalışmalarının sonucunda 2003 yılında MEDA programı çatısı altında en başarılı lobi kuruluşu seçilen TÜSİAD, bu kapsamda Akdeniz ülkelerine nasıl lobi olunması gerektiğini anlatmaktadır (Çepel, 2006).

2005’te yaşanan “Ek Protokol Krizi” ve 2006’da 8 fasılda müzakerelerin askıya alınması, Türkiye-AB ilişkilerinde en gergin dönemlerinden birinin yaşanmasına yol açmıştır. Buna karşın TÜSİAD, lobi çalışmalarına bu dönemde de devam etmiştir. 2005 yılında dernek bünyesinde oluşturulan Yurtdışı İletişim Komisyonu ile Avrupalı karar alıcılara ve kamuoyuna yönelik iletişim çalışmaları daha kurumsal bir yapıda sürdürmeye başlamıştır (Yurttaş, 2019).

2006’da TÜSİAD, DHL Express işbirliği ile özellikle Fransa, Hollanda ve Almanya’ya yönelik bir kampanyayı hayata geçirmiştir. Çalışma kapsamında, kargo paketleri üzerine, Türkiye ve Türk insanı hakkında olumlu mesajların mizahi bir dille yansıtıldığı karikatürler yerleştirilmiştir. Avrupa kamuoyunda Türkiye’ye ilişkin olumsuz algının azaltılmasına yönelik bu çalışmanın ardından yapılan araştırmada, çalışmanın büyük oranda başarıya ulaştığı saptanmıştır (Yurttaş, 2019).

Yine bu dönemde, TÜSİAD, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyelik süreci açısından önemli etkiye sahip Fransa, Almanya ve Brüksel kamuoylarındaki mevcut önyargıları kırmak ve Türkiye’yi en doğru şekilde tanıtmak amacıyla yürüttüğü iletişim faaliyetleri kapsamında, 3-5 Ekim 2006 tarihleri arasında sırasıyla Brüksel, Paris ve Berlin’de ‘Türkiye Haftası’ etkinliği gerçekleştirilmiştir (Türk, 2008).

2005 ve sonrasında eleştirilerini zaman zaman AB’ye de yöneltmeye başlamıştır. Örneğin; dernek, Avrupa Komisyonu’nun 29 Kasım 2006’da, AB Konseyi’ne sekiz müzakere başlığının açılmaması ve diğer başlıkların kapatılmasının da Kıbrıs şartına bağlanması yönündeki önerisinin hemen ardından yayınladığı basın bülteninde, AB’ye Türkiye ile müzakere sürecinde akılcı ve ileri görüşlü bir tutum sergileyerek kısır döngülerden kaçınması önerisinde bulunmuştur. Benzer şekilde, 2007’de Fransa’nın Ekonomik ve Parasal Politika başlığının açılmasını engellemesi üzerine TÜSİAD, Fransa’yı sert şekilde eleştirmiştir. Dernek, yayınladığı basın bülteni ile Fransa’nın tavrını yabancı karşıtı, demagojik, dar görüşlü ve düşmanca olarak nitelendirmiştir (Yurttaş, 2019).

Türkiye’nin AB üyelik perspektifinden uzaklaşmaya başladığı bu dönemde, Türkiye’nin üyeliğine en mesafeli yaklaşan ülkelerden biri olan Fransa’da, 2009 yılında TÜSİAD’ın ve Fransız iş dünyasının katkılarıyla, Institut du Bosphore (Boğaziçi Enstitüsü) kurulmuştur. Her iki ülkeden, siyasetçi, iş insanı, ekonomist ve akademisyen gibi farklı geçmişlere sahip kişileri bir araya getiren bir platform olarak tasarlanan enstitünün başkanlığına, dönemin TÜSİAD Brüksel Temsilcisi Bahadır Kaleağası getirilmiştir. Enstitü’nün Türkiye-AB ilişkilerinin Fransa’da daha tarafsız bir düzlemde tartışılabilmesi adına çeşitli iletişim çalışmaları yürütmesi öngörülmüştür (Yurttaş, 2019).

TÜSAİD, politika belirleme sürecindeki faaliyetlerinin 2011 yılı itibariyle dikkat çekme-bilgilendirme-yönlendirme (çeşitli toplantılar düzenleme, anket, araştırma yapma, proje geliştirme, rapor sunma, broşür yayınlama, sempozyum-konferans düzenleme, süreli yayın çıkarma) ve denetleme-etkileme-ikna etme (izleme, ziyaret, kulis yapma, görüş bildirme) ekseninde olduğu görülmektedir (Emini, 2013).

TÜSİAD’ın katılım sürecindeki lobi faaliyetlerine dair incelenebilecek son dönem, darbe girişimi sonrası yürütülen çalışmalardır. 15 Temmuz 2016’da gerçekleşen başarısız darbe girişiminin ardından AB, ilk tepki olarak bu girişimi kınamıştır. Fakat hemen ardından Türkiye tarafından alınan kapsamlı önlemler, tutuklamalar, medya organlarının ve üniversitelerin kapatılması Birliği endişeye sevk etmiş, demeçlerde demokrasi ve hukukun üstünlüğü vurgusu öne çıkmaya başlamıştır (Yurttaş, 2019).

İletişim çalışmalarının büyük önem taşıdığı bu dönemde sivil toplum ve iş dünyası kuruluşlarının yürüttüğü faaliyetlere TÜSİAD da dâhil olmuştur. Dernek, yabancı basın kuruluşlarına ilan vererek, görüşlerini uluslararası kamuoyu ile paylaşmıştır. “Türkiye’de Demokratik Anayasal Düzeni Korumak” başlıklı ilan, Washington Post, Financial Times, Le Monde ve Frankfurter Allgemeine gazetelerinde yayınlanmıştır. İlanda, darbe girişiminin Türk halkının, siyasi liderlerin, ülkenin tüm kurumlarının, toplumun tüm kesimlerinin, harekete geçmesi sayesinde, başarısız olduğu ve demokrasiye müdahalelerin ancak demokratik standartların daha da yükseltilerek ve hukukun üstünlüğünün güçlendirilerek önlenebileceği, TÜSİAD’ın da bu evrensel ilke ve hedeflerin destekçisi olduğu ifadelerine yer verilmiştir (Yurttaş, 2019).

TÜSİAD’ın AB sürecine yaklaşımına dair söylenebilecek son söz, Türkiye AB ilişkilerinin olumsuz bir seyir izlediği dönemlerde dahi, belirli politika konularına odaklanarak, bu alanlarda gelişme sağlanmasına çaba göstermesidir. Örneğin, AB kurumlarının demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü gibi temel siyasi kriterlerde Türkiye’ye yönelik eleştirilerini arttırdığı son dönemlerde TÜSİAD; Gümrük Birliği, TTYO (Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı), dijital tek pazar gibi konulara odaklanarak bu alanlarda gelişme sağlanması için çalışmalar yürütmektedir (Yurttaş, 2019).

Son olarak, TÜSİAD’ın tüm bu çalışmalarını, istenilen hedefe tam olarak ulaşılamasa da başarısız olarak nitelendirmemek gerekir. Zira Brüksel merkezli düşünce kuruluşu European Policy Center’ın (EPC) kıdemli analistlerinden Amanda Paul’ün ifadeleri TÜSİAD’ın lobicilik faaliyetlerindeki başarısını bizlere göstermektedir. Lobiciliğin AB kurumlarında konuya ilgili kişilerle ilişki geliştirmeye dayalı olduğunu vurgulayan Paul, bu açıdan Türk iş dünyasını oldukça başarılı bulduğunu belirtmiştir.  TÜSİAD’ın listenin başına yazılabileceğini vurgulamış ve derneğin çalışmalarını “İyi bir stratejileri, iyi bir networkleri var. Oldukça proaktifler.” şeklinde yorumlamıştır (Yurttaş, 2019).

 

Sonuç ve Değerlendirme

Avrupa Birliği, üyesi konumunda bulunan devletlerin, gerek siyasal gerek ekonomik gerekse toplumsal açıdan geliştirilmesi ve bu alanlarda ortak biçimde hareket edilmesi için kurulmuştur. Bu amaçlar için kendi içinde çalışmalar yapmış ve ortak kurallar koymuştur. Türkiye Cumhuriyeti de genç yaşına rağmen, neredeyse kuruluşundan itibaren Avrupa ile ilişki içerisinde olmuş ve 60 yıla yakındır birliğin üyesi olmak için faaliyetler yürütmekte ve politikalarını belirlemektedir. Bundan dolayı hem iç politikası hem de dış politikası bu süreçten etkilenmekte, üyelik için kendinden istenilen şeyleri, çıkarları doğrultusunda yapmaya çalışmaktadır.

TÜSİAD işte böyle bir ortamda, tam da üyelik sürecinin hız kazanmaya başladığı bir zamanda doğmuştur. Örgütün baştaki amacı ekonominin ve iş dünyasının geliştirilmesi olsa da, zamanla AB’nin önemini, ülkemize sağlayacağı faydaları, temel hak ve hürriyetler, insan hakları gibi alanlarda gelişme potansiyelimize dokunacağı yardımı düşünerek, AB’ ye üyelik ve bunun için zayıf noktalarımızın geliştirilmesinde yardımcı olmak ve yol göstermek gibi bir amaç edinmiştir. Kamuoyu oluşturma ve lobicilik faaliyetlerindeki etkisiyle TÜSİAD, ülkemizde o güne kadar görülmemiş bir baskı grubuna dönüşmüştür. TÜSİAD gerek iç politikada gerekse AB üyesi ülkelerin kamuoylarında, farklı şekilde ve farklı araçlar ile o güne değin rastlanılmamış bir etki yaratmış ve bunun sonuçlarını elde etmiştir. Ülkemizde o yıllarda böyle bir örgütün olmadığı düşünüldüğünde, TÜSİAD’ın aslında zor bir iş başardığını söylemek gerekmektedir. Bireysel inisiyatif şeklinde çalıştığı, ve böyle lobicilik çalışmaları yürüttüğü, muhataplarına ulaşırken yapmış olduğu çalışmalar itibariyle dış politikada, ülkemiz adına yeni bir aktör konumuna gelmiş ve etki sahibi olmuştur. Halen temel hedeflerinden olan üyelik amacına ulaşamamış olsa da, ülkemizin bu süreçte ilerlemesine büyük katkıları dokunmuş ve dokunmaya devam etmektedir.

 

 

MEHMET EFE SARIKAYA 

Sivil Toplum Staj Programı

 

 

Notlar:

[1] (Koç Holding A.Ş. adına Vehbi Koç, Eczacıbaşı Holding A.Ş. adına Nejat Eczacıbaşı, Hacı Ömer Holding A.Ş. adına Sakıp Sabancı, Yaşar Holding A.Ş. adına Selçuk Yaşar, Metaş A.Ş. adına Raşit Özsaruhan, Güney Sanayi A.Ş. adına Ahmet Sapmaz, Tekfen A.Ş. adına Feyyaz Berker, Otomobilcilik A.Ş. adına Melih Ozakat, Çanakkale Seramik A.Ş. adına İbrahim Bodur, Elektrometal San. A.Ş. adına Hikmet Erenyol, Altınyıldız Mensucat A.Ş. adına Osman Boyner ve Elyaflı Çimento San. A.Ş. adına Muzaffer Gazioğlu)

[2] 1996’da Brüksel’de TÜSİAD Avrupa Birliği Temsilciliği’ni kurdu ve Avrupa özel sektörünün temsil kuruluşu BUSINESSEUROPE nezdinde TÜSİAD ve TİSK daimi delegeliği görevini üstlendi. 2008’den bu yana TÜSİAD Uluslararası Koordinatörlüğü görevini üstlenmekte, ayrıca Paris Bosphorus Enstitüsü Başkanı, Brüksel Avrupa Etütleri Enstitüsü bilimsel üyesidir.

 

KAYNAKÇA

ACAR, M. (2001). Sihirli Anahtar Terminatöre Karşı: Avrupa Birliği Nedir, Ne Değildir? C.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, 2(1), 113.

ÇEPEL, Z. Ü. (2006). Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne Tam Üyelik Sürecinde Sivil Toplum Kuruluşlarının Rolü. İzmir: T.C. Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Avrupa Birliği Anabilim Dalı.

DENK, E. (2016). Türkiye-Avrupa Birliği İlişkileri. Ankara.

EMİNİ, F. T. (2013). SİVİL TOPLUM KURULUŞLARININ POLİTİKA BELİRLEME SÜRECİNDEKİ ROLÜ: TÜSİAD ÖRNEĞİ. Dumlupınar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi(36), 43-56.

ERCAN, A. (2016). Türk Dış Politikasında Bir Aktör Olarak TÜSİAD’ın Rolü. Kocaeli: T.C. Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.

IŞIK, G. (2006). Bir Baskı Grubu Olarak TÜSİAD’ın Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne Tam Üyelik Sürecindeki Rolünün Yazılı Basında Sunumu. Ankara: T.C. Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Halkla İlişkiler ve Tanıtım Anabilim Dalı.

IŞIK, G. (2018). TÜRKİYE’NİN AVRUPA BİRLİĞİ’NE ÜYELİK SÜRECİNE İLİŞKİN TÜSİAD SÖYLEMLERİ: 2002-2017 DÖNEMİ. Üçüncü Sektör Sosyal Ekonomi Dergisi, 53(1), 148-179.

KÜSDÜL, F. (2018). Türkiye-AB İlişkilerinde Devlet Dışı Aktörlerin Etkisi:(2002-2014) TÜSİAD Örneği. İstanbul: T.C. İstanbul Gelişim Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.

T.C. Dışişleri Bakanlığı Avrupa Birliği Başkanlığı. (2021, 01 12). T.C. Dışişleri Bakanlığı Avrupa Birliği Başkanlığı Web Sitesi: https://www.ab.gov.tr/turkiye-ab-iliskilerinin-tarihcesi_111.html adresinden alınmıştır

TÜRK, E. (2008). Avrupa Birliği Sürecinde Sivil Toplumun Önemi ve TÜSİAD’ın Rolü. İstanbul: T.C. Kadir Has Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı.

TÜSİAD. (2021, 01 14). TÜSİAD Web Sitesi: https://tusiad.org/tr/tusiad/hakkinda adresinden alınmıştır

YURTTAŞ, Ş. A. (2019). TÜRKİYE’NİN AVRUPA BİRLİĞİ ÜYELİĞİ SÜRECİNDE LOBİ FAALİYETLERİ . İstanbul: İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ AVRUPA BİRLİĞİ ANABİLİM DALI.

 

 

 

Gündelik Cinsiyetçilik Pratiği Olarak Dil: Türkiye Örneği

Özet

      Toplumsal algıların şekillenmesinde dilin kayda değer bir yeri vardır. Dil, düşüncenin kendisidir. Toplumsal cinsiyetçi düşünce sistemleri dilde üretilir. Çocukluğumuzdan beri maruz kaldığımız fallus merkezli dil, toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin sürdürülmesine katkı sağlamaktadır.  Bu yazı çerçevesinde, Türkçedeki cinsiyetçi dil ortaya koyulmuştur. Türkçede yaygın olarak kullanılan atasözü ve deyimlerin, ifade biçimlerinin cinsiyetçi yapısı ele alınarak kadınların toplum içindeki ikincil konumuna dikkat çekilmiştir.

Anahtar kelimeler: Gündelik cinsiyetçilik, söylemin gücü, cinsiyetçi dil, ötekileştirme, içselleştirilme

 

Not:

Bu yazı kapsamında ikili cinsiyet sistemi üzerinden çoğunlukla kadınların maruz kaldığı cinsiyetçi dil incelenecektir. Farklı cinsel kimliklere ve yönelimlere yönelik dilde mevcut olan cinsiyet ayrımcılığına değinilmemiştir. Bu cinsel kimliklerden bahsedilmemiş olması, ötekileştirme yapma amacı taşımamaktadır.

 

Giriş

        Toplumsal cinsiyetçi basma kalıp yargılar toplumun düşünce sistemlerine nüfuz ederek içselleştirilir. Dilimizin sınırları gerçeklerimiz haline gelir. Bir kadının kadın konumuna gelmesi, bir erkeğin erkek konumuna gelmesi toplumsal inşalar aracılığıyla gerçekleşir. Kullandığımız dil ise bu algıların ve düşünce yapısının oluşmasına katkıda bulunur. Toplum içerisinde gündelik olarak cinsiyetçiliğe maruz kalmamızın sebeplerinden biri de zihinlerimizin çocukluktan itibaren erkek egemen kültür anlayışının hâkim olduğu dil etrafında şekillendirilmesidir. Bir toplumun sosyo-kültürel yapısı ve değer yargılarının oluşmasında dil ve söylem biçimleri gözle görülebilir bir şekilde güç sahibidir. 21. Yüzyılda güç kazanan, toplumda görünürlüğü artan, iş hayatında ve kamusal alanda görünürlük kazanan kadınlar, cinsiyet olgusundan ötürü ayrımcılığa uğramaktadırlar. Bu yazı çerçevesinde dilde ötekileştirme, çifte standart, namus ve ahlaksal kavramlar, kadına karşı negatif ayrım, kız ve erkek çocukların cinsiyetçi ayrımlarla yetiştirilmesi, kadının cinsel bir obje olarak görülmesi, medyadaki cinsiyetçi dil, kızlık-erkeklik, kadınlık-erkeklik durumları farklı perspektiflerden ele alınmıştır. 

  Bu bağlamda Türkçe içerisinde eril zihniyetin sürdürülmesine katkıda bulunan atasözleri ve deyimler, söylem biçimleri ve ifade şekilleri üzerinden kadınların maruz kaldığı cinsiyetçilik incelenecektir. Erkeklerin de cinsiyetçi kalıplara maruz kaldığının bilincinde olmakla birlikte, kadınlara uygulanan cinsiyetçilik orantısızdır ve toplum kadınları “ikinci cins” olarak görmektedir. Bu sebepten ötürü bu yazıda çoğunlukla kadınlar ele alınacaktır. 

 

Gündelik Cinsiyetçilik Kavramı

       Gündelik cinsiyetçilik kavramı 2012 yılında Laura Bates tarafından kurulan bir web sitesiyle beraber hayatımıza girmiştir. Gündelik Cinsiyetçilik Projesi (Everyday Sexism Project), dünya çapında kadınların deneyimlerini paylaştıkları bir platform haline gelmiş, toplanan veriler feminizm ve toplumsal cinsiyet çalışmalarına büyük katkı sağlamıştır. Ülkemizde de kadınlar farklı alanlarda gündelik cinsiyetçiliğe maruz kalmaktadır.

       Gündelik cinsiyetçiliği en genel haliyle tanımlamak gerekirse, bireylerin cinsiyet temelli ayrımcılığa maruz kalmalarıdır. Toplum içerisinde cinsiyet temelli roller ve kalıplar üzerinden gerçekleşen ayrımcılık, kadınlar açısından çeşitli eşitsizliklerin doğmasına sebebiyet vermektedir. Biyolojik olarak “Kadın ve erkek olmak, doğal ve doğuştan olarak adlandırılırken, kadınlık ve erkeklik ise toplumsallaşma süreci ile beraber kültürel bir yapılanmaya işaret etmektedir.” (Hepşen, 2010). Devlet kurumlarında, özel sektörde, aile içinde, ev hayatında, evdeki iş bölümünde, eğitimde, dinde, medyada, iş hayatında, toplumsal hayatta, sanatta, siyasette ve daha birçok alanda cinsiyetçilik kendisini göstermektedir. Bu gibi kurumlarda toplumsal cinsiyetin yeniden üretildiğine şahit oluruz. Her ne kadar erkeklerde bu durumla bağlantılı olarak zaman zaman zorluklarla karşılaşsada eril tahakkümün içselleştirildiği toplum yapımızda kadınlara yönelik cinsiyetçilik daha çok göze çarpmaktadır. 21. Yüzyılda kadınların toplum içerisindeki görünürlüğünün artması, kamusal yaşama dahil olmaları, iş hayatına girmeleri ve toplumsal yaşamın her alanında kendilerini göstermeleri sağlanmış olsa da günümüzde kadınlar “Kadınlık olgusundan” ötürü birtakım ayrımcılıklara maruz kalmakta ve bu durumun savaşını vermektedirler. “Toplumsal cinsiyet bir kültür meselesidir ve kadınlar ile erkeklerin ‘dişil’ ve ‘eril’ olarak sosyal sınıflandırılmasına işaret etmektedir.” (Oakley, 1985)

 

Gündelik Cinsiyetçiliğin Dilde Üretilmesi

        Gündelik cinsiyetçilik örnekleri toplumsal gerçekliklerimizi etkileyen dilde kendisini göstermektedir. Kullandığımız dilin boyutları bu gerçekliklerin sınırlarını çizmektedir.  Bu bağlam içerisinde Michel Foucault, toplumsal sistemde insanların kendilerini anlamlandırma biçiminin sabit ve evrensel olmadığını, bilgilerin söylemler aracılığıyla oluşturulduğunu ve iktidar ilişkileriyle ayrılmaz bir şekilde bağlı olduğundan bahsetmektedir. Söylem, baskın ideolojiyi destekler ya da ona karşı çıkar. Bu söylemlere “Doğruluk” tesis edildiğinde ise doğallaştırılır ve değiştirilmesi zor unsurlara dönüşürler. Bu konuyla ilgili bir başka hipotez ise dilbilimciler Sapir-Whorf tarafından atılmıştır. Bu hipotez bize dilin düşünce yapılarımızı şekillendirdiğini, dilin evreni görme biçimimiz olduğunu ve toplumsal algılarımızı şekillendirdiğinden bahsetmektedir. Sonuç olarak, kullandığımız dil aslında cinsiyet temelli ayrımcılığın yapı taşı olma niteliği taşımaktadır. Toplumsal kalıp yargılarımız dilsel boyutta çerçevelendirilir ve aynı şekilde dilin doğallaştırma ve içselleştirme süreçlerine büyük bir katkısı vardır.

       Türkçe içerisinde kullandığımız bazı dilsel ifade biçimlerinin ve söylemlerimizin düşüncelerimizi, davranışlarımızı ve değer yargılarımızı olumsuz etkileyebilme gücü bulunmaktadır. Dilimiz; kültürümüzü, düşünce yapımızı, değer yargılarımızı oluşturur. Türkçede yer alan bu cinsiyetçi ifadeler, cinsiyetçi kalıp yargıların da sürdürülmesine yol açmaktadır. Dil aracılığıyla, toplumsal cinsiyet inşalarını oluştururuz. Toplumsal cinsiyetçi kalıp yargılar ise çocuklarımıza anlattığımız masallarda bile kendilerini göstermektedirler. Aile içinde bu kalıplar ile yetiştirilen çocuklar, eğitim sisteminde de ataerkil betimlemelerle bu kalıpları içselleştirme sürecine girerler. Cinsiyet eşitsizliği dilsel olarak her boyutta karşımıza çıkmaktadır. Dilin dinamik bir yapısı vardır. Ataerkil toplum ideolojilerinin, eril düşünce sistemlerinin hepsi dilin içinde barınır. Toplum dil aracılığıyla kadını tahakküm altına alır. “Türkçedeki cinsiyetçi ifadelerin kullanımı siyasi görüşe göre önemli bir farklılık göstermezken, kadının ikincilliğine ve ötekileştirilmesine büyük bir katkıda bulunmaktadırlar.” (Güden, 2006). Birtakım söylem çözümlemeleri doğrultusunda dilin cinsiyetçi niteliklerini ortaya çıkarabiliriz.

 

Türkçedeki Cinsiyetçi Yapıların ve Söylemlerin İncelenmesi

       Türkçedeki eril ve dişil sözcüklere bakacak olursak erkeğin “Norm” olarak benimsenmesinden dolayı çoğu zaman “İnsan” kelimesinin kadını da kapsayacak şekilde “Erkek cinse” gönderme yaptığını fark etmek zor değildir. Aslında “Adam” kelimesi eski çağlarda tüm insanları kapsayacak şekilde kullanılırken, zaman içinde sadece erkeklere hitaben kullanılmaya başlanmıştır. İnsan olmak, erkek olmak ile bağdaştırılmıştır. Türk dilindeki “Adam olmak, adam gibi konuşmak, adam etmek, adamdan saymak” tarzı ifadeler kadın cinsini de kapsayacak şekilde kullanılmaktadır. “Er” kelimesi de “Sözünün eri olmak, işinin eri” gibi kalıplarda her iki cinsiyeti kapsayacak şekilde kullanılmaktadır. “Kadın” kelimesine ise dil içerisinde birçok anlam yüklenmiştir. Türkçede kadın cinselliği ifade etmektedir. Bu sebepten dolayı kullanılmaktan kaçınılır. Yerine göre “Bayan, hanımefendi, hanım, bacı, yenge, teyze, hanım teyze, abla” kullanılır. Kadın kelimesinin altında yatan cinselliğe gönderme insanların bu kelimeyi kullanmalarını engeller. Toplumsal cinsiyetçi bir bakış açısından bakmadığımızda ise “Erkek” kelimesine paralel olarak “Kadın” kelimesinin bulunduğunu görürüz.

 

Kız ve Erkek Çocuklarının Maruz Kaldıkları Cinsiyetçi Kalıplar ve Dil

        Toplumsal cinsiyet inşası çocuklukta başlamaktadır. Geleceğimizin mimarları olan çocuklarımızın zihinlerinde yer edinen kimlik inşaları hayat algılarını şekillendirmektedir. Türk toplumunda kız ve erkek çocuklarına farklı gözle bakılır. Kız çocuğunun ev içinde kalmasının teşvik edilip sözde namusunun korunması, oğlan çocuğunun ise ev dışı bir ortamla bağdaştırılması toplumumuzda görülen bir durumdur. Yapılan bir çalışmada aslında çocukların beyinlerinin toplumsal cinsiyet eşitsizliğine yönelik ayrımcılığı fark ettiği ve buna karşı durduğu saptanmıştır. Toplumumuzun onlara dayattığı düşünce sisteminin dışında bir örnekle karşılaştıklarında, çocuklar bu durumu garipsememektedir. “Oyuncak bebekle oynayan erkek çocuk”, “İyi futbol oynayan kız çocuk”, “Bebeğine bakan erkek” ya da “İnşaat işçiliği yapan kadıngibi “Alternatif” örnekleri gerçek yaşamda ya da medyada gördüklerinde bunun yapılabilir olduğuna dair görüşleri güçlenmektedir.” (Kılıç, Beyazova, Akbaş, Zara, Serhatlı, 2014). Ancak toplumumuzda ikincil konuma atılan kız çocuğuna uygulanan cinsiyetçiliğin boyutu atasözlerimizde açık bir şekilde görülmektedir: Kızını dövmeyen dizin döver, Bir anaya bir kız, bir kafaya bir göz, Atanın sanatı oğula mirastır, Ağaç yeşert meyve getirsin, oğlan büyüt ekmek getirsin. “Oğlan atadan (babadan) öğrenir sofra açmayı, kız anadan öğrenir biçki biçmeyi. “Oğlan doğuran övünsün, kız doğuran dövünsün.” “Kızı (kızı oğlu) olanın dili olmaz.” (Genç,2018)

       Kadınlara ve erkeklere atfedilen cinsiyetçi kalıplar, onların kadınlık ve erkeklik durumlarından kaynaklanmaktadır. Toplum bireyleri ayrımcılığa sürükleyerek onları birer şekle sokmaktadır. Bu kalıp yargılar değiştirilmesi zor unsurlara dönüşür. Çünkü toplum içinde doğallaştırılmıştır. Bu öğrenilen, “Verili” cinsiyetçi kalıplar zihnimizin derinliklerine işlemektedir. Kız çocuklarını “Prenses”, erkek çocuklarını “Asker” olarak yetiştirme tarzımızdan uzaklaşmadıkça da cinsiyetçilikten mustarip olacağız. Kız çocuklara büyüdüklerinde Barbie bebekler gibi güzel ve bakımlı olmaları gerektiği öğretiliyor.  Erkek çocuklar ise bir asker gibi güçlü olmaları, dimdik durmaları öğretiliyor. Erkek çocuklarına güçlü ve buyurgan olmak, kız çocuklarına korunmaya muhtaç ve pasif olmak telkin ediliyor. ‘’Erkekler ağlamaz, evin direği erkektir, erkek eve para getirir, erkek aile reisidir.” algısıyla yetiştirilen erkek çocuklar da aslında cinsiyetçiliğe maruz kalmaktadır. Bu durumun farkına varamayanlar ise, büyüdüklerinde kadınların üzerinde tahakküm kurmaya çalışan bireylere dönüşürler. Kız çocuklarını orantısız şekilde etkileyen cinsiyetçilik çocuk oyunlarında da kendisini gösterir. Evcilik oyunuyla kız çocuklarının annelik rolünün yükseltilmesi, ev içinde yemek ve temizlik yapan rolüne bürünmeleri sağlanır. Erkek çocuklara alınan silah oyuncakları ise, kendilerini güçlülük ile bağdaştırılmalarına katkıda bulunur. “Kızlar hanım olur, hanım hanımcık otur” algısıyla büyütülür. “Oğlan büyür koç olur, kız büyür hiç olur; oğlan doğuran övünsün, kız doğuran dövünsün; Kız elin, oğlan evin; oğlanı her karı doğurmaz, er karı doğurur; kızını dövmeyen, dizini döver.” atasözleri Türk toplumunun kız çocuğuna bakış açısını göstermektedir.

 

Kadını Eve Hapseden Cinsiyetçi Dil Örnekleri

           Türk toplum yapısında kadının yeri “Ana” olarak tanımlanır ve kadın doğurganlıkla bağdaştırılır. Kadın, aile yaşamının ayrılmaz bir parçasıdır. Simone de Beauvoir’ın ‘’İkinci Cinsiyet’’ adlı kitabındaki ‘’Tota mulier in utero (Kadın bir rahimdir.)’’ sözü bu duruma atıfta bulunmaktadır. Çünkü toplumumuzda kadına biçilen görevler arasında anne olmak vardır, kadınlar doğurganlıkları ile ön plana çıkarılmaktadır. Kadınlardan iyi birer eş ve anne olmalarını bekleyen toplum, erkeklerden aileye para getirmelerini ve evin bakımını üstlenmelerini bekler. “Evin erkeği, evin reisi, baba ocağı” ifadeleri evin sahibinin eril bir figür olduğunu nitelemektedir.  Dil boyutunda: “Kadının yeri evidir, kadın kısmı evde oturur, dişi kuş yuvayı yapar, evi ev eden avrat (kadın), yurdu şen eden devlet, kadın erkeğin eşi, evin güneşidir, erkeğin iyisi eşiğinden, kadının iyisi döşeğinden belli olur” atasözlerinde de bu net bir şekilde görülmektedir.

 

Kadın Bedeni Üzerine Cinsiyetçi Dil

          Türkçede cinsel bir obje olarak da kadın bedenini tanımlayan ifadeler bulunmaktadır. Kadınların cinselliğini belirtirken kadın-kız ayrımı yapılır. Kadınların giyinirken vücutlarının belli kısımlarını açıkta bırakmaları toplum içerisinde “Namus” meselesine dönüştürülmüştür. “Eline erkek eli değmemiş kız olmak” deyimi ile toplum içerisinde namuslu olmak yüceltilir. “Kadının yüzünün karası erkeğin elinin kınası Yolsuz ilişkiler kadınlar için hoş karşılanmadığı hâlde erkekler bu gibi ilişkilerden övünme payı çıkarırlar” (Aşan, Demir, 2015). Açık giyinen kadın “Millete çarşı pazar sergileyen, vücudunu pazarlayan” ve “orospu, fahişe, hayat kadını” damgası yiyen kadındır. Dekolte giymek ve makyaj yapıp süslenmek toplumda dişiliğin sergilenmesi olarak algılanmaktadır. Dilimizde kadınları tanımlamak için “eksik etek, kaşık düşmanı” tarzı ifadeler de oldukça cinsiyetçidir.

 

Kızlık-Erkeklik, Kadınlık-Erkeklik Olgusu Üzerine Cinsiyetçi Dil

        “Kızlık: 1. Kız olma durumu 2. bekaret” (TDK,2002,s.576) “Erkeklik: 1. Erkek olma durumu 2. erkekçe davranış, yiğitlik.” (TDK,2002,s.337) (Güden,2006) Kızlık, cinsel bir obje olarak tanımlanırken, erkeklik yiğitlik ile bağdaştırılmıştır. Türkçenin içerisindeki eril zihniyeti gösteren bir örnektir. “Kız almak, kız vermek” ifadeleri alınan-verilen bireyin kadın değil de “kız” olduğunun altını çizmektedir. Bir kadın eğer evlenmemişse onun için kullandığımız kelimenin aşağılayıcı bir anlama gelen “Kız kurusu, evde kalmış, karta çıkmış” olması, lakin bir erkek evlenmediğinde durumunu belirten bir sıfat olarak “Bekar” kullanılması kadın-erkek arasındaki statü farkını göstermektedir. Dilimiz içerisinde geçen “Kız gibi”, kabaca “karı gibi” ifadeleri bir eşyanın el değmemiş, tertemiz olduğunu nitelemek için kullanılması kadının bedeninin cinsel olarak nesneleştirilmesine örnek verilebilir. “Erkek gibi” veya “Adam gibi” ifadelerini kullanmak ise mertliğe gönderme yapan birer övgü aracıdır. Sonuç olarak kadın bedeni üzerinden yapılan nitelendirmelerin erkekler için paralellik gösteren bir ifadesi bulunmamaktadır, bu durumda Türkçenin cinsiyetçi yapısına işaret etmektedir.

       Kadınları ve erkekleri sahip oldukları özellikler bakımından cinsiyetçi kalıplara sokan söylemleri incelemek gerekirse, toplum kadınları “Uysallık, ağırbaşlılık, yumuşaklık, naziklik, itaatkârlık, pasiflik, ahlaklılık, iffetlilik, kırılganlık, bakıma muhtaçlık” değerlerine sahip olması gereken cinsiyet olarak görürken, erkekler ise toplumun gözünde güçlü, başarılı, rekabetçi, kuvvetli, ağlamaz, yönetme ve liderlik vasıflarına sahip bireyler olarak görülürler. Erkek olmayı haysiyetli ve onurlu olma ile bağdaştıran, “Sözünün eri, erkek sözü, adamın dibi, kalıbının adamı” tarzı yapılar dilimizde oldukça yaygındır. “Erkeklik, sende kalsın” diyerek erkekliğin büyüklük göstergesi gibi gösterilmesi, “Adam ol” diyerek erkekliğin düzgün bir insan olmakla ilişkilendirilmesi sağlanır. “Erkeklik öldü mü?” derken erkekliğin insanlıkla bağdaştırılması, “Erkekliğe sığmamak” derken yiğitlik göndermesi yapılması, “Erkekliğine yedirememek” derken mertliğine yakıştıramama durumunun belirtilmesi Türk toplumu içinde yaygın olarak kullanılan gündelik cinsiyetçi kalıplara örnek gösterilebilir. Erkeklerin kadınsı özelliklere sahip olmasını aşağılar nitelikte olan “Karı kılıklı, karı gibi ağlama” tarzı ifadelerin varlığı erkek olgusu imajının çizilmesinin toplumda hoş görülmediğini kanıtlar niteliktedir. Kadınların tek başına bir şey yapamayacağını belirten “Kadın kısmı, kız başına” gibi ifadeler de sıklıkla karşımıza çıkmaktadır.

 

Medyadaki Cinsiyetçi Dil

        Kadınların medyadaki temsili de erkek egemen toplum ideolojisinin sürdürülmesinde rol oynar. Medya tarafından kadına derli toplu bir ev hanımı, çocuklarının başında bir anne rolü atfedilir; aynı zamanda araba veya parfüm reklamlarında ise cinsel bir obje olarak kullanılarak dişilik özellikleri ön plana çıkarılır. Ataerkil toplum düzeninin biçtiği roller kapsamında, kadının, özverili bir eş, vefakâr bir anne, hayırlı bir gelin, kocasının sözünden çıkmayan itaatkâr bir eş olması, kadının birincil görevleriymiş gibi yansıtılmaktadır. Türk medyasında kadınlar eşitlikçi bir temsilden oldukça uzaktadır. Medya dilinde özne olarak temsil edilmezler. “Bazen, özellikle medyada, erillikle bağdaştırılan bir mesleği icra eden kadından söz edilirken “Kadın” sözcüğünün mesleğin başına mutlaka eklendiğini görürüz: “Pakistan’ın kadın başbakanı Türkiye de” (Güden, 2006) Çünkü bu tarz yüksek mevkilerde erkeklerin görülmesi “Norm”, kadının görülmesi “Norm dışıdır”.  Erkek cumhurbaşkanı, erkek polis, kadın anaokulu öğretmeni, kadın hemşire gibi haber örneklerine rastlanmaz. “3’ü kadın 15 işçi”, “Bir hanımla üç kişi”, “Kadın çocuk her türlü canlı”, “İhtiyar, kadın, çocuk demeden” türünden ifadeler kadını vurgularken aslında onu ötekileştirmekte, yine insanın aslen “Erkek” cinsi olduğuna atıfta bulunmaktadır. “(Güden, 2006). Haberlerde ve gazetelerde geçen “Fikir adamı, siyaset adamı, halk adamı, bilim adamı, eylem adamı, ilim adamı, iş adamı, devlet adamı, din adamı” örnekleri de ötekileştirmenin boyutunu ortaya koymaktadır.

        Diğer yandan medyada, kadınlara yönelik işlenen suçlar kurban-suçlu rolleri aracılığıyla haber yapılır. Tecavüze uğrayan veya öldürülen kadınlar için yapılan haberlerde suçlunun suçunu meşrulaştırmaya çalışan ifadelere rastlarız. “Gece eğlencesinden dönen kadın, mini etek giymiş genç kız, alkollü kadın” gibi işlenen suçu gerekçelendirme amacı taşıyan birtakım ifadeler ile öldürülen kadınların giyiniş ve yaşam tarzlarını sorgular biçimde haber yapılır. Bunun dışında aile içi şiddet ve cinayet haberleri içinde aynı durum geçerlidir. “Fettan kadın iki erkeği birden yaktı.” Şeklindeki ifadeler, bir kadının ölümü üzerine “Su testisi, su yolunda kırıldı.” yorumunu yapan eril zihniyet, “Cinnet geçiren baba eşini ve kızını pompalı tüfekle vurdu.” haberinde cinnet kelimesinin vurgulanmak istenmesi suçlu-kurban ilişkisine örnek gösterilebilir.  Gördüğümüz üzere “Adam, koca, eş” figürü dayak atan değil, “kadın” dayak yiyen pozisyondadır. “Dişi yalanmazsa, erkek dolanmaz.”, “Dişi köpek kuyruğunu sallamayınca, erkek köpek ardına düşmez.” tarzındaki birçok atasözleri tacize uğradığı için kadını suçlar konuma getirmektedir.

  

Kadına Yönelik Şiddeti Ön Plana Çıkaran Cinsiyetçi Dil  

      Türk dilinde, kadına yönelik şiddeti normalleştiren atasözleri de bulunmaktadır. “Kocanın vurduğu yerde gül biter; iyi ipek kendini kırdırmaz, iyi kadın kendini dövdürmez; kadının sırtından sopayı, karnından sıpayı eksik etmeyeceksin.” bunlara örnek verilebilir. Aile içinde kadının ikincil konumunu ön plana çıkaran ve onu değersizleştiren atasözlerine örnek olarak da “Kadının hükmettiği evde mutluluk olmaz; Kadının şamdanı altın olsa mumunu dikecek erkektir; Keseye kadın eli girerse bereket gider; Dam damlamasından, karı vızıltısından durulmaz; Kadının saçı uzun, aklı kısadır.” verilebilir.

 

Toplumsal Cinsiyetçi Dil Kullanımını Nasıl Hayatımızdan Çıkarabiliriz?

       Toplumsal cinsiyetçi dil her yerde karşımıza çıkmaktadır. Toplumsal cinsiyete duyarlı bir dil kullanımı nasıl olmalıdır? Toplumsal cinsiyetçi kalıp yargıların kırılmasının önce mantalitede sonra dilde başladığını unutmamak da fayda vardır. Kadını görmezden gelen, ötekileştiren, değersizleştiren, aşağılayan cinsiyetçi dile karşı bir duruş benimsemek toplumda yaşayan her bireyin ortak hedefi haline getirilmelidir. Bireyleri cinsel kimlikleri ile ön plana çıkartmak çağdışıdır. UNDP Türkiye Toplumsal Cinsiyet Rehberi bize cinsiyetsiz bir dil oluşturma konusunda tavsiyeler sunmaktadır: “İş adamı, iş kadını değil iş insanı; hostes, host değil kabin görevlisi; satıcı adam, satıcı kadın değil satış temsilcisi; insanoğlu, âdemoğlu değil, insanlık; kameraman değil kamera operatörü; düşünen adam değil, düşünen entelektüel insan; anavatan değil vatan; kızlık soyadı değil evlilik öncesi soyadı; adam değil eleman veya çalışan.” Cinsiyetçi dile alternatifler üretmek bizim elimizdedir.

 

Sonuç

      Cinsiyetçi dil toplumsal hayatın her alanında kendini göstermektedir. Toplumun kadına ve erkeğe bakış açısı yıllar boyu süregelmiş kalıplarla şekillenmiştir. Dilsel boyutta karşımıza çıkan birçok söylem biçimi de bunu kanıtlar niteliktedir. Toplumsal cinsiyetçi dilin en büyük sorunu, cinsler arasında paralellik gösteren karşılıklarının bulunmamasıdır. Bu sebepten dolayı, dilde cinsiyet ayrımcılığı ortaya çıkmaktadır. Dil, kadını aşağıda ve ikinci cins olarak gören ifadelere sahipken, erkeği yüceltmektedir. Toplum tarafından atanan roller ile şekillenen söylem biçimlerinin özümsenmesi ve içselleştirilmesi tehlike arz etmektedir. “Her kültür kendi iktidar ilişkilerine uygun bir dil geliştirir ve ataerkil kültür de kendisini dünyanın her köşesinde dille yeniden üretir.” (Çelik,2016) Bireyleri bir kalıba sokmaya çalışan tutumlar, davranışlar da dilde üretilir. Salt bir birey olma özgürlüğünü hiçbir cins yaşayamamaktır.  Toplumsal hayatta rolünüzü reddettiğiniz an, “Norm dışı” özellikler sergileyen birey haline gelmektesiniz. Kadınları, erkekleri ve diğer tüm cinsel kimlikleri dil ile birlikte bizim yarattığımızı unutmamak gerekir. “İdeal kadın- ideal erkek” modelinden uzaklaşarak, dili eşitlikçi bir biçimde yeniden inşa etmek hepimizin görevi olmalıdır. Çünkü, eğer dilimize dikkat etmezsek, cinsiyetçi kalıpların toplum içinde doğallaştırılmasına katkı sağlamış oluruz. Bu durum, toplumsal cinsiyetçi mekanizmanın sürdürülmesine yol açar. Değişim dide başlar. Sonuç olarak toplumsal cinsiyetli doğulmaz, toplumsal cinsiyetli olunur.

 “Dilimin sınırları, dünyamın sınırlarıdır.”    -Wittgenstein

                                                                                               

 

BENGİSU ERDEM

Toplumsal Cinsiyet Staj Programı

     

 

KAYNAKÇA

Gül, F., Soysal, B. (2009). DÜŞÜNCE VE DİL ÜZERİNE, SBArD, Sayı 13, sh. 65 – 76

Hepşen, Ö. (2010). Tevrat, İncil Ve Kuran-I Kerimde Kadın Bedeni, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara

Topuz, S. Erkanlı, H. (2016). TOPLUMSAL CİNSİYET BAĞLAMINDA KADIN VE ERKEĞE ATFEDİLEN ANLAMLARIN METAFOR YÖNTEMİYLE ANALİZİ, alternatif politika Cilt 8, Sayı 2

Genç, H. (2018). Atasözlerinde Toplumsal Cinsiyet Algısı Olarak Kadın, folklor/edebiyat, cilt:24, sayı:94

Aşan, N. (2015). Kadına Şiddetin Arka Planı: Atasözleri ve Deyimlerimiz. Journal of Turkish Studies, 10(Volume 10 Issue 6), 179-179. doi:10.7827/turkishstudies.8136

GÜDEN, M. (2006). Dilde Cinsiyet Ayrımcılığı: Türkçe’nin İçerdiği Eril ve Dişil İfadeler Bakımından İncelenmesi

Güder, S. Y., & Yildiz, T. G. (2016). Okul Öncesi Dönemdeki Çocukların Toplumsal Cinsiyet Algılarında Ailenin Rolü. Hacettepe University Journal of Education, 1-1. doi:10.16986/huje.2016016429

Bingöl, O. (2014). Toplumsal Cinsiyet Olgusu ve Türkiye’de Kadınlık. Karamanoğlu Mehmetbey Üniversitesi Sosyal Ve Ekonomik Araştırmalar Dergisi, 2014(3), 108. doi:10.18493/kmusekad.36760

 Barrett, M. (1995). Günümüzde Kadına Uygulanan Baskı, çev: Ş. Süer, Pencere Yayınları, İstanbul

Asan, H. (2010). Ders Kitaplarında Cinsiyetçilik ve Öğretmenlerin Cinsiyetçilik Algılarının Saptanması, Fe Dergi 2, no. 2 (2010): 65-74

Yiğitoğlu, M. ve Yalçınkaya Z. (2016). Türkçedeki Cinsiyetçi Atasözleri Ve Deyimler Üzerine Bir İnceleme. Idil, 5 (26), s.1659-1669

Omertopuz. (2020, September 13). Gündelik Yaşam Pratiklerinde Cinsiyetçilik. Retrieved January 09, 2021, from https://medium.com/konformist/g%C3%BCndelik-ya%C5%9Fam-pratiklerinde-cinsiyet%C3%A7ilik-6b856a03e8f2

GÜNAY, G, BENER, Ö. (2011) Kadınların Toplumsal Cinsiyet Rolleri Çerçevesinde Aile İçi Yaşamı Algılama Biçimleri, TSA / Yıl: 15 S: 3

Akmeşe, Z., & Deniz, K. (2015). Kadına Yönelik Cinsiyetçi Söylemin İnternet Haber Portallarında Yer Alma Biçimleri. Sosyal Bilimler Dergisi, 2014(19). doi:10.12780/uusbd.45190

Rhode, Deborah L. (1995). “Media Images: Feminist Issues.” Signs: Journal of Women in Culture and Society 20(3): 685-710

Yirmibeşoğlu, Vildan. (1997). Compilation Of Newspaper Articles On Honor Killings. Presented To Women For Women’s Human Rights, İstanbul

Gül, S., Altındal, Y., Medyada Kadın Cinayeti Haberlerindeki Cinsiyetçi İzler: Radikal Gazetesi, Akdeniz İletişim Dergisi, 165-187

Kılıç, Z., Beyazova, A., Akbaş, H., Zara, A., Serhatlı, İ. (2013). Okul Çağı Çocuklarının Toplumsal Cinsiyet Algıları: Gündelik Yaşam Örnekleriyle Cinsiyetçiliğin Benimsenme Durumuna ve Esneyebilme Olasılığına Dair Bir Araştırma

Çelik, G. (2016).“Erkekler (de) ağlar!”: Toplumsal cinsiyet rolleri bağlamında erkeklik inşası ve şiddet döngüsü” Fe Dergi 8, no. 2, 1-12.

TUİÇ AKADEMİ SERTİFİKALI ONLINE STAJ (o-STAJ) MART DÖNEMİ BAŞVURULARI AÇILDI!

0

Online Staj Programı, online olarak sürdürüleceğinden özellikle içinde bulunduğumuz pandemi sürecinde staj yapmak isteyen adaylara büyük bir kolaylık sağlayacaktır. o-Staj programımızda katılımcılara;

İlgili konu veya alanla ilgili temel bilgi ve gereksinimlerini karşılanması,

Araştırma, yazma ve sunum becerilerinin kazanılması ve geliştirilmesi,

Alanda çalışan kişilerle ağ ve tecrübe paylaşımının mümkün kılınması,

Stajı başarıyla bitirenlere staj katılım belgesi verilmesi planlanmaktadır.

 

TUİÇ Akademi o-Staj İçeriği

Stajyerler yukarıda belirtilen alanlarda koordinatörlerin hazırlamış olduğu o-Staj müfredatlarındaki,

1.Metodoloji Eğitimi

2.Makale Tartışmaları

3.Araştırma Yazısı

4.Belgesel/Film Analizi

5.Röportaj

6.Online Seminer Programı çalışmalarını yapacaklardır.

 

 

Başvuru ve Detaylı Bilgi İçin: www.o-staj.com

Haftalık Balkan Bülteni / 5 – 12 Şubat

0

 

Rusya Arnavut Diplomatı “Persona Non Grata” İlan Etti

Rusya Dışişleri Bakanlığı, Arnavutluk’un Moskova Büyükelçiliğinde çalışan bir diplomatı “persona non grata” (istenmeyen kişi – diplomatik) ilan etti. Bakanlıktan yapılan açıklamada, Arnavutluk  Büyükelçisi Abren Gazioni’nin Bakanlığa çağrıldığı ve elçilikte çalışan bir diplomatın 72 saat içinde Rusya’yı terk etmesi için nota verildiği bildirildi.

Açıklamada, “Bu adım Arnavutluk’un Tiran’daki Rusya Büyükelçiliğinde çalışan birinci katibini tamamen uydurma bahane ile gönderilmesine cevap olarak atılmıştır.” ifadesi kullanıldı. Arnavutluk Dışişleri Bakanlığı, 21 Ocak’ta, Rusya’nın Tiran Büyükelçiliğindeki bir diplomatı ülkede yeni tip coronavirus (Kovid-19) salgınıyla ilgili kısıtlamaları açıkça ihlal ettiği gerekçesiyle “istenmeyen kişi” ilan etmesine rağmen Rusya; Arnavutluk tarafının seçimler öncesinde Batı’daki Rus karşıtı güçlerin desteğini almak için bu tür eylemlerde bulunduğu öne sürerek, Tiran’ın daha önce Rus diplomatı sınır dışı etmesini “provokasyon” olarak nitelendirdi.

 

Kaynak : Sputniknews

Tarih : 08.02.2021

 

Khushi’nin Fransa Büyükelçisi ile Görüşmesi

Arnavutluk Eğitim Bakanı Evis Kushi, Fransa Büyükelçisi ile bir görüşme yaptı. Kushi, bu toplantıda, konunun iki ülke arasındaki karşılıklı ilgi alanlarında işbirliği düzeyini ilerletmeye hazır olmasının memnuniyetle karşılandığını öne sürdü. Bakan Kushi, 26 Kasım 2019 depremi sonrasında ve özellikle COVID-19 salgını sırasında Fransa’nın öğrenme süreci yararına yaptığı değerli katkılardan dolayı Arnavutluk hükümetine teşekkürlerini iletti ve bu toplantıda konunun iki ülke arasındaki karşılıklı ilgi alanlarında iş birliği düzeyini ilerletmeye hazır olmasının memnuniyetle karşılandığını öne sürdü.

 

Kaynak: ABCNews.Al

Tarih: 09.02.2021

 

Džaferović: “Bosna-Hersek’te Ayrılıkçı Politikalar Terk Edilmeli!”

Üçlü Başkanlığın Boşnak üyesi Šefik Džaferović salı günü N1’de katıldığı yayında, Joe Biden dönemine ve Bosna-Hersek siyasetinde artan ayrılıkçı politikalara dair açıklamalarda bulundu.

Džaferović, ABD’nin yeni Başkanı Joe Biden’in yönetimi sırasında, BH’nin Brüksel’de bir anlaşma yaparak, Avrupa ve NATO yolunda güçlü adımlar atacağını ve BH kurumlarında mevcut ablukaları ortadan kaldıracak yeni reformların yapılacağını beklediğini ifade etti.

Dzaferoviç ayrıca,  Sırbistan Cumhurbaşkanı Aleksandar Vučić’in Biden’in göreve gelmesinin Kosova ve Republika Srpska (RS) tarafına ilişkin durumu karmaşıklığa ulaştırmayı bileceğini söyleyen açıklamasını kınadı ve Kosova sorununu RC’nin sorunuyla ilişkilendirmeye yönelik her türlü girişimi reddettiğini vurguladı. Aynı zamanda, Bosna Cumhurbaşkanlığı’ndaki Sırp meslektaşı ve şu anki Devlet Başkanı Milorad Dodik’in ayrılıkçı politikasını değiştirmesi gerektiğini aksi takdirde Dodik’in siyasi sahneyi terk etmek zorunda kalacağını belirtti.

 

Kaynak: N1

Tarih: 09.02.2021

 

Savaşın İzlerine Hala Rastlanıyor

Bosna-Hersek Kayıp Kişiler Enstitüsü kamuoyuna yaptığı açıklamada, Koşevo Hastanesi olarak bilinen başkentteki Saraybosna Üniversitesi Klinik Merkezi yakınlarında çarşamba günü yapılan bir kazıda, 1990’lardaki savaştan kaldığı düşünülen kemik parçaları, ayakkabılar ve bir kol saatinin bulunduğunu duyurdu. Bulunan kalıntılar ve kişisel eşyalar adli test ve değerlendirme için Miljevici’ye gönderildi. Kemik örneklerine yapılacak olan DNA testiyle beraber kurbanın kimliğinin belirlenmesi öngörülüyor. Kayıp Kişiler Enstitüsü sözcüsü Emza Fazlic verdiği demeçte, kazı çalışmasına bir görgü tanığının ihbarı üzerine başlandığını ifade etti. Görgü tanığının ifadesi kurbanın kalıntılarının Hastane morgundan çıkarıldığını ve söz konusu araziye gömüldüğü yönündeydi.

 

Kaynak: N1 & Balkan Insight

Tarih: 10.02.2021

 

Bosna – Hersek’teki Göçmen Krizine Yönelik Yeni Bir Adım Atılacak

Güvenlik Bakanı Selmo Cikotic, Sivil İşler Bakanı Ankica Gudeljevic ve İnsan Hakları ve Mülteciler Bakanı Milos Lucic, geçtiğimiz perşembe günü Bosna-Hersek’teki (BH) göçmenlerin durumunun ele alınmasına yönelik daha verimli bir koordinasyonun kurulması için bir araya geldi.

Toplantıda, tüm Avrupa için insani bir kriz ve güvenlik sorunu haline gelen göçmenlerin durumu, göç akışları ve bu alandaki başlıca zorluklar değerlendirildi. BH’nin bu soruna olabildiğince çabuk yanıt vermesi için kabul edilen göç yönetimi planının uygulanması ve ilgili tüm bakanlıkların sorunun çözümüne katılımlarının sağlanması gerektiği belirtildi.

Güvenlik Bakanı Cikotic toplantı sonrasında yaptığı basın açıklamasında, ilerleyen günlerde sınır koruma önlemlerinin yanı sıra en çok göçmen gelen ülkelerle geri kabul anlaşmaları imzalanmasının planlandığını bunun göçmenlerin BH’yi Avrupa Birliği (AB) ülkelerine geçiş olarak kullanmalarını engelleyen bir önlem olacağını dile getirdi. Cikotic aynı zamanda yasadışı göçü önlemek için alınan tedbirler ve göçmenlerin hareketini azaltan Koronavirüs salgını nedeniyle geçtiğimiz 2020 yılı içerisinde bir önceki yıla göre iki kat daha az göçmen kaydedildiğini söyledi.

 

Kaynak: N1

Tarih: 12.02.2021

 

Bulgaristan Başbakan Yardımcısından Çin’in Salgınla Mücadele Çabalarına Takdir

6 Şubat akşamı Bulgaristan Başbakan Yardımcısı Mariana Nikolova, Çin halkının ve Devletinin COVID-19 salgınıyla mücadeledeki dayanışmasını ve direncini övdü ve küresel zorlukların ancak birlikte aşılabileceğini vurguladı. Ekonomi ve demografik politikadan sorumlu Nikolova, Bulgaristan’daki Çin Büyükelçiliği’nin ev sahipliğinde düzenlenen Çin Yeni Yılının kutlamasında açıklamalarda bulundu.

Nikolova, “Salgınla birlikte mücadele etmek ve Çin Yeni Yılını selamlamak” temasıyla düzenlenen etkinlikte; 2020 yılına, insan hayatının korunmasını ön planda tutan, benzeri görülmemiş bir küresel sağlık krizinin damgasını vurduğunu söyledi ve sözlerine şöyle devam etti: “Çin halkının ve devletinin dayanışması ve dirençliliği, bize küresel zorlukların ancak ortak çabalar ve iş birliği ile aşılabileceğini öğretiyor.” Nikolova Bulgaristan ile Çin arasındaki her alanda mükemmel ikili ilişkilere vurgu yaparken, “Yeni ve karşılıklı yarar sağlayan politika ve girişimlerin, iş birliğimizin ve anlayışımızın derinleşmesine katkıda bulunacağına ve böylece halklarımız arasındaki geleneksel dostluk ilişkilerini güçlendireceğine yürekten inanıyorum.” ifadelerini kullandı.

Çin’in Bulgaristan Büyükelçisi Dong Xiaojun, Çin halkının geçtiğimiz yıl elde ettikleri başarılardan gurur duyduklarını söyledi. Büyükelçi, Partinin ve hükümetin güçlü liderliği altında, salgının önlenmesi ve kontrolünün yanı sıra ekonomik ve sosyal kalkınmada ülkenin her yerinden insanların birleştiğini ve büyük sonuçlar elde edildiğini de belirtti.

Dong, pandemiyle karşı karşıya kalan Çin ve Bulgaristan’ın birbirine yardım ettiğini ve geleneksel dostluğun kalıcı gücünü ve iki ülke arasındaki stratejik ortaklığın zengin anlamını eylemlerle gösterdiklerini söyledi. Bulgaristan Parlamentosu’nda Bulgaristan-Çin dostluk grubu başkanı Dimitar Boychev de iki ülkenin ekonomi, teknoloji, eğitim ve kültür alanlarında daha yeni ve önemli projelere imza attığından emin olduğu ifadeleriyle bu dostluğa ilişkin yorumlarda bulundu.

 

Kaynak: People.cn

Tarih: 07.02.2021

 

Bulgaristan Dışişleri Bakanlığı’ndan Belarus Halkının Demokrasi Arzusuna Destek Göstergesi

Bulgaristan Dışişleri Bakanlığı 7 Şubat tarihinde internet sitesinden; “Belarus halkının değişim ve demokratik gelecek arzusunu destekliyoruz ve Belarus’ta insan hakları ve medya özgürlüğüne karşı devam eden saldırıları kategorik olarak kınıyoruz.” ifadelerini kullandıkları bir bildiri yayınladı. Bildiride, “Belarus makamlarının kendi halklarına karşı yürüttüğü devam eden şiddet, baskı ve yıldırma kampanyasını endişeyle takip ediyoruz.” ve “Siyasi tutukluların listesi istikrarlı bir şekilde büyüyor ve şimdiye kadar 220’den fazla kişi bu listeye girdi. Barışçıl protestocular, blog yazarları, cumhurbaşkanlığı seçim kampanyaları, muhalefet liderleri ve Belarus sivil toplumunun hemen hemen tüm sosyal katmanlarının üyeleri hapse atıldı veya zorla alıkonuldu. Yalnızca insan hak ve özgürlüklerini kullanmaktan korkmayı reddettikleri için sürgün ediliyorlar” ifadeleri kullanıldı.

Bakanlık, “AB Üye Devletleri ve Bulgaristan’ın uluslararası ortaklarına katılarak, Belarus’taki yetkilileri belgelenmiş sistematik ve ciddi insan hakları ihlalleri vakalarını derhal araştırmaya davet ediyoruz.” çağrısında bulunurken; hedeflediklerini şöyle belirttiler: “Belarus halkının demokratik özlemlerine uygun olarak yeni özgür ve adil seçimler organize etme nihai hedefi ile kapsayıcı bir ulusal diyalog yoluyla krizi barışçıl bir şekilde çözmek”.

 

Kaynak: Bulgarian News Agency

Tarih: 07.02.2021

 

Türkiye: Bulgaristan Bizim Avrupa’ya Açılan Kapımız

Türk-Bulgar İş Konseyi Başkanı Zeki Sarıbekir, BNR’nin aktardığı yazılı açıklamada Bulgaristan’ın sadece Türkiye’nin komşusu değil, aynı zamanda Avrupa’ya açılan kapısı olduğunu belirtti. “Bulgaristan bizim için çok önemli bir ülke. Sadece komşumuz değil, aynı zamanda Avrupa’ya açılan kapımız. Türkiye’nin tüm ihracatının yarısını oluşturan Avrupa’ya ihracatın büyük bir kısmı Bulgaristan’dan geçiyor. Yılda bir milyon TIR kamyonu, Kapıkule, Dereköy ve Hamzabeyli kontrol noktalarından Bulgaristan üzerinden ticari malları taşıyor ” sözlerine şöyle devam etti: “2021 yılında karşılıklı emtia borsasını 5 milyar dolara çıkarmayı planlıyoruz ve 2023 yılında 6-7 milyar dolara ulaşmasını bekliyoruz”.

 

Kaynak: Sofia News Agency

Tarih: 08.02.2021

 

Bulgaristan Başbakan Yardımcısı Nikolova “17 + 1” Zirvesine katıldı

Bulgaristan Başbakan Yardımcısı ve Turizm Bakanı Mariana Nikolova, 9 Şubat’ta düzenlenen “17 + 1” zirvesinin video konferans toplantısına katıldı.

Nikolova açıklamasının başında, “Bugünkü 17 + 1 Girişimi Zirvesine katılmaktan mutluluk duyuyorum, umarım belirli girişimleri ve gelecekteki işbirliği yönlerini ana hatlarıyla belirtiriz.” ifadelerinde bulunurken sözlerine şöyle devam etti: “Bugün ev sahibimiz, Çin-Orta ve Doğu Avrupa Ülkeleri (CEEC) Zirvesi’ne başkanlık eden Başkan Xi Jinping ve Jinping’in CEEC’e kişisel bağlılığını takdir ediyorum ve liderliğinin hepimizin ciddi zorluklarla karşılaştığı bir dönemde özellikle önemli olduğunu belirtmek istiyorum”. Başbakan Yardımcısı, Bulgaristan’ın, AB ile Çin arasındaki kapsamlı stratejik ortaklığın derinleştirilmesinde barış, refah ve sürdürülebilir kalkınma, çok taraflılık ve hukukun üstünlüğüne dayalı uluslararası düzenin bir faktörü olarak özel önem verdiğini de belirtti.

Dayanışma, anlayış ve ortak çabalar temelinde mevcut durumdan bir an önce çıkıp hayatın normal ritmine dönülebileceğine dair inancını dile getiren Nikolova, “17 + 1” girişimindeki tüm katılımcıları; tarım, lojistik merkezler ve diğer ürünlerde e-ticaret için iş birliğine ve de Bulgaristan ile Çin’deki demonstrasyon bölgelerinden daha aktif yararlanmaya çağırdı. Nikolova, küçük ve orta ölçekli işletmeler arasında da dahil olmak üzere işletmeler arasında temasları ve doğrudan alışverişi teşvik etmek için daha fazla çaba gösterilmesi gerektiğine de dikkat çekti. Bulgar hükümeti ve ticaretinin, Çin şirketlerinin çeşitli iş birliği biçimleri uygulayarak AB kuralları kapsamında Bulgaristan’a yatırım yapma yönündeki herhangi bir ciddi niyetini memnuniyetle karşılayacağını belirtti.

Başbakan Yardımcısı, pandeminin getirdiği mevcut kısıtlamaların aşılmasının ardından, doğrudan uçuşların yapılması olasılığı da dahil olmak üzere Çin’den gelen turist akışını artırmak için özel adımlar atılması gerektiğini söyledi. Nikolova sözlerini ise şöyle tamamladı: “Çin’in desteğine güvendiğimiz kültür, eğitim ve bilim alanları bizim için geleneksel olarak önemli olmaya devam ediyor.”

Kaynak: Bulgarian National Television

Tarih: 09.02.2021

 

Başbakan Borissov, Avusturya Büyükelçisi Wicke ve Avusturya İş Temsilcileri ile Görüştü

Hükümet Bilgilendirme Servisi’nin aktardığına göre, 10 Şubat tarihinde Avusturya’nın Bulgaristan Büyükelçisi Andrea Wicke ve Avusturyalı iş dünyası temsilcileriyle yaptığı toplantıda konuşan Başbakan Boyko Borissov,  Bulgaristan’ın bir yatırım hedefi olarak sayısız avantaja sahip olduğunu ve hükümetinin bu yöndeki politikaları uygulamaya devam edeceğini vurguladı. Borissov toplantıda, Bulgaristan’ın Bankacılık Birliği’ne katılmasının mali şeffaflığı garanti eden istisnai bir avantaj olduğu ifadesine de yer verdi.

Toplantıda Bulgaristan ile Avusturya arasındaki ekonomik ilişkilerin geliştirilmesi üzerinde duruldu. Basın açıklamasında, geçen yıl 1 milyar euroyu aşan çift yönlü ticaret ve bu ülkedeki etkileyici Avusturya yatırımlarının bu ilişkilerin potansiyelinin göstergesi olduğu ve Avusturya’nın, Bulgaristan’da iş yapan 350’den fazla Avusturyalı şirket ile doğrudan yabancı yatırımlarda ikinci sırada yer aldığı belirtildi.

 

Kaynak: Bulgarian News Agency

Tarih: 10.02.2021

 

AB Kış Ekonomik Tahmini, Bulgaristan’ın 2021’deki Büyüme Oranını  %2,7’ye Yükseltti

Avrupa Komisyonu (AK), bu yıl ve 2022’de Bulgaristan’ın ekonomik büyüme beklentileri konusunda daha iyimser ve 11 Şubat’ta yayınlanan kış ekonomik tahmininde her iki hedef rakamı da yükseltti. 2021 için revize edilmiş tahmin, AB’nin 2020 sonbahar raporuna kıyasla yüzde 2,7, yüzde 0,1 puan daha yüksek ve 2022 için tahmin, önceki raporda yüzde 3,7 iken yüzde 4,9’a yükseldi. Raporda, Bulgaristan’ın gayri safi yurtiçi hasılasının bir önceki rapordaki yüzde 5,1 tahminine kıyasla 2020’de yüzde 4,9’a düştüğü tahmin ediliyor. Bulgaristan’ın istatistik kurumu NSI, 2020 dördüncü çeyrek ve tam yıllık GSYİH anlık tahminini 16 Şubat’ta yayınlayacak ve ardından 9 Mart’ta ön rakamlar gelecek. Raporda, Covid-19 salgınının bazı AB üye ülkelerini çevreleme tedbirlerini yeniden uygulamaya veya sıkılaştırmaya zorlaması nedeniyle, genel olarak, Avrupa ekonomisinin kısa vadeli görünümünün geçen sonbaharda beklenenden daha zayıf olduğu belirtildi. Ancak AK raporu, 2020’nin sonlarında aşıların çığır açan gelişimi ve toplu aşılama kampanyalarının başlamasının “yakın dönemin ötesinde görünümü aydınlattığını” ifadelerine de yer verdi.

 

Kaynak: The Sofia Globe

Tarih: 11.02.2021

 

Hırvat Başbakan Plenkovic  Çin’in 17 + 1 Adlı Girişiminin Sanal Toplantısına Katıldı

Başbakan Andrej Plenkovic Salı günü Çin + 17 girişiminin sanal toplantısına katılarak Koronavirüs pandemisinin başlangıcında koruyucu ekipman sağlama konusundaki yardımları için Çinli yetkililere teşekkür etti. Avrupa’daki Çin yatırımlarını artırmak amacıyla 2012 yılında başlatılan girişim, son zirvesini Yunanistan’ın da katıldığı Dubrovnik şehrinde 2019 yılında gerçekleştirdi. Koronavirüs salgını nedeniyle canlı toplantılar ertelemek zorunda kaldı.

Plenkovic, pandeminin başlangıcında pek çok hayatın kurtarılmasına yardımcı olan koruyucu ekipman konusunda acil yardım için Çinli liderlere teşekkür ederek “pandemi patlak verdiğinde bu iş birliği çerçevesinin ne kadar yararlı olduğunu söylemeliyim” dedi. Konuşmasına Hırvatistan – Çin ilişkilerinin değerlendirilmesi ile devam eden Plenkovic, AB tarafından finanse edilen ve Çinli bir şirket tarafından inşa edilen Peljesac Köprüsü projesini ve Hırvatistan’ın Senj kentinde Çin’in en büyük temiz enerji yatırımı olan NORINCO rüzgar enerjisi projesi hakkında konuştu.

 

Kaynak: N1

Tarih: 09.02.2021

 

“Yabancı  Ülkeler  Hırvatistan  Semalarında Devriye Gezemez”

Hırvatistan Savunma Bakanı Maria Banozic 10 Şubat tarihinde yaptığı açıklamada, “Ömrü 2024’te bitecek olan MİG’lerimiz (askeri uçak üreten firma) hala elimizde. O zamana kadar çok amaçlı savaş uçaklarıyla ilgili durumumuzu çözeceğimizi umuyorum” dedi ve o zamana kadar Hırvatistan Hava Kuvvetlerinin son otuz yılda olduğu gibi ülkenin gökyüzünü korumaya devam edeceğini ekledi.

Salı günü bildirildiği üzere Hırvatistan MİG’leri eskimeden savaş uçağı alamayacak. Bu da Euroactiv’in ortağı “Jutarnji” listesinin öngördüğü gibi müttefik bir ülkeden yardım istemeye zorlanacağı anlamına geliyor. Bu tahmin, eski uçakların artık çalışmadığı ve zamanla yeni uçakların gelmesi arasında bir boşluk olacağını söyleyen Hırvatistan Savunma Bakanı Maria Banozic tarafından doğrulandı.

Bakan, hangi uçakların alınacağına ilişkin kararın ertelenmesi hakkında ise, bunun ocak ayı başlarında yapılacağını doğruladı ancak Sisak-Moslavina ilçesindeki depremler hükümetin odak noktasının olduğunu söyledi.

 

Kaynak: Euractiv

Tarih: 11.02.2021

 

Hırvatistan Parlamentosu’nda Brexit’e İlişkin Yorum

Hırvatistan Parlamentosu üyeleri, Brexit ile ilgili olarak Avrupa Birliği ile Büyük Britanya Birleşik Krallığı ve Kuzey İrlanda (Birleşik Krallık) arasında gelecekteki ilişkileri ve iş birliğini düzenleyen müzakerelerin ve anlaşmaların tamamlanması hakkında bilgi tartışmaya başladı. 31 Ocak 2020 tarihinde Geri Çekilme Anlaşması temelinde AB’den çekilen eski bir üye devlet olarak Birleşik Krallık ve AB arasındaki yeni ortaklık, Ticaret ve İş birliği Anlaşması, nükleer enerjinin güvenli ve barışçıl kullanımı alanında iş birliğine ilişkin Gizli Bilgi Değişimi Anlaşması için Güvenlik Usulleri Anlaşmasına tabi olmuştu. AB-Birleşik Krallık Ticaret ve İş birliği Anlaşması iç güvenlik, adalet ve sosyal güvenlik sistemlerinin koordinasyonu konularında iş birliği ile ilgili bölümleri içermektedir ve AB’nin üçüncü bir ülke ile sahip olduğu en kapsamlı serbest ticaret anlaşmasıdır. AB-Birleşik Krallık Bilgi Güvenliği Anlaşması, AB kurumları ve Birleşik Krallık arasında gizli bilgilerin güvenli bir şekilde değiş tokuşunu sağlamak için imzalanırken, Nükleer Enerji Anlaşması, nükleer enerjinin uluslararası standartlara uygun olarak güvenli ve barışçıl kullanımında sürekli iş birliğine izin vermektedir.

Parlamentoda Hırvatistan’ın Avrupa Devlet Bakanı Andreja Metelko-Zgombić 25 Şubat 2020’de Hırvatistan’ın AB dönem başkanlığı sırasındaki resmi açılıştan 24 Aralık 2020’de anlaşmaya varılmasına kadar AB-İngiltere müzakerelerinin seyri hakkında parlamentoya bilgi verdi. Bakan konuşmasını şu sözlerle sürdürdü: “Hırvatistan’ın AB başkanlığı, bir üye devletin birlikten ayrıldığı bir zaman olarak hatırlanabilir ama AB-İngiltere arasındaki Çekilme Anlaşması tarafından açıkça tanımlanan koşullar ve Brexit sonrası sözleşme, ilişkilerin düzenlenmesine yardımcı oldu”

 

Kaynak: MVEP.HR

Tarih: 12.02.2021

 

Karadağ Büyükelçiliği’nden Güven Mektupları

Karadağ Cumhurbaşkanı Milo Djukanoviç, Hindistan, Danimarka ve Romanya’nın yeni atanan olağanüstü ve tam yetkili büyükelçileri Jaideep Mazumdar, Susan Wagner Hoffman Sajn ve Matei Viorel Ardeleanu’dan güven mektupları aldı. Kabinesine göre Djukanoviç, büyükelçilere Karadağ’daki mevcut durum, parlamento seçimleri, iktidarın barışçıl geçişi ve seçim sonrası hükümetin kurulması ve devletin ilk kez karşı karşıya olduğu birlikte yaşamanın işleyiş şekli hakkında bilgi verdi.

Yeni Hükümetin Karadağ’ın Avrupa Birliği (AB) ve NATO’ya giden mevcut stratejik yolunu tam olarak takip etmesini beklediğini belirtti. Djukanovic, cumhurbaşkanlığından itibaren ‘birlikte yaşama’ çerçevesinde Karadağ’ı Avrupa ve Avrupa-Atlantik entegrasyonu yolunda tutmak için her şeyi yapacağını vurguladı. Bu durum Balkanlar’da tam istikrarın ve zorlu tarihi mirasın üstesinden gelmenin tek yolu olarak görülmekte. Geçen yıl 28 Aralık’ta yapılan Meclis oturumunda yaşanan olayları hatırlatarak, Anayasa Mahkemesinin bu yıl 20 Ocak’ta yeniden kabul edilen kararların ve kanunların anayasaya uygunluğunu değerlendirme prosedüründe son sözü vereceğini sözlerine ekledi. Basına yapılan açıklama, bunların kabul edilmesinin Avrupa entegrasyon yolundaki süreci yavaşlatacağının düşünüldüğü söylendi.

 

Kaynak: Mina News

Tarih: 09.02.2021

 

Anayasa Mahkemesi Kararı Doğrultusunda Parlamentoya Dönüş

Sosyalist Demokrat Parti (DPS)’den duyurulduğu üzere Danijel Zivkoviç, parlamento seçimlerinden sonra Karadağ’daki siyasi ve sosyal ortamı görüştüğü başkent Podgorica’daki Avrupa Birliği (AB) büyükelçisi Olan Kristina Pop ile bir araya geldi. Zivkoviç, DPS ve Liberal Parti (LP) Milletvekilleri Kulübü’nün parlamentonun demokratik değerleri ve Karadağ’ın Avrupa yolunu destekleyen tüm yasama faaliyetlerinde ortak olacağına işaret etti. Danijel Zivkovica’e göre, Anayasa Mahkemesinin 20 Ocak oturumunda kabul edilen kanunların anayasaya uygunluğunu değerlendirme girişimi hakkındaki kararı,  DPS – LP üyelerinin parlamentoya dönüşü için belirleyici olmayacak.

 

Kaynak: Mina News

Tarih: 09.02.2021

 

Karadağ’a Avrupa Entegrasyonunda Almanya Desteği

Almanya Başbakanı Angela Merkel, Başbakan Zdravko Krivokapiç ile çevrimiçi yaptığı görüşmede, Almanya’nın Avrupa entegrasyonu yolunda Karadağ’ın güvenilir ortağı olmaya devam edeceğini söyledi. Video bağlantısıyla yapılan bu görüşmede başkanlar, Karadağ’da yeni seçilen Hükümet ile Almanya arasındaki siyasi diyaloğun iyi ivmeler kazanmasından duydukları memnuniyeti dile getirdiler. Krivokapiç ve Merkel’in ikili siyasi ve ekonomik ilişkileri, Karadağ’ın AB’ye katılım sürecini ve bu arada Hükümetin uyguladığı reformları tartıştıkları kamuya duyuruldu. Karadağ’da yapılan açıklamada, “Merkel, Hükümetin bölgesel iş birliğine olan bağlılığını memnuniyetle karşıladı ve Almanya’nın, Krivokapiç’in kendisine özellikle teşekkür ettiği Avrupa entegrasyonu yolunda Karadağ’ın güvenilir bir ortağı olarak kalacağını yineledi.” ifadeleri kullanıldı. Krivokapiç, Merkel’e Almanya’nın Karadağ hükümetine başta hukukun üstünlüğüne katkıda bulunacak reformlar, yolsuzluk ve organize suçla mücadeleye verdiği destek için verdiği destekten dolayı teşekkür etti.

 

Kaynak: Mina News

Tarih: 11.02.2021

 

Katnic: Yeni Yasaların Anayasal Bir Dayanağı Yok

Karadağ Özel Devlet Başsavcısı Milivoje Katnic, savcılığa ilişkin kanunların kabulü için girişimde bulunanların bu eylemlerin kabulünden vazgeçmesi ve mevcut parlamentonun görev süresinin dolmasına kadar sunmayı taahhüt etmesi durumunda istifa edeceğini duyurdu. Basına yaptığı açıklamada, Yüksek Devlet Savcılığı’nın Devlet Savcılığı Kanunu ve Özel Devlet Savcılığı Kanunu’nda yapılan değişikliklerin duyurulduğu genişletilmiş oturumunda görüşüldüğünü söyledi.

Ayrıca 10 Şubat tarihinde Başbakan Zdravko Krivokapiç ile resmi bir görüşme yaptığını söyleyen Katnic; “O vesileyle, istifa etmem durumunda Demokratlar ve Sivil Hareket (GP) URA milletvekillerinin Devlet Savcılığı Yasası ve Özel Devlet Yasası’nı değiştirme teklifinden vazgeçtiklerini bildirdi. “dedi. ‘’Savcılık bu yasaların değiştirilmesinin anayasal bir dayanağı olmadığını, çünkü dediği gibi yasaların gerektiğinde değiştirildiğini “ve bu yasaların düzenlediği değişen koşullar nedeniyle tamamen veya çoğunda değiştirilmesi gerektiğini belirtti.” diye ekledi. Katnic’e göre yasa değişikliklerin amacı, öncelikle özel başsavcı ve ardından özel savcılar tarafından ayrımcılık yapmak. Ayrıca ona göre bu yasalar, savcılık işlevini yerine getirmek için koşulları iyileştirmeyi ve örgütsel ve diğer ön koşulları oluşturmayı amaçlıyor.

 

Kaynak: Mina News

Tarih: 11.02.2021

 

Kosova’nın Tanınmasına Sırbistan Dışişleri Bakanı’ndan Tepki

ABD Başkanı Joe Biden Sırbistan ile Kosova arasında karşılıklı tanıma talep etti. Bu talebin ardından, Sırbistan Dışişleri Bakanı Nikola Selakoviç tepki gösterdi. Kosova’nın tanınma konusunun Avrupa Birliği’ne üyelikte bir şart olmaması gerektiğini söyledi. Bu mücadelenin konumlarına hiçbir etkisinin olmayacağını belirtirken çıkarları için ısrarcı olmaya devam edeceklerini ve durumu büyük bir teşvik olarak algıladıklarını belirtti. Büyük güçlerin Kosova hakkında fikirlerini değiştirebileceklerine inanması gerektiğini, aynı zamanda birçoğunun Kosova’nın bağımsızlığını desteklediğini ve Kosova’yı her ülkede koruduklarını da ekledi. Ancak, büyük güçler 14 yıl önceki halleriyle aynı değil, bunun yanında Sırbistan da aynı değil ve aynı şekilde politikalar izlemiyor diyen Selakoviç, görüşmelerin olacağını fakat basit ve kolay geçmeyeceğini vurguladı.

 

Kaynak: Panorama.al

Tarih: 08.02.2021

 

Kudüs’teki Büyükelçilik’e Bir Tepki de Türkiye’den Geldi

Kosova ve İsrail 1 Şubat’ta sanal bir törenle diplomatik ilişkiler kurmuştu. Kosova’nın Kudüs’te büyükelçilik açma niyeti ise birçok ülke başkanı tarafından hoş karşılanmamıştı. Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da bu niyetin onu hayal kırıklığına uğrattığını söyledi. Erdoğan, Kosova’nın hem kendisine hem de Müslüman dünyasına ihanet ettiğine inanmakta. Bunun nedeni ise Kosova’nın Kudüs’te büyükelçilik açan Müslüman nüfusun çoğunluğuna sahip ilk ülke olmasından kaynaklanıyor. Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Hami Aksoy, bunun “Filistin meselesine hizmet etmediğini” söylerken, bu durumun iki devletli çözüm vizyonunu baltaladığını ekledi.

 

Kaynak: Independent Balkan News Agency

Tarih: 10.02.2021

 

Farklılıkları Çözmek için Uygun Anlaşma Arayışı

Dışişleri Bakanı Bujar Osmani cuma günü TV24’te verdiği röportajda Bulgaristan ile Dostluk Antlaşmasının ikili anlaşmazlıkları çözmek için uygun çerçeve olduğunu söyleyerek öngörülebilirliği teşvik etme ve anlaşmaya olan güveni yeniden tesis etme ihtiyacının altını çizdi. Bakan Osmani ‘ye göre, ülkelerin hükümlerinden herhangi bir ayrılma, ülkeler arasındaki ilişkilerde aksilik olacaktır.

Ayrıca, “Makedon dilini ve kimliğini kimse inkar edemeyeceği” için Bulgaristan’ın Makedon kimlik özelliklerine itiraz etmesine yönelik herhangi bir korkunun yersiz olduğunu belirtti. Dışişleri Bakanı, bunun Bulgar yetkililerle yapılan bir dizi görüşmede de yinelendiğini sözlerine ekledi.

Osmani, “Ancak bu, ilerlemek için iyi bir başlangıç noktası” dedi. “Bunu, [Makedon dili ve kimliğini] reddetme hakkına sahip olmadıklarını, Bulgaristan’ın gittikçe daha sık ve tanımlanmış pozisyonları aracılığıyla açıklığa kavuşturmayı başardık çünkü bu haklar, devletlerin temel kendi kaderini tayin hakkından kaynaklanıyor.” “Devletler devletleri tanır ve sonra bu devletler hangi dili konuşacaklarına ve kendilerine ne dediklerine kendileri karar verir. Bu yüzden, daha fazla tartışma olmaması için bunu doğrulamak bizim için önemliydi ”diye ekledi Osmani.

 

Kaynak: Mia.mk

Tarih: 05.02.2021

 

Arnavutluk ve Kuzey Makedonya’dan Hükümetlerarası Konferans

Arnavutluk Dışişleri Bakanı Olta Xhacka, Arnavutluk ve Kuzey Makedonya’nın ilk hükümetlerarası konferansın şartlarını karşıladığını söyledi. Bakan cuma günü Makedon mevkidaşı Bujar Osmani ile bir araya geldi. Bakan, düzenlediği basın toplantısında “Kuzey Makedonya Başbakanı Zoran Zaev’in kararlılığını” övdü. Hükümetlerarası konferans yapılmazsa “talihsiz olur” dedi.

Kuzey Makedonya Bakanı, her iki ülke için de AB üyeliğinden başka alternatif olmadığını söyledi. “İki ülke arasındaki ilişkiler iyi komşuluk eşiğini aştı ve bu dostluk her iki ülkenin menfaatlerinin ötesinde ve bölgenin güvenliği ve istikrarı için sütunlardan biri” dedi. Avrupa Konseyi Mart ayında Arnavutluk ve Kuzey Makedonya ile ilke olarak müzakereler başlatma kararı aldı, ancak uygulamada üyelikle ilgili fasılların açılması ilk hükümetler arası konferansın ardından başlıyor.

 

Kaynak: Exit News

Tarih: 06.02.2021

 

NATO ve Slovakya’dan Kuzey Makedonya’ya Coronavirus Desteği

8 Şubat 2021’de Slovakya, COVID-19 pandemisine yanıt olarak Kuzey Makedonya’ya dört pulmoner vantilatör teslim etti. Bağış, NATO’nun Avrupa-Atlantik Afet Müdahale Koordinasyon Merkezi (EADRCC) ve Slovakya tarafından Kuzey Makedonya’nın acil gereksinimine yanıt vermek üzere koordine edildi. Bu destek, NATO’nun COVID-19 yardım paketinin bir parçasıdır ve Müttefikler, Kuzey Makedonya’ya COVID-19 salgınının ciddi etkilerini ele almasını sağlamayı kabul ettiler. Diğer tıbbi ekipman, NATO’nun Pandemik Müdahale Güven Fonu kapsamında önümüzdeki haftalarda Kuzey Makedonya’ya teslim edilecek.

Slovakya daha önce Ekim 2020’de AB sivil koruma mekanizması yoluyla Kuzey Makedonya’ya destek sağlamıştı. Bu yardım maskeler, hijyen paketleri, battaniyeler, çadırlar ve jeneratörler içeriyordu. Vantilatörler, Kuzey Makedonya Dışişleri Bakanı Bujar Osmani ve Sağlık Bakanı Venco Filipche’nin huzurunda Üsküp’te düzenlenen küçük bir tören sırasında Slovak Dışişleri Bakanı Ivan Korčok tarafından Sağlık Bakanlığı’na teslim edildi.

 

Kaynak: NATO

Tarih: 08.02.2021

 

Slovak Dışişleri Bakanı’ndan Üsküp’e Övgü

Konuk Slovakya Dışişleri Bakanı Ivan Korčok, ev sahiplerine, Cumhurbaşkanı Stevo Pendarovski ve Başbakan Zoran Zaev’e Üsküp’te yaptığı açıklamada, Kuzey Makedonya’nın iyi komşuluk ilişkilerinde ve AB üyelik müzakerelerini başlatmak için gereken reformlarda olağanüstü ilerleme kaydettiğini söyledi.

Ortak bildiride iki ülke, Bulgaristan tarafından uygulamaya konulan ve Slovak ve Çek milletvekillerine göre tarihi çarpıtacak ve genişleme sürecine zarar verecek pasajlar nedeniyle belge üzerindeki anlaşmazlıkları dile getirdi.

 

Kaynak: Euractiv

Tarih: 10.02.2021

 

Arnavutlar, Kuzey Makedonya’daki Protestoda ‘Irkçı’ Ders Kitabını Ateşe Verdi

10 Şubat 2021’de, Kuzey Makedonya’daki Arnavut muhalefetinden bir grup genç, ülkenin Eğitim Bakanlığı önünde bir coğrafya ders kitabını yaktı. Söz konusu kitap, onların ırkçı hakaret olarak gördükleri şeyleri içeriyordu. Ders kitabı Arnavutların Türk, Roman ve Çerkes kökenli olduklarını ve siyasi nedenlerle Kuzey Makedonya’da olduklarını belirtiyor.

The Alliance for Albanian Alternative’den bir sözcü şunları söyledi: “Bu ders kitapları, burada gördüğünüz bu kitapta olduğu gibi; Bizi gücendirsinler, tarihimizi redd etsinler, ama aynı zamanda gelecekte Arnavutlara karşı faşist unsurların zeminini hazırlıyor. ” Kitap yakılırken 30’a yakın polis müdahale etti, katılanları sorguladı ve kimlik sordu.

Bir protestocu, “Yasadışı bir eylemin olmadığı bir kamusal alanın, görünüşe göre bizi yıldırmaktan başka bir nedeni olmayan tüm polisleri bir araya toplanmasının neden gerekli olduğunu bilmiyorum” dedi.

 

Kaynak: Exit News

Tarih: 11.02.2021

 

Dışişleri Bakanı Osmani: Kuzey Makedonya’nın AB Entegrasyon Süreci Değerlendirilecek

Dışişleri Bakanı Bujar Osmani çalışma ziyaretine Belçika Krallığı Federal Parlamentosu Başkanı Eliane Tillieux ve Senato Başkanı Stephanie DHose ile görüştüğü Belçika Parlamentosu ziyareti ile devam etti.

Tartışmaların odak noktası, Kuzey Makedonya’nın Avrupa entegrasyonu, bölgedeki iyi komşuluk politikaları, ülkedeki iç siyasi durum, bölgesel iş birliği ve genel durumun yanı sıra jeopolitik çağrışım içeren diğer güncel uluslararası meseleler.

Osmani, özellikle iyi komşuluk politikası alanında uygulanan reformların bir sonucu olarak, ülkemizin Avrupa yoluna verilen desteğe yansıyan Belçika’nın ilkeli desteğine şükranlarını dile getirdi. Osmani, “Bizim için, toplumumuz için, ülkemizdeki tüm ilerici güçler için, Avrupa entegrasyonu açısından ülkemizin kaydettiği ilerlemenin uygun bir şekilde değerlendirilmesi gereklidir ve bu, Avrupa Birliği’nin bölgedeki güvenilirliğinin korunması açısından da büyük önem taşıyacak ”dedi.

 

Kaynak: Republic of North Macedonia Minister of Foreign Affairs

Tarih: 11.02.2021

 

ABD Başkanı Joe Biden Sırbistan’ı Kosova’yı Tanımaya Çağırdı

ABD Başkanı Biden, Sırbistan Cumhurbaşkanı Aleksandar Vucic’e cuma günü göndermiş olduğu mektupta, Sırbistan’ın 15 Şubat’taki milli bayramını kutlayarak, reformlara duyulan ihtiyacı dile getirdi. Mektubun en dikkat çeken tarafı ise Biden’ın Kosova’nın bağımsızlığının tanınmasını vurgulaması oldu.

Biden’ın mektubuna,  Sırp ve Arnavut basınında  “Sırbistan’ın Avrupa entegrasyonu hedefine verdiğimiz destek konusunda kararlı kalıyoruz ve sizi bu amaca ulaşmak için zorlu adımları atmaya devam etmeye teşvik ediyoruz – gerekli reformları başlatmak ve Kosova ile karşılıklı tanımaya odaklanan kapsamlı bir normalleşme anlaşmasına varmak da dahil.” şeklinde yer verildi.

Vuçiç Biden’ın mektubuna cevap olarak, 2008 yılında Sırbistan’dan bağımsızlığını ilan eden Kosova ile diyalogu sürdürmeye hazır olduğunu fakat bağımsızlığı tanımayacağı  söyledi.

 

Kaynak: Anadolu Ajansı

Tarih: 07.02.2020

 

Sırbistan’da Patrik Seçimleri

Sırbistan İktidarı yaklaşmakta olan Patrik seçimleri sürecini yakından takip ediyor. 18 Şubat’ta Sırp Ortodoks Kilisesinin yüce organı olan piskoposlar meclisi, 46. Sırp patriğini seçecek. Yeni piskopos seçimiyle, kilisenin yenileme yaşayıp yaşamadığı, modernliği yakalamak için çaba gösterip göstermediği kilisenin sosyal rolünde belirleyici olacak. Piskoposlar kendilerine özgü seçimle yeni patriği belirleyecekler. Cumhurbaşkanı Alexander Vucic, kilise üzerindeki baskısına rağmen, seçimlere bir müdahalede bulunmuyor. Patrik, rastgele seçim sistemiyle seçilecek. Seçimde yer alan adaylar İrinej Buloviç, Sumadina Piskoposu Jovan ve Piskopos Grigorije. Piskopos Grigorije, Sırp toplumunda ilerici kesimin tercih ettiği lider. Piskoposun liberal görüşleriyle kilisenin eski gelenekleriyle çatışıyor.

Seçilen Patrik kim olursa olsun, kilisenin Kosova konusundaki tutumu değişmeyecek. Hiçbir piskopos bağımsızlık hakkını açıkça kabul edemez. Ayrıca kilise rejim tarafından ülkede ele geçirilemeyen en güçlü kurum durumunda. Bu sebeple oluşabilecek muhalefetleri bastırma arzusuyla hareket eden Sırp Hükümeti, seçimi etkileme arzusuna sahip.

 

Kaynak: Balkan Insight

Tarih: 10.02.2021

 

Mihajloviç, Sırbistan’ın Doğalgaz Arzını Çeşitlendirmeye Kararlı Olduğunu Söyledi

Maden ve Enerji Bakanı Zorana Mihajlovic 11 Şubat tarihinde yaptığı açıklamada, Sırbistan’ın doğal gaz tedarikini sağladığı kaynakları ve yolları çeşitlendirmeye kararlı olduğunu söyleyerek, Güneydoğu Avrupa için enerji güvenliğini sağlamak için bölgesel ve uluslararası projelerde aktif bir rol planlamaya hazır olduğunu da sözlerine ekledi. Güney Gaz Koridoru Danışma Konseyi’nin online olarak yapılan bakanlar toplantısında yaptığı açıklamada, Sırbistan’ın gaz boru hatlarını Bulgaristan, Hırvatistan, Kuzey Makedonya, Romanya, Bosna-Hersek ve Karadağ’a bağlayarak diğer yollardan ve diğer tedarikçilerden tedarik sağlamayı planladığını belirtti.

Mihajloviç, Balkan Akımı boru hattının hizmete girmesiyle Sırbistan’ın doğalgaz tedarik yollarının çeşitlendiğini söyleyerek, bir sonraki adımın enerji güvenliğinin tek garantisi olarak tedarikçilerin çeşitlendirilmesi olduğunu da sözlerine ekledi ve boru hattının da 2023 yılına kadar faaliyete geçeceğini söyledi.

 

Kaynak: N1

Tarih: 11.02.2020

 

Vucic, Fransa ile İyi İlişkilerin Sırbistan için Önemli Olduğunu Söyledi

Sırbistan Cumhurbaşkanı Aleksandar Vucic 11 Şubat tarihinde Fransa’nın Sırbistan Büyükelçisi Jean-Louis Falconi’ye verdiği demeçte, Paris ile iyi ilişkilerin Belgrad için önemli olduğunu ve ortak projelerin gerçekleştirilmesini bizzat takip edeceğini söyledi. Vucic’in ofisinden yapılan açıklamaya göre ikili, Cumhurbaşkanı’nın Paris’te Fransız mevkidaşı Emmanuel Macron ile yaptığı son görüşmeyi tartıştı. İkili, Belgrad yeraltı projesinin planlandığı şekilde ilerlediği konusunda hemfikir olduklarını söylediler.

Toplantının gündemindeki diğer önemli konular ise, Fransız Vinci şirketi tarafından yönetilen Belgrade havaalanındaki çalışmalar ve Vinca atık sahasının iyileştirilmesi idi. Vuciç, “2019 yılındaki kalışının Sırbistan-Fransa ilişkileri tarihinde özel bir iz bıraktığı” için Macron’un Sırbistan’ı tekrar ziyaret edeceğinden memnun olduğunu söyledi.

 

Kaynak: N1

Tarih: 11.02.2020

 

Hafta Yeni Bir Destek Paketiyle Başlıyor – Christos Staikouras’tan Duyurular

Yeni mali destek paketiyle, tüm ekonomi için aylık maliyetle birlikte, iş cirosunda boğulmaya neden olan ve kamu maliyesi üzerinde daha fazla baskı oluşturmaya devam eden en katı kısıtlayıcı önlemlerin uygulanmasının ardından mali personel için hafta başlıyor. şu anda 2,4 milyar avro olarak tahmin ediliyor. Hükümet, askıya alma araçları, geri ödenebilir avans planları, kiraların ödenmemesini etkilenen şirketler için mart ayına kadar uzatarak işletmeleri ve çalışanları destekleyerek kötüleşen sağlık verileriyle zorlu savaşı kazanmak için likidite belgesi hazırladı ve Maliye Bakanlığı üzerinde çalışıyor. Nisan ayında vergi ve kredi yükümlülüklerinin askıya alınması durur durmaz pandeminin borçları masaya gelecek. Hükümetin amacı reel ekonomiyi daha da güçlendirmek ve bu bağlamda geri ödenebilir avansın mart ayında başlaması beklenen altıncı döngüsünün nihayet şubat ayından itibaren devam etmesi bekleniyor.

 

Kaynak: CNN Greece

Tarih: 08.02.2021

 

Yunanistan – İsrail İşbirliği; Turizm,  Savunma ve Koronavirüs Odak Noktası

Genişlemeye yönelik, kritik turizm sektöründeki yeni adımların gerçekleştirilmesinden sonra, ufku daha da uzun süre önceden haber veren Yunan-İsrail iş birliğidir. Kyriakos Mitsotakis’in Kudüs’e yaptığı önemli gezisi için yapılan değerlendirmede, stratejik ortaklığın geliştirilmesi için istikrarlı koordinatlar – özellikle Doğu Akdeniz bölgesindeki güvenlik sorunlarının ele alınması kısmında  memnuniyetle kaydedildi. Gerek televizyon kameralarının önündeki atmosfer gerekse özel toplantılardaki atmosfer, iki ülke arasındaki son derece yüksek iş birliğini yansıtıyor. Benjamin Netanyahu’nun kendini Kyriakos Mitsotakis’in pan-Avrupa girişimiyle özdeşleştirmesi, aşı sertifikasıyla bir “seyahat köprüsü” oluşturması tesadüf değil. Ek olarak, Tel Aviv’de gelişen Koronavirüs için Kyriakos Mitsotakis ile yeni tedaviye uyum, Yunanistan’ın klinik araştırmalara katılma niyetini gösteriyor. Nitekim bu amaçla bugün Profesör Sotiris Tsiodras ile İsrailli Profesör Nadir Erber arasında bir sonraki adımların görüşülmesi için bir telefon görüşmesi yapılması kararlaştırıldı. İki başbakan, Yunanistan’ın İsrail ile savunma iş birliği, teknoloji ve yenilik, enerji, turizm ve İsrail’in Avrupa Birliği ile ilişkilerini güçlendirme gibi karşılıklı çıkar alanlarında iş birliğinin sürekli derinleştirilmesi ve genişletilmesi üzerinde de anlaştı.

 

Kaynak: CNN Greece

Tarih: 09.02.2021

 

AB Tahminlerine göre 2021’de Yunan Ekonomisi %3,5 Büyüyecek

Avrupa Komisyonu 11 Şubat tarihinde yayınladığı kış ekonomi tahminlerinde, Yunan ekonomisinin bu yıl yüzde 3,5 ve 2022’de yüzde 5,0 büyüyeceğini öngörmekte. Raporda, AB yöneticisi, perakende ticaretin kademeli olarak yeniden açılması, tüketici güveninin artması ve destekleyici bir mali politika nedeniyle çoğunlukla özel tüketim tarafından desteklenen ekonomik iyileşmenin devam edeceği belirtiliyor. Net ihracatın 2021 ve 2022’de ekonomik büyümeye olumlu katkı yapması beklenirken, Yunanistan’da kademeli bir turist dönüşünü destekleyecek bir aşılama programı bekleniyor. Komisyon, ekonominin yeniden açılması ve kısıtlayıcı tedbirlerin geçici olarak gevşetilmesinin ardından 2020’nin üçüncü çeyreğinde Yunanistan GSYH’sinin yüzde 2,3 büyüdüğünü söyledi.

Bununla birlikte, yılın dördüncü çeyreğinde kısıtlayıcı önlemlerin yeniden uygulamaya konmasının, üçüncü çeyreğe kıyasla GSYH’de bir daralmaya yol açmasının beklediğine dikkat çekiyor.

 

Kaynak: Greek Reporter

Tarih: 11.02.2021

 

İngiltere ve Sırbistan Arasında Ticaret Anlaşması Yakında

İngiltere’nin Belgrad büyükelçisi Sian MacLeod 9 Şubat tarihinde yaptığı açıklamada, İngiltere ve Sırbistan’ın ikili bir ticaret anlaşması üzerinde görüştüğünü söyleyerek, bunun Koronavirüs salgını ve parlamento seçimleri nedeniyle ertelendiğini sözlerine ekledi.

Büyükelçi, ülkesinin Sırbistan ile ortaklık konusunda hızlı bir anlaşma istediğini ifade etti. Sırpça yaptığı basın açıklamasında, Sırbistan ile görüşmeler sürdüğünü ve ilerlemekte olduğunu, taslak anlaşma Sırbistan’ın Avrupa Birliği ile İstikrar ve Ortaklık Anlaşmasına dayandığını ve Sırbistan’dan herhangi bir yeni yükümlülüğü kabul etmesini istemediğini belirtti.

 

Kaynak: N1

Tarih: 09.02.2021

 

NATO: Kosova Üzerinde Alçak Hava Sahası Sivil Uçuşlara Açık

NATO 11 Şubat tarihinde yaptığı açıklamada, sivil havayollarının artık Kosova üzerindeki alt hava sahasında yeni güneybatı hava rotalarını kullanabileceğini söyledi. Yapılan açıklamada “Kosova üzerindeki alçak hava sahasının normalleşmesindeki önemli başarı, NATO’nun Balkanlar Havacılık Normalleştirme süreci aracılığıyla destekle gerçekleştirildi” denildi. Raporda, “Daha hızlı seyahat, daha düşük yakıt tüketimi ve daha az kirlilik dahil olmak üzere birçok fayda sağlayarak Priştin havaalanına giden ve buradan giden sivil hava trafiğinin önemli ölçüde iyileştirilmesine yardımcı olacak” ifadelerine yer verildi.

Basın açıklamasında, NATO’nun 1999 yılından bu yana, Kosova üzerindeki hava sahasının normalleştirme sürecini desteklediği belirtildi. NATO’nun liderlik ettiği Balkanlar Havacılık Normalleştirme Toplantılarına müttefik ülkelerin temsilcileri, hava seyrüsefer yetkilileri, ulusal askeri yetkililer ve ilgili uluslararası ülkelerin temsilcileri, Uluslararası Sivil Havacılık Örgütü, Avrupa Havacılık Emniyeti Ajansı ve EUROCONTROL dahil diğer kuruluşlar katıldı.

 

Kaynak: N1

Tarih: 11.02.2021

 

Hollanda Srebrenica’da Görev Yapan Askerlere 5.000 Avro Ödeyecek

Hollanda hükümeti, 1995 yılında Srebrenica’da Boşnakların katledilmesini engelleyemeyen Hollanda BM taburunun askerlerine görev yapmak zorunda kaldıkları “istisnai koşullar” nedeniyle ödeme teklifinde bulundu. Hükümet 11 Şubat tarihinde, Temmuz 1995’te Srebrenica’da görev yapan ancak Boşnak erkek ve erkek çocuklarının Bosnalı Sırp güçleri tarafından katledilmesini engelleyemeyen Hollandalı BM barış koruma taburunun üyelerine bir kereye mahsus olmak üzere 5000 avro ödeme teklif etti. Hollanda Savunma Bakanlığı, ödemelerin, askerlerin kendilerine “neredeyse imkansız” ve “istisnai koşullarda” görev yaptıktan sonra yaşadıkları “takdir eksikliğine” yönelik olduğunu söyledi.

800’den fazla askeri bulunan Hollanda taburu, bölgenin Bosnalı Sırp güçleri tarafından ele geçirilmesi ve ardından uluslararası mahkemelerin soykırım olarak sınıflandırdığı bir dizi katliamda 7.000’den fazla Boşnak’ın öldürülmesi üzerine Srebrenica’daki bir BM üssünde konuşlanmıştı.

Hollanda Savunma Bakanlığı, ödemelerin yanı sıra bakanlığın Hollanda taburunda görev yapmış gazileri için Srebrenica ve şu anda eski BM üssünün bulunduğu anma müzesine ziyaretler düzenleneceğini belirtti. Hollandalı barışı koruma taburunun Srebrenica’daki rolü ve katliamları önlemedeki başarısızlığı uzun süredir tartışmalı ve yasal işlem konusu olmuştu. Temmuz 2019’da Hollanda Yüksek Mahkemesi, Hollanda’nın 1995 katliamları sırasında meydana gelen yaklaşık 350 ölümden kısmen sorumlu olduğuna karar vermişti.

 

Kaynak: Balkan Insight

Tarih: 12.02.2021

 

HAZIRLAYANLAR:

Didem Şimşek, Dilara Nesrin Bulut, Dilek Keçeci, Elifnur Ayhan, Gizem Kocakaplan, Hasibe Özdemir, Hatice Deniz Hızal, İleyna Savuk, Neval Tayyar, Rümeysa Güner, Taha Yüceses, Zülfiye Çobanoğlu

TUİÇ Balkan Staj Birimi

 

Birleşmiş Milletler’e Genel Bir Bakış ve Suriye Politikası

Bu röportaj, Karabük Üniversitesi Uluslararası İlişkiler  Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Can KAKIŞIM ile ‘‘Birleşmiş Milletler’e Genel Bir Bakış ve Suriye Politikası’’ üzerine yapılmıştır. 

 

1. Merhaba, öncelikle kendinizden kısaca bahsedebilir misiniz?

Kısaca bahsetmem gerekirse, lisans ve yüksek lisansta Uluslararası İlişkiler, doktora için Siyaset  Bilimi ve Uluslararası İlişkiler eğitimi görmüş ve doçentliğini de Siyaset Bilimi alanında almış bir  öğretim emekçisiyim. Türkiye’nin iç ve dış siyaseti, Türkiye’nin sosyolojisi ve ekonomisi gibi  genel konular hakkında okuyorum, yazıyorum, elimden geldiğince öğretiyorum ve öğreniyorum.

 

2. Öncelikle hem alanınız hem de gündem sebebiyle çeşitli televizyon kanallarında görüşlerinizi bildiriyorsunuz, bu süreçte aldığınız tepkiler nasıl oldu?

Televizyon programlarına ilk çıkışım bir buçuk sene önce biraz da şans eseri oldu. Tesadüfen  tanıştığım deneyimli bir gazeteci beni televizyon kanallarına önermiş ve beni de oradan aradılar.  Birkaç kez katılınca devamı da geldi. Bu programlardaki düsturum ise hep şu oldu; “Ne  biliyorsan, ne düşünüyorsan onu söyle.” Yani bildiğimi eğip bükmeden, herhangi bir yere hoş  görünmeye çalışmadan dile getirmek düşüncesiyle hareket ettim. Fikirlerimi açıklıkla söylemem bazı kişilerde tepki yaratırken, çoğu insan ise beni herhangi bir hesabı olmayan, objektif olmaya  çalışan biri olarak gördü ve benimsedi.

 

3. Genel olarak bakıldığında Birleşmiş Milletler dünya barışını ve güvenliğini korumak ve uluslararası alanda ekonomik, toplumsal ve kültürel bir işbirliği oluşturmak için kurulan uluslararası bir örgüttür. Bu amaçlar doğrultusunda BM’i başarılı sayılabilecek bir  topluluk olarak görüyor musunuz?

Kesin olarak başarılı ya da kesin olarak başarısız diyemeyiz. Çünkü dünya barışına gerçekten  katkı sağladığı bazı örnekler var ama bazı noktalarda da gereken etkiyi gösteremediği  görülebilmektedir. Başarısız olduğu konular en başta devletlerin, özellikle de Büyük Güçlerin  dar ulusal çıkarları çerçevesinde hareket etmelerini çoğu zaman engelleyememesi veya  dünyanın farklı bölgelerinde kronikleşmiş çatışmalara genellikle çözüm bulamaması, hatta  bunlara zaman zaman kayıtsız kalması ya da geç müdahale etmesi. Başarılı olduğu konular ise  her şeyden önce toplumların birbirlerini daha iyi tanıyabileceği, dinleyebileceği uluslararası bir  forum oluşturması ve bu bağlamda da müzakere kanallarını her daim açık tutmasıdır. Bu  bağlamda, Immanuel Kant’ın “Ebedi Barış” adlı çalışmasında oluşturmak amacında olduğu,  bunun önerisinde bulunduğu “Hür Devletler Federasyonu”nun en gelişmiş örneği olarak da  Birleşmiş Milletler anlaşılabilir. Aynı zamanda Birleşmiş Milletler’in kuruluşundan sonra büyük  güçler arası hiçbir savaş olmadığını da belirtmek gerekir. Tabii ki bu sadece Birleşmiş Milletler’e bağlanacak bir durum değildir ama sanırım bu gelişmeyi yine de Birleşmiş Milletler’in hanesine  artı bir puan olarak yazmak gerekir.

 

4. 2011 Arap Baharı’nın başlamasıyla birlikte Suriye’de iç savaşa dönüşen çatışmaların uluslararası çapta yaydığı etki hakkında neler söyleyebilirsiniz? Ya da bu durum uluslararası alanda bir yankı uyandırmış mıdır? 

Suriye’de olanlar Arap Baharının bir versiyonu olarak başladı ama yaşananlar kısa sürede artık  Bahar adını hak etmeyen bir noktaya doğru sürüklendi. Bir nevi kışa döndü. Gerçekten de  Suriye’de yaşananlar verilen insani bedellere ya da çatışmalardaki ölüm oranına ve vahşet  düzeyine bakınca çoğu devletlerarası çatışmada olmayan bir aşamaya erişmiş durumdadır. Bu  da Suriye İç Savaşını 21. Yüzyılın en kanlı sahnesi haline getirmiştir. Bu yaşananların uluslararası  politikada ise çok ciddi bir etkisi var. Çünkü Ortadoğu dünyanın merkezi konumunda olan bir  bölgedir. Bu hem jeopolitik konumu ve yeraltı kaynakları bakımından hem de üç semavi dinin  çıkış yeri olması sebebiyle böyledir. Suriye ise Ortadoğu’nun merkezindedir. Yani Ortadoğu’daki  genel ayrılıklar, fikir çatışmaları, güç mücadeleleri ne kadar varsa aslında Suriye de bunun  küçük bir modeli görünümündedir. Dolayısıyla Suriye’nin farklı devletlerin güçlerini yarıştırdığı  bir deneme tahtası haline geldiğini diyebiliriz.

 

5. En önemli gündem konularından bir tanesi olarak nitelendirebileceğimiz Suriye özelinde bakarsak, Birleşmiş Milletler’in buradaki genel bakışı ile ilgili neler söyleyebilirsiniz?

Suriye İç Savaşı sırasında Birleşmiş Milletler Büyük Güçlerin kendi çıkarlarını önceleyen politikalarını aşamadı ve dolayısıyla etkili bir çözüm perspektifi de geliştiremedi. Bilindiği üzere  Birleşmiş Milletler’in etkili bir adım atabilmesi için Güvenlik Konseyi’nde karar alınması  gerekiyor. Fakat bu noktada da her defasında Rusya ve Çin’in vetolarıyla karşılaşıldı. Buradan  sonuç alınamayınca ABD ve batılı ülkelerin başını çektiği bir devletler grubu Genel Kurul’dan bir  karar çıkarmaya çalıştı. Bu noktada başarı sağlandı, kınama kararı vs. alındı. Ama buradan çıkan  kararın herhangi bir bağlayıcılığı yok. Dolayısıyla atılan adımlar oldukça etkisiz kaldı ve Suriye’deki çatışmalara son vermek noktasında bir anlam ihtiva etmedi. Hatta sığınmacı kriziyle ilgili de anlamlı bir kampanya başlatılamadı. Sığınmacıların yükü Türkiye başta olmak üzere  komşu ülkelerin üzerlerine kaldı. Bu bağlamda Birleşmiş Milletler’in Suriye özelinde iyi bir sınav  veremediğini söyleyebilmek mümkündür. Belki bir başarı olarak şundan bahsedilebilir; Suriye İç  Savaşının başlangıç dönemlerinde kimyasal silahların kullanıldığına dair bazı haberler söz  konusuydu. Birleşmiş Milletler daha sonrasında bazı uzmanları bölgeye göndererek birtakım  kontroller yaptırdı ve bunların ardından bu kimyasal saldırı haberlerini artık görmemeye  başladık. Ama genel olarak bakıldığında Birleşmiş Milletler’in burada kayda değer bir başarı  sağladığını söylemek gerçekten de zor.

 

6. Birleşmiş Milletler Beşlisi olarak adlandırılan Güvenlik Konseyi daimi üyelerinin Suriye’ye müdahale girişiminin engellenmesi (Rusya ve Çin vetosu) ardındaki en temel sebep sizce ne olabilir? 

Bunun temel sebebi uluslararası politikadaki mevcut güç dengeleridir. Dünya üzerinde Atlantik  ve Avrasya bloklarının var olduğunu söyleyebiliriz. Atlantik kanadını ABD ve diğer batı ülkeleri  oluşturmaktadır. ABD, hegemonyası aşınan bir güçtür, hem siyasi etki bakımından hem  ekonomik nüfuz bakımından eskisi kadar güçlü olmayan bir ülke konumundadır. Avrupa Birliği  ise kendi içinde yapısal sorunları olan bir örgüttür. ABD ve Avrupa Birliği arasındaki ilişkiler de, özellikle Trump döneminde de bunun örneklerini gördük, biraz sorunlu diyebiliriz. Avrasya  kanadında ise Rusya ve Çin var. Tabii Çin’in son çeyrek asırdır devam ettirdiği müthiş bir  ekonomik performans söz konusu. Rusya’nın ise siyasi ve diplomatik yönden yıllara dayanan bir  tecrübesi vardır. Bu ülkeler de Batı ittifakının etki alanını daraltmaya ya da en azından daha fazla genişlememesini sağlamaya çalışıyorlar. Bu bahsedilen vetoların temel sebebi böylesi bir  çekişmeye dayanmaktadır. Suriye’nin durumu daha da özel, çünkü bu ülke Sovyet döneminden  beri geleneksel olarak Rus nüfuz alanında olmuş ve Rusya’nın bir arka bahçesi gibi, onun  Akdeniz’deki varlığını tescilleyen bir mühür gibi işlev görmüştür. Dolayısıyla Rusya’nın Suriye’de  Esad yönetiminin değişmemesi için bu kadar çaba sarf etmesi dış politikanın işleyiş kurallarını  az çok bilenler için hiç şaşırtıcı değildir.

 

7. Son olarak genel bir değerlendirme yapacak olursanız ve Kurucu Antlaşmanın 7. Bölümü ve 39. 41. 42. maddeleri bağlamında Suriye politikasını değerlendirirseniz sizce Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi başarılı bir organ mıdır? 

Kurucu Antlaşmanın 7. Bölümü uluslararası barışa yönelik ciddi bir tehdidin ortaya çıkması  durumunda alınacak önlemleri işaret ediyor. Bu kısımda, 39. Madde hangi eylemin uluslararası  barışa aykırılık teşkil edeceğini saptamayı öngörüyor. Sonraki maddelerde ise bu noktalarda  atılacak adımlar belirleniyor. Zorlayıcı önlemler de bu noktada tartışılmaktadır. Fakat bunu  yapabilmek için öncelikli olan uluslararası barışa hangi eylemin aykırılık oluşturduğunu  saptamaktır. Eğer bu saptama noktasında bir sorun, bir anlaşmazlık yaşanıyorsa o zaman  atılacak adımlar da kendiliğinden masadan kalkıyor. Bu açıdan bakıldığında, karar alıp  uygulamak noktasında Güvenlik Konseyi başarısızdır. Fakat aslında bu Güvenlik Konseyi’nin  yapısal bir sorunudur. Hatta buna sorun demek de ne derece doğrudur bilinmez, bu Güvenlik  Konseyi’nin beklendik bir performansıdır. Zira Güvenlik Konseyi, küresel politikadaki  bloklararası dengelerin bir yansıması olarak oluşturuldu. Dolayısıyla bu kurulda benzer  anlaşmazlıkların oluşması da son derece normaldir. Bu bakımdan düşünüldüğünde bu  anlaşmazlıkları Güvenlik Konseyi’nin bir nevi varlık sebebi olarak görmek dahi sanırım yanlış  olmaz.

 

8. Bonus Soru: Yaptığımız röportaja bir başlık verecek olsaydınız bu ne olurdu?

Uluslararası Siyasetin Acı Gerçekleri olabilirdi…

 

 

EBRU AKYOL

TUİÇ Uluslararası Örgütler Staj Programı

Birleşmiş Milletler’in Uluslararası Sistemdeki İşlevselliği

Bu röportaj, Dr. Öğr. Üyesi Filiz Cicioğlu ile “Birleşmiş Milletler’in Uluslararası Sistemdeki İşlevselliği” üzerine yapılmıştır.

 

 

1) Merhabalar, öncelikle bize kendinizi tanıtır mısınız?

 2001 yılında Sakarya Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümünden mezun oldum. Sırasıyla 2004 yılında Yüksek Lisans ve 2011 yılında aynı bölümde Doktora eğitimimi tamamladım. 2011 yılından beri bu bölümde öğretim üyesi olarak görev yapıyorum. “Avrupa Birliği ve Türkiye”, “Uluslararası Örgütler” ve “Sivil Toplum ve Dış Politika” derslerini vermekteyim.

 

2) Özellikle Soğuk Savaş sonrası dönemde devlet-içi çatışmalar sıklıkla görülmeye başlanırken, uluslararası örgütler de bu devlet-içi çatışmalara müdahil olabilecek başlıca aktör olarak ön plana çıkmışlardır. Ancak uluslararası örgütler bazı devlet-içi çatışmalara müdahale ederken bazılarına müdahale etmekten kaçınmaktadırlar. Birleşmiş Milletlerin aldıkları kararların devlet üzerinde uygulama şekillerindeki farklılıkları neye bağlayabiliriz?

 Uluslararası politikada uluslararası örgütlerin devlet-içi çatışmalara müdahalesi sınırlı kalmaktadır. Bu durum uluslararası örgütlerin aktörlülüğü ve etkinliği konusunun da sorgulanmasına neden olmaktadır. Uluslararası örgütleri müdahaleden alıkoyan başlıca faktörler olarak, üye devletlerin uluslararası örgütün müdahalesini engellemesi, devlet-içi çatışma yaşayan devletin uluslararası politikadaki etkinliği, yaşanan çatışmanın uluslararası sistemi etkileyebilme kapasitesi, söz konusu çatışmaya karşı küresel ve bölgesel güçlerin izlediği tutum ve kamuoyunun gösterdiği ilgi şeklinde sıralanabilir.

 

3) Dünyada barışı ve güvenliği tesis etmek için Atlantik Şartı olarak anılan belgenin 26 ülke tarafından imzalanmasıyla ortaya çıkan Birleşmiş Milletlerin (BM) bugünkü örgütsel yapıya erişmesinde etkili faktörler sizce nelerdir?

BM, II. Dünya Savaşı sonrası ortamda kurulmuş bir örgüt olarak haliyle o dönemin izlerini yansıtmaktadır. Bu nedenle de gerek yapısı itibariyle gerekse uygulamaları itibariyle sık sık varlığı sorgulanmaktadır. Ancak tüm bunlara rağmen öncülü olan Milletler Cemiyeti’nden farklı olarak sadece siyasi alanla sınırlı kalmamış olması, çevre, eğitim, insan hakları, gıda güvenliği, tarım, kadın hakları gibi pek çok konuda faaliyet gösteren alt kuruluşları ve bu konularda imzalanan sözleşmeleri ile tüm dünyada kabul görmüş bir uluslararası örgüttür. Ayrıca dünya üzerinde hemen tüm devletlerin üye olması ve en azından Genel Kurulunda bu devletlerin temsil ediliyor olması onu adeta bir dünya devletine dönüştürmektedir.

 

4) Savaşın yıkımına maruz kalmış ülkelerde barış ve huzuru sağlamak amacıyla Birleşmiş Milletler yapılanması olarak kurulan Barış Gücünün harekâtlarını adil ve objektif buluyor musunuz? Eğer bu durumların olduğunu düşünmüyorsanız yapması gerekenler nelerdir?

BM Antlaşmasında olmayan fakat daha sonra uluslararası politikada ortaya çıkan ihtiyaçlardan doğan Barış Gücü uygulamaları BM’nin en önemli faaliyetlerinden biridir. Barış gücü operasyonlarının temel hedefleri, ateşkes yapılmış ise bunu kontrol edip tarafların ateşkes şartlarına uymalarını sağlamak; sürpriz saldırılara engel olmak; çatışmanın yayılmasını engelleyecek bariyerler ve tampon bölgeler oluşturmak ve sivillere insani yardım sağlayıp yiyecek giyecek, barınma ve güvenlik gibi temel ihtiyaçlarını karşılamaktır. Barış koruma çalışmalarının temel ilkeleri tarafsızlık, kendini savunma dışında şiddete başvurulmaması, görevin yerine getirilmesi ve misyonun yürütüleceği ülkenin onayının alınması şeklinde sıralanabilir. Barış gücü operasyonları bazı eleştirilere maruz kalmaktadırlar. Eleştirilen konuların başında, uluslararası toplumun belirli çatışmalara müdahale etmeye daha istekli olurken, bazı çatışmalara müdahale etme konusunda isteksiz kalması ve harekete geçmemesi gelmektedir. Bu durum, BDO’nın bazı devletlerin ulusal çıkarlarına uyacak şekilde icra edildiği ve devletler tarafında araçsallaştırıldıkları eleştirisine neden olmaktadır.

 

5) Kuruluş amaçlarını önceden bahsettiğimiz şekilde Birleşmiş Milletler gibi barış yanlısı bir örgütün Körfez Savaşında fiili olarak savaşa girmesinin sebepleri nelerdir? BM’yi savaşa iten Irak’ın Kuveyt üzerindeki kısa süreli hezimeti midir veya o günkü konjonktürde Irak’ın güçlü bir ordusundan kaynaklı mı böyle bir koalisyon oluşturuldu?

Körfez ülkelerinin 1981-1990 arasında petrol fiyatlarını sürekli düşürerek Irak’ı zarara sokmaları; Kuveyt’in Rumeyla bölgesindeki Irak’a ait petrollerden de faydalanmış olması; Kuveyt toprakları üzerinde tarihi hakkı olduğunda ısrar etmesi ve Irak-İran Savaşı sırasında Kuveyt’in Irak’a yaptığı para yardımını silmesini istemesiydi. Kuveyt ile ilgili iddiaların Kuveyt tarafından kabul edilmemesi üzerine Saddam Hüseyin meseleyi bir oldubitti ile çözümlemek istedi ve 2 Ağustos 1990’da Kuveyt’i işgal etmek ve bir hafta sonra da ilhak etmek suretiyle Körfez Krizi’nin çıkmasına sebep oldu. Irak bu hareketi ile dünya petrol rezervinin %20’sini elde etti. Irak’ın Kuveyt’i işgali üzerine Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, Irak birliklerinin Kuveyt topraklarından şartsız ve derhal çekilmesini isteyen bir karar alındı. Ardından ABD öncülüğünde 33 ülke kuvvet göndermek veya yardım yaparak Irak’a karşı teşkil edilen bu koalisyon kuvvetlerine katıldı, Çöl Kalkanı adı verilen operasyona destek verdi. Bunların arasında sekiz Arap ülkesi de vardı. BM bu operasyonu BM Antlaşması’nın 42. Maddesi çerçevesinde kuvvet kullanımına izin veren ilkeye dayalı olarak gerçekleştirdi. BMGK daimi üyelerinden Çin’in yapılan oylamada tarafsız oy kullanması-tarafsızlık oylamayı bozmadığı için-sonucu BMGK 688 sayılı kararı alarak müdahaleyi gerçekleştirmiştir.

 

6) 20 Temmuz 1974 tarihinde Başbakan Bülent Ecevit’in önderliğinde Türk Silahlı Kuvvetlerinin Kıbrıs’ta başlattığı askeri harekâtı Birleşmiş Milletlerin işgal görmesinin ve BM müzakerelerinin etkisiz olmasının sebebi sizce nelerdir?

20 Temmuz 1974’te adaya yapılan ilk müdahale dünyanın gözünde genel olarak meşru görüldü çünkü ne ABD ne de İngiltere Sampson’un darbesini ve anayasal düzenin yıkılarak adada gayrimeşru bir idarenin kurulmasını hoş görmemiş ve yeni yönetimi tanımadıklarını açıklamışlardı. Bu ilk harekât ile Sampson gönderildi ve ada yönetimi sivillere devredildi.

Cenevre’de Türkiye, Yunanistan ve İngiltere tarafından yayınlanan ortak deklarasyonda, 1960 Anlaşması’nın yasallığı tüm taraflarca kabul edildi. Ayrıca Kıbrıs Türk ve Kıbrıs Rum şeklinde iki özerk yönetimin varlığı da yine kabul gördü. Hatta Türk askerinin geri çekilme şekli ve koşulları bile aşağı yukarı belirlenmişti. Ne var ki, ikinci Cenevre toplantısında anayasal statü konusunda uzlaşma çıkmayınca, Türkiye 14 Ağustos’ta ikinci askeri harekâtı gerçekleştirdi. Bu harekât diğer tüm tarafların, Batı’nın ve uluslararası kurumların gözünde tamamen fevri ve gayrimeşru bir adım olarak görüldü ve görüşmelerin devam ettiği sırada yapılmış olması Türkiye’nin pozisyonunu zora soktu.

İkinci harekât sayesinde Türkiye adada Türkler için daha geniş sınırlar çizdi ancak dünya nezdindeki meşruluğunu yitirdi. İkinci harekâtın sebeplerinden biri de adada Rumların Türk askerlerine olan taciz ve saldırılarıydı ancak Rumların yenilgisi açık ve ortadayken dünyanın geri kalanı buna önem göstermedi.

Özetle dünya birinci harekâtı hukuki müdahale olarak gördü, ikincisini ise bir toprak işgali olarak algıladı. Sonuçta Türkiye’nin ‘Barış Harekâtı’ olarak adlandırdığı müdahale, BM tarafından ‘işgal’ olarak kayda geçirildi ve bu yönde BM kararları alındı. Bu da 1983 yılında kurulan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin Türkiye dışında diğer devletler tarafından tanınmamasına ve ilerleyen dönemde de bu sorunun Türkiye’nin AB ilişkilerinde bir kördüğüme neden oldu.

 

7) Toparlayacak olursak tüm bunlar ele alındığında Birleşmiş Milletler gibi bir örgütün uluslararası arenada amaçları ile çelişmeden hareket ettiğini ve işlevsellik açısından olaylar karşısında çok etkin olduğunu söyleyebilir miyiz?

 Bugün BM’nin en önemli sorunlarının başında II. Dünya Savaşı sonrasının izlerini taşıyor olması gelmektedir. Savaşın galibi olan ülkelerin BMGK’da kendilerine ayrıcalıklı bir pozisyon oluşturacak şekilde tanıdıkları veto hakkı uluslararası sistemde pek çok konuda tıkanıklıklara sebep olmaktadır. BM Güvenlik Konseyi’nin hiçbir denetime tâbi olmaksızın hangi kriz durumlarında uluslararası barış ve güvenliğin tehdit edildiğini belirleme ya da hangi eylemin saldırganlık olarak tanımlanacağı konusunda ve şayet bu kriz noktalarına karşı geçilecekse ne tür kararların ve eylem planlarının kabul edileceği hususunda sahip olduğu tekel kuşkusuz kaygı vericidir. Bunun da ötesinde, BM Güvenlik Konseyi kararlarına karşı yargı yolu kapalıdır. Başka bir deyişle, Konsey’i dizginleyebilecek herhangi bir kurum ya da hukuksal mekanizma yoktur. Bu durum da BM’nin uluslararası sorunlar karşısında etkin bir şekilde uluslararası barış ve güvenliği sağlama konusunda başarısız olduğu sonucunu doğurmaktadır. Teşekkür ederim.

 

 

PELİN ÇOLAK

Uluslararası Örgütler Staj Programı

TUİÇ- Uluslararası İlişkiler Çalışmaları Derneği Üniversite Temsilciliği Başvuru Sonuçları

0
  1. Adnan Menderes Üniversitesi: Ecem Erçetin
  2. Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi: Haşim Öztürk
  3. Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesi: Berna Aktaş
  4. Bursa Teknik Üniversitesi: İrem Topuk
  5. Bursa Uludağ Üniversitesi: Yaren Yıldırım
  6. Çağ Üniversitesi: Sümeyya Atasoy
  7. Doğuş Üniversitesi: Esranur Horozal
  8. Ege Üniversitesi: İrem Albayrak
  9. Erciyes Üniversitesi: Batuhan Efe
  10. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi: Aleyna Kantarcı
  11. İstanbul Bilgi Üniversitesi: Nur Hilal Şahbaz
  12. İzmir Demokrasi Üniversitesi: Baransel Paşa
  13. Kocaeli Üniversitesi: Hazan Yıkılmaz
  14. Marmara Üniversitesi: Melike Menekşe Dönmez
  15. MEF Üniversitesi: Volkan Kandu
  16. Niğde Ömer Halisdemir Üniversitesi: Kaan Berk Gökerk
  17. Sakarya Üniversitesi: Kübra Şanlı
  18. Selçuk Üniversitesi: Büşranur Kocatepe
  19. Süleyman Demirel Üniversitesi: Ceyda Gusenay Tunçer
  20. Üsküdar Üniversitesi: Kadir Mercimekçi
  21. Yalova Üniversitesi: Aslıhan Ateş

 

Soğuk Savaş Döneminde Oluşan ve Gelişen İttifak: NATO ve Türkiye

 

Özet 

Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği, II.Dünya Savaşı’nın galip devletleri idi. II.Dünya Savaşı’ndan sonra sistem bir kez daha değişime uğramıştı, ve yeni hedef sistemin lideri olabilmekti. Bu amaç ABD ve SSCB’yi karşı karşıya getirmiştir. İki gücün uluslararası arenada lider olabilmek için yaptıkları mücadele “Soğuk Savaş” döneminin başlamasına neden olmuştur. Soğuk Savaş 1991’e kadar sürdü. Dünyanın nükleer silah tehlikesiyle karşı karşıya kalmasına neden oldu ve uluslararası sistemdeki dengeyi yeniden değiştirdi. SSCB ve komünizm tehdidine karşı kurulan Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü (NATO), bu mücadeleyi ABD’nin kazanmasında önemli bir etkiye sahipti. Türkiye’de SSCB tehdidi nedeniyle NATO’ya katılmıştır. Böylece; NATO ve Türkiye, Sovyetler Birliği’ne karşı önemli bir ittifak kurdular. Bu araştırmada, NATO’nun kuruluşunun tarihsel süreci, nedenleri, Soğuk Savaş Dönemi ve Türkiye’nin NATO’ya katılımı incelenmiştir.

Anahtar Kelimeler: Soğuk Savaş, ABD, SSCB, NATO, Türkiye

Abstract

The United States and the Union of Soviet Socialist Republics were the victorious states of World War II. After the World War II, the system changed once again. Following the war, the new goal was to be the leader of the system. This aim had brought the USA and the USSR against each other. The struggle of the two powers to become “leaders” in the international arena started the “Cold War” period. The Cold War period lasted until 1991. It caused the world to face the danger of nuclear weapons and again changed the balance in the international system. North Atlantic Treaty Organization, which was established against the threat of the USSR and Communism, had an important effect on the US’s victory in this struggle. Turkey also joined NATO because of the threat of the USSR. Thus; NATO and Turkey, they have established an important alliance against the Soviet Union. In this research, the historical process of NATO’s founding, its causes, Cold War and Turkey’s NATO accession is examined.

Keywords: Cold War, USA, USSR, NATO, Turkey

 

 1. GİRİŞ

Bu çalışmada, Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütünün kurulmasının arka planını anlayabilmek adına I Dünya savaşından sonraki süreç, II. Dünya savaşına gidiş ve savaştan sonra iki kutuplu sistemin ortaya çıkması ile Soğuk Savaşa gidiş süreci ve Türkiye’nin ise NATO’ya neden ve nasıl katıldığı Nitel yöntemler ile incelenecektir.

Birinci Dünya savaşından yaklaşık yirmi yıl sonra 1939’da yine bir Dünya Savaşı olarak tarihe geçen ve ilkinden daha ağır sonuçlar içeren II. Dünya Savaşı başlamıştır. Savaş bittiğinde yeni bir dünya sisteminden bahsetmek mümkündür. I. Dünya savaşından sonra Milletler Cemiyeti sayesinde elde ettikleri güç ile İngiltere ve Fransa sisteme hakim olmayı başardılar. II. Dünya savaşından sonra ise ABD ve SSCB diğer ülkelere göre askeri, ekonomik ve siyasi olarak güçlü çıkmışlardı. İki gücün sisteme hakim olabilme hedefleri süreç içerisinde mücadeleye dönüşerek Soğuk Savaş olarak adlandırılan dönemi başlatmış oldu. ABD, savaş bittikten sonra uygulamış olduğu Monroe Doktrini politikasını rafa kaldırdı ve Dünya Devleti olma yolunda adımlar attı. Tabi; II. Dünya savaşından ABD’nin dışında bir devlet daha önemli ölçüde güçlenerek çıkmıştı: Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği. SSCB, Hitler’in Almanyasını durdurmayı başarmış ve büyük bir zafer elde etmişti. Kazandığı bu zafer ile Doğu Avrupa ülkeleri tarafından “kahraman” olarak görüldü. İlerleyen süreçlerde bu iki devlet uluslararası arenada lider olabilmek için rakip haline geldiler. ABD’nin bulunduğu Batı Bloğu ile SSCB’nin bulunduğu Doğu Bloğu uzun yıllar karşı karşıya kaldı. Yani, büyük bir yıkıma neden olan II. Dünya savaşı 1991 yılına kadar süren, neredeyse bütün dünyayı etkisi altına alan ve dünyanın nükleer silah tehlikesiyle karşı karşıya kalmasına neden olan Soğuk Savaşı başlatan ve uluslararası sistemde dengeyi değiştiren etkin sebeplerden biri olmuştur.

Bu mücadeleden dolayı uluslararası sistem iki kutuplu olarak ortaya çıkmıştır. Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü (NATO) böyle bir dönemin ürünüdür. On iki ülkenin katılımı ile kurulan NATO, SSCB’nin yayılmacılık ve komünizm tehdidini ortadan kaldırarak kendi lehlerine düzeni ve barışı sağlamayı hedefliyordu. Türkiye’de SSCB tehdidi karşısında Batı’ya yönelik politikalar üretmiş ve NATO’ya katılmak için çalışmalarda bulunmuştur. Bu hedefler doğrultusunda üç denize de kıyısı olan, Ortadoğu bölgesinin hemen dibinde olan Türkiye stratejik bir ülke konumunda yer almasından dolayı NATO tarafından SSCB ile olan mücadelede faydalı olabilecek bir ülke olarak düşünüldü. Bu sebeplerden dolayı, yapılan görüşmeler sonucunda Türkiye’nin 1952 yılında NATO’ya katılımı gerçekleşmiş ve ittifak kurulmuş oldu.

 

2. TARİHSEL SÜREÇ

Soğuk Savaş’a giderken tarihsel süreç içerisinde II. Dünya savaşının gelişimini bilmek gerekmektedir. Sistem, II. Dünya savaşı ile tekrar değişime uğramıştı. Bu savaş kendisinden önceki savaşlardan daha acımasız, zorlu ve yıkıcıydı (Sönmezoğlu, 2017, s. 21).

 

2.1. İkinci Dünya Savaşı

Birinci Dünya Savaşı, devletlerin tahmin edemediği bir şekilde dört yıl sürmüştür. Topyekün olan bu savaşı kazanmak için Devletler ciddi yatırımlar, harcamalar yapmış ve bu politikalar devletleri savaş sonrasında ekonomik anlamda büyük bir zora sokmuştur. Bu ekonomik sorunlara 1929 Büyük Buhranı eklenince Avrupa büyük bir ekonomik çöküntü ile karşı karşıya kalmıştır. Yaşanan bu gelişmeler ile Liberal Ekonomik Politikalara olan güven azalmıştır. Savaşın yarattığı sorunlar II. Dünya savaşına giderken Mussolini önderliğinde İtalya ve Hitler liderliğinde Almanya gibi ülkelerin baskıcı bir politika benimsemesine yol açmıştır. Bunun yanı sıra İtalya ve Almanya ulusal birliklerini geç tamamladıklarından da dolayı faşist bir anlayış benimsemişler ve Totaliter rejim olarak Faşist İtalya ve Nazi Almanya’sı ortaya çıkmıştır (Hasgüler & Uludağ, 2018, s. 105-108).

Birinci Dünya Savaşında mağlup olan Devletler çok ağır antlaşmalara maruz kalmışlardır. Bu devletler arasında Almanya’ya sunulan şartlar diğer devletlere göre daha ağırdı. Versay (Versailles) Antlaşması ile Almanya’nın savaştan dolayı bozulan ekonomisi iyice çökertilmiştir. Yaşanan bu olaylar Hitler’in Almanya’da kurtarıcı rolünde bir lider olmasının yolunu açtı. Hitler’in iktidara gelerek totaliter rejim benimsemesi II. Dünya savaşına giderken Almanya’nın dış politikasını oluşturmuştur. Almanya’nın uygulamış olduğu yayılmacı politikalar diğer devletler için tehdit oluşturmaktaydı. İngiltere, ilk aşamada Almanya’nın bu tutumuna Yatıştırma Politikası ile karşılık vermiştir. Fakat İngiltere’nin bu politikası ters teperek Almanya’yı ve Hitler gibi baskıcı bir lideri şiddete daha çok itmiştir. Bunun sonucunda: Almanya, 1938’de Avusturya ve Çekoslovakya’yı, 1939’da ise Polonya’yı işgal etmiştir. Böylelikle İngiltere ve Fransa Almanya’ya savaş ilan etmiş ve II. Dünya Savaşı resmen başlamıştır. (Sander, Siyasi Tarih 1918-1994, 2019, s. 13-55)

Almanya’nın yanında diğer baskıcı rejimler olan İtalya, Japonya ve Sovyetler Birliği yer almıştır. Diğer tarafta ise Fransa ve İngiltere yer alırken daha sonra bu ittifaka Sovyetler Birliği ve Amerika Birleşik Devletleri katılmıştır. Japonya’nın Pearl Harbor’ı bombalaması ile ABD’nin savaşa girmesi tıpkı I. Dünya savaşında olduğu gibi bir dönüm noktası olmuştur. (Sönmezoğlu, 2017, s. 23-27)

Savaşın bitiminde iki önemli unsur ön plandadır: SSCB ve ABD. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin Baltık ülkelerini, Polonya’yı ve ardından Bulgaristan’ı işgal etmesi Almanya’da halkın bıkkınlığa düşmesine sebep oldu. Savaşın sonları ise Alman halkını iyice bezdirmişti. Mussolini’nin linç edildiğini öğrenen Hitler intihar ederek hayatını kaybetmişti. Hitler’in adamlarının çoğu intihar ederken bir kısmı yakalanmış ve ömür boyu hapis cezası almışlardır. 29 Nisan 1945 yılında İtalya teslim olmayı kabul etti. Almanya ise Hitler’in intiharından sonra resmen 7 Mayıs 1945’te teslim olmuştu. Böylece Avrupa’da savaş bitmiş oldu. ABD’nin ise Japonya’ya atmış olduğu Atom bombaları savaşın Pasifikte bitmesine sebep olmuştur. Böylece, “Demokratik” rejimler Totaliter rejimleri mağlup etmeyi başarmışlardır. (Sander, Siyasi Tarih 1918-1994, 2019, s. 203-208)

 

3. SOĞUK SAVAŞ

I. Dünya savaşının bitiminde İngiltere ve Fransa etkin rol almışken, II. Dünya savaşının bitiminde ise Almanya ve İtalya gibi devletlere karşı mücadele eden ABD ve SSCB etkin rol almıştır. Bu iki büyük güç savaş galibiyetlerinin verdiği güçlerini arttırmayı başarmışlardır. Bu güçleri süreç içerisinde uluslararası sistemin hakimi olmak için kullanmışlar ve bu durum da İki Kutuplu bir sistem yaratmıştır. Oluşan bu iki kutuplu sistem neredeyse tüm dünyayı etkisi altına alabilecek kapasiteye sahipti. (Sander, Siyasi Tarih 1918-1994, 2019, s. 223)

İki kutuplu sistemde artık ABD ve SSCB olmak üzere iki başat güç vardı. Bu dönemin diğer dönemlerden farkı, önceki dönemlerde devletlerin birbirleri arasında oluşturmuş oldukları bir güç dengesi ve bu güç dengesine bağlı olarak birbirleri ile farklı ittifaklar oluşturması iken bu dönemde iki süper güç etrafında bloklaşan ülkelerin olmasıdır. (Sönmezoğlu, 2017, s. 28)

İki Devlet arasında birebir çatışma veyahut çarpışma olayı yaşanmamasına rağmen uluslararası ilişkilerde büyük önem arz eden Diplomasi unsuru da ortadan kalkmış durumdaydı. İki devlet birbirlerine güvenmediklerinden dolayı karşı tarafı olumsuz etkileyebilmek ve her türlü olumsuzluğa karşı durabilmek adına “güç” parametresine odaklanmış durumdaydılar. Odaklanılan güç unsuru, 1991 yılında Soğuk Savaş dönemi bitene kadar iki devlet ve bloklar arasındaki mücadeleyi belirtmek adına etkin bir kavramdır. (Sander, Siyasi Tarih 1918-1994, 2019, s. 249-250)

Birebir çatışmanın yaşanmamasının sebebi ise Nükleer Silahlar tehlikesidir. Böyle bir çarpışmada özellikle nükleer silahların kullanılması ile dünyanın tekrar “sıcak” bir savaş içine gireceği ve bu savaşın ise II. Dünya savaşından çok daha zorlu ve yıkıcı geçebileceği iki ülke tarafından bilinen bir gerçektir. İki güç neredeyse her bölgede birbirlerine karşı mücadele etmişlerdir. Özellikle bazı devletler bağımsızlıklarını yeni kazanmalarından dolayı iç savaş yaşamış, bu iki güç ise kendi çıkarları doğrultusunda bu ülkelerdeki hareketlere yardım etmişlerdir. Fakat burada Vietnam ve Afganistan diğer ülkelere göre daha fazla önem arz etmektedir. ABD ve SSCB, amaçları doğrultusunda dışarıdan tam müdahale edemedikleri için ABD Vietnam’ı, SSCB ise Afganistan’ı işgal etmiştir. Soğuk Savaş dönemi nükleer silahlar tehlikesi bakımından genel olarak üç döneme ayrılmaktadır. 1945-1953 yıllarını kapsayan birinci dönemde iki güç nükleer silahlar üzerinden üstünlük kurma amacındaydı. Burada ABD üstün bir durumda iken bir anda SSCB’nin atom bombası patlatması daha sonrasında ise yine ABD’nin hidrojen bombası üretip önde olduğu bir zaman da  SSCB’nin de hidrojen bombasına sahip olması aslında mücadelenin ne kadar çetin ve hızlı bir biçimde gerçekleştiğinin kanıtıdır. 1954-1957 yılları ise ikinci dönem olarak adlandırılmaktadır. Bu dönemde Amerika Birleşik Devletleri Soğuk Savaş döneminde meşhur olan Çevreleme Politikasını SSCB karşısında etkin bir biçimde kullanmaya başlamıştır. ABD Çevreleme politikası sayesinde SSCB’nin etrafına füze zinciri oluşturmuştur. Bu politika ABD için büyük avantaj yaratmış ve ABD, SSCB karşısında nükleer silah üstünlüğünü net olarak ele geçirmiştir. 1958-1968 yılları ise üçüncü dönemi kapsamaktadır. Bu dönemde iki güç yine nükleer silahlar ile birbirlerini caydırmaya çalışmış ve bunun için de herhangi bir saldırı olursa cevap verebilme olanaklarını arttırmışlardır. Bu tehlikelerden dolayı diğer dönemlere göre daha “istikrarlı” bir zaman dilimi geçmiştir. Çünkü nükleer silahların kullanılması sonucunda ortaya çıkabilecek olumsuz etkiler iki ülke arasında dengeleme unsuru olarak yer almıştır. (Sönmezoğlu, 2017, s. 29-31)

 

4. NATO’NUN KURULUŞU

Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği, Almanya’yı yenen güç olarak Avrupa’ya doğru yayılma amacı ile hareket etmeye başlamıştır. Bir İmparatorluk geleneği olarak yayılmacılık politikasını gerçekleştirmeye çalışırken 1949’dan sonra, Soğuk Savaş döneminde bunu Komünizm ideolojisi ile gerçekleştirmeye çalışmıştır. Savaştan sonra askeri gücünü hali hazırda elinde tutan ve ciddi silah gücüne sahip olan SSCB artık Batı için bir tehdit konumuna ulaşmıştır. Bu sebeplerden dolayı ABD ve SSCB mücadelesi kızışmıştır. (Balcı, 2019, s. 257-258)

Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin amaçları doğrultusunda Komünizm ideolojisini yaymak hedefi NATO gibi bir ittifakın kurulmasının başlıca sebebidir. NATO, II. Dünya savaşından sonra Avrupa’ya hakim olmaya çalışan Sovyetlere karşı 1949’da kurulmuştur. On iki devletin (ABD, Kanada, Hollanda, Portekiz, Danimarka, Lüksemburg, İzlanda, İtalya, Norveç, Fransa, İngiltere ve Belçika) bir araya gelerek Kuzey Atlantik Antlaşmasını imzalaması ile kurulan askeri ittifak NATO, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği ve onun ideolojisi Komünizme karşı oluşturulmuş bir askeri örgüttür.  NATO, SSCB tarafından veyahut Doğu Bloğu ülkeleri tarafından kendisine üye olan on iki devletten herhangi birine karşı saldırı yapıldığında bu saldırıya hep beraber karşılık verme amacıyla görev yapar. NATO genel çerçevede Truman Doktrinine dayandığı için ABD Başkanı Truman NATO ittifakı için önemli bir isimdir. Bu ittifak ile Avrupa Sovyetlerden korunmaya çalışılmıştır. (Ekşi, 2017, s. 49-50)

NATO’nun temelini oluşturan esas unsur ise Kuzey Atlantik güvenliğinin sağlanmaya çalışılmasıdır. Amerika Birleşik Devletleri ile Kanada’yı ilgilendiren ittifak daha sonrasında ABD’nin hedefleri doğrultusunda özellikle Marshall yardımları ve Truman Doktrini vasıtası ile Batı Avrupa ile genişlemiştir. Bu genişleme, 1949 yılında Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü’nün on iki devlet ile kurulmasını sağlamıştır. (Balcı, 2019, s. 260-262)

Bu dönemde mücadele ekseninde en önemli parametreler nükleer silahlar tehlikesi idi. Amerika Birleşik Devletleri’nin Atom Bombasına sahip olması ve bu konuda Japonya üzerinde II. Dünya Savaşında tecrübe elde etmiş olması önemli bir avantajdır. Fakat Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği bu yarışta geri kalmamış ve atom bombasına sahip olduğunu göstermiştir. Daha sonrasında bu yarış hidrojen bombalarında da gerçekleşmiştir. ABD’nin sahip olduğu hidrojen bombasına SSCB’de kısa süre içinde sahip olmuştur. Yaşanan hızlı ve etkili rekabet bu dönemin çetin geçeceğini kanıtlamış durumdadır. Bu nükleer silah tehlikesinden dolayı Avrupa, SSCB tarafından büyük tehdit altında idi. Bu tehdide karşılık ABD, Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü aracılığı ile Çevreleme politikası güderek Batı Avrupa’nın stratejik bölgelerine SSCB’yi tehdit etmek ve düzenlemek amacı ile füze sistemleri kurmuştur. (Gül, 2015, s. 252-255)

Soğuk Savaş, Amerika Birleşik Devletleri’nin ve NATO’nun kazanması ile sonuçlanmıştır. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği yenilmiş ve dolayısı ile Varşova Paktı yıkılmıştır. Temel sebep olarak Sovyetler tehdidine karşı oluşturulan NATO İttifakının Soğuk Savaş bittikten sonra varlığını sürdürmesi eleştiri konusu olsada NATO kendi içerisinde bazı değişim ve gelişimler yaşayarak Neo-Liberal paradigma çerçevesinde varlığını günümüze kadar ulaştırabilmiştir. İttifak içerisindeki ülkeler SSCB ve Komünizm tehdidinden kurtulmuşlar fakat güvenliğe vermiş oldukları önemi bırakmamışlardır. Bu güvenlik için ise belirli bir dönem NATO’ya hala gerek duyulmaktadır düşüncesi ile hareket edilmiştir. (Şahin, 2017, s. 61)

 

5. NATO VE TÜRKİYE İTTİFAKI

Milli Mücadele’nin ardından kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Dış Politikada diğer devletler ile diplomasi çerçevesinde iyi ilişkiler kurmayı hedef edinmiştir. Milli Mücadele döneminde olan yardımlarından dolayı, Türkiye’nin Sovyetler Birliği ile arasında ilişkiler Cumhuriyet kurulduktan sonra da iyi bir şekilde devam etmiştir. Mustafa Kemal Atatürk’ten sonra İsmet İnönü Cumhurbaşkanı olmuştur. Bu dönemde ise Dış Politika büyük ölçekte denge üzerine kurulu idi. II. Dünya savaşı patlak verdiğinde Türkiye’nin savaşa katılmaması ülkenin ekonomik durumu açısından olumlu bir gelişmedir. Üç denize kıyısı olması sebebiyle stratejik bir öneme sahip olan Türkiye Cumhuriyeti, İsmet İnönü önderliğinde Denge Politikası uygulayarak, büyük bir yıkıma neden olan II. Dünya savaşına katılmamıştır. I. Dünya Savaşı’nın sonunda Türkiye ile Sovyetler arasındaki “iyi” ilişkiler bozulmaya başlamıştır. Lenin Döneminde geliştirilen ve sürdürülen diplomatik ilişkiler Stalin döneminde yaşanmamıştır. Bir İmparatorluk geleneği olarak Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği, yayılmacı bir politika benimsemiş ve bu politika Türkiye’ye karşı da Iğdır, Erzurum, Kars ve Boğazlar üzerinden uygulanmaya çalışılmıştır. Türkiye Cumhuriyeti karşı karşıya kalmış olduğu ve egemenliğini ciddi olarak tehdit eden bu politikadan dolayı kendini Batı’ya yakınlaşırken bulmuştur. Türkiye’nin çıkarı ve egemenliği için yapmış olduğu politika sonucunda NATO’ya giden süreç başlamıştır. (Balcı, 2019, s. 253-257)

1950 yılında bir ideoloji savaşı olarak başlayan Kore Savaşı ile II. Dünya Savaşından sonra ilk defa bir çatışma yaşanıyordu. ABD ve SSCB’nin Birleşmiş Milletlerin çalışmalarına rağmen uzlaşı sağlayamamaları Kore’de iki devletin kurulmasına sebep olmuştur: ABD’nin öncülüğünde kapitalist anlayışa sahip Güney Kore ve SSCB’nin öncülüğünde sosyalist anlayışa sahip Kuzey Kore. Kore Savaşı, Liberalizm ve Komünizmin silahlı unsurlarla birebir çarpıştığı bir mücadele olarak tarihteki yerini almıştır. (Kahraman, 2020, s. 1376-1378)

Türkiye’nin NATO’ya girme süreci CHP iktidarı döneminde başlıyordu. İnönü Cumhurbaşkanlığı ve Celal Bayar Başbakanlığı döneminde üç kez başvuru yapılmış ve üç başvuruda da ret cevabı alınmıştır. 1950 yılında gerçekleşen seçimle Demokrat Parti iktidara gelmiş ve NATO’ya katılma çabaları arttırılmıştır. 1950 yılında başlayan Kore Savaşı, Türkiye’nin NATO’ya katılımında önemli bir olay olarak tarihe geçmiştir. Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve Başbakan Adnan Menderes döneminde Türkiye, savaşa asker gönderme kararı almıştır. Askerlerin gönderilmesi amaçlarından biri de ordunun Cumhuriyet döneminde ilk defa tecrübe kazanabileceği düşüncesidir. Yapılan görüşmeler neticesinde Türkiye, Birleşmiş Milletlerin talebine uyarak ve ABD’ye yardım etmek üzere Kore’ye askeri bir birlik göndermiştir. Türk ordusunun Kore Savaşında vermiş olduğu kayıplara rağmen gösterdiği üstün ve başarılı mücadele uluslararası politikada Türkiye’ye olan olumsuz bakışı belirli ölçekte değiştirmiştir. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ne karşı da stratejik bir bölgede bulunan Türkiye’nin NATO’ya katılarak bu mücadelede önemli rol oynayabileceği düşüncesi oluşmuştur. Bu sebeplerden dolayı yapılan görüşmeler neticesinde Türkiye 1952 yılında NATO İttifakına katılmıştır. (Akkaya, 2012, s. 3-15)

Türkiye ile NATO İttifakı arasında zaman zaman olumsuz gelişmeler de cereyan etmiştir. Özellikle Türkiye’nin 1974 Kıbrıs Harekatını düzenlemesi, Avrupa Birliği, Amerika Birleşik Devletleri ve NATO tarafından tepkiyle karşılanmış ve harekata karşılık Türkiye’ye silah ambargoları uygulanmıştır. Ambargo uygulanmasına karşın Türkiye’nin Kıbrıs Meselesinde politikalarından vazgeçmemesi bu konudaki kararlığını göstermektedir. Bu kararlılığından ve NATO ile ABD’nin Barış Harekatındaki tutumundan dolayı Türkiye, dış politikasında daha dengeleyici politikaları benimsemiştir. (Kurban, 2016, s. 474-475)

Soğuk Savaş dönemi sona erdikten sonra NATO varlığını sürdürmeye devam etti. Fakat, bu süreçten sonra Türkiye ile NATO ittifakı bazı noktalarda tartışma konusu olarak eleştirildi. Bu tartışmalara sebep olan durum, SSCB’nin yıkılması ile gün yüzüne çıkmıştır. NATO ve Türkiye’nin birbirine ne kadar ihtiyacı var? sorusu bir nevi gündeme gelmektedir. Çünkü, SSCB yıkılmış ve Türkiye’ye olan tehdit ortadan kalkmıştır, bu yüzden güvenlik anlamında Türkiye NATO’ya eskisi kadar “bağlı” olmak zorunda değildir düşüncesi ortaya çıkmıştır. NATO içerisinde ise Avrupalı ülkeler, Türkiye’yi güvenlik konusunda Avrupa bazlı değil daha çok Ortadoğu Bölgesi için önemli bulduklarını dile getiriyorlardı. NATO’nun kendi içerisinde yaşamış olduğu dönüşümden dolayı Avrupa Ülkelerinin güvenliklerini artık daha çok Avrupa Birliği üzerinden sürdürme çabaları ve istekleri Türkiye açısından sorun teşkil eden başka bir durumdu. Bu sebeplerden dolayı Türkiye’nin eleştirileri artmıştır. Öte yandan 1990’dan sonra Türkiye’nin NATO’nun Avrupa ve Balkanlar’daki politikalarını ve çalışmalarını desteklemesi işbirliği açısından önemlidir. İttifakta önemli olan noktalardan birisi de 2001 yılıdır. 11 Eylül 2001 saldırısından sonra NATO, ABD öncülüğünde Avrupa’nın dışına çıkarak Afganistan’a girmiş ve bu müdahaleyi Türkiye desteklemiştir. Burada önemli olan NATO’nun bir bölgesel örgüt olmasına rağmen kendisini küresel ölçekte yenileyerek dönüşüm yaşamış olması ve ittifakın devamında önemli rol oynamıştır. Türkiye ise kendi politikalarının NATO politikaları ile çelişmemesi adına NATO ittifakı içerisinde daha aktif bir rol oynayacak konuma ulaşmaya başlamıştır. Yaşanan tüm olumlu ve olumsuz gelişmelerin yanı sıra 1952’de oluşturulan NATO ve Türkiye ittifakı günümüzde de devam etmektedir.  (Oğuzlu, 2012, s. 103-104)

 

6. SONUÇ

NATO ve Türkiye İttifakı, iki unsur için de önem teşkil etmektedir. Burada vurgulanması gereken husus aslında iki unsurun da o dönem şartlarında birbirlerine “ihtiyaç” duymalarıdır. Bu ittifak tek bir taraf için avantaj sağladığı gibi yine tek bir taraf için de kurulmamıştır. Türkiye, Cumhuriyet Halk Partisi ve sonrasında Demokrat Parti dönemlerinde Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin tehdidinden dolayı NATO’ya katılmak istemiştir. Kore Savaşı’nda Türkiye, Birleşmiş Milletlerin çağrısı ile Amerika Birleşik Devletleri’ne yardım etmek için Kore’ye asker göndermiştir. Türkiye’nin daha önce yapmış olduğu başvuruları reddeden NATO’da, Türkiye’nin Kore Savaşında göstermiş olduğu başarılı mücadeleden ve stratejik bir bölgede bulunmasından dolayı SSCB’ye karşı mücadelede etkin bir rol oynayabileceği fikri hakim olmuştur. Bu sebeplerden dolayı NATO ve Türkiye ittifakı kurulmuş oluyordu. NATO ve ABD ile özellikle askeri ve istihbarat noktasında işbirliği içerisine girmiştir. Soğuk Savaş bittikten sonra da ittifak devam etmiştir. İttifak dahilinde olumlu gelişmelerin olduğu gibi olumsuz birtakım unsurlar da yaşanmıştır. 1974 Kıbrıs müdahalesi yaşanan olumsuz gelişmelerin sebeplerinden birisidir. Günümüzde ise Türkiye’nin NATO üyesi olup Rusya’dan S-400 savunma sistemlerini alması Türkiye’ye yönelik bazı eleştirileri ve yaptırımları getirmiştir. Türkiye Cumhuriyeti ise bu durumun kendi Egemenlik ve Ulusal Bağımsızlık meselesi olduğunu ve buna göre hareket ettiğini vurgulamaktadır. NATO’nun varlığını devam ettirebilmesi için tekrardan gelişim ve dönüşüm yaşaması gerekli midir, gerekliyse bu gelişim ve dönüşüm nasıl olmalıdır, NATO ve Türkiye İttifakı devam edecek midir? gibi sorular ise zaman içerisinde kendi cevaplarını yaratacak sorulardır.

 

 

OKTAY SOYSAL

Uluslararası Örgütler Staj Programı

 

 

 

 

 

KAYNAKÇA

Akkaya, B. (2012). Türkiye’nin NATO Üyeliği ve Kore Savaşı. Akademik Bakış Dergisi, 1-20.

Balcı, A. (2019). Demokrat Parti ve Cumhuriyet Halk Partisi Dönemlerinde Türkiye’nin NATO’ya Giriş Denemeleri ve Türkiye’nin NATO’ya Girişi 1945-1960. Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 251-276.

Ekşi, M. (2017). Dönüşerek Varlığını Sürdüren NATO’nun 2000’lerdeki Yeni Rolü: DEAŞ/Terörizmle Mücadele Ve Türkiye. Bölgesel Araştırmalar Dergisi, 43-72.

Gül, M. (2015). Kuruluşundan 21. Yüzyıla: 1990’larda NATO’da Devamlılık ve Dönüşüm. Akademik İncelemeler Dergisi , 247-265.

Hasgüler, M., & Uludağ, M. (2018). Devletlerarası ve Hükümetler Dışı Uluslararası Örgütler. İstanbul: ALFA.

Kahraman, N. (2020). Kore Savaşı ve Türkiye’nin Savaşa Katılma Kararının Türk Basınına Yansıması Üzerine Bir Analiz (Haziran-Ağustos 1950). Gümüşhane Üniversitesi İletişim Fakültesi Elektronik Dergisi, 1375-1408.

Kurban, V. (2016). Kıbrıs Sorununun Türk Dış Politikasına Etkisi ve ABD-SSCB İle İlişkiler. Çağdaş Türkiye Araştırmaları Dergisi, 455-484.

Oğuzlu, T. (2012). NATO ve Türkiye: Dönüşen İttifakın Sorgulayan Üyesi. Uluslararası İlişkiler Dergisi, 99-124.

Sander, O. (2017). Siyasi Tarih İlkçağlardan 1918’e. Ankara: İMGE Kitabevi.

Sander, O. (2019). Siyasi Tarih 1918-1994. Ankara: İMGE Kitabevi.

Sönmezoğlu, F. (2017). Uluslararası İlişkilere Giriş. İstanbul: DER YAYINLARI.

Şahin, G. (2017). Küresel Güvenliğin Dönüşümü; NATO Bağlamında Kavramsal, Tarihsel ve Teorik Bir Analiz. Savunma Bilimleri Dergisi, 59-81.

 

 

 

 

 

 

Tarafsız Bölge (No Man’s Land)

 

“Tarafsız kalan tek şey ölüm olacaktır…”

Yönetmen Davis Tanovic’in ilk filmi olma özelliğini taşıyan No Man’s Land (Tarafsız Bölge), 1 Mart 1992’de başlayan Bosna Savaşı’nın belirsizliğini, bir diğer belirsizlik olan iki cephe arasında kalan askerlerin mücadelesi üzerinden anlatmaktadır. Film 2001 yılında vizyona girişinin ardından pek çok ödülün sahibi olmuştur. 2001 yılında,  “Altın Küre En İyi Yabancı Dilde Film Ödülü” kazanmıştır.  2002 yılında ise yönetmen Danis Tanovic’e, “Yabancı Dilde En İyi Film Oscar” ödülünü getirmiştir.

Filmin hemen hemen her dakikasında karşımıza çıkan belirsizlik ve çözümsüzlük durumları sıçrayan mayınların düşünce boyutu olmaktadır. Bir felaket olarak karşımıza çıkan Bosna Savaşı başlangıcında ve bitişinde aslında bir Boşnak-Sırp çatışması değildir. Millet dediğimiz olgu Bosna Savaşı’nda yalnızca zarar gören kesim olarak karşımıza çıkmaktadır. İnsan, doğası gereği özgürlükçü ve mücadelecidir. Özgürlük de insandan insana değişiklik gösteren bir kavramdır. Bosnalı Ciki’ye göre özgürlük; tam bağımsız bir devlet egemenliğinde yaşamak iken, Sırp asker Nino’ya göre; mevcut egemenliği kabul ederek isyancı olmamaktır.

Başlangıçta kendi milletlerinin haklı kavgaları üzerinden mücadele veren Nino ve Ciki ilerleyen zamanlarda yalnızca kendi haklı kavgaları adına mücadele edeceklerdir. Kimin halkının haklı olduğunu bir kenara bıraktıklarında ise kazanan elinde silahı tutan olacaktır. İnsanın yaşama isteği ölümün ne kadar yakın olduğu ile doğru orantılıdır. İnsanın sosyal bir varlık oluşu filmde de karşımıza çıkmaktadır. Hayatta kalmak adına düşman addettiğimiz birisi ile yardımlaşmak ve iletişim kurmak ölümün bir getirisidir. Bosna Savaşı pek çoğu bölgede yer almayan devletleri de durumun içerisine çekmiştir. Savaş sürerken uygulanan ekonomik ambargolar, başta Bosna halkı olmak üzere bölgede büyük yokluğa ve açlığa sebep olmuştur. Başta Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin askeri görev gücünün çizdiği tarafsızlık ve masumluk gösterisi filmde şirinler benzetmesi ile karşımıza çıkmaktadır. Şirinler geldiğinde dahi her şey yoluna girmeyecektir. Birleşmiş Milletler, milletlerin acılarını dindirmek için değil reklamlarının ne kadar iyi olacağı ile ilgilenmektedir. Medyanın savaş alanın da aktif rol alması savaşın seyrini değiştirmek  adına etkin olmasada gerçeklerin gün yüzüne çıkmasında rol almaktadır.

İki ayrı etnik köken, iki ayrı düşünce, iki ayrı isim ve tek bir kadın. Savaşın orta hattında, Cera’nın kurtarılmasını bekleyen Ciki’nin Nino ile arasında geçen diyalog savaşın evlerimizin içerisinde olduğunun bir göstergesidir. Ciki’nin eski sevgilisinin Nino’nun okul arkadaşı olması, yaşanan savaşın Boşnak-Sırp milletinin değil düşmanlık besleyen fillerin tepişmesinin bir sonucu olduğunu gözler önüne sermektedir. Ezilen, etnik temizliğe mahkum olan, katliamlara göğüs geren yine halk olmuştur.

Balkan coğrafyası tarihin doğuşuna ev sahipliği yaparken, tarihi bağrından tekrar doğurmaktadır. Balkan Savaşı’nın ardında bıraktığı acıyı, gözyaşını ve yıkımı ölüme mahkum olan üç askerin gözünden anlatılmıştır. Askerlerin orta hattaki mücadelesine insanlık yönünden bakıldığında vahşet, bilimden bakıldığında tarih, günümüzden bakıldığında ders çıkmaktadır.

 

“ Savaş, beyaz bayrak sallamak için çıplak kalmaktır.”

 

FURKAN KANBUR

Balkanlar Staj Programı