Home Blog Page 78

Haftalık Balkan Bülteni / 19-26 Şubat

0

 

Arnavutluk Kendisinden İstenen Her Şeyi Yaptı

Dışişleri Bakanı Olta Xhaçka Meclis’te yaptığı konuşmada, Arnavutluk’un entegrasyon süreciyle ilgili tüm görevleri yerine getirdiğini söyledi.

Xhaçka, “Daha önce hiçbir çoğunluk özgür ve adil seçimleri garanti altına almak için yaptığımızdan fazlasını yapmadı.” dedi. Bakan, adalet korkusunun Arnavutluk’u AB’de görmek istemeyenleri ülkenin entegrasyonu için önemli reformları engellediğini de vurguladı.

“Arnavutluk üzerine düşen tüm görevleri yaptı ve şartları yerine getirdi. İyi haber şu ki, bunu söyleyen tek kişi ben değilim, aynı zamanda tüm üye devletler de böyle düşünmekte. Bu yıl boyunca süreç 5 veya 15 koşulla bir kez daha ertelenmeyecektir. Arnavutluk 15 şartı yerine getirdi ve bu artık AB’nin güvenilirliğini tehlikeye atmaktadır. Arnavutluk istenen her şeyi yaptı, sıra AB’ye geldi. Özgür ve adil seçimler yapmak, entegrasyonun önünü açacak anahtardır.” dedi.

 

Tarih: 22.02.2021

Kaynak: ABC News

 

Yuri Kim ve Basha Tanıştı

ABD Büyükelçisi Yuri Kim, Demokrat Parti Genel Başkanı Lulzim Basha ile bir araya geldi. Twitter’daki bir gönderide Amerikalı diplomat, Basha ile yaptığı görüşmede ortaklarıyla birlikte DP seçim programını duyduğu için mutlu olduğunu yazdı.

“Bugün Lulzim Basha ile mükemmel bir görüşme yaptık. DP ve ortaklarının seçim programını duyduğuma sevindim. ABD’nin tüm partilerden temiz adaylar için beklentilerinin altını çizdim. Seçmenlerin 25 Nisan’daki kararıyla ilgili olarak ABD ile Arnavutluk arasında her zaman güçlü bir ilişki kurmaya kararlı olacağız.” diye yazdı Yuri Kim. Tanışmanın ardından ise Demokrat Parti Genel Başkanı Lulzim Basha, Twitter üzerinden yaptığı bir paylaşımda büyükelçiyi DP planı ve bu yolculukta ABD’nin desteğine duyulan ihtiyaç hakkında bilgilendirdiğini yazdı.

“Bugün ABD Büyükelçisi Bayan Yuri Kim ile tanışmak benim için özel bir zevk. Demokrat Parti’nin Arnavutluk planını ve ekonomik kalkınmayı hızlandırmak, Amerikan yatırımlarını çekmek ve suç ve yolsuzlukla mücadeleyi güçlendirmek için güçlü Amerikan desteği ve işbirliğine duyulan ihtiyacı kendisiyle paylaştım .” dedi.

 

Tarih: 25.02.2021

Kaynak: ABC News

 

 

İngiliz Büyükelçi’den Çağrı

İngiltere’nin Tiran Büyükelçisi Duncan Norman, 25 Nisan seçimleri milletvekili adayları hakkında ülkedeki siyasi partilere seslendi.

Duncan Norman, Twitter’da paylaştığı gönderide; “25 Nisan seçimleri için milletvekili aday listelerini vermek için son tarih çok yakın. Siyasi partiler, vatandaşları temsil etmek isteyen adayların organize suça veya yolsuzluğa karışmamasını veya olanlarla doğrudan bağlantılı olmamasını sağlamalıdır.” diye yazdı.

İngiliz Büyükelçi Duncan Norman’ın bu çağrısının, Amerikalı diplomat Yuri Kim’in çağrısı ile uyum gösterdiği gözlemlenmektedir.

 

Tarih: 25.02.2021

Kaynak: ABC News

 

Srebrenitsa’da Beklenen Seçim Gerçekleşti

Bosna Hersek’te geçen sene Kasım ayında gerçekleşen yerel seçimlerin Srebrenitsa ayağında usulsüzlük yapıldığı gerekçesiyle tekrarlanması kararı alınmıştı. Seçimlerin tekrar tarihi olan 21 Şubat’ta seçimler yeniden yapıldı. Sırp partilerin adayı Mladen Grujicic ve Boşnak partilerin adayı olan Alija Tabakovic arasında geçen seçimi mevcut Başkan Mladen Grujicic kazandı. Grujicic oyların yüzde 67,62’sini alırken, Tabakovic yüzde 31,70’ini aldı. Bu seçimde oyların sadece sandık başına gidilerek kullanılması kararını boykot eden Boşnak partilerinin katılım göstermemesi sonucunda katılım oranı sadece yüzde 42,87 olmuştur.

Seçim sonunda açıklama yapan Tabakovic, ‘‘Öncelikle, seçimin olaysız bir şekilde neticelenmesinden oldukça memnuniyet duyuyorum. Halkımızın boykot kararımıza destek vermesinden dolayı onur duyuyorum.’’ diyerek sözlerini noktaladı.

 

Tarih: 22.02.2021

Kaynak: Time Balkan

 

Dodik Sarajevo’nun Planını Reddediyor

“NATO’ya katılmayı düşünmüyoruz.” Bosna Hersek Cumhurbaşkanı  Milorad Dodik NATO ile iş birliğini kabul edilebilir bulurken, ittifak üyeliğine hayır dedi, NATO’ya katılma konusundaki baskıları kabul etmeyeceklerini belirtti.

Tüm ülkelerin NATO ile bir tür iş birliği içinde olduğuna dikkat çeken Dodik, “Sırbistan’ın da bir türlü iş birliği var. Rusya da bu noktadaydı ancak, şimdi ilişkilerimiz onlarla donmuş durumda” diye ifade etti.

 

Tarih: 24.02.2020

Kaynak: Novosti.rs

 

Bosna-Hersek Bakanlar Kurulu NATO ile İşbirliği Kararını Kabul Etti

Geçtiğimiz günlerde Bosna-Hersek Bakanlar Kurulu, BH’deki yetkili devlet kurumlarının siyasi, ekonomik, savunma ve güvenlik konuları ve finansal kaynakları ile ilgili faaliyetlerini gösteren “Bosna Hersek 2019-2020 Reform Programının Uygulanması” belgesini oybirliğiyle kabul etti. Bosna-Hersek Dışişleri Bakanlığı belgenin tamamını BH Cumhurbaşkanlığı’na sunmak ve bu belgeyi Brüksel’deki NATO Karargahına iletmekle görevlendirildi.

Bosna-Hersek Bakanlar Konseyi Başkan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Bisera Turkovic son verdiği demeçte ise, Bakanlar Kurulu’nun NATO ile iş birliği yürütecek olan Komisyonu ve Brüksel’e gönderilecek Reform Programı hakkındaki ilgili kararın onayladığını kamuoyu ile paylaştı. Ayriyeten Turkovic, BH Dışişleri ve Savunma Bakanlığı ile beraber “Bosna Hersek 2020-2021 Reform Programı” taslağının hazırlanması sürecinin en kısa sürede başlatılacağını belirtti.

Tarih: 25.02.2021

Kaynak: Sarajevo Times

 

Bosna Hersek ve Türkiye Serbest Ticaret Antlaşması Mart’ta Onaylanacak

Bosna-Hersek Dış Ticaret ve Ekonomik İlişkiler Bakanı Stasa Kosarac ve Türkiye Tarım ve Orman Bakanı Bekir Pakdemirli perşembe günü Saraybosna’da düzenlenen basın toplantısında Türk parlamentosunun BH-Türkiye Serbest Ticaret Antlaşması’nın 16 Mart’a kadar onaylanacağını ifade etti. Bakan Kosarac verdiği demeçte, geçen yıl BH’nin Türkiye ihracatında yüzde 3,6 artış kaydedildiğini belirtti.

Bakan Pakdemirli ise yaptığı açıklamada, imzalanan yeni ticaret antlaşmasının hem Türkiye hem de Bosna-Hersek için çok önemli olduğunu, iş birliğinin gelişmesine katkıda bulunacağını ve her iki ülkenin ticaret ilişkilerine yardımcı olacağını vurguladı. Ayrıca Pakdemirli, Balkanlar’daki tüm ülkelerle ticari anlamda yakın işbirliği içerisinde olduklarını da sözlerine ekledi.

 

Tarih: 26.02.2021

Kaynak: Sarajevo Times  

 

Kalabukhov ve Cvijanovic: İkili İlişkiler İyi Düzeyde

Rusya Federasyonu’nun Bosna Hersek Büyükelçisi Igor Kalabukhov ile Sırp Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Zeljko Cvijanovic Banja Luka’da bir görüşme gerçekleştirdiler.

Kalabukhov ve Cvijanovic, aşılama alanındaki ortaklık da dahil olmak üzere birçok alanda ikili ilişkilerin iyi düzeyde seyretmesinden oldukça memnun olduklarını dile getirdiler.

Kalabukhov, önümüzdeki günlerde Sırp Ortodoks Kilisesi ve diğer cemaatlerin temsilcileriyle birçok alanda işbirliği yapmayı umduklarını belirtti. Cvijanovic ise Banja Luka’da yaptığı açıklamada Rusya Federasyonu ile her alanda anlaşma yapmanın ve ilişkileri geliştirmenin önceliklerinden biri olduğunu söyledi.

 

Tarih: 26.02.2021

Kaynak: Vijesti Srpske

 

Sofya ve Tahran, İlişkilerin Her Alanda Güçlenmesi Gerekliliğini Tartışıyor

Bulgaristan-İran siyasi istişarelerinin ikinci turu 22 Şubat Pazartesi günü, Bulgaristan ve İran Dışişleri Bakan yardımcılarının huzurunda, video konferans aracılığıyla gerçekleştirildi. Bu toplantıda İran Dışişleri Bakan Yardımcısı Abbas Araqchi ve Bulgar mevkidaşı Georgi Georgiev, ikili ilişkiler, bölgesel ve uluslararası meseleler ile JCPOA (Ortak Kapsamlı Eylem Planı) etrafındaki son gelişmeleri ele aldı.

Araqchi, JCPOA’yı çağdaş çağda diplomatik bir başarı olarak sürdürmenin önemini kabul ederken, Amerika Birleşik Devletleri’nin koşulsuz JCPOA’ya geri dönmesini ve yaptırımların tamamen kaldırılmasını nükleer anlaşma kapsamındaki taahhütlerin tam olarak uygulanması için temel bir koşul olarak belirtti.

Öte yandan Araqchi, geçen yıl iki ülke arasında gerçekleşen ticaretteki artışa değinerek, Bulgaristan ile ekonomik alışverişi teşvik etmek için tüm kapasitelerin kullanıldığını vurguladı.

Georgi Georgiev de ülkesinin ABD’nin JCPOA’dan çekilmesine her zaman karşı olduğunu söyleyerek anlaşmazlıkları çözmek için diplomatik araçların kullanılması gerektiğini vurguladı.

Son olarak Georgiev, iki ülke arasındaki ticari ilişkilerin artan eğiliminden duyduğu memnuniyeti dile getirerek, ülkesinin İran ile çeşitli siyasi, ekonomik, kültürel ve uluslararası boyutlarda kapsamlı ilişkiler geliştirmeye olan ilgisini vurguladı.

 

Tarih: 23.02.2021

Kaynak: Mehr News Agency

 

Bulgaristan’daki Aşı Kampanyası Güvensizlik Nedeniyle Durdu

Bulgaristan sağlık bakanı Angelov’a göre, bazı pratisyen hekimler hastalarına aşı yaptırmamalarını tavsiye ediyor. Bulgaristan, AB’deki en düşük aşı oranına sahip ülke: 100 kişi başına 1,2 doz. Bloomberg, bir analizde, bu gecikmenin sebebinin kurumlara olan güvensizlik olduğunu yazdı.

Bulgaristan’daki parlamento seçimlerinden birkaç hafta öncesinde dahi hükümete duyulan güven çok düşük seviyede. Başbakan Boyko Borissov, kampanyanın plana uygun gittiği konusunda kararlı, ancak kamuoyu yoklamaları Bulgarların yarısından fazlasının aşı olmayı düşünmediğini gösteriyor. Sağlık Bakanı Kostadin Angelov, kampanyanın kurumlara duyulan güvensizliğin yanı sıra aşılarla ilgili sahte haberler nedeniyle baltalandığını iddia ediyor.

Birinci basamak çalışanları – doktorlar, öğretmenler ve diğerleri – daha önce aşı olmaya yönelik isteklerini belirtmiş olsalar bile aşı olmayı reddediyorlar. Konuya ilişkin, “Pirogov” hastanesi müdürü Asen Baltov, “Daha yoğun çalışmaya hazırız” yorumunu yaptı ve “Sorun, aşılanması gereken kişiler ortaya çıkmadığında ortaya çıkıyor” diye de ekledi. Baltov’a göre, Pirogov’da aşılanması planlananların yalnızca 3’te 1’i aşılanmaya geldi.

Alpha Research anketleri, Bulgarların yalnızca yüzde 10’unun mümkün olan en kısa sürede aşı olmaya hazır olduğunu gösteriyor. Aralık ayındaki benzer bir ankete kıyasla 4 puanlık bir düşüş var. Ocak ayında yapılan bir başka anket, Bulgarların en az yüzde 20’sinin aşıların güvenli olmadığını ve yüzde 10’unun yan etkilerin yeterince araştırılmadığını düşündüğünü gösteriyor.

 

Tarih: 23.02.2021

Kaynak: Sofia News Agency

 

Bulgaristan Cumhurbaşkanı Anayasa Mahkemesi’nden Özel Savcı Rolüne Karar Vermesini İstedi

Cumhurbaşkanlığı Ofisi’nin 24 Şubat’ta yaptığı açıklamaya göre Bulgaristan Cumhurbaşkanı Roumen Radev, Anayasa Mahkemesi’nden ülkenin Ceza Muhakemeleri Kanunu’nda yapılan ve savcılığın üst kademelerini soruşturma yetkisine sahip özel bir savcı atanmasını öngören değişiklikleri iptal etmesini istedi.

Radev, mahkemeye yönelik şikayetinde, yeni pozisyonun savcılığın yargı içindeki bağımsızlığı ve herkesin yasalar karşısında eşit olduğu ilkesi de dahil olmak üzere birçok önemli anayasal ilkeyi ihlal edeceğini söyledi.

Cumhurbaşkanı’nın davası, Radev’i bu ayın başlarında Parlamento’nun 17 Şubat’ta bozduğu değişiklik tasarısını veto etmeye sevk eden aynı argümanları içeriyor. Radev, veto gerekçelerinde, değişikliklerin “Başsavcı veya Başsavcı Yardımcısının etkili bir şekilde soruşturulmaması sorununa adil ve sürdürülebilir bir çözüm sunmadığını” söyledi.

Anayasa Mahkemesi şimdi Radev’in itirazının kabul edilebilir olup olmadığına karar vermek zorunda kalacak ve eğer öyleyse, dava için bir raportör hakim atayacak. Anayasa Mahkemesi davalarının olağan uzunluğu göz önüne alındığında, önümüzdeki yılın ikinci yarısında kesin bir karar alınması bekleniyor.

Bulgaristan Anayasası, Cumhurbaşkanı’nın yasaları daha fazla görüşülmek üzere Ulusal Meclis’e geri göndermesini sağlıyor ve devlet başkanına sınırlı bir veto yetkisi veriyor.

Ulusal Meclis, Cumhurbaşkanının vetosunu salt çoğunluk oyuyla bozabilir veya vetoyu kabul ederek veto edilen hükümleri gözden geçirebilir.

Ocak 2017’de göreve gelmesinden bu yana, Radev bu yetkiyi liberal bir şekilde kullandı, 28 yasa tasarısını veto etti ve Parlamento üçü hariç hepsinde vetoyu bozdu – söz konusu hükümlerin geri çekildiği iki vaka ve hükümet koalisyonunun hükümeti toplayamadığı bir durum vetoyu bozmak için desteğe ihtiyaç vardı.

 

Tarih: 24.02.2021

Kaynak: The Sofia Globe

 

Hırvat Dış İşleri Bakanı’ndan AB-Rusya Arası Diyalog Çağrısı

Hırvatistan Dışişleri Bakanı Gordan Grlić Radman Avrupa Birliği Dışişleri Konseyi toplantısı öncesinde yaptığı konuşmada, AB-Rusya ilişkileriyle ilgili son gelişmelerin gündemdeki konulardan biri olduğunu ve Rusya ile diyalog alanının açık kalması gerektiğini öne sürdü. Konsey toplantısının başlangıcından önce Brüksel’de konuşan Grlić Radman, “Her durumda diyalog çok önemli, bu araçlarımızdan biridir ve çıkarlarımızla ilgili konularda diyalog için biraz alan sağlamalıyız.” dedi. Rusya’nın baş muhalefet aktivisti Alexei Navalny’nin tutuklanması üzerine Avrupa Birliği’nden gelebilecek olası yaptırımlar, toplantının temel konularından biri oldu. Diğer yandan ABD Dış İşleri Bakanı Antony Blinken ile enerji kaynaklarının çeşitlendirilmesi, Batı Balkanlar’ın Avrupa ve transatlantik süreçlere entegrasyonu ve Ortadoğu’da yaşanan zorlukları ele alacaklarını belirtti.

 

Tarih: 22.02.2021

Kaynak: Total Croatia News

 

Türk Dışişleri Bakanlığı Düzeyinde 12 Sene Sonra İlk Kez Hırvatistan’a Resmi Ziyaret Gerçekleştirildi

Türkiye Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu deprem bölgesini ziyaret ettikten sonra Zagreb’de Cumhurbaşkanı Zoran Milanović, Başbakan Andrej Plenković ve Meclis Başkanı Gordan Jandroković ile görüştü. Türk Bakan ayrıca ev sahibi Bakan Grlić Radman ile güncel dış politika konularını da görüştü. Başbakan Plenković Türk hükümetine depremden etkilenen bölgelerde insani yardım için teşekkür etti ve ayrıca yasadışı göç sorununu da görüştü. Başkan Milanović ile görüşmenin ana konusu Bosna Hersek’teki durumdu. Cumhurbaşkanı, Bosna Hersek’teki üç kurucu halkın eşitliğini sağlamanın önemli olduğunu söyledi. Jandroković ve Çavuşoğlu, özellikle enerji, turizm, deniz taşımacılığı, bilişim endüstrisi ve tarım sektörlerinde ikili ilişkilerin ve ekonomik işbirliğinin daha da güçlendirilmesi adına değerlendirmelerde bulundular. İki yetkili, başta ekonomik olanlar, Batı Balkanlar, Orta Doğu, Türkiye’nin AB ile ilişkileri ve mülteciler olmak üzere ikili ilişkilerin güçlendirilmesi konusunu ele aldı.

Grlić Radman, COVID salgınına rağmen iki ülke arasındaki ticaretin 2019’a göre yüzde 14,1 daha yüksek olduğuna dikkat çekti. Radman, Türkiye ile AB arasında son yıllarda gerginleşen ilişkiler üzerine, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne aday ülke ve NATO müttefiki olduğunu belirterek, “Türkiye ile iş birliğini geliştirmenin AB’nin çıkarına olduğuna inanıyoruz ve Hırvatistan bunu savunmaya devam edecek” sözleriyle konuşmasını sürdürdü.

 

Tarih: 26.02.2021

Kaynak: HRT Vjesti

 

Türkiye’den Hırvatistan’a Deprem Bölgelerinde Yardım Etmek İstiyor

Türkiye Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu cuma günü Petrinja şehrini ziyaret ederek Hırvatistan’daki depremden etkilenen bölgelere yardım gönderen ilk ülkelerden biri olan Türkiye’nin bu konudaki yardımlara devam etmek istediklerini söyledi.

Hırvatistan Dışişleri Bakanı Gordan Grlic Radman, hızlı bir şekilde depreme tepki veren Türkiye’ye cömert yardımları için teşekkür etti.

29 Aralık’ta Sisak-Moslavina İlçesinde meydana gelen ve yedi can alan 6,2 şiddetindeki depremden hemen sonra Türkiye, etkilenen bölgeye 272 ısıtıcı ve 480 çadır gönderdi.

Çavuşoğlu, 30 Ekim 2020 tarihinde İzmir’de 7.0 şiddetinde meydana gelen depremin ardından Hırvatistan Dışişleri Bakanı Grlic Radman’ın hemen yardım teklifi için kedisiyle irtibata geçtiğini hatırlattı. Mevlüt Çavuşoğlu, “Bu dozda anlayış ve dostluk ile yardımınıza gelen ilk biz olmak istedik” dedi. Ankara’nın gelecekte bu alandaki yeniden yapılanma projelerinde Hırvatistan’a yardım etmeye hazır olduğunu ifade etti.

Ankara, Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığından (AFAD) Hırvatistan’a 10 uzman gönderdi. Ayrıca depremin ardından görev gücüne başkanlık eden bakan Tomo Medved, Türkiye’den Hırvatistan’a 200 prefabrik konteynerinin teslim edildiğini söyledi.

 

Tarih: 26.02.2021

Kaynak: Total Croatia News

 

Bosna Hersek ve Hırvatistan 2021 Askeri İş Birliği Planı İmzaladı

Bosna Hersek Savunma Bakanlığı, Bosna Hersek ve Hırvatistan’ın 2021 askeri iş birliği planını perşembe günü imzaladıklarını açıkladı. Belge Bosna Hersek Savunma Bakanı Zoran Sajinovic ve Hırvatistan’ın Bosna Hersek Ateşesi Tuğgeneral Davor Kiralj tarafından imzalandı. Planda Hırvatistan’da 27, Bosna Hersek’te 14 ortak faaliyet görülüyor. Faaliyetler askeri eğitim ve öğretimi, tatbikatları ve üst düzey toplantıları içermekte.

Sajinovic ve Kiralj, Bosna Hersek ile Hırvatistan arasında iyi komşuluk ilişkilerinin daha da geliştirilmesi amacıyla iki ülkenin silahlı kuvvetleri ve savunma bakanlıkları arasındaki işbirliğinden duydukları memnuniyeti de dile getirdiler. Her iki ülke de Avrupa-Atlantik entegrasyonu ruhu içinde iş birliğinin genişletilmeye devam edeceğine olan güvenlerini ifade ettiler.

 

Tarih: 26.02.2021

Kaynak: Total Croatia News

 

Husovic Siyasetten Emekli Oluyor

Boşnak Partisi (BS) Başkanı Rafet Husoviç, bu pozisyondan ama aynı zamanda siyasi yaşamdan da emekli olduğunu açıkladı. Fakat emekli olsa bile halkın çıkarları doğrultusunda doğru politikayı sürdürmeye devam edeceğinden emin olduğunu söyledi.

Parti konuşması münasebetiyle yaptığı açıklamada Husoviç, son 15 yılda BS’nin başkanı olmanın ve herkes için birlikte daha iyi bir gelecek inşa etmenin kendisi için büyük bir onur olduğunu söyledi. “Siyasetle ciddi şekilde uğraşmak çok fazla fedakarlık gerektirir, ancak halkın ve devletin çıkarına gelince, o zaman birlikte geçirdiğimiz her an, sivil, çok ırklı ve Avrupalı bir Karadağ için bir strateji ve vizyon inşa etmek geçerlidir.” dedi.

Husoviç, yaptığı bir açıklamayla çokça dikkati üzerine çekti. Ona göre Karadağ’da parlamento seçimlerinden sonra meşru bir süreç olan demokratik bir hükümet değişikliği olmamış; bunun yerine kurumlarda personelin itibarını sarsan, çok sayıda yasayı ihlal eden eylemler bir nevi Batı’nın tavsiyelerine uyarak aykırı davranmaktır.

 

Tarih: 26.02.2021

Kaynak: Mina News

 

Karadağ Büyükelçileri Görevlerini Maslahatgüzarlarına Teslim Ettiler

Karadağ Dışişleri Bakanlığı (MFA), Karadağ’ın eski büyükelçileri olan Vatikan ve Malta ve Çin’in eski büyükelçileri Miodrag Vlahoviç ve Darko Pajoviç’in görevlerini bugün geçici maslahatgüzarlara devrettiğini açıkladı. Geçtiğimiz Çarşamba günü, Karadağ Cumhurbaşkanı Milo Cukanoviç; Vlahoviç, Pajoviç ve diğer altı Karadağ büyükelçisini geri çağıran kararnameler yayınladı. Dışişleri Bakanlığı, Vlahoviç’in Hükümet Departmanına Büyükelçiliğin ve resmi arabanın anahtarlarını ve banka kartlarını teslim ettiğini bildirdi. Duyuruda, “Pajoviç mührü Karadağ Büyükelçiliği’nin Pekin’deki binasına bugün iade etti” denildi.

 

Tarih: 25.02.2021

Kaynak: Mina News

 

Karadağ’da Uzun Süredir Yaşayanlara Vatandaşlık Verilecek

Karadağ Cumhurbaşkanı Krivokapiç, resmi Twitter hesabından yeni bir açıklama yaptı ve ülkede uzun yıllardır yaşayan ancak vatandaşlık alamayanların yaşadığı sorunun çözülmesi gerektiğini söyledi.  Zdravko Krivokapiç: Hükümet, Karadağ’da yıllardır yaşayan ve vatandaşlık almamış vatandaşların sorunlarını çözmeye başlayacak dedi. Ona göre; “Yıllardır Karadağ’da yaşayan ve ülkemizin vatandaşlığını almamış çok sayıda vatandaş, bu sorunun nihayet çözülmesini hak ediyor.”

 

Tarih: 22.02.2021

Kaynak: Vijesti

 

Karadağ’a Sputnik Aşıları Geldi

Dünya çapında Covid-19 vakalarının doğrulanmasının üzerinden neredeyse bir yıl geçti. Gelecek Bazı ülkelerde aşılamanın başlamasıyla gelecek aralık ayında Avrupa ve Balkanlar bölgesi normal yaşama dönmeyi bekliyor.

Karadağ’da Halk Sağlığı Enstitüsüne göre 8.295 kayıtlı COVID-19 vakası şu anda aktif durumda.  Enstitü başkanı Igor Galiç Pazartesi günü TV Vijesti’ye verdiği demeçte, “Karadağ’daki klinik merkezdeki tıbbi personele 150 aşı yapılırken, Pljevlja kasabasındaki yaşlılar evindeki personel bugün aşılanacak,” dedi. Geçtiğimiz haftalarda Karadağ, Sırbistan’dan edindiği ve bugüne kadar ülkede bulunan tek aşı olan 2 bin Sputnik V aşısını aldı. Ayrıca bu hafta Çin Sinopharm aşısı için 30.000 sınırlı bağışı onayladığını duyurdu.

 

Tarih: 22.02.2021

Kaynak: Balkan Insıght

 

Seçimin Kazananı Albin Kurti’nin Gözü Avrupa’da mı?

Vetëvendosje Partisi’nin adayı ve Kosova’nın yeni lideri olan muhalif Albin Kurti, Kosova’nın Arnavutluk’a katılmak ile ilgili bir referandum yapılacak olursa oyunu birleşme yönünde kullanacağını söyledi. Kosova’nın etnik yapısının yüzde 90 oranında Arnavutluk olması sebebiyle de Arnavutluk ile birleşme fikrinin yaygın olduğunu söyledi. Anayasadaki “Kosova egemen ve bağımsız bir ülkedir” maddesi ile “Kosova başka bir ülkeye katılamaz” maddesinin birbiriyle çeliştiğini söyleyen Kurti; tam bağımsızlığın, bağımsızlık kavramına bağlı olmadığını söylemiş ve AB’ye veya Arnavutluk’a katılarak bir federasyon kurabileceklerini belirtmiştir. Arnavutluk ise Kurti’nin kendileriyle bir federasyon kurmakla ilgili söyleminin uzak bir ihtimal olarak görmüştür.

 

Kaynak: Euronews

Tarih: 19.02.2021

 

Kosovalı Sırplar, Boşnak ve Romanların Seçim Sonuçlarını Değiştirmekle Suçlandı

Kosovalı Sırpların Belgrad destekli Srpska Lista Partisi tarafından, meclisteki oylarını yükseltebilmek için yeniden düzenlediği konusunda suçlandı. Kosovalı Romanlar ve Boşnakların kazandığı bölgelerde Srpska Lista tarafından desteklendiği ve Srpska Lista’nın da bunu mecliste kendine müttefik edinebilmek için Sırp olmayanlarla oy paylaştığı ve paylaşmaya teşvik ettiği iddia edildi. Merkez Seçim Komisyonu’nun yayınladığı sonuçlara göre Romanların yaşamadığı bölgelerden oy almasıyla Romanların böyle bir girişimin içerisinde olduğu belirtildi. 48 Kosovalı Boşnak’ın açıklaması da siyasetin böyle çağdışı yöntemlerinin kabul etmeyecekleri ve diğer toplumların oylarıyla seçilen vekilleri tanımayacakları yönündedir.

 

Tarih: 22.02.2021

Kaynak: Balkan Insight

 

Sırbistan ile Açılacak Yeni Sayfa

14 Şubat seçimleri sonucu başa gelen Vetëvendosje Hareketi başkanı Albin Kurti, Bulgar Haber Ajansına (BTA) verdiği bir röportajda Sırbistan ve Kosova arasındaki diyalogdan da söz etti. Eski süreci geride bırakmak ve dürüst bir diyalog yöntemiyle yeni bir bölüm açmak istediklerini belirtti. Kurti, önceki basın toplantılarında Sırbistan meselesinin öncelik olmadığını belirtmişti fakat bu röportajda istihdam, adalet ve Covid-19 salgını sorunlarından sonra dördüncü önceliğinin Sırbistan ile diyalog olacağını söyledi.

Kosova’nın bağımsızlığı konusundaki fikirleri değiştirmek için de İspanya, Slovakya, Romanya, Yunanistan ve Kıbrıs gibi Kosova’yı tanımayan beş ülkeyle birlikte çalışacağını sözlerine ekledi. ABD ve Avrupa Birliği ise Sırbistan Cumhurbaşkanı Aleksandar Vuçiç’e, Kosova’nın bağımsızlığının tanınması için bir talepte bulunulacağı bir mektup göndereceğini bildirdi. Sırbistan Meclis Başkanı İvica Daçiç, ABD ve AB’nin bu gibi şeylerle zaman kaybetmemesi gerektiğini, çünkü Sırbistan’ın karşılıklı tanınma içermeyen bir uzlaşma konusunda tavrının net olduğunu söyledi. Kosova’yı devlet olarak tanımayan çok sayıda BM üye ülkesi olduğunu da hatırlatmaktan kaçınmadı.

 

Tarih: 22.02.2021

Kaynak: Panorama.al

 

MSK’nın Yeniden Sayma Kararı

Erken yapılan parlamento seçimlerinden kalan 500’e yakın sandık merkezinin tekrardan sayılmasına karar veren Kosova Merkez Seçim Komisyonu, bu duruma neden olan sebeplerin siyasi varlıklar ve adayların yanlış oy transferleri ile ilgili olduğunu belirtti. MSK sözcüsü Valmir Elezi, bu sandık merkezlerinin denetim sürecinden geçemediğini söyledi. Yurt dışından elen 9 bin 494 zarfın reddedildiği ve bugüne kadar toplam 22 bin 326 zarfın onaylandığı bilgiler arasında. MSK sekretaryasından olan Burim Ahmetaj’a göre, yurt dışından gelen oy pusulalarının reddinin sebepleri ise Kosova dışında seçmen olarak kayıtlı olmayan ve başvuru sürecinde reddedilen kişiler tarafından gönderilmelerinden kaynaklı. Paketlerin kimliği belirsiz seçmenler tarafından gönderilmesi ya da gönderdikleri paketler de bulunan geçersiz evraklar da bunlara ek olarak söylenebilir.

 

Tarih: 22.02.2021

Kaynak: Panorama.al

 

Haradinaj ve Gucati’nin Durum Konferansı

Kosova Kurtuluş Ordusu Gaziler Derneği (KLA) başkanı Hysni Gucati ve başkan yardımcısı Nasim Haradinaj 25 Eylül 2020’de Kosova’da tutuklanmıştı. Tutuklama, AB Polisi Kosova Özel Hukuk Misyonu EULEX’in dernek binasında arama yapmasından sonra gerçekleşmişti. Lahey merkezli aleyhlerindeki duruşma öncesi hâkimin huzurunda bir statü konferansı yapılacak. Her ikisi de İhtisas Daireleri önündeki işlemleri engellemek ve tanıkların kimliklerini ifşa etmekle suçlanıyor ve tutuklanmalarından bu yana Lahey’de tutuklu bulunuyordu. Bizzat katılmak zorunda olmadıkları durum konferansı, savcılık delillerini savunmalarına açıklamak ve yargılamanın ne zaman başlayabileceğini değerlendirmekle ilgili olacak.

 

Tarih: 24.02.2021

Kaynak: Aljazeera

 

LDK’nın Yeni Cumhurbaşkanı Seçimi

Kosova Demokrat Birliği’nin teşkilat sekreteri Arban Abrashi, partiye önderlik edecek cumhurbaşkanı seçiminin 14 Mart’ta yapılması için Seçim Kurulu yapacağını duyurdu. İstifa eden İsa Mustafa’yı da Seçim Kurulu Başkanlığı’na davet etti. Önümüzdeki günlerde LDK şubesi başkanları ve LDK başkanı olabilecek isimler için Cumhurbaşkanlığı ile görüşeceklerini sözlerine ekledi. Yapılacak olan toplantının konusundan da bahsetti ve bunun teknik bir sorun olduğunu söyledi.

 

Tarih: 25.02.2021

Kaynak: Panorama.al

 

Hükümet Rusya’nın Kötü Amaçlı Operasyonlarına Karşı Strateji Hazırlıyor

Bugün Kosova’nın dış politikalarına oldukça etkisi bulunan Rusya’nın yürüttüğü diplomasiye karşılık olarak, yerel yönetimler tarafından yeni stratejiler üretmesi gerektiği söylendi. Rusya’nın Kosova diplomasisi ile ilgili yapılan “Rusya’nın Kosova’ya karşı bilgi savaşı: Politik arka plan ve tezahür” yuvarlak masa toplantısında KIPRED İcra Direktörü Lulzim Peci; Kosova’nın Sırbistan’ın himayesinde kalması ihtimalinin Rusya’nın zaferi olarak görülmüş olacağından bahsetti. Bunun yanı sıra Rusya’nın hala Sırbistan politikaları üzerinden hak almaya çalıştığını ve 2017 yılında Surinam’ın Kosova’nın bağımsızlığını tanımaktan vazgeçmesinin de bununla bağlantılı olduğunu ifade etti. Peci Rus Dış İşleri Bakanı Lavrov’un 2018 yılında Sırplara karşı yapılan şiddet eylemlerinin durdurulması ile ilgili yaptığı konuşmada Kosova’nın kurumlarda dahil Sırplara karşı bir tutum olduğu şeklinde bir algı yaratmaya çalıştığını hatırlattı.

 

Tarih: 26.02.2021

Kaynak: Rtklive

 

Gazetecilerin Sırbistan’da Sonuca Ulaşamayan Davaları

Sivil toplum kuruluşlarından biri tarafından Sırp medya özgürlüğü hakkında hazırlanan bir raporda, sonuçlar ilgi çekti. Gazetecilere yönelik tehditler ve yapılan saldırılarda sadece on tanesinden birine ceza uygulanıyor. Mahkemeye çıkan suçların bile ertelendiği veya askıya alındığı sonucu ortaya çıkıyor. Belgrad merkezli Slavko Curuvija vakfının yayınladığı rapor, gazetecilere karşı işlenen suçları inceleyerek, ortalama on suçtan birinin mahkemeye çıktığını ortaya koydu. Yayınlanan rapor gazetecilere karşı işlenen suçların, savcılıktan ileri gitmediğini ortaya koydu.

Rapor keskin yargılarda ve suçlamalarda bulunmayarak savcılığın bu davaları daha dikkatli incelemediğini ve ciddiye almadığını belirtiyor. Ayrıca mahkumiyetin olduğu davalarda bile cezaların askıya alındığını ve sadece tek gözaltı cezasının altı ay hapis cezasına çarptırıldığını belirtiyor. Rapor ayrıca editörlerin, yapımcıların ve medya kuruluşlarının 2017 ve 2019 yılında bulunan 305 kusurlu davasını da inceliyor. Çoğu davanın çok fazla uzun sürdüğünü ve nihai kararların uzun sürede sonuçlandığını belirtiyor.

 

Tarih: 23.02.2021

Kaynak: Balkan Insight

 

Sırbistan ve Birleşik Arap Emirlikleri, Savunma Bakanlıklarının İş Birliğini Yoğunlaştıracak

Sırbistan’ın Savunma Bakanı Nebojsa Stefanoviç Çarşamba günü yaptığı açıklamada, ülkesinin Birleşik Arap Emirlikleri ile askeri işbirliğini artırmanın beklendiğini söyledi.

Abu Dabi’deki Silah Fuarı ‘INDEX 2021’de yaptıkları toplantı sırasında Stefanoviç,  İşbirliğinin artmasını beklediğini ifade etmesinin ardından,   Abu Dabi Emirliği Veliaht Prensi ve Birleşik Arap Emirlikleri Silahlı Kuvvetleri Yüksek Komutan Yardımcısı Şeyh Muhammed bin Zayed bin Sultan Al Nahyan’a askeri sanayi ve savunma bakanlığının mevcut projelerinde işbirliği için teşekkür etti.

Şeyh, Birleşik Arap Emirlikleri’nin Sırbistan ile işbirliğini yakından sürdüreceğini, mevcut anlaşmanın gelecekte devam edeceğini ve Vucic’in bölgede istikrar, barışı koruma, insanların yaşam standartlarını yükseltme çabalarını desteklediğini sözlerine ekledi.

 

Tarih: 24.02.2021

Kaynak: N1

 

Altın Şafak Kaçağının Sırbistan’da Saklandığı İddiası Yalanlandı

Yunan polis sözcüsü, 13 yıl hüküm giymiş olan aşırı sağcı Altın Şafak Partisi üst düzey üyesi olan Christos Pappas’ın, Sırbistan’daki manastıra kaçtığı iddiasını reddetti. Çeşitli medya kuruluşları dört aydır kaçak olan Christos Pappas’ın, Sırbistan’da saklandığını yönünde iddiada bulundular. Yunanistan televizyon kanalı yaptığı açıklama ile Neo-Nazi partisinin hapis cezasına çarptırılan üyesi için, Avrupa’da tutuklama emrinin çıkartıldığını bildirdi. Geçtiğimiz aylarda Pappas’ın Kuzey Makedonya’da dağlarda keşiş olarak saklandığına inanılıyordu. BIRN olaylarla ilgili olarak Sırbistan Polisi ve Sırp Ortodoks kilisesi ile temasa geçmesine karşın, geri bir dönüt alınamamıştı.

 

Tarih: 25.02.2021

Kaynak: Balkan Insight

 

Yunan Bakan Cinsel Taciz İddialarına İlişkin Resmi Soruşturma Çağrısı Yaptı

Yunanistan Kültür Bakanı Lina Mendoni cuma günü, ülkede cinsel taciz gerçeğine dair artan farkındalığın bir parçası olarak son zamanlarda hedef alınan Yunan Ulusal Tiyatrosu müdürü ve diğer erkekler aleyhindeki cinsel taciz ve taciz iddiaları hakkında resmi bir soruşturma başlatılması çağrısında bulundu.

Bununla birlikte Mendoni, cuma günü gazetecilere “Kimse bana hiçbir şey söylememişti” diyerek, Kültür Bakanı olarak herhangi bir tacizden haberdar olabileceği iddialarına karşı kendini hızlıca savundu. Daha sonra, mekânlarda performans sergileyen sanatçıların kişisel hayatlarından haberdar olmadığını ekledi. Hiçbir şeyi örtbas etmedik, dedi. “Cinsel istismar çirkin ve utanç verici bir davadır,” diyerek, “biz hukukun üstünlüğü ile yönetilen bir devletiz ve bu nedenle kurumsal yolda, adli yolda ilerliyoruz” dedi. Mendoni cuma günü gazetecilere yaptığı açıklamada, ülkenin Yüksek Mahkeme savcısından rahatsız edici iddiaları araştırmasını resmi olarak istediğini belirtti.

Tarih: 19.02.2021

Kaynak: Greek Reporter

Yunanistan’ın Eski Ulusal Tiyatro Yönetmeni Tecavüz Suçlamasıyla Tutuklandı

Eski Yunan Ulusal Tiyatro Sanat Yönetmeni Dimitris Lignadis, seri tecavüz suçlamasıyla tutuklama emri çıkarılması sonrasında gözaltında tutuluyor. Lig Nadis iki tecavüzle suçlanıyor. 2010 yılında 14 yaşındaki bir çocuk ve mağdurun savcıların önünde tahttan indirildiği ve henüz bilinmeyen bir diğeri. Lig Nadis ile yakından bağlantılı ve özel hayatı hakkında bilgi sahibi olan bir kadının önemli tanıklık yaptığı söyleniyor. Yunan Polisine göre, Lignadis daha sonra tutuklandığı Atina şehir merkezindeki polis merkezinde kendini tanıttı.

Adli makamlar, savcıların yöntemli ve hızlı bir şekilde çalışarak davalardaki pek çok tanığı sorguya çekmesi ile tam bir gizlilik içinde hareket ettiler. Tanıklar savcılık, önde gelen savcılar Kostas Spyropoulos ve Nikos Stefanatos hakkında suç duyurusunda bulunmaları için önemli bilgileri gün ışığına çıkardılar. Dava dosyası, tutuklama emrini çıkarmayı kabul eden kamu müfettişine iletilmiştir. Tanıklar tarafından savcılığa sunulan Lignadis aleyhindeki yeni ifadeler suç teşkil ediyor. Sanık, tutuklanmasının hemen ardından sorgu görevlisine götürülecek.

 

Tarih: 20.02.2021

Kaynak: Greek Reporter

 

Yunanistan, Sığınma Statüsü Reddedilen Göçmenlerin  Geri Dönüşü için AB’ye Başvurdu

Göç Bakanı Notis Mitarachi cuma günü yaptığı açıklamada, Yunanistan’ın Frontex ve Avrupa Komisyonu’na 519 göçmenin derhal menşe ülkelerine dönmesi için talepte bulunduğunu söyledi. Yunanistan, Ege Adaları’ndaki sıcak noktalarda yaşayan 1.450 göçmenin Türkiye’ye geri dönüşü için yapılan takip talebinde ayrıca 519’un Pakistan, Bangladeş, Afganistan, Mısır, Cezayir, İran ve diğer 20 ülkeye iade edilmesini istedi. 519, Yunanistan ana karasındaki kalkış öncesi merkezlerde yaşıyor ve sığınma başvuruları da reddedildi. Mitarachi, talebi AB’nin sınır servisi Frontex ve Komisyon’a duyururken, Yunanistan gibi sınır ülkelerinin yeni AB göç ve sığınma anlaşmasının “sınır dışı ve geri dönüşler için güçlü bir mekanizma ve gerekli yasal çerçeveyi” sağlamasını beklediklerini de sözlerine ekledi.

 

Tarih: 20.02.2021

Kaynak: Atina Makedon Haber Ajansı

 

Yunanistan Uçuş Kısıtlamalarını 8 Mart’a Kadar Uzattı

Yunanistan, ülkeye gelen tüm uluslararası gelişlerde zorunlu öz izolasyon da dahil olmak üzere mevcut uçuş kısıtlamalarını 8 Mart’a kadar uzattı. Sivil Havacılık Otoritesi (CYA), diğer kuralların yanı sıra aşağıdakileri şart koşan havacılara veya NOTAM’a yeni bir bildirim yayınladı:

“AB üyesi olmayan ve Schengen Anlaşması olmayan ülkelerden Yunanistan’a uçuşlar yasaklanmıştır. İstisnalar, aşağıdaki ülkelerin vatandaşlarını içerir: Avustralya, İsrail, Yeni Zelanda, Rusya Federasyonu, Ruanda, Singapur, Güney Kore, Tayland, Birleşik Arap Emirlikleri ve Birleşik Krallık.”

 

Tarih: 21.02.2021

Kaynak: Greek Reporter

 

Dışişleri Bakanlığı’nın Yeniden Yapılandırılmasına İlişkin Yasa Tasarısı Önerisi

Dışişleri Bakanı Nikos Dendias, bakanlığın yeniden yapılandırılmasına ilişkin yasa tasarısını cuma günü parlamentonun Ulusal Savunma ve Dışişleri Daimi Komitesine sundu. Siyasi parti temsilcileri tarafından tartışılan ve önerilen kilit noktalar arasında, Dendias’ın “çok düşük” olduğunu kabul ettiği bakanlık bütçesini artırma ihtiyacı vardı. Tasarının örgütsel yönleriyle ilgili parti yorumlarına yanıt veren Dendias, söz konusu yasa tasarısının “Dışişleri Bakanlığı’nın yeni Teşkilatının dijital olarak yeniden yapılandırılmasının ilk aşaması” olduğunu söyledi. Bakan ayrıca, ekonomik diplomasinin iyileştirilen işlevlere entegre edilmesinin ve “kamu diplomasisinde önemli bir bölüm” olduğunu söylediği Yurt Dışındaki Rumlar Konseyi’nin yeniden getirilmesinin öneminin altını çizdi. Tüm partiler, yasa tasarısını doğrudan reddeden Yunan Komünist Partisi dışında, tasarı genel kurula gelene kadar kararda saklı kaldıklarını söylediler.

 

Tarih: 23.02.2021

Kaynak: Atina Makedon Haber Ajansı

 

Yunanistan ve ABD, Girit’in Güneyinde Ortak Askeri Tatbikatlar Yürütüyor

Yunan Silahlı Kuvvetleri, geçtiğimiz Cuma günü Girit’in güneyindeki USS Porter destroyeriyle deniz tatbikatları yaptı. Ortak eğitim, gelişmiş manevraların yanı sıra iletişim, hava savunma, denizaltı karşıtı ve elektronik savaş öğelerini içeriyordu. “Bu ortak eğitim, iki ülkenin Silahlı Kuvvetlerinin daha geniş Doğu Akdeniz bölgesinde savunma ve güvenlik konusundaki önemli rolünü uygulamada ortaya koyarken, aynı zamanda iki ülke arasındaki sürekli güçlenen güçlü bağların altını çiziyor.”

Yunanistan Ulusal Savunma Genelkurmay Başkanlığı, firkateyn HS Adrias (F-459), denizaltı HS Pontos (S-119) ve USS Porter ile taktik manevralar ve iletişim prosedürleri uygulayan dört F-16’yı imha etti. Komutan, “Doğu Akdeniz’de çok profesyonel ve iyi eğitimli Yunan Silahlı Kuvvetleri ile birlikte çalışmak inanılmazdı” dedi. Porter’ın komutanı Thomas Ralston; “Bu fırsat, giderek karmaşıklaşan güvenlik ortamında çıkarlarımızı teminat altına alabilecek, caydırabilecek ve savunabilecek güvenilir bir güç olabilmemiz için NATO müttefikimiz Yunanistan ile onlarca yıllık iş birliğine dayanmaktadır. Ayrıca, ABD ve Yunanistan Salı akşamı İskeçe’de ortak bir hava tatbikatı düzenleyecek. Cumhuriyet gazetesine göre, Kara Şahin ve Apaçilerin de aralarında bulunduğu 150’den fazla ABD helikopteri, “Defender Europe 2021” askeri tatbikatı kapsamında 23 Şubat’ta Dedeağaç limanına varacak.” açıklamalarında bulundu.

 

 Tarih: 23.02.2021

Kaynak: Greek City Times

 

Yunanistan ve BAE Savunma İlişkilerini Derinleştirmeye Çalışıyor

Yunanistan Ulusal Savunma Bakanı Nikos Panagiotopoulos, Birleşik Arap Emirlikleri’ne (BAE) üç günlük resmi ziyaretini pazartesi günü tamamladı. Kendisine Yunanistan Milli Savunma Genelkurmay Başkanı Orgeneral Konstantinos Floros eşlik etti. Panagiotopoulos, Birleşik Arap Emirlikleri Savunma İşlerinden Sorumlu Devlet Bakanı Mohammed Ahmed Al Bowardi ile bir araya geldi.

Görüşmede Yunan Bakan, iki “güncel gelişmeler ve ülkelerimizin savunma ilişkilerini genişletme umutları hakkında görüş alışverişinde bulundular” diye tweet attı. Daha sonra Yunan Bakan, Abu Dabi’deki IDEX 2021 uluslararası savunma ve NAVDEX 2021 Deniz Savunma ve Deniz Güvenliği Sergileri etkinliklerinin bir parçası olan Zayed Limanı ve Yunan firkateyni ‘Hydra’yı ziyaret etti.

Yunanistan Ulusal Savunma Bakanı, Abu Dabi Veliaht Prensi ile “yapıcı” bir görüşme yaptı .Pazar günü, Yunanistan Ulusal Savunma Bakanı Nikos Panagiotopoulos, Abu Dabi Veliaht Prensi ve BAE Silahlı Kuvvetleri Yüksek Komutan Yardımcısı Şeyh Muhammed bin Zayed Al Nahyan ile bir araya geldi. Görüşmede, bölgedeki jeopolitik gelişmeleri ve savunmada ikili ilişkileri ilerletmenin yollarını tartıştılar. Panagiotopoulos, Yunanistan’ın BAE ile stratejik ilişkisinin daha geniş bölgede güvenliği ve istikrarı desteklediğini vurguladı.

 

Tarih: 23.02.2021

Kaynak: Greek City Times

 

Yunanistan Dijital Aşı Sertifikasını Yayınladı

Yunanistan, Bicentennial’ını kutlarken, yeni bir dijital programla yine öncü rolünü oynuyor. 2020’de Yunanistan, teknolojinin SMS ve diğer teknolojiler yoluyla yayılmasını sınırlamak için dijital teknolojiyi kullandı. Bugün, 2021’de Yunanistan hükümeti, vatandaşlarının hayatlarını geri kazanmalarına yardımcı olmak ve COVID sonrası bir dünya inşa etmeye başlamak için kullanıyor.

Bu çabaların bir parçası olarak Yunanistan’ın dijital aşı sertifikası yayınlandı.

Yunanistan Turizm Bakanı Harry Theoharis Salı günü yaptığı açıklamada, Yunanistan’ın bu yıl ülkeye girişlerinde negatif moleküler COVID-19 testi veya aşı sertifikası bulunan tüm ziyaretçilere açık olacağını açıkladı.Theoharis, “Birinin ülkemize seyahat etmesi (ve kalması) için ön şart, negatif moleküler test veya aşı sertifikası olacaktır” dedi. Birisi Yunanistan’a giderken aşı sertifikasını göstermek istemiyorsa, negatif bir COVID-19 testi sunulabileceğini de sözlerine ekledi.

Aşı sertifikasına sahip olan yolcuların arkasındaki fikir, yolcuların Avrupa ülkelerinde Covid-19 testine tabi tutulma gibi kısıtlamalar olmaksızın özgürce hareket etmelerine yardımcı olmaktır. Bakan Theoharis, 2021’in 2020 Yunanistan için olduğundan daha iyi bir yıl olmasını beklediğini ve seyahatin Paskalya tatilinden sonra hızlı olabileceğini tahmin ettiğini söyledi.

 

Kaynak: Greek City Times

Tarih: 23.02.2021

 

Yunanistan, Yenilikçi Bir Sınır Gözetleme Uçağı Üretecek

Yeni nesil insansız gözetleme uçağını temsil eden IDEX 2021: LOTUS adlı hava aracı, bir Yunan firması tarafından üretilecek. Yunan şirketi Intracom Defense (IDE), sınır gözetimi ve keşif için özel olarak tasarlanmış ve şirketin “yüksek değerli hedefler” dediği taktik İnsansız Hava Aracı veya İHA için Avrupa Komisyonu ile bir anlaşma imzaladı. Geçtiğimiz Temmuz ayında onaylanan 9,7 milyon avroluk bir hibe anlaşması, Düşük Gözlemlenebilir Taktik İnsansız Sistem veya LOTUS adı verilen drone üretimi için gerekli finansmanı sağlayacak. Ayrıca firma, platformun bazı gelişmiş özelliklerinin mevcut tasarımlara dahil edilemeyeceğini ve bunun LOTUS’a diğer İHA’lara göre güçlü bir rekabet avantajı sağlayacağını söylüyor.

 

Kaynak: Greek Reporter

Tarih: 24.02.2021

 

Dendias, Türkiye’ye Yönelik Daha Sıkı AB Politikaları Çağrısında Bulundu

Yunanistan Dışişleri Bakanı Türkiye’ye yönelik daha sıkı bir AB politikası çağrısında bulunarak, Avrupa yaptırımlarından duyulan korkunun, Ankara’nın 2020’nin ikinci yarısında provokasyonlarını yavaşlattığını ve sonunda iki Ege komşusu arasındaki keşif temaslarının yeniden başlamasının önünü açtığını söyledi.

Nikos Dendias Yunan dış politikası üzerine sanal bir foruma verdiği demeçte, “Bana memnun olup olmadığımızı sorarsanız, size AB’nin Türkiye için daha sert olmasını isteyeceğimizi söyleyeceğim,” dedi. Ancak AB 27 ülkenin birliğidir. Neyse ki, fikir birliği temelinde çalışır. Ulusal çıkar, zaman zaman Avrupa çıkarının önüne geçer. Ama yine de çok güçlü, belki de en güçlü aracımız ”dedi. Uluslararası hukuka bağlılığın Yunan dış politikasının temel taşı olduğunu söyleyen Dendias, ülkenin amacının – benzer fikirlere sahip uluslararası ortakların yardımıyla  “Türkiye’nin sorunlara tek çözümün uluslararası hukuka saygı olduğunu fark etmesini sağlamak ” dedi.

 

Kaynak: Ekathimerini

Tarih: 26.02.2021

 

AGİT, Sırp Gazetecilerin Girişini Engellediği için Kosova’yı Kınadı

AGİT, geçtiğimiz günlerde Kosova’nın, Sırbistan’dan gelen medya ekiplerinin, gelişlerini önceden bildirmedikleri gerekçesiyle ülkeye girmelerine izin verilmemesi sonrasında, ‘basın özgürlüğü konusunda olumsuz bir mesaj’ verildiğini söyledi.

Kosova’daki AGİT Misyonu, Jarinje geçiş noktasında Sırbistan’dan gelen gazeteci ekiplerinin ülkeye girişinin son zamanlarda reddedilmesinden “endişeli” olduğunu aktardı.

AGİT Kosova Facebook hesabında, “Bu tür eylemler yalnızca gazetecilerin işlerini yürütürken karşılaştıkları zorluklara katkıda bulunmakla kalmıyor, aynı zamanda basın özgürlüğü ve çoğulcu bir medya ortamına hoşgörü hakkında olumsuz bir mesaj da veriyor.’’ dedi.

Sırbistan TV Şovu Right to Tomorrow ekibinin perşembe günü Kosova’ya girişi engellendi. Gösterinin editörü Svetlana Vukumiroviç RTS’ye, gelişlerini 72 saat önce bildirmedikleri için girişlerinin yasaklandığını söyledi. Vukumiroviç RTS’ye verdiği demeçte, “Diğer şov ekiplerinden veya gazetecilerden daha önce böyle bir şey istenmedi” dedi.

Daha önce, bir RTS gazetecilik ekibi 15 Şubat’ta Kosova’ya girmeye çalıştı, ancak buna izin verilmedi. Dört gün sonra, girişleri resmen yasaklandı. Sırbistan Gazeteciler Cemiyeti (UNS) yaptığı basın açıklamasında “basın özgürlüğüne yapılan saldırıyı” kınadı.

Kosovalı Sırp medyasını temsil eden Kosova ve Metohija Gazeteciler Derneği çarşamba günü sınır hattında bir protesto düzenledi. Dernek başkanı Budimir Niciç, RTS gazetecilerinin Kosova’ya girmesini engellemenin “klasik taciz” olduğunu söyledi.

 

Tarih: 19.02.2021

Kaynak: Balkan Insight

 

Sırbistan Cumhurbaşkanı, Putin ile Sputnik V Aşısı Konusunda Yapılan Görüşmelerden Bahsetti

Sırbistan Cumhurbaşkanı Aleksandr Vucic, 19 Şubat’ta Hırvat RTL ile yaptığı röportajda, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ve Çinli yetkililerle COVID-19’a karşı aşı tedarikine ilişkin görüşmelerden bahsetti. Ayrıca hangi aşıyı seçeceğini açıkladı ve ayrıca Sputnik V aşısının Sırbistan’da üretilme olasılığı hakkında konuştu.

“Ağustos ve Eylül aylarında aşıyı satın almaya başladık. İnsanlar gökten düşen bir şey olduğunu düşünüyor. Ancak durum bu değil. Futbolda olduğu gibi, gökten bir şey düştüğü için veya top yuvarlak olduğu için kazanan olamazsınız. Yuvarlaklığından dolayı değil, çalışan ve eğiten, daha gayretli olan sayesinde zaferi kazanabilirsiniz. Çok çaba sarf ettik, Çin cumhurbaşkanı ile birçok telefon görüşmesi yaptım ve Sırbistan tarihinde ilk kez onunla sekiz mektup alışverişinde bulundum. Putin ile pazarlık ettim. Ona bir istek gönderdim, Başkan Putin hemen cevap verdi, bu yüzden 50.000 üstüne 50.000 doz daha aşı aldık. İngilizlerle konuştum ve yarın havaalanında Astra Zeneca aşısının ilk 150.000 dozunu bekliyoruz. Pfizer ile ikili bir anlaşma imzalamaya devam ettik. Ve Avrupa programlarının dışında Amerikalılarla bu anlaşmayı imzalamayı başardık ” dedi.

Vucic ayrıca bir Çin aşısı ile COVID-19’a karşı aşılanacağını da duyurdu.

“Tüm aşıların iyi olduğunu düşünüyorum ve Çinlileri seçeceğimi söyledim. Çünkü geleneksel yöntemler kullanılarak geliştirildi. Muhtemelen ilk başta Pfizer’den daha zayıf antikorlar üretiyor, ancak zamanla büyüyorlar ve anti nükleerlerin bir parçası değiller ”dedi Vucic.

 

Tarih: 20.02.2020

Kaynak: REGNUM

 

ABD, Arnavut Yargıcını Yolsuzlukla Mücadele “Şampiyonu” Olarak Belirledi

ABD Dışişleri Bakanlığı, Arnavut yargıç Adrian Dvorani’yi dünya çapında 12 “yolsuzlukla mücadele şampiyonu” listesine dâhil ederek ülkenin adalet sistemi üzerindeki siyasi ve cezai etkiyi azalttığı için övdü.

ABD Dışişleri Bakanlığı Salı günü yaptığı duyuruda, Arnavutluk’taki eski bir Yüksek Mahkeme yargıcı olan Adrian Dvorani’nin, yolsuzlukla mücadele ederek öne çıkan dünya çapında 12 kişiden oluşan listeye seçildiğini duyurdu.

Dışişleri Bakanlığı yaptığı açıklamada, “Yargıç Dvorani, adalet sistemindeki siyasi ve cezai etkiyi azaltmak için mekanizmalar geliştirdi, bu da AB’nin Mart ayında Arnavutluk’un birliğe katılımı için müzakereleri başlatma kararına katkıda bulunan adımlardan biridir.” dedi.

Başbakan Edi Rama bir Twitter gönderisinde Dvorani’nin “kötülüğe direndiğini” iddia ederek yolsuzlukla mücadele şampiyonu adaylığını tebrik etti.

ABD Dışişleri Bakanlığı, Başkan Joe Biden’ın yolsuzlukla mücadele gündemi olduğunu duyurmak için “şampiyonlar” listesini kullandı.

Dışişleri Bakanlığı, “Dünya çapında, yolsuzluk güvenliği ve istikrarı tehdit ediyor, ekonomik büyümeyi engelliyor, demokrasi ve insan haklarını baltalıyor, kamu kurumlarına olan güveni yok ediyor, uluslararası suçları kolaylaştırıyor ve kamu ve gizli kaynakları yok ediyor” dedi.

 

Tarih: 23.02.2021

Kaynak: US Department of State

 

Joe Biden “Srebrenica’dan Sesler” Kitabının İmzalı Kopyasını Aldı

Anadolu Ajansı’nın haberine göre, “Srebrenitsa’dan Sesler: Bosna Soykırımının Kurtulan Anlatıları” kitabının imzalı bir kopyası ABD Başkanı Joe Biden’e sunuldu.

Kitabın yazarlarından Hasan Hasanoviç, sosyal medya hesabından “Birlikte yazdığım kitabın imzalı bir nüshasının Beyaz Saray’a teslim edildiğini ve Bosna için yaptıklarından ötürü ABD Başkanı Joe Biden’e sunulduğunu duyurmaktan gurur duyuyoruz” açıklamasını yaptı.

Srebrenica’dan Sesler kitabı Denver Üniversitesi’nde Profesör Ann Petrila ve Srebrenica’daki soykırımdan sağ kurtulan ve şu anda Srebrenica-Potocari Anıt Merkezi’nde küratör ve çevirmen olarak çalışan Hasan Hasanoviç tarafından yazılırken, önsöz Emir Suljagic tarafından kaleme alınmıştır.

 

Tarih: 23.02.2021

Kaynak: N1

 

Hırvatistan, Eski Sırp Savaşçılarını Rus Savaş Muhabirlerinin Cinayetleriyle Suçladı

Rus muhabirler Viktor Nogin ve Gennadiy Kurinnoy’un Hırvatistan’daki savaş sırasında vurularak öldürülmesinden otuz yıl sonra, isyancı bir Sırp özel polis biriminin isimsiz iki üyesi onları öldürmekle suçlandı.

Hırvat polisi salı günü yaptığı açıklamada, Hırvatistan’ın savaş zamanı, Krajina’nın Sırbistan Özerk Bölgesi özel polis birimi üyesi olan ve adı belirtilmeyen iki kişiye, Eylül 1991’de Rus gazeteciler Viktor Nogin ve Gennadiy Kurinnoy’u öldürdükleri için suç duyurusunda bulunduklarını söyledi.

Polis soruşturmasında, 1 Eylül 1991’de orta Hırvatistan’ın Banija bölgesindeki Hrvatska Kostajnica kasabası yakınlarında iki Rus’u vuran şüpheli iki şahısın 26 ve 33 yaşlarında oldukları ortaya çıktı. Şüphelilerin Hırvatistan’da olmadığı belirtilerek yetkililere çağrıda bulunuldu.

 

Tarih: 23.02.2021

Kaynak: Balkan Insight

 

Rusya Dışişleri Bakanlığı, Kosova’nın Arnavutluk ile Gelecekteki Birleşmesi Hakkındaki Açıklamalardan Endişe Duyuyor

Kosova ve Metohija’da erken parlamento seçimlerindeki zaferin ardından Kosovalı Arnavutların söyleminin Kendi Kaderini Tayin hareketinin radikalleşmesi endişe vericidir. Bu, Rusya Dışişleri Bakanlığı’nın resmi temsilcisi Maria Zakharova tarafından 26 Şubat’ta Moskova’da bir brifingde ifade edildi.

Hareketin lideri Albin Kurti’nin, Belgrad ile müzakere sürecinin öncelikler listesinin en altında olduğunu ve Kosova’yı Arnavutluk ile birleştirme olasılığının gündemde olduğunu açıkça ilan ettiğini hatırlattı.

“Kosovalıların batılı patronlarının bu tür provokasyonlara karşı anlaşılır bir tepkisi yok. Bu arada, bu tür niyetler Balkanlar’da zaten kırılgan olan bölgesel istikrarın çöküşüyle doludur. Tüm tarafları sorumlu bir yaklaşım sergilemeye, uluslararası hukuk temelinde hareket etmeye, tüm Güneydoğu Avrupa ülkeleri ve halklarının uzun vadeli barış ve ilerici kalkınmasını sağlayabilecek uzlaşmacı bir çözüm aramaya çağırıyoruz ”dedi Maria Zakharova.

Ayrılıkçı Kosova’da yapılan son erken parlamento seçimlerinde oyların çoğunun eski Başbakan Albin Kurti’nin, “Kendi kaderini tayin etme” hareketi tarafından alındığını hatırlatalım. Seçimlerden hemen sonra Kurti, Belgrad ile ilişkilerin normalleşmesi konulu müzakerelerin kendisi için bir öncelik olmadığını söyledi. Daha önce Priştine’nin bu müzakerelere yaklaşımını yeniden gözden geçirmesi gerektiğini söylemişti.

 

Tarih: 26.02.2021

Kaynak: REGNUM

 

Interpol’den Bosna Savaşı Kamp Muhafızına Tutuklama Çağrısı

Interpol, savaş sırasında Bosna’nın Prijedor bölgesinde Sırp olmayanlara karşı insanlığa karşı suç işlediğinden şüphelenilen Mladen Mitroviç’i bütün devletlerden tutuklamalarını isteyen “kırmızı bülten” yayınladı.

Interpol, Mladen Mitroviç’i insanlığa karşı suçlardan aranan 59 yaşındaki Bosnalı bir vatandaş olarak tanımlayan bir “kırmızı bülten” yayınladı.

Bosna devlet mahkemesi BIRN’e verdiği demeçte, Mitroviç’in nöbetçi olduğu Prijedor bölgesindeki savaş zamanı Trnopolje gözaltı kampında hapsedilen Sırp harici sivillere karşı suç işlediğinden şüphelenildiğini söyledi.

Mahkeme, bu yıl 27 Ocak’ta Mitroviç’in tutuklanması için uluslararası tutuklama emri çıkarılması emrini verdiğini açıkladı.

 

Tarih: 26.02.2021

Kaynak: Balkan Insight

 

Diplomatlar ve STK’lar, AB’nin Moldova Büyükelçisine Yönelik Saldırıları Kınadı

Moldova’daki AB büyükelçilerinin çoğu ve 96 yerel STK’dan oluşan büyük bir grup, AB’nin Kişinev’deki büyükelçisini, iktidardaki Rusya yanlısı partilerin sözlü saldırılarına karşı savundu.

Diplomatlar ortak bir basın açıklamasında, “Biz, AB Büyükelçileri ve AB Üye Devletleri Büyükelçi Peter Michalko’ya, Sosyalistler Partisi ve kaçak milletvekili Ilan Shor tarafından formüle edilen diğer Büyükelçilere yönelik son saldırıları reddediyoruz” dedi.

96 Moldova STK’sını bir araya getiren Doğu Ortaklığı Ulusal Sivil Toplum Platformu tarafından Cuma günü aynı amaçla ortak bir iç açıklama yapıldı.

STK’lar, “Shor Partisi ve PSRM geçtiğimiz günlerde AB’nin Moldova büyükelçisi Peter Michalko’ya, Igor Dodon tarafından cumhurbaşkanlığı seçimlerinin kaybedilmesinden sonra iktidarı korumak için yaptıkları demokratik olmayan ve anayasaya aykırı manevralardan dolayı dikkatleri başka yöne çekmek için saldırılar başlattı” dedi.

 

Tarih: 26.02.2021

Kaynak: Balkan Insight

 

Lahey Savcıları Eski Kosova Bakan Yardımcısını Sorgulayacak

Bir zamanlar bakan yardımcısı olan Kosova Demokrat Partisi siyasetçisi eski Kosova Kurtuluş Ordusu gerillası Gani Koci, Lahey’deki savaş suçları savcıları tarafından tanık olarak sorgulanmak üzere çağrıldı.

Siyasette yer alan ve eski bir Kosova Kurtuluş Ordusu gerillası olan Gani Koci, Perşembe günü Facebook’ta, Kosovo’da savaş zamanı ve savaş sonrası işlenen suçları araştıran Lahey’deki Uzman Savcılık tarafından tanık olarak çağrıldığını duyurdu.

Koci, “Sevgili silah arkadaşlarım, dostlarım, Uzman Savcılığı’ndan 18 Mart 2021’de Lahey’de tanık olarak görünmem için bir davet aldım” diye yazdı. “Her zaman Kurtuluş Ordusu’nun haklı savaşını savunmak için hareket edeceğim’’ diyerek sözlerini tamamladı.

Kosova Uzman Daireleri, 1998-2000 yılları arasında Kosova savaşı sırasında ve hemen sonrasında işlendiği iddia edilen suçlardan dolayı, eski Kosova Kurtuluş Ordusu gerillalarını yargılamak için kurulmuştu. Bunlar, Kosova’nın yargı sisteminin bir parçası olmakla birlikte Hollanda’da bulunmaktadırlar ve uluslararası görevliler tarafından istihdam edilmektedirler.

Savaş suçlarından yargılanmayı bekleyenler arasında Kosova’nın eski Cumhurbaşkanı Haşim Taki ve eski Kosova Demokrat Partisi, PDK lideri Kadri Veseli ile siyasetçi olan diğer iki gerilla, Yakup Krasniki ve Rexhep Selimi yer alıyor. Hepsi suçsuz olduğunu iddia etti.

Koci, 1981’den 1991’e kadar siyasi bir mahkûmdu ve o sırada Kosova’yı yöneten Sırp rejimine karşı öğrenci protestoları düzenlemeye destek olmaktan hapse atılmıştı.

 

Tarih: 26.02.2021

Kaynak: Balkan Insight

 

Lajčák Mart Ayında Batı Balkanlar’ı Ziyaret Edecek

Avrupa Birliği’nin Belgrad-Priştine Diyaloğu ve diğer Batı Balkan bölgesel meselelerinden sorumlu Özel Temsilcisi Miroslav Lajčák’ın Mart ayının ilk haftasında Batı Balkanlar’ı ziyaret edeceği öğrenildi.

Lajčák, ziyaretine 1-3 Mart tarihleri arasında Kosova’dan başlayacak ve 3-4 Mart tarihleri arasında Sırbistan’da devam edecek. Bunun yanı sıra Lajčák, 4 – 5 Mart tarihleri arasında bölgesel görevinin bir parçası olarak Karadağ’ı da ziyaret edecek. Yüksek Temsilci Josep Borrell’in sözcüsü Peter Stano, “Bay Lajčák, üç Batı Balkan ortağının siyasi liderlerinin yanı sıra Avrupa Birliği’nin temsilcileriyle bir araya gelmeyi planlıyor ”dedi.

 

Tarih: 26.02.2021

Kaynak: N1

 

Macaristan Bağışlarla Kuzey Sırbistan’da Nüfuzunu Artırdı

Araştırmacı Gazetecilik Merkezi (CINS), Macaristan hükümetinin son on yılda Sırbistan’ın kuzeyindeki Voyvodina eyaletinde spor, kilise ve medyaya 70 milyon Euro’nun üzerinde bağışta bulunduğunu söyledi.

CINS’in raporuna göre Macaristan, kilise restorasyonu, futbol stadyumu gibi yatırımların yanı sıra medya sektörüne de yardımda bulundu. Macar vergi mükellefleri, 2011’den 2019’a kadar Sırbistan’daki Macar medyası için yaklaşık 12 milyon Euro ödediği ifade edildi.

CINS raporu, Macarca ve Sırpça’da 15 yıldır çalışan RTV Pannon gibi medyanın finansmanını detaylandırdı. Bu rapora göre, ‘Bethlan Gabor’ Vakfı’nın bu medyaya dokuz milyon Euro’nun üzerinde bağışta bulunduğunu ve 2020’de 3,5 milyon Euro daha tahsis ettiği belirtiliyor. CINS ayrıca, St. Joseph the Worker Katolik Kilisesi’ne 2012 yılında 16.850 Euro aktarıldığını ifade ediyor.

 

Tarih: 26.02.2021

Kaynak: N1

 

HAZIRLAYANLAR:

Aybüke Koçak, Can Tanrıöğen, Didem Şimşek, Dilara Nesrin Bulut, Dilek Keçeci, Elifnur Ayhan, Gizem Kocakaplan, Hasibe Özdemir, Hatice Deniz Hızal, Hilal Yel, İleyna Savuk, Neval Tayyar, Rümeysa Güner, Şamil Orhan, Taha Yüceses, Zülfiye Çobanoğlu

TUİÇ Balkan Stajyerleri

 

 

 

 

Haftalık Göç Bülteni / 19-27 Şubat

0

 

Göç İdaresi’nde 2021-2022 Bölgesel Mülteci ve Dayanıklılık Planı Toplantısı Gerçekleşti

Dış İlişkiler Dairesi Başkanı Gülbahar Arslan ve Göç İdaresi Genel Müdür Yardımcısı Ramazan Seçilmiş’in katımıyla sağlanan çevrim içi toplantıda 2021-2022 Bölgesel Mülteci ve Dayanıklılık Planının (3RP) Türkiye Bölümü Tanıtımı yapıldı. İlgili ortakların da desteğini alan programda, Göç İdaresi’nin göçün her açıdan sürdürülebilir bir şekilde yönetilebilmesi konusundaki azmi BM Örgütleri ve Sivil Toplum Kuruluşları tarafından büyük beğeni topladı.

 

Tarih: 19.02.2021

Kaynak: Göç İdaresi Genel Müdürlüğü

 

Mülteci Botu Battı, 41 Kişi Hayatını Kaybetti

Akdeniz’de yaşanan büyük acının haberini İtalya’daki BM Uluslararası Göç Örgütü verdi. Libya’dan denize açılmaya başlamış olan bot Akdeniz’de battı, yardımın ulaştırılması saatleri aldı. 3 saat içerisinde ancak ulaşılabilen botta sayısı en az 41 olarak bildirilen mültecinin yaşamı son buldu.

BM kurumlarının ortak beyanına göre, 2021 Ocak ayı itibariyle en az 160 düzensiz göçmenin Akdeniz’de hayatını kaybettiği kaydedildi.

 

Tarih: 20.02.2021

Kaynak: Anadolu Ajansı

 

Sığınmacıların Telefon Hatları İzinsiz Kullanılıyor

Uluslararası Mülteci Hakları Derneği’nin yayımladığı nota göre, Suriyeli sığınmacıların telefonları yasa dışı yollar ile taşınıyor, izinsiz olarak kullanılıyor.

Suriyeli sığınmacılar haberleri olmadan, onların adına kişisel verilerine ulaşılarak birden fazla hat açıldığına ve telefon hatlarının çeşitli suçlarda kullanıldığına dair iddialarda bulundular. Mağduriyetini belirten A.J konuya ilişkin; bilgisi haricinde hattının 3 sene içerisinde 3 farklı şirkete taşındığını ve en sonunda kapatıldığını belirtti. Bu konuya ilişkin şikayetini telekomünikasyon şirketlerine belirttiğinde ise bekledikleri korumayı bulamayan mağdurlar savcılığa şikâyette bulunacaklarını da belirttiler.

 

UMHD notunu okumak için: https://www.umhd.org.tr/wp-content/uploads/2021/02/Suriyeli_Telefon_Hatlari.pdf

Kaynak: UMHP 2021 Şubat Notu

 

Yunanistan’da Mülteci Merkezi’nde Çıkan Yangın, Bir Çocuğun Canına Kıydı

Yunanistan’ın Thiva şehrinde var olan Mülteci Merkezi’nde çıkan yangında hayatını kaybeden 6 yaşındaki çocuğun ailesi acılarını paylaşırken, çocuklarının ölümüne ‘ihmal’ edildiklerinin neden olduğunu söyleyerek itfaiye ekiplerinin zamanında yetişmediklerini belirttiler. Mülteci Merkezleri, Göç Bakanlığı tarafınca denetimde tutularak olası zorlu koşula karşı hazırlıklı bulunmalıdır.

 

Tarih: 22.02.2021

Kaynak: Gazeteci Çağdaş KAPLAN & Mülteci Medyası

 

ABD’nin 2021 ‘Dream’ Yasasından Kimlerin Faydalanacağı Belirlendi

Joe Biden’ın seçim kampanyalarında vaat ettiği yeni göçmenlik yasası, ülkede yaşayan 11 milyon düzensiz göçmenin gündeminde yer alıyordu.

Başkan Biden, 2021 ‘Dream’ Yasası İçin Konuştu: Biden, 2021 Dream yasası için “Göçmenlikten vatandaşlığa uzanan bir yol” olarak bahsetmişti.

2021 Dream Yasasından kimlerin yararlanabileceği ise ayrı bir merak konusu olmuştu. Göç Politika Enstitüsü (MPI) göçmenlerin vatandaşlık almalarına imkan sağlayacak bu yasanın kaç göçmenin hayatını değiştirebileceğine dair tahmin raporunu ABD Nüfus Sayım Bürosu tarafından elde edilen verilerine göre yayımladı

Yeni göç politikası, yasanın şartlarını sağlayan kişiler (miminum yaş ve eğitim durumu), tarım işçileri ve geçici koruma statüsü sahibi düzensiz göçmen ve onların eş ve reşit olmayan çocukları için vatandaşlık vaat ediyor. Bu sayı Göç Politika Enstitüsü’ne göre neredeyse 3,3 milyon.

 

Tarih: 22.02.2021

Kaynak: MPI

 

İstanbul’da Pandemi Koşullarını Yok Sayan Eğlencelere Karşı Suriyeliler Hedef Gösterildi

İstanbul Eminönü’de bir grup arkadaşın eğlenmek için denize atladığına ilişkin videolarda kişilerin kimliği belirli olmasa da haber başlıklarında ‘Suriye Olimpiyatları’ şeklinde düştü. Sosyal medyada hızla yayılan eğlenceye ilişkin videoda arka fonda yer alan Arapça müzik dolayısıyla, Suriyeli mülteciler hedef gösterildi.

Denize atlayan gençleri alkışlamak üzere etraflarında oluşan kalabalığın da sosyal mesafeye önem göstermemesi ve kalabalığın kimliği üzerine herhangi bir iddiada, benzetmede bulunulmamasına rağmen Suriyeliler hedef gösterilerek yapılan bu haber farklı medyalarda da eleştirildi.

 

Tarih: 25.02.2021

Kaynak: Aykırı Gazetesi

 

İş Cinayeti Yine Can Aldı

Tehlikeli ve sigortasız işlerde çalışmak durumunda olan mülteciler, her ay iş cinayeti ile hayatlarını kaybediyor. Adana’da bir mobilya imalathanesinde çalışan 18 yaşındaki Suriyeli Emir Dibo, üzerine kereste düşmesi nedeniyle hayatını kaybetti.

Ağabeyi ile Türkiye’ye henüz bir hafta önce geldiği bilinen Dibo, çalışmak için geldiği Mobilyacılar Sitesi’ndeki bir atölyede iş sırasında kestiği kerestelerin altında kaldı, sağlık ekipleri bölgeye ulaştığında artık çok geçti. Ağabeyi Mustafa Dibo, kardeşinin cansız bedeninin yanından ayrılamadı.

 

Tarih: 26.02.2021

Kaynak: Milliyet Gazetesi

 

Geri Gönderme Merkezi’ndeki Mülteciler Anlattı: Şiddet Görüyoruz

Aydın Geri Gönderme Merkezi’nde meydana gelen intihardan sonra orda kalan mülteciler seslerini duyurdu: İntihar edecek biri gibi değildi, tek başına kaldığı yerde cansız bedenini gördük, intihar eden kişi de biz de görevliler tarafından şiddete uğruyoruz.

Aydın Geri Gönderme Merkezi’nde kalan Afganistanlı mültecinin intiharından sonra mülteciler, Mülteci Medyası’ na konuştular ve şiddete uğradıklarını iddia ettiler.

 

Tarih: 26.02.2021

Kaynak: Mülteci Medyası

 

Hazırlayan:

Yağmur BAŞ

 

Diren! (Suffragette!)

“…ne sizden değerliyiz ne de sizden daha az değerli …”

 Senaryosu Abi Morgan tarafından kaleme alınmış Suffragette! (Diren!)  filminin yönetmen koltuğuna ise Sarah Gavron oturmuştur. 2015 yapımı bu dram filminde 19. yüzyılın başlarında kadınların oy hakkı ve daha eşit bir yaşam uğruna verdikleri mücadeleler anlatılmıştır. Carey Mulligan, Helena Bonham Carter ve Brendan Gleeson gibi usta oyuncuların performansıyla beraber dönemin önde gelen isimlerinden, radikal bir kadın hakları savunucusu olan Emmeline Pankhurst’a hayat veren Meryl Streep’in oyunculuğu da filmin başarısında rol oynamıştır.

Film, özet olarak 1912 İngiltere’sinde bir çamaşırhanede temizlik işçisi olan Maud Watts’ın kadın hareketiyle tanışmasıyla başlayan ve devamında kadınların oy hakkı, eşit iş yüküne karşın eşit ücret gibi sosyal ve politik haklara sahip olması adına katıldığı eylemleri ve geçtiği süreçleri anlatıyor. Filmde iş arkadaşlarından birinin aracılığıyla tanıştığı bu kadın hareketlerine gösterdiği katılım nedeniyle eşinden ve sosyal çevresinden tepki gören Watts her şeye rağmen savunduğu fikirlerin arkasında durmaya devam ediyor. Bu süreçte Edith Ellyn, Violet Miller ve Emily Davis gibi dava arkadaşları dönemin radikal savunucularından Emmeline Pankhurst’un fikirlerinden fazlasıyla etkilenmiştir ve savundukları amaçlara basit protestolarla ulaşamayacaklarını düşündükleri için daha ses getiren eylemler yapmaya karar verirler. Dönemin başkanlarından David Llyod George’un evine düzenledikleri bombalı saldırının ardından son olarak krala isteklerini birebir iletmek ve kameralar önünde seslerini duyurabilmek için dönemin önemli yarışmalarından birine gizlice katılıp bir pankart açmayı planlarlar. Maud ve Emily, kurdukları planını gerçekleştiremeyeceklerini anladıklarında Emily kralın atının önüne atlar ve Maud’a “Mücadeleyi asla bırakma” diyerek hayatına son verir. Emily’nin ölümü büyük bir yankı uyandırmıştır, cenazesi ile birlikte artan protestolar ve kadınların mücadelesi neticesinde yıllar sonra da olsa kadınlar hak ettikleri oy hakkına kavuşurlar.

Kadınlar tarihin her döneminde cinsiyete dayalı eşitsizliğe karşı durmak adına mücadele vermişlerdir. 19. Yüzyılın başında bu mücadele oy hakkı isteyen kadınlar etrafında şekillenmiştir (Holton, 2003). Daha sonrasında birinci dalga feminizm olarak da nitelendirilecek bu hareketler tüm dünyada kadınların bir araya gelerek eşit şartlar için savaşmalarına yardımcı olmuştur. Bu mücadelenin toplumun geri kalanı tarafından desteklenmesi ve daha geniş çapta bir harekete dönüşmesi ise zaman almıştır (Daley & Nolan, 1994). Çünkü kadınlara bu mücadelenin anlamsız olduğunu, hiçbir zaman erkeklerle eşit olamayacaklarını söyleyen bir ses daima var olmuştur. Bu ses kimi zaman filmin en başında duyduğumuz gibi radyolardan yankılanmış ve kadınlarının akli dengesinin politik meseleleri muhakeme edebilecek düzeyde olmadığını haykırmıştır. Kimi zaman Watts’ı davasını bırakmak için ikna etmeye çalışan müfettiş gibi kadınları hiçbir zaman kazanamayacakları bir savaşın yemleri olarak görmüştür ve kimi zaman da çamaşırhanenin sahibi gibi bulunduğu konumu kullanarak kadınlar üzerinde hegemonik bir baskı kurulabileceğini söylemiştir.

Filmde Emmeline Pankhurst ve onun radikal düşünceleri üzerinde fazlasıyla durulmuştur. Pankhurst özellikle bir konuşması sırasında, barışçıl eylemlerle haklarına kavuşamadıklarını anlatmış ve herkese elinden geleni yapmaları gerektiğini söylemiştir. Ona göre camlara taş atabilenler atmalı, hatta daha ileri gidip mülkiyetin kutsal putlarına saldırabilenlerin saldırmalıdır. Kadınların sahip olduğu gücün hafife alınmaması gerektiği söyleyen Pankhurst, tüm Britanyalı kadınları bir başkaldırıya davet etmiştir. Emmeline Pankhurst’un bu radikal düşünceleri ise bir anda ortaya çıkmamıştır. Tam aksine yıllar süren politik mücadelelerinin hiçbir netice vermemesi, yöneticilik yaptığı kuruluşların ciddiye alınmaması sebebiyle bu çapta bir başkaldırının çözüm olabileceğine inanmıştır (Bartley, 2002). Pankhurst’un yol göstericiliğine inan kadınlar da hakkı olanı elde edebilmek için hemen hemen her yolu denedikten sonra bu denli radikal eylemlere girişmiştir. Bu eylemleri desteklemeyenler olsa da kadınların eylemlerinin yıllarca süregelen sistematik bir yok sayılmanın sonucu olarak ortaya çıktığı unutulmamalıdır.

Filmin ana karakterlerinden Maud Watts’ın film boyunca gelişen düşüncelerine incelendiğinde, bu aynı zamanda radikalleşmenin gelişimini de anlamamızı sağlar. Filmin başından sonuna Watts’ın işe gidip gelen, ailesiyle sıradan bir hayat süren halinden; günlerce açlık grevi yapan, çocuğunu uzun yıllar göremeyecek olmasını bile kabullenen, kendisini davasına adamış bir hale dönüşmesini izliyoruz. Eşi onu evden kovduğu ve çocuğunu göstermediği zaman, işten atıldığında ya da kilisede tek başına kalmak zorunda olduğunda Watts’ın mücadelesinden vazgeçeceğini, eski rahat ve sorunsuz hayatına, ailesinin çocuğunun yanına döneceğini bekliyoruz. Ancak tüm bunlar, tam aksine fikirlerine daha sıkı sıkıya bağlanmasına yardımcı oluyor. Bu sürece bu denli kendini adamasının sebeplerinden bir tanesi de 7 yaşından beri çalıştığı çamaşırhanede yaşadıkları ve şahit olduklarıdır. Bu küçük yaşında erkek egemen dünyanın tam ortasında yer alması, yıllar boyu süren sistematik tacizler, daha fazla iş yüküne karşın alınan daha düşük ücretle çalışması Watts’ın mücadelesinin ne derece haklı olduğunu gözler önüne sermektedir. Öyle ki kendi yaşadıkları bir yana, öz annesinin de aynılarını yaşadığını bilerek, ileride kendi kızının da buna benzer bir hayata başlaması düşüncesiyle savaşmıştır. Yeni doğan her kız çocuğunun, ağabeyiyle aynı haklara sahip olabileceği bir dünyaya inanmıştır.

Bir başka önemli karakter olan Edith Ellyn ise film boyunca kararlı duruşu, yaşına ve yaşadığı her türlü zorluğa rağmen kendi mesleğini yapan çok güçlü bir kadın karakter olarak karşımıza çıkmaktadır. Edith karakteriyle beraber en fazla dikkat çeken noktalardan biri de eşi Hugh Ellyn tarafından o dönemlerde benzerine az rastlanır bir biçimde destekleniyor olmasıdır. Birinci dalga feminizmin ortaya çıktığı koşullar itibariyle oluşan radikal tavrı ve daha çok bir kadın hareketi olarak görülmesi, kadın birliği etrafında şekillenmiş olması erkekleri bu davadan uzak tutmuştur (Kent, 2014). Erkeklerin bu davaya olan tutumuna rağmen Hugh karakterinin eşine olan desteği tüm bu mücadelenin aslını, kadın erkek fark etmeksizin eşitlik uğruna savaşmak gerektiğini bize göstermektedir. Hugh, kadınların bu haklı davasına muazzam bir saygı duymuş, elinden geleni yapmış ve daima eşinin arkasında durmuştur. Yalnızca eşinin vücudunun bu eylemleri artık kaldıramayacağını düşündüğü noktada Edith’in karşısına çıkmıştır. Bu örneğine çok az rastlanır aile aslında bizlere bu hareketin ne denli toplumsal olduğuna ve ileride kadın erkek fark etmeksizin eşitlik için daha büyük mücadeleler verileceğine dair bir işaret de vermektedir.

Filmde bundan neredeyse yüzyıl önce yapılan mücadeleleri ve inandıkları uğurda her yolu denemeye hazır olan kadınları izliyoruz. Olabilecek en ağır koşullarda davalarına sahip çıkan bu kadınlar kendi ülkelerinde ve dünyanın daha pek çok yerinde bazı şeyleri değiştirmeyi başardılar. Ailelerinden, sağlıklarından, çocuklarından hatta kendi hayatlarından fedakârlık yapan bu kadınlar gelecek nesillerin daha umut dolu, daha eşitlikçi bir dünyaya sahip olmalarını sağladılar. Günümüzde hala cinsiyet eşitsizliğiyle, toplumsal normlarla mücadele ediyor olmamıza rağmen bizlere bu mücadele gücünü verenler yine aynı kadınlardır. Şiddete maruz kalan, aşağılanıp hor görülen, akli dengelerinden tutun da vatandaşlıklarına kadar her şeyleri sorgulanan bu kadınlar ne kadar güçlü olduklarını tüm dünyaya haykırmayı başarmışlardır. Onların sayesinde bugün hala inancımızın azaldığı yerde kulaklarımızda aynı kelimeler yankılanıyor: “Her evdeyiz, insan ırkının yarısıyız ve bizi durduramazsınız. Biz kazanacağız.” 

Elif Ekin Doğan

Feminizm Okumaları Staj Programı

KAYNAKÇA

  1. Bartley, P. (2002). Emmeline Pankhurst: Psychology Press.
  2. Daley, C., & Nolan, M. (1994). Suffrage and beyond: International feminist perspectives: NYU Press.
  3. Holton, S. S. (2003). Feminism and Democracy: Women’s Suffrage and Reform Politics in Britain, 1900-1918: Cambridge University Press.
  4. Kent, S. K. (2014). Sex and suffrage in Britain, 1860-1914: Princeton University Press.

Birleşmiş Milletler’in Suriye’de Barışın İnşasındaki Rolü

 

Özet

Bu çalışmanın amacı Birleşmiş Milletler Barış Gücü’nün Suriye İç Savaşı’ndaki rolü ile günümüze kadar operasyonlarının ne derecede faal olduğu ele alınacaktır. 2. Dünya Savaşı ile uluslararası arenada barışı ve güvenliği sağlamak amacıyla Birleşmiş Milletler kurulmuştur. Örgüt, dünyada savaşları sona erdirmeye ve savaşların bittiği ülkelerde barışı tesis etmeye çalışmak için Barış Gücü Operasyonları’nı oluşturmuştur. Soğuk savaşın bitmesi ile artık savaşlar genel olarak devletler arasında olmayıp devletlerin kendi içlerinde iç çatışmalar olarak karşımıza çıkmaktadır. Bunlar etnik, dini veya ırk gibi nedenlerden kaynaklanmaktadır. İlk olarak iç isyan olarak başlayıp daha sonrasında tüm dünyayı ilgilendiren bir durum olan Suriye İç Savaşı, 2011 yılından günümüze kadar hala devam etmektedir. Bu çalışma ile Birleşmiş Milletler Barış Gücü’nün işlevselliğinden bahsedip günümüze kadar Suriye İç Savaşı’ndaki rolünü ele alacağız. Akabinde ise savaş sırasında ve savaşın bitimi ile neler yaptığı ve yapması gerektiği tartışılacaktır. Çalışmanın sonunda Barış Gücü’nün uluslararası sorunların çözümünde ne kadar etkin olduğu anlatılmaya çalışılacaktır.

Anahtar Kelimeler: Birleşmiş Milletler, Barış Gücü, Suriye İç Savaşı, Barışın İnşası, Güvenlik Konseyi

 

Abstract

The purpose of this study is to discuss to what extent the United Nations is active to this day along with its role in the Syrian Civil War. The United Nations was founded after the Second World War in order to preserve peace and security in the international arena. The Organization formed Peacekeeping Force Operations to conclude wars around the World and endeavour establishing peace in countries which were out of a war. With the end of Cold War, it appears that wars have generally occured as internal conflicts of states, not as interstate conflicts. Those conflicts are based on reasons such as ethnic, religional, racial and so on.. The Syrian Civil War which started as an internal rebellion later on, became in a situation regarding the whole world continues to be since 2011. This study will take the functional dimensions of the United Nations Peace Force and parts of the organization in Syrian Civil War to this day in hand. Thereafter not only what did the Organization do during and after the war, but also what the organization should do afterwards will be discussed. At the end of the study, it will be tried to understand how efficient United Nations is while solving international problems.

Keywords: United Nations, Peace Force, Syrian Civil War, Peacebuilding, Security Council

 

Giriş

Milletler Cemiyeti başarısızlığından ders alan devletler, uluslararası barış ve güvenliği sağlayan en önemli örgüt olan Birleşmiş Milletler’i kurmuşlardır. Soğuk Savaş’ın bitişi ile devletler arasında çatışmalar ön plana çıkmıştır. Birleşmiş Milletler Barış Gücü operasyonları ise bu çatışmalar sonucunda barışı sağlamak ve ülkelerin savaş sonrası sürdürülebilirliğini devam ettirmek için günümüze kadar faaliyetlerde bulunmuştur.

Mart 2011’de barışçıl protestolarla başlayan Suriye krizi, sonralarda iç çatışmaya dönüşüp bir savaş haline gelmiştir. Suriye içerisinde çözülemeyen bu çatışmaya daha sonra bölgesel ve uluslararası aktörler dâhil olmuştur. Farklı çıkarlar ile hareket edilen bu bölgede Suriye krizi ulusallaştırılmıştır. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, amacı doğrultusunda 2011 yılından itibaren birçok karar ve faaliyet ile bu bölgede etkin olarak hareket etmiştir.

Çalışma iki ana bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümünde Birleşmiş Milletler Barış Gücü’nün içeriği detaylı şekilde incelenmiştir. İkinci bölümünde ise Suriye İç Savaşı’na giden süreç anlatılıp bu süreç içerisinde Birleşmiş Milletler ne gibi faaliyetlerde bulunmuştur şeklinde ele alınmıştır.

 

BİRİNCİ BÖLÜM

 

Birleşmiş Milletler Barış Gücünün İçeriği ve Niteliği

Birleşmiş Milletler, 2. Dünya Savaşı’nın gölgesinde dünyada barışı ve güvenliği tesis etmek için “Atlantik Şartı” olarak anılan belgenin 26 ülke tarafından imzalanması ile oluşmuştur. Haziran 1945 yılında San Francisco’da imzalanan BM Anayasası ile de en önemli amacının “uluslararası barış ve güvenlik” olduğu belirtiliyordu. Bu amacı sağlayacak örgütün en önemli organı olan Güvenlik Konseyi sorumludur. Bu organın 5 daimi olmak üzere 15 üyesi vardır. BM şartının öngördüğü kolektif güvenlik sisteminin en önemli özelliği Güvenlik Konseyi’nde veto yetkisi ile donanmış daimi üyelerin onayı ile uygulamaya konulabilmesidir. Bu kolektif güvenlik sisteminin işleyebilmesi, silahlı kuvvet kullanımı da dâhil olmak üzere yaptırım gücüne başvurabilmesi, Güvenlik Konseyi daimi üyelerinin oybirliği koşuluna bağlıdır ancak bu oybirliği Soğuk Savaş dönemi boyunca nadiren gerçekleşmiştir Bunun en büyük sebeplerinden biri savaş sırasında büyük devletlerin arasında olan çatışmalardır. Soğuk Savaş’ın bitmesi ve büyük devletlerin kendi aralarında anlaşmaya başlaması ile oy birliği durumu sağlanmaya başlanmıştır ama çıkarlar ön plana geldiği için her zaman başarılı olamamıştır.

BM çatısının altında oluşan Barış Gücü Operasyonları, Birleşmiş Milletler adına görev alan kişiler tarafından savaş halinden çıkıp savaşın olumsuz etkilerine maruz kalmış ülkelere sürdürülebilir barış ortamı sağlamaya çalışmaktadır. BM şartının 6. ve 7. bölümüne göre operasyonlarda hareket ederler. Barış Gücü Operasyonları, daha çok sıcak çatışmanın durması ve ateşkes ilanının gerçekleştirilmesi, ateşkes yapılmış ise bunu kontrol edip tarafların ateşkes şartlarına uyumlarının sağlanması, çatışmanın yayılmasının engellenmesi ve bu amaçla tampon bölgelerin oluşturulması, sivillere insani yardım sağlayıp yiyecek, giyecek, barınma ve güvenlik gibi temel ihtiyaçların karşılanmasına yöneliktir. Barış gücü operasyonları ulaştığı son şekliyle, çok kapsamlı bir müdahale biçimidir. Bunun kapsamında zorlayıcı tedbirler, koruma, gözlemleme, silah denetimi, bariyer ve uçuşa kapalı bölgeler oluşturmak, önleyici konuşlandırma, ulus inşası gibi görevlerin tümü yer almaktadır. Bu operasyonlarda bazı ilkeler zamanla kabul görmüştür. Örneğin Barış Gücü, faaliyette olacağı devletten ilk önce rızasını almalıdır. BM’nin misyonları tarafsızlık içerisinde yürütülüp ilke olarak uyuşmayan taraflardan birinin kuvvet uygulamaması gerekir. Barış Gücü, hakem ya da yargıç değildir ve yapılan müdahalelere karşı tarafların hak ve iddiaları saklı kalacaktır (Sur, 2013, s, 2542).

Barış Gücü operasyonları 1948 yılında uygulanmaya başlanmıştır. Günümüze kadar da gelişimini sürdürerek evirilmiştir. Operasyonlar, Barışın Korunması (Peacekeeping) ile başlayan süreç, Barışın Yapımı (Peacemaking) ve son olarak da Barışın İnşası (Peacebuilding) olarak karşımıza çıkmıştır.

 

1.1 Barışın Korunması (Peacekeeping)

Barışın Korunması kavramı, Soğuk Savaş döneminde sistemin işlemez hale geldiği bir ortamda ortaya atılmıştır. İlk faaliyetler, sorunları barışçıl yöntemlerle çözmeye çalışmak üzere çatışmaları sonlandırıp tarafları ateşkese davet etmekle sınırlı kalmıştır. Bu sınırlar çerçevesinde ilk görevler, silahsız gözlem faaliyetleri ya da hafif silahlarla donatılmış askerler tarafından yürütülen güvenli ortamı oluşturmaktan ibarettir. Operasyonların amacı, “savaşların yıkımına maruz kalmış ülkelerde barışın kalıcı olarak yerleşmesini sağlamak için çalışmak ve çeşitli ülkelere mensup askeri birlikler, polis ve sivil personelden oluşan Birleşmiş Milletler Barış Gücü tarafından ateşkes anlaşmalarının uygulanmasını sağlamak ve denetlemek şeklinde tanımlanabilir.

İlk Barışın Korunması’na dair operasyon 1948’de Arap-İsrail Savaşı ateşkes dönemini takip etmek amacıyla UNTSO (United Nations Truce Supervision Organization- Birleşmiş Milletler Ateşkes Gözlem Örgütü) tarafından yürütülen operasyondur. UNTSO, genel olarak faaliyetlerini silahsız olarak yapmıştır. Soğuk Savaş’ın bitişi ile operasyonlar farklı bir şekle evrilmiştir. Devletlerarası olarak başlatılan operasyonlar büyük devletlerin kendi aralarında sağladıkları statüko sayesinde daha sonra devlet içi çatışmalara yönelik hareket etmeye başlamıştır.

BM Sekreterliği’ne bağlı ayrı bir bölüm olarak kurulan Barışın Korunması Operasyonları Departmanı (Department of Peacekeeping Operations); BM Genel Sekreteri adına planlama, yönetme, konuşlandırma, destekleme ve BM’nin Barış Gücü’ne dair tüm idari işlemleri yürütmekle 1992 yılında BM eski Genel Sekreteri Boutros Boutros-Ghali tarafından görevlendirildi. Operasyonların başarılı bir şekilde yürütülmesi için sahada büyük bir organizasyonun yapılması gerekliliği bu örgütlenmenin temel gerekçesidir. Bu çerçevede, Saha Destek Departmanı (Department of Field Support), Birleşmiş Milletler saha görevlerinin büyük ölçüde kendi kendine yeterli olmasını ve çatışma sonrası koşulların geniş bir yelpazesinde başarılı olmasını sağlamak için gerekli tüm insan, malzeme ve destek hizmetlerinin seferberliğinden sorumlu olmak üzere oluşturulmuştur (Öztürk, 2017, s. 138). Günümüze kadar 59 operasyon başarıyla tamamlanmıştır. 1988 yılında Barışın Korunması Operasyonları “Barışın Koruyucuları” adı altında Nobel Barış Ödülü ile ödüllendirilmiştir.

 

1.2 Barışın Yapımı (Peacemaking)

Barışın yapımı, bir operasyon olmaktan ziyade sürmeye devam eden çatışmaları sonlandırmaya yönelik bir süreçtir. Bu süreç, tarafları müzakereye teşvik etmeye yönelik diplomatik faaliyettir. Barış Yapıcı konumunda elçiler, hükümet yetkilileri, bölgesel örgütler, sivil toplum kuruluşları, toplumun önde gelen kişileri ve BM de yer alabilir.

Barışın Yapımı Sürecinin en önemli unsurunu teşkil eden arabuluculuk faaliyetlerinin ilk örneği ve ilk modern arabulucu olarak Otto von Bismarck kabul edilmektedir. Birleşmiş Milletler’in kendi himayesindeki ilk arabuluculuk faaliyetleri ise 1975 yılında Genel Kurul’un aldığı karar ile kurulan Filistin Halklarının Vazgeçilmez Haklarından Sorumlu Komisyonu (Committee on the Exercise of the Inalienable Rights of the Palestinian People) tarafından yürütülmüştür (Öztürk, 2017, s. 140).

 

1.3 Barışın İnşası (Peacebuilding)

Barışın inşası kavramı 1970’lerde Johan Galtung tarafından akademik literatüre kazandırılmıştır. Galtung’a göre barışın inşası, şiddet içeren çatışmanın asıl sebeplerine değinen barış yönetimi ve çatışma çözümü için yerli kapasiteleri destekleyerek sürdürülebilir barışı sağlamak için barışın inşası yapılarının oluşturulması çabasıdır.

Bu kavramın uluslararası camiaya tanıtılması ise BM eski Genel Sekreteri Boutros Boutros-Ghali’nin 1992’de yayınladığı “An Agenda for Peace” raporuyla olmuştur. Raporda barışın inşası “barışı güçlendirmek ve sağlamlaştırmak için yapıları tanımlama ve destekleme eylemi” olarak tanımlanmıştır. Yıllar geçtikçe tanımın kapsamı genişlemiş, 2000 yılındaki Brahimi raporunda barışın inşası şu şekilde yer almıştır: “Çatışmanın uzak tarafında üstlenilen faaliyetleri tanımlar; barışın temellerini yeniden birleştirir ve bu temeller üzerine inşa etmek için araçlar sağlar; sadece savaşın olmamasından öte bir şeydir” (Öztürk, 2017, s. 143). Barışın İnşası Komitesi’nde bölgesel örgütler de faaliyet göstermiştir. Bunun nedeni ise yürütülen operasyonların riskli bölgelerde olmasından kaynaklıdır.

Bu operasyonların maliyetlerini karşılamak amacıyla Dünya Bankası, 2008 yılında Devlet ve Barışın İnşası Güven Fonu’nu (State and Peacebuilding Trust Fund – SPF) kurmuştur. Dünya Bankası’nın FCV için en büyük küresel güven fonu olan SPF, çatışma önleme programlarına olanak sağlar ve ülkeleri kalıcı barış ve sürdürülebilir kalkınma sonuçlarına ulaşma çabalarında destekler.

 

İKİNCİ BÖLÜM

 

Suriye’de İç Savaşa Giden Süreç ve Birleşmiş Milletler’in Rolü

2010’da Tunus ile başlayan ve adına “Arap Baharı” denilen süreç ile en uzun iç savaşa giden ülke Suriye olmuştur. Mart 2011 ile devlete yönelik ayaklanmalar ülke geneline yayılıp tüm dünyayı ilgilendiren bir mesele haline gelmiştir. Binlerce insan ya ölmüş ya da mülteci olarak ülkelerini terk etmek durumunda kalmışlardır.

1971 yılından itibaren Suriye, aralıksız şekilde Baas Partisi ve partinin kontrolünü elinde bulunduran Esad ailesi tarafından yönetilmektedir. Bununla beraber ise Suriye’de totaliter denebilecek bir sistem egemen olmaya başlamıştır. Mart 1973’te kabul edilen anayasa ile yönetim şekli “sosyalist halk demokrasisi” olarak tanımlanmaktaydı ve devlet başkanına geniş yetkiler vermekteydi. Yasama yetkisi, seçimle belirlenen 250 üyeli bir parlamentoya sahip olsa da bu sayının ezici bir çoğunluğu Baas Partisi üyelerine aitti. Bu durum da sistemin demokratik ve özgür şekilde ilerlemediğini gözler önüne seriyordu.

Hafız Esad’ın 2010 yılında ölümü ile yerini oğlu Beşar Esad almıştır. Siyasetle içli dışlı olmayan ve aslında göz doktoru olan Beşar Esad Suriye Cumhurbaşkanı olmuştur. İlk zamanlarda açıklık ve siyasette hoşgörü yanlısı davranıp birçok siyasi suçluyu serbest bırakmıştır. Medya üzerindeki kısıtlamaları daha gevşek hale getirip yolsuzlukla mücadele etmiştir. Lakin ekonomi ve siyasette söz verdiği kapsamlı reformları hayata geçirememiştir.

 

2.1 Savaşa Giden Süreç

Beşar Esad’ın “demokratik reform” sözlerine karşı tüm umutlar yitirilmiştir. O dönemde serbest piyasa ekonomisine geçiş ve özel mülkiyete izin veren bazı adımlar ise halkın gözünde gelir adaletsizliğini çizmeye başlamıştır. Esad rejimine yakın olanlar zenginleşirken geriye kalan Suriye halkı yoksulluk içerisinde yaşıyordu. Tüm bunlarla beraber 2008 yılında Kuzey Doğu Suriye’de bulunan köylüler iflas etmeye başladılar ve daha önce görülmemiş bir fakirlik içerisine girdiler. Bu durumlar, rejime karşı halkın içerisinde öfke birikmesine sebep olmaya başlamıştır. Mart 2011 yılına gelindiğinde başlayan meşru hak talepleri Esad rejimi tarafından kanlı bir şekilde bastırılmaya çalışılmıştır. Barışçıl şekilde yapılan protestolara silahlı ve ölümcül şekilde karşılık verilmeye başlanmıştır. İlerleyen zamanlarda, Suriye Ordusu’ndan ayrılan subayların kurduğu Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) da devreye girerek Esad rejimine karşı silahlı mücadeleye başlamıştır. Masum şekilde başlayan reform talepleri, rejim değişikliğine dönüşüp iç savaşta çıkılmaz bir duruma gelmiştir. Ortaya çıkmaya başlayan bu durum ile Suriye halkı güvenli bölge arayışlarına girmişlerdir ve zorunlu göç durumuna mahkûm kalmışlardır.

 

2.2 Süreç İçerisinde BM Rolü

2011 yılında Mart ayında Antalya’da yapılan toplantı ile ilk arabuluculuk faaliyetleri başlamış ve başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Bu durumdan ötürü Baas rejimi tarafından kabul edildiği bildirilen Birleşmiş Milletler tarafından görevlendirilen arabulucu Kofi Annan’ın 2012 yılında hazırladığı plan devreye sokulmuştur. Bununla beraber Suriye krizini çözümüne yönelik 2012 yılında Cenevre’de arabuluculuk görüşmeleri başlanmıştır. Temmuz 2012’de büyük güçlerin anlaştığı ve “Cenevre Mutabakatı” olarak bilinen süreçle Annan Planı’nın desteklenmesi kabul edilirken Suriye’deki anayasal düzen ve adalet sisteminin gözden geçirilmesi ile özgür ve çok partili seçimler için hazırlanılması kararlaştırılmıştır. Mutabakat sonucunda Suriye yönetimini ve muhalefetin üyelerini kaplayabilecek tam yönetim yetkisine sahip geçici hükümet organına ihtiyaç duyduğu ilan edilmiş ve Rusya ve Çin’in yaklaşımına da uygun olarak Beşar Esad’ın istifası ön koşul olarak sunulmamıştır. Bu mutabakat, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi BMGK için önemli bir referans noktası olurken (BMGK) aldığı kararlarda Cenevre I ve Cenevre II Konferanslarında önerilen siyasi çözüm yollarının bir an önce yerine getirilmesini talep etmiştir Ancak Annan’nın çabaları bir sonuç vermemiştir. Böylelikle arabuluculuk görevi 2012’de Lakhdar Brahimi’ye verilmiştir ve Mayıs 2014’e kadar arabuluculuk faaliyetlerinde bulunmuştur. BMGK konuyla ilgili çok sayıda toplantı yaparak kararlar almıştır. 14 Nisan 2012’deki ilk karar, Suriye’de ateşkes çağrısı için dönemin BM Genel Sekreteri’nin adıyla anılan bir yol haritası olmuş ve ülkeye 30 askeri gözlemci gönderilmiştir. Esad alınan karara uymamış, neyi gözlemlediği pek belli olmayan heyetin görev süresini uzatan ve sayısını artıran kararlar alınmış, ardından 27 Eylül 2013’te ülkedeki tüm kimyasal silahların imha edilmesini öngören karar tasarısı, en önemli BM kararı olarak tarihe geçmişti; ancak Esad bu karara da uymamıştır.

Esad rejimi görünürde “uluslararası barış gücü” ve “ulusa birlik kabinesi” önerisini kabul etmekteydi. Ancak batılı devletler yeterince çaba göstermediği için iç savaş Suriye’yi yok etmeye devam etmiştir. Tüm durumlar başarısızlık ile sonuçlanmaya başlayınca Suriye’de iç savaş daha derin bir hale gelmeye başlamıştır. Suriye dışı aktörler de dâhil olup devlet dışı aktörler bölgede aktif hale gelmiştir. Bu durum ile karmaşık, çok yönlü ve vekâlet savaşları içeren bir arenaya dönüşmüştür. Brahimi’den sonra Staffan Mistura görevi devralıp arabuluculuk çalışmaları ile sınırlı ateşkesler sağlamaya çalışmıştır. Bu çalışmalar kapsamında BMGK, Aralık 2015 yılında bir geçiş hükümeti kurulması, kapsayıcı ve sekteryen bir anayasa hazırlanması yönünde 2254 sayılı kararı çıkartmıştır.

Suriye muhalefeti ilk zamanlar özgürlük ve haklarla alakalı taleplerle ortadayken zamanla istekleri farklı şekilde oluşmaya başlamıştır. Savaşın oluşturduğu güvenlik boşluğundan yararlanan El-Kaide gibi yabancı ve cihat savaşçılarının sahada etkinlikleri giderek artmaya başlamıştır. Rejim tarafı ise Iraklı Şii milisleri, Lübnan Hizbullah’ı ve İranlı gruplar tarafından askeri destekler sağlamakta ve bunun yanında Rusya tarafından hem askeri hem de ekonomik güçlü destekler devam etmektedir. Rusya her defasında BM’de Suriye rejiminin aleyhine karar çıkmasını veto ederek bu olası kararları önlemiş ve rejimin zayıflamasının önüne geçmiştir. Dolayısıyla rejimin ayakta kalmasının en büyük sebeplerinden biri Rusya ve İran’ın Esad’a olan güçlü destekleridir.

Bütün bu arabuluculuk faaliyetleri devam ederken en son olarak da Rusya ve Türkiye’nin garantörlüğünde 30 Aralık 2016’dan geçerli olan bazı çatışmasızlık bölgeleri oluşturan sınırlı bir ateşkes imzalanmıştır (Aljazeera, 2016:1). Ateşkes ile biraz da olsa silahlar susturulmuş ve ateşkesin öncülüğünü yapan Rusya ile barışa bir adım dahi olsa yakınlaşılacağı düşünülmüştür. Ancak ateşkesin hemen akabinde, rejimin Lazkiye kırsalına yönelik şiddetli saldırıları ile bu ateşkesi ihlal etmiş olması da bu girişimin başarısız olduğunu göstermiştir (Canyurt, 2018, s. 1106). 2017 yılından itibaren Suriye’de yerel çatışmaların yanı sıra kimyasal silah kullanımı tekrar ön plana çıkan konu olmuş ve Suriye’deki kimyasal silahların kullanımıyla ilgili beş tasarıdan dördü sadece Rusya tarafından veto edilirken 28 Şubat 2017 tarihli tasarı Rusya’nın yanında Çin tarafından da veto edilmiştir. Rusya, genel olarak tasarıların tek taraflı olduğu tezi üzerinden veto yetkisini kullanmaya devam ederken kimyasal silah kullanımı açısından BMGK kararı olmadan Suriye’ye düzenlenen hava saldırılarına da tepki göstermiştir. Tüm bu dönüm noktaları ile Suriye, iki büyük güç olan Amerika ve Rusya’nın çıkar çatışmalarının yaşandığı bir alana dönmeye başlamıştır.

BMGK’nin 2254 sayılı kararı son yıllarda önemli bir referans olmuştur. Bu karar ile askeri çözümlerin bir işe yaramayacağı belirtilip siyasal çözüm yollarına gidileceği belirtilmiştir. Tabi BMGK’nin 5 daimi üyesinin siyasal çözüme vurgu yapmaları bu aktörleri sürecin işletilmesi konusunda aynı noktaya getirmemiş ve siyasal çözümsüzlük konusunda daimi üyeler, birbirlerini suçlamaya devam etmiştir.

 

2.3 Daimi Üyelerin Değerlendirilmesi

BMGK’de Mart 2011-Temmuz 2020 arası Suriye krizi ve onu ilgilendiren her konuya dair 41 karar çıkarılmıştır. Ancak alınan onca karara rağmen kriz hala sonlandırılabilmiş değildir. Bu etkisizliğin en büyük sebebi BMGK’nin daimi üyelerinin duruma farklı yaklaşmalarıdır.

2.3.a. ABD, İngiltere ve Fransa Yaklaşımı

Mart 2011-Aralık 2019 arası Çin ve Rusya’nın veto ettiği 14 BMGK karar taslağının oluşmasında ABD, İngiltere ve Fransa ön plana çıkmıştır. Veto edilen 14 tasarının oluşturulmasında ABD 9, İngiltere 10 ve Fransa 10 kez yer almıştır. Bu üç üyenin BMGK nezdinde Suriye krizine dair istedikleri kararları alamaması üzerine bu aktörler “Suriye Halkının Dostları Toplantıları” gibi uluslararası girişimlerde yer alarak hem uluslararası toplumu harekete geçirmeye çalışmış hem de krize yönelik benzer yaklaşım sergileyen bölgesel ve uluslararası aktörlerle iş birliklerini artırmıştır. ABD, İngiltere ve Fransa; Suriye Halkının Dostları Toplantıları ile birlikte ayrıca Suriyeli muhalif gruplara desteğini artırarak hedeflerine ulaşmaya çalışmışlardır (Çağlar, 2020, s. 977).

2.3.b. Rusya ve Çin Yaklaşımı

Rusya ve Çin, Suriye krizi boyunca krize dışarıdan müdahale edilmesine karşı çıkarken Suriye krizinin “uluslararası barış ve güvenliğe tehdit oluşturmadığını” savunarak dışarıdan müdahalelerin sakıncalarına dikkat çekmiştir. Bu yüzden Suriye yönetiminin dışarıdan müdahalelerle değişmesini engellemeye çalışan Rusya ve Çin, krizin çözümünü taraflar arası siyasi görüşmeler olarak tanımlamıştır. 2011 sonrası Rusya ve Çin, kendi yaklaşımları doğrultusunda üç temel stratejiyi hayata geçirmiş ve bu stratejiler ABD, Fransa ve İngiltere’nin önlemlerinin etkilerini sınırlandırmıştır. Çin’in desteği daha çok diplomatik ve ekonomik boyutta kalırken Rusya’nın askeri desteği krizin dönüşümünde önemli olmuştur. Diplomatik destekle ilişkili olarak bu iki aktör, BMGK’de Suriye yönetimine karşı sert tedbirlerin alınmasını engellemiştir. Ağırlıklı olarak Rusya’nın veto ettiği BMGK kararlarının birçoğunda Çin de veto yetkisini kullanmıştır (Çağlar, 2020, 979).

 

Sonuç

Birleşmiş Milletler’in en önemli kuruluş amacı uluslararası barış ve işbirliğinin sağlanmasıdır. Uluslararası sistemde “barışı ve güvenliği tesis etmek” BM’nin en önemli organlarından olan Güvenlik Konseyi’nin sorumluluğundadır. BM Barış Güçleri ise özellikle fiziksel şiddetin önlenmesi, insani yardımların çatışma bölgelerine güvenle ulaştırılması, taraflar arasında barış sürecinin başlatılması ve bu sürecin sabotajlardan korunarak geliştirilmesi alanlarında etnik barışın tesisine ciddi katkılar sağlayabilmektedir. Bugüne kadar 59 barış operasyonu başarıyla tamamlanmıştır. Ancak sistemde hala çözüme kavuşamayan veya kavuşturulmayan çatışmalar var olmaktadır.

Suriye’de bulunan bu iç savaş Birleşmiş Milletler’in birçok eleştiriye maruz kalmasına sebep olduğu konulardan biridir. Kurulduğundan itibaren sorgulanmasına sebep olan BMGK ve içerisinde bulunan daimi üyeleri bu çatışma içerisinde kendi çıkarları doğrultusunda hareket etmişlerdir. Rusya ve Çin bir tarafta yer alırken Amerika, İngiltere ve Fransa diğer tarafta yer almaktaydı. Bu da çatışmaların çözümünde sistemin işleyişini olanaksız kılmıştır. Günümüzde bile alınan kararlar doğrultusunda Suriye İç Savaşında gelinen nokta sorunun hala var oluyor olmasıdır.

Suriye krizi binlerce insanın ölümüne sebep olmuştur. İnsanlık dışı birçok olay yaşanmıştır ve BM hala bunları çözüme kavuşturabilmiş değildir. Sürecin başından 2020 yılına kadar 41 karar çıkartmıştır ve bunlara rağmen çabalar olumsuzlukla sonuçlanmıştır. Ancak uluslararası arena da küresel sorunların çözümünde Birleşmiş Milletler gibi başka bir alternatifte bulunmamaktadır. Tüm sorun, daimi üyelerden bir tanesinin dahi olumsuz düşüncesinin alınan kararlar üzerindeki tam yetkisinden kaynaklıdır. Bu durumla beraber yürütülmeye çalışılan operasyonların ne derece etkili olup olmadığı aslında daimi üyeler arasında oluşacak siyasal işbirlik ile belirleniyor.

Bu krizin çözülmesi için öncelikli olan bir ateşkesin sağlanmasıdır. Bunu izleyerek de farklı cephelerden barışın inşası gerekir. Bu, kolay bir dönüşüm değildir. Yıllar süren otoriter yönetim anlayışı kuşkusuz rejim ve siyasal kültür üzerinde derin izler bırakmıştır. Bu izlerin silinmesi ve yeniden yapılanma uzun süreli ve çok yönlü uğraş gerektiren bir maratondur. O nedenle kısa sürede büyük bir dönüşüm beklemek gerçekçi bir değerlendirme olmaz. Hatta işler geçiş döneminde daha da kötüye gidebilir. Farklı güç unsurları arası mücadele, ayrıca eski ve yeni güçler arası çatışma ülkeyi daha büyük bir kargaşa ve güvensizlik ortamına sürükleyebilir. Fakat iyi bir geçiş süreci dizayn edilebilirse Suriye demokratik dönüşümünü en az sancıyla atlatabilir.

Daha sonralarda geçici bir yönetimin oluşturulması ve yeni bir anayasa yapılması gerekmektedir. Geçici yönetim hem eski rejim, hem de muhalif cepheden oluşmalı, dolayısıyla karma bir koalisyon niteliğinde olmalıdır. Bu karma yapı gerek eski yönetimin, gerekse muhaliflerin dışlanmamaları açısından önemlidir. Çünkü hepsinin toplumsal destekçileri mevcuttur. Anayasa devreye girdikten sonra mümkün olan en kısa sürede serbest seçimler yapılmalıdır. Bu, meşru bir yönetimin bir an önce oluşturulması için zorunludur. Ayrıca geçici yönetim iktidarda çok fazla kalmamalıdır çünkü kompozisyonu ne denli iyi oluşturulmuş olursa olsun insanların kafasında hala eskiyi temsil eder bir konumdadır. Serbest seçimler yoluyla meşru hükümet oluşturulduktan sonra yapılması gereken öncelikli iş, güvenliğin sağlanması ve adaletin gereğinin temsili de olsa yerine getirilmesidir. Bu süreçte Suriye dışı aktörler, bölgesel ve uluslararası aktörler bölgeye dair yapıcı bir tutum gerçekleştirmelidirler.

Sonuç olarak bu kriz BM tarafından çözülmeye çalışılmış ancak birçok engelle karşı karşıya kalmıştır. Lakin günümüzde gelinen durumlar göz önüne alındığında çatışmayı izleyip sadece kınamak bu durumu çıkmazdan çıkaramamaktadır. Binlerce insan bu savaş halinden dolayı mağdur olup ülkelerini terk etmek zorunda kalmışlardır, bu sebepten ötürü örgüt daha farklı somut yaklaşımlar ile bu durumu çözmek durumundadır.

 

 

PELİN ÇOLAK

Uluslararası Örgütler Staj Programı

 

 

KAYNAKÇA

  • Ağır, O. ve Aksu Z. (2017). Birleşmiş Milletler’in Suriye Krizine Yönelik Politikalarının Değerlendirilmesi. ASSAM Uluslararası Hakemli Dergi, 4(9), 43-55.
  • Akman, C. (1987). Birleşmiş Milletler Barış Gücü. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Mecmuası, 45(1-4), 434-449.
  • Al- Jazeera (2016). Suriye’de Ateşkes Anlaşması; Erişim Tarihi 06.01.2021, http://www.aljazeera.com.tr/haber/suriyede-ateskes-anlasmasi
  • Canyurt, D. (2018). Suriye İç Savaşı Neden Bitmedi, Barış Nasıl Gelebilir?. Uluslararası Yönetim İktisat ve İşletim Dergisi. 14(4), 1103-1120.
  • Çağlar, M.T. (2020). BMGK Daimi Üyelerinin Suriye Krizine Yaklaşımı: Uyuşmayan Talepler ve Çatışan Çözümler. Uluslararası Sosyal Bilimler Akademik Dergisi. (4), 968-999.
  • Demirdöğen, Ü. D. (2006). The United Nations Peacekeeping Forces And The Use Of Force 1946-1996. Akdeniz İİBF Dergisi. 3(25), 236-257.
  • Gürgön, U. (2008). Günümüzde Barış Operasyonları. Güvenlik Stratejileri Dergisi. 41(8), 0-19.
  • Karadağ, U. (2016). Birleşmiş Milletler Antlaşması’na Göre Meşru Müdafaa Hakkı. İnönü Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi. 7(2), 171-186.
  • Öztürk, O. (2017). Suriye’de Barışın İnşası ve Birleşmiş Milletlerin Rolü. Hukuk Fakültesi Dergisi. 21(1-2), 133-166.
  • Şur, M. (2013). Birleşmiş Milletler Örgütünün Gelişimi ve Geleceği. Journal of Yaşar University. 8(Özel), 2535-2550.
  • Yılmaz, M. E. (2011). Etnik Çatışmalar ve Birleşmiş Milletler Barış Güçleri. Sosyal Bilimler Dergisi. (25), 89-107.
  • Yılmaz, M. E (2014). Suriye’de Barış Nasıl İnşa Edilir? Sosyal Bilimler Dergisi. 7(2), 117-120.

 

Chinese Digital Diplomacy on Covid-19

Abstract

Covid-19 had already been spreading all over the world as a deadly virus, while no one has been having enough information about the circumstances. Many fields of government bureaucracies came to a stagnation point and were impressed badly in their diplomatic process. Some countries showed a soft reaction instead of showing a rigid reaction to fight with the new coronavirus. Moreover, with a few exceptions, countries were determined not to see this as a thread. However, China has not been unresponsive to cope with coronavirus unlike other countries’ behaviors although it had not been reporting to the world in the early days which started the spread of coronavirus. China has applied more strict rules and regulations over its citizens in order to succeed to get rid of coronavirus. This study explains that what are the impacts of coronavirus on the world in the first section and the strict executions of the Chinese government how based on the Foucauldian Perspective. In the second section, Chinese digital diplomacy is divided into 3 strategies to protect human health and affect the rest of the world with health aids.

Introduction

First novel coronavirus reported in Wuhan December 2019. China and WHO did not send red alert to protect humanity from the novel coronavirus. In the beginning, China faced some heavy reactions because of being slow about warning the world from danger. In short term, Covid-19 spread the all of the world and affected most of people in every continent. So many specialist could not say anything about inconclusively and large scale tests had initiated by several countries and non-governmental organizations. To protect of human life and future in the world is more substantial purpose anymore.

There was a shock for a while in the first wave of Covid-19, people did nothing to protect themselves from the new coronavirus instead of staying at home or putting social distancing. Experts could not set rules to people that do not believe the Covid-19. Some people believe that coronavirus is just a flu or cold. Due to government and official institutions could not understand the importance of coronavirus, they did not establish regulations or restrictions. China had initiated about spreading of Coronavirus and protecting of human health. With the second wave of coronavirus, governments and non- governmental organizations launched ventures to find vaccination studies and gave instructions to ensure drop the number of infected people (Manor, 2020).

Coronavirus affected unfavorably each of field in human life such as economic, cultural and psychological because social distancing put some rules in working procedures as online meetings and phone calls. But this was not fair for all countries in the world, some reasons which are technical problems and lack of internet access that cause not to establish diplomatic relations, kept the developing countries in background. Developed countries adopted easily to digitalization but other countries were not same. Canada, Germany and New Zealand had applied some advanced technology to determine the data of coronavirus (Manor, 2020). China used its advanced technology for restrictions and social regulations. For example, 5G technology was determining the infected people on the walk of street and reporting to artificial intelligence programs (Verma, 2020: 251). Even so many false assertions and conspiracy theories were expanding on the social media, for this reason Facebook and Twitter had limited by Chinese government. Those of restrictions and regulations have shown that China had set up rigid rules about protecting human health and interruption of the coronavirus (Santos, 2020: 89). Also vaccination studies had started. These applications explained the Chinese’s politics focus on Foucauldian Perspective. They believed that government have authority to protect civil society’s health and regulate their lives in any aspects (Burak, 2020).

China’s public health diplomacy conducted to drive away the accusations from coming West side. Especially the U.S accused China for being reason the origin of novel coronavirus, and being slow to report to whole the World (Verma, 2020:251). China responded fast to these misperceptions because they supposed that the origin of novel coronavirus maybe coming from the U.S, and they wanted to convince the world of their claim (Verma, 2020: 251). In Chinese national borders, firstly government forced people to obey the rules, and they investigated about origin of novel coronavirus and how they can fix these big threat (Santos, 2020: 89).

This study explains that what the impacts of coronavirus to the world in the first section and strict executions of Chinese government are and how based on the Foucauldian Perspective. In the second section, Chinese digital diplomacy is divided by 3 strategies to protect human health and affect the rest of the world with health aids.

Impacts of the Coronavirus

The Covid-19 pandemic process impressed all area of daily life (Manor, 2020). People had to change their life structure to ensure sense of well-being due to deadly virus. Each official, entertainment and social working procedures have come to arrest point diversely. A lot of sick people have filled up the hospitals and infected to doctors and nurses whom care with infected people. Authorities decided to people should stay away from each other under called social distancing. Large groups of people was posing a threat with public health.

With the Covid-19 first wave, there was a huge shocked reactions in every field of world. Some embassies of developed countries had initiated entertainments for the rest of the world such as museums, theatres, and live concerts on their online website .(Manor, 2020). However, during the second wave of Covid-19, large of numbers institutions have kept in touch with people which ready to get help from them. Institutions and political authorities took into account their own daily works. Even embassies had launched campaigns regard to their own countries’ landmarks (Manor, 2020).

According to Jovan Kurbalija, permanent missions occurred important case in diplomatic field (Kurbalija, 2020). Diplomacy has turned into technological structure through Covid-19 lockdown. But there were some problematic topics with online technological tools.. For example, controversial issues have not solved serious debates with online streaming. Due to the fact that diplomats have not been on the spot, representatives could not make it up to the critical issues. Diplomats have not caught up with intensive dialogue what it means in essence through online streaming meeting.

Likewise, it became clear that delegations from the developing world are underrepresented in virtual gathering (Muñoz, 2020). While governments were struggling with pandemic, their representatives faced with some technological problems in international online meetings. Although developed countries coped with easily technical problems, developing countries could not tackle on those issues. In the seeing big picture, “no country is safe until all countries are” (Muñoz, 2020). There was occurred a necessity to procure multilateral solutions. Hence, NATO had initiated to aid packages the intensive effective populations of countries that are under its umbrellas such as Italy and Spanish (Bjola and Manor, 2020: 78).

Diplomacy appears like it is adapted easily but coronavirus adjusts to the world order more than that notion. Countries launched several ventures in order to ensure the stability of world order. For this reason, “conference rooms to online spaces, triggering a profound change in the way diplomacy is conducted” (Covid-19&Diplomacy, 2020). For instance, “UN launched campaigns which are wanted to terminate this global crisis with 53 countries of the world sign” (Galvez, 2020). This was not just regard with online conferences on internet, there was a huge amount of crisis in variety of fields such as economy, politics and culture. Some examples could explain this situation that Canada, German and New Zealand started adaptation for digitalization in public diplomacy. “But the digitalization practice is not uniform in every country” (Manor, 2020). Some countries also deal with conspiracy theory on its national public diplomacy and some countries deal with just technical issues. There are also many disinformation and false assertions about spreading of coronavirus. In cumulative disinformation, some countries have proposed to artificial intelligence to pick out false assertions. Likewise, China had launched obstructiveness interference to enter Facebook, Twitter and Youtube before the pandemic started (Chen and Chen, 2020: 7) Facebook and Twitter have tried to hamper misinformation and conspiracy theories about novel coronavirus news, but they have not been successful with this attempts. For this reason, Chinese pandemic rules have been focused on Foucauldian Perspective which has ingredients as bio-power and governmentality. “The management of people life that is related to bio-power has affected the well-being of populations” (Burak, 2020). Hereby, Chinese government have tried to manage the coronavirus process in every part. Vaccination was pairing as much as possible with bio-power element. In significant way related to that China have applied to reduce of infected people numbers and cure the extremely sick since the very beginning. “Another concept is governmentality focused on some of the techniques and strategies used to make society management or governable” (Burak, 2020). Most of actors in regard to conduct of society take responsibility such as NGOs, experts and press. However, Covid-19 is a countable reason affecting culture of submissiveness of people to the governments. That is why, Chinese government rigidly struggles with Covid-19 pandemic process and its effects. It is noted that each country has reaction to coronavirus differently. While UK government has shown its easier manners which are called herd immunity, Chinese government showed that it was as rigid as possible. Also, Chinese politics had kept arcane from the world broadcast before drop the number of these infected sick people (Chen and Chen, 2020: 14). 

Chinese Public Diplomacy and Covid-19

According to Niedja, despite China applied some rigid rules about combat of spreading coronavirus, it became more successful situation than the other countries in the world. There are 3 main strategies about struggling with coronavirus; first is health and research, second is social regulations, third is public management and health surveillance (Santos, 2020: 89).

The concept of first strategy are health and researches which illustrates China’s politics about gathering more detail knowledges and surveys to know the ways the combating coronavirus. Chinese researchers put forth some ideas and analyzed as geographical feature both in rural and urban distinct about spreading of coronavirus. Protecting public health, Chinese experts and authorizations have employed the rules as rigid to Chinese people. China had settled down to combat coronavirus through recognizing treatment and diagnosis, protection its health workers and identification of new coronavirus genome sequences. One of the factors that cause rapid spread is chronic diseases and less physical exercises especially in rural areas (Chen and Chen, 2020: 14). In the rural distinct, due to there are so many elderly people, it is possible that occur more coronavirus case because specialists explain that Covid-19 is more infectious among the old people. Another factor that caused rapid spread is intensive and highly transportation between the asymptomatic people in urban (Chen and Chen, 2020: 2). People do not feel like sick or do not see any symptom on themselves, so they do not cut off communication with their relative and then it causes dissemination of coronavirus. Therefore Chinese experts set up some rules as staying at home, social distancing and wearing facemasks (Chen and Chen, 2020: 2). They supposed these measures would protect people from the deadly virus.

In the public diplomacy aspect, China had focused on self-power initiatives. When China dropped the number of infected people, these rescue efforts showed on behalf of the world, because there was both international and national results. If the Chinese infected people had been circulated around with world, it would create unstoppable crisis. Therefore, China conducted one’s own defense with its strict rules. However, some researchers believe that China has already occurred an unstoppable crisis. Chinese politics have been showing that there was no good will intentions covering up the coronavirus burst out in the early days (Vimont, 2020). Moreover, Covid-19 pandemic is not just a global health system crisis, it also affects the world’s geopolitical order (Gautam, Singh, Kaur, 2020). The US and the China have been struggling with each other to create hegemon on the world. Thus, this outbreak would composed appropriate conditions by China to the detriment of America through economic war. Some of researchers supposed to “China is the new USSR and Covid-19 is the new Chernobly” (Manor, 2020). In many aspect, China was accused that being slow the report to the world. In fact that, “that’s why China did not report it based on a lack of observations, and fear of economic results” (Fazal, 2020: 12). The concept of second strategy of China is related to its social regulations as brutal. There was some serious measures to protect health life. For example, people have been forcing to follow the rules as staying at home and isolation. Even intercity travel is interrupted by Chinese government. If there was observed people do not follow the rules through the 5G Technologies and drones, heavy penalties would be imposed. When corona epidemic explodes, President XI instructed a directive to China’s state media to publish reports that put China’s fight against Covid-19 in a positive light (Verma, 2020: 251). China’s propaganda apparatus has been working tirelessly to change the Covid-19 narratives (Verma, 2020: 251). Soon after, China’s media outlets published news about the origin of the Coronavirus which claimed to appear from the US. Moreover, one authorized of China official institutions give an explanation about bringing coronavirus from the US to Chinese lands (Kuo, 2020). Although China faced of many slating to poses a threat for the world and was blamed is brutal restrictions to be inhumane, China created a safe place faster than other countries during Covid-19 in short term (Smith and Fallon, 2020: 244). Despite China have very high population, it succeeds to purge from Covid-19 its cities.

Third Chinese strategy of struggling with coronavirus is that keeping the stability between the prices of medical medicine and balancing the demands of medicine between cities. In any short time, Chinese government instructed new hospital constructions. Although China has now drawn image as aid giving nations to the world, the pandemic had been pushing into changes its politics (Gautam, Singh and Kaur, 2020: 320). The US and EU have been shocked in face of unprecedented historical event, but China has used this situation wisely for early times of Covid-19. Chinese government has sent some medical equipment and mask to the Europe Countries. China has trying to draw a good image while it drives away criticism over its initial improper practices in handling the corona virus with through millions of face masks and teams of medical experts (The Strait Times, 2020). Nonetheless, “China in this crisis an opportunity to challenge the US as the dominant global superpower through an information campaign” (Zhao, 2020: 453). It is noted that Chinese showed its presence about giving health aid, and the US could not show its presence in health aid (Fazal, 2020:15).

Conclusion

Coronavirus reported in 1 December 2019 in Wuhan. China was slow to report novel of coronavirus to the world and WHO. The world had shocked in early times and had indifferent to warn people by the time coronavirus jumped all around the world. So many countries had infected by coronavirus and was nervous because diplomacy, economy, and technology works have come to the stagnation point. Especially, due to diplomacy has been stopping in a while all over the world, substantial politics issues was postponed. MSAs and Embassies have triggered some events about enjoying civil people for its stay at home. Museums, theatres, concerts have broadcasted live on its online websites. Nevertheless, diplomats have not been succeeding in online meetings establishing diplomatic relations because of lack of internet capacity and technical issues presence. But some developed countries have conducted its diplomatic work procedures with digital diplomacy like China, Canada, Germany and New Zealand.

China had exhibited its success in technological knowledge and execution during of Covid-19. They launched ventures to determine have the data and case of Coronavirus with artificial intelligence programs. Thus, they notified the data of Covid-19 to the national data verifications service, and then the Chinese government had been applying strict rules on infected sick people such as quarantine. So many researchers had putted some suggestions about determining the conditions of novel of coronavirus. Both of them rural and urban districts had some features to attractiveness of the Covid-19 virus, they had revealed the causes of spreading Covid-19 such as conditions of elderly life being and over populations.

China had been applying strict norms based on Foucauldian Perspective which means have bio-power and governmentality. Depend on Foucauldian Perspective, governments have to manage to its citizens’ life, regulation to its social norms, and protect public health. China had executed those rules by this perspective and even they had initiated the vaccination studies. Chinese government created its defense policy to protect public health and stop the spreading of the coronavirus. Furthermore, China had applied the digital diplomacy over the world by soft power. Chinese national giving aid packages reached so many countries thus, it created its reputation to being big brother in the world. This situation resembles being a superpower like the US initiations that had already had this power in the world.

In conclusion, China executed many digital diplomacy politics over the world. Chinese President Xi used social media on its advantage side to dismiss any accusations and unfounded rumor in digital diplomacy. Also, the Chinese government authorized published all news and posts which are its good well and advocated its rules, responsibilities, and executions serving the benefit of whole the world.

İnci YANIK

Siber Güvenlik Staj Programı 

References

Bjola, C., & Manor, I. (2020). NATO’s Digital Public Diplomacy During The Covid-19 Pandemic, Turkish Policy Quarterly, 19(2), 77-87.

Burak, B. (2021). Analyzing the Coronavirus Pandemic Form a Foucauldian Perspective. Retrieved from: http://turkishpolicy.com/blog/53/analyzing-the-coronavirus-pandemic-from-a-foucauldian-perspective

Chen H., & Chen X., (2020). Differences in Preventive Behaviors of COVID-19 between Urban and Rural Residents: Lessons Learned from a Cross-Sectional Study in China”, International Journal of Environmental Research and Public Health. Public Health. 17(4437), 2-14.

Covid-19 & Diplomacy. (2020). https://www.diplomacy.edu/covid-19

Fazal, T. Health Diplomacy in Pandemic Times, International Organization 74, Supplement 2020, 1-20.

Galvez, L. (2020). Public Diplomacy in the time of Corona. Diplo Foundation. Retrieved from: https://www.diplomacy.edu/blog/public-diplomacy-time-corona

Gautam P., Singh B., Kaur J. (2020). COVID-19 and Chinese Global Health Diplomacy: Geopolitical Opportunity for China’s Hegemony?. Millennial Asia, 11(3), 318–340.

Gülmez, S. (2020). The impact of COVID-19 pandemic on diplomacy. 5th International EMI Entrepreneurship & Social Sciences Congress, 367-378.

Kuo, L. (2020). American Coronavirus: China pushes propaganda casting doubt on virus origin. Retrieved from: https://www.theguardian.com/world/2020/mar/12/conspiracy-theory-that-coronavirus-originated-in-us-gaining-traction-in-china

Kurbalija, J. (2020). Are Permanent Missions at Global Diplomatic Hubs More or Less?. Retrieved from: https://www.diplomacy.edu/blog/are-permanent-missions-global-diplomatic-hubs-more-or-less-relevant-2020

Manor, I. (2020). Digital Diplomacy & Existential Threats. Retrieved from: https://digdipblog.com/2020/10/04/digital-diplomacy-existential-threats/

Manor, I. (2020). How Will Covid19 Impact Diplomacy’s Digitalization?. Retrieved from: https://digdipblog.com/2020/10/13/how-will-covid19-impact-diplomacys-digitalization

Manor, I. (2020). The Year of Digital Resurgence. Retrieved from: https://digdipblog.com/2020/12/24/2020-the-year-of-digital-resurgence

The Strait Times. (2020). Mask Diplomacy: China tries to rewrite corona virus narrative. Retrieved from: https://www.straitstimes.com/asia/east-asia/mask-diplomacy-china-tries-to-rewrite-coronavirus-narrative

Muñoz, M. (2020). Diplomacy in times of Covid-19. Diplo Foundation. Retrieved from: https://www.diplomacy.edu/blog/diplomacy-times-covid-19

Santos, N. (2020). COVID-19 & Chinese Public Diplomacy: Soft Power, Sharp Power and Ethics. Ethics in Diplomacy. Spring/Summer 2020. Public Diplomacy Magazine, 88-91.

Smith N., & Fallon T. (2020). An Epochal Moment? The COVID-19 Pandemic and China’s International Order Building. World Affairs. 235-255.

Verma, R. (2020). China’s diplomacy and changing the COVID-19 narrative. International Journal, 75(2), 248–258.

Vimont, P. (2020). Diplomacy During the Quarantine: An opportunity for More Agile Craftmanship. Carnegie Europe. Retrieved from: https://carnegieeurope.eu/2020/09/02/diplomacy-during-quarantine-opportunity-for-more-agile-craftsmanship-pub-82559

Zhao, X. (2020). How China’s State Actors Create a “Us vs US” World during Covid-19 Pandemic on Social Media. Media and Communication, 8(2), 452–457.

The Concept of Responsibility to Protect and Comparative Analysis of Libya and Syria Examples

Abstract

The end of the Cold War era and the evolution to a unipolarity movement by the US caused changes in the field of human rights law. The disappearance of ideological polarization in the field of human rights has led to more progress than ever before in the field. Increasing humanitarian crises during the post-cold war order led various regional and global powers to decide military interventions seeking for humanitarian grounds. However, the theoretical uncertainty of Humanitarian Intervention paved the way for the development of the Responsibility to Protect concept developed by ICISS in 2001. The purpose of this article is to examine the theoretical basis of the concept of Responsibility to Protect. By examining the legal, ethical, political and practical infrastructure of the concept, it analyzes the importance of this concept in achieving peace. Article strengthens this analysis through the Libyan Intervention and the Syrian Non-Intervention examples.

The article respectively deals with the definition and theoretical background of the R2P[1] concept, the legal basis of concept, and the legal and ethical criticisms. As a case study examines the theory and practice dilemma in the Libyan Intervention and reasons of Syrian Non-Intervention from a historical, economical and legal perspective.

Keywords: United Nations, Responsibility to Protect, International Law, Libya Intervention, Syria Non-Intervention.

1. Definition of Responsibility to Protect (R2P)

Responsibility to Protect term developed in 2001 by International Commission on Intervention and State Sovereignty (ICISS) project. ICISS R2P Report which contributed to the theoretical development of the concept also guided the development of the 2005 World Summit Outcome related articles. The main aim of the R2P concept is to prevent aggression of national states over its own citizens. After the number of failures and different practices over Rwanda, Bosnia, Kosovo, Libya interventions set a crucial challenge to the United Nations (UN) and its role as an international community.

Firstly, the main purpose of the R2P criticized heavily and these new challenges hampered the UN’s role in disputing solutions. According to 138.139.140 articles of World Summit Outcome every state has a responsibility to protect its own people by genocide, crimes against humanity, war crimes, ethnic cleansing. This concept accepts sovereignty as responsible and also requires the prevention of these four crimes. If a related state could not protect its own citizens or unwilling to protect R2P allows the international community to use diplomatic, humanitarian and peaceful means in accordance with VII part of the UN Charter (A/RES/60/1, 2005: 30).
Namely, when the state could not provide a solution to the humanitarian crisis, in response to the four crimes and crises listed above, responsibility devolves to the UN. First of all, peaceful means implemented and as a last resort, military intervention can be decided. However, these steps do not need to be taken sequentially. In this respect, while R2P imposes responsibility on national sovereignty, if it fails, responsibility is transferred to the UN which means international community.

The UN put forward a three-pillar strategy at the 2005 summit. This strategy deals with the prevention responsibilities of the national state in the first pillar, international aid and capacity building in the second pillar, and the timely and decisive response in the third pillar. In contrast to the rebuilding responsibility of the international community determined in the ICISS report, the third pillar is not included in the official R2P concept.

1.1. Conflict Prevention

Firstly, preventive intervention has more and more occupied the agenda of the UN after the 2000s. However, in reality the formation of conflict prevention mechanisms is not a new phenomenon. For instance, The League of Nations, the United Nations or Concert of Europe were established for providing preventive diplomacy (ICISS, 2001: 29). This prevention stems from the structure of the UN that is committed to stop threats to the peace.

The ‘’Progress Report on The Prevention of Armed Conflict‘’ (A/60/891, 2006) acknowledges that the responsibility for prevention is primarily the responsibility of national states. Therefore, it offers structural conflict avoidance proposals to global problems and regional problems that require action by the international community. The Report recommends structural and purposeful responsibilities to UN specialized agencies to prevent military conflict through the early warning system, good offices and mediation, democracy, good governance and culture of prevention, disarmament and arm control, equitable socio-economic development, human-rights humanitarian law and international justice. This report is an example showing that the UN Secretaries General are in an important position in an idea-building step in the UN.

Secondly, conflict prevention mechanisms have also been established by regional organizations. For instance, Mechanism for Conflict Prevention of the Organization of African Unity (OAU), Organization for Security and Cooperation in Europe (OSCE), The European Union (EU) provided preventive diplomacy mechanisms and The European Union (EU) has commissioned a number of missions to propose conflict prevention strategies in countries at risk such as Indonesia, Fiji and Nepal. Moreover, there is an attempt as the Rome Initiative on conflict prevention established by G8 states or preventive mechanisms created by individual states (Bellamy, 2008: 516-518). Taking the consideration ICISS, it presents the early warning system model as a conflict prevention and argues that governments, UN members and Non-Governmental Organizations (NGOs) actually realized the situation in Rwanda in 1993. The problem is that the flow of information is important in deadly conflicts but not enough for effective prevention (ICISS, 2001: 37).

To conclude, conflict prevention and adaptation policies are a crucial agenda for the UN and accepted as an integral part of the R2P. Conflict prevention represents an important responsibility for global and regional organizations, non-governmental organizations and state authorities.

1.2. Reaction, Timely and Decisive Response

The second column contains the reaction responsibility. For addressing reaction responsibility, the ICISS has introduced some criterias, similar to the jus ad bello and jus ad bellum traditions. The qualities required for the intervention are limited as follows: right intention, last resort, proportionality, expectation of positive development, and right authorization. Reaction tools can be provided by the UN classified as follows: direct political measures, direct economic – social measures, direct constitutional legal measures and direct security sector measures. Direct security sector measures include peacekeeping for civilian protection, safe zones and no-fly zones, arm embargoes, jamming and radio frequencies, threat or use of military force (Evans, 2008: 150).

Accepting these tools shows the bright side however, efficient application of tools are criticized heavily. Taking the case of Libya, application of no-fly zone by France shows a controversy and economic sanctions over Iraq showed that, although these attempts aim at reducing atrocities, usually heavy economical burden affects civilians. Therefore, peacekeeping efforts demonstrated inefficiency in specific areas such as Bosnia intervention. As a comprehensive international organization, its lack of control of its own employees caused heavy criticisms and new attempts (See: ‘The Whistleblower’, Larysa Kondracki, 2001).

The third column is timely and decisive response concluded as ‘’In a rapidly unfolding emergency situation, the United Nations, regional, subregional and national decision makers must remain focused on saving lives through “timely and decisive” action , not on following arbitrary, sequential or graduated policy ladders that prize procedure over substance and process over results’’(A/63/677, 2009: 22-23). It has always been criticized for being political and inadequate for the UN to take timely and decisive decisions. The UN’s bureaucratic structure, absence of an army, and the anti-democratic nature of the United Nations Security Council (UNSC) have repeatedly been questioned according to humanitarian intervention decisions.

1.3. Responsibility to Rebuild and the UN

Responsibility for rebuilding includes a number of tools that help maintain order after the crisis. These tools include political, economic, constitutional-legal and security sector measures (Evans, 2008: 107). Not only the UN, but also the effective involvement of NGOs, specialized agencies, regional organizations can help to restore order in a specified area. The concept of rebuilding presented by the ICISS report in 2001 was not included in the responsibility to protect in the 2005 World Summit Outcome Document. The Peacebuilding mission was processed differently under the 2005 World Summit Outcome. This amendment in Implementing the Responsibility to Protect Report concluded as the three-pillar structure which are preventive action, reaction and timely and decisive response (A/63/677, 2009: 2).

Peace building in reality also a discourse that states have used in international relations for centuries to increase their influence in a particular region. Taking into consideration Iraqi intervention and President Bush’s words: “Free nations have a duty to defend our people by uniting against the violent …as we have done before, America and our allies accept that responsibility” (The Guardian, 2003). As seen in the Iraq intervention, a certain geopolitical discourse was attempted to be legitimized with discourses such as bringing peace to the region.

This real-political approach is variable and depends on the individual decisions of the states. For example; given the almost absence of peace building in the Rwanda intervention. The R2P concept allowed for the restraint of contradictory discourses such as bringing democracy to the region. Therefore, R2P limited the reason for the intervention to four major crimes. Thus, statements such as “Saddam is a dictator”– presented as an argument in the Iraq intervention- or “Saddam has weapons of mass destruction”, despite the lack of evidence by the international commission, could not constitute a legitimate basis for intervention. With the R2P concept, it has been tried to create a value for the military intervention to be made with only humanitarian values.

Legal Framework of R2P

Whether the Responsibility to Protect is in line with international law is a frequently discussed issue. This section will attempt to determine the legal status of the concept.

Those who argue that the R2P concept does not comply with international law object to the three reasons: R2P violates state sovereignty, non-intervention in domestic affairs and prohibition of the use of force.

2. R2P vs. International Law

Firstly, UN Chapter I article 2(4) concludes and determines state sovereignty as follows: “All Members shall refrain in their international relations from the threat or use of force against the territorial integrity or political independence of any state, or in any other manner inconsistent with the Purposes of the United Nations.” R2P challenges the view of the territorial integrity and independence of the state in internal affairs which was accepted as a norm from Westphalia to the present. And in today’s modern societies, preventing human rights violations is under the responsibility of the legitimately chosen state. However, the R2P concept rejects this structure and paves the way for other states to intervene. According to critics, R2P not only restricts state sovereignty but also predicts regime change under the umbrella of protecting human rights (Pak, 2020: 6). Forcing the legitimately elected government to regime change also brings political unrest. The dilemma that arises whether the aim is to protect civilians or claiming power in the region.

Secondly, the principle of non-infringement of borders challenges the R2P concept. For criticals, states’ ignoring the attitude of the protection of their citizens in practice is not common. However; R2P also justifies the intervention in internal affairs (Pak, 2020: 7). Usually, the aim of the interventionist states are not primarily for humanitarian reasons. Therefore, defined ‘crimes against humanity’ reason did not provide a sufficient legal infrastructure on how to define violations against human rights, genocides, ethnic crimes.

Thirdly, prohibition of the use of force defined in UN Charter article 2(4) also concludes exceptions in the articles 51 and 41. The first exception to the use of force is self-defense and the second one is the UNSC decision. However, in these exceptions R2P is not included.

2.2. R2P Complies with International Law

Those who argue that R2P is in compliance with international law emphasize the changing nature of international law. Taking into consideration institutional changes after Rwanda, Kosovo and Bosnia interventions paved the way for R2P concept implementation. Moreover, ICISS supported that although for implementing R2P UNSC authorization more suitable, there may be legitimate R2P interventions although there is no UNSC decision (Bellamy and Wheeler, 2017: 522). In order to put R2P on a positive basis R2P admitted in line with the principles of international law by the UN, considering treaties such as international human rights law. ICISS Responsibility to Protect Report, UN General Assembly Reports, 2005 World Summit Outcome’s articles of 138,139,140, Human Rights Law and other states’ commitments adopted as a legal framework of the R2P.

Supporters of the R2P acknowledged human rights as an integral part of the UN aims. While strengthening these inferences by referring to Article III of Part I of the Charter, they consider the responsibility to protect important in terms of respect for human rights. Article III of the Charter clearly states that human rights are among the aims of the UN, despite its editorial style that may raise suspicion (Göçer, 2009: 9). This point of view is also an indicator of the change in the concept of hard and soft politics which reflects the transition of the globalized world. Therefore, with changing dimensions of human security approaching to be a part of hard politics.

Advocates of humanitarian intervention also argue that states have intervened in sovereignty with human interests in centuries. That is, as it is argued, independence in full context in internal affairs is not actually applicable. R2P is not the only intervention that breaks this rule. The most important example of this was encountered during the Kosovo crisis. Intervention without UNSC authorization has been advocated as an “illegal but legitimate” intervention (Karagül, Erbaş, 2014: 482-483). Concept of legitimacy argument is compatible with the concept of opinio juris in international law. The opinio juris defines the fact that the continuing behavior of states over time constitutes a rule of law.

3. Ethical Criticisms of the R2P

International awareness has been created for the prevention and protection of human rights violations after two devastating world wars. As a result, human rights are frequently discussed in the UN Charter. As a second peak, the dissolution of the Soviet Union brought about a series of violations reflecting human rights violations and instability in the international order in the 1990s. The discussions in the changing world order have been conducted over the shortcomings of Rwanda, Bosnia, Kosovo and Iraq interventions. The main indicator of all these humanitarian crises is that the concept of humanitarian intervention or human rights discourses can easily serve the individual interests of states. The second major drawback is that the UNSC’s veto power also has ethical reservations. It cannot be determined whether the real aims of the states that can veto the intervention are ethical or political.

Especially the attitude of China and Russia on this issue raises the criticism of the structure of the UNSC regarding the right authority and the right purpose. The evaluation of the Bosnian intervention as a late intervention and the realization of the Kosovo intervention without the approval of the UNSC are examples of this reservation. Because it is emphasized that the intervention in Kosovo is not wanted to be late as in the Bosnian intervention.

Thirdly,the following speech by Secretary General Kofi Annan is interesting: “If humanitarian intervention is, indeed, an unacceptable assault on sovereignty,how should we respond to a Rwanda, to a Srebrenica, to gross and systematic violation of human rights that offend every precept of our common humanity?” (UN Department of Public Information, 2012: 1). When questioned ethically it is an obligation to respond to human rights violations as the UN Charter acknowledges. In the globalizing world, the dependencies between human, state and international community are even more pronounced. Despite all the criticism in this respect, the ethical responsibility of the international community is to respond to these violations.

4. Other Arguments Against Intervention

The arguments that criticize the concept of humanitarian intervention are as follows: uncertainty about compliance with international law, not being sure of the ethical goals of states, the problem of abuse, the selectivity response of the region to be intervened, and whether the interventions carried out so far have been successful or not (Bellamy and Wheeler, 2017: 516-518). To sum up, clearly the concept of R2P is controversial. Advocates argue that the concept of humanitarian intervention may be an ethical norm as a result of the globalizing world. On the other hand, those who are against humanitarian intervention are suspicious of the change in the existing concept of international law, system, and sovereignty.

5. Libya Intervention

5.1. Historical Challenges in Libya Towards R2P

Libya was ruled by an authoritarian regime that came to power in 1969 with a coup. In the international arena, Gaddafi was often criticized especially by western states for his propagandist movements against international organizations. Internal unrest prevailed in the country, such as Gaddafi’s policies and border problems with neighbors. In addition, between 1992 – 2003, political sanctions were imposed by the UN for supporting international terrorism (Şentuna, 2019: 211).

The event that exacerbated the crisis in Libya is the Arab Spring. After the Arab Spring, which increased the sphere of influence in the Middle East in a short time, was affected in Libya. The first uprisings started in Benghazi on February 14-15. These uprisings have turned into slogans for Gaddafi, who has ruled the country for almost 42 years, to leave the power (Sak, 2015: 141). Gaddafi’s harsh interventions against citizens were criticized by many international organizations and states, especially by the UN. As a result of the civil war that started in the country and in 2011 Gaddafi was overthrown at the end the opposition and the supporters of the regime were divided into two aggressive groups. These political centers are the House of Representatives in Tobruk and the Government of National Accord based in Tripoli. The main power supporting the Government of National Consensus is the UN. Support practices of other states vary. The main force supporting the government of national consensus is the UN. Considering the recent developments, Turkey and Italy support the Government of National Accord. Egypt and the United Arab Emirates support Haftar’s advocates. Russia, the USA and France have a pragmatic approach that can be inconsistent over time. To summarize, in the historical process state discourses in the region undergo changes with inconsistent, impartial or biased approaches.

5.2. The Libyan Intervention: Theory and Practice Dilemma

In 2010 and 2011, a total of 24 meetings were held at the UN to discuss the situation in Libya and as a result, 6 resolutions were created under the VII part of the UN Charter (UN, 2010-2011: 82). 1973 Resolution considered under Chapter VII which includes Action with Respect to The Threats to The Peace, Breaches of the Peace and Acts of Aggression. The 1973 Resolution is the agreement that allows military intervention, but it is necessary to examine other resolutions to explain the course of the situation.

In the 1970 Resolution UN stated that the civil war in Libya as a threat to international peace and accepted there were massive humanitarian attacks on the civilian population. Other threats cited in the region where migration and insufficient medical equipment. The UN recalled the Libyan authorities’ responsibility to protect its population–sovereignty as responsibility understanding-, as responsibility for prevention rests firstly under the nation state. Therefore, the UN has urged Libyan authorities to allow international humanitarian law, international human rights monitors, security of foreign nationals, safe passage of medical aid and restrictions on the media. Therefore, called on the international community to encourage sanctions such as arms embargo, travel ban and asset freeze (UN, 2011:2,3). In this respect, the 1970 Resolution is an appropriate resolution that implicates peaceful sanctions. However, the quick decision of military intervention on 17 March 2011 after the 1970 Resolution created a controversy. The resolution 1973 which approved military intervention within 31 days, sparked critiques over the fact that state officials did not have enough time to comply with the regulations laid down in the 1970 decision.

It is generally argued that the Libyan intervention is the first application of the responsibility to protect, involving military intervention. However, the attempts suggest that considering the Libyan intervention under R2P is problematic. Firstly, the Libya crisis clearly evaluated under prerequisites of responsibility to protect and comply with the right reason. However, state intervention attempts and rhetoric were not clearly asserted under the discourse of the responsibility to protect.

Another crucial point is that the 1973 Resolution made the establishment of a no-fly zone decision for the first time under the protection of civilians argument. That means; compared to the claims in previous humanitarian intervention decisions, the 1973 Resolution uses the phrase “to protect civilians and civilian populated areas under threat of attack”, setting a more inclusive “civilian populated areas” argument instead of the word “close” referred to in prior interventions (Dunne and Gifkins, 2011: 8).

To summarize, the first practice criticized in the Libyan intervention is the time difference between the 1970-1973 decisions. The point forgotten here is that the responsibility to protect is not necessarily to take the prevention and reaction columns orderly. However, it is clear how long and compellingly the previous intervention decisions were decided at the UN. In this respect, considering that Libyan intervention concerns the political interests of some UNSC members, and it is not vetoed, decision to intervene not comply with the right purpose. The Libyan intervention has also been supported by regional actors. The support of the League of Arab States, the Gulf Cooperation Council and the Organization of the Islamic Conference actually caused China and Russia to abstain from vetoing (Steele and Heinze, 2014: 108-109). On the other hand, Countries abstaining from the decision numbered 1973 Resolution were Brazil, Russia, India, China and Germany. This means that none of the four BRIC countries (two with Security Council veto power and two regular members on rotation) did not support the mission. The main reasons why these members hesitate to vote are regarded as two: they believe that the intervention has a low chance of success and they doubt the decision ahead of them (Dunne and Gifkins, 2011: 8-9).

Secondly, the Libyan intervention is often accepted as an intervention in which responsibility to protect is exercised. However, although reference is made to the relevant sections in paragraphs 138 and 139 of the 2005 World Summit Outcome, there is no obvious reference to the statement of responsibility to protect in the 1973 Resolution (Gözen Ercan, Online interview, 2021). From this point of view, it is obvious that the UN continues not as a new discourse language, but a classical discourse. The decision refers to the prevention responsibility of the Libyan authorities and in particular refers to acting under Chapter VII of the Charter of the United Nations.In other words, the UNSC has used the R2P language carefully and avoided challenging the UN’s established practice and authorization terminology (Gözen, 2019: 328).

6. Syrian Crisis

The purpose of this chapter is to discuss why there was no military intervention in Syria while Libya was intervened, including historical and social factors.

6.1. Historical Challenges: A Road to Civil War

First, the winds of the Arab Spring, which affected Tunisia, Egypt and Libya, inevitably affected Syria. The unrest against democracy and authoritarian regimes was felt remarkably.

Each country has its own characteristics. The unique characteristics of Syria are the ethnic and religious diversity, unitary and single party structure in the state. Especially after the Iraq intervention was carried out in violation of international law with so-called democratic rhetoric, totalitarian governments were again at risk. The administration that continues with the hereditary legacy in Syria has been named as Presidential Monarchy. The fragile structures, economic problems, religious and ethnic problems within the country have clarified the segregation within the country. The civil war that started in 2011 has become a threat to the stability of the international community in a brief time. Refugee crises, poverty in the region, conflicts between power blocks still continue. Although the civil war in Syria is attributed as an international threat by some states, it has also been evaluated as Syria’s internal problem. This dilemma led to ineffectiveness to give an international collective response. This deficiency motivated the interest policies of the regional powers to prevail in the region. In this respect, Russia, Turkey, USA, different interests of states such as Iran gave direction to the politics and rhetoric. Russia and China vetoed the military intervention in Syria, which led to the failure to take a UNSC decision. Crucially, understanding Russia’s policy towards Syria is based on historical background. The primary reason for supporting the Assad regime is the strong close diplomatic relations dating back to the Soviets. The second reason is Russia’s propensity for civil war as a domestic problem. The third reason is Russia’s reservation on Western imperialist intentions in the case of an intervention. (Yılmaz, 2014: 183-184) Russia has vetoed the decisions taken by the UNSC 16 times. The other state that supported Russia in most of these vetoes was China (Reuters, 2020). Russia has thus rejected not only intervention but also humanitarian aid plans via Turkey in the region. Explanations about why not intervention decision implemented centered on the two implications which are special circumstances of the Syria Crisis and probability of the harsh consequences of the intervention (Karagül and Erbaş, 2017: 481).

The Syrian crisis has led to unavoidable refugee crises all over the world, and while visible humanitarian tragedies have occurred in the region, the failure to implement the responsibility to protect reduced the credibility of the R2P term in theory and practice. Many non-governmental organizations and peacekeepers frequently voiced the need for stopping human rights violations and the protection of civilians. Implementation of veto power once again included in political aims. The determination of the right authority as the UNSC and this institution as a political authority led the Syrian crisis to an impasse. Regional powers are dominant in Syria now. Unilateral interests of states decide whether groups should be supported or not. Accepting the problem as an internal problem criticized and has already turned into an international and regional problem which turned into a conflict of interest involving other actors. The credibility of the international community has been questioned once again.

7. Did R2P contribute to peace? Libya Intervention and Syrian Non-Intervention

It is very difficult to determine the contribution of R2P to peace. It has been determined that the implementation of R2P, which includes military intervention, is problematic in practice in Libya intervention. In short, military success in the field has not been able to bring order to Libya. But it has initiated the tendency of reducing high human rights violations. There are reasons for the hesitant approach in making a military intervention decision. There is the consideration that military intervention may increase human losses and political problems.

Indeed, directly or accidentally not to harm civilians is not possible in a military intervention. Taking in the consideration not only the Libyan example but also other intervention instances indicated the economic, social and psychological effects of military interventions are immense. Namely, it is not accidental that R2P accepts military intervention as a last resort.

In fact, it is normal for peace building to take time in a country. Because establishing long-standing and powerful peace is much more difficult than halting aggression. By examining the position of Libya in today’s circumstances it has not reached a stable order. At this point, instability in the region stems from the ineffectiveness of the peace building and problems in implementation. At least we know that military intervention success is the responsibility of the interventionist states. The problem of implementation originates from the careless actions of states. Therefore, it is improper to attribute failure of action as the total problem of the concept.

Although extensive work has been carried out within the framework of the UN in this area, an example of an intervention where the UN has failed in general is Libya. The political solution has not worked. The conflict between the Fayez al-Sarraj government and the Haftar government still continues. Military intervention did not offer a solution in the region.

Taking in consideration non-intervention in Syria, for some scholars experience of the Libyan intervention was the reason for the lack of strong international response to the situation in Syria and prevented a possible intervention decision (Gözen, 2016: 97). Russia’s and China’s vetoes in Syria have created a deadlock as discussed above. The point that is overlooked is that if there is a violation of human rights and the nation-state cannot maintain internal order despite all warnings, it becomes easier for regional or interest actors to be involved. As of September 2014, the US led a bombing campaign against ISIS in Iraq and Syria, companioned by nine of the Member States of the European Union. In short, considering the criticisms that there was no intervention in Syria, it was obvious that foreign military intervention in the region continued with other interests (Gözen, 2016: 99). In other words, there was no collective intervention, but there were interventions against groups within the state. This is another version of the intervention in internal affairs with groups that are clearly or implicitly suppressed within the framework of terrorism.

To summarize, although the United Nations in both examples provide minimum benefit in achieving peace instantly, a continuous peace building is never in question. Moreover, the contribution of intervention or non-intervention to peace is reserved.

8. Responsibility to Protect: Reflection of the Change

The ideological opposition to human rights in the UN has disappeared after the Cold War. For some scholars, the USA has been seen to be the only power for a time which guides the unipolar movement. In this environment, two significant interventions have been discussed since the early 1990s which are the Bosnian Intervention (1992) and the Kosovo Intervention (1999). First, while the Bosnian Intervention is a decision taken by the UNSC decision, there is no UNSC decision in the Kosovo Intervention. This situation demonstrated once again the anti-democratic political decision-making mechanism in the UNSC, even if the intervention decision was based on humanitarian grounds. This discrepancy shows that the right purpose criterion offered by ICISS is inadequate as we can never pinpoint the exact intentions of states. Secondly, the Bosnian Intervention was evaluated as a late intervention by the international media and some states. The fact that the last resort criterion was too late has caused the positive development expectation criterion to be questioned over time. The lesson here is that it is very crucial to make a timely and decisive response. Because, after examining that NATO intervened in NATO without a UNSC decision in Kosovo, it was argued that this intervention was carried out in order not to be indecisive compared to the Bosnian Intervention. When Kosovo gained its independence in 2008, Serbia’s territorial integrity and political independence were lost. This situation has brought to mind that the purpose of the intervention is regime change, that is, to bring independence to Kosovo (Acar, 2005: 128).

These examples show that decisions that can not be determined on time in the field of prevention or intervention empower other states and international organizations to behave. There are also examples that describe this situation, as we have discussed in history. Thirdly, the fact that R2P directs the measures involving military intervention leads to a biased attitude towards the concept. Videlicet, in reality the ‘protection’ and preventive responsibility part of R2P is ignored. Truly, there is no example of a properly implemented military intervention under R2P authorization however; preventive sanctions are more successful compared to military intervention. Therefore, it is not possible to say that a possible military intervention will bring an effective and permanent solution, whether under the name of R2P or not because military intervention causes civilian casualties.

In the light of these discussions R2P is a problematic concept. It does not seem possible that it can bring a solution to peace alone. As the effective actors of this concept, it places a great responsibility on the states themselves. Since the UN does not have an army and usage of NATO as a deterrent often creates critiques over implementation.

More importantly, the other reflection of change is the understanding continuation evolved into the responsibility to protect from humanitarian intervention. Humanitarian intervention can be defined as the use of force without the decision of the Security Council and without the consent of the national state to protect part of a country’s population from serious human rights violations (Ortakovski, 2018: 305). The conclusion from this statement is that if a state cannot protect its own people, it constitutes the military steps taken by international actors to establish peace and stop aggression. Although some interventions are classified as humanitarian intervention despite being approved by the UN, legally the concept of humanitarian intervention represents action taken without UN permission (Doğan, 2014: 65). With the Responsibility to Protect, definition and action dilemma has disappeared. The only legal authority has been designated as the UNSC and it has also legalized military intervention.

To conclude, this planned and programmed change is not accidental. The problems brought about by rapidly increased neo-liberalization since the 1990s, the expansion of human awareness, changing dimension of human security, rising internationalism, roles of non-governmental organizations etc. are examples of this change. Clearly, R2P is a reflection of how intertwined the concepts of high-low politics are. 

Conclusion

R2P has a significant place in the literature. This importance stems from its controversial legal and political background. From a historical perspective, increasing humanitarian crises after the Cold War turned America into the unipolarity movement. The most dramatic consequence of this power imbalance has been the decision to intervene in Iraq. However, after the 2000s, the trend towards the multi-polar world order started. In this multipolar order, it was difficult to make a consensus on human rights as it was in the Soviet era.

Undoubtedly, the threats presented by the globalizing world after the 2000s have supported humanitarian-based approaches and policies. However, the Libyan Intervention and the Syrian Non-Intervention crises have again questioned the moral position of the humanitarian perspective. As a result, real political interest-based approaches were on the political agenda again.

R2P is an important concept reflecting the change in international law. The reason for that is R2P’s pressure of amendment over sovereignty, non-intervention in internal affairs and prohibition of use of force. Moreover, the concept of ‘’sovereignty as responsibility’’ has opened a new era. The theoretical background representing the human-centered approach shows the change of the traditional hard politics concept.

The R2P’s failure and criticism continue in two directions. These are the advocates of traditionalist order and advocates of change. It should not be overlooked that the world is in a period of rapid change. It is in a period where global problems that will threaten not only the lives of states but also the lives of individuals are encountered. In this respect, it is important to realize human-centered policies and concepts.

Ayşe Ecem METE

Uluslararası Örgütler Staj Programı 

Bibliography:

Acar, Z. (2005). Humanitarian Intervention During the Process of Doctrinization: Nato’s Intervention in Kosovo and the Concept of Responsibility to Protect. 113-131

Bellamy, A., Wheeler N., J. (2017). The Globalization of World Politics. In Humanitarian Intervention. 514-528.

Bellamy, A., (2008). Conflict Prevention and the Responsibility to Protect. In Global Governance: A Review of Multilateralism and International Organizations. 135-156.

Doğan, N. (2014). Birleşmiş Milletler ve Meşru Güç Kullanımı. Siyasal Kitabevi.

Dunne, T., Gifkins, (2011). Libya and the State of Intervention. Australian Journal of International Affairs, 515-529.

Evans, G. (2008). The responsibility to protect. Brooking Institution Press.

Göçer, M. (2009). İnsan haklarının korunması ve BM. Nobel Akademik Yayıncılık

Gözen, E., P. (2016). Debating the future of the ‘responsibility to protect. 85-104.

Gözen, E., P. (2019). UN general assembly dialogues on the responsibility to protect and the use of force for humanitarian purposes. Global Responsibility to Protect, 313-332.

Gözen, E., P. (n.d.). Online interview about responsibility to protect and UN.

ICISS. (2001). The responsibility to protect. International Development Research Centre.

Karagül, S., Ervaş Ç., E. (2017). Koruma sorumluluğu doktrini açısından Suriye krizi: Bir ‘insancıl müdahalesizlik’ örneği. Journal of Administrative Sciences. 481-510.

Larysa, K. (2010). The Whistleblower.

Nichols, M. (2020). Russia, China veto Syria aid via Turkey for second time this week. Reuters. Retrieved from: https://www.reuters.com/article/us-syria-security-un/russia-china-veto-approval-for-syria-aid-via-turkey-for-second-time-this-week-idUSKBN24B2NW

Ortakovski, V. (2018). Humanitarian intervention and international law. Journalism and Mass Communication. 303-311.

Pak, H., Son H., and Jong K. (2020). Analysis on the legal nature of “Responsibility to Protect’’. International Studies. 1-17

Sak, Y. (2015). Uluslararası hukukta insancıl müdahale ve Libya örneği: Suriye’de Yaşanan Ya Da Yaşanacaklar İçin Dersler. Uluslararası İlişkiler Dergisi, 121-153.

Steele, B., J., Heinze, E., A. (2014). Norms of intervention, R2P and Libya suggestions from generational analysis. Global Responsibility to Protect, 6(1), 88-112.

Şentuna, T. (2019). Libya Askeri Müdahalesinin Uluslararası Hukuka Uygunluğu ve Koruma Sorumluluğu Kavramı Çerçevesinde Meşruiyeti. The Turkish Yearbook of International Relations, 50, 201-224.

The Guardian. (2003). Full text: Bush’s speech. Retrieved from: https://www.theguardian.com/world/2003/mar/18/usa.iraq

United Nations. (2005). World Summit Outcome Document. A/RES/60/1. Retrieved from: https://www.un.org/en/development/desa/population/migration/generalassembly/docs/globalcompact/A_RES_60_1.pdf

United Nations. (2009). Implementing The Responsibility To Protect. A/63/677 Resolution. Retrieved from: https://undocs.org/A/63/677

United Nations. (2011). 1973 Resolution. Retrieved from: https://www.undocs.org/S/RES/1973%20(2011)

United Nations. (n.d.). Charter I Article 2(4), Article 2(5), Chapter I,III and VI. Retrieved from: https://legal.un.org/repertory/art2.shtml

United Nations. (2010-2011). Repertoire of the Practice of the Security Council. Retrieved from: https://www.un.org/en/sc/repertoire/2010-2011/Part%20I/2010-2011_Libya.pdf

United Nations. (2012). UN Department of Public Information. Retrieved from: https://www.un.org/en/preventgenocide/rwanda/pdf/bgresponsibility.pdf

United Nations. (2011). 1970 Resolution. Retrieved from: https://undocs.org/S/RES/1970(2011)

United Nations. (2006). Progress Report on The Prevention of Armed Conflict. A/60/891. Retrieved from: http://www.un.org/ruleoflaw/files/progressreportpreventionofarmedconflict.pdf

Yılmaz, M. E. (2014). Suriye’de barış nasıl inşa edilebilir?. Journal of Social Sciences. 177-200.

Doç. Dr. Ali Burak DARICILI ile Siber Güvenlik Alanı Üzerine Röportaj

Bu röportaj Bursa Teknik Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Ana Bilim Dalı’nda görevli öğretim üyesi Doç. Dr. Ali Burak DARICILI ile genel hatları ile Siber Güvenlik üzerine gerçekleştirilmiştir. Hocamızın başlıca çalışma alanları siber güvenlik, yapay zekâ, istihbarat çalışmaları, güvenlik ve terörizm, güncel Türk dış politikasıdır. Kendisi Türkiye’deki siber güvenlik alanında yapılan ilk doktora çalışmalarından birisine sahip olması yönüyle bu alanda Türkçe literatür için öncü akademisyenlerden biridir.

 

 

1) Saygıdeğer hocam öncelikle tüm yoğunluğunuz arasında röportaj teklifimizi kabul edip bizlere vakit ayırdığınız için sizlere çok teşekkür ederiz. Bizler TUİÇ Akademi, Siber Güvenlik Staj programımız kapsamında sizin gibi bu alanda akademik çalışmalarını yürüten hocalarımız ile röportajlar gerçekleştiriyoruz. Öncelikle uluslararası ilişkiler disiplinin temel tartışmalarını oluşturan güç ve güvenlik kavramları siber uzay için neyi ifade etmektedir ve nasıl düşünülmelidir?

Darıcılı: Güç kavramını, uluslararası ilişkiler disiplininde akademisyen ve analistler bugüne kadar çeşitli şekilde değerlendirmiştir. Ancak güncel olarak çok kullanılan güç kavramlarını Joseph Nye ortaya koymuştur. Güç, hepimizin bildiği gibi sert güç (hard power), yumuşak güç (soft power), zeki güç (smart power) ve son olarak da Joseph Nye’ın kavramsallaştırması ile siber güç karşımıza çıkmaktadır. Nye’ın kavramsallaştırması ve kendi düşüncelerim ile beraber belirtirsem siber güç, bir devletin internet ve ağ teknolojileri kapasitesini kullanması ile elde ettiği gücü ve etkiyi bize ifade eden kavramdır. Tabi siber güç kullanılma şekline göre sert güç olarak da kullanılabilmekte yumuşak güç olarak da kullanılabilmektedir. Sert güç olarak kullanılmasına Rusya Federasyonu’nun (RF) 2007’de Estonya’ya siber saldırılar düzenlemesi ya da 2015’teki Uçak Krizi’nden sonra Türkiye’ye DDOS atakları düzenlemesi örnektir. Yani dış politikada husumet yaşadığınız devleti cezalandırmak için veya ona tesir etmek için siber imkânlarınız ile bir güç kullanmanız siber gücü, sert güç olarak adlandırmamıza neden olmaktadır. Yumuşak güç olarak kullanılması ise siber imkanlarınızı, örneğin sosyal medyayı, propaganda, algı yönetimi, toplumları etkilemek, enformasyon veya dezenformasyon sağlamak için yapılmasıdır. Örneğin Renkli Devrimleri düşünün… Sosyal medya üzerinden yapılan her türlü manipülasyon ve algı yönetimi faaliyetlerini düşünün… Bu şekilde kavramsallaştırabiliriz.

 

2) Çok teşekkür ederiz hocam. Peki, siber güvenlik nedir ve siber güvenlik olgusu ile beraber ortaya çıkan yeni tehditler nelerdir?

Darıcılı: Siber güvenlik, internetin Sovyetler Birliği (SSCB) ve Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) Soğuk Savaş Dönemi’ndeki askeri ve uzay rekabetinin sonucunda yeni bir iletişim modeli olarak açığa çıkmıştır. Yani nükleer bir saldırı esnasında ABD’nin nükleer tesisleri, sığınakları veyahut bilimsel laboratuvarları arasındaki iletişimi sağlamak için NET oluşturmuştur. Buna ARPANET denilmiştir. Daha sonra bu iletişimin çok faydalı ve verimli olduğu görülünce 1980’den itibaren bu ABD’de daha fazla yaygınlaşmıştır. ARPANET, sivil boyutu ile; MilitaryNET (MILNET), askeri boyutu ile ikiye ayrılmıştır. SSCB’nin çökmesi ile bu mevcut olan sistemin üniversiteler arasında da kullanılması; öncelikle kütüphane ve bilimsel araştırma için sonra CAN ile bağlantılanması; ki bu da ilk uluslararası bağlantısı; daha sonra Worldwide Web (www) iletişim formatının bulunması; 1990’lı yıllardan internetin ticarileşmesi ve sivilleşmesinin başlaması; kişisel bilgisayarların gelişmesi; akabinde 2000’lerin sonundan itibaren akıllı telefonların gelişmeye başlaması; ve 2010’dan sonra sosyal medyanın gelişmesi ile bugünkü internet çok yoğun bir şekilde hayatımıza girmiştir. Tabi hayatımıza girince beraberinde bir takım güvenlik zafiyetlerinin de açığa çıkmasına neden olmuştur. Bu hem kişisel zafiyetler, kişisel güvenliğimiz hem de devletlerin güvenliğine tehdittir. Devletlerin güvenliği hangi noktada önemli? Devletler, kritik altyapılarını internet teknolojileri ile yönetmeye başladıkları zaman siber saldırılara maruz kalabilmektedir. Dolayısıyla, bu kritik altyapıların korunması da siber güvenlik kavramını ortaya çıkarmaktadır. Ülkeler kendileri, toplumsal gelişimleri, devlet sistemleri için hayati öneme sahip kritik altyapılarının yönetimini internet teknolojilerine bağladıklarından dolayı bu sistematiği korumak için de bazı stratejik ve planlamalar, bu teknolojileri bağlayacak kurumsal ve müstakil yapılanmalar vs. kurmak durumda kalmaktadır. Tüm bunlar da bize günümüzdeki siber güvenlik kavramını ortaya çıkarmaktadır.

 

3) Bu güzel özetleme için çok teşekkür ederiz hocam. Biz Siber Güvenlik o-staj grubu olarak Estonya Saldırıları ve WikiLeaks Belgeleri konularını geçtiğimiz haftalarda tartıştık. Siz de doktora çalışmanızı kitaplaştırdığınız Siber Uzay ve Siber Güvenlik: ABD ve RF’nun Siber Güvenlik Stratejilerinin Karşılaştırmalı Analizi’nde bu konulara özellikle yer vermişsiniz. Sizce bu iki olayın siber güvenlik açısından önemi nedir?

Darıcılı: 2007 Estonya Saldırıları, bilinen faaliyetler açısından siber saldırının ilk defa fiziksel zarara yol açması açısından önemlidir. Ama bakın altını çiziyorum, bilinen… Bilinmeyen de vardır, çünkü bunlar gizli faaliyetler oldukları için istihbarat servislerinin yaptıkları planlamalar oldukları için belki daha önce de yapılmıştır. Ama bu deşifre olmamıştır. Çünkü siber uzayda istinat ve ispat sorunludur. Yazılımlar ile kendi kimliğinizi gizleyebilirsiniz. Fiziksel hasara yol açan bilinen ilk siber saldırı olduğu için, Stuxnet Saldırısı’nda 2 ya da 3 kişinin ölmesi, İran’ın nükleer programının 3-5 yıl arasında sekteye uğratıldığı gibi…

İran, kapalı bir toplum olduğu için bunlar da şüpheli, yani belki daha fazla zarar olmuş olabilir, ama bir zarar olmuştur. Bu açıdan siber saldırının fiziksel bir hasara yol açmasını göstermesi bakımından önemlidir. WikiLeaks meselesi ise küresel bir ifşa faaliyeti olması açısından çok önemlidir. Bugüne kadar görülmemiş bir şeydir. WikiLeaks’i bir konsorsiyum olarak düşünün, bir fısıltı gazetesi gibi bir kavramı da ortaya koymaktadır. Ama Julian Assange, çok iyi niyetli, kahraman, demokratik değerleri savunan bir isim değildir. Assange; son derece şaibeli, bence istihbarat servisleri ile bağlantısı olan şüpheli bir şahıstır. Zaten bu kadar sıkıştırılması, İngiltere’nin ve ABD’nin bu meselenin peşini bırakmaması, 2-3 yıla yakın Londra’da büyükelçilikte mahsur kalması ve şimdi tutuklanması ki kolay kolay da hapisten çıkacağını zannetmiyorum, küresel bir ifşa olması açısından ve toplumun dikkatini çekmesi açısından önemlidir. Aslında içerdiği bilgiler, ABD’nin 2-3. Seviye diplomatların kendi karargâhlarına yazdıkları mevcut görevler yaptıkları ülkelerdeki temel değerlendirmeleri açığa çıkarmaktadır. Diplomatların yaptıkları rutin değerlendirmeler… Ama buradaki enteresan değerlendirmeler, ABD’nin siyasetindeki kirli noktaların ifşa edilmesi açısından önemlidir. Siyaset dünyanın her yerinde kirli bir şeydir. Bu ABD’ye mahsus bir şey değildir. Yani şöyle bir tabir vardır; bir sosisin içerisinde ne olduğu ile devlet işlerinin nasıl yürüdüğünü çok merak etmemek lazım. İsviçre de böyledir, ABD de böyledir, Türkiye de böyledir. Devlet işleri böyledir, tıpkı sosisin içinde ne olduğunu bilmediğimiz gibi. Ama bunların ifşa edilmesi açısından önemlidir. Bu yüzden WikiLeaks, çok dikkat çekmiştir. Aynı şey, Edward Snowden’ın büyük ifşaları için de önemli, bunları aynı çerçevede düşünebilirsiniz.

 

4) Çok teşekkür ederim hocam. Sizce siber savaş kavramı nedir? Geleceğin savaş modeli siber savaştır, diyebilir miyiz?

Darıcılı: Ben siber savaş yerine siber çatışmayı kullanmayı tercih ediyorum. Çünkü savaş, uluslararası hukuk açısından bir kavramı, bir hukuki durumu açığa çıkartan bir şeydir. Siber çatışma kavramının savaş yerine şu an için kullanılması daha mümkündür. Savaş, iki devletin topyekûn birbiri ile çalışma halidir. Ama günümüzde hem klasik güçler, konvansiyonel güçler hem de internet teknolojili siber saldırılar da yapılabilir. Yani, gelecekte tamamen dijital ortamlarda savaşların yapılacağını söylemek çok doğru değildir. Siber saldırı imkânları kullanılacaktır. Bu da hibrit savaş dediğimiz kavramı açığa çıkarmaktadır. Yani, klasik yöntemlere ve internet teknolojileri ile oluşan bir savaş stratejisidir. Çok yeni bir şey değil, aslında ‘Revolution in Military Affairs’ doktrini ile SSCB Kara Kuvvetleri Komutanı Marshal Ogarkov bunu kavramsallaştırmıştır. Amerikalılar da buna cevaben Yıldız Savaşları projesini ortaya koymuştur. Ama iki proje de gerçekleşmemiştir. Yani internet-ağ teknolojilerinin klasik güce eklemlenmesi, günümüzde de teknolojik gelişmeler ile beraber, ki bunu propaganda boyutuna ekleyelim, çünkü savaşta her zaman önemlidir, günümüz orduları hem gücü hem internet teknolojilerini kullanan hibrit bir savaş modeline doğru stratejilerini geliştirmektedir.

 

5) Siber çatışma dediniz… Sizce siber çatışmanın fiziksel bir askeri müdahaleye riski var mıdır?

Darıcılı: Tabi ki vardır. Ama buradaki kritik nokta; siber uzayda anonim bir nitelik söz konusudur. Siber uzayda saldırgan, çeşitli yazılımlar, TOR bilgisayarlar, botnet’ler ile kimliğini gizleyebilmektedir. Bunu biraz teknoloji ile ilgilenen herkes bilmektedir. Örneğin, RF’nın organize ettiği bir siber saldırı Türkiye’ye Gürcistan üzerinden yapılmış gibi gösterilebilir. Dolayısıyla ispat sorundur. Ama bakın, şu anki mevcut teknoloji ile ispat sorunludur. Teknoloji sürekli gelişen bir şeydir. Şu an için ispat edilemediği için biraz daha sıkıntılıdır. Eğer bir ülkeye husumetle saldırı yapıyorsanız, bu klasik güçle de olabilir, siber uzayda da olabilir, BM Misakı’na göre savunma hakkınız vardır. Dolayısıyla buna mukavemet edebilirsiniz, bu da bir çatışma ortamının doğmasına neden olacaktır. Ama bunlar için daha erken, teknolojinin gelişmesini beklemek lazım. Ama sürekli gelişen bir alan olduğunu da söylemek gerekmektedir.

 

6) Siz kitabınızda ABD ve RF’nin siber orduları olduğundan bahsetmişsiniz. Peki, diğer devletlerin de siber orduları var mı?

Darıcılı: Tabi ki var. Çin’in de var. Türkiye’nin de bir siber alay komutanlığı var. Her ülkenin var. Dediğimiz hibrit savaş modeli çerçevesinde… Ama bunu klasik bir ordu düzeni gibi düşünmemek lazım. Tabi ABD’nin ya da RF’nin teknoloji kapasitesi ile Türkiye’nin teknoloji kapasitesi kıyaslayamayız. Onların siber imkânları, teknolojileri daha fazla olduğu için siber ordu kapasiteleri ya da orduların içerisindeki siber güç kapasiteleri bizden daha fazladır. Bu devletlerin gelişmişlik düzeylerinin teknolojiye sahip olmaları ile doğru orantılı bir şeydir. Ama her devletin kendi imkân ve kapasitesi çerçevesinde silahlı kuvvetleri içerisinde siber birlikler, alaylar veya ordu seviyesinde yapılanlar kurdukları veya kurmaya çalıştıkları bir gerçektir. Bu noktada İran, İsrail, Kuzey Kore, Çin önemli bir aktördür. Mesela NATO, bir kolektif güç, savunma örgütü olmasına rağmen önemli bir aktördür.

 

7) Siber Güvenlik Staj Grubu olarak her birimiz farklı devletlerin siber güvenlik stratejileri üzerine bir çalışma yürüttük. Ben de büyük ölçüde sizin kitabınızdan yararlanarak ABD’nin siber güvenlik stratejilerini anlattım. Sizce devletlerin siber stratejilerine bakıldığında genel olarak hangi temellere dayandığı söylenebilir?

Darıcılı: Bunu genel olarak söyleyemeyiz. Her devletin dış politikaları, dış politikalarındaki hedefleri veya iç politikadaki tehdit algılamaları ile şekillenen bir durumdur. Örneğin, Çin daha çok espiyonaj amaçlı bir siber strateji içerisindedir. ABD; hem saldırı hem espiyonaj hem de algı yönetimi üzerinden bir siber stratejiye sahiptir. Aynı şekilde internetin parçalanmasını engellemeye çalışan, bu konuda RF ve Çin’in gayretlerini bertaraf etmeye çalışan bir stratejiye sahip olmaktadır. RF, biraz daha agresiftir, dış politikada doğrudan sorun yaşadığı devletler üzerinden biraz daha saldırı (DDOS atakları ile) kapasitesini geliştirmeye çalışmaktadır. İran, aynı şekilde kendisine, rejimine yönelik saldırıları bertaraf etmek için hem Suudi Arabistan’ı hem İsrail’i hem de ABD’yi hedef alan bir strateji içerisindedir. İsrail, espiyonaj açısından çok önemli bir aktördür. Stratejisini bu şekilde geliştirmektedir. Özellikle İsrail, çok enteresan bir modeldir. Geliştirdiği üniversite, güvenlik bürokrasisi ve özel sektör modeli ile siber espiyonaj ürünlerini ihraç eden bir devlettir. Geçen sene 6 milyon $’lık bir espiyonaj yazılımı ihraç etmiştir. Bu sektörü dünyada elinde tutan bir stratejiye sahiptir. Bu konuda da çok ciddi mesafe almış vaziyettedir. Her devletin bu şekilde stratejileri vardır.

 

8) Siber terörizm nedir? Siber terörizm kapsamına hangi kavramlar dâhil edilebilir?

Darıcılı: Terörizmin genel birçok tanımı yapılıyor. Korku, şiddet, propaganda öğeleri kullanılarak, toplum manipüle edilerek siyasi bir amacın temin edilmeye çalışılmasına biz terörizm diyoruz. Yani genel olarak toplum üzerinde korku, şiddet, baskı yaratılması, manipülasyon ve propagandanın kullanılması, siyasi bir hedefe şiddetle ulaşılması… Bunlar ana öğelerdir. Dolayısıyla siber imkânlarında terör örgütleri tarafından kullanılması siber terörizm kavramını açığa çıkarmıştır. Ama siber terörizm çok abartılan bir kavramdır. Hollywood filmleri ile olan bir şey bu. Şu ana kadar bilinen çok önemli hasara yol açan bir siber terör faaliyeti henüz olmamıştır dünyada. Olmayacağı anlamına da gelmez. Gelecekte terör örgütleri bu tür imkânları kullanmaya gayret edecektir. Ama siber terörizm kavramı içerisine geniş bir açıdan bakarsak: Propagandayı koyabiliriz. Yani sosyal medya, özellikle DAEŞ ile beraber korkunç şekilde terör örgütünün propagandası açısından kullanılmaya başlanmıştır. Bunu PKK da kavradı, Afrin Harekatı’ndan sonra PKK da çok ciddi şekilde sosyal medyayı manipülasyon ve propaganda açısından kullanmaktadır. Yani sadece şiddet olayı bir yerde eylem olarak değil, propaganda açısından da terörizmi düşünürsek önemli bir kavramdır. Ama bugüne kadar bilinen doğrudan bir siber saldırı eylemi dünyada gerçekleşmemiştir. Umarım da gerçekleşmez.

 

9) Peki, sizce devletlerin kritik altyapıları ve nükleer santrallerine yönelik siber saldırı riski var mıdır?

Darıcılı: Her zaman var. Ama bunu bir devlet mi yapacak yoksa bir terör örgütü mü yapacak? Kritik altyapılardan zaten enerji altyapılarına yönelik var. 2014-2015’de Ukrayna’nın elektrik santrallerine Ruslar yapmıştır. Bizim de hatırlarsınız, 3 yıl önce Türkiye’de elektrikler kesildi. Bir anda Türkiye’nin %40’ı elektriksiz kaldı ki arkasında ne olduğu hala tam olarak bilinmemektedir. İran destekli bir siber saldırı olduğu iddia edilmektedir. Dediğim gibi kritik altyapılar hedef alınacaktır. Hedef alınma ihtimali mümkündür. Nükleer santraller, elbette tehlike arz etmektedir. Enerji santralleri, sulama sistemleri… bunlar kritik altyapılardır. Örneğin, bir POLNET sistemi de… Antalya Havalimanı’na Temmuz ayında POLNET sistemini çökertin veya İstanbul Havalimanı POLNET sistemini çökertin, bakın Türkiye ne kadar büyük bir zarara uğrayacaktır. Bunlar olabilecek şeylerdir. Buna karşı tedbir almak lazım. Bunu bir devlet de yapabilir, bir terör örgütü de bir hacker grubu da yapabilir. Siber uzayda aktörler çeşitlidir.

 

10) Teşekkür ederim hocam. Haberlerde siber vatan kavramı geçmeye başladı. Türkiye’nin Siber Vatan söylemi hakkında ne düşünüyorsunuz?

Darıcılı: Şimdi mantık olarak Mavi Vatan sonra Siber Vatan… Yani nasıl söyleyelim… İnsanlık kara, deniz, hava, uzay ve siber uzay olarak beş boyuttan oluşmaktadır. Birinci boyut, kara; ikinci boyut, deniz (teknoloji ile beraber); üçüncü boyut, hava; dördüncü boyut, uzay; beşinci boyut ise insan eliyle yapılmış dijital bir alan olan siber uzay diye tarif edilmektedir. Siber uzayın tanımı ile ilgili olarak henüz bir uluslararası hukuk belgesi yoktur. Siber uzayın (internetin) yönetimi ile ilgili bir anlaşma da söz konusu değildir. Siber vatan kavramı, Türkiye’nin siber uzay alanı var, burada egemenlik hakları var, bu noktada da savunma kapasitemizi de geliştirelim, demektir. Teorik olarak güzel ancak ne yapıyoruz? Hiçbir şey… Popüler olduğu için konuşuluyor, yapmak lazım. Mantığı, Türkiye’nin ulusal siber uzay alanını koruyacağız demektir. Ama uluslararası hukuk açısından daha bunun bir karşılığı yoktur. Yani bir Mavi Vatan gibi değildir. Çünkü orada karasuları, kıta sahanlığını belirleyen uluslararası hukuk kuralları vardır. Ama siber uzay bir kere kavram olarak netleşmiş bir kavram değildir. Dolayısıyla henüz çok olgunlaşmamış, erken bir kavramdır.

 

11) Türkiye’de siber güvenlik konusunda terörle mücadele için ne tür önlemler alınmaktadır?

Darıcılı: Türkiye’de Emniyet’in içerisinde Siber Güvenlik Daire Başkanlığı var. Burası genelde adi suçlarla ilgileniyor. Ama terör örgütü propagandası ile de ilgileniyor. Yani temel görev Emniyet’in üzerindedir. Milli İstihbarat Teşkilatı içerisinde de Daire Başkanlığı olduğunu biliyorum. Ama bu genelde yurtdışına yönelik faaliyetleri gerçekleştirmektedir. Yurtiçindeki faaliyetleri takip ediyor mudur, bilemiyorum açıkçası. Türkiye’deki terör örgütlerinin faaliyetleri genelde siber saldırıdan ziyade propaganda şeklinde cereyan ediyor. PKK’nın, DEAŞ’ın ve FETÖ’nun bu konuda ciddi faaliyetleri var. Bunları engellemeye yönelik de Siber Güvenlik Daire Başkanlığı’nın Siber Devriye diye bir programı var, yani projesi var diyelim. İşte bu proje kapsamında faaliyetler yürüttüklerini biliyorum.

 

12) BM, NATO, AB ya da Şangay İşbirliği Örgütü gibi örgütlerin siber güvenlik ve yeni tehditler konusunda ne tür tedbirler aldığını söyleyebiliriz?

Darıcılı: Burada en önemlisi NATO’dur. AB’nin biraz daha düşük ve ŞİÖ’nin daha sınırlı faaliyetleri vardır. NATO, kolektif güvenlik örgütü olarak özellikle 2007 Estonya Saldırıları’ndan sonra siber farkındalık açısından ciddi mesafe aldı. Talin’de kurulan Siber Mükemmeliyet Merkezi üzerinde, burasını bir füzyon merkezi gibi düşünün, ciddi derecede siber güvenlikle ilgili olarak çalışmalar gerçekleştiriyor. Üye ülkelerine yardımlar yapıyor. Bu konuda saldırılar olursa kolektif bir güvenlik şemsiyesini yaratmaya çalışıyor. Bu konuda konferanslar düzenliyor, eğitimler veriyor. Ülkelerde birimler açıyor. NATO, çok ciddi mesafe almış vaziyettedir. Talin Belgesi, ‘Tallinn Manuel’ dediğimiz el kitabı ile de uluslararası hukuk açısından da siber güvenlik ile ilgili çalışmaları domine etme gayreti içerisindedir.

 

13) Son olarak da bu alanda çalışmak isteyen öğrencilere nasıl tavsiyelerde bulunmak istersiniz?

Darıcılı: Uluslararası ilişkiler açısından siber güvenlik önemli bir çalışma alanı, güncel bir çalışma alanıdır. Uluslararası güvenliğin bir alt alanı gibi düşünün. Türkiye’de uluslararası güvenlik çalışmaları genelde güvenlik, terör ve çatışma çözümleri gibi klasik, bugüne kadar uluslararası ilişkiler disiplininde defalarca çalışılmış alanlarda daha fazla ilgi vardı. Ama son dönemlerde gençler teknoloji ve güvenlik etkileşimi konusunda yüksek lisans ve doktora tezleri üretiyorlar. ABD’de çok ciddi çalışılan bir alandır. Uluslararası ilişkiler disiplini açısından siber güvenlik önemli bir alandır. Ben de bu konuda Türkiye’deki ilk doktora tezlerinden birini yaptığım zaman  bana “sen ne yapıyorsun” denilmişti. Ama şimdi mesela Türkiye’de bu işi çalışan 10’a yakın akademisyen ve bir sürü de genç öğrenci var. Ben teknoloji ve güvenlik etkileşimi adı altındaki her konuyu öğrencilere şiddetle tavsiye ederim. Klasik konulardan uzaklaşın derim. Çünkü zaten defalarca yazılmış… Farklı olmak istiyorsanız, daha farklı işler yapmak istiyorsanız, daha yeni konuları çalışmanızda fayda var. Mesela yapay zekayı çalışabilirsiniz. Siber güvenliği çalışabilirsiniz. Mesela iklim, Türkiye’de az çalışılır. İklim değişikliğinin güvenliğe etkisini çalışabilirsiniz. Yani güvenlik ve teknoloji etkileşimi üzerine her konuyu şiddetle çalışmanızı tavsiye ederim. Ama bu konu (siber güvenlik) Türkiye’de sınırlı bir alan olduğu için, sınırlı bir literatür olduğu için, özellikle bu alan ABD tarafından domine edildiği için en azından okuma için iyi düzeyde İngilizce, yani okuduğunuzu anlayacak seviyede, olması lazım. Zaten okudukça da İngilizceniz gelişir. Bu noktalara dikkat edin. Ayrıca literatür ABD tarafından domine ediliyor, tabi ABD literatürü kendi çıkarları doğrultusunda domine ediyor. Bunu da unutmayın. Onların her yazdığı da doğru değil. Kendi akıl süzgecinizden yazılanları geçirerek analiz edin. Her zaman şüpheci davranın.

 

Hocam, bize vakit ayırdığınız ve sabırla tüm sorularımızı cevapladığınız için sizlere çok teşekkür ederiz. Konu hakkında bilgi sahibi olmayan öğrenciler için de siber güvenliğin genel hatlarını çizmiş oldunuz. Emeğinize sağlık.

 

ŞEYMA NUR REŞİTOĞLU

Siber Güvenlik Staj Programı

Eleştirel Söylem Analiz Çerçevesinde Orta ve Üst Sınıftan Kadınların İkinci Dalga Feminizme Yaklaşımı

 

Özet

Bu çalışmanı temel amacı, orta ve üst sınıftan kadınların 1960’larda Simone de Beauvoir tarafından ortaya çıkan “Kadın doğulmaz, kadın olunur.”  önermesi ile başlayan ve 1980 yılı ile birlikte Türkiye’de de etkisini gösteren ikinci dalga feminizme yaklaşımını eleştirel söylem analiz çerçevesinde incelemektir. Araştırmada ilk olarak Jacques Derrida’nın yapı-söküm tekniği ve onun ekolünü takip eden Michel Foucault’un iktidar-güç ilişkisi içinde yaklaştığı eleştirel söylem analizi aktarılacaktır. Bunun devamında ikinci dalga feminizmin genel çerçevesi ve yaşamsal pratiklerine değinilecektir. Eleştirel söylem ve ikinci dalga feminizmin genel çerçevesi sunulduktan sonra orta ve üst sınıftan kadınlarla görüşme yapılarak feminizme yaklaşımları ve ikinci dalga feminizm pratiklerinden ev içi ve iş hayatı eşitsizlikleri analiz edilecektir.

 

Anahtar Kelimeler: Feminizm, Yapısöküm, Eleştirel Söylem, İkinci Dalga Feminizm, Ev İçi Eşitsizlik, İş Hayatı Eşitsizliği

 

                                                         Abstract

The main purpose of this study is to examine the middle class and upper-class women’s approach to second wave feminism that started with a premise in the 1960s suggested by Simone de Beauvoir “One is not born, but rather becomes a woman.” and showing the effects in Turkey in the 1980s within the framework of critical discourse analysis. In the research, firstly, the critical discourse analysis of Jacques Derrida’s deconstruction technique and Michel Foucault, who followed his school, approached the relationship of power-authority will be explained. In the following, the general framework of second-wave feminism and vital practices will be discussed. After presenting the general framework of critical discourse and second wave feminism, interviews with middle and upper class women will be conducted to analyze feminism approaches and inequalities in domestic and work life from second wave feminism practices.

 

Key Words: Feminism, Deconstruction, Critical Discourse, Second Wave Feminism,  Domestic Inequality, Work Life Inequality

 

Giriş

Düşünceler dil aracılığı ile ifade edilir. Düşüncenin oluşum süreci, aktarım zamanı ve tüm bu süreçler söylemin bir parçasını oluşturur. “Söylem belirli kurallar, terminoloji ve konuşmalardan oluşan sistematik dilsel düzenleri betimlemek üzerine kullanılan bir kavram olarak kategorize edilir.” (Tonkiss, 2006). Söylem analizi çalışmaları içinde yer alan eleştirel söylem, modern söylemsel pratiği oluşturur. Modernleşme ve onu takip eden süreçlerle beraber eşitsizlik gittikçe artmıştır. Bu noktada eleştirel söylem analizi, söylem analizinden farklı olarak eşitsizlikler ve bunu yaratan durumları çözümleme olarak adlandırılabilir. Özellikle Jacques Derrida doğruyu gösteren metinleri ve anlayışları yıkmak için yapısöküm tekniği kullanır ve tekrar inşa edildiğini not eder. Bu durum aynı zamanda olayların eleştirel olarak değerlendirilmesidir. Derrida’nın söylem analizini katkı sağlayan söylemin hem özneleri hem de nesneleri oluşturduğunu düşünen Michel Foucault’un çalışmalarında kullandığı önemli çözümleme biçimleri insanın toplum içerisinde işlev ve konumunu bulma denemesi olarak tanımlanır (Şahin, 2017). Michel Foucault’un Deliliğin Tarihi kitabından yola çıkarak feminist hareket, eleştirel feminist söylem analizini geliştirmiştir.

18. yüzyıldan itibaren feminist hareket; siyasi, toplumsal, sosyal, hukuki vb. pek çok alanda kadın ve erkek arasında oluşan eşitsizlikler üzerine incelemeler ve açıklamalar yapmıştır. Uluslararası ilişkiler disiplini içerisinde teorik bakımından katkı sağlayan pek çok yazar olmasına rağmen pratiğe geçiş aşaması zor olmuştur. Bunun sonucu olarak farklı kültür ve sınıflardan kadınlar ve bununla beraber feminizmin farklı türlerinin meydana gelmesi söz konusu olmuştur. Çünkü kadınlar, “öteki konumunda” görülmede kültürün ve sınıfın etkisini bu dönemde fark etmiştir. Pratikte ikinci kuşak feministler, iktidar ilişkilerinin yaratmış olduğu eşitsizliğin ele alınmasına ve ortadan kaldırılmasına yönelik olarak etkili bir mücadelede bulunmuştur (Özden, 2020). Ataerkil toplum düzeni ve bununla birlikte kadını daha aşağı çeken bu etmenleri feminist eleştirel söylem analizi çerçevesinde çözümlemeye çalışan farklı bir grup oluşmuştur.

 

Eleştirel Söylem Analizi

Söylemin yapısını anlayabilmek için öncelikle dil ile ilgili bir temel oturtmak doğru olacaktır. Dil için yapılan genel tanımlamaların dışında söylem açısından dilin önemini vurgulamak gerekiyor. Dilin öneminin düşüncelerimizin bir ifade biçimi olduğunda yattığını vurgulanmaktadır. Dil sadece basit bir temsil ya da yansıtma aracı değildir. Dil değişik fonksiyonları içerisinde barındıran karmaşık sistemler bütünüdür (Elliot, 1996, s.65). Dış dünyada var olan her şey bir bütün içindedir. Ancak dil sayesinde kavramsallaştırarak anlaşılır kılma gayreti içindeyizdir. Dil aynı zamanda bireylerin toplumsal açıdan belirgin kimlikler üstlenerek “bir şeyler” olmalarını da sağlamaktadır (Gee, 2011). Tüm bu dilin etkilendiği durumların incelenmesi söylemi yaratmaktadır.

Aydınlanma dönemi ile beraber, kelimeler ya neredeyse hiçbir şey ifade etmiyor ya da farklı bağlamlarda daha kesin ama oldukça farklı anlamlarla kullanılmaya başlandı. Ancak birçok durumda, söylem kelimesinin altında yatan genel fikir; dilin, insanların sosyal yaşamın farklı alanlarında yer aldıklarında izledikleri farklı kalıplara göre yapılandırıldığıdır. Bu durumda söylem sosyal, siyasi, kültürel, ekonomik alanlar gibi, sosyal hayatın tüm yönleri ile ilişkilidir (Sözen, 1999). Bu noktada söylem sadece kelimelerin incelenmesinde değil; aynı zamanda kimin söylediği, kime söylediği, ne amaçla söylediği gibi unsurları kapsar. Bu durum beraberinde kelimelerin anlamlarında bulunduğu sosyal konuma göre değişiklik gösterebileceğini belirtir. Söylem analizi bunu çözümlemek ile uğraşmaktadır.

Toplumsal, siyasal ve ekonomik tezahürler; Aydınlanma ile başlayan, Sanayi Devrimi ile devam eden dönüşüm içerisinde etki alanını genişletmiştir. Geleneksel toplumsal yapının dönüşmesi ile birlikte karşıtlık içerisinde modernizm ortaya çıkmıştır. 20. yüzyılın ortalarından günümüze kadar ortaya çıkan postmodernizm kavramı, modernizmin bir eleştirisi olarak tanımlanmıştır. Postmodernizm her türlü bütünleştirici, genelleştirici yaklaşımları reddeden; modernizmin kapladığı dünyada modernizmin ilerlemeci, kalkınmacı yaklaşımlarının insanları baskı altında tuttuğu öngörüsüyle evrensel ve genel bütün söylemlere karşı çıkmaktadır (Kaypak, 2013). Böylece postmodernistler dilin gerçeği yansıtmadığı yönünde eleştirileri dile getirirler.

Bu eleştirileri dile getirmenin bir sonucu olarak eleştirel söylem analiz ihtiyacı doğmuştur. Çünkü bir söylem içinde yer alan farklı söylemler ve söylemin farklı düzenleri arasındaki ilişkiler araştırılmalı ve analiz edilmelidir. Yapısalcı dil çalışmaları yürüten İsviçreli düşünür Ferdinand de Saussure, yapısöküm kavramını kazandıran Jacques Derrida ve Fransız düşünür Michel Foucault eleştirel söylem analizinin en önemli isimleridir.

Jacques Derrida’nın dil çalışmalarına yaptığı en büyük katkı yapısöküm tekniği olmuştur. Yapısöküm tekniği, birbirinin zıttı ile var olan dikotomiler üzerine yaptığı eleştiriler ile anlaşılabilir. Dikotomiler birbirinin zıttı anlamında kullanılır. Her anlamda diğerinin üstünde bir üstünlük kurulmasına karşı çıkan Derrida, zıtlarıyla bir anlama sahip olabilecekleri görüşündedir. Örneğin kadın/erkek zıtlığında kadını veya erkeği üstün gösteren dikotomi yerine ikisinin birbirinin zıtlığı içinde var olduğunu savunmuştur.

Foucault, söyleme biraz daha farklı yaklaşmıştır. Özellikle bireyler arasındaki farklılıkların sonucu oluşan kuşku ve kaygı içeriklerine, tarih ile bağlantısına ve bilgi-iktidar arasındaki ilişkilere dikkat çekmiştir. Arasındaki ilişkiyi çözümlerken söylemi; özneyi, tarihi ve bilgiyi birleştiren kavram olarak tanımlamıştır. Böylece bir kavramı tanımlama, mitleştirme ve şeyleştirme (reification) gücünün iktidar ve bilgi arasındaki söylemsel ilişki ile açıklanabileceğini savunmaktadır (Yetim & Erdağ, 2018). Birinin diğerine üstünlüğü, baskı altında tutmasını özne ile ilişkilendirmiştir.

 

Eleştirel Feminist Söylem Analizine Kısa Bir Bakış

Eleştirel söylem analizini feminizm içinde değerlendirdiğimiz zaman, bir söylem eleştirisi yoluyla bilinç yükseltmeye ve sosyal değişime kendini adamış özgürleştirici bir yaklaşım sunulmaktadır. Özellikle Foucault’nun Deliliğin Tarihi isimli kitabı ataerkillik temelinde yatan özneyi eleştirmesi feminist çalışmalarının dikkatini çekmiştir. Bazı noktalarda Foucault‘un ideolojisini reddetmelerine rağmen, feminist hareketi düşüncelerinden yararlanmıştır. Bir söylemin feminist değerler ve pratiklerle nasıl uyuşmadığını gösteren feminist söylem analizi ortaya çıkmıştır. “Eğer bir kitle bilinci varsa, deneysel olarak ‘mevcut’ olmalı, kendisi de ona katılanlar için açık bir şey olmalı veya en azından onu ileten dilde deneysel olarak tezahür etmelidir. Bu durumda ‘feminizm’in ne olduğunu göremeyebilir ancak yapılarını iletebiliriz.’’ (McGee,1980). Örnek vermek gerekirse bir öğretmenin cinsiyeti mesleki değerlerde yer almaz. Öğretmenleri cinsiyet kimlikleriyle yargılamak yerine, feminist söylem analizi bireysel öğretim uygulamalarına daha fazla ağırlık verir. Ataerkil toplumlarda cinsiyet söylemine yönelik eleştirel araştırmalara odaklanmak -bu tür teşhis analizlerinin sosyal değişimi getirebileceği umuduyla- daha önemli olmaya başlamıştır.

 

İkinci Dalga Feminizm ve Pratikleri

Feminizm hareketinin 1792 yılında yayınlanan Mary Wollstonecraft’ın “A Vindication of the Rights of Women” adlı eseriyle başladığını belirtebiliriz. Doğal hakların düşüncesinden yola çıkarak feminist hareket; kadınların da erkekler kadar akıl gücüne sahip olduğunu, eğitim ve eleştirel düşünce sayesinde kadınların bunun üstesinden geleceğine vurgu yapar. Kadınların, erkeklerin egemen olduğu toplum yaşamını keşfetmeye başladıkları bir dönemdir. Genel çerçeveye baktığımızda talep ettiği konular kadınların oy kullanması, eğitimde fırsat eşitliği ve kadınların mülkiyet haklarını içermekteydi (Taş, 2016). Bu dönemin devamında feminist hareket daha kapsayıcı olma yolunda ilerlemiş ve ikinci dalganın ortaya çıkması ile devam etmiştir.

İkinci dalga feminizm Batı’da 1960’lı yılların sonlarında ivme kazanmıştır. Simone de Beauvoir’in varoluşçuluk ideolojisinden yararlanarak kadın ile erkek arasındaki eşitsizliğe odaklanmıştır. Ancak özne olduklarını düşünen kadınlar kendilerini “erkeklerin onları öteki konumunu benimsemeye zorladığı bir dünyada yaşar bulurlar.” (Donovan, 2015). Kadınların ev işi yapmak, çocuk büyütmek gibi tekrara dayalı işler yapması kadınların bilinç yükseltmesine engel olduğunu düşünen Beauvoir’in düşüncelerine ek olarak pek çok ikinci dalga feminist, farkında olmanın kadınları öteki durumundan kurtaracağını öngörür. Bu durumun çözülmesi için kadınların eğitim alma, çalışma, yaşamına katılma, siyasi yapılar içinde yer alma gibi haklarının olduğunu savunmuşlardır. Farklı yaşam tarzlarına, farklı siyasi düşüncelere, farklı dünyalara sahip kadınların bu dönemde birbirini tanıması “bilinç yükseltme” durumunu ortaya çıkarmış ve farklı algılara sahip kadınların kendilerini tanımaya, toplumsal ve sosyal alandaki cinsiyet rollerinin tekil şahısların üzerindeki etkilerini sorgulamaya vesile oluyordu (Taş, 2016).

Özel alanın hala erkek egemenliğine bağlı kalması yine ikinci dalga feminizminin dikkatini çeken bir konu olmuştur. Aile kurumunda yer alan ev işleri, çocuğa bakma gibi sorumlulukların kadınlara atfedilmesi ve aile içi rollerde kadınların fazla sorumluluk alması kadının kamusal ve sosyal alana katılımını zorlaştırmıştır. Bu etkenlerin artması ile birlikte toplumun uymaya zorladığı kalıplar altında kadınların kamusal alana aktif olarak katılmasında dezavantajlı bir durumun olduğu fark edilmiştir.  Böylece kamusal alan ve özel alan ayrımı tartışılması gereken bir konu olmuştur.

Kadınların her alanda özgürleşmesini hedefleyen ikici dalga feministleri kadınlar, bedenlerinin erkek denetiminden çıkmasını talep etmişlerdir. Bu dönemde kürtaj hakkı, kadınların talep ettiği en önemli unsurlardan biri olmuştur. Böylece kadınlar kendi bedenleri hakkında söz sahibi olabilecekti. Dolayısıyla giderek radikalleşen feminizm;  şiddet, taciz,  kürtaj,  mobbing gibi konularda kampanyalarla örgütlü hale gelmiştir  (Tidd, 2004). Feminizmin 1970’lerden itibaren eylemler üzerine yoğunlaşmış olması ile beraber “Feminist Hareket” olarak teorinin pratiğe döküldüğü harekete dönüşmesine ön ayak olmuştur.

Eylemlerin hız kazanması ile beraber özellikle bilim ve sanat alanında kadının dezavantajlı durumu ortaya çıkarılmaya çalışılmıştır. Toplumsal cinsiyet rollerinin pekiştirildiği ders kitaplarının cinsiyetçi kodlarını deşifre etmişlerdir (Kolay, 2015). Dönemin içinde yer alan ünlü edebiyatçıların eserlerinde kadınları aşağı gösteren betimlemelerin kullanılması şiddetle eleştirilmiştir.

 

Yöntem

Araştırma orta sınıf ve üst sınıftan kadınların ikinci dalga feminizme yaklaşımını incelemeye yönelik nitel bir çalışmadır. Bu araştırmanın analizinde kadınların feminizme bakış açısını tespit etmeye çalışırken ikna edici dilin kullanılması olan sosyolojik bir yaklaşım izlenmiştir. Sosyolojik yaklaşımın işlevi, söylemlerin hem kişisel hem de sosyal açıdan güçlendirici ve güçsüzleştirici yönlerini açıklığa kavuşturmaktır (Saukko, 2003).

 

Çalışma Grubu

Araştırmanın çalışma grubunu 6 kadın oluşturmaktadır. Araştırmanın amacına uygun olarak 3 kadın orta sınıf ve 3 kadın üst sınıftan seçilmiştir. Başlangıçta 8 kadın düşünülmüş, 2 kadın görüşmeyi kabul etmemiştir. Araştırmada nitel araştırma geleneğine uygun amaçlı örneklem yöntemlerinden ölçüt örnekleme (purposive sampling) yöntemine uygun olarak kadınlar seçilmiştir. Ölçüt örnekleme, örneklemin problemle ilgili olarak belirlenen niteliklere sahip kişiler, olaylar, nesneler ya da durumlardan oluşturulmasıdır (Büyüköztürk, 2012).

 

KadınYaşMedeni
Durum
    SınıfEğitim DurumuÇalışma Durumu
1.Kadın50 yaş ve üstüEvli    OrtaİlkokulÇalışıyor

 

2.Kadın50 yaş ve üstüBekâr   OrtaLiseÇalışmıyor
3.Kadın25 yaş ve üstüEvli   OrtaLisansÇalışmıyor

 

4.Kadın30 yaş ve üstüBekâr   ÜstYüksek lisansÇalışıyor
5.Kadın30 yaş ve üstüEvli  ÜstLisansÇalışıyor
6.Kadın40 yaş ve üstüEvliÜstLisansÇalışıyor

 

Yukarıda yer alan tabloya göre 3 kadın orta sınıf, 3 kadın üst sınıftan seçilmiştir. Orta sınıf kadınlar 25 ve 50 yaş grubu arasından seçilmiştir. 3’ünün eğitim seviyesi farklıdır ve sadece 1 kişi çalışmaktadır. Üst sınıf kadınlar 30 ve 40 yaş grubundan seçilmiştir. 2 kişinin eğitim seviyesi lisans, 1 kişinin eğitim durumu yüksek lisanstır ve hepsi çalışmaktadır. Özellikle evli kadınlar tercih edilmiş ancak analizin farklı yönlerini görebilmek adına orta sınıftan ve üst sınıftan birer bekâr kadın seçilmiştir.

 

Veri Toplama Araçları

Veri toplama yöntemi olarak yarı yapılandırılmış görüşme tekniği tercih edilmiştir. Konuyla ilgili önceden hazırlanan sorularla görüşme gerçekleştirilmiştir. Görüşme sırasında soruların sırası, soruların soruluş biçimi değişiklik göstermiştir. Görüşmenin gidişatına göre sondaj soruları ve yorumlayıcı sorular da kullanılmıştır. Görüşmeden önce araştırma konusu ile ilgili literatür çalışması yapılmış ve araştırma yazısına dahil edilmiştir.

Araştırmanın verileri 18-24 Ocak 2020 tarihleri arasında çevrimiçi veya yüz yüze görüşme yapılarak toplanmıştır. Araştırmanın verilerinin doğru analizi için görüşme esnasında ses kaydı katılımcıların onayı ile alınmıştır. Görüşme sırasında katılımcıların etkilenmemesi için çoğunlukla müdahale etmeksizin sorular sorulmuş ve kişilerin cevaplarını ve kendilerini nasıl anlamlandırdıklarını anlamaya odaklanılmıştır. Gerekli yerlerde konunun özünü aktarmaya yönelik katılımcılara örnekler verilmiş ve yoruma açık sorular sorulmuştur.

Araştırmada 4 kapalı uçlu, 7 açık uçlu olmak üzere toplamda 11 soru sorulmuştur.

  1. Soru: Katılımcıların yaşı
  2. Soru: Katılımcıların eğitim durumu
  3. Soru: Katılımcıların medeni hali
  4. Soru: Katılımcıların çalışma durumu
  5. Soru: Katılımcıların feminizm hakkındaki kısaca fikri
  6. Soru: Katılımcıların ev içinde ne oranda iş yaptığı
  7. Soru: Katılımcıların ev içinde yaptıkları iş oranına göre artı ve eksi yönleri
  8. Soru: Katılımcıların ev içinde yaptıkları işlerin diğer işlerini engelleyip engellemediği
  9. Soru: Katılımcıların kadınların kurumsal hayatta erkeklere göre avantajlı mı yoksa dezavantajlı mı olduğu hakkında düşüncesi
  10. Soru: Katılımcıların bir işe girmeden önce zorlandıkları şeyin ne olduğu
  11. Soru: Katılımcıların her sektörde yöneticilerin genellikle erkeklerden oluşması hakkındaki düşüncesi

 

Verilerin Analizi

Bu çalışma nitel araştırma yöntemlerinden ve eleştirel söylem analizinden yararlanmıştır. Toplumun grup ve kurumsal seviyesindeki ilişkiler ideolojiktir ve ideolojiler, bu ilişkileri etkileme ve açıklama gücüne sahiptir. İdeolojileri nasıl edindiğimiz, öğrendiğimiz ve değiştirdiğimizi etkileyen dil kullanımı ve söylem son derece önemli bir toplumsal pratiktir (Özer, 2011). Söylemin de ideolojinin sürdürülmesini sağlayan, bireysel ve toplumsal bilişsel şemaları farkına varılarak ya da varılmadan etkileyen önemli bir gücü bulunmaktadır. Gücün, söylem olarak adlandırılan yazılı ve sözlü dil kullanımı ile olan ilişkisinin belirlenebilmesi ve yazılı ve sözlü dil kullanımının toplumsal yapıyı nasıl yeniden ürettiğinin anlaşılabilmesi için bütün ve karmaşık bir yapıya sahip olan bağlam incelenmelidir (Van Dijk, 2008). Bu noktada analiz sürecinde görüşme kayıtları incelenmiş ve bağlam çerçevesinde çözümlemeler yapılmıştır. Araştırma yazısının ana konusunu oluşturan ikinci dalga feminizmine kadınların bakış açısını tespit ederken iki konu üzerine yoğunlaşılmıştır. Bunlardan birincisi ev içi eşitsizlik, ikincisi ise iş hayatındaki eşitsizliktir.

 

Bulgular

Görüşmelerden elde edilen veriler sonucunda alan yazına da uygun olarak ev işi ve iş hayatındaki eşitsizlikler feminist ideoloji çerçevesinde analiz edilmiştir. Analiz yapılırken bu alanlar için uygun temalar seçilmiştir.

 

  1. Feminizm Nedir?

Çalışma kapsamında görüşme yapılan kadınlardan öncelikle feminizm hakkında kısaca görüşleri öğrenilmiştir. Bell Hooks’un “A Movement to End Sexist Oppression’’ isimli makalesi “kadınların çoğu, feminizmin olumlu anlamlarından çok ‘kadın özgürlüğü’ konusundaki olumsuz bakış açılarına daha aşinadır” (Hooks, 1956) fikrini savunuyor. Orta veya üst sınıf arasında toplum olarak üst sınıfın orta-alt sınıfa oranla daha fazla bilgili olduğuna dair bir genelleme vardır. Ancak araştırmaya konu olan kadınlarla yapılan görüşmelerde bunun yanlış olduğu fikri yer almaktadır. Feminizmin tanımı konusunda tüm kadınların az çok fikri olmasına rağmen görüşme yapılan tüm kadınlar, sadece kadınların haklarına yönelik olduğunu savunuyor.

Görüşme yaptığım kadınlardan feminizm ile ilgili kısa bilgi almak istediğimi belirttiğimde paylaştıkları bilgiler;

  1. Kadın: “Feminizm deyince aklıma baskın kadınlar geliyor. Erkeği çok fazla dış tarafa atanlar diyebilirim.”
  2. Kadın: “Kadınları savunma hakkı diye biliyorum.”
  3. Kadın: “Kendi hemcinslerimden kendi haklarını çok savunamayan insanlar için yine kendi hemcinslerimin oluşturduğu bir ses, bir topluluk, bir akım olduğunu düşünüyorum.”
  4. Kadın: “Feminizm deyince aklıma siyasal ve sosyal anlamda kadınlar ve erkeklerin eşit olduğu aklıma geliyor.”
  5. Kadın: “Sadece kadın hakları olarak görülüp erkekleri saf dışı bırakmak diye düşünüyorum.”

Feminist hareketin odak noktasının cinsiyetler arasında eşit siyasal, ekonomik ve toplumsal haklara sahip olması gerektiği pek çok literatür çalışmasında mevcuttur. Ancak feminist hareketin başından itibaren özellikle ataerkillik ideolojisinin yıkılması hedeflenmiştir. Bu noktada kadınların mücadelesinin ana temelini öncelikle sahip olamadıkları hakları elde etme çabası olarak yansımıştır. Bu yüzden konuya vakıf olmayan kadınların bile konuya bu açıdan yaklaştığı tespit edilmiştir.

Feminizm denince popüler bir söylem olarak “erkek düşmanlığı” tanımı da akla gelmektedir. Ancak feminizm, erkek düşmanlığı söylemi yerine “kız kardeşlik” kavramı üzerinde durmaktadır. Dini, dili, ırkı fark etmeksizin tüm kadınların ortak sorununa odaklanmıştır. Bu yüzden “erkek düşmanlığı” tanımının katılımcılar arasında yer almadığı açıkça gözlemlenmiştir. Böylece kadınların bir noktada tahakküm sistemlerini ve bunların sürdürülmesindeki rolümüzü kavramamızda yardımcı olduğu aktarılabilir.

 

  1. Ev içi Yaşam

Modern dünya içindeki koşuşturmada ve kendini durmaksızın yineleyen hayatın içindeki ev işleri bu hayatın en büyük parçasıdır. Ev işleri kolay veya zor olsa da bir şekilde “halledilmesi” gerekir. Yemek yapmak, çamaşır ve bulaşık yıkamak, aile içinde çocuk ve/veya yaşlı gibi bakıma muhtaç kişiler varsa onlara bakmak gibi pek çok iş ev işini kapsar. Tüm bu görevlerin toplumsal olarak cinsiyetlendirildiği ve kadının görevi olarak kodlandığı bir gerçektir. Dolayısıyla “Ev ve ev işleri, kadınlarla erkekler arasındaki farkın yaratıldığı yerdir.” (Bora, 2018). Ancak ikinci dalga feminizmin başlangıcı ile feminist hareketin bu durumun değişimi için mücadele etmeye başladığını söyleyebiliriz. Bu noktada, araştırma yazısında katılımcıların ev içi yaşamlarının kendi yaşamlarına nasıl etki ettiği tespit etmeye çalışılmıştır.

Kadınlara yüklenen ev işi görevlerinin hala devam edip etmediğini tespit etmek adına katılımcıların “Yaşadığınız ev içindeki kişiler aynı oranda mı ev işi yapıyor?” sorusuna yanıt olarak orta sınıf kadınların “hayır”, üst sınıf kadınların “evet” cevabı verdiği ortaya çıkmıştır. Kadının kamusal hayata katılımının yüksek oranda olduğu üst sınıf kadınlarda bu cevap tesadüfi değildir. İkinci dalga feminizm hareketinin savunduğu, kadınların toplumsal hayata girmesi ile birlikte kadınların daha da bilinçlendiği düşünülmüştür. Ancak hâlihazırda evde olan kadınların “erkek ailesine bakmak ve hayatı kazanmaktan sorumludur” anlayışı ile ev içinde hâkimiyet kurduğu gözlemlenmiştir. Bu durumun üst kesimlerde etkisini gösterdiğini görüyoruz ancak hala orta kesimdeki kadınlar ev işleri ile çok fazla uğraşmaktadır.

Ev işlerinin eşit olarak dağıtılmasının ya da bunun tam tersinin sadece kadınların görevi olarak nitelendirilmesi, iki durum arasında farklar oluşmasına neden olmaktadır. Bu noktada katılımcılara ev işini eşit yapmanın nasıl bir avantaj olduğu ya da evin işlerini üstlenmenin ne gibi zorluklar yarattığı sorulmuştur.

  1. Kadın: “Çalışmadan önce tüm işleri ben yapıyordum. Şimdi ben çalışmıyorum eşim evde. O bana hizmet ediyor.”
  2. Kadın: “Bunaldığınız zamanlarda sürekli aynı şeyleri yapınca işinizi birine devretmek istiyorsunuz. Erkek varsa onun da yapmasını istiyorum. İş bölüşümü olması gerekiyor.”
  3. Kadın: “Genelde kendi yapmak istediğim kişisel alanlara vakit ayıramıyorum. Kendi gelişimimi sekteye uğratıyor.”
  4. Kadın: “Ben bir iş yaparken kızım ya da eşim gelip ben ne yapayım diye sorabiliyor. Hepimizin ev içinde eşit oranda iş yapması beni çok memnun ediyor.”
  5. Kadın: “Kendime zaman ayırmak gibi bir lüksüm oluyor. Kendimle ilgilenebiliyorum. Yapmak istediğim şeyleri özgürce yapabiliyorum.”

Bu durumda her kadının farklı yorumu olsa bile orta sınıf kadınların olumsuz ifadeler içinde olduğu söylenebilir. Çünkü Marjorie DeVaut’un Feeding the Family (Aileyi Beslemek) kitabında bahsettiği gibi “Yemek yapmak, mutfak önlüğünü beline taktığın an başlayıp ocağın altını söndürdüğün an biten bir aktivite değil. O akşam (hatta o hafta) ne yemeklerin yapılacağını düşünüp planlamaktan, yemek piştiğinde ev halkını sofraya toplamaya ve yemek sırasında aile sohbetini teşvik etmeye kadar pek çok başka işi de içeriyor.” (DeVaut,1997). Bu durumda kadınlar yaptıkları ev işlerinin kendi iç dünyalarına engel olduğunu düşünüyorlar. Bunun aksine üst sınıf kadınlar kendilerine ne kadar fazla zaman ayırabildiklerini dile getiriyorlar. Bu durum yine kadınların yaptığı işlerin onlara “bilinç yükseltmede” engel olduğunu bir kez daha gözler önüne seriyor.

Bu durum katılımcılara sorulan üçüncü soruda biraz daha açığa çıkıyor. “Ev içinde yaptığınız işlerin yapmak istediğiniz işlere engel olduğunu düşünüyor musunuz?” sorusu için;

  1. Kadın: “Dansla uğraşıyorum mesela, kitap okuma ile ilgilenebilirim. Sosyal aktiviteleri severim ben. Ama özel alana zaman ayıramıyorum. Sürekli kafada dolaşan bir ev işi var. Hani başka işe yönelmek seni zorlaştırabiliyor. Yapıyorsun ama geçiştiriyor bir kısmı.”
  2. Kadın: “Hayır düşünmüyorum. Çünkü mesela evi toplamam gerekiyor ama ben dışarı çıkmak istiyorsam dışarı çıkmayı tercih ederim. Akışa bırakırım.”

Modern toplumlar, içinde bireyin kendine değer katma ihtiyacının ve bireysel eylemlerin arttığı bir biçimde yaşar. Bu yüzden kadınlar ev işi yapmanın bir nevi külfet olduğunu düşünmüş ve kendilerine daha fazla vakit ayırma ihtiyacı hissetmişlerdir.  Bir kadın kendi yapmayı sevdiği işler yerine ev işlerine kafa yorarken, diğer kadın ise öncelikle kendi yapmayı sevdiği işi tercih ediyor.  Bu durum aslında bir seçim değil. Çünkü kendi işini yapmayı tercih eden kadın aslında ev içinde diğer üyeler ile aynı oranda iş yapıyor ve kendisine vakit ayırsa bile bir şekilde ev işlerinin yapılacağına dair bir güvencesi var. Ancak ikinci kadının böyle bir şansı yok.

 

  1. Çalışma Hayatı

Sanayileşme süreciyle birlikte tarım toplum düzeninin değişmesi, beraberinde kadın ve erkek arasındaki eşitsizliğe yeni bir boyut getirmiştir. Aslında kadınlar değişim ve gelişim ile birlikte çalışma hayatında daha fazla yer almaya başlamışlardır. Bunun nedeni ise kas gücüne dayalı işlerin teknoloji sayesinde kolaylaştırıldığı bir dönem olmasında yatmaktadır. Ancak mevcut toplumsal cinsiyet kalıp ve yargıları kapsamındaki geleneksel kadın rollerinden kurtulamayan kadın, mevcut rollerine yenilerini ekleyerek ayrı gibi görünen iş ve aile kavramlarını birlikte yürütmek ve dengelemek zorunda kalmıştır (Durmaz, 2016).

Bu bağlamda katılımcılara “Kadınlar kurumsal hayatta erkeklere göre dezavantajlı mıdır yoksa avantajlı mıdır?” sorusu sorulmuştur;

  1. Kadın: “Çalışma hayatından mı bahsediyorsun? Kurumsal alanda daha avantaj sağlar. Kadın oldukları için dezavantajlı kalıyorlar. Ego olduğu için dezavantajlılar.”
  2. Kadın: “Dezavantajlı, neden? Hem iş hayatına gidip hem de ev hayatında çalıştığı zaman ağır bir yük biniyor. Erkeklerin iş kısmında bir sorumlulukları oluyor. Daha büyük sorunları olmadığı için daha rahat olduklarını düşünüyorum.”
  3. Kadın: “Kadınlara iş hayatında nereden baktığına göre değişir. Toplumumuz bunu getiriyor. Hem avantajlı hem dezavantajlı. Kadının geriliğinden ya da eşitsizliğinden değil. Erkek daha hırslı olduğu için ya da kadın ev hayatında iş yaptığı için avantajlı olmayabilir.”
  4. Kadın: “Bence bu durumda önemli olan başarı. Yani eğer kadın başarılı ise o da avantajlı olur.”

Aslında bu soruda kadınların iş hayatında erkeklere göre dezavantajlı bir konumda olup olmadıkları sorulmuştur. Ancak tüm katılımcılar dış etmenlere bağlı olarak dezavantajlı olunmasından ama iş hayatına katkı sağlayacağı için avantajından bahsetmiştir.

Kadın üzerinde baba ve koca baskısından öte, ataerkil toplum değerlerinin de baskı aracı olduğu tespit edilmiştir.  Kadınlar, ev içi sorumlulukları olduğu için ve bu görevlerin kadınlara doğal görevleri olarak atfedildiği için erkeklere göre daha değersiz görülmektedir. Aslında bu olgunun yaratılmasında kadının rolünden çok toplumun rolü olduğunu vurgulamak da önemli. Böylece kadınların iş hayatının sorumluluklarını üstlenmede başarılı olamayacağı varsayılmıştır.

Ancak, insanlık toplumun diğer üyeleriyle farklı sosyal ilişkilere girmektedir. Bu durum bireyin toplum içinde farklı sosyal konumlara yerleşmesini sağlamaktadır. Böylece her bireyin farklı kimlikleri oluşmaktadır.  . Endüstrileşme ve şehirleşme, kadınların çalışma yaşamına katılımı ve eğitim imkânlarından yararlanmasını kolaylaşmıştır. Böylece kadınlar sosyal yaşamı kendi lehine çevirebilme imkânı bulmuştur. Çünkü kamusal alanda çalışmak kadınlara bir nevi özgürlüğü ve kendine güveni getirmiştir. Ekonomik özgürlüğe sahip olan kadın, pek çok alanda söz sahibi olabilmektedir.

Katılımcıların görüşü ile Fuller ve kendisinden sonra gelecek feministlerin aktardığı gibi kadınların özgürleşmesinin dünyayı daha iyi bir yer haline getireceği düşüncesi vardır. Kadının varlığının iş hayatı için farklı bir vizyon getirileceği düşünülmüştür. Bu noktada iki açıya değinmekte fayda vardır. Bunlardan birincisi katılımcıların da belirttiği noktalardır: kadınların anne figürü olması, hayata karşı daha barışçıl ve yaratıcı bir dünya yaratmasının iş hayatında da önemli bir faktör olarak görülmesidir. İkincisi ise kadınların hem ev içinde işler yapması hem de iş hayatında aktif rol alması, aslında kadının her alanda yeterli olabileceği görüşünü doğurmuştur. Bu durum özellikle yoğun iş temposu olan alanlarda kadını avantajlı konuma sokmaktadır.

Kadınların iş hayatında yetkinliklerinin artması bir yana, elbette belirli bir oranda zorluk yarattığını düşünerek “Bir işe girmeden önce kadınları en zorlayacak şeyin ne olduğu?” şeklinde bir soru sorulmuştur;

  1. Kadın: “Nasıl insanlarla karşılaşacağım? Bayanlara karşı nasıllar? Saygılılar mı? Parasını veriyorum her şeyi yaptırırım düşüncesindeler mi? gibi endişelerim vardı.”
  2. Kadın: “Yaşım gereği her ikisini yapabiliyorum. Ama iş hayatının 12 saat olmaması gerekiyor. Kendine ayıracağın bir sosyal hayat kalmıyor.”
  3. Kadın: “Bizde ‘kadın biraz yarım akıllıdır’ tavrı var. Zekâ gerektiren bir işe de girsen bunu kanıtlamak zorundasın. Mesela kurumsal bir şirkettesin ama erkeğin kıyafetine dikkat edilmezken kadının tüm bunlara dikkat etmesi gerekiyor. Kadının önce zekâsına odaklanmıyorlar.”
  4. Kadın: “Bence çalışma saatleri çok önemli. Mesela çocuğuma vakit ayıramayacağım bir iş beni zorlayabilir.”

Katılımcıların cevaplarına baktığımızda iki konu üzerinde durulduğu tespit edilmiştir. Bunlardan birincisi iş hayatı ve özel hayatı bir arada götürmek zorunda kalan kadınları en çok zorlayacak etmenin çalışma saatleri olması, ikincisi ise sadece kadın oldukları için iş hayatında önyargıya maruz kalmalarıdır.

Ülkemizde kadın veya erkeğin çalışma yaşamı eğitim seviyelerine göre belirlenmektedir. Çalışan kadınların birincil sorumluluklarının ev ve ailesi olarak görüldüğü ataerkil yapıya sahip ülkemizde, kadınlar iş ve aile yaşamının dengelenmesi sorunu ile karşı karşıya kalmaktadırlar (Ergöl, 2012). Özellikle özel sektörde çalışma saatlerinin fazla olması kadınlarda erkeklere oranla daha fazla baskı yaratmaktadır. Bu yüzden çalışma saatlerinin fazla olmasını sorun eden kadınların orta veya üst sınıflardan olmaları etken olmamıştır. Çalışma saatlerinin sorun olacağını belirtmeyen iki kadından birincisi aile içinde eşinin evde daha fazla sorumluluk aldığı, diğerinin ise bekâr olmasının verdiği rahatlık olduğu gözlemlenebilir. Ancak diğer iki kadının ev içi huzuru sağlamada büyük bir etken olduğunu ve bu yüzden iş hayatı ve ev hayatını dengelemeyi engelleyecek yoğun iş saatlerini onaylamadığı belirtilebilir.

Çalışma yaşamında eşitsizliklerin ortaya çıkardığı sorunlara kadınlara karşı önyargının eklenmesi; “huzursuz” çalışma ortamında zihinsel, psikolojik ve sosyal olarak tükenmiş bir durumda çalışmalarına yol açabilmektedir. İş olanaklarının daha sınırlı kalması, deneyimsiz olmaları, hiyerarşik yapılanmada genellikle yönetilen pozisyonunda olmaları endişelere neden olmaktadır.   Böylece bu yaşadıkları endişenin temel kaynağını çoğu zaman deneyimsizliğin ötesinde deneyimli olsa bile iş hayatında “kadın olma” söyleminin getirdiği olumsuz etkiler olduğu söylenebilir. Katılımcılardan 4. Kadın, kadının zekâsından önce fiziksel görünüşüne odaklanıldığını vurgulamıştır. Bu durumun kadınların kendine güvenmemesinde ikinci bir etken olduğu belirtilebilir.  Kadının cinsel cazibesini kullanarak bir yere geldiği yargısı oldukça yaygın bir söylemdir. Kadınların bu noktada kendilerini kanıtlamak ve önyargıyı kırmak için daha yüksek bir çabaya girmesi gerekmektedir. Bunun sonucunda kimi kadınlar çok daha fazla yorulmakta ve hatta işi bırakma noktasına kadar gelmektedir.

Kadınlar, tüm bu zorlukların içinde iş hayatında var olma çabası içindedir. Ancak yine de genellikle yönetilen konumunda kalmaktadır. Bunun nedenini araştırmak adına katılımcılara “Her sektörde yöneticiler genellikle erkeklerden oluşuyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?” şeklinde soru yöneltilmiştir;

  1. Kadın: “Bunu daha önce hiç düşünmemiştim. Aslında kadınlar olsa daha iyi yönetir. Sektörde tek alana yönelen erkek mantığı ile yola çıkarsak erkekler tek mantık içinde olabilir.”
  2. Kadın: “İster istemez bir taraf tutma oluyor. Kadınlara ne gözle bakılıyor? Ama evli kadınlar için hamilelik ya da kişisel sorumluluklar var. Daha yoğun oldukları için erkeklerin daha özverili çalışacaklarını düşünüyorlar. Aslında kadın daha disiplinli olduğu için her şeye yetişebiliyor.”
  3. Kadın: “Erkekler kendi yapılarından dolayı daha hırslılar. Belki de başka maddeler devreye giriyor olabilir. Kadının her detayı düşünüp yapması gerekiyor. Erkek düz mantıklı ama kadın sadece tek bir iş üzerine yoğunlaşıp devam edebiliyor mu?”
  4. Kadın: “Erkekler yönetici. Kadınlar evlendikten sonra onlar kadar iş yapamayacaklarını düşünüyorlar. Kadınların daha fazla izin alma durumu var. Doğum izni gibi. Ama mesela benim yöneticim de kadın. Kesinlikle kadınlar da çok iyi yönetici olabiliyor.”

Kadınlar toplumun tüm katmanlarının ayrılmaz parçasıdırlar. Kadınlar, ev işlerinin yanı sıra tüm potansiyellerini ortaya koyarak birçok sorumluluk taşımaktadırlar. Kadınlar erkek işçilerden farklı olarak verimlilik dışındaki faktörlerden etkilenmektedir. Bu değerlendirmelerde ortaya çıkması ile kadın-erkek arasında bir ayrımcılığın doğmasına neden olmaktadır. Bu noktada katılımcıların hepsi neden yönetici olamadıklarını açıklamışlardır. Ama aynı zamanda belirli nedenlerden dolayı yönetici konumunda olabileceklerine inançları tamdır. Burada nedenler tamamen dış etmenlere bağlıyken inançlarının kendi içindeki özgüvenden geldiği tespit edilmiştir.

Öncelikle neden yönetici olamadıklarını açıklamak gerekirse, devlet tarafından sunulmayan hizmetlerin önemli bölümü kadınlar tarafından karşılıksız olarak yüklenilir (Küçük, 2015). Çocuk ve yaşlı bakım hizmetlerine yeterli kaynak ayrılmaması buna örnek olarak verilebilir. Yüklenilen bu görevler sonucunda kadınların “işin gereklerini” yerine getirmekte zorlandığı ve performansı düşürdüğü eleştirisi vardır. Kadının doğum iznine çıkmak zorunda kalması da yönetici olamamalarında etkili olmuştur. Bu noktada kadınlar ya yüksek mertebeye çıkamıyor ya da sadece kariyere odaklanarak toplumun gelenek ve göreneklerinden gelen bir baskıya maruz kalıyorlar.

Üst sınıf ya da alt sınıf fark etmeksizin tüm katılımcıların bütün olumsuzlukları aktarmalarından sonra “kadınlar da çok iyi yönetici olabilir” söylemini kullandıkları tespit edilmiştir. Bunun nedeni, çalışma yaşamına giren kadınların ekonomik bağımsızlığını kazanması sonucunda daha özgür, güçlü ve bilinçli olacak olmasında yatmaktadır. Kadının iş hayatına girmesi ile ev işlerinde de söz sahibi olduğu görülmektedir. Bunların ötesinde katılımcıların odaklandığı nokta, kadınların her ne kadar zor olsa da tüm işlere yetişebildikleri ve böylece yönetici olmanın verdiği zorlukların altından çok daha kolay kalkabilecekleri düşüncesinde yatmaktadır. Ayrıca kadın yöneticisi örneğine şahit olan kadınların bunu büyük bir rahatlıkla söyledikleri de tespitler arasındadır.

 

Sonuç ve Değerlendirme

Söylem, ideolojilerin dil aracılığı ile nasıl yansıtıldığını inceleyen bir alandır. Ancak ideolojik söylemlerin zamanla yarattığı eşitsizlikler ve bunu yaratan durumların çözümlemesi olarak eleştirel söylem analizi ortaya çıkmıştır. Özellikle içinde yaşadığımız toplumda insanların toplumsal yapı içerisinde baskıya uğrama biçimini ortaya çıkarmak açısından en çok kullanılan analiz türlerinden biridir. Güç ilişkilerini ortaya çıkaran her türlü sözlü ve yazılı söylemler bağlam anlamında anlaşılmalıdır. Eleştirel söylem analizinin söylemi yaratan ideolojilere karşılık, feminist söylem analizi de feminist ideolojilerin söylemlerinin pratik ile uyuşmaması noktasında bir eleştiri getirmişlerdir. Özellikle sosyal kimliklerin yaratılırken cinsiyet temelli oluşumlarını eleştirmişlerdir.

Bu bağlamda araştırma yazısının odaklandığı ilk kavram kadınların feminizme bakış açısı olmuş ve henüz erkek ve kadının her alanda özgür olmamasının mücadelesi olduğu özümsenememiştir. Ancak her kadının bu konsepti kendi sorunlarına odaklanarak “kadın hakları” olarak görmesi açıktır.

Şu an içinde bulunduğumuz dönem, farklı pratiklere evrilen ve feminist teorinin gelişip farklı alanlara odaklandığı bir dönemdir. Ancak araştırma yazısı gösteriyor ki ikinci dalga feminizminin eleştirdiği konular henüz tam olarak çözüme kavuşamamıştır. Araştırma yazısının da odaklandığı ev içi eşitsizlik ve iş hayatındaki eşitsizlik özellikle Türkiye içinde çözümlenmiş değildir. Bu pratiklerin katılımcıların dilindeki tezahürü farklı açılarla yansımıştır.

Ev içinde eşit dağılıma sahip ve özellikle üst sınıftan kadınların kendini daha mutlu ve özgür hissettiği tespit edilmiştir. Ama hala ev içindeki tüm sorumlulukları kendisi üstlenmek zorunda kalan orta sınıf kadınların mutsuz ve olumsuz ifadeler kullandığı gözlemlenmiştir. Orta sınıf kadınların içinde bulundukları durumdan memnun olmamasına rağmen eve bakmak zorunda olan diğer bireylere bağımlılıkları, ev içi eşitsizlik için herhangi bir atılım içinde olmadıklarının gözlemlenmesi tartışmaya açık olarak kalmıştır.

Mevcut toplumumuz içinde orta veya üst sınıf fark etmeksizin tüm kadınların iş hayatındaki eşitsizliklere farklı açılardan olsa da olumsuz yaklaştığı gözlemlenmiştir. Kadınların iş hayatında dezavantajlı olmasını ya da yöneticilerin genelde erkek olmasının altında yatan sebepleri ve iş hayatında onları zorlayacak şeylerin ne olduğunu kendilerinden bağımsız ve dış etkenlere bağlı olarak açıklamışlardır. Ancak, kadınların iş hayatında olmasının bir gereklilik olduğu ve olumlu sonuçlara yol açacağı konusunda katılımcıların güveni tamdır.

Sonuç olarak, cinsiyet temelli eşitsizlik ve ayrımcılıkların temelinde ideolojinin pratiklere nasıl yansıdığı açıklanmalıdır. Araştırma yazısına konu olan kadınların feminizm ile bir bağlantısı bulunmamasına rağmen feminist hareketinin eleştirdiği ve talep ettiği haklar basit bir dille aktarılmıştır. Sadece kadının bilinçlenmesi ile sorunlar çözüme kavuşamamıştır.  Kadının erkeğe göre değersiz görülmesine toplumun her düzeyinde rastlanmaktadır.  Ancak kadın, kendi koşulları içinde deneyimlerini de katması ile farkındalık yaratır. Bu yüzden her alanında kadının kendi öznelliğini kurabileceği alanlar yaratılmalıdır. Böylece eşitsizliğin önündeki engeller toplumun bilinçlenmesi ile ortaya çıkar.

 

 

İPEK GÜVEN

Feminizm Okumaları Staj Programı

 

 

KAYNAKÇA

Aktaş, G. (2013). Feminist Söylemler Bağlamında Kadın Kimliği: Erkek Egemen Bir Toplumda Kadın Olmak. Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 30 Sayı: 1

Çelik, H. & Ekşi, H. (2013). Söylem Analizi. Marmara Üniversitesi Atatürk Eğitim Fakültesi Eğitim Bilimleri Dergisi, Cilt:27, Sayı:27, s. 99-117.

Donovan, J. (1997). Feminist Teori. İletişim Yayıncılık. İstanbul.

Durmaz, Ş.(2016). İşgücü Piyasasında Kadınlar ve Karşılaştıkları Engeller. Ahi Evran Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 3, s. 37-60

Ercan, G. S. & Danış P. (2019). Söylem, Söylem Çözümlemesi ve Eleştirel Söylem Çözümlemesi: Tanımları ve Kapsamları. DEÜ Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 6, Sayı: 2, s. 527-552

Güneş, C. (2013). Michel Foucault’da Söylem ve İktidar. Kaygı Uludağ Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Felsefe Dergisi Sayı 21, s 55-68

Hooks, B. ( 2014). Feminist Theory: From Margin to Center. Routledge, UK, s.17-31

İşlekel, E. G. (2016). Cinselliğin Öznesi: Haz, Biyo-İktidar ve Özneleşme. Erişim adresi https://www.academia.edu/29219714/Cinselli%C4%9Fin_%C3%96znesi_Haz_Biyo_%C4%B0ktidar_ve_%C3%96znele%C5%9Fme

Kolay, H. (2015). Kadın Hareketlerinin Süreçleri, Talepleri ve Kazanımları. Sayı: 3. EMO Kadın Bülteni.

Mendrofa, M. P. (2020). Feminist Critical Discourse Analysis To The Language Use and Display in Whitening Cosmetic Product Advertisements. Cilt: 1 Sayı:2

Özden, E. & Özden Z. (2020). İkinci Dalga Feminizmin Kozmetik Reklamlarının Görsel- Metinsel Tasarımı Üzerindeki Etkisi. Selçuk İletişim, Cilt:13 Sayı:1, s. 1-23

Selvi, Y. (2014). Feminist Teori Ve Sanat Üzerinde Derrida Etkisi: Yapıbozum. İdil Sanat ve Dil Dergisi, Cilt 3, Sayı 11, s. 79-98

Şahin, Y. (2017). Michel Foucault’da Söylem Analizi. Sosyal ve Kültürel Araştırmalar Dergisi. Cilt: III/Sayı:6, s.119-135

Urbain, M. (2018). A Feminist Critical Discourse Analysis of the National Board for Professional Teaching Standards.  (Doktora tezi). Erişim adresi https://scholarworks.sjsu.edu/cgi/viewcontent.cgi?article=1020&context=etd_dissertations

Yetim, M, & Erdağ, R. (2018). Uluslararası İlişkilerde Eleştirel Söylem Analizi: Revizyonist Söylemin Gelişimi. İstanbul Gelişim Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 5, (1), s. 79-100.

 

 

 

 

 

AB’nin Doğu Akdeniz’deki Politikaları

Doğu Akdeniz, jeostratejik ve jeopolitik bakımdan önceki tarihlerden bu yana gündemden hiç düşmeyen bir havza olarak bulunmaktadır. Bu bölge, büyük medeniyetlerin izlerini taşıyan fay hatlarının enerji biriktirdiği, gerilimi tırmandırdığı ve dünya savaşlarına varan trajik olayların cereyan ettiği bir coğrafyadır (Koray, 2020).

Avrupa Birliği 2004 genişlemesinde Kıbrıs Adası’nı (Güney Kıbrıs Rum Cumhuriyeti çatısında) içine alarak, sınırlarını Akdeniz’in doğusuna genişleterek jeopolitik bir güce ulaşmayı hedefledi. Avrupa Birliği’nin coğrafi ve siyasi sınırlarının Doğu Akdeniz’i kapsar hale gelmesiyle birlikte kuzey yarımkürede AB’nin bölgesel bir güç olma konumunu pekiştirilmiş oldu. Bu durum, 2007 yılında Bulgaristan ve Romanya’nın da Birliğe üye olması ile sınırlarına Karadeniz’e de dâhil ederek devam etti. Böylece Avrupa Birliği, etkinliği sadece Avrupa ile sınırlı kalmayan; Doğu Avrupa, Balkanlar, Kuzey Afrika ve Orta Doğu gibi bölgelerin kimini içine alan kimine ise komşu olan bir güç merkezi potansiyeli taşımaya başlamıştır. Bu durum, bir yandan birliğe üye olan ülkelere önemli bir güç kazandırırken, diğer yandan birliğin dış sınırlarının uzandığı coğrafi bölgelerde yer alan komşularla barış, istikrar ve iş birliğine dayalı ilişkilerin geliştirilmesini de zorunlu kıldı. Bir taraftan üye sayısındaki artış ve yeni üyelerin uyum sorunları diğer taraftan genişleyen dış sınırlar ve bu sınırların çevresindeki çatışma alanları Avrupa Birliği’nin önleyici ve düzenleyici stratejiler geliştirmesini zorunlu hale getirdi. Bu sebeple, üye ülkelerin hâlâ ellerinde bulundurdukları egemenlik alanları ile AB’nin dayanmış olduğu siyasi-hukuki alan ve uluslararası siyasi-hukuki düzenin birbiriyle çatışmaması için AB içerisinde yoğun bir siyasi ve akademik çabanın harcanmakta olduğundan da söz edilmektedir. Nitekim Birliğin dış sınırlarının ötesinde bulunan öteki’ler veya komşu’larla iş birliği ve istikrarın korunmasına dayalı ilişkiler ağının kurulması ve korunabilmesi için AB’nin çok sayıda yeni adımlar attığı görülmektedir. Avrupa Komşuluk Politikası, Avrupa-Akdeniz Ortaklığı bunlardan bazılarıdır (Aksu,2018.

AB’nin Akdeniz’de bölgesel güvenlik yaklaşımı, ekonomik liberalleşmeyi, demokrasinin tesisini, sosyal iş birliğini ve stratejik amaçları içine alan geniş bir güvenlik anlayışına sahiptir. 11 Eylül 2001 terör saldırısı, Arap-İsrail çatışmasının yoğunlaşması ve Irak krizinin yaşanması, AB’nin politikalarını daha stratejik bir öneme sahip olan Güney Akdeniz kıyısında yoğunlaştırmasını beraberinde getirmiştir. 1995 yılında gerçekleştirilen Avrupa Akdeniz Ortaklığı (Euro-Mediterranean Partnerhip – EMP) ile AB, Güney Akdeniz devletlerini (Fas, Cezayir, Tunus, Mısır, İsrail, Filistin, Suriye, Lübnan ve Türkiye) kapsayan bir barış ve istikrar bölgesi geliştirmeyi amaçlamıştır. Bu strateji ile güvenlik politikasında önemli bir dönüşüm gerçekleştirilmek istenmiştir. AB, Akdeniz Havzası’nda sosyal, ekonomik ve siyasi alanda etkisini gösterecek geniş kapsamlı ve pro-aktif bir strateji geliştirmeye odaklanmıştır. Avrupa Akdeniz Ortaklığı, geleneksel güvenlik anlayışının ötesine giden ve geniş kapsamlı iş birliğini ve diyalogu içerisine alan stratejik uyumu geliştirmek için tasarlanmıştır. Bakıldığında bu kapsamda bölgede 1995’ten itibaren uygulanan Avrupa Birliği Akdeniz politikası, kısa görüşlülük, ticari çıkarları ön planda tutma, stratejik çevreleme (belirgin sınırlar çizme), tehditlere karşı hemen savunmaya geçme gibi nedenlerle eleştirilmektedir (Özer, Ayhan, İrdem, 2017).

Aynı zamanda Akdeniz, yakın tarihte Ortadoğu petrolünü Avrupa’yla buluşturan, Hint Okyanusu’ndaki taşımacılığı dünyanın farklı noktalarıyla bir araya getiren, Karadeniz’deki çeşitli limanlarından yüklenen ekonomik değerleri dünyanın farklı noktalarına yönlendiren, NATO’yu Ortadoğu ve Uzakdoğu’ya yaklaştıran bir bölge olarak öne çıkmıştır (Güneş, 2020).

Akdeniz’in çeşitli değerli kaynakları yerlerine ulaştırma yolu olmanın yanında günümüzde enerjinin çıkarıldığı bir bölge olmaya doğru yönelen bir özelliğinden yani doğalgazın dünya pazarlarına sevk edileceği bir üretim merkezine dönüşebileceğinden söz edilmektedir. Bahsedilen özellikleri ile Akdeniz için Kıbrıs’ta hâkim olan, bu bölgedeki enerji kanalları, ticari yollar ve askeri strateji açısından büyük bir üstünlük sağlamaktadır. Bu coğrafyada hâkim güç olmak isteyen bir gücün Doğu Akdeniz’de sabit bir üs konumundaki Kıbrıs’ı göz ardı etmesi beklenemeyecektir (Keser, 2012). Akdeniz’i bir iç deniz olarak nitelendiren Avrupa Birliği, bu durumu lehine kullanabilecek şekilde Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’ni (GKRY) tartışmalı bir şekilde 2004 yılında birliğe üye olarak dâhil etmiştir.

Rum Yönetimi, kendisini adanın tek yasal temsilcisi olarak görüp; işi bir de tek taraflı olarak Münhasır Ekonomik Bölge ilan etmeye kadar sürdürmüştür. Hâlbuki Kıbrıs Anayasası’na göre kurumlarının %30’luk kısmı Kıbrıslı Türklerin bulunması gereken makamlarda söz konusu temsil şartı gerçekleşmemiş olduğu için alınan kararların hukuki statüsü de tartışmalıdır. Bu sebeple Türkiye’nin günümüzde Kıbrıs Cumhuriyeti üzerinden hareket ettiğini iddia eden Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin uygulamalarını tanımaması doğal bir durumdur. 2003 yılında Mısır’la yapılan Münhasır Ekonomik Bölge anlaşmasında Glafkos Klerides (önceki Güney Kıbrıs Rum Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı), Kıbrıs’ın Münhasır Ekonomik Bölgesiyle ilgili uzlaştıklarını; ama bu durumun Kıbrıs Meselesi çözülene dek kesinleşemeyecek bir şey olduğunu kabul etmiştir. Fakat enerji alanındaki gelişmelere bakıldığında problemin olmadığı bir ülke veya bölge olduğu görülmektedir. Bugün ise Güney Kıbrıs Rum Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı, Nikos Anastasiadis liderliğinde GKRY, Yunanistan gibi Türkiye karşıtı olan Akdeniz ülkelerini harekete geçirerek Doğu Akdeniz’deki petrol arama faaliyetlerini AB sorunu haline getirmektedir:

“Bu durumun arkasında iki sebep vardır. Birincisi, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ve Yunanistan’ın birlikte hareket etmelerine rağmen Türkiye’nin bölgedeki faaliyetlerine engel olamamaları sebebiyle AB’nin desteğine ihtiyaç duymaları; ikincisi de Türkiye’nin AB nezdinde zor durumda kalmasını sağlayarak Kıbrıs Sorunu’nun çözümsüzlüğü konusunda tek sorumlunun Türkiye olduğunu göstermektir” (Korkmaz, 2019).

Günümüzde, AB’nin Doğu Akdeniz’deki sondaj çalışmalarına ilişkin yalnızca üyeleri olan Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi tezlerini temel alarak hareket etmesi, dikkatleri üzerine çekmektedir. Türkiye, AB’yi Ada’da henüz çözüme ulaşılmadan GKRY’nin tüm Ada’yı yönetiyormuş gibi üye yapmakla ve Rumların güdümüne girmekle suçlamaktadır. AB’nin, Doğu Akdeniz’de en uzun kıyı şeridine sahip olan Türkiye’nin egemen hak ve çıkarlarını göz ardı etmesi, tepki ile karşılanmaktadır. Bu bağlamda Türkiye, kendi kıta sahanlığı haklarını ve Ada’nın ortak sahibi olan Kıbrıs Türklerinin haklarını korumaya devam edeceğini belirtmiştir. AB bu durumda tamamen tek taraflı davranış sergilemektedir. Fakat AB bölgedeki devletlerin eylemlerine karşı uzlaşmacı bir politika yürütmelidir (Şeker, 2019).

Doğu Akdeniz’de deniz alanları ve enerji kaynakları bölgesel güvenliği etkileyen önemli noktalardır. Doğu Akdeniz’de, enerji ve deniz alanlarının paylaşılması konusunda öteden beri var olan gerginlik devam etmektedir. AB, bu konuda ciddi bir öneme sahiptir. AB’nin Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin 2004 yılında ilan etmiş olduğu Münhasır Ekonomik Bölge’yi aynen tanıdığını, Türkiye’nin Birleşmiş Milletler nezdinde bu konuda yaptığı itirazları hiçbir şekilde dikkate almadığını görülmektedir. Hâlbuki AB, bölge devletlerinin eylemlerini koordine edecek bir rol üstlenmeli, Güney Kıbrıs Rum Yönetimini ve Yunanistan’ı tek taraflı desteklemek yerine tüm Doğu Akdeniz’de refahı ve güvenliği sağlayacak politikalar üretme çabasına girmelidir. AB, bölgede tansiyonu artıracak politika ve eylemlerden uzak durmalı, bölge devletleriyle uzun vadeli iş birliğinin önünü açacak politikalar benimsemelidir (Özer, Ayhan, İrdem 2017).

 

Beyda GÜLAL[1]

TUİÇ Akademi Birimi

 

 

[1] Dumlupınar Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Lisans Programı 4.sınıf öğrencisi 

 

Kaynakça

Koray, Murat (2021). https://tasam.org/trTR/Icerik/53558/dogu_akdenizin_jeopolitik_ve_jeostratejik_onemi_teknolojik_donusumler_ve_denizaltilarin_rolu 01.2021

Özer, M. Akif Ayhan, Ufuk  İrdem, İbrahim (2017).  “Avrupa Birliği’nin Akdeniz Politikası ve Bölgesel Güvenlik” Güvenlik Çalışmaları Dergisi, Cilt: 19, Sayı: 3, Aralık 2017.

Güneş, Mehmet (2015). “Avrupa Birliği’nin Çevre Ve Enerji Politikalarında Doğu Akdeniz Gazının Tehdit Ve İmkânları”

Keser, Ulvi (2012). “Doğu Akdeniz’de Güvenlik ve Kıbrıs Adasının Stratejik Pozisyonu”, Atılım Sosyal Bilimler Dergisi, 2012, Cilt 2, Sayı 1:57-128.

Korkmaz, Nuri (2019). https://ankasam.org/dogu-akdenizdeki-strateji-oyunlari-ve-avrupa-birligi/02.2020

Şeker, Ata Ufuk (2019) https://www.aa.com.tr/tr/dunya/abden-turkiyeye-yonelik-dogu-akdeniz-kararlari/153263502.2020

Özer, M. Akif Ayhan, Ufuk İrdem, İbrahim  (2017).  “Avrupa Birliği’nin Akdeniz Politikası ve Bölgesel Güvenlik” Güvenlik Çalışmaları Dergisi, Cilt: 19, Sayı: 3, Aralık 2017

 

Political Spectrum and Discourse on Refugees: A Comparison of the EU and Turkey

Abstract

The recent refugee crisis and the diverse range of responses given from different states and different political parties raised questions about what determines their stances. The literature suggests that the position of a political party on the left-right political spectrum explains the discourse mobilized by them regarding the incoming refugees. This study, however, reveals that not every case can be explained by political orientation, although it might be relevant sometimes. By using the method of comparative case study, we investigate two prominent yet contrasting cases that are the European Union and Turkey. Whereas the former case, which is identified with the rise of right-wing populist parties, suggests that the existing expectation might be true; the latter one challenges this claim strongly, with right-wing using a relatively more welcoming discourse for refugees. We conclude by arguing that political interests are more influential than political orientation in determining the discourse on refugees. 

Keywords: EU refugee crisis, political orientation, right-wing populism, migration policy, party discourse.

Introduction

Classifying political parties in accordance to their ideological orientation has been perhaps the most mainstream way of distinguishing between them, as they have been placed on the political spectrum and characterized as either left- or right-wing. Within this spectrum, right-wing parties have traditionally been identified with their nationalist attitudes whereas the political left has been more associated with internationalism. Consequently, one initially expects the left-wing to be more welcoming of immigrants within their country and right-wing to have more anti-immigration sentiments. But then the emerging question is whether this is always the case.

Looking at various parties’ overall immigration policy in order to see whether there is a sharp correlation between their political orientation and their stance on immigration would be very hard, if not impossible, given the broad range of situations the term “immigration” covers. However, in a global political climate that is being more and more defined with the so-called refugee crisis of the 21st century, looking at the political parties’ discourse on the refugees might be a good starting point to answer this question. However, this does not mean that any party’s approach towards refugees is a clear indicator of their stance on every immigration issue. Instead, our discussion here concerns specifically forced migration and our aim is to explore the link between the political orientation and anti- or pro- refugee sentiments and discourse.

Looking at the last decade, the influx of Syrian refugees has catalyzed a process which can roughly be named as the rise of right-wing populism in many parts of the world. Although the refugee crisis is by no means the only reason behind this fact, the populist rhetoric against the refugees has definitely distinguished right-wing parties from their rivals and contributed to their rise, especially in Europe. Initially, this might make sense, considering the conventional expectation that right-wing should lean toward having relatively anti-immigration sentiments. However, this is a misleading expectation on two fronts. Firstly, no one can argue that all the populist parties which object to the idea of admitting refugees into their countries are against the entrance of all immigrants in their countries; given that most of the time a negative discourse is merely used for specific types of immigrants, that are the low skilled ones and/or refugees. Secondly, this situation in Europe has not been the case in precisely every part of the world, including the most striking example that is Turkey. Whereas the former front is not an explicit concern of this paper, the latter one is the exact situation we seek to understand and of whose reasons we hope to explain. Thus, the aim of this research is to investigate whether there is a clear correlation between left-right political spectrum and the discourse on refugees.

Literature Review

Does ideology shape party stances and government policies concerning asylum seekers and refugees? Classical articles and a brief look at the literature would suggest that it does, given that the political spectrum is inherently based on attitudes like this. Common anticipation is that parties with a right-wing orientation are far less likely to support granting the asylum seekers with refugee status and granting refugees with socio-economic rights, whereas left-wing is a lot more probable to advocate rights for vulnerable groups of immigrants (de Haas and Natter, 2015). Since the answer is so expected and straightforward when the question is oversimplified and since our question under examination here has a very specific focus; before looking for a direct answer, trying to conceptualize the left- and right-wing parties’ attitudes by going over the existing literature might be better for the purposes of this research.

Why are right-wing parties thought to be so critical of admitting refugees to their countries and left-wing parties are not? The answer is hidden in the very definition of the right-left divide: Traditionally, right-wing is expected to “uphold the existing social order” whereas left-wing is “characterized by a commitment to change” (Heywood, 2019, p. 248).

Right-wing holds the state sovereignty as one of the highest values and cares deeply about the notion of nation, hence sees immigrants as a threat to their country. Research shows that voters view parties with a right-wing orientation as tougher on immigrants (Thränhardt, 1995). On the contrary, but bearing in mind that not every left-wing party holds the same values dearly and appeal to same audience and that they differ a lot within themselves, most of the time left-wing gathers its votes from the citizens who have a relatively higher education and income level, therefore advocating universalism and egalitarianism in line with their liberal stance (Alonso and Fonseca, 2012). This explains why they are more liberal in terms of immigration policies when compared to the right-wing as well.

Circling back to the topic of this research, we can summarize the debates in the literature by referring to three arguments in particular. Prior to the Syrian refugee crisis, Koser argues that, in line with the other scholars, “the emergence of right-wing parties has had anti-immigrant effects across the political spectrum” (2007, p. 100). Although this is not an up-to-date claim, it still shows that not only there is a relation between the attitudes towards refugees and the political orientation, but that relationship might also be bidirectional.

When we turn our faces to the more recent literature, we see that Prooijen et. al. (2017) claim the current crisis made it obvious that there is a sharp distinction between the left and right attitudes towards refugees, given that right-wing parties are promoting stricter border policies for the sake of their citizens’ safety and the left-wing is highlighting the importance of humanitarian aid. This is a very assertive claim, albeit not surprising, considering that sharp distinction might not be valid for every specific case.

Most recently, a research shows that whereas immigration, and refugee in particular, policies pursued by governments do not necessarily change in line with their ideological stances, a clear difference in terms of discourse still remains (Natter and de Haas, 2020). This claim is relatively more related with the focus of this research, and it essentially suggests that discourses usually change according to the political stances.

In conclusion, when we look at the literature with a chronological order, we can see that every research added on top of each other’s arguments. Therefore, with slight differences, there seems to be a consensus regarding our question implying that at the very least the discourse on refugees, even if not the policies, is directly influenced by the positions of governments or political parties on the political spectrum. Whether these claims are always valid or not will be discussed in our case studies; however, it should be noted that making this kind of generalizations based on primarily one example that is Europe, is a slippery slope which can be very misrepresenting.

Hypothesis and Method

Anyone who is familiar with the situation regarding Syrians in Turkey would initially think that the consensus in the literature concerning the right-wing’s anti-refugee discourse and policies is misleading, even though the rise of political right in Europe suggests otherwise. Since these two cases imply very different outcomes to our research question, we will be using the method of comparative case study to investigate whether there is a clear correlation between left-right political spectrum and the discourse on refugees.

Without any further information, the initial hypothesis this research is based on is that there is no hard left-right divide concerning refugee policies. However, even if this is the case, we need to be able to explain what other factors are decisive in determining the stances of governments and political parties on refugees. In order to be able to give answers to these questions, we will be discussing two prominent cases, namely the European Union (EU hereafter) and Turkey, and compare the stances of their well-known political parties, since the case of the EU suggests there might be a correlation, and the case of Turkey strongly challenges this supposition.

Some things concerning the thermology and the scope of this research needs to be clarified. Using terms such as “asylum seeker” and “refugee” comes with challenges including but not limited to contested definitions, overlapping scopes, blurred distinctions and the possibility of transforming from one category to another (Koser, 2007). In order to avoid any kind of confusion, it should be noted that the case studies under examination here only focus on the discourse concerning the forced migrants who have become mobilized in the last decade, and that the words refugee and asylum seeker are used interchangeably from time to time. It should also be noted that the usage of the word “refugee” does not always point to a legal status and is sometimes used to cover the Syrians under the temporary protection in Turkey as well.

Case Study: the European Union

Before proceeding with the first case study, defining populism and conceptualizing right-wing populism are essential as the rise of the latter trend in Europe will be discussed afterwards. Heywood defines the populist political tradition as the “belief that the instincts and wishes of the people provide the principle legitimate guide to political action” and the populist politicians as the people who “make a direct appeal to the people, and claim to give expression to their deepest hopes and fears” (2019, p. 53). He also distinguishes right-wing populism from the left-wing by arguing that the right-wing tends to classify people with regard to their ethnicity and focus heavily on the interests and the culture of the nation. Therefore, right-wing populist discourse gives precedence to sociocultural matters such as immigration.

When we look at response of the EU countries to the recent refugee crisis, we see that this issue, combined with the growing concerns over Islam, gave rise to the extreme right-wing populism (Kaya, 2018). How and why did this happen exactly is an issue we need to dig deeper. As explained above, populist parties are inherently and constantly looking for opportunities to criticize the political elites. The influx of refugees, which led to a massive crisis in Europe, provided that opportunity to the populist politicians. But what concerns our research is the question of why the right-wing populism rose and not left-wing.

Arrival of an unprecedented number of refugees to Europe paved the way for cultural conflicts, and this tension resulted in a narrative of fear which frames the refugees as a threat to the economy, welfare and the security of the state (Hameleers, 2019). As can be seen, such a narrative matches perfectly with the nationalist and often times xenophobic discourse of the right-wing parties. Therefore, the traditionally ethnocentric attitude of the political right made it possible for the right-wing populist parties to mobilize votes by seizing upon this narrative. Ivarsflaten (2005) argues that an average voter is skeptical towards immigrants. Therefore, in a time in which the political climate is very much influenced by the salient issues like the current refugee crisis, it becomes exceptionally easier for right-wing parties to compete with the left-wing by mobilizing a nationalist discourse and shaping the public opinion.

As a result of these processes, the world witnessed the rise of far-right movements across Europe. Populist parties including but not limited to Alternative for Germany, French National Front, the Dutch Party for Freedom and Sweden Democrats experienced extraordinary support by framing refugees as a threat to their countries’ sovereignty. This discursive framing that is highly characterized by the word crisis, demonstrates how the right-wing politicians’ response to this crisis overlapped with the behavior patterns that were expected from the political right. In the end, the situation in the European Union suggests that there might be a correlation between the ideological orientations and the hostile discourse that is being mobilized in Europe. But as noted above, making generalizations from a single case would be misleading. In order to avoid such a mistake, we will also examine a distinctive second case.

Case Study: Turkey

Turkey, as the country that currently hosts the largest number of refugees, is an essential case to investigate when we discuss an issue related with refugees. But that is not the only reason why Turkey is chosen as our second case. The fact that the discourse mobilized by the right-wing politicians and media in Turkey concerning the incoming refugees is quite contrary to discursive framing in the EU countries makes Turkey a crucial example for the purposes of this research. Why the government and the political parties in Turkey follow a completely different route from the EU countries is a mystery with which has been insufficiently dealt in the literature.

Initially, anyone would expect that the problems related to the refugees should be a lot more salient in the politics of Turkey than in any European country, given their share in the population. But recent findings in the literature demonstrate a contradiction between this expectation and the actual discourse mobilized by the government officials. Sert and Danış, after an extensive analysis on the newspapers of the country, state that “When we investigate the ways political institutions and actors have framed migration, we observe, unlike in European discourses, the complete absence of the word ‘crisis’.” (2020, p. 1). The authors claim that whereas European countries do not refrain from using the word “crisis”, absence of this specific word in the Turkish government’s discourse demonstrates the conflicting interests of Turkey and the EU, which means that political interests and gains are important factors in determining the discourse.

This fact is considered as a means by which the government tried to frame the situation as under control (Sert and Danış, 2020). Considering that the majority of the seats in both the parliament and the cabinet of Turkey are occupied by the members of right-wing parties, the fact that the government officials imply the situation is perfectly under control and there are no major troubles caused by the refugees demonstrates a contradictory situation with the one in our first case study. Different scholars claim that this is an attempt to use the refugees as a policy tool and as a means of bargaining both in domestic affairs and foreign politics (Soykan and Cantek, 2018; Sert and Danış, 2020).

This discourse is not specific to the government officials. The way incoming of refugees is stigmatized in the media is very much influenced by the political stance of the owners of the media outlets (Sert and Danış, 2020) and when “many domestic media outlets came under the dominance of the government” (Soykan and Cantek, 2018, p. 1) this also had an undeniable effect on the discourse mobilized by the citizens and especially right-wing leaning voters.

A very recent study by Cope and Crabtree (2020) shows that if Turkish citizens with a right-wing stance were informed about the liabilities of admitting the Syrian refugees to their countries, they would in fact be more likely to not want them; instead of calling them with the word “guest”, which has very nice historical connotations. This research again shows the contradiction between the reality in Turkey and the initial expectation that the right-wing is not supposed to be very welcoming to refugees.

But what is the situation with the left-wing in Turkey? Whereas the pro-gov, therefore right-wing, groups and media channels seem to be relatively more okay with the Syrians in the country, left-wing seems to be more skeptical towards the issue. As the study by Sert and Danış (2020) shows, the left-wing party officials and media channels do not refrain from using the word “crisis” for the context of Turkey. This attitude, which can be labeled as critical when compared to the counter examples, again contradicts the expectation that the left-wing should be more liberal in terms of immigration policies. Soykan and Cantek (2018) argue that this is a practice that has been used by the left-wing parties and media outlets to criticize and compete with the government’s policies.

Therefore, it can be argued that the stances of political parties regarding the refugees, especially Syrian ones, in Turkey is not necessarily determined by their political orientation and position on the political spectrum, but rather with political gains and interests of the parties. Government officials and other pro-government actors mobilize a relatively welcoming discourse as a tool of mutual bargain in the foreign policy, as the 2016 deal between the EU and Turkey demonstrates explicitly. The influx of refugees to Turkey and the positive response given by the government provides the country with a political advantage in international affairs vis à vis the anti-refugee Western counterparts (Soykan and Cantek, 2018; Sert and Danış, 2020). The country’s internal dynamics are also decisive in determining the stance of left-wing parties, of whose policies can be mostly defined as the opposite of the government. In sum, whereas right-wing’s, and the governments, attitude in the country is defined by their seizing upon the opportunity to criticize Western counterparts; left-wing opposition parties’ discourse is defined by their taking advantage of the situation to criticize the government.

Analysis and Conclusion

It was explained before that the existing literature suggests the refugee discourse, sometimes the policies as well, enacted by governments and political parties leaning on either the left or the right differ. This is a claim based on precisely the situation in the EU which can be summarized as the rise of political right. Therefore, they remain mostly Eurocentric claims. Although other countries such as the United States have also undergone similar processes, this still does not justify an overall generalization. As our second case study shows, the situation regarding the political orientation of the government, political parties, even the media and the discourse on refugees mobilized by these actors, proves to be the exact opposite of the common expectation. Therefore, our case studies, and by implication our research, demonstrates that in a world in which forced migration has become a key factor in political attitudes, there is no clear distinction between left- and right-wing stances in terms of discourse on refugees.

After looking at the case of Turkey and seeing that the initial expectation might not always be valid, one also questions the validity of that expectation in the case of the EU as well. If we can explain the refugee discourse mobilized by different political parties of Turkey by political gains and leverages instead of their ideologies, can we also perceive the situation in Europe as a coincidence?

Although it can never be argued that the situation is entirely coincidental due to the reasons explained in the first case study, considering the effects of the discourse mobilized by the political parties on the voting behaviors of the citizens, it can be claimed that the situation is more identified with the electoral competition than with ideology. This means that although the rise of political right instead of the left in Europe can be in favor of a positive correlation between the right of the political spectrum and anti-refugee sentiments, the rise of populist parties instead of mainstream parties can be an indicator of the prominence of political leverages over political ideologies. After all, the right-wing populist parties in Europe need the refugees they supposedly do not want so that they can be able to demonize them and then mobilize votes.

Hence, governments’ and political parties’ political orientation does not necessarily determine whether they pursue more or less welcoming discourse on refugees. Instead, other factors like electoral competition, as in the case of the EU; and political leverages that can be used in international affairs, as in the case of Turkey, are decisive. It is not always about left- and right-, but it is almost always about the gains and interests. This is a fact that became evident through the politicization of the asylum, as we witnessed the usage of refugees as a means of negotiation.

Şevval ALPARSLAN

Migration Studies Internship Programme

References:

Alonso, S., & Fonseca, S. C. D. (2012). Immigration, left and right. Party Politics, 18(6), 865-884.

Cope, K. L., & Crabtree, C. (2020). A nationalist backlash to international refugee law: evidence from a survey experiment in Turkey. Journal of Empirical Legal Studies, 17(4), 752-788.

De Haas, H., Miller, M. J., & Castles, S. (2014). The age of migration: International population movements in the modern world. Palgrave Macmillan.

De Haas, H., & Natter, K. (2015). The Effect of Government Party Orientation on Immigration Policies. IMI Working Paper Series. Oxford, UK: International Migration Institute, University of Oxford.

Hameleers, M. (2019). Putting our own people first: The content and effects of online right-wing populist discourse surrounding the European refugee crisis. Mass Communication and Society22(6), 804-826.

Heywood, A. (2019). Politics. (5th ed). Macmillan International Higher Education.

Ivarsflaten, E. (2005). The vulnerable populist right parties: No economic realignment fuelling their electoral success. European Journal of Political Research, 44(3), 465-492.

Kaya, A. (2020). Right-wing populism and Islamophobism in Europe and their impact on Turkey–EU relations. Turkish Studies21(1), 1-28.

Koser, K., & Wilkinson, P. (2007). International migration: A very short introduction. Oxford University Press.

Natter, K., Czaika, M., & de Haas, H. (2020). Political party ideology and immigration policy reform: an empirical enquiry. Political Research Exchange2(1), 1735255.

Sert, D. Ş., & Danış, D. (2020). Framing Syrians in Turkey: State control and no crisis discourse. International Migration.

Soykan, C. & Cantek, F. (2018). Representation of refugees in the media in the AKP era. Hâlâ Gazeteciyiz.

Thränhardt, D. (1995). The political uses of xenophobia in England, France and Germany. Party politics1(3), 323-345.

van Prooijen, J. W., Krouwel, A. P., & Emmer, J. (2018). Ideological responses to the EU refugee crisis: The left, the right, and the extremes. Social Psychological and Personality Science9(2), 143-150.