Home Blog Page 76

İkinci Dünya Savaşı Sonrası Japonya’nın Kültürel Diplomasisi: Tarihsel ve Kavramsal Bir Bakış

 

Özet

II. Dünya Savaşı’nın sonundan itibaren 1952 yılına kadar fiilen işgal altında olan Japonya, liberal kurumları ve pratikleri ABD aracılığıyla benimsemek durumunda kalmıştır. Diplomasi, kamu diplomasisi ve kültürel diplomasi bağlamında hem II. Dünya Savaşı sonrası  hem de Soğuk Savaş döneminde yapısal ve sistemsel gelişmelerden bağımsız bir şekilde  politika üretememiştir. II. Dünya Savaşı sonrasında Japonya’nın yürütmüş olduğu kültürel  diplomasi faaliyetleri, Japonya’nın yayılmacı ve emperyalist dönemde uygulamış olduğu  politikaları insanların zihinlerinden ve kalplerinden silmek çerçevesinde ilerlemiş, uzun bir  süre boyunca uluslararası kamuoyu Japonya’ya şüphe ile bakmıştır. Öte yandan Soğuk  Savaş’ın bitimi ve ‘yumuşak güç’ kavramının ön plana çıkması ile birlikte Japonya, kültürel  diplomasi bağlamında daha aktif ve bağımsız politikalar izlemeye başlamıştır. Yumuşak güç,  ulus markalaşma ve ‘Cool Japan’ kavramları üzerinde duran Japonya, kültürel diplomasiyi,  kamu diplomasisi başlığı altında son derece etkili bir şekilde kullanmıştır. Bu çalışmada,  yapısal ve sistemik faktörler bağlamında Japonya kültürel diplomasisinde yaşanan değişim  incelenecektir.

Anahtar Kelimeler: Yumuşak Güç, Kamu Diplomasisi, Kültürel Diplomasi, Ulus Markalaşma,  Cool Japan.

 

Abstract

After the Second World War, Japan, which was under de facto occupation until 1952, had to  adopt liberal institutions through the USA. In the context of diplomacy, public diplomacy and  cultural diplomacy, it has not been able to produce policies independently from structural and  systemic developments both after the Second World War and during the Cold War. Cultural  diplomacy activities carried out by Japan after the Second World War proceeded within the framework of erasing the policies of Japan in the expansionist and imperialist period from people’s minds and hearts, and for a long time, the international public was suspicious of  Japan. On the other hand, with the end of the Cold War and the “soft power” concept coming to the fore, Japan started to pursue more active and independent policies in the context of cultural diplomacy. Japan, which emphasizes the concepts of soft power, nation branding and  “Cool Japan”, has used cultural diplomacy extremely effectively under the title of public diplomacy. In this article, the change in Japanese cultural diplomacy will be examined in the context of structural and systemic factors. 

Keywords: Soft Power, Public Diplomacy, Cultural Diplomacy, Nation Branding, Cool  Japan.

 

Giriş

II. Dünya Savaşı’nın bitiminden San Francisco Barış Antlaşması’nın imzalandığı 1951 tarihine kadar fiilen işgal altında olan Japonya, ABD aracılığıyla liberal değerleri ve kurumları benimsemiştir. Japonya’yı Asya’da komünist Çin ve Rusya’ya karşı batmayan bir  savaş gemisi olarak gören ABD, Japonya’nın kurumsallaşmasında ekonomik ve siyasal açıdan  liberal değerleri vurgulamıştır Bu bağlamda, Japonya’nın diplomasi ve kamu diplomasisi  başlığı altında kültürel diplomasisi liberal değerler doğrultusunda şekillenmiştir.

Öte yandan, Japonya’nın, II. Dünya Savaşı öncesinde ve sırasında uygulamış olduğu  politikalar liberal değerlerin tümüyle çatışmaktaydı. Bu sebeple II. Dünya Savaşı sonrasında  Japonya’nın kültürel diplomasisi, Japonya’nın geçmişte uyguladığı politikaları uluslararası  toplumun ve kamuoyunun zihinlerinden ve kalplerinden silmek üzerinde şekillenmiştir.

Kamu diplomasisi, etkili tanıtım yoluyla doğrudan yabancı ülke halkı üzerinde hareket ederek  Japonya’nın çeşitli konulardaki pozisyonunun uluslararası anlayışını geliştirmek için  diplomatik bir strateji olarak tanımlanmaktadır (İwabuchi, 2015). Bunu yapmaya çalışırken  Japonya’nın kültürel diplomasisi Soğuk Savaş konjonktürü ve retoriği bağlamında görece  bağımlı bir şekilde ilerlemiştir. Savaş anılarının dünya kamuoyunun hatıralarından silinmesi  amacı taşımasından kaynaklı, kendi değerlerini tam anlamıyla yansıtamayan Japonya; kimlik,  marka ve kültür inşası noktasında kısıtlanmıştır. Öte yandan Soğuk Savaş’ın sona ermesi ile  birlikte yumuşak güç kavramı ön plana çıkmıştır. Japonya’nın kültürel diplomasisi  bağlamında ele alınan çalışmaların eksik kaldığı nokta, hangi noktadan itibaren Japonya’nın kendi kimliğini, mirasını ve ulusunu ön plana çıkartarak kültürel diplomasi faaliyetleri  yürüttüğüdür. Bu çalışmanın ilk bölümünde kültürel diplomasi, ulusal çıkar ve dış politika  arasındaki ilişki; ikinci bölümünde II. Dünya Savaşı sonrasında ve Soğuk Savaş konjonktürü  bağlamında Japonya’nın sahip olduğu kötü imajı ortadan kaldırmak için kültürel diplomasi  faaliyetleri kullanıldığı argümanı tartışılırken üçüncü bölümde ise Soğuk Savaş sonrası dönemde Japonya’nın kötü imajdan sıyrılmış bir şekilde “Kültürel Süper Güç” olma yolunda  ilerlemesi argümanı üzerinde durulacaktır. Sonuç bölümünde ise çalışmanın genel özeti yapılıp Japonya’nın kültürel diplomasisinin geleceği için bir perspektif çizilecektir.

 

1. Kültürel Diplomasi ve Dış Politika

Kültürel diplomasi, kamu diplomasisinin bir alt başlığı olarak devletlerin ulusal çıkarları ve  dış politika hedefleri bağlamında uluslararası alanda ilişkilerini güçlendirmek, sosyo-kültürel  işbirlikleri oluşturmak ve bunları yaparken fikir, gelenek, değer, kimlik gibi kavramları kullanan diplomasi türüdür. Soğuk Savaş’ın bitimi ile birlikte bu kavramlara yumuşak güç ve  markalaşma (branding) gibi yeni kavramlar da eklenmiştir.

Birçok diplomasi türünün aksine kültürel diplomasi kamu sektörü, özel sektör veya sivil  toplum tarafından uygulanabilen bir diplomasi türüdür. Kültürel diplomaside üzerinde en çok  durulması gereken konulardan biri, kültrel diplomasinin kamu diplomasisinin alt  başlığı olduğu ve çoğunlukla ulusal çıkarları gerçekleştirmek için uluslar tarafından kullanılan bir diplomasi türü olduğudur. Kültürel diplomasi; diğer tüm diplomasi, uzlaşma ve nüfuz kanalları kapalı olduğu zaman devletlerarası kalkınmaya ve iş birliğine katkıda bulunabilir. İki ülke arasındaki ilişkiler olağan seyrinden kötü ilerlediği durumlarda bile kültürel diplomasinin devlet dışı aktörler ile de yürütülebilen doğası sayesinde, kültürel diplomasi  aracılığıyla toplumlar arasındaki ilişki yumuşatılabilir. Bu bağlamda geleneksel diplomasinin  aksine kamu diplomasisinin bir alt başlığı olarak kültürel diplomaside de amaç yalnızca  devletler ile müzakere etmek değil, aynı zamanda toplumlar arasında da çok taraflı diyalog kurmaktır. Festivaller, uluslararası spor organizasyonları, uluslararası etkinlikler sayesinde bu  çok taraflı diyalog pekişmektedir. Kültürel diplomasinin çok taraflı ve karşılıklı doğasına  örnek olarak Laqueur, kültürel diplomasiyi “karşılıklı anlayışı artırmak için yaratıcı ifade ve fikir, bilgi ve insan alışverişinin kullanılması” olarak nitelendirmektedir (Laqueur, 1994). Laquer’in bu ifadesi, kültürel diplomasinin yalnızca bir boyutudur.

Kültürel diplomasi yalnızca karşılıklı anlayışı artırmak için yapılmamaktadır. Yukarıda  belirtildiği üzere politik karar alıcılar kültürel diplomasi faaliyetlerini yürütürken dış politika  hedeflerine ulaşmaya çalışırlar. Ancak literatürde kültürel diplomasinin devletler tarafından  yürütülüp yürütülmediği ve bu bağlamda dış politika hedeflerini gerçekleştirip  gerçekleştirmeme hedeflerinin varlığı tartışma konusudur. Politik karar alıcılar yerine özel  sektörün daha fazla ön plana çıktığını ileri sürerler. Buna ilişkin Haigh, kültürel diplomasiyi  “geleneksel olarak özel teşebbüslere bırakılan – uluslararası kültürel ilişkiler alanındaki  hükümetlerin faaliyetleri” olarak tanımlar (Haig, 1974). Öte yandan Arndt, kültürel  diplomasinin ancak ulusal hükümetlere hizmet eden resmi diplomatlar, ulusal çıkarları  ilerletmek için bu doğal akışı şekillendirmeye ve kanalize etmeye çalıştıklarında  gerçekleşebileceğinin söylenebileceğini öne sürüyor (Arndt, 2001). Literatürdeki tartışmalar  ve kültürel diplomasinin tarihsel ve günümüzdeki seyrine bakıldığında, kültürel diplomasinin  hem devlet kurumları ve yarı hükümet kurumları hem de özel sektör tarafından kullanıldığı  gözlemlenmektedir. Bazı durumlarda ise devlet kurumları, yarı hükümet kurumları ve özel  sektör müşterek bir şekilde kültürel diplomasi faaliyetlerini yürütmektedir. Müşterek bir  şekilde yürütülen kültürel diplomasi faaliyetleri, ulusları geleneksel diplomasi aracılığı ile  ulaşamayacağı geniş kitlelere ve hedeflerin gerçekleştirilmesine ulaştırabilir. Çalışmada ele  alınan Japonya, bunun öne çıkan bir örneğidir. Japonya kültürel diplomasi faaliyetleri  sayesinde II. Dünya Savaşı sonrasında geleneksel diplomasinin ulaşamayacağı geniş bir  kitleye kültürel diplomasi aracılığıyla ulaşmıştır. Goff’a göre Manga, Animé videosu ve  Japon film yapımcılarının beğeni toplayan eserleri de dahil olmak üzere Japon popüler  kültürünün ihracatı olan normal şartlarda erişilemez olabilecek bir kültüre erişim noktaları yarattı.  Popüler kültür, normal şartlarda ulaşılamayacak kitlelere ulaştırabilir (Goff, 2013).

 

2. Soğuk Savaş Dönemi Japonya Kültürel Diplomasisi

Yukarıda, Japonya’nın II. Dünya Savaşı sonrasında uygulamış olduğu kültürel diplomasi  hedefinin geçmişte yaptığı emperyalist ve sömürgeci faaliyetleri insanların zihinlerinden ve  kalplerinden silmek olduğunu belirtmiştik. Bu konuda Kazuo Ogura’ya göre 1950’lerde ve  1960’ların başlarında Japon kültürel diplomasisinin amacı Japonya’nın savaş öncesi imajını militarist bir ülkeden barışsever bir demokrasi olarak Japonya’yı yeni imaja sahip bir ülkeye dönüştürmekti (Ogura, 2009). Japonya bu dönemde kültüründe hali hazırda var olan ve  denge, barış, uyum içinde yaşama kavramları ile ilişkilendirilebilecek ikebana (Japon çiçek süsleme sanatı), çay seremonileri gibi ögeleri ön plana çıkardı. Aynı zamanda batı dışı modernleşmenin ender başarılı örneklerinden biri olarak gösterilen Japonya, sahip olduğu bu özelliği, kültürel açıdan Doğu ile Batı arasında bir köprü niteliği taşıdığını vurgulayarak yaptı. Bu vurgu, Japonya’nın 1956 yılında BM’ye girmesinden hemen sonra Dışişleri Bakanı’nın açıklaması ile birlikte netlik kazandı. Dönemin Dışişleri Bakanı Shigemitsu, Japonya’nın Asya  ile coğrafi ve tarihsel bağlarına dikkat çekti, ancak aynı zamanda çağdaş Japonya’nın siyasi sisteminin, ekonomisinin ve kültürünün Batı ve Asya medeniyetleri arasındaki kaynaşmanın ürünleri olduğunu vurguladı. Shigemitsu, bu füzyonun Japonya’nın Batı ile  Doğu arasındaki köprü olarak benzersiz konumunun temelini oluşturduğunu belirtti (Shigemitsu, 1956). Japonya’nın BM üyeliği, uluslararası toplumun eşit aktörlerinden birisi  olduğunun göstergesiydi. Japon kültürünü dünyaya tanıtmak ve kültürel diplomasiyi kamu  diplomasisinin bir alt başlığı olarak kullanıp dış politikanın bir parçası haline getirmek Dışişleri Bakanlığı (MOFA) ve Japon Vakfı (Japan Foundation) görevi haline geldi. Dışişleri Bakanlığı ve Japon Vakfı’nın Japon kültürünü denizaşırı ülkelere yayma girişimi, dönemin  başlıca dış politika hedeflerinden olan Japonya’nın militarist imajını dünya kamuoyundan  silmekti. Ogura’ya göre Japonya, savaş öncesi militarist imajını dağıtmayı amaçlayarak reaktif diplomasi yerine daha olumlu bir kültürel diplomasiyi uygulamaya koydu (Ogura, 2009). Japonya’nın bu dönemde gerçekleştirmiş olduğu bütün kamu diplomasisi ve kültürel diplomasi girişimleri, uluslararası toplumun sorumlu bir üyesi olmaya çalışması bağlamında değerlendirilebilir. 1964’te Tokyo Olimpiyatları’na ev sahipliği  yapması, Dışişleri Bakanlığı Ekonomik İşbirliği Bürosu’nu kurması, Kültürel Faaliyetler  Bürosu’nu kurması, OECD’ye katılması Japonya’nın büyüyen ekonomisinin yanında  uluslararası toplumda artan statüsünün de göstergesiydi. Aynı şekilde 1962 yılında kurulan Yabancılar için Japon Dili Topluluğu (Japanese Language Society for Foreigner) faaliyet alanlarını 1969 yılında Yugoslavya ve 1979 yılında Çin ile genişletti ve bu ülkelere Japon kültürünün öğelerinden olan Kabuki ve Noh tiyatrolarını tanıttı.

Japonya’nın bu dönemde kültürel diplomasi aracılığıyla dış politika hedeflerini  gerçekleştirmeye çalıştığının kanıtlarından bir tanesi de 1972 yılında Japon Vakfı’nın 50  milyar Japon Yeni bütçe ile kurulmasıdır. Japon Vakfı, Japonya’nın kültür politikalarını Dışişleri Bakanlığı’nın Bilgi ve Kültür İşleri Bürosu, Eğitim Bakanlığı Kültür İşleri Bürosu ve  Japonya Dış Ticaret Örgütü’nün Kültürel Değişim Bölümü gibi devlet kurumları ve yarı  hükümet kurumları ile uyum içinde uygulamak üzere tasarlanmıştır (Kahn, 1999). Japon Vakfı  kurulduğunda üç temel amacı vardı. Bunlardan birincisi Japon dili eğitimini yurt dışında  desteklemek, ikincisi sanatçılar ve müzisyenler arasındaki ilişkiler dahil kültürel etkileşimi sağlamak, üçüncü ve son olarak da yurt dışında Japonya çalışmalarının teşvik edilmesi. Japon Vakfı’nın hükümet kurumları ile müşterek bir şekilde çalışabilme yapısı ve bunu kültür aracılığı ile yapıyor olması, Japonya’nın bu dönemde dış politikada kültürel diplomasiyi etkin bir şekilde kullandığının göstergelerinden bir tanesidir. Japonya, Japon Vakfı aracılığı ile akademik ve kültürel etkinlikler çerçevesinde Japon dili eğitimi, Japon çalışmaları ve Japon sanatı, Japon sineması ve filmi ile ilerleyen tarihlerde Japon animasyonu konularında dünyanın çeşitli  ülkelerinde çok sayıda programlar düzenlemiştir. Bu programların ve etkinliklerin dış politika ve özellikle diplomasi bağlamında değerlendirilmesi örneğini, ABD odaklı olmasından  çıkarımı da yapılabilir. Ayrıca hükümet kurumları ile beraber çalışması da uzun vadeli ve  stratejik olarak tasarlanmış bir kurum olduğunun göstergesidir. Bugün Japon Vakfı küresel  ölçekte faaliyet göstermektedir, ancak Amerika Birleşik Devletleri ana odak alanı olmaya  devam etmektedir (Japon Vakfı, 2005). Japonya’nın bu uluslararası kültürel girişimleri, bütün  ülkeler tarafından olumlu bir şekilde yanıt almadı. Japonya’nın geçmişte Asya’da uygulamış  olduğu yayılmacılık faaliylerinin tarihini kültür ile yumuşatma girişimi, bu bölgedeki  ülkelerin kültürel faaliyetlere daha temkinli bakmasına yol açtı. Bunun sonucunda bölge  ülkeleri, Japonya’dan kültürel ithalatı yasaklama yolunu seçti. Bölge ülkelerinin ekonomik  kaygıları olmakla birlikte asıl neden geçmişte Japonya tarafından uygulanan kültürel asimilasyon politikalarıydı. Yayılmacılık döneminde Japonya; 1895-1945 yılları arasında Tayvan’ı, 1910-1945 yılları arasında ise Kore’yi işgal etmiş ve bu ülkelerde kültürel asimilasyon politikaları uygulamıştı. Tayvan ve Kore kolonilerinde ve Kuzey Çin’in bazı bölgelerinde kültür ve eğitim politikaları yalnızca daha iyi kontrol sağlamak için değil, aynı zamanda Japonya ile asimilasyonunu kolaylaştırmak için tasarlandı (Caprio, 2009). Kültür politikaları daha sonra kolonilerin sakinlerinin zihinsel ve ruhsal bakış açılarını dönüştürmek ve onları “Japon ruhunu” benimser hale getirmek için askeri zorlamanın yanı sıra kontrolün diğer yönlerini kullanmanın gerekli olduğu fikrine dayanıyordu (Peattie 1984: 94-104; Tsurumi 1984: 279-83). Japonya’nın 1868 Meiji devrimi ile birlikte hızlı bir şekilde modernleşmesi, ekonomik ve askeri açıdan batı ülkeleri seviyesine erişip onları yenebilmesi (Rus-Japon Savaşı 1904-1905) ile kıyaslanarak II. Dünya Savaşı sonrası Japonya’nın benzer  şekilde ekonomik atılımlar yapması bölge ülkelerde benzer korkulara sebep oldu. Siyasal nüfuz döneminin devamı niteliği taşıyabilecek yeni kültürel nüfuz dönemine karşı Japonya’dan kültürel ürün ithalatı yasağı getirildi. Tayvan hükümeti, Japonya’nın Çin Halk  Cumhuriyeti ile ilişki kurmasının ardından 1972 ile 1993 yılları arasında Japon kültürünün ithalatını yasakladı. Güney Kore’de Japon kültürü, işgal sona erdikten kısa bir süre sonra yasaklandı ve yalnızca 1998’de geri getirilmesine izin verildi. Malezya, Tayland, Filipinler ve Singapur’da Japon popüler kültürünün bazı ürünleri, özellikle manga ve animeleri şiddet ve pornografik yapıları olduğu gerekçeleriyle yasaklandı (Otmazgin, 2005). Her ne kadar Soğuk Savaş dönemi Japonya’nın kültürel diplomasisi yayılmacı dönem savaş anılarını silmek olsa da tarihsel geçmiş bu ülkelerde daha ağır basmış oldu.

Bununla birlikte Japonya özellikle Güneydoğu Asya ülkelerinin uygulamış olduğu yasaklara  karşı çeşitli ekonomik ve kültürel politikalar geliştirmeye devam etti. 1977 yılında dışişleri  Fukuda ismi ile anıldığı “Fukuda Doktrini”ne göre, Japonya’nın daha geniş bir diyaloğun  parçası olarak Güneydoğu Asya ile “kültürel alışverişi” teşvik etmek istediğini ve Japonya’nın bir kez daha askeri bir güç olmak istemediğini vurguladı (Sudo, 2002: 35-39). Aynı zamanda  Fukuda Doktrini kapsamında 1978 yılında Çin ile Japonya arasında Barış ve Dostluk Anlaşması imzalandı. Bundan hemen bir yıl sonra Japonya Başbakanı Ohira, “Kültür  Çağının” gelişini açıklamasında ilan etti. Bu girişimler, Japonya’nın hızlı bir şekilde gelişen  ekonomisine karşı yükselen korkuları dindirmek amacı ile uygulanan kültürel diplomasi  faaliyetleri açısından değerlendirilebilir. Görüldüğü üzere bu dönem içerisinde gerçekleşen  Japonya’nın kültürel diplomasi faaliyetleri, bir yandan geçmiş anıları silmekken diğer  yandan da diplomasi faaliyetlerini engellemek için yürütülen politikalara karşı yumuşak bir şekilde karşılık vermek olmuştur. Bu tür yanıtların temel sebebi ise hem bölge ülkeleri  açısından hem de genel itibariyle uluslararası toplum açısından Japonya’nın “barışsever” bir ülke olduğu resmini çizmektir.

 

2.1 Soğuk Savaş Sonrası Japonya Kültürel Diplomasisi

II. Dünya Savaşı sonrasında ABD’nin Japonya’yı komünist Çin ve SSCB’ye karşı batmayan bir gemi gibi gördüğünden bahsetmiştik. Soğuk Savaş’ın bitimi ile birlikte Japonya yapısal ve sistemik kısıtlamalardan göreceli olarak kurtulmuştur. Soğuk Savaş sonrasında kültürün ve kültürel diplomasinin önemi daha fazla ortaya çıkmış, bir devletin gücü yalnızca materyal kavramlar çerçevesinde değil, aynı zamanda başka devletleri ve kamuoylarını cezbetme, sempatisini kazanma gibi konular uluslararası politikada daha görünür olmuştur. Yumuşak güç kavramı, uluslararası politikada popüler hale gelmiştir. Nye’e göre yumuşak güç, bir devletin zorlayıcı olmayan önlemlerle diğer devletlerin dış politika tercihlerini şekillendirme yeteneğini ifade eder. Kültür, siyasi değerler ve askeri olmayan dış politikalar bir devletin  başkalarını kendisine çekme ve bir araya getirme becerisinin ana kaynaklarıdır (Nye, 2004). Kısıtlamalardan kurtulma, yeni sorumlulukları da beraberinde getirmiştir. Soğuk Savaş  konjonktürü ve retoriği doğrultusunda emperyalist dönem anılarını uluslararası toplumun  hatıralarından silme girişimi artık yerini uluslararası toplumun sorumlu bir ferdi olarak  kendisine ait kültürel kimliği daha etkili bir şekilde yansıtma girişimine bırakmıştır. Japon kültürünün antik ve geleneksel yönünü vurgulamak yerine; postmodern, küresel ve yenilikçi  kültürün öncüsü olarak politikalarını geliştirmiştir. Bu tarihten itibaren anime, manga, japon  modası, japon pop müziği, japon mutfağı ve romanları Japonya’nın temel yumuşak güç  içeriklerini oluşturmuş ve kültürel girişimlerinde önemli rol oynamıştır. II Dünya Savaşı sonrası  kurulan denizaşırı kültürel işbirlikleri ve kültürel diplomasi faaliyetleri bu girişimler  üzerinden devam etmeye ve Cool Japan kavramı sık sık kullanılmaya başlandı. Bu konuya  ilişkin Euro-Amerikalı gazetecilerin Japon medya kültürünün artan popülaritesi ile ilgili  haberleri arasında en etkili rapor Gross National Coll terimini ortaya attı ve Japonya’nın  yükselişini küresel bir kültürel süper güç olarak tasvir etti (McGray, 2002). Zaman içerisinde  Japonya kendi üretmiş olduğu kültürel ürünler ve içerikler etrafında markalaşmaya başladı.

Japonya tarafından yapılan bütün bu girişimler dünya kamuoyu tarafından Japonya’nın “havalı bir ülke” olarak benimsenmesi için gerçekleştirilen girişimler olarak düşünülebilir. Öte  yandan II. Dünya Savaşı sonrası yürütülmüş olan kültürel diplomasi ile Soğuk Savaş sonrası  yürütülmüş olan kültürel diplomasi arasında belirgin farklar bulunmaktadır. Küreselleşmenin  aracılığıyla gelmiş olan yapısal değişiklikler, Japonya’nın kültürel diplomasisinde de  değişiklikler ortaya çıkarmıştır. Küreselleşme ile beraber devlet dışı aktörlerin ve özel  kuruluşların daha fazla ön plana çıkması, Japonya’nın kültürel diplomasisinde içerik olarak  kullanılan kültürel ürünlerin de bu içerik üreticiler tarafından kullanılmasına yol açmıştır. Bu  sayede Japonya’nın kültür ürünleri daha geniş bir pazara yayılma imkânı sağlamıştır. Ancak  bu sefer, hükümet yurt dışında Japon kültürünün tanıtımına liderlik etmemiş, eylemlerinde  son derece duyarlı bir şekilde, özel sektörün metalaştırılmış kültürü üretme ve ihraç etme  başarısını takip etmiş ve buna uyum sağlamaya çalışmıştır (Otmazgin, 2012). Her ne kadar  devlet kültürel ürünleri üretme ve yayma noktasında özel sektörü takip ediyor gibi gözükse  de, devlet ve özel sektör arasında kurulmuş iş birliği ve ortaklaşa karar alma mekanizması ile  (Keiretsu) bu kültürel ürünlerin takibini yapmaya devam etti. Bu bağlamda Soğuk Savaş  sonrası gerçekleşen yapısal gelişmeler doğrultusunda Japonya kültür ihracına devam etmiş,  yapısal ve sistemik gelişmeler ile kısıtlanmamıştır. Bu dönemde de Japonya’nın kültür ihracı,  Japonya’nın dış politikası ve kültürel diplomasisi çerçevesinde şekillenmiş ve siyasal elitler  tarafından yönetilmiş ve dış politika nesnesi haline gelmiştir. Japonya’nın uluslararası  toplumdaki popüler kültürünün kabul edilmesi, Japonya’nın emperyalist geçmişi göz önüne  alındığında ilk bakışta şaşırtıcı gözükebilir. Emperyalist dönem çok kısa zaman önce  yaşanmış olsa da uluslararası toplumun bu kabulü Japonya’nın kültürel diplomasisinin  başarılarından biri olarak gösterilebilir. Bu durum diğer çevre ülkelerinin kültürel içerik  üretme ve kültürel diplomasi aracılığıyla dış politika hedeflerini gerçekleştirmek için teşvik  etti. Örneğin Güney Kore hükümeti “Kore Dalgası” olarak bilinen Güney Kore medya kültürlerinin geniş popülaritesini inşa etmeye çalıştı. Kore’nin başarısı, Japonya dahil olmak  üzere komşu ülkeleri kültürel diplomasi faaliyetlerini genişletmek için harekete geçirdi ve  böylece 21. yüzyılda Doğu Asya’nın tamamında yoğunlaşan yumuşak güç rekabetine katkıda  bulundu (Beng, 2012). Her ne kadar diğer Asya ülkelerinin ve Kore’nin bu davranışı  küreselleşmenin getirdiği konjonktürel ve sistemik değişiklikler ışığında gerçekleşmiş gibi görünse de asıl neden Japonya’nın emperyalist dönemin anılarını unutturmadaki veya yumuşatmadaki başarısındadır. Bugün Asya’daki insanlar, Japonya’nın geçmişteki yanlışlarını  hâlâ hatırlasalar ve Japon hükümetinin savaş zamanı geçmişine yönelik davranışlarını  eleştiriyor olsalar da milyonlarca animasyon, çizgi roman ve J-pop albümleri almaya ve rutin olarak Japon yapımı izlemeye devam etmektedirler (Otmazgin, 2012). Her ne kadar siyasi açıdan tartışmalı olan Yasukuni Tapınağı Japon başbakanları tarafından ziyaret edildiğinde Çin, Kore ve Tayvan tarafından tepki ile karşılansa veya II. Dünya Savaşı sırasında Japon işgali altındaki Kore’de askeri genelevlerde çalıştırılan kadınlar Kore ile Japonya arasında bir dış politika sorunu olarak kabul edilse de kültürel diplomasi gergin ilişkileri yumuşak bir zemine oturtmada fayda sağlamaktadır.

2004 yılında dönemin Japonya Başbakanı Koizumi tarafından hükümetin, ülkenin kültürel  diplomasisine nasıl daha katkıda bulunabileceğini anlamak için bir düşünce kuruluşu  oluşturdu. Eylül 2005’te Abe seçim kampanyası sırasında “pop kültürün” Japonya’nın en  güçlü yönlerinden biri olduğunu duyurdu. Bir çizgi roman hayranı olduğu bildirilen Prime Minister Taro Aso, Doraemon ve Hello Kitty gibi Japon anime karakterlerinin Japonya’nın uluslararası kültür elçileri olarak atanmasını önerdi (asahi.com, 2005. 10 Nisan,  Yomiuri Shimbun, 2005, 11 Kasım). Taro, 2006 yılında yaptığı bir konuşmada:

 

“[Manga], Japon mangalarının dünya çapında ne kadar tanınır hale geldiğinin güçlü bir  örneğidir. Pop kültüründen yararlanmayı başaramayan herhangi bir kültürel diplomasinin gerçekten ‘kültürel diplomasi’ olarak adlandırılmaya layık olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz.’’ (Japonya Dışişleri Bakanlığı, 2006).

 

Bu söylemlerde Japonya’nın popüler kültürünün, siyasal elitler tarafından kültürel diplomasiyi pekiştirmek amacıyla desteklendiği gözlemlenmektedir.

Günümüzde Japonya’nın kültürel içerikleri ve ürünleri, küresel pazarda yayılmaya ve  çoğalmaya devam etmektedir. Her ne kadar Japonya’nın kültürel içerikleri ve ürünleri  “uluslararasılaşma” tehdidi ile karşı karşıya olsa da Japonya dışında üretilen bu içerikler,  orijinallerinin kopyası olmaktan öteye gidememektedir. Asya’da kendine has kavramları  kullanarak içerik üreten devlet dışı kuruluşlar Japonya’nın popüler kültürüne karşı alternatif  olabilecek aktörlerdendir. Kore TV dizilerinin ve pop müziğinin yalnızca Asya’da değil bütün  dünyada popülaritesinin artması, Japonya’nın popüler kültürüne güçlü bir alternatiftir. Ancak  bu durum Japonya’nın kültüre diplomasisinin gelişimine ve hedeflerine engel olmamakta,  yalnızca uluslararası piyasa bağlamında rakip olma niteliği taşımaktadır.

 

Sonuç

II. Dünya Savaşı sonrası dönemde Japonya’nın kültürel diplomasisinin temel hedefi, Japonya’nın emperyalist dönemde uygulamış olduğu politikaları uluslararası toplumun ve kamuoyunun gündeminden çıkarmak olmuştur. Japonya bu doğrultuda kültürel diplomasi  yürütürken Soğuk Savaş konjonktürü ve retoriğinden etkilenmiş, hem Doğu Asya’daki  komşuları hem de batılı devletler Japonya’ya şüphe ile yaklaşmaya devam etmişlerdir.  Japonya’nın bu dönemde kültürel diplomasi bağlamında girişimlerinden olan UNESCO  (1952) ve BM (1956) üyelikleri ile uluslararası toplum tarafından yasal olarak kabul edilen bir  ülke olmuştur. İlerleyen dönemlerde aynı şekilde kültürel diplomasi başlığı altında  gerçekleştirmiş olduğu girişimler bağlamında 1964’te olimpiyatlara ev sahipliği yapması, 1972 yılında Japon Vakfı’nın kurulması, Yugoslavya ve Çin gibi komünist ülkelerde Japon dili eğitimi faaliyetlerine bulunması, Doğu Asya ülkeleri ile imzalanan dostluk ve barış  antlaşmaları, Fukuda Doktrini kapsamında Japonya’nın bir daha savaşmayacak bir ülke olarak  belirtilmesi gibi faaliyetler Japonya’nın kötü imajını silmek için Soğuk Savaş konjonktürü  içerisinde gerçekleştirilmiş olan girişimler olarak nitelendirilebilir. Japonya’nın II. Dünya  Savaşı sonrası hızlı ekonomik büyümesi geçmişteki Meiji Devrimi sonrası gerçekleşen ekonomik ve askeri büyümeye benzetilmiş, Japonya buna karşı ise çok taraflı ticaret  anlaşmaları imzalamıştır. Sonuç olarak bu dönemde uluslararası toplum ve kamuoyları  tarafından diğer ülkeler ile eşit bir zeminde kabul edilebilmek ve kötü imajını ortadan kaldırmak amacıyla eğitim, kültür, spor, sanat, fikir ve bilgi akışı aracılığıyla kültürel diplomasi faaliyetlerine odaklanmıştır. Zaman içerisinde Japonya; kültürel, sosyal ve siyasal bağlamda uluslararası toplum tarafından kabul edilmesi ile bu amacına ulaşmıştır. Soğuk Savaş sonrası dönemde ise Japonya görece sistemik ve yapısal baskılardan kurtulmuş bir şekilde uluslararası toplumun sorumlu ve katılımcı bir ferdi olarak uluslararası politikada yükselmiştir. Bu dönemdeki kültürel diplomasi faaliyetleri de baskılardan kurtulmuştur. Yumuşak güç kavramının uluslararası politikanın temel unsurlarından biri olması ile Japonya hali hazırda var olan kültürel içeriklerini ve ürünlerini dünyaya daha aktif bir şekilde pazarlamaya  başlamış ve “kültürel süper güç” olarak çağrılmaya başlamıştır. Dahası, Keiretsuolarak isimlendirilen ve devlet kurumları ile özel sektör arasındaki bağlantı aracılığıyla Japonya bu ürünler üzerinden kendi dış politikasını daha kapsamlı bir şekilde yansıtabilmiştir. Kültürel diplomasinin, yumuşak gücün ve popüler kültürün önemi Japonya dışişleri bakanları ve başbakanları tarafından dile getirilmiş ve devlet politikası haline gelmiştir. Öte yandan küreselleşen dünyada popüler kültür içerik ve ürünleri de küreselleşmeye başlamış, Japonya’nın bu içerik ve ürünleri uluslararasılaşma baskısı altında kalmıştır. Ancak Japonya, kendi içerisinden çıkmış olan içerik ve ürünlerin hâlâ temel yapımcısı ve dağıtımcısı  konumundadır. Sonuç olarak II. Dünya Savaşı sonrasında Japonya’nın yürütmüş olduğu  kültürel diplomasi, emperyalist dönem anıları silmek bağlamında başarılı olmuş; Soğuk Savaş sonrası dönemde de sistemik ve yapısal kısıtlamalardan kurtularak daha bağımsız kültürel diplomasi politikaları izlemiştir.

 

 

İSMAİL ÜZÜMCÜ

Diplomasi Çalışmaları Staj Programı

 

 

KAYNAKÇA

Caprio, M. (2015). Review of “Assimilating Seoul: Japanese Rule and the Politics of Public  Space in Colonial Korea, 1910–1945.” Reviews in History, 81–110.

https://doi.org/10.14296/rih/2014/1734

Cultural Diplomacy in Europe. (1974). Manhattan Publishing Co., 225 Lafayette Street, New  York, New York 10012. https://eric.ed.gov/?id=ED102067

Goff, P. M. (2013). Cultural Diplomacy. Oxford Handbooks Online, 1–19.  https://doi.org/10.1093/oxfordhb/9780199588862.013.0024

Ikenberry, G. J., & Nye, J. S. (2004). Soft Power: The Means to Success in World Politics.  Foreign Affairs, 83(3), 136. https://doi.org/10.2307/20033985

Kahn, B. W. (1999). Changing attitudes toward cultural interchange in postwar Japan. Asia Pacific Review, 6(2), 65–77. https://doi.org/10.1080/13439009908720017

Laqueur, W. (1994). Save Public Diplomacy: Broadcasting America’s Message Matters.  Foreign Affairs, 73(5), 19–24. https://doi.org/10.2307/20046828

Lebra, J. C., Myers, R. H., & Peattie, M. R. (1986). The Japanese Colonial Empire, 1895- 1945. Journal of the American Oriental Society, 106(2), 275–311.

https://doi.org/10.2307/601637

McGray, D. (2002). Japan’s Gross National Cool. Foreign Policy, 130, 44–54.  https://doi.org/10.2307/3183487

MOFA: Speech by Minister for Foreign Affairs Taro Aso at Digital Hollywood University “A  New Look at Cultural Diplomacy: A Call to Japan’s Cultural Practitioners.” (2006).  Http://Www.Mofa.Go.Jp/Announce/Fm/Aso/Speech0604-2.Html.

https://www.mofa.go.jp/announce/fm/aso/speech0604-2.html

Otmazgin, N. K. (2005). Cultural Commodities and Regionalization in East Asia.  Contemporary Southeast Asia, 27(3), 499–523. https://doi.org/10.1355/cs27-3h

Sources of information in the cultural heritage: An annotated reference guide 1994.4.6.1  Susanne Peters, 292 × 205 mm, vi + 102 pp., Strasbourg, Council of Europe, [1994].  Directorate of Education, Culture and Sport, Council of Europe, F-67075 Strasbourg  Cedex, France. (1994). Museum Management and Curatorship, 13(4), 440–441.  https://doi.org/10.1016/0964-7775(94)90103-1

Speech Before United Nations General Assem bly on December 18, 1956. World and Japan  database. (1956). Http://Www.Ioc .u-Tokyo.Ac.Jp. https://www.ioc.u-tokyo.ac.jp/

Sudo, S. (2001). The International Relations of Japan and South East Asia: Forging a New  Regionalism (Politics in Asia) (1st ed.). Routledge.

Thao, M.-C. (2013). Structure, Audience and Soft Power in East Asian Pop Culture Huat  Chua Beng, Hong Kong University Press, 2012, 183 p. Communication & Langages2013(175), 155–156. https://doi.org/10.4074/s0336150013011125

国際交流基金(ジャパンファウンデーション) The Japan Foundation. (2005).  Http://Www.Jpf.Go.Jp. https://www.jpf.go.jp/

İkinci Dalga Feminizm’in Ayak Sesleri: Agnés Varda Sineması

Özet 

İkinci Dalga Feminizm, toplumsal cinsiyet rolleri ile cinsiyet üstünlüğünün reddine dayanan ve cinsel özgürlüğün kazanılması yönündeki kadın mücadelesinden doğmuştur. 1960’lı yılların sonu ile 1970’li yılların sonuna kadar etkisi çok güçlü bir biçimde hissedilmiştir. “Fransız Yeni Dalga”nın öncü yönetmenlerinden Agnès Varda, 1970’li yıllarda Fransa’da da hissedilen İkinci Dalga Feminizm’den etkilenmiştir.

Kendisini feminist bir yönetmen olarak tanımlayan Varda sinema kariyeri boyunca “kadın olma” durumuna odaklanmıştır. Filmlerindeki temsil sistemi aracılığıyla ataerkil düzenin dayattığı toplumsal cinsiyet rollerini deşmiş, ters yüz etmiştir. Ataerkil hegemonyada madun olarak karşımıza çıkan kadınlar, ana akım sinemadan farklı olarak feminist bir bağlamda görsel kültüre dâhil edilmiştir (Saka, 2020). Varda, 1970 sonrası filmlerinde de bu tavrını sürdürmüştür. Bu çalışma bağlamında yönetmenin kurmaca uzun metrajlı üç filmi incelenecektir. İkinci Dalga Feminizm’den önce çekilmiş La Pointe Courte (1955) filmi ile İkinci Dalga etkisinin daha fazla hissedildiği Cléo de 5 à 7 (1962) ve Le Bonheur (1965) filmleri analiz edilecektir.

Anahtar Kelimeler: Agnès Varda, Fransız Yeni Dalgası, İkinci Dalga Feminizm, kadın temsili, feminist film eleştirisi.

Abstract

Second Wave Feminism is a part of women ‘s movement based on refusing gender roles and supremacy of the sexes which struggles for gaining sexual freedom. Its impression was felt strongly until the end of the 1960’s until the end of the 1970’s. One of the pioneer “auteur” of the French New Wave or La Nouvelle Vague Agnès Varda was influenced by the Second Wave Movement which was widespread in France throughout the 1970’s.

Varda who identifies herself as a feminist director, during her film career, focuses on the phenomena of ‘being women’. She reversed the gender roles which were imposed by the patriarchal order through the representational system of her movies. As different from mainstream cinema, women, who appear as the subaltern in patriarchal hegemony, are incorporated in visual culture in a feminist context (Saka, 2020). She maintained that attitude even after 1970. Within the context of this study, three of her fictional and feature films will be analysed: La Pointe Courte (1954) which was filmed before Second Wave Feminism and Cléo de 5 à 7 (1962), Le Bonheur (1965) in which the Second Wave was felt more.

Keywords: Agnès Varda, French New Wave, Second Wave of Feminism, woman representation, feminist film criticism.

Agnès Varda Hakkında

Asıl adı Arlette olan Agnès Varda 30 Mayıs 1928’de Belçika’nın başkenti Brüksel’de dünyaya gelir. Annesi Fransız olan Varda’nın babası Yunan’dır. 1940 yılında İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla Belçika’dan ayrılmak zorunda kalır ve Yeni Dalga’nın ilk filmi olarak nitelendirilecek La Pointe Courte’u (Paralel Yaşamlar) çektiği Fransa’nın Sète kentine göç eder. Louvre Okulu’ndan mezun olduktan sonra Vaugirard Okulu Fotoğrafçılık bölümünde lisans eğitimini tamamlar. Farklı festivallerde çeşitli kişilerle çalışan Varda, 1954 yılında ilk kişisel sergisini gerçekleştirir. Aynı yıl sinemaya yönelir ve Alain Resnais ile birlikte La Pointe Courte filmini çekmeye başlar (Allocine, t.y.). Bu film için kurduğu Cine Tamaris yapım şirketi, kariyerinin sonuna kadar var olmuştur (Midilli, 2014).

29 Mart 2019’da kanserden öldüğünde ardında pek çok film bırakan Varda’nın filmografisine bakıldığında çeşitli türlerde yapımları olduğu görülmektedir.  Uzun metraj on üç film çekmiştir. Kurmaca türündeki filmleri  şöyledir (Allocine, Découvrez toute la filmographie de Agnès Varda): La Pointe Courte (1954), Cléo de 5 à 7 (1962), Le Bonheur (1964), Les Creatures (1965), Lions Love (1969), Nausicaa (1970), L’Une Chante L’Autre Pas (1976), Documenteur (1980-1981), Sans Toit Ni Loi (1985), Jane B. Par Agnès V. (1987), Kung-Fu Master (1987), Jacques de Nantes (1990), Les Cent et Une Nuits (1994).

Kısa film türündeki filmleri ise (Allocine,t.y.): L’opéra Mouffe (1958), La cocotte d’azur (1958), Du Côté de la Côté (1958), Ô Saisons Ô Chateaux (1958), Les fiancés du pont MacDonald (1961), Salut les cubains (1963), Elsa la rose (1965), Oncle Yanco (1967), Black Panthers (1968), Réponse de femmes: Notre corps, notre sexe (1975), Plaisir d’amour en Iran (1976), Ulysse (1982), Les dites cariatides (1984), 7p. cuis., s. de b., … à saisir (1984),  T’as de beaux escaliers, tu sais (1986),  Hommage à Zgougou (et salut à Sabine Mamou) (2002), Le lion volatil (2003), Ydessa, les ours et etc. (2004), Viennale Walzer (2004), Les dites cariatides bis (2005), Cléo de 5 à 7: souvenirs et anecdotes (2005), Les 3 Boutons (2015) şeklindedir.

Yönetmen, kariyerinin son zamanlarında ağırlıklı olarak karşımıza çıkan belgesel türünde de oldukça başarılı yapımlara imza atmıştır:  Daguerreotypes (1974-1975), Mur Murs (1980), Les Demoiselles Ont Eu 25 Ans (1992), L’univers de Jacques Demy (1993), Les Cents et Une Nuits de Simon Cinéma (1994), Les Glaneurs et La Glaneuses (1999), Deux Ans Après (2001), Quelques Veuves de Noirmoutier (2004), Les Plages d’Agnès (2008), Agnès De-Ci De-Là Varda (2011). (Allocine, t.y.)

La Nouvelle Vague

Fransız Yeni Dalga’nın tek kadın yönetmeni olan Agnès Varda’ya geçmeden evvel akıma ve Sol Banka yönetmenleri (Left Bank directors) ile Sağ Banka yönetmelerine (Right Bank/Cahiers) değinmek elzemdir.

1953 yılında Fransız yasama organı tarafından yenilenen “sinemada nitelik geleneği”ne ilişkin destek, Fransız Sineması için oldukça önemlidir. Bu teşvikten yararlanmak isteyen sinemacılar nitelik bakımından güçlü olabilecek edebiyat ve tiyatro uyarlamalarına yöneldiler. Fakat idealist ve öfkeli eleştirmenlerden oluşan bir grup genç, söz konusu nitelik geleneğine karşı çıkıyorlardı. Bu gençler Fransız eleştirmen Andre Bazin’in 1951 yılında yayınlamaya başladığı Cahiers du Cinéma dergisi etrafında toplandılar ve eleştirilerini bu dergi aracılığıyla dile getirdiler (Nochimson, 2013).

Agnès Varda’nın 1954 yapımı La Pointe Courte filmi ve Claude Chabrol’ün 1959 yapımı Le beau Serge filmi akımın ilk filmi olarak farklı kesimlerce benimsenmektedir. Görüldüğü üzere akımın ilk filmi konusunda farklı uylaşımlar söz konusudur. Jean-Luc Godard, François Truffaut, Éric Rohmer, Claude Chabrol, Jacques Rivette,  Agnès Varda, Alain Resnais, Chris Marker, Henri Colpi ve Jacques Demy gibi isimler, aralarındaki farklılıklara rağmen Yeni Dalga’nın “auteur”leri olarak anılmaktadırlar. Sinema anlayışlarının ortaklık gösterdiği hususlardan ilki -yaratıcı yönetmen anlamına gelen- “auteur yönetmenler”e duydukları saygıdır. Senaryo kullanmayan, film öyküsünü doğaçlama yaratan ve edebiyata bağımlı olmayan auteurler aynı zamanda yapay ışık, kontrollü ses prodüksiyonu, dublaj, seslendirme gibi unsurları reddederler.  Elbette teknolojik gelişmelerin etkisiyle bu idealler gerçeklik ile zaman zaman çakışmıştır. Yeni Dalga’nın auteur yönetmenleri amatör oyuncularla çalışmaya gayret göstermişlerdir. Ancak Brigitte Bardot, Anna Karina, Alain Delon, Jean-Paul Belmando, Jean-Pierre Leayd gibi kimi oyuncular Yeni Dalga sayesinde yıldızlaşmışlardır (Nochimson, 2013).

Akımın tek kadın auteur yönetmeni, bu çalışmanın konusu olan Agnès Varda’dır. Varda dışında bu dönemde Fransız sinemasında bir kadın yönetmen furyası görülmemiştir. Yeni Dalga yönetmenlerinin neredeyse tamamının erkek olması, akımın eril niteliğine işaret etmektedir (Nochimson, 2013).

Akım içinde iki hizipten veya gruptan bahsedilebilir. Robert Former’ın (Farmer, 2009) aktardığı üzere James Monaco’ya göre Sol Banka (Rive Gauche) grubunun  üyeleri Chris Marker, Alain Resnais, Agnès Varda ve Jacques Demy’den oluşmaktadır. Monaco, Jean-Luc Godard’ın söz konusu adlandırmayı öneren olduğunu da belirtmektedir. Fransız Yeni Dalga’nın avangart bir kanadı olarak değerlendirilen Sol Banka’nın Sağ Banka yönetmenleri kadar popüler olmadığı ve anılmadığı da vurgulanmıştır. Fransız yönetmen Claire Clouzet, Sol Banka grubunu Yeni Dalga’nın bir hizbi olarak görmektense akıma muhalefet eden bir grup olarak görmektedir. Yüzü edebi geleneklere dönük olan Sol Banka’nın aksine Sağ Banka yönetmenleri sinemasever kimlikleriyle ön plana çıkmaktadırlar. Bu bağlamda Sağ Banka grubu, hâkim Fransız sineması geleneğine karşılık gelmektedir.

“Yeni Bir Dalga Yaratmak”[1]

Yeni Dalga’nın tek kadın yönetmeni olan Agnès Varda Jacques Demy’nin eşi ve Chris Marker’in dostu sıfatlarını aşarak akım içinde yeni bir dalga yaratmıştır. Kuşkusuz onun sinema anlayışı eril üretim ortamındaki tek kadın yönetmen olmasından bağımsız değildir. Varda 1970’li yıllarda etkisi hissedilen İkinci Dalga Feminizm hareketine kayıtsız kalmamıştır. Kürtaj ve doğum kontrolünün serbest olması yönündeki fikirleriyle öne çıkan yönetmen, sinemayı bir farkındalık yaratmak üzere ustaca kullanabilmiştir. Filmlerinde öznel bilince ulaşmış, kendilerini gerçekleştirme yoluna girmiş kadın karakterler görülmektedir. Diğer bir ifadeyle, kendilerine yabancılaşmış kadınlardan ziyade, hayatları üzerinde kontrole sahip özneler söz konusudur. Oysa ana akım sinemanın temsil sistemi, ataerkil düzen tarafından sarmalanmış kadının konumunu pekiştiren ve yeniden inşa eden bir niteliğe sahiptir. Ana akım sinemada bakış erkeğin kontrolündedir (Midilli, 2014). Kadının öznelliğini ihlâl eden eril bakış ataerkinin sürdürülmesine katkıda bulunmaktadır.

Ataerkil ideolojinin “gelişkin bir temsiliyet sistemi olan sinema”daki (Mulvey, 1993) inşası ilk olarak eril bakışın taşıyıcısı olan kamera aracılığıyla gerçekleşmektedir. Fransız düşünür Michel Foucault’nun “Hapishanenin Doğuşu” adlı eserinde de tartıştığı üzere bakış, hâkimiyet kurmak için etkili araçlardan biridir. Söz konusu sinema olduğunda da durum değişmemektedir. Sinema salonunun karanlığında belirsiz kalan özne, beyazperdede teşhir edilen nesneye bakmaktadır (Midilli, 2014). Bu yönüyle bakan özne bakılan nesne üzerinde bir hâkimiyet kurmaktadır.

Laura Mulvey “Görsel Haz ve Anlatı Sineması” adlı yazısında patriyarkal düzenin inşasında sinemanın işlevine dair kapsamlı bir değerlendirme sunmaktadır (Mulvey, 1993). Agnès Varda sinemasının özüne ilişkin açıklamalar sunmasından dolayı Mulvey’in değerlendirmesi oldukça önemlidir. Mulvey, sinemada gerçekleşen “bakma”yı psikanalitik yöntemle ele alır. Yazar, bakışın toplumsal cinsiyet farklılıklarını yeniden inşa eden niteliğinin film izlerken de işlediğini ileri sürmektedir. O’na göre sinema, egemen düzen tarafından şekillenen bilinçdışının görme ve bakma biçimleri ile bu biçimlerin hazza yol açması durumunun görüldüğü bir temsil sistemidir (Mulvey, 1993). Temsil sistemleri ana akım ve alternatif sinemada farklı işlemektedir. Alternatif sinema anaakım sinemanın doğrudan sunduğu hazların bir karşıtı olarak varlık gösterir. Sinemanın sunduğu hazlardan ilki skopofilidir. Skopofoli, “bakma”dan sağlanan ya da alınan hazza işaret etmektedir. Bakmak, sanıldığının aksine masum bir eylem değildir. Sapkınlık derecesine varacak şekilde öznenin tatminine sebep olabilir. Cinsel tatmin “nesneleşmiş ötekini, aktif denetleme anlamında seyrederek sağlayabilen takıntılı voyorleri ve röntgencileri üretir” (Mulvey, 1993).

Bakan özne skopofiliyi kendi narsistik yönü içinde geliştirirken, sinemanın belli başlı uylaşımları da bu durumu desteklemektedir. Söz konusu uylaşımların başında mahremiyetin ve vücudun parçalanmasına denk gelen kameranın bedene odaklanışı gelir. Kullanılan çekim ölçeği, çerçeveleme, mizansen gibi sinematografik unsurlar bu anlamda fetişistik bir niteliğe sahiptir. Bilinmeyen öteki hakkındaki merak, sinemasal düzlemde bakma isteği ve tanımanın çekiciliğiyle bir bütün halindedir (Mulvey, 1993).

Fransız psikanalist ve psikiyatrist Jacques Lacan’ın ayna evresi kuramı, film çalışmalarında başvurulan psikanalitik çözümlemenin önemli bir boyutunu oluşturur.  “Ayna evresi, çocukların fiziki ihtiraslarının kendi motor kapasitelerine üstün geldiği zamanda ve ayna imgelerini kendi bedenlerinde deneyimlendiklerinden daha bütünsel ve mükemmel sanmalarının sonuçta yarattığı kendini tanıma keyfiyle birlikte gerçekleşir. Böylece, tanıma, yanlış tanımayla örtülür: tanınan imge, ‘ben’in yansıyan gövdesi olarak kavranır ama onun üstünmüş gibi yanlış tanınışı, bu gövdeyi ideal bir ego olarak kendi dışına yansıtır, bir ego ideali olarak kendini yeniden başka bir şey sanan yabancılaşmış özne, gelecekte başkalarıyla özdeşleşmenin yolunu açar.” (Mulvey, 1993).  Mulvey, ayna ve perde arasındaki benzerlikten dolayı Lacan’ın çözümlemesinin film kuramında önemli olduğu kanısındadır. “Bakma”nın getirdiği büyülenme, öznenin kendisinin farkına varışının ilk nüvesidir. Perde ve ayna benzerliğinin ötesinde, sinema geçici bir ego yitimine izin verir. Bu ego yitimi eş zamanlı olarak egoyu güçlendirecek büyülenme yapılarına da haizdir. Bu bağlamda sinemada bakış ile kurulan özdeşleşmenin temelinde, narsisizm ve egonun kuruluşuyla gelişmiş imge yatmaktadır. Diğer bir ifadeyle, izleyici bu aşamada perdede gördüğü kendi benzerini tanır ve büyülenerek kendi egosunun perdedeki yansısıyla özdeşleşir (Mulvey, 1993).

Aynı zamanda Mulvey’in değerlendirmesi, “bakma”daki hazzın erkek ve kadın arasındaki paylaşımına odaklanmaktadır. Erkek aktif bir biçimde bakarken, kadın pasiftir, bakılandır. “Belirleyici erkek bakışı kendi fantazisini, uygun biçimde şekillenmiş dişi figüre aktarır. Geleneksel teşhir edici rolleri içinde kadınlar, bakıla-sı-lık mesajını veren, güçlü görsel ve erotik etki amacıyla kodlanmış dış görünüşleriyle aynı anda hem bakılan hem de teşhir edilendir.” (Mulvey, 1993). “Bakma”nın sahip olduğu işlevin bilincinde olan Agnès Varda, sinemasında kadının bakılan ve teşhir edilen olmasını eleştirir. Söz konusu eleştiri filmlerinde kadın-erkek temsili, anlatı, sinematografi gibi unsurlar aracılığıyla gerçekleştirilir.

Agnès Varda uzaklaştırma tekniğini filmlerinde sıklıkla kullanır. Karakterlerini daima yalnız bırakan yönetmen, onların psikolojileriyle ilgilenmez; mutlu ya da üzgün oldukları anlarda karakterlerinin yanında değildir. Böylesi bir tercih ile karakterlerine mesafeli durmaktadır. Objektif niteliğe sahip olan kamerasıyla Varda sineması gerçekçidir. Filmlerinde uzaklaştırma tekniğini uzun planlar kullanarak uygular.  Bu iki özellik klasik sinemanın uylaşımlarına karşı verilen tepkinin bir bölümünü içinde barındırır (Midilli, 2014).

La Pointe Courte, 1955 (Paralel Yaşamlar)

Sinemayla ilişkisi izlediği sekiz filmden ibaret olan Varda, ilk filmi La Pointe Courte’un çekimlerine 1954 yılında başlamıştır. Film Sète’de küçük bir balıkçı kasabasında çekilmiştir. Oyuncu kadrosu kasabanın sakinlerinden oluşmaktadır (Bragg, 2019).

Varda filmin temasına ilişkin fikirlerini, Pierre Uytterhoeven ile yaptığı röportajda şöyle ifade ediyor (Agnès’in Varda’sı: Paralel Yaşamlar, 2020):

“Paralel Yaşamları yaptığım zaman çok keskin bir fikrim vardı ve bu da mutlaka çelişkili olmayan, ancak yan yana yerleştirilen ve birbirinden ayrı problemleri olan iki tema önermekti: ilişkileriyle başa çıkan bir çift, bir yandan da bir sorunu kolektif bir süreçle çözmeye çalışan bir köy. Film bölümlere ayrılmıştı, bu yüzden iki tema hiçbir zaman birbirine karışmamıştı ama seyircinin onlarla yüzleşme ya da üst üste binme olasılığını açık bıraktım. Her zaman birinin özel sorunlarını kamu sorunlarıyla bütünleştirmenin çok zor olduğunu düşündüm. “

Mekânların insanlar üzerindeki etkisini ve insan ilişkilerine yansımalarını görmek açısından La Pointe Courte, önemli bir örnektir. Filmde Parisli kadın, evli olduğu adamın doğup büyüdüğü Pointe Courte kasabasına gider. Evliliğini sorgulamaya başlayan kadın eskisi kadar tutkulu olmadığını fark etmiştir.  İsimleri verilmeyen çiftin ilişkisinde kişisel ve toplumsal ayrım en dinamik hâliyle göze çarpmaktadır (Ince, 2020). Yönetmen, olayların aktarımında herhangi bir karakterin bakışını egemen kılmamıştır.  Her ne kadar diegetik açıdan farklı bakış açıları söz konusu olsa da kadın yanlı bakış esastır (Chick, 2011). Ana akım sinemanın kadın temsiline bir alternatif oluşturmak bu bakış açısıyla uyum içerisindedir.

Döneminin kadın ve cinsellik temsillerine mütevazı bir şekilde meydan okuyan Varda, Parisli kadın ile kırsaldaki geleneklerin değişimine ışık tutmaktadır. Dört yıldır evli olan kadın evliliği ve ruhsal durumuyla ilgilenirken; ev içi ücretsiz emek sömürüsünün tahakkümü altındaki kasaba kadınları temizlik, yemek pişirme ve çocuk büyütme gibi işlerle meşguldür. Benzer biçimde Pointe Courte kadınları kendi hayatları üzerinde kontrol sahibi değilken, şehirli kadın bir erkek gözetiminde olmadan hayatını sürdürebilmektedir. Bir başka deyişle Parisli Kadın, yerel kadınların bağlı olduğu ataerkil geleneklerden özgürleşmiş bir özne olarak temsil edilmektedir. Kadınların ilişkilerinde son sözü söyleyen erkekler olsa da, bu yapının çatırdamaya başladığı görülmektedir. Bu bağlamda, mutlak karar verici olan erkeklerin, kasabalı iki âşığın ilişkisi hakkındaki tartışmasına kadınların dâhil olması bir dönüm noktasıdır  (Chick, 2011).

Diğer filmlerinde olduğu üzere baskın bir feminist alt metni olmayan La Pointe Courte, Fransız Yeni Dalga’nın eril sinema ortamındaki tek feminist kadın yönetmenin ilk filmi olması açısından önem arz etmektedir. Evli bir çift aracılığıyla bir kasabadaki yaşama odaklanılırken, aynı zamanda İkinci Dalga Feminizm’in “Özel olan politiktir.” söyleminin kökenlerine inilmektedir. Yine bu söylemin ihtiva ettiği erkek egemenliği altındaki kadının özel alan, cinsellik, toplumsal cinsiyet gibi konulardaki arayışının dolaylı nüveleri de görülmektedir.

Cléo de 5 à 7, 1962 (5’ten 7’ye Cléo)

Çirkinlik ölümün bir şeklidir. Güzel olduğum sürece yaşıyorumdur.

Film falcının, genç şarkıcı Cléo’ya yakın zamanda öleceğini söylediği sahneyle açılır. Film zamanı, gerçek zamanla neredeyse paraleldir. Test sonuçlarını beklemenin gerginliği içindeki Cléo, toplumsal uylaşımların dayattığı Fransız kadını mitini yıkacağı varoluşsal bir yolculuğa çıkar.  İçinde bulunduğu sıkıcı durumdan bir türlü kurtulamamakta, yardımcısı Angèle ile Paris sokaklarında gezmekte ve dükkânları dolaşmaktadır. Kamera sıklıkla Cléo’yu uzun planlarla Paris sokaklarında takip etmektedir. Arzu nesnesi olan kadının, arzulayan bir özneye dönüşme süreci panoramik şehir gezisi ve karşılaştığı kişiler aracılığıyla ele alınmıştır (Saka, 2020).

Kadının özel alan dışındaki görünümü, geleneksel anlatı yapısında görülmeyecek türden bir temsildir. Cléo’nun, evine dönmek için bindiği taksi şoförünün bir kadın olması karşısında şaşırması da bu duruma işaret eder. Kadın taksi şoförü ve özel alan olan evde Angèle’in artan anaç yönlendirmesi toplumsal cinsiyet rollerinin teşhiri bağlamında anlamlıdır. Şımarık ve çocuksu bir kadınmışçasına muamele görmekten sıkılan Cléo, prova sahnesinde böyle olmadığını göstermeye çalışmıştır. Seslendirdiği şarkılardan birinin hüzünlü sözleri karşısında “Bu çok fazla.” diyerek ağlamaya başlar. Piyanist arkadaşı Bob’un “Bir başka kapris!” şeklindeki çıkışıyla Cléo ile Bob arasında bir tartışma gerçekleşir. Ben bir aptal ya da porselen bebek değilim. Beni sömürmek için sinirlerimi bozuyorsun. ifadesinde kendisinin nasıl görüldüğünün bilincinde olan Cléo, isyan bayrağını çeker. Peruğunu çıkarıp bir kenara fırlatır. Üzerindeki şık kıyafeti, siyah sade bir elbiseyle değiştirir. Kendisine dayatılan “yasağı” hiçe sayarak yeni aldığı siyah şapkasını takar, Angèle’e “Ne istersem onu yapacağım.” der ve evden ayrılır. Bu ana kadar Cléo’nun temsili Laura Mulvey’in belirttiği, ana akım sinemada kadının kibirli, narsist ve “bakılan şey” şeklindeki temsil tarzıyla uyum içerisindedir (Mantziari, 2014).

Sokağa çıkan Cléo, o ana dek verili taleplerden sıyrılarak, farklı bir edayla Paris’in şehir merkezi boyunca yürümeye başlar. Cléo’nun değişimini Janice Motuon, Fransızca bir kavram olan flanör kavramıyla açıklamaktadır (Bragg, 2019). Erkek bakışının nesnesi olan Cléo, sokaklarda, başkaları tarafından nasıl görüldüğüne aldırmadan ve bir bakışın taşıyıcısı olan özne olarak yürümeye başlamıştır. Bu, kendisine atfedilen konumlardan sıyrılmanın en somut adımıdır.

Yürürken etrafında olanları kimi zaman şaşkınlıkla izleyen Cléo, bir bara girer. İçkisini beklerken diğer masalarda oturan insanları inceler. Bardan çıkıp, heykeltıraşlar için modellik yapan arkadaşı Dorothée’nin yanına uğrar. Hastalığından bahsettikten sonra arkadaşıyla başka konularda konuşmaya başlar. Hayata bakışında görülen bariz farklılıklar Cléo’nun değişimine ışık tutmaktadır. Model olarak çıplak poz veren Dorothée, “Bedenim beni mutlu ediyor, gururlandırmıyor.” derken bedeninin kendisi için bir zevk kaynağı olduğunu söylemektedir (Mantziari, 2014).

Arkadaşının tavsiye ettiği parka gittiğinde, orada Antoine isimli bir asker ile karşılaşır. İlk başta Antoine’a çekimser davranmıştır. Sonrasında onunla sohbetini ilerletir. İçsel değişiminin bir başka boyutu da Antonie ile olan sahnelerde görülmektedir. Saka’ya göre (Saka, 2020) öznel bilincin oluşumunun doruk noktası Cléo’nun, Antoine’a Florence olan gerçek adını söylemesidir. Etimolojik olarak yeniden doğuş anlamına gelen ve Rönesans çağrışımı yapan Florence, Cléo’nun yeniden doğuşuna bir işaret olarak okunabilir. Antonie ile test sonuçlarını öğrenmek için hastaneye giden Cléo, tedavi görmesi gerektiğini öğrenir. “Korkularımın bittiğini hissediyorum. Mutluyum.” diyerek ve Antoine ile yürümeye devam eder. Bu son sahneden, Cléo’nun özne olabilme yolundaki değişimini sürdüreceğini anlarız.

Le Bonheur, 1965 (Mutluluk)

Agnès Varda’nın ilk renkli uzun metraj filmi olan Le Bonheur 1965 yılında çekilmiştir. Filmin konusuyla uyum içinde kullanılan renk paleti sarı, yeşil, kırmızı, turuncu, pembe ve mavi gibi renklerden oluşmaktadır (Midilli, 2014).

Le Bonheur, kırsalda eşi Thérèse ve iki çocuğuyla yaşayan François adlı bir marangozun yaşamını anlatmaktadır. Ailesiyle mutlu bir yaşamı olmasına rağmen François, posta ofisinde çalışan Emilie ile bir ilişkiye başlar. Geleneksel aile değerlerini reddeden François, evli olmasına karşın başka bir kadına olan sevgisinden dolayı pişmanlık duymamakta, böylesine bir pişmanlığın gereksiz olduğunu düşünmektedir. Ailesiyle çıktığı bir gezide eşine Emilie’den bahseden François ikisini de ayrı ayrı çok sevdiğini anlatır. Filmin mutlu havası eşinin başka bir kadını sevdiğini öğrenen Thérèse’nin gölde boğularak ölmesiyle sekteye uğrar (Thakker, 2017). Geleneksel aile değerlerinin dayattığı konumlardan yararlanan François, ölen eşi için üzülse de daha sonra onun yerine Emilie’i koyar.

Film feministler tarafından eril bir yapının anlatımı olmakla eleştirilmiştir. Aslında Varda François’in öyküsüne odaklanmak niyetinde değildir. Filmde Thérèse ile Emilie üzerinden ataerkil toplum yapısının bireylere dayattığı beklentiler ele alınmış ve eleştirilmiştir. Evin koruyucusu olan erkek, ailenin geçim kaynağıdır (Midilli, 2014). Kadın, “Yuvayı dişi kuş kurar.” söyleminin de açık ettiği üzere çocuklarla ilgilenmek, yemek yapmak gibi özel alan olan ev içine aittir. Tüm bu beklentiler kadın ve erkeğin yükümlülüklerini belirleyen unsurlardır. Bu yükümlülüklere sahip olanlar film boyunca değişiklik göstermiştir. Ev içindeki konumu üstlenmesi gereken ilk karakter François’in ilk eşi olan Thérèse’dir. Thérèse’nin ölümünden sonra oluşan boşluk Emilie tarafından doldurulur (Midilli, 2014). Gerek Thérèse gerekse Emilie, kendi sıraları gelince toplumun dayattığı görevleri yerine getirmişlerdir.

Kadının mahremiyetini parçalayan bir bakış açısına sahip olması itibariyle kameranın taşıyıcısı erkektir. Thérèse ve Emilie’nin vücutlarının çerçevelenmesinde görüldüğü üzere, kadın bir bütün olarak varlık göstermek yerine parçalara indirgenmiştir. Böylesi bir yaklaşım, kadın bedeninin fetişistik düzeyde temsilini de özünde taşımaktadır.

Le Bonheur böyle bir bağlamda değerlendirildiğinde, yöneltilen eleştirilerin aksine eril yapıyı teşhir etmektedir. Agnès Varda, mutluluğuna mutluluk katmak isteyen François aracılığıyla idealleştirilen mutluluğu cinsiyet rolleri bağlamında sorgulamaktadır.

SONUÇ YERİNE

Bu çalışmada La Pointe CourteCléo de 5 à 7 ve Le Bonheur filmleri bağlamında Fransız Yeni Dalga’nın tek kadın yönetmeni olan Agnès Varda sineması incelenmiştir. Söz konusu üç filmin, İkinci Dalga Feminizm ile ilişkisi sorgulanmıştır.

İlk bölümde Agnès Varda hakkında genel bilgiler ve yönetmenin filmografisine yer verilmiştir. Fransız Yeni Dalga akımı hakkında bilgi verilen ikinci bölümde Sağ Banka ve Sol Banka şeklindeki ayrıma değinilmiştir. Agnès Varda, Claire Clouzet’nin akıma muhalefet eden bir hizip olarak gördüğü Sol Banka grubunda yer almaktadır. Akabinde Laura Mulvey’in kuramından yola çıkarak, filmleri değerlendirirken kullanılacak olan çerçeve çizilmiştir.

Yönetmenin ilk filmi olan 1955 yapımı La Pointe Courte, baskın bir feminist alt metne sahip değildir. Buna karşın, akımın eril faaliyet alanındaki tek kadın yönetmenin ilk filmi olması yönünden önemi vurgulanmıştır. 1962 yapımı Cléo de 5 à 7 yönetmenin en bilinen filmlerindendir. Şarkıcı bir kadının, öznelliğini inşa etme yolunda yaşamından kısa bir kesit sunulmaktadır. Ataerkil düzenin dayatmalarına ışık tutması bakımından oldukça önemlidir. Son olarak, feministler tarafından en çok eleştirilen 1965 yapımı Le Bonheur filmi, İkinci Dalga Feminizm bağlamında incelenmiştir.

Agnès Varda, sinematografiyi alternatif bir sinema olanağını göstermek üzere incelikle kullanmıştır. İlk film gösteriminden bu yana eril bir faaliyet alanı olan sinemada, feminist bir kadın olarak yer almıştır. Bu durum sinemasını dönemin filmleriyle bir arada düşünülemeyecek denli farklı kılmaktadır.

MELİS YILDIRIM

Feminizm Okumaları Staj Programı

DİPNOT:

[1] https://filmloverss.com/yeni-bir-dalga-yaratmak-agnes-varda/

KAYNAKÇA

(2020). Agnès’in Varda’sı: Paralel Yaşamlar. T. Yalur (Dü.) içinde, Ten ve Hafıza: Agnès Varda (s. 85-94). İstanbul: Agora Kitaplığı.

Allocine. (tarih yok). Découvrez la biographie de Agnès Varda. Ocak 14, 2021 tarihinde Allocine.fr: https://www.allocine.fr/personne/fichepersonne-2492/biographie/ adresinden alındı

Allocine. (tarih yok). Découvrez toute la filmographie de Agnès Varda. Ocak 14, 2021 tarihinde Allocine: https://www.allocine.fr/personne/fichepersonne-2492/filmographie/ adresinden alındı

Bragg, E. (2019, Ağustos). “YOU’VE GOT TO DO IT JUST LIKE THE BOYS”: AGNÈS VARDA AND THE BIRTH OF THE AUTRICE . Halifax, Kanada.

Chick, K. R. (2011). PhD Thesis. Re-framing French Culture: Transformation and renewal in the films of Jean-Luc Godard, Alain Resnais, Agnès Varda and Jacques Tati (1954-1968). Glasgow, İngiltere: University of Glasgow.

Farmer, R. (2009). MARKER, RESNAIS, VARDA: REMEMBERING THE LEFT BANK GROUP. Senses of Cinemas.

Ince, K. (2020). Feminist Fenomenoloji. T. Yalur (Dü.) içinde, Ten ve Hafıza: Agnès Varda (s. 94-108). İstanbul: Agora Kitaplığı.

Mantziari, D. (2014, Mart). Women Directors in ‘Global’ Art Cinema: Negotiating Feminism and Representation. İngiltere.

Midilli, S. (2014). YENİ DALGA SİNEMASININ GÖRÜNMEYEN FEMİNEN YÜZÜ: AGNÈS VARDA SİNEMASINDA KADIN TEMSİLİ. İstanbul.

Mulvey, L. (1993). Görsel Haz ve Anlatı Sineması. (N. Abisel, Dü.) 25.Kare Sinema Dergisi , 18-24.

Nochimson, M. P. (2013). FRANSA: Sinemada Fransız Devrimleri. M. P. Nochimson içinde, Bir Dünya Sinema (Ö. Yaren, Çev., s. 27-73). Ankara: De Ki sinema .

Saka, S. (2020). Madun’un Zamanı. T. Yalur (Dü.) içinde, Ten ve Hafıza: Agnès Varda (s. 73-84). İstanbul: Agora Kitaplığı.

Thakker, B. (2017, Kasım 5). Feminist Departures- Varda’s Le Bonheur. New York.

İkinci Dalga Feminizm – İkinci Dalga Feminizm – İkinci Dalga Feminizm

LGBTİ+’ların Çalışma Hayatında Yaşadıkları Damgalanma ve Dışlanma Pratikleri Üzerine

Almanya’ya Hoşgeldiniz! – Wilkommen in Deustschland (2011)

Bilge bir adam, kimiz ya da neyiz sorusuna şöyle bir yanıt vermiş:

“Biz, bizden önce olan her şeyin, gözümüzün önünde yaşanan ve bize reva görülen şeylerin toplamıyız.

Biz, varlıkları kendi varlığımızı etkileyen ve bizim de onların varlığını etkilediğimiz insanlar ve şeyleriz.

Biz, bizden sonra olan ve biz gelmemiş olsaydık, var olamayacak olan her şeyiz.’’

Almanya’ya Hoş Geldiniz (Wilkommen in Deutschland)

Almanya’ya Hoş Geldiniz (Wilkommen in Deutschland, 2011), Yasemin Şamdereli’nin yönetmenliğini yaptığı, Almanya’daki Türk göçmenlerin yaşamış oldukları kimlik bunalımları ve entegrasyon süreçlerine dair bir Alman komedi-dram filmi olarak karşımıza çıkmaktadır. Hikâyenin sıcaklığını ve gerçekliğini izleyiciye geçirmede başarılı bulduğum bu film 61. Berlin Uluslararası Film Festivalinde ise bölüm yarışmasında en iyi senaryo ve en iyi film kategorilerinde 2011 yılında Deutscher Filmpreis (Alman Film Ödülleri) kazanmıştır.

Almanya’nın iş gücü aradığı 60’lı yıllarda iş için göçen ve Almanya’ya ayak basan bir milyon birinci işçi olan Hüseyin Yılmaz ve ailesine odaklanan film, ailenin iki farklı dönemi üzerine yoğunlaşır. Hüseyin’in eşini ve çocuklarını da yanına almasıyla birlikte Yılmaz ailesi Almanya’da köklenmeye başlar. Torunları olana kadar sadece bir kere Türkiye’ye giden aile, Hüseyin’in tam da Alman vatandaşlığı aldığı sıralarda ailesine Türkiye’de bir ev aldığını ve hep beraber gidip evi yapacaklarını haber vermesi ile Yılmaz ailesinin Türkiye’ye yolcuklarını temel alan film bir hikâye anlatıcılığı edası ile geçmiş ve şimdi arasında gidip gelmeye başlar. Bu geçmiş ve şimdi şeklinde ilerleyen anlatım, ailenin farklı bir kültürün içine girdiği ilk zamanlar ile daha sonrasında bu kültürü özümseyen çocuklarının Türk kültürü için düşündüklerini kapsamasıyla uyum sürecini izleyiciye oldukça iyi geçirmektedir. Filmin yönetmeni olan Yasemin Şamdereli’nin filmdeki Yılmaz ailesi gibi kendisinin de 1959 yılında Almanya’ya çalışmak için giden ilk işçi ailelerinden birinin çocuğu olması düşünüldüğünde, uyum ve entegrasyon süreci gerçekçiliğini izleyiciye hissettirmede filmin neden bu derece başarılı olduğu anlamlı hale gelmektedir.

Tüm bu uyum sürecinin yanında filmin ilk başında gördüğümüz öğretmenin, “Cenk’in bayrağını nereye koyalım?’’ sorusu ve haritanın Avrupa haritası olduğu için sadece İstanbul’u barındırması nedeni ile Cenk’in haritanın dışına yerleştirilmesi bir metafor olarak kimlik bunalımı olgusunun somut hali gibi durmaktadır. Çünkü Yılmaz ailesinin en küçüğü olan Cenk, babasının Türk ve annesinin Alman olması nedeniyle hangi kimliğe sahip olduğunu bilememekte, Türk ve Alman çocuklarının karışık olarak bulunduğu okulda arkadaşlarıyla yaşadıkları ise onu iyice bilinmeze sokmaktadır.  Film tam da bu noktada, Cenk’in ailesine, “Neyim ben? Türk mü? Alman mı?’’ sorusu üzerine kuzeni Canan’ın dedelerinin hayat hikayesini anlatmaya başlamasıyla şekillenir. Bu sorunun benzeri bir röportajda yönetmen Şamdereli’ye de sorulmaktadır. Buna cevaben kendisi, kendini belirli kategorilere koymanın çekmecelere sıkışmak olduğunu belirtmek ile birlikte bu tarz sınıflandırmaları doğru bulmadığını da ifade ederek hikâyenin konusu değişiklik gösterse de öznesi her zaman insandır sözü ile soruya cevap vermektedir (Ekici, 2020).

Hüseyin’in Almanya’ya “misafir işçi” olarak gitmesinin ana nedenine bakıldığında ise eşini ve çocuklarını geçindirememesi, maddi sorunlar yaşamasıdır. Bunu ise göçün arkasında yatan ekonomik sebeplerden biri olarak değerlendirebilmek mümkündür. Bize gösterilen sahnelerde Hüseyin kazandığı paranın çoğunu memleketindeki ailesine yollamakta onları geçindirmeye çalışmaktadır. Hikâyede anlatılan Hüseyin yani nam-ı değer “dede”, iş bitip de Türkiye’ye geri döndüğünde çocuklarının düzensizliğini ve haşarılığını görmesi, onların düzen ve disiplini öğrenmesi amacıyla ailesiyle birlikte Almanya’ya göç etmek üzere olan kararını şekillendirmiş olur. Çünkü ona göre; Almanlar bu işin ustasıdır.  

Gitme ve gittikten sonraki uyum süreçlerine bakıldığında ise kültür farklılıklarının ne kadar önemli olduğu ve önyargıların insanları ne kadar etkilediğini gözlemleyebiliyoruz. Özellikle de aileye gitmeden önce “Almanlar çok pismiş’’, “Orada sadece patates varmış’’ gibi söylemler ile gelen hediyeler tamamen önyargı ve bilmediklerinden kaynaklanmaktadır. Hüseyin’in çocuklarından biri olan Muhammet’e ise arkadaşının Almanların domuz eti ve insan yediğini söylemesi üzerine çocuğun Almanya’ya vardığında haç görmesi karşısında bağırıp korkması onun ne kadar travmatize olduğunun da göstergesi haline gelmektedir. Keza Yılmaz ailesi için de uçaktan indikleri andan itibaren oralar bambaşkaymış düşüncelerini görürüz. Alışkın oldukları kültürden çok farklı bir yere gitmeleri kültür şokuna neden olmuştur diyebiliriz. Nitekim Almanya’daki evlerine vardıklarında alafranga tuvalet ile karşılaşmaları bu kavramı örnekler niteliktedir. Daha önce sadece alaturka tuvalet görmüş ve ona alışmış bir ailenin bu yeni kültür karşısındaki tepkileri de oldukça eğlenceli bir şekilde ekrana yansıtılmıştır.

Bir de Yılmaz ailesinin Almanya’da gerek kalabalık aile şeklindeki yemek sofraları gerek beslenme alışkanlıkları ile Türk kültürünü devam ettirdiklerini görmekle birlikte, ailenin Alman kültürünü benimseyen üyelerinin Türkler hakkında kalıplaşmış bilgiler bulundurduğunu da birkaç sahnede görebilmekteyiz. Örneğin bunlardan biri; Hüseyin’in tek kızı olan Leyla’nın çöpçü olmak istemesini belirtmesi üzerine erkek kardeşinin ona sen kadınsın çöpçü olamazsın demesi öncelikli olarak bir toplumsal cinsiyet eşitsizliği kalıbıdır. Daha sonrasında bu kalıbın ülkelere nasıl tesir ettiğini ise Leyla’nın yıllar sonra Türkiye’de kadın çöpçü görmesi ve “Çöpçüler kadın, hem de burada!’’ deyip şaşırması, söylemindeki hem de burada nın aslında Türkiye özelinde bir toplumsal cinsiyet kalıbı olarak görülür.

Film bize göç nedenlerini, göç sonrası uyum sürecini ve geri dönmek isteme/istememe gibi hikâyeyi farklı perspektiflerden anlatırken aynı zamanda Almanya’nın iş gücü için diğer ülkelere çağrıda bulunurken iş gücünün “insanlardan” oluştuğunu çok geç anladıklarını da göstermektedir. Nitekim filmin sonunda eski kayıttan gösterilen bir söyleşide, “Biz iş gücü çağırdık, gelen ise insanlardı’’ sözü bunu doğrular niteliktedir.

Günümüz Türk Alman ilişkilerini ve göçü anlamlandırabilip aktarabilmek adına Türk göçmenlerin yaşadıklarının tarihsel arka planı ve kuramlar ne kadar önem arz etse de bahsedildiği gibi giden sadece iş gücü değildi hepsi birer insandı. Ayrı ayrı kültürlere, dillere ve yaşam tarzlarına sahip olan insanlardı gidenler. Bu doğrultuda bizlere yer yer dramatik ama çoğunlukla eğlenceli ve tam bir aile komedisi sunan Wilkommen in Deutschland ise giden özne, aktör olarak insanı ele alıp, insana dair olana dikkat çekmesiyle önemli bir yere parmak basmış bulunmaktadır. Belki görsel efektleri yok ya da son teknolojili bir yeni dönem filmi değil fakat duygusal açıdan güçlü bir seyir zevki bahşettiğinden bahsetmek kesinlikle mümkün.

“Hayatımızı etkileyen birçok kararı kendimiz değil başkaları verir.’’  -Wilkommen in Deutschland, 2011

Gülce Çankaya

Göç Çalışmaları Staj Programı

Kaynaklar: 

Ekinci, H. (2020) Yasemin Şamdereli: “Öznesi İnsan Olan Bir Hikâyenin Anlatıcılarıyız”. Perspektif: https://perspektif.eu/2020/07/02/yasemin-samdereli-oznesi-insan-olan-bir-hikayenin-anlaticilariyiz/ adresinden alındı

 

1791 Kadın ve Kadın Yurttaş Hakları Bildirisi’nin Birinci Dalga Feminizme Etkisi

“Seni engelleyen ne olursa olsun, kendini özgür kılmak senin ellerinde; sen, yeter ki iste.’’[1]

 

Özet

Feminizm, kadın-erkek ayrımcılığına karşı durarak her alanda eşitliği savunan bir yaklaşımdır. 18.yy’dan başlayarak dalgalar halinde birbirinden ayrılmıştır. Feminizme konu olan tüm dalgaların ortak bir amaca hizmet ettiği şüphesizdir ancak dönemin gereklilikleri taleplere de yansımıştır. 19. yy sonu ve 20. yy başlarında belirginleşen birinci feminist dalgada kadınlar için oy hakkı, eğitim ve mülkiyet hakkı konuları üzerinde durulmuştur. Feminist hareketin insan hakları bağlamında güçlenmesine katkıda bulunan bir başka gelişme de 18. Yüzyıl’da gerçekleşen Fransız Devrimi olmuştur. Ne var ki herkese eşitlik, özgürlük ve kardeşlik vaat eden Fransız Devrimi sonunda yayımlanan ‘’İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’’ ile kadınlar anılan ‘’herkes’’ içinde kendilerinin sayılmadığını somut olarak görmüşlerdir. Bunun üzerine Olympe de Gouges tarafından kaleme alınan ‘’1791 Kadın ve Kadın Yurttaş Hakları Bildirisi yazılı ilk kadın hakları bildirisi olarak tarihe geçmiş ve birinci dalga feminizmin de bir anlamda kaynağı olmuştur.

 

Anahtar Kelimeler: Feminizm, Birinci Dalga Feminizm, 1791 Kadın ve Kadın Yurttaş Hakları Bildirisi, Fransız Devrimi

 

Abstract

 Feminism is an approach to equality that stands against gender discrimination. It has been formed in waves since the 18th century. All waves of feminism served a common purpose, but the needs of each era were reflected in demands. In the first feminist wave that emerged in the late 19th and early 20th centuries, the emphasis was placed on women’s right to vote, education, and property. Another development that contributed to the strengthening of the feminist movement in the context of human rights was the 18th century French Revolution. However, with the “Declaration of Human and Citizen Rights”, published at the end of the French Revolution and promising everyone equality, fraternity, and freedom, women saw as concrete that they were not counted among “everyone”. Thereupon, the “Declaration of the Rights of Women and Citizens of 1791” written by Olympe de Gouges went down in history as the first declaration of women’s rights and became the source of the first wave of feminism.

 Key Words: Feminism, First Wave Feminism, 1791 Declaration of the Rights of Women and Citizens, French Revolution

 

 

GİRİŞ

Feminizm, günlük dilde ‘’kadın-erkek eşitliği’’ olarak bilinmektedir. Sözlüklerde feminizm ise “18.yüzyılda Fransa’da filozoflar ve kadın yazarlarca ortaya atılan ve savunulan, daha sonraki yüzyıllarda her toplumda yandaş bulan, kadının siyasal ve toplumsal haklar bakımından erkekle eşit olması gerektiğini öne süren ve bunu gerçekleştirmeye çalışan akım[3] olarak geçmektedir. Feminizm, kadın-erkek ayrımcılığına karşı durarak, cinsler arasında her türlü ekonomik, siyasal, sosyo-kültürel ve toplumsal eşitliği savunan bir yaklaşımdır. Feminizm kavramı içerisine kadınların haklarıyla, baskı altında tutulmalarıyla veya özgürleşmeleriyle, eşit tutulmalarıyla veya farklı olmaya yönelik talepleriyle ilgili eylemle, günlük siyasetle veya kuramsal olanla ilgili her şeyi dahil edebiliriz. (Ottmann 2012, s. 147).

Feminizm, ilk olarak lokal düzlemde toplumsal bir hareket olarak ortaya çıkmış daha sonraları ise geniş düzlemde hem toplumsal hem de politik bir harekete dönüşmüştür.[4] 18.yy’dan başlayarak lokal düzlemdeki feminizm hareketi dalgalar ile birbirinden ayrılmıştır. Bu dalgaların ortak birer amaca hizmet ettiği noktası şüphesiz olmakla birlikte aralarında dönemin getirdiği gereklilikler neticesiyle farklılıklar oluşmuştur.

Bu bağlamda çalışma; feminizm kavramını genel çerçevede değerlendirirken Fransız Devrimi sonrasında yayımlanan ve Fransız anayasasına önsöz olarak eklenen “İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi” nin kapsayıcılığını eleştirerek ona karşı hiciv niteliğinde yazılan 1791 Kadın ve Kadın Yurttaş Hakları Bildirisi’nin birinci feminist dalganın şekillenmesinde oynadığı rolü incelemektedir.

 

BİRİNCİ DALGA FEMİNİZM VE FRANSIZ DEVRİMİ

18.yy’da var olmaya başlayan feminizm hareketi; 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başlarında belirginleşen birinci feminist dalga ile şekillenmiştir.  Birinci dalga feminizme konu olan talepler; kadınların oy kullanması, eğitimde fırsat eşitliği ve kadınların mülkiyet haklarını içermekteydi. Bu talepler dönemin şartlarına göre temel haklar niteliği taşımaktaydı. Bu dönemde kadınların yaşam hakları ve özgürlükleri, oy verme hakkı, yönetimde yer alma hakkı, eğitimde fırsat eşitliği hakkı gibi talepleri içeren birden çok bildiri ve eserler ortaya konmuştur.[5] Pratik alanda ise oy, mülkiyet ve eğitim hakkı gibi konular kadınların yürüttüğü hareketler neticesinde kazanılmıştır. Birinci feminist dalga kadın hakları farkındalığının oluşmasını sağlamıştır. Dönemin getirdikleri de göz önüne alındığında Avrupa özelinde burjuvazi ve halk arasındaki ayrım her sınıfın kendi içinde bilinçli olarak yer verdiği kadın ve erkek ayrımcılığını da tetiklemiştir.18.yydan itibaren de ayrımcılığın sadece sınıfsal olmadığı, kadın erkek arasında da bilinçli olarak bir ayrım yapıldığı farkına varılmıştır. Böylece kadınlar ayrımcılıkla mücadele etmek adına farklı mücadeleler başlatmışlardır. Birinci dalga feminizmde temel alınması gereken en önemli sonuç, kadınlar tarafından ataerkil toplum yapısına karşı direnmek bilincinin kazanılmaya başlanması olmuştur.

İnsan hakları özelinde kadın haklarına, feminizm özelinde birinci dalga feminizme baktığımızda hareketin yayılmasını hatta belki hızlanmasını, dönüşüm çağrılarını tetikleyen bir gelişme olduğunu görmekteyiz ki o da Fransız Devrimi’dir.

Fransız Devrimi, genel çerçevede Fransa’daki mutlak monarşinin yıkılarak yerine Cumhuriyet rejiminin kurulması ve Katolik Kilisesinin reforma zorlanması olarak anılabilir. Fransız toplumundaki aydınlanma ve düşünsel ilerleme, mutlak hakimiyet altında olan toplumun köklü değişiklikler yaparak yönetimde söz sahibi olabileceği fikrini doğurmuştur. Ekonomik çalkantılarından kurtulabilmek adına ekonomiyi vergi artışıyla düzeltmeye çalışan yönetici kadro süreci yönetememiştir. Nitekim artan vergi yükü halkı ekonomik çıkmaza, yönetimi de kaygı çıkmazına sokmuştur. Böylece talepleri Kral Louis tarafından kabul edilmeyen orta sınıf ve halktan oluşan grup Krallık baskısının merkezi olarak gördükleri Bastille Hapishanesi’ni ele geçirmiş ve mahkumları serbest bırakmışlarıdır. Bastillle baskınından sonra ihtilalci gruplar toplanarak bir kurucu meclis atamış, herkese eşitlik, kardeşlik ve özgürlük vaat ederek İnsan ve Yurttaş Hakları bildirisi yayımlamışlardır. Sosyal bir akım olarak başlamış Fransız Devrimi, Avrupa ve Batı dünyasında benimsenmiş köklü değişimleri de beraberinde getirmiştir.

Fransız Devrimi, toplumsal, tarihsel ve siyasal anlamda çok önemli yeniliklerin karşılığı olmuştur. Dünyadaki çok sayıda değişimin kaynağı olarak Fransız Devrimi gösterilmektedir. Bu yenilik çağrılarından biri de şüphesiz kadın hakları bakımındandır.

Fransız Devrimi’nde aktif şekilde yer alan kadınlar, birey olarak var olabilme savaşlarını toplum nezdinde geniş bir alana yaymak istemiştir. Devrimci kadınlar 17 Temmuz 1791 tarihinde Champ de Mars Kıtali, 1792’de kralın tahttan indirilmesi ve monarşinin tamamen kaldırılması talebiyle 10 Ağustos hareketi, Mayıs-Haziran 1793’te Jakoben-Jironden çatışması ve Mayıs 1795 ayaklanmaları gibi tüm direniş ve ayaklanmalarda her zaman var olmuştur.[6]

Bastille’in 14 Temmuz 1789 günü halk tarafından ele geçirilişinde kaleye 622 kişinin girdiği söylenmektedir. Bu kişilerden kaçının kadın olduğuna dair net bir cevap olmamakla birlikte söylemler, bulunan kişilerden en az üçte biri kadarının kadın olduğunu belirtir. Böylece daha devrimin başındayken dahi kadınların en ön saflarda yer aldığını görmekteyiz.

Ne var ki her insanın “eşit ve özgür yurttaş” olarak haklardan yararlanmasını sağlamak ve baskıya karşı çıkmak amacıyla başlatılan Fransız Devrimi sonucunda kadınlar umduklarını pek elde edememişlerdir. Kadınların tarihinde önemli bir gelişmeye ışık tutan ve çok sayıda kadının destek verdiği Fransız Devrimi herkese eşitlik, özgürlük, kardeşlik vaat ettiği halde devrimci kadınlar bu “herkes” içinde kadınların yer almadığını görmüşlerdir. Fransız Devrimi sonunda yayımlanan “1789 İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’’ (Déclaration des droits de l’Homme et du citoyen) de bu durumun en somut örneği olmuştur.

 

1789 İNSAN VE YURTTAŞ HAKLARI BİLDİRİSİ

Ulusal Meclis’in tasarladığı gibi Fransız halkının temsilcileri, tek sebebinin resmi kötü durum ve yönetim bozukluğunun olduğu insan hakları konusundaki habersizlik, dikkatsizlik veya küçümsemeyi de göz önünde tutarak; insanların doğal, devredilemez ve kutsal olan haklarını önemli bir bildirge ile açıklamaya karar vermiştir. Bunun amaçları da; “toplumun tüm üyelerinin bu bildirgeyi bilmesi ve hak ile görevlerini hatırlaması, yasama ve yürütme eylemlerinin diğer politik kurumlarla karşılaştırılabilmesi ve bu sayede kurallara uyulmasının sağlanması, basit ve tartışılmaz ilkelerden oluşan vatandaş haklarının, daima anayasanın ve kamu refahının korunması ile bir yol alınmasıdır, buna uygun olarak da ulusal meclis en büyük varlık olan insan ve yurttaş haklarının korunmasını kabul ve ilan eder” şeklinde bir girişe sahip olan İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi temel sorunu insan haklarının küçümsenmesi veya unutulması olarak ele alınmıştır (Alatlı, 2010, ss. 939-940). Bildiride açıklanan haklar, insanın yalnız insan olduğu için sahip olması gereken haklar yani doğal, devredilemez, vazgeçilemez, dokunulamaz haklar olarak sayılmıştır. Bildiriyi yayımlayan Ulusal Meclis’in işlevi de anılan hakları açıklamakla sınırlanmıştır.

Fransız Devrimi sonucunda yayımlanan “İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi” ile tüm yurttaşların doğuştan özgür ve eşit oldukları kabul edilmiştir. Ne var ki Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi hazırlanırken kadınlardan hiç söz edilmemiş, kadınlar denkleme katılmamış ve kadın göz ardı edilmiştir.[7]

Devrim sürecine destek veren kadınların 1789 tarihli bildiri hazırlanırken Fransızca ’da yaygın anlamıyla erkek kelimesini ifade etmek için kullanılan “homme” sözcüğü yerine “homme – femme” yani erkek- kadın yazılması talepleri kabul edilmemiştir. ( Nazan Moroğlu , Kadın ve Yurttaş Hakları) Böylece kadınlar ‘’insan’’ kavramı ile kastedilenin yalnızca beyaz erkek yurttaşlar olduğunu farkına varmışlardır. Kadınlar devrim sonrasında dahi yaşanan adaletsizlikler ile kadın erkek arasında kabul edilen eşitsizliğe seslerini yükseltmeye ve kadın hakları, feminizm bilincini oluşturma kıvılcımını ateşlemeye başlamışlardır.

Fransız Devrimi’ne destek veren Olympe de Gouges önderliğindeki kadınlar, yayımlanan bildiride insan ve erkeğin karıştırıldığını, kadınların düşünülmediğini söyleyerek bildiriyi eleştirmiştir. (Otmann 2012, s. 152) Olympe de Gouges bildiriyi erkek (homme) sözcüğünü kadın (femme), erkek yurttaş (citoyen) sözcüğünü kadın yurttaş (citoyenne) olarak değiştirerek yeniden kaleme almıştır.

 

1791 KADIN VE KADIN YURTTAŞ HAKLARI BİLDİRİSİ

“Déclaration Des Droits De La Femme Et De La Citoyenne’’

Devrimci kadınlar tarafından ‘’İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’ne hiciv niteliğinde hazırlanan “Kadın ve Kadın Yurttaş Hakları Bildirisi’’ 1791 yılında ilan edilmiştir. Bu belge tarihte yazılı ilk kadın hakları bildirisidir. Yayımlandığı dönemde yalnızca beş örneği basılmış olup kimilerine göre çok fazla ses getirmediği söylense dahi yazılı ilk kadın hakları bildirgesi olduğu da dikkate alındığında feminist hareket üzerindeki etkisi şüphesizdir.

Bu bağlamda ‘’Kadın ve Kadın Yurttaş Hakları Bildirisi’’ni kaleme alan Olympe de Gouges’tan bahsetmek de yerinde olacaktır. Fransız kadın filozof, yazar, kadın hakları savunucusu, aktivist ve oyun yazarı olan Gouges , 1784 yılında Fransa’nın  Montauban şehrinde doğmuştur.

İlk adı Marie Gouze’dur.16 yaşında evlenmiş ve evliliği kendinden yaşça büyük eşinin ölümü ile sona erdikten sonra adını Olympe de Gouges olarak değiştirip Paris’e taşınmıştır. Siyasi davalarda eylemci tavrıyla dikkat çekerek boşanma, doğumevleri, evli olmayan annelerin hakları gibi konularda toplum nazarında aykırı sayılacak fikirler belirtmiş ve dönem içinde dahi eleştirilmiştir.

Olympe de Gouges, erkeklerin kadınlar üzerindeki tiranlığının tüm eşitsizlik biçimlerinin kaynağı olduğunu düşünmektedir. Gouges, devrimden sonra kadınlara şu şekilde seslenmiştir: “Ey kadınlar! Kadınlar gözlerinizi ne zaman açacaksınız? Bu Devrimden ne kazandınız? Daha pervasız bir aşağılanma, daha aleni bir küçümseme. Yozlaşma yüzyıllarında sadece erkeklerin zayıflığına hükmettiniz. İmparatorluğunuz yıkılıyor, geriye ne kalıyor? Erkeğin adaletsizliklerinin mahkumiyeti. Doğanın bilge kararlarına dayandırılan, irsi mülkiyetin üzerinde hak talebi.” (Landes,1990, s. 114)

Bildirinin yayımlandığı dönem için ses getiren sözü ‘’Kadına darağacına çıkma hakkı tanınıyor; öyleyse kürsüye çıkma hakkı da olmalıdır’’ 1791 Anayasası’nın yayımlanmasından birkaç gün sonra kaleme aldığı Kadın ve Kadın Yurttaş Hakları Bildirisi’nin de 10. maddesini olmuştur.

 

“Toplumsal felaketlerin ve yönetimlerin yozlaşmasının yegâne sebebinin kadın haklarının bilinmemesi, unutulması veya küçük görülmesi olduğuna hükmeden kadınlar, resmi bir bildiri çerçevesinde kadının doğal devredilemez ve kutsal haklarını ortaya koymaya karar verdiler’’[8]

 

Hayatı boyunca kadın hakları için mücadele eden Olympe de Gouges 3 Kasım 1793’te “kadın cinsine yakışmayacak bicimde politika yapmaya kalkıştığı için” devrimci mahkeme tarafından giyotine gönderilmiştir! Yaşam hakkını temel hak olarak tanımlayan Fransız Devrimi ve İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi uygulamada bunu gösterememiştir.

 Fransız Devrimi sürecine destek vermiş; özgürlük, eşitlik, kardeşlik çağrılarını kadınlar için de yinelemiş kadın hakları savunucusu olan Olympe de Gouges devrimin getirdiği eşitlik ve özgürlüğün kadınlar için var olmadığını ölüm nedeniyle dahi kanıtlamıştır.

 

SONUÇ

 “Anneliğe bağlı acılarda gösterdiği cesaret kadar güzellikte de üstün olan cins, yüce varlığın

huzurunda ve himayesinde kadın ve kadın yurttaşların haklarını tanır ve ilan eder’’[9]

 

Olympe de Gouges tarafından kaleme alınan 1791 Kadın ve Kadın Yurttaş Hakları Bildirisi tarihte yazılı ilk kadın hakları bildirisidir. Fransız Devrim’de yer alan kadınlar, aynı amaçlarla devrimi gerçekleştirmek için çabaladıkları erkeklerin dahi kadınları toplumda yok saydığını; tüm yurttaşlar için eşitlik ve özgürlük talep edilen yerlerde kadınların haklarının gözetilmediğini somut olarak farkına varmışlardır. Devrimci erkeklere göre, kadınlar, özel alanda kalarak, siyasi haklar talep etmeden sadece medeni haklarını kullanarak, söz konusu olan ‘’herkes’’ içinde yer alabilirlerdi.[10] Devrimci kadınlar buna karşılık olarak Anayasa niteliğinde yayımlanan bildiriyi tekrar kaleme alıp kadının adını duyurmayı başarmışlardır.

Görülmektedir ki 18.yy’dan itibaren feminizm kadın birliğinden doğmuştur. Kadınların sesini yükselttiği, patri-arkiye karşı çıktığı her yerde feminizm var olmuştur. 1791 Kadın ve Kadın Yurttaş Hakları Bildirisi ile 18.yy’da kadınlar kabul edilmiş düzene karşı çıkmış buna bağlı olarak da bir anlamda feminizmin doğuşuna şahit olmuşlardır.

Birbirinden destek alarak dalgalar halinde güçlenen feminizm akımına bakıldığında dünyanın herhangi bir yerindeki, bir önceki gelişmeden ilham alınarak yenilikler oluşturduğunu görürüz. Hâliyle 19.yy. sonlarında belirginleşmeye başlayan birinci dalga feminizme konu olan, talep edilen hakların neredeyse tamamı 1791 tarihli Kadın ve Kadın Yurttaş Hakları Bildirisi’nde maddeler halinde sayılmaktadır.

İlgili maddelerden birkaçını örnek göstermek yeterli olacaktır; birinci maddede[11] genel bir eşitlik vurgusu yapılmıştır ki bu durum da aslında feminizm akımının temel aldığı esas mesele olarak karşımıza çıkmaktadır. Altıncı maddede[12] ve on altıncı maddede[13] yine birinci dalga feminizm konusu olan ve kadınların yürüttüğü çok sesli hareketler neticesinde kadınların sahip olabildiği oy hakkı konusu işlenmiştir. Madde on yedide[14] ise mülkiyet hakkı açık şekilde ifade edilmiştir.

Anlatılanlar neticesinde görülmektedir ki feminizm hareketi zamanın tümünde talepler üzerine eklenerek, gelişerek var olmuştur. Birinci dalga feminizmin talep noktası olan oy hakkı, mülkiyet hakkı , kadın – erkek eşitliği henüz daha sınıflandırılmadan bile önce Fransız Devrimi sonucunda devrimci kadınlar tarafından talep edilmiştir. Böylece birinci dalga feminizmin temelinde yazılı bir kaynak olarak 1791 Kadın ve Kadın Yurttaş Hakları Bildirisi ‘nin var olduğu ve feminist harekete yol göstericiliği yaptığını söyleyebiliriz.

 

EKLER

1791 tarihli bildirinin Türkçe metni aşağıda gösterilmektedir.

1791 tarihli Kadın ve Kadın Yurttaş Hakları Bildirisi[15]

Adam, sen, adil olabilir misin? Sana bu soruyu bir kadın soruyor. En azından bu hakkı ondan alamazsın. Söyle bana, benim cinsimi baskı altına alan, kendinden menkul iktidarı kim verdi sana? Gücün mü? Yeteneklerin mi? Yaratıcıyı hikmetinde tanı. Yakınlaşmayı ister göründüğün doğanın ihtişamı içinde şöyle bir yürü ve eğer cesaret edebilirsen, senin baskıcı egemenliğine kaynak oluşturabilecek bir örnek bul. Hayvanlara git, elementleri araştır, bitkileri incele, evet, doğanın işleyişine bak ve eğer sana bunun için gerekli araçları gösterirsem, kanıtlarımı kabul et. Eğer yapabilirsen, doğanın düzeni içinde cinsleri ara, araştır ve karar ver. Onları her yerde, herhangi bir ayrım olmadan birlikte görebilirsin; onlar her yerde uyumlu bir topluluk olarak bu ölümsüz şaheseri yaratmak için çalışıyor.

Yalnızca erkek, istisnayı kendisine kural edindi. O, alışılmadık biçimde, kör, bilim cephesinden de destek alarak ve dejenere olmuş bir biçimde, aydınlanma ve aklın yüzyılında^ görülmedik bir bilgisizlik ve despotizmle, bütün entelektüel yeteneklere sahip bir cinsi boyunduruk altına almak istiyor. O, devrimin getirdiklerinden yararlandığını iddia ediyor; daha fazlasını söylememek için, eşitlik hakkını öne sürüyor.

Ulusal Meclis’in şimdiki yasama döneminin sonunda ya da gelecek yasama döneminde kabul edilmek üzere sunulmuştur. Biz, anneler, kız çocukları, kız kardeşler, ulusun temsilcileri, Ulusal Meclis’e alınmayı talep ediyoruz. Toplumun sefaletinin ve siyasal iktidarların ahlâki bozulmuşluğunun başlıca nedenlerinin, kadınların haklarının tanınmaması, unutulması ya da göz ardı edilmesi olduğunu gözönüne alarak, kadınların doğal, devredilemez ve kutsal haklannı bir bildirgeyle ilân etmeye karar verdik. Böylelikle istiyoruz ki, bu bildirge toplumun bütün üyelerinin gözü önünde dursun, herkese hak ve yükümlülüklerini hatırlatsın; kadınların ve aynı şekilde erkeklerin iktidarı kullanmaları siyasal kurumlar açısından karşılaştırılabilsin ve buna daha çok saygı gösterilsin; kadın yurttaşların basit ve dokunulmaz esaslara dayanan şikayetleri daima, anayasanın ve iyi geleneklerin korunması ve herkesin esenliği için etkili olabilsin.

Güzelliği ile olduğu kadar anneliği üstlenme cesaretiyle birlikte düşünülen kadın cinsi olarak bugün, Tanrının da yardımıyla, kadının ve kadın yurttaşların haklarını bu bildirgeyle tanıyor ve ilan ediyoruz:

Madde 1- Kadın özgür doğar ve erkeklerle eşit haklara sahip olarak yaşar. Toplumsal farklılıklar yalnızca genel yarar nedeniyle kabul edilebilir.

Madde 2- Her siyasal topluluğun hedefi ve amacı, hem kadının hem de erkeğin doğal ve devredilemez haklarını korumaktır. Bu haklar: Özgürlük, güvenlik, mülkiyet ve özellikle baskıya karşı direnme hakkıdır.

Madde 3- Egemenlik ilkesi, kadın ve erkeklerin birliğinden başka bir şey olmayan ulustan kaynaklanır. Hiçbir organ ve kişi, bundan kaynaklanmayan bir gücü kullanamaz.

Madde 4- Özgürlük ve adalet kişilere, hakları olanı geri vermektir. Kadınlar doğal haklannı kullanırken, yalnızca erkeklerin karşılarına çıkardıkları sürekli uranlıkla engellenmektedir. Bu kısıtlamalar doğa ve aklın yasalarıyla ortadan kaldınlmalıdır.

Madde 5- Doğanın ve aklın yasaları, topluma zarar verecek tüm edimleri bertaraf eder. Bu yasaların izin verdiği ve tannsal yasaların yasaklamadığı hiçbir şey engellenemez ve hiç kimse bu yasalann açıkça emretmediği bir şeyi yapmaya zorlanamaz.

Madde 6-Yasa genel iradenin ifadesi olmalıdır.Kadın ve erkek vatandaşlar yasanın önünde eşit olup; bütün rütbe, pozisyon ve resmi dairelere eşit ölçüde kabul edilmelidir.

Madde 7- Kadınlar ayrıcalıklı haklara sahip değildir; kadınlar, yasalarda belirtilen koşullarda itham edilir, gözaltına alınır ve tutuklanır. Kadınlar, erkeklerin tâbi olduğu ceza yasalarına tâbidir.

Madde 8- Yasa yalnızca açıkça zorunlu olan cezalar koyar ve hiç kimse suç oluşturan eylemden önce hukuka uygun olarak yürürlüğe konmuş ve kadınlara meşru biçimde uygulanan yasalar olmaksızın cezalandınlamaz.

Madde 9- Yasalara göre suçlu bulunmuş her kadına, yasanın öngördüğü yaptırımlar sonuna kadar uygulanmalıdır.

Madde 10- Hiç kimse, esaslı derecede farklı olsa bile, düşüncelerinden dolayı koğuşturulamaz. Kadın idam sehpasına çıkma hakkına sahiptir. Bu nedenle eylem ve ifadeleri yasalarla korunan kamu düzenini bozmamak koşuluyla, konuşma kürsüsüne de çıkma hakkına sahip olmalıdır.

Madde 11- Düşünce ve görüşlerin özgürce ifade edilmesi, kadınların en önemli haklarından biridir, çünkü bu özgürlük, babaların çocuklarıyla olan babalık bağlarını güvence altına almaktadır. Her kadın yurttaş, barbar bir önyargı tarafından gerçeği gizlemeye zorlanmadan özgürce şunu söyleyebilir: “Ben, senin bana verdiğin çocuğun annesiyim.” Bu hak, bu özgürlüğün kötüye kullanılmasından dolayı yasalardan kaynaklanan sorumluluğu ortadan kaldırmaz.

Madde 12- Kadınların ve kadın yurttaşların haklarının güvence altına alınması, daha büyük bir yaran zorunlu kılar. Bu güvence, bu hakların tanındığı kişilerin ayrıcalığı olmamalı, herkesin yararına hizmet etmelidir.

Madde 13- Güvenlik güçlerinin giderleri ve idari harcamalar için erkeklerden ve kadınlardan eşit ölçüde katkı talep edilir. Kadınlar bu yükümlülük ve ödevleri yerine getirdiklerinden dolayı, mevki ve işlerin, alt ya da üst derece memurlukların ve diğer mesleklerin paylaşılmasına da katılmalıdır.

Madde 14- Kadın ve erkek yurttaşlar, bizzat ya da temsilcileri aracılığıyla, vergilerin zorunlu olup olmadığına karar verme hakkına sahiptir. Kadın yurttaşlar, varlıklarından, erkeklerle eşit oranda vergi verme ilkesini ancak, kamu yönetimine ve vergilerin toplanması, bunların kullanılması ve süresinin belirlenmesi sürecine katılabildikleri takdirde kabul ederler.

Madde 15- Kamu harcamalarına erkeklerle eşit olarak katkıda bulunan kadınlar, her kamu makamından mali işlerle ilgili olarak bilgi alma hakkına sahiptir.

Madde 16- Hakların güvence altına alınmadığı ve güçler ayrılığının benimsenmediği bir toplumun anayasası yoktur. Eğer ulusu oluşturan bireylerin çoğunluğu, yapımına katılmamışsa, o anayasa yoktur ve geçersizdir.

Madde 17- Ortak olarak ya da tek tek, mülkiyet her iki cinsin de hakkıdır. Herkes dokunulmaz ve kutsal olan bu hakka sahiptir. Yasalarca belirlenmiş kamusal bir zorunluluk bunu açıkça gerektirmedikçe, ayrıca adil ve önceden belirlenmiş bir tazminat ödenmedikçe, kimse ulusun asli miras payından yoksun bırakılamaz.

 

 

DESTİNA BERFİN SEVER

Feminizm Okumaları Staj Programı

 

DİPNOTLAR

[1] 1791 tarihli Kadın ve Kadın Yurttaş Hakları Bildirisi ‘nde yer alan bir cümledir.

[2] Oxford Languages

[3]  Gün TAŞ , Feminizm Üzerine Genel Bir Değerlendirme: Kavramsal Analizi, Tarihsel Süreçleri Ve Dönüşümleri

[4] Gün TAŞ , Feminizm Üzerine Genel Bir Değerlendirme: Kavramsal Analizi, Tarihsel Süreçleri Ve Dönüşümleri

[5] Diren Çakmak , Fransız Devrı̇mı̇’nde Kadın:Eksı̇k Yurttaş

[6] Halil İbrahim Şahin, Fransız Yurttaş Ve İnsan Hakları Bı̇ldı̇rgesı̇nı̇n İnsan Hakları Açısından Tarı̇hsel Önemı̇

[7] 1791 tarihli Kadın ve Kadın Yurttaş Hakları Bildirisi önsözünde yer alan bir cümledir.

[8] 1791 tarihli Kadın ve Kadın Yurttaş Hakları Bildirisi önsözünde yer alan bir cümledir.

[9]  Diren Çakmak , Fransız Devrı̇mı̇’nde Kadın:Eksı̇k Yurttaş

[10] Madde 1 ‘’Kadın özgür doğar ve haklar bakımından erkekle eşit yaşar. Sosyal ayrımlar ancak kamu yararı üzerine temellendirilebilir.’’

[11] Madde 6 ‘Yasa genel iradenin ifadesi olmalıdır.Kadın ve erkek vatandaşlar yasanın önünde eşit olup; bütün rütbe, pozisyon ve resmi dairelere eşit ölçüde kabul edilmelidir.’’

[12] Madde 16 ‘’ Ulusu oluşturan bireylerin çoğunluğu anayasa yazımına katkıda bulunmadığı takdirde o anayasa geçersizdir.’’

[13] Madde 17 ‘’ Birlikte veya ayrı olarak mülkiyet her iki cinsin hakkıdır .Kimse ulusun asıl miras payından yoksun bırakılamaz. “

[14]Ece GÖZTEPE , Kadının ve Kadın Yurttaşın Haklar Bildirgesi

 

KAYNAKÇA

Berktay , F. (2004) Kadınların İnsan Haklarının Gelişimi ve Türkiye , İstanbul Bilgi Üniversitesi , Sivil Toplum ve Demokrasi Konferens Yazıları no. 7

Çakmak ,D. (2007) Fransız Devrı̇mı̇’nde Kadın:Eksı̇k Yurttaş , Ege Akademik Bakış, ss.727-745

Gouges , O (1791)  Déclaration des droits de la femme et de la citoyenne

Gouges , O. (1791) Kadın Uyan Kadın ve Kadın Yurttaş Hakları Bildirisi,Berna Günen,İstanbul (2019)

Göztepe , E . (1996) Kadının Ve Kadın Yurttaşın Haklar Bi̇ldi̇rgesi̇ . Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi , 45 (1)

Heper , A. (2014) Feminizm ve Hukuk, Hukuk Kuramı, C. 1, S. 5, Eylül-Ekim, ss. 11-27.

Moroğlu , N. (2008) Kadın ve Yurttaş Hakları, Çağdaşlık ve Yurttaşlık Bilinci, Cumhuriyet Kitap , s. 45.

Moroğlu , N. (2016) Uluslararası ve Ulusal Hukukta Kadının İnsan Hakları, Yeditepe Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi , Cilt XIII, Sayı.1

Taş , G . (2016) Femi̇ni̇zm Üzeri̇ne Genel Bi̇r Değerlendi̇rme: Kavramsal Anali̇zi̇, Tari̇hsel Süreçleri̇ Ve Dönüşümleri̇ . Akademik Hassasiyetler , 3 (5) , 0-0 .

 

Haftalık Sivil Toplum Bülteni / 12-19 Mart

0

Habitat Derneği- Dijital Öğretmenler Projesi

Habitat Derneği olarak ING Türkiye ve ODTÜ iş birliği ile öğretmenlerin dijitalleşmesi, dijital dönüşümün parçası olması ve bu dijital becerileri derslere entegre ederek ilkokul- ortaokul öğrencilerine aktarmaları amacıyla I. dönemini 1.000 öğretmenle hayata geçirdiğimiz Dijital Öğretmenler Projesinin II. dönem başvurularını başlatıyoruz.

Çevrim içi olarak iki fazdan oluşacak “Dijital Öğretmenler Projesi”nin Mart-Haziran 2021 tarihleri arasında gerçekleştirilecek çevrim içi fazına, 15 uygulama ilinden gelen başvurular kabul edilecek.

Proje İlleri: İstanbul, Ankara, İzmir, Ağrı, Aydın, Kahramanmaraş, Adana, Samsun, Gaziantep, Erzurum, Bursa, Van, Trabzon, Diyarbakır ve Konya.

Proje, 10 hafta boyunca devam edecektir, ODTÜ’lü akademisyenler tarafından verilecek 10 senkron ve 10 asenkron dersi tamamlamanız gerekmektedir.

Eğitimler, bilişim teknolojilerinin eğitimde kullanımına yönelik olarak giriş seviyesinde olacaktır. Başvuru için en temel düzeyde bilgisayar kullanabilmeniz yeterlidir.

Son Başvuru Tarihi: 14 Mart 2021

Başvuru ve Detaylı Bilgi İçin: https://dijitalogretmenler.com/dijital-ogretmenler-ii-donem-basvurulari-basladi/

Sosyal İklim Derneği- 6. Yok Oluş: İklim Krizi

Sosyal İklim Derneği 2014 yılında İzmir’de kurulmuştur. Kuruluşundan itibaren; Gençlik Hakları, Çocuk Hakları, Çevre ve İklim Değişikliği konularında çalışmalar gerçekleştirmiştir. Bunların yanında Sürdürülebilir Kalkınma Amaçlarının yaygınlaştırılması için bir çok atölye ve konferans gerçekleştirmenin yanı sıra doğrudan “İklim Eylemi”, “Karasal Yaşam”, “Sudaki Yaşam” ve “Amaçlar için Ortaklıklar” konularında çalışmalar yürütmüştür.

Program İçeriği: Dünya’nın günümüze kadar geçirdiği 5 büyük yok oluşu, iklim krizinin nedenlerini, neden 6. yok oluş olduğunu ve 1.5 derecenin önemini konuşacağımız bu eğitime davetlisiniz.

Tarih: 13.03.2021

Saat: 20:00-21:30

Eğitim Kanalı: Zoom

Başvuru ve Detaylı Bilgi İçin: https://sosyaliklim.org/etkinlik/6-yok-olus-iklim-krizi-egitimi/

Güler Yüzler Derneği- NLP Nedir? Workshop

Eğitimin İçeriği: NLP Nedir? NLP Tarihçesi, NLP İletişim Modeli, Etkili İletişimler Kurma

Eğitim Kanalı: Zoom

Eğitim Tarihi: 13 Mart 2021 20:00-21:00

Başvuru ve Detaylı Bilgi için: https://linktr.ee/guleryuzler2015

Sorgun Gençlik Derneği – Geleneksel & Dijital Pazarlama

Dijital pazarlama; elektronik ortamda ürün ve hizmetinizi tanıtabileceğiniz, günümüz teknoloji dünyasında geleneksel medyaya göre daha avantajlı ve tercih oranı yüksek pazarlama yöntemidir. Dijital pazarlama yöntemi bir firmanın ya da markanın dijital ortamdaki pazarlama sürecine verilen isimdir.

 

Eğitim İçeriği: Eğitim boyunca, Pazarlama nedir? Geleneksel& Dijital pazarlama arasındaki farklar, Pazarlamanın gelişim süreci, E-ticaret nedir? gibi sorulara cevap verilecektir.

Eğitim Kanalı: Zoom

Eğitim Tarihi ve Saati: 13 Mart 2021/ Saat: 20.00

Başvuru ve Detaylı Bilgi için: https://www.sorged.org/egitim/geleneksel-ve-dijital-pazarlama-e-ticaret-101

TEKNOFEST Festivali

Teknofest, Türkiye Teknoloji Tanıtımı Vakfı(T3 Vakfı) ve TC. Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı’nın yürütücülüğünde, Türkiye’de milli teknolojinin geliştirilmesi konusunda kritik rol oynayan birçok kuruluşun paydaşlığıyla düzenlenen Türkiye’nin ilk ve tek havacılık, uzay ve teknoloji festivalidir.  

Projenin İçeriği: Türkiye’nin bilim ve mühendislik alanlarında yetişmiş insan kaynağını arttırmayı hedefleyen, binlerce gencin hayallerini gerçekleştirmek için çeşitli disiplin ve kategorilerde teknoloji yarışmaları düzenlenmektedir.

Son Başvuru: 15 Mart 2021

Proje Tarihi: 21-26 Eylül / İstanbul Havalimanı

Başvuru ve Detaylı Bilgi İçin: https://teknofest.org/

Kızlar Sahada- Kotex Kızlar Sahada Futbolcu Gelişim Programı

Programla amaçlanan, üniversite öğrencisi veya mezunu kadın futbolcuların; sportif, mesleki, kişisel ve kariyer gelişimini destekleyerek ekonomik güçlenmesine katkı sağlamaktır.

Program İçeriği: 1 yıl sürmesi amaçlanan program, 11 farklı branşta eğitim, bire bir koçluk seansları, çeşitli konulardaki uzmanlardan bire bir danışmanlık, Kotex Kızlar Sahada Futbolcu Gelişim Programı Katılım Sertifikası, programa düzenli katılım sağlayanlara burs ve staj imkanı sunuyor.

Program Kanalı: Çevrimiçi Platformlar

Son Başvuru: 15 Mart 2021

Başvuru ve Detaylı Bilgi İçin: https://www.kizlarsahada.com/tr/islerimiz/futbolcu-gelisim-programi

TÜSEV- Mali Eylem Görev Gücü (Financial Action Task Force-FATF) ve Sivil Toplum: Güncel Durum ve Türkiye’deki Gelişmeler Etkinliği

TÜSEV 1993 yılında aralarında Türkiye’nin önde gelen vakıf ve derneklerinin bulunduğu 23 sivil toplum kuruluşu tarafından üçüncü sektörün yasal, mali ve işlevsel altyapısını geliştirmek amacıyla kurulmuştur. Bugün vakfın 100’ü aşkın mütevellisi, TÜSEV çatısı altında işbirliği yapmaktadır.

Tarih: 17 Mart 2021

Saat: 14:00-16:00

Eğitim Kanalı: Zoom

Başvuru ve Detaylı Bilgi İçin: https://www.tusev.org.tr/tr/haberler/mali-eylem-gorev-gucu-financial-action-task-force-fatf-ve-sivil-toplum-guncel-durum-ve-turkiyedeki-gelismeler-etkinligi-17-martta-gerceklesecek#.YEklj2j7TIU

Etkiniz AB Programı – İnsan Hakları için Medya İzleme Online Eğitimi

ETKİNİZ AB Programı, Avrupa Birliği’nin aday ülkelerde sivil toplumun güçlenmesi için uyguladığı Sivil Toplum Aracı (CSF 2017) kapsamında finanse edilmektedir. 7 Ocak 2019 tarihinde başlayan ve 3 yıl sürecek olan Program, bir yandan sivil toplumun izleme kapasitesinin geliştirilmesine bir yandan da kamu kurumları ile sivil toplum kuruluşları arasında insan hakları alanındaki diyaloğun güçlenmesine katkı sağlamayı amaçlamaktadır.

Program İçeriği: İnsan Hakları için Medya İzleme Eğitimi, teorik ve pratik çalışmalardan oluşan günde 3 saat süren 3 günlük bir eğitim olarak tasarlandı.

Katılımcılara 3 ana başlık altında insan hakları izleme becerilerini geliştirme fırsatı sunuluyor:

  • İnsan Hakları ve medya arasındaki ilişki
  • Medya izleme yöntemleri ve araçları
  • İnsan Haklarını medyada ana akımlaştırma

Son Başvuru Tarihi: 19 Mart 2021

Başvuru ve Detaylı Bilgi İçin: https://etkiniz.eu/blog/online-egitim-21/

SistersLab – Mart Ayı Tanışma Toplantısı

SistersLab; STEAM (Bilim, Teknoloji, Mühendisik, Sanat, Matematik) alanlarında kız çocukları ve kadınların görünürlüklerini desteklemenin yanı sıra, donanımlarının artması ve kadınların güçlenerek istihdam edilmesi amacıyla STEAM ve toplumsal cinsiyet alanlarında çalışmalar yapan bir sivil toplum kuruluşudur.

Program İçeriği: Program kapsamında, SistersLab’de neler yapıyoruz? Mart ayında neler yaptık? Bir sonraki ay neler yapacağız? Gönüllü ekibimize veya topluluğumuza nasıl katılabilirsiniz? vb. sorular üzerinde konuşulacaktır. 

Eğitim Kanalı: Zoom

Eğitim Tarihi ve Saati: 21 Mart 2021 / Saat: 19:00-20:00

Başvuru ve Detaylı Bilgi İçin: https://sisterslab.co/etkinlik/mart-ayi-tanisma-toplantisi/

Hazırlayanlar: Banu TÜYSÜZ, Ecem GÜVEN, Gizem AŞAR

TUİÇ Akademi Sivil Toplum Çalışmaları Birimi

 

 

 

 

 

 

 

 

Spy (2019)

İsrail gizli servisi Mossad ajanı Mısır göçmeni Yahudi bir Arap olan Eli Choen’in dosya memurluğundan Suriye Savunma Bakanlığı Yardımcılığına kadar yükselişini ince detaylarıyla ve güzel bir şekilde anlatan The Spy, 1 sezon 6 bölüm olarak izleyicinin karşısına çıktı. Uri Dan’ın “İsrail’den Gelen Casus” adlı kitabından uyarlanan dizinin yönetmenliğini Gideon Raff üstlenmiştir. Suriye ve İsrail arasındaki Golan Tepeleri mevzusu ve sınır anlaşmazlıkları doğrultusunda, Suriye’nin sınırdaki planlarını öğrenmek için Mossad’ın Suriye’ye gönderdiği Eli Cohen’in aylarca ve yıllarca süren eğitimini ve saha çalışmalarını gözler önüne seren bu yapıt, devletlerin istihbarat çalışmalarının nasıl bir gizlilik ve titizlik içinde yürütüldüğünü ve sistematiğini öğrenmemize yardımcı oluyor. İstihbarat adı altında çalışanlar için, istihbaratın azim, yetenek, istek ve fedakarlık gerektirdiği gerçeği gözler önüne seriliyor. Eli’nin eşi Nadia’ya olan aşkı ve özlemine rağmen yıllar boyunca ayrı kalması da fedakarlığını gözler önüne seriyor. İstihbaratın ne denli zor olduğu ve iyi bir istihbaratçının her an her şeyin değişebileceğinden dolayı yaratıcı zekaya ve hayal gücüne sahip olması gerektiği etkili bir biçimde aktarılıyor. Eli’nin kısa zamanda eğitiminde kendi eksiklerini kapatıp gelişmesi ve çok büyük bilgiler elde etmesi hiç kuşkusuz bu işe olan isteğidir. Fakat başarı için olması gereken en önemli özelliklerden bir diğeri de bireyin yeteneğidir. Bu iki temel kavram, istek ve yetenek, bu işin demirbaşı sayılabilir. Dizide görüyoruz ki Eli, bu iki kavramı yakından tanıyor ve oldukça hakim.

İsrail Suriye’den gelecek bir saldırıya karşı stratejik olarak kendilerini hazır hissetmek isterken kendini gözleri kör, kulakları sağır hissediyordu. Gözü kulağı olacak birine ihtiyacı vardı. Suriye’nin sınırdaki İsrailli çiftçilere yönelik bombalı saldırısı İsrail Başbakanı tarafından tepkiyle karşılanınca Mossad, Suriye’ye sızdırılmak üzere bir ajan yetiştirme arayışı içine girdi. Burada Eli Choen’in de daha önce Mossad’a iki kez başvurduğunu ve geri çevrildiğini de belirtmekte fayda var. Bu kez Suriye görevi için görüşmeye çağrılan Eli Choen’e muhtemelen her ülkenin özel görevler için seçtiği ajanlarına sorduğu sorulardan olan “vatanın için işinden, ailenden vazgeçer misin?” gibi sorular soruluyor. Eli, onu sonunda ölüme götürecek olan görevi kabul edip altı ay boyunca Mossad tarafından çeşitli eğitimlere tabi tutuluyor. İşine dört elle sarılan ve bir hayli istekli olan Cohen, aslında hiç varolmamış ikinci bir insanı da bedeninde taşımak zorunda kalıyor: Kamel Amin Thaabeth gizli adıyla Ajan 88. Tıpkı dönen bir kapının iki farklı odaya açılışı gibi Eli’nin de birbirinden tamamen zıt iki farklı hayata açılan bir kapısı vardı. Kamel’in kısa süren çalışma hayatı Arjantin’de başlamış, burada Suriye askeri ateşesi General Amin Al-Hafez ile yakınlık kurarak asıl maça çıkabilmesi için gereken referans mektuplarını elde etmeyi başarmıştır. Suriye saha çalışması için bir ön similasyon olan Arjantin çalışması, bir bakıma Suriye’nin Arjantin’deki siyasi ayağı sayesinde Cohen’e Suriye siyasetinin havasını gerçek anlamda tanıma imkan sağlamıştır. Kamel’in Suriye’ye giriş anahtarı olan Şeyh Majid Al-Ard ile seyahati onun serüvenini başlatır. Kamel’in sınırda Suriyeli komutana eşyalarını kontrol ettirmemesi karşılığında bileğindeki pahalı saati vermesi de devlet kademelerinde işleyen rüşvet olaylarına dikkat çeker niteliktedir. Yıllarca Suriye hasreti çeken, Buenos Aires’te yaşayan biri olarak Suriyeli yetkilileri kendisine inandırmayı başaran Eli, sonunda Suriye sınırlarına girmeyi başararak Şam’a ulaşıyor. Akıllıca ve iyi tasarlanmış bir hayatı olan Kamel’in evi Suriye ordusunun 2. Karargahının çaprazındadır. Ona haberleşme ve orduyu takip etmen imkanı sağlayan bir evdir. Birkaç yıl içerisinde oldukça fazla bilgi toplayan Kamel’in 8 Mart 1963 tarihinde General Amin Al-Hafez’in yaptığı askeri darbeye yardım etmesiyle aralarındaki bağ o kadar kuvvetlenmiş ve Kamel kendine o kadar güvendirmiş ki ajanlığından şüphe edilen Savunma Bakan Yardımcısı’nın yerine teklif bile almıştır. Ajan 88’in kendini kısa zamanda Suriye’de kabul ettirmesi onun doğasından gelen bir aura, deyim yerindeyse şeytan tüyüne sahip oluşundandır. Bu kanı dizide Ma-azi’nin söylediği şu cümlelerden anlaşılıyor; “Herkes tanıştığı ilk andan seni seviyor ve saygı duyuyor. Sen bir odaya girdiğinde herkes senden bir parça istiyor.” Sahip olduğu ekonomik imkanlarla ve iş adamı rolüyle gittikçe üst düzey insanlarla bağını genişletme ve halihazırda olan bağlarını da güçlendirme yoluna giden Eli, görevi süresince edindiği yeni bağlantıları ve bilgileri sabah ve akşam olmak üzere günde iki defa Mossad’a telgraf yoluyla bildiriyor.

Genel bir pencereden bakıldığında, istihbaratın gizli ve çok ciddi bir görev olduğunu Eli’nin işini Nadia’ya açıklayamaması ve bir bebeği olduğunu ancak görevden döndüğünde öğrenmesi, bir ajanın görevi sırasında gerideki hayatından kopması gerektiğini gösteriyor. Bir kıyafet değişimiyle yaşamını değiştirmek ve Eli’den Kamel’e dönüşmenin psikolojik etkisi dizide güzel işlenmiştir. Bir kişiye yakınlaşırken onun hakkında bilgi sahibi olmak örneğin; zevkleri, hobileri, yaşam tarzı, zaafları vb. kriterlerin ne kadar önemli olduğunu dizide Eli’nin askeri istihbarata giden yolda biografik istihbaratı kullanarak işini kolaylaştırdığını görüyoruz. Eli askeri, biografik istihbaratın yanı sıra coğrafi, ulaşım ve iletişim gibi istihbarat türlerinden yararlanmış, generalin yeğeniyle kurduğu dostluk onu İsrail sınırındaki karargaha kadar sokmayı başarmış, ve aynı zamanda yer altındaki karargahın coğrafik konumunu belirtmek için bölgeyi ağaçlandırma yöntemini kullanmıştır. Eli, şan, şöhret, para, mevki, kadın, zevk düşkünü olan ve kendi halkını dahi propaganda ile kandıran bu yöneticilerin yumuşak karnını çoktan keşfetmiş, bunu insan ilişkilerine yansıtarak ve 1963 Suriye Darbesi’ne dahil olarak başarılı bir şekilde göstermiştir. Eli’nin Suriye’de kazandığı prestij ve güven ona Savunma Bakanı Yardımcısı olma şansını tanısa da ülke de bir casusun olduğu fark edilmiş ve bir sabah Mossad’a bilgi verirken iş üstünde yakalanmıştır. Kamel’in en büyük hatası, olayları yeterince araştırmadan kendini kanıtlama çabasıydı. Şüpheli bir ortama sahip Suriye’de tüm detay ve koşulları en ince ayrıntısına kadar düşünememiş, düzenli kesilen elektriğin sebebini araştırmaması ona yolun sonunu göstermiştir. Dizinin başından beri ısrarla vurgulanan ‘bir ajanın sonunu getiren kendini kanıtlama arzusu ve fazla hevesidir’ cümlesi tam bu noktada oldukça anlam kazanmıştır. Unutulmamalıdır ki, istihbarat karanlık bir kuyu gibidir. Dışarıdan bakan içerideki suyu göremez fakat önemli olan taş atarak suyun varlığını yoklayanlara karşı o suyun ses çıkarmadan taşı içine çekip kaybedebilmesidir. Kuyudaki suyun varlığını anlayan kimse o suyu ordan çıkarmak isteyecektir. Nitekim Kamel’in varlığını anlayan Suriye 1965 yılında Şam’da onu şehir meydanında idam etmiştir. Ayrıca, idamı öncesi eşine mektup yazarken manidar bir sahne gözler önüne serilmiştir. Filmin başında sürekli bir lambaya çarpan kelebeğin, mektup sahnesinde yine lambaya çarparken ölmesi hiçbir zaman yakalanmayacağını düşünen Eli’nin sonunda yakalanmasıyla eşleşen bir tasvirdir. Eli Cohen’in yalnız başına topladığı istihbaratlar ölümünden sonra gerçekleşen Altı Gün Savaşları’nda Arap ordularını hezimete uğratmada büyük rol almış ve bu bağlamda doğru istihbaratın önemi vurgulanmıştır. Dizinin son bölümünde Eli Cohen’e uygulanan sahte adres metodu, başka bir casus adayına da uygulanmıştır. Bu demektir ki; kişiler ve sıfatlar değişmekle beraber teşkilatlar ve devletler baki kalmaya devam edecektir.

Macit Sarı, Merve Eser, Kadriye Koyuncu

İstihbarat Çalışmaları Staj Programı

Ceren Erol ile KızBaşına Üzerine

 

1- Merhaba, ben Bilge Su Kuzucular. Öncelikle kendinizden, eğitiminizden ve çalışma alanınızdan bahsedebilir misiniz?

 Merhaba, ben KızBaşına ekibinden Ceren Erol. 23 yaşındayım ve ODTÜ’de matematik bölümünde okuyorum. Yaklaşık 1.5 senedir KızBaşına platformunda gönüllüyüm. İlk zamanlarda etkinlik organizasyonu görevinden sorumluydum ve düzenli projelerimizden birisi olan Sanat Galerisine de destek oluyordum, sonrasında insan kaynakları alanında çalıştım ve şuanda koordinatör yardımcısı görevini yürütmekteyim.

 

2- Daha çok kadın alanında çalıştığınızı biliyorum. Günümüzde kadınların genel olarak durumu hakkında neler düşünüyorsunuz?

KızBaşına’ da gönüllü olduğumdan beri fark ettim ki evet sosyal medyadan farkındalık yaratmak, projeler, kampanyalar, eğitimler düzenlemek çok işe yarıyor, kadınlar yalnız olmadığını görüyor ve birbirlerinden güç bulup tepki verebiliyorlar. Ancak bir yandan da Türkiye’nin sahip olduğu ataerkil düzen, yasaların doğru şekilde uygulanmaması gibi olumsuzluklar kadınlar üzerinde ciddi olumsuz etkiler oluşturuyor. Bunun yansımaları da sosyal medyada ve haberlerde görülüyor. 2020 yılında en az 284 kadın erkek şiddeti sonucunda öldürüldü ve 255 kadının ise ölümü şüpheli olarak kayıtlara geçti. Her beş kadından biri ayrılmak istediği için belki de en güvendiği kişi tarafından öldürüldü. Bu kadınların neredeyse yarısı kendi evinde, güvendiği ortamda öldürüldü. Bu sayılara baktığımızda ne yazık ki aslında kadınların hiç de iyi bir durumda olmadığını söyleyebiliriz.

 

3- KızBaşına Projesi hakkında biraz detaylı bilgi verebilir misiniz? Nasıl ortaya çıktı ve nasıl şu anki konumuna geldi?

KızBaşına 2017’de ODTÜ’de öğretim görevlisi Yeşim Çaplı hocamız tarafından kurulan Türkiye’de toplumsal cinsiyet eşitsizliğine dayalı şiddet türlerini azaltma amacıyla çalışan bir sosyal sorumluluk platformudur. İlk zamanlarında 6 kişilik bir gönüllü ekibinden oluşan KızBaşına şu anda Türkiye’nin hatta dünyanın her yerinde 50’yi aşkın gönüllüsü ile proje ve kampanyalarını gerçekleştirmeye devam ediyor.

KızBaşına’nın asli 3 temeli olan dönüşüm, koruma ve süreklilik kavramlarına bağlı kalarak her projemizi amaç ve görüşlerimize uygun olacak şekilde sorunların üzerine odaklanıp, bu sorunların kaynaklarını araştırıp öğrenerek, sonrasında da bu durumlara çözüm olacak şekilde adımlarımızı atmaya başlıyoruz. Her projemiz aslında birbiriyle bağlantılı olacak şekilde gelişmeye devam ediyor. Özellikle sosyal medya platformlarında çok fazla insana ulaşıp etkide bulunmamıza yardımcı olan en büyük şey arka planda bütün ekibin çok ciddi bir motivasyonla çalışıyor olması. Her projemiz sonrası gelen destekleyici mesajları, bu kampanyaların ihtiyacı olan insanlara ulaştığını görüp onlara yardımcı olabildiğimizi görmek her geçen gün tüm ekibin “iyi ki bu işi yapıyoruz” demesini sağlıyor ve motivasyonumuz hiç durmadan artıyor. Platformumuzun şu an bu konumda olmasının en büyük sebebi bu belirttiğim motivasyondur.

 

4- KızBaşına sadece kadın sorunları ile mi ilgileniyor?

 KızBaşına platformunu ne kadar “Kız başına yapamazsın” nefret söylemini reddederek oluşturduğu karşı “Yaparsan kız başına yaparsın!” söyleminden alsa da aslında gerçekleştirdiğimiz her projeyi cinsiyet fark etmeksizin bütün şiddet türlerini ve nefret söylemlerini azaltmak için yapıyoruz, sosyal medya farkındalık paylaşımlarını herhangi bir cinsiyet belirtmeksizin gerçekleştiriyoruz. Bunun yanında bir de geçtiğimiz yıllarda çocuklar için gerçekleştirmiş olduğumuz “E-Güvenlik Rehberi” projesi ile çocuk ve gençlerin aileleri için bir rehber oluşturup onların online içerikler üzerinden zorbalığa maruz kalmamalarını sağlamak, cinsel içerikli davranış veya sömürülerden etkilenmelerinin önüne geçebilmek için online bir rehber hazırladık.

 

5- Nefret söylemi günümüzde de çok ciddi seviyelere ulaşmış durumda. Bu da aslında bir şiddet türü olarak değerlendirilebilir mi? Kavramları netleştirebilir misiniz?

 Şiddet, hayatın her alanında karşılaşabildiğimiz, güç ve baskı uygulayarak insanların veya bir grubun bedensel veya ruhsal açıdan zarar görmesine neden olan bireysel veya toplu hareketlerin tümüdür diyebiliriz. Fiziksel, cinsel, psikolojik, dijital, ekonomik olarak birçok farklı türü bulunmaktadır. Nefret söylemi; belirli bir grubu ya da kişiyi, ırk, cinsiyet, yaş, ulus, din ya da cinsel yönelim gibi konularda aşağılar veya tehdit eder tarzda konuşmaktır diyebiliriz.

 

6- Şiddetle mücadele konusunda mevzuatımızda yer alan 6284 sayılı kanun ve İstanbul Sözleşmesi hakkında ne yazık ki tartışmalar sürmekte. Sizin bu tartışmalara ve konuya bakışınız nasıl? KızBaşına bu konu hakkında nasıl bir çalışma yürütüyor?

 Günümüzde insanlar ne yazık ki gerekli araştırmaları yapmadan bu konular hakkında kesin ve yanlış kanılara varıyorlar. İstanbul sözleşmesi aslında oldukça kapsamlı olup ayrımcılık yapmadan, “bütünsel koruma” amacıyla oluşturulmuş uluslararası bir sözleşmedir. Aslında çoğu insanın düşündüğü gibi bu sözleşmenin amacı “toplumu cinsiyetsizleştirmek” değildir. İstanbul Sözleşmesi, mağdurları korurken cinsiyet, cinsel yönelim, toplumsal cinsiyet, ırk, renk, dil ulusal sosyal köken, azınlıkla bağlantılı olma, mülk, doğum, engellilik, medeni hal, göçmen statüsü gibi herhangi bir temele dayalı olarak ayrımcılık yapılmamasını sağlar. Ayrıca yine çok yanlış anlaşılan “Kadının beyanı esastır” ilkesi haksızlığa sebep olmadan başta kolluk kuvvetleri olmak üzere, olay üzerine harekete geçilmesini ve kararların “en hızlı” şekilde alınmasına olanak sağlar. Sözde “namus” adına işlenen suçlar da dahil olmak üzere, bu suçları meşru kılmaya çalışan din, gelenek ve töreye dayalı gerekçelerin herhangi bir şiddet eyleminin bahanesi olarak kabul edilmemesini sağlar. Bunun yanında mağdurların tazminat talep etme hakkına sahip olmasını, çocukların velayetinin kararlaştırılmasında her türlü şiddet olayının göz önünde bulundurulmasını sağlar ve zorla gerçekleştirilen evlilikleri de hükümsüz kılar.

6284 sayılı kanunda ise, önleyici tedbirler yer alır. Önleyici tedbirler, şiddet uygulayan ve/veya şiddet uygulama ihtimali olan kişi veya kişiler hakkında alınacak tedbir kararlarıdır.  Ayrıca ŞÖNİM (Şiddet Önleme ve İzleme Merkezleri) de bu kanun kapsamında kurulmuştur. ŞÖNİM, şiddet mağdurlarına; barınma, geçici maddi yardım, rehberlik ve danışmanlık, kreş yardımı, hukuki destek, tıbbi destek ve istihdama yönelik destek sağlar. Bu konular üzerinden artık herhangi bir tartışma, çarptırılmış söylem gerçekleştirilmeden, kanun ve sözleşmelerin hakkıyla uygulanmasını ve toplumsal cinsiyet eşitsizliğine dayalı şiddetin ortadan kaldırılması gerektiğini düşünüyorum.

KızBaşına her zaman bu tartışmalara açıklık getirmek için sosyal medya üzerinden oldukça açıklayıcı paylaşımlar yapmaktadır. Bunun yanında alanında uzman insanlarla ortak projeler gerçekleştirerek gerek insanları eğitmek gerekse kadınların susmadan haklarını savunabilmeleri için farkındalık yaratmayı hedefliyor.

 

7- KızBaşına sesini daha çok sosyal medyadan duyuran bir platform. Sosyal medyada neler yapıyorsunuz ve başka mecralarda da aktif olarak proje yürütüyor musunuz?

KızBaşına kurulduğu günden itibaren ne kadar yüz yüze etklinlikler, eğitimler düzenlese de sosyal medya üzerinden farkındalık yaratabilmek için çok ciddi çalışıyordu ve bu durum hala da bu şekilde devam etmekte. Pandemi döneminde sosyal medya üzerinden NedenSustum, Bizde İşler Eşit, Flört Şiddeti, İyileşme Hareketi gibi birçok proje gerçekleştirdik. Şu anda sadece İnstagram, Facebook ve Twitter üzerinden projelerimizi yürütüyoruz. Yakın zamanda başka platformlarda da projelerimizi başlatacağız.

 

8- Pandemi döneminde hepimiz motivasyon kaybı yaşadık. KızBaşına nasıl bu dönemde çalışmaya devam etti? Sürekliliğini nasıl sağladı?

Pandemi dönemi tabi ki bizler için de hiç beklenmedik bir durum oluşturdu. Normalde Ankara temelli bir ekip olduğumuz için her toplantımızı yüz yüze gerçekleştiriyorduk. Ancak pandemi süreci, ekibimizi genişletmek, kampanyalarımızı çoğaltmak ve hızlandırmak için çok güzel bir fırsat oldu. Ekibimizin genişlemesi, içerideki dinamiğin artmasına çok güzel bir katkı sağladı. Bir yandan da her alanda projelerimizi gerçekleştirmemize imkân tanıdı.

 

9- Cevaplarınız için çok teşekkür ederiz. Son olarak sizin de eklemek istedikleriniz varsa dinlemekten memnun oluruz.

Ben de bana bu soruları cevaplama fırsatı sunduğunuz için çok teşekkür ederim. Son olarak eklemek isterim ki Türkiye’de kadına yönelik şiddet düşündüğümüzden de fazla. Her gün binlerce kadın fiziksel ve cinsel şiddetin yanı sıra psikolojik ve ekonomik şiddete de oldukça fazla maruz kalıyor. Buradaki en büyük sorun ise ataerkil yapı içerisinde baskı altında yaşayan bu kadınlar haklarını nasıl savunacaklarını, ne şekilde tepki vereceklerini, şiddete maruz kaldıklarında nereye nasıl başvuracaklarını bilmiyorlar, seslerini çıkarmaktan korkuyorlar. Bu sebeple şu an Türkiye’de aktif olarak çalışan birçok STK, genç kızları ve kadınları bilgilendirmek için farkındalık çalışmalarını gerçekleştirmeye devam ediyor ancak bu farkındalığın artması için toplumun her kesiminden destek almamız gerektiğinin altını çiziyorum. Tekrar çok teşekkür ederim. Bizi İnstagram hesabımızdan takip etmeyi unutmayın.

 

 

@kiz_basina: https://www.instagram.com/kiz_basina/?hl=tr

 

 

 

BİLGE SU YAZICILAR

Toplumsal Cinsiyet Staj Programı

 

 

 

Mediation Activities in Cyprus: In the Framework of UN, USA and UK

Abstract

This study focuses on Cyprus and the Turkish-Greek conflict in the region, which has a very important place in strategic terms. Cyprus has entered into a various impasse in certain periods of history, and this impasse has engaged both international organizations and super-power states. In this study, he examined the mediation activities of the United Nations, America, and Britain in Cyprus. This article answers the question of how successful mediation activities in the region have been.

Keywords: cyprus conflict, mediation, turkey-greece problem, un, us, us

Introduction

The pressure of the Greeks in Cyprus began to worsen the situation of the Turks. At this point, the Cyprus issue has been raised in Turkey and Cyprus has been accelerated support to Turkey. Greek Cypriots dreamed of mastering the island under the name of ENOSIS, while the Turkish Cypriots resisted it and started efforts towards TAKSIM to protect its political and administrative rights.

Cyprus has faced many problems that could be caused by these reasons. They could not solve these problems among themselves. This article discusses the countries that are involved in mediation to solve this problem and their success or failure. First of all, we should start with the definition of mediation. Then we will go through the question of what is the Cyprus problem and briefly touch on the history of the Cyprus problem. Several countries and individuals have acted as mediators to solve the Cyprus problem. We will examine them under the titles of USA, UN, AND UK. We will touch on important issues such as the Macmillan plan and the Annan plan. After all of this, we will discuss whether the mediators are successful or unsuccessful. if it fails, we will discuss the reasons for the failure in the conclusion section.

1. What is Mediation?

In the event of a state of discrepancy between States, to resolve a dispute between the parties; This is a method of resorting to the help of a third party that is not directly related to the dispute. The mediator is merely an adducting and contacting attribute. For this reason, there is no obligation to accept the solutions proposed by the mediator on the side of the parties to the dispute.

“The history and practice of diplomatic mediation is as long as the existence of conflicts and wars. It is also visible and present in most regions and cultures. Over time, mediation has become an integral part of the diplomatic institution, reflecting a set of norms, rules, and practices” (Karin Aggestam, 2016). 

Article 33:

“The parties to any dispute, the continuance of which is likely to endanger the maintenance of international peace and security, shall, first of all, seek a solution by negotiation, enquiry, mediation, conciliation, arbitration, judicial settlement, resort to regional agencies or arrangements, or other peaceful means of their own choice” (UN).

2. The Cyprus Problem

The Cyprus problem is a political problem based took place between the Cyprus Republic, Greece, and Turkey on the island of Cyprus. In the aftermath of the Cyprus Convention, the British have increased clashes among the peoples with their colonization. The Turks who wanted the northern part of Cyprus and the Greeks who wanted enosis started to clash with each other. The British tied the issue to the “Greek-Turkish dispute”. On August 16, 1960, Cyprus won its independence by signing 3 agreements. These treaties Greece, Turkey, and the United Kingdom signed by the “Organization, Alliance and Guarantee” was the treaty.

The clashes on the island did not stop after the independence, and in 1963 the Turkish Cypriots withdrew from the island administration. In 1974, the political tensions between the Turkish Cypriots and the Greek Cypriots increased sharply. With the support of the military junta in Greece, the ultranationalist Greeks against enosis in Cyprus made a coup. As a result, Turkey has organized operations in Cyprus. A political order came under the rule of the Turks in the north of the island. With these political events, the “Cyprus Problem” emerged today. In 1983, Turkey was declared a Turkish Cypriot community. Turkey recognized the independence of the Turkish Republic of Northern Cyprus (TRNC). Turkey is addressed to the Republic of Cyprus as the Greek Cypriot Administration. On May 13, 1984, the Security Council declared the declaration of the Turkish Republic of Northern Cyprus as a separatist movement. The United Nations and the Council of Europe described the situation as an occupation of Turkey.

3. United Nations

The clashes between the Turkish Cypriot and Greek people living on the island during the 1950s in Cyprus resulted in the establishment of the Republic of Cyprus, which in 1960 was the common constituent element of the two peoples. However, this Republic did not last long and the conflict between the two peoples started again at the end of 1963. Negotiations have continued since 1968 under the supervision of the international community.

The first inter-communal negotiations aimed at finding a solution to the Cyprus problem started in Beirut in June 1968, following an agreement reached after the Geçitkale attacks, where inter-communal conflicts intensified. A week later Rauf Denktaş and Glafcos Clerides met in Nicosia.

The negotiations ended on September 20, 1971, but the parties came together as a result of the efforts of the UN. Negotiations began with Greece, Turkey, and UN representatives. The talks lasted from June 8, 1972 to April 2, 1974. Clerides, Turkey’s Prime Minister Bulent Ecevit’s statement of “federation is the best solution for Cyprus” that criticized the direction of a total of 6 years by withdrawing from the negotiations ended without any results received this call. The clashes continued on the island while the negotiations were continuing. Thousands of Turkish Cypriots have been living in difficult conditions. The power struggle among the Greeks has also increased.

The foreign ministers of Greece, Turkey, and Britain on 25-30 July 1974 in Geneva have come together in Geneva, Switzerland. From the expansion of Turkey’s hand holding the earth summit, the Greek forces withdraw from settlements of Turkish, Greek, and Turkish Cypriots decided a conference with the participation of representatives of more regulation has increased in Geneva. Despite the agreement in the conference, where the existence of two autonomous administrations was accepted, the Greek National Guard Army (RMMO) did not withdraw from the areas it occupied. Following the failure of the Geneva Talks Turkey has completed the Peace Operation and the re-truce was declared on 16 August.

The UN Security Council convened after the declaration of the KTFD, on 12 March 1975, gave the UN Secretary-General the duty of Goodwill to resolve the problem. The inter-communal negotiations, which began in Vienna in April 1975 under the auspices of the Secretary-General of the UN, were once again discontinued at the end of the fifth round in February 1976. As a result of these interviews, the north of the island was actually Turkish, and the south was made up of Greek populations.

After the establishment of the Turkish Republic of Northern Cyprus in 1983, negotiations began in New York on September 10, 1984, with the efforts of UN Secretary-General Perez de Cuellar. After 3 rounds of negotiations, Cuellar also submitted a document to the parties after receiving the final offers. Denktaş agreed to sign the document prepared by taking the opinions of both sides, but Kiprianu refused to sign the document.

The new UN Secretary-General Butros Gali, who was appointed in 1992, brought Denktaş and Vasiliu together in New York and presented a map of 28.2% of the land to the Turkish side. Denktaş rejected the map of Guzelyurt to the Greek Cypriots. After Denktaş stated that he could go down to a maximum of 29 percent, Gali presented the solution plan called Ideas Series. Since the parties are in disagreement on key issues, efforts to bring the views closer have been abandoned.

In December 1999, indirect negotiations with the new UN Secretary-General Kofi Annan in New York continued in Geneva. The UN is primarily concerned with the four main elements of a possible settlement in Cyprus; government, constitution, land, and security issues to be addressed. The Turkish delegation, who argued that the issues were not the only ones, focused on the embargo and the equal status applied to the TRNC. The Greek delegation, which proposed to leave 24 percent of the land to the Turks, highlighted the federation model and the withdrawal of Turkish soldiers from the island. It was not concluded in these negotiations.

UN Secretary-General Annan has prepared a plan. The Annan Plan is the United Nations plan, which proposes the unification of the island of Cyprus divided into Turkish and Greek sections as an independent state. The plan envisaged the unification of the island of Cyprus, with the exception of the British base, to be an independent and federal state. According to the plan, at least one-third of the ministries in the United Cyprus Republic would be Turks. The presidency and the prime minister’s offices would change hands every 10 months between Turks and Greeks. In April 2004, the referendum held in the TRNC and the Greek Cypriot, which was approved by the Turkish Cypriots in 64.91% of the votes, could not be realized as 75.38% of the Greek vote was rejected.

“A concerted Greek Cypriot nationalist campaign blocked the Annan Plan, however, leaving UN and EU personnel furious. International mediation, its assumptions of give and take according to an incentive structure within the framework of a now revised form of territorial statehood, appeared ineffective” (Oliver P Richmond, 2018).

4. The United States and Cyprus

The United States undertook to mediate this conflict many times. We evaluated the most important of these two. These are the events of 1964 and the S-300 crisis.

4.1. Event of 1964

The main goal of US foreign policy towards Cyprus in early 1964 was to ensure that the conflict between the indigenous Greek and Turkish communities did not cause a larger war. The second goal was that there would be no long-term political disorder

For the US, these two countries were very important for the containment strategy and the internal power of NATO. For the United States, therefore, it was necessary to prevent a Greek-Turkish war and to ensure peace in order for the negotiations to resolve matters for all and at once and to eliminate a situation that the USSR could benefit from.

Turkey decided to intervene. Johnson Letter is written to Turkey’s Prime Minister Ismet Inonu. In this article, US President Lyndon B. Johnson strictly prohibited the use of US military equipment for intervention in Cyprus. Cyprus crisis in 1964 was a serious test for the United States. The US was passed it. A war between Greece and Turkey were obtained without the use of any US troops or financial resources. In this context, US mediation in the 1964 crisis is considered successful.

“As Washington expected, Johnson’s letter stopped the invasion in its tracks. Lasting damage, though, had been done to Turkish-American relations by the exceedingly blunt language of the ultimatum. In his commentary on the reception of the letter in Ankara, Ambassador Hare remarked that by yielding to American demands, in the face of strong pressure from the Turkish foreign office and military, Inonu had placed himself in a very vulnerable position” (Brands, 1987).

4.2. S-300 Crisis

The Greek Cypriot side got the S-300 missiles from Russia in 1997. The Greek Cypriot side declared that the missiles were for defense purposes to protect Greek Cypriots from future Turkish enlargement. The US State Department said the decision “brought a new and stabilizing element” and “this new missile system threatens to bring the weapons in Cyprus to a new and disturbing quality level”. This event made it much more difficult for any mediation effort.

On January 20, in retaliation for the decision of the Greek Cypriot, Rauf Denktaş and President of Turkey Suleyman Demirel signed declared a common defense, indicating that Cyprus’s guaranteed. The two leaders, any attack on Turkey and the TRNC will be considered as an attack on the base in South Cyprus will be held in Greece mobilized with the northern movement of any similar activities were also added.

From the USA’s point of view, the deployment of missiles would harm Cyprus’ security and the missiles were so effective that the Turks were worried, but not as effective as to prevent a Turkish invasion. In order to reach a solution, Richard Holbrooke was appointed by President Clinton as Special Representative for Cyprus.

“Holbrooke’s plan that rested on mutual recognition of the parties’ sovereignty was doomed to fail because it would mean recognition of the TRNC, which Greek Cypriots try to avoid at all costs. Thus, US mediation hit the same wall as UN mediation does; conceptions of sovereignty” (Müftüler-Baç, 1999).

Finally, Greece and Cyprus made an agreement. Greece would own the S-300 but did not deploy it. Greece was to store it in a hangar on the island of Crete in the south of the Aegean Sea. So, Cyprus got missiles, Russia took the money, but the system was not deployed and remained closed in Greece for years.

Though the current US administration’s policy towards Cyprus seems to resemble the previous tripartite US policy of supporting (a) a solution in line with UN Resolutions, (b) Cyprus’s membership of the EU and (c) Turkey’s membership of the EU, the USA will be unable to mediate in a future crisis since the Bush administration seems to have neither the necessary leverage nor the requisite legitimacy – to say nothing of trust –(Aylin Güney, 2004).

5. The United Kingdom and Cyprus

Britain has been involved in various mediation activities to prevent conflict on the island. The most important one was the Macmillan Plan. Macmillan was the British Prime Minister and the person who took the title of mediator in Cyprus.

5.1. Macmillan Plan

British Prime Minister Harold MacMillan is the guarantor powers proposed plan in 1958. In general, the plan highlights the following:

  • prosperity and peace for the island and Greece will act based on a participation and cooperation turkey.
  • “A representative democratic government system will be built on the island, where both communities are independent in their internal affairs. The position of the country in the international arena will be maintained for seven years.
  • The governor or the governor of the island, who will serve at the end of the negotiations with the representatives of the Greek and Turkish governments, is obliged to act in the interests of both communities.”

The Greek side immediately rejected this plan, claiming that the Turks would recognize. Macmillan had to make some arrangements in favour of the Greeks in the plan.

Greece rejected the plan. Turkey has accepted. Britain, on the other hand, announced that in order to minimize the massacres of the Turks in a possible civil war, the plan is to support several changes to be made by Greece and the Greek Cypriot side. 

“Fear of partition along communal lines led the Greek Cypriots to embrace independence in place of enosis, and their rejection of the Macmillan Plan thus paved the way for the Zurich–London accords in which Turkey, Greece, and Britain imposed a power-sharing constitution on the Cypriots in 1959. This agreement precluded both enosis and taksim and challenged the Cypriots to leave the past and their ethnic identities behind in order to work together cooperatively – a challenge that fell largely on deaf ears” (Fisher, 2001).

6. Conclusion 

The Cyprus problem is a political problem based took place between the Cyprus Republic and Turkey in the island of Cyprus. Greeks in Cyprus wanted enosis in the geography. The Turks demanded TAKSIM. The Greek Cypriots launched armed attacks against the Turkish Cypriots in 1963. These attacks were named Bloody Christmas. It is accepted as the beginning of inter-communal conflicts on the island. From this date onwards, 2 sides have experienced continuous conflicts and they have tried to reach a solution. Mediator countries have participated in this conflict and established various dialogues to reach a solution. Countries and institutions such as the United States, the United Kingdom, and the United Nations have been involved in this case.

They have played an important role in two issues in US 1964 events and the issue of S-300 After the events of 1964, the Turks began to take some measures to protect their people. America did not want the Turks to occupy Cyprus. For the US, these two countries were very important for the containment strategy and the internal power of NATO. For this reason, the United States had to prevent a Greek-Turkish war and ensure peace in order to eliminate a situation that the USSR could exploit. Johnson wrote a letter to Inonu to prevent the Turkish movement. According to this letter, Turks could not use NATO ammunition to fight. This resulted in a positive for America and did not come out of the war.

The Greek Cypriot side received an S-300 missile from Russia in 1997. This has made any attempt to mediate much more difficult. For the preparation of a solution, Richard Holbrooke was appointed Cyprus Special Representative by President Clinton. Holbrooke’s plan, based on the sovereignty of the parties, was condemned to failure. In the end, he made a deal in Greece and Cyprus. Greece will have the S-300 but will not deploy it. Greece was to hide in a hangar on the island of Crete in the south of the Aegean Sea. Cyprus received missiles, Russia won the money, but the system was not deployed and remained closed in Greece for years.

Although in its own interest, America tried to mediate in Cyprus. In two cases, the American is considered successful. Because America did not want to compromise its containment policy. He was trying to prevent a possible war. They were mediators, successfully managing the events of 1964 and the S300 crisis, and preventing the war from happening. Russia, by selling S300, could not turn this conflict in favour of the Mediterranean.

Since 1968 in Cyprus negotiations are being held between the Turkish Cypriot and the Greek Cypriot people to put an end to the division on the island. There are ongoing negotiations on the UN mediation so that the parties cannot find a solution. In the ongoing negotiations within the framework of the UN’s goodwill efforts, it is seen that the parties acted in particular within the framework of sovereignty and that they have opposite ideas in other sub-headings such as ownership and guarantors. For this reason, no results can be obtained from the negotiations for 50 years.

The UN, which played a mediating role in the negotiations, could not play a catalytic role in the solution, although it was a coercive and intrusive attitude by overcoming the Goodwill mission, as in the Annan Plan period. As the negotiating methods, the two sides are trying to hold together at the negotiation table under the umbrella of the federation and they are successful in this. However, they cannot ensure that the parties find their opinions and a final solution. The UN is insufficient for the Cyprus problem and has not reached a solution. Annan is very close to solving this, but she has not succeeded.

Greece rejected the Macmillan plan. Turkey has accepted. The non-acceptance of the Macmillan plan was related to ethnic groups. The Macmillan plan did not make a positive contribution to mediation work. Ethnic differences prevented it.

In fact, no mediation work has been successful. The reason for the success of America is that it intimidates the countries with sanctions. The reason why mediation works cannot find any answer is because it does not give up its independence and ideals in two countries.

Metehan Övüt

Uluslararası Örgütler Staj Programı

Bibliography:

Aggestam, K. (2016). Diplomatic mediation. In C. Constantinou & P. Kerr & P. Sharp The SAGE Handbook of diplomacy. (pp. 220-230). SAGE Publications.

U.N. Charter, art. 5.

Fisher, R. (2001). Cyprus: The Failure of Mediation and the Escalation of an Identity-Based Conflict to an Adversarial Impasse. Journal of Peace Research, 38(3), 307-326.

Güney, A. (2004). The USA’s Role in Mediating the Cyprus Conflict: A Story of Success or Failure? Security Dialogue35(1), 27–42.

Brands, H. (1987). America Enters the Cyprus Tangle, 1964. Middle Eastern Studies, 23(3), 348-362.

Müftüler-Baç, M. (1999). The Cyprus debacle: what the future holds. Futures, 31(6), 559–575.

Richmond, O. P. (2018). A genealogy of mediation in international relations: From “analogue” to “digital” forms of global justice or managed war? Cooperation and Conflict, 53(3), 301–319.

Good Bye Lenin! (2003)

Alman yapımı olan ve yönetmen koltuğunda Wolfgang Becker’in oturduğu 2003 yapımı “Good Bye Lenin!” o yıl çok ses getiren filmlerden biri olmuştur. Film, 2003 Avrupa Film Akademisi’nin En İyi Avrupa Film Ödülü’nü kazanmıştır. Başrolleri ise sosyalist bir anne Christiane ve oğlu Alex paylaşmakta. Filmin konusu iki tema üzerinden işlenmektedir. Bunlardan biri Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla beraber sosyalizmin yıkılması ve dönüşen bir sistem; diğeri ise sosyalist bir anne ve oğlunun annesi için yaptığı fedakarlık temasıdır. Aslında bu anne-oğul temasında da Alex’in iki sistem arasında kalma teması işlenmiştir.

Filmin başında bir babanın evi terk etmesi ile başlayan bir görüntü bizlere gösterilmekte. Alex ve kardeşi Ariane bu görüntüde Alman bir kozmonot olan Sigmund John’un uzaya gittiği izlemekte. Başrol oyuncusu olan Alex ise babasının gitmesi ardından kendisine idol olarak bu Alman Kozmopolit’i belirlemektedir.

Yıllar devam ederken, Alex ve kardeşi büyürken anneleri de sosyalist bir kadın olarak bu felsefeyi derinlemesine yaşamakta. Anne Doğu Almanya’daki haksızlıkları gidermek için, azınlık gruplarının haklarını savunmak için birçok girişimde bulunmakta. Alex annesini “küçük haksızlıkların sözcüsü” olarak tanımlamakta. Ancak bu süreçte Doğu Almanya’nın ekonomisi ciddi ölçüde kötüleşmekte ve halk Berlin Duvarı’nın özgürlüğü kısıtladığını düşünmektedir. Bir hegemon sistem kötüleşmekte ve başka bir hegemon sistem aranmaktadır. Bir akşam, Berlin Duvarı’nın yıkılışı için protesto yürüyüşü yapılmakta ve filmde “Basın özgürlüğü”, “Zorbalığa hayır!” sloganları ile Berlin Duvarı’nın yıkılışı için yürüyüş yapılmaktadır. Alex de bu yürüyüşün içindedir ve aslında film tam olarak bu kısımda başlamaktadır. Alex, bu yürüyüş esnasında güvenlik güçleri tarafından alınırken annesi de o anı görür ve o gün sekiz aylık bir komaya girer. O komadayken ise Berlin Duvarı yıkılıyor ve savunduğu sistem olan sosyalizm değişime uğruyor.

Alex’in annesi uyandığında ise doktor bir travma daha yaşamamasını iletmekte. Ama aslında annesinin inandığı sistem çoktan değişmişti. Kapitalist sistem artık şehrin her yerine nüfuz etmişti. Ancak Alex bir ütopya kurmaya karar verir. Öncelikle annesinin odasını eski şekilde düzenler ve de giyimlerini de ona göre ayarlar. Çünkü artık giyim tarzları bile soluk renkler değil daha canlı renklerden ve daha batılı bir tarzdaydı. Annesi zaten ayağa kalkamadığı için dışarıyı da göremeyecekti. Annesini, düzenin hala devam ettiğine inandırmak için de aslında en etkili araç olan medyayı kullanma kararı aldı.

Alex, Denis adlı bir kişi ile tanışır ve aslında ütopyayı beraber kuracağı arkadaşı bu olur. Bu arkadaşı uydu anteni pazarlayacakları kişi ve de isimler eşleştirilirken işyerinde iki farklı fanus içinden isimlerinin çekildiğini görmekteyiz. Bunlardan biri Doğu’yu diğeri ise Batı’yı temsil etmektedir. Aslında Denis ile Alex’in çok samimi olmalarından yola çıkarak gençlerin değişen sisteme kolaylıkla ayak uydurabildiği mesajı verilmektedir. Denis’in  hayali film çekmek, Alex’in arzusu ise annesine her şeyin bıraktığı gibi ilerlediğine ikna etmek idi. Annesi için düzenin hala devam ettiğine dair haberler çektiler ve de annesi tarafından oldukça inandırıcıydı. Burada, medyanın dışa kapalı toplumlarda aslında ne kadar etkin olduğunu görüyoruz. Televizyonda anlatılan her şeyin doğru olacağını düşündüklerini filmi izlerken rahatlıkla anlıyoruz. Mesela Alex ve arkadaşının kapı kapı gezerek televizyon uydusu satmalarının da aslında bir alt mesajı vardı. Burada halkı sisteme adapte edebilmek için en etkili araç medyayı kullanmayı tercih ettiklerini görmekteyiz. Burada Gramsci’nin hegemonya teorisinden söz edecek olursak, sistemin dönüşümü yani hakim olan hegemonyayı insanlara rıza aracı olarak medyayı kullandığını görmekteyiz.

Filmde açık bir şekilde kapitalist ve sosyalist sistem hakkında diyaloglara yer verilmemiştir. Biz bunları filmi izlerken yer yer görsellerle gösterilen veya laf arasında söylenen ayrıntılar ile anlıyoruz. Filmde IKEA, Burger King, Coca Cola gibi bir çok marka ile karşılaşmaktayız. Medyanın dönüştüren etki gücü, ki buna yumuşak güç kullanma da diyebiliriz, oldukça başarılı bir şekilde işlenmiştir. Alex’in kız kardeşi, bebeği için artık muşamba bez kullanmak istemediğini söylerken bile tüketim alışkanlığının bile ne kadar hızlı dönüşebileceğine şahit oluyoruz. Annesi ise sürekli olarak, kadın kıyafetlerinin bedenlerini eleştirmekteydi. Bu noktada, kapitalist sistemin tek tipleştirmesini eleştiri olarak bizlere iletmektedirler.

Filmin ilerleyen sahnelerinde anne, karşı binaya Coca Cola reklamının asıldığını görüyor. Bunun üzerine kapitalist sistem ürünü olan bu markanın neden orada olduğunu sorgularken Alex hemen ona da bir haber çekiyor. Haberde Coca Cola’nın artık sosyalistlere hizmet ettiğinden ve de kendi formüllerini çaldıklarını söylüyorlar. Görüyoruz ki, sorgulamadan medyayı izlemek, en olmayan şeye bile insanları inandırır duruma getirmektedir. Alex durumu her ne kadar idare etmeye çalışsa da annesi bir gün ayağa kalkar ve sokağa çıkarak var olan sahne ile karşılaşır. Burada şu mesajı görebiliyoruz aslında: “iktidar her ne kadar uyanık davransa da aslında halk gerçekle bir şekilde yüzleşmektedir.”

Filmin sonlarına doğru ise, anne artık Alex ve kız kardeşine babaları hakkında bir itirafta bulunur. Babalarının aslında kapitalist sistemde yaşamak istediğini ve annelerinin bunu kabul etmediğinden beraber gitmediği hakkındadır. Daha sonra Alex babasının yanına gitmek ister ve de taksici aslında Alman kozmonot olan Sigmund John’dur. Burada sosyalist sistemin birçok kişiyi olduğu gibi onu da işsiz bıraktığı mesajı da verilmektedir. Alex babasının evine gittiğinde ne tesadüftür ki, babasının diğer eşinden olan iki kardeşi bir çizgi film izlemektedir. Tıpkı babalarının kendilerini bıraktığı zaman kardeşi ile kendisinin izlediği gibi kozmonot ile alakalı. Kardeşi “astronot” diye bahsederken onlardan, Alex ona kendilerinin kozmonot dediklerini ifade ederek sistem dönüşümünün dillerini bile ne kadar değiştirdiğini görmekteyiz. Kelimeleri, gazeteleri, giyimleri… Her biri nostalji olmuştur artık.

Alex, annesine dönüşümü anlatmaya karar verdiğinde ise bu dönüşümün en iyi şekilde olması gerektiğini düşündü. Yine bir haber çekerek geçişi yıkım olarak değil de yeniden doğuş olarak göstermek istedi. Bunu annesi ile beraber izlerlerken aslında bilmediği bir şey vardı. O da kız arkadaşının aslında bunu çoktan annesine anlattığıdır. Alex hayranlıkla haberi izlerken annesi ise o ruhu aşılamış olduğu Alex’i hayranlıkla izlemekteydi.

Değişimle beraber aslında insanların hayatları da alt üst duruma gelmiştir. Film bize bunları market reyonlarından, giyim tarzlarından, hatta yaşlı kesimi kapitalist sistemi dışlamasından duydukları rahatsızlıklardan anlatabiliyor. Ancak bu birleşmenin ağır ve sancılı süreci filmde daha çok ironi kullanılarak izleyiciye aktarılmıştır. Filmi izlerken izleyiciye üzüntü ve kahkaha beraberinde eşlik etmektedir.  Ayrıca Yann Tiersen’in notalarının eşlik etmesi de izleyiciyi o ana daha da çekilmekte ve ruhunu verebilmektedir. Ancak filmin sonu biraz araya kaynamış gibiydi. Daha duygulu ve mesajı daha güzel olacak bir son ile karşılaşmak isterdim. Film, kapitalist sistemi ürün çeşitliliği, özgürlük gibi alanlarda överken, sosyalist sistemi de yaşlılara daha iyi davranan sistem olduğundan, tek tipleşmeye ve yaratıcılığın kaybolmasına karşı çıkan sistem olarak övmüştür.

Dünyayı değiştiremiyorsan, dünyanı değiştirirsin. Hepsi bu”. – Stefan Zweig

Ecem Güven

Sivil Toplum Çalışmaları Staj Programı

Türkiye’de Uygulanan Covid-19 Tedbirleri Üzerinden Egemenlik Kavramının Analizi

Özet

Egemenlik kavramı uzun yıllardan beri hukuk ve siyaset biliminde önemli bir yere sahip olmuştur. Egemenlik kavramının kökeni çok eski zamanlara kadar dayanmakta olup, kavram üzerinde yapılan çalışmalar anlam bakımından birtakım farklılıklar içermektedir. Literatürde egemenliği sınırsız, mutlak, bölünemez ve devredilemez bir güç olarak tanımlayan Bodin’den, egemenlik ile olağanüstü hale karar verme durumu arasında güçlü bir ilişki olduğunu öne süren Schmitt’e kadar farklı anlayışlar ve tartışmalar yer almıştır. Günümüzde hayatımızı büyük ölçüde etkileyen Covid-19 salgınıyla birlikte ise egemenlik kavramı üzerine yapılan tartışmalar yeniden canlılık kazanmıştır. Egemenlik ve Covid-19 salgınıyla mücadelede uygulanan tedbirler arasındaki ilişkiyle ilgili olarak yapılan güncel tartışmalar gündemin merkezine yerleşmiştir. Bu çalışmanın amacı Türkiye’de uygulanan Covid-19 tedbirleri üzerinden bir egemenlik analizi yapmaktır. Bu bağlamda çalışmanın ilk kısmında kavramsal çerçeve kapsamında egemenlik tartışmalarına değinilecek, ikinci kısmında Covid-19 salgını ele alınacaktır. Çalışmanın son kısmında ise Türkiye’de uygulanan Covid-19 tedbirleri kapsamında egemenlik kavramının analizi yapılacaktır.

Anahtar Kelimeler: egemen, egemenlik, covid-19 salgını, türkiye.

Abstract

The concept of sovereignty has had an important place in law and political science for many years. The origins of the concept of sovereignty go back to ancient times, and the studies on the concept contain some differences in terms of meaning. There have been different understandings and debates in the literature from Bodin, who defines sovereignty as an unlimited, absolute, indivisible and inalienable power, to Schmitt, who argues that there is a strong relationship between sovereignty and the state of emergency decision-making. With the Covid-19 pandemic, which has greatly affected our lives today, the discussions on the concept of sovereignty have regained vitality. Current discussions on the relationship between sovereignty and the measures implemented to combat the Covid-19 pandemic have been at the center of the agenda. The aim of this study is to analyze the sovereignty within the context of Covid-19 measures implemented in Turkey. In this context, in the first part of the study, the discussions of sovereignty are discussed within the conceptual framework and Covid-19 pandemic is mentioned. In the last part of the study, the analysis of the concept of sovereignty within the scope of Covid-19 measures implemented in Turkey is made.

Keywords: sovereign, sovereignty, vovid-19 pandemic, turkey.

1. Giriş

“En üstün iktidar” anlamına gelen bir kelimeden türeyen egemenlik kavramı siyaset bilimi, felsefe ve hukuk gibi farklı alanyazınlarda önemli bir yere sahip olan kavramlardan bir olmuştur. Kadim zamanlardan bu yana egemenlik kavramı üzerinde pek çok tanımlamalar yapılmıştır. Bununla birlikte egemenliği ilk sistemsel tanımlamasının Jean Bodin ile yapıldığı bilinmektedir. Bodin egemenlik kavramının en klasik tanımını yapmış ve egemenliği devletle iç içe olan bir kavram olarak ele almıştır. Bodin’in en genel tanımlamasıyla egemenlik; mutlak, sürekli, bölünemez ve devredilemez bir güç olarak ele alınmıştır. Ona göre egemenlik devletin sonsuz ve mutlak gücünü temsil etmektedir. Bodin’den sonra gelen düşünürler ise egemenlik kavramını devletten bireye indirgemiş ve bireyle ilişkilendirilmiş olan bir egemenlik tanımı yapmışlardır. Carl Schmitt ve Giorgio Agamben gibi modern düşünürler ise egemenlik kavramına farklı bir boyut kazandırmıştır. Schmitt ve Agamben egemenlik kavramını “istisna hali” üzerinden ele almışlardır. Schmitt’e göre “Egemen, olağanüstü hale karar verendir.” Burada ele alınan olağanüstü hal ile, yani diğer bir deyişle istisna hali, sıkıyönetim gibi hukuki durum temsil edilmemekle birlikte, hukukta varlığı öngörülemeyen ve devletin varlığına karşı bir tehdit barından siyasi ve ekonomik çatışmalar kastedilmektedir. Schmitt olağanüstü hal durumlarında kaos ortamı ile baş edebilecek ve düzeni sağlayabilecek olan bir egemenin varlığına ihtiyaç duyulduğunu öne sürmektedir. Agamben ise toplumsal ve politik alanın sınırı olarak tanımladığı “çıplak hayat” kavramını kullanarak bir tanımlama yapılmıştır. Ona göre istisna hali kuralların askıya alınması sonucunda meydana gelen bir durumdur. Kuralların askıya alınmasıyla birlikte ise insan egemen karşısında tabiri caizse “çıplak” bırakılmış olmakta ve ne yasanın içinde ne de yasanın dışında olan bu belirsizlik noktasında egemenin hükmüne karşı korunmasız bırakılmıştır. Agamben istisna halini ne hukukun içinde ne de hukukun dışında olan bir belirsizlik noktası olarak tasvir etmiştir. Bu anlamda Schmitt ve Agamben istisna hali üzerinden egemenliğin modern tanımlarını yapmışlardır.

Uzun yıllardan beri süregelen egemenlik tartışmaları kısa sürede büyük bir yayılma hızı gösteren Covid-19 salgınıyla birlikte tekrardan canlanmış ve gündemin en önemli tartışmalarından biri haline gelmiştir. Bu süreçte özellikle Agamben’in ülkeler tarafından Covid-19 ile mücadele etmek için alınan tedbirleri eleştirdiği makaleler alanyazında büyük bir yankı uyandırmış ve tartışmanın fitilini ateşlemiştir. Agamben’e göre 11 Eylül 2001 tarihinde gerçekleştirilen terör saldırılarından bu yana bir istisna hali yaratmaya çalışan devletler, Covid-19 salgınını bir fırsat olarak görmüşler ve salgın üzerinden bir istisna hali yaratmışlardır. Egemen istisna hali yaratarak geçerli olan hukuk düzeninde uygulanamayacağı kuralları meşru hale getirmektedir. Böylece istisna hali yaratılarak alınan kurallar ne hukukun dışında ne de hukukun içinde bir alan yaratmaktadır. Bu çerçevede çalışmada Türkiye’de uygulanan Covid-19 tedbirleri egemenlik tartışmaları ışığında analiz edilmiştir. Özellikle Schmitt ve Agamben’in ortaya çıkardığı ‘istisna hali’ üzerinden bir egemenlik analizi yapılmıştır. Çalışmanın ilk kısmında kavramsal çerçeve ele alınmış ve egemenlik kavramının tarihsel süreçteki gelişimi incelenmiştir. İkinci kısımda ise Covid-19 salgını kapsamında dünyada meydana gelen salgınların tarihsel arka planı ele alınmıştır. Çalışmanın son kısmında Türkiye’de Covid-19 salgını ile mücadele etmek amacıyla alınan tedbirlerin egemenlik tartışmaları çerçevesinde analizi yapılmıştır.

2. Kavramsal Çerçeve

Latince “en üstün iktidar” anlamına gelen “superanus” kelimesinden türeyen egemenlik kavramı, hem felsefe hem de siyaset bilimi tartışmalarının uzun yıllar merkezinde yer almıştır. Egemenliği devlete içkin bir kavram olarak tanımlayan Jean Bodin ve Thomas Hobbes gibi klasik tanımlara karşılık Nietzsche’nin ardılı olarak görebileceğimiz Georges Bataille gibi teorisyenler ise egemenliği insanın günlük yaşantısıyla ilişkilendirerek kavramı bireye indirgemiştir. Egemenlik kavramının tarihi anlamda belirginleşmesi ise Avrupa’daki feodalitenin çözülüp merkezi krallıkların ortaya çıkması ile yakından ilişkili olmuştur (Sönmezoğlu, 2017, s. 206). Dolayısıyla egemenlik kavramı, aslında Avrupa’da yüzyıllar boyunca yaşanan siyasal, toplumsal ve ekonomik koşulların, daha doğru bir ifadeyle iktidar mücadelelerinin doğal bir sonucu olarak ortaya çıkmış ve bu yöndeki kuramsal tartışmalar, tarihsel gelişmelerin etkisiyle şekillenmiştir (Beriş, 2008, s. 57). Tam bu dönemde Jean Bodin kavramı ilk kez ele alarak sistemleştirmiştir. Jean Bodin öncesi dönemde egemenlik üzerine bu denli kapsamlı bir çalışma görmediğimiz için kavram Bodin ile özdeşleşmiştir.

Jean Bodin iki farklı egemenlik tanımı yapmıştır. Birinci tanımı 1535 yılında yayımlanan Methodus Ad Facilem Historiarum Cognitionem kitabında yaptığı tanımlama idi. Bu kitapta Bodin egemenliği sınırlı bir yetki olarak görmüştür. Bodin’e göre, “insanlar her türlü duygularla adaletten başka yöne çevrilmeye alışmışlardır” ve yöneticiler yetkilerini aşmaya ve uyruklarına zulmetmeye eğilimlidirler (Ekiz, 2020, s. 644). Bu yüzden egemen sınırlı bir yetkiye sahip olmalıdır. Les Six livres de la République kitabında ise bu tanımın tam tersini savunmuştur. Republique’de egemenlik, “Bir astın, bir eşitin ya da bir üstün rızası olmaksızın… toplu olarak ya da tek tek herkesin hukukunu belirleme yetkisi” olarak tanımlanmıştır. Egemenlik, “mutlak”, “sürekli”, “bölünmez” ve “devredilemezdir”. Bodin’e göre, egemen prens, toplumdaki düzenin ilahi ve doğal temeli olduğu için onun yetkileri Tanrının yetkileri örnek alınarak şekillendirilmelidir (Ekiz, 2020). Nasıl ki Tanrı, evrendeki düzenin her şeye gücü yeten ve sınırsız kaynağı ise, “egemenlik de devletin mutlak ve ebedi gücüdür”. Egemen prens, devletteki düzeni sağlarken, Tanrının evrendeki düzeni sağlarken oynadığı role benzer bir rol oynamaktadır (Ekiz, 2020). Ama burada vurgulamamız gereken önemli bir konu vardır. Tanrı kelimesinin kullanılması devlete dini bir görüntü koymak değildir. Aksine Bodin devlet işlerinde dinin etkili olmaması gerektiğini söylemiştir. Çünkü bu durumun egemenin sınırsız yetkisine zarar verebileceğini savunmuştur. Böyle bir durumda egemen yetkisini dini kurumlarla paylaşmak zorunluluğu ile karşı karşıya kalabilirdi. Bu da egemenliğin bölünmezliğini sarsar idi. Bodin’e göre, “yetkide, işlevde veya sürede” egemen prensin gücüne getirilecek her türlü sınırlama, mantıksız ve tehlikelidir (Engster, 2001).

Les Six livres de la République’da egemenlik devlet üzerinden tanımlanmıştır. Devletin oluşumundaki dört önemli unsur üzerinde durulmuştur. Bu dört unsur doğru yönetim, ailelerin yönetimi, ortak şeylerin yönetimi ve egemenliktir (Ekiz, 2020). Doğru yönetim, devletin ayırt edici özelliklerinden biridir. Bodin’e göre, yasadışı oluşumlar, güce ve zora dayalı bir iktidar kurabilir (Torun, 2011). Ancak bunların devlet olarak addedilebilmeleri mümkün değildir. Çünkü eşkıya çetelerinin iktidarını bir devletten ayıran en önemli fark, devletlerin adalet ilkesini içeren doğru yönetime sahip olmasıdır (Ekiz, 2020). Ailenin yönetimi de başka önemli konulardan biridir. Çünkü aile devletin esas bileşenidir. “İyi yönetilen aile, devletin gerçek suretidir ve ailedeki erk, egemen erke benzer. Ayrıca evin doğru yönetimi, devlet yönetiminin gerçek modelidir.” Diğer bir konu ise ortak şeylerin yönetimi olmuştur. Bodin’e göre ortak çıkarın olmadığı yerde devlet de olmaz (Akad, 1983). Ama burada Bodin kamusal olan ve özel olan arasında derin bir ayrım yapmıştır. Devletin, ailelerin özel mülklerine ve yaşamlarına müdahale etmeye ve bu yaşam alanına ait olup kamuyu ilgilendirmeyen şeyleri yönetmeye yetkisi bulunmamaktadır (Ekiz, 2020). Devleti oluşturan son ve en önemli konu ise egemenliktir. Bodin egemenliğe ilişkin verdiği tanımda gerçek egemenin sadece en üstün değil aynı zamanda sürekli olması gerektiğini, yani belli bir süre ile sınırlanmamış olması gerektiğini ileri sürmüştür. Burada Bodin, egemenliği tek bir kişiye bağlamamak gerektiğine işaret etmiştir. “Kral öldü, yaşasın yeni kral” cümlesi de bu sürekliliği ifade eden güzel bir ifadedir. Son olarak Bodin’e göre mutlak ve sürekli olan egemenliğin, bölünmesi ve devredilmesi de mümkün değildir. Egemenliğin bölünmezlik ve devredilmezlik ilkesi, esasen onun mutlak ve sürekli olmasının mantıksal bir sonucudur. Bodin’e göre istendiği zaman geri alınabilen bir güç egemenlik değil sadece bir yetkidir (Ekiz,2020).

Bodin’in egemenlik tanımından sonra Thomas Hobbes ve Rousseau gibi büyük teorisyenler de egemenliği tanımlamıştır. Bu teorisyenler klasik anlamda bir egemenlik tanımı oluşturmuşlardır. Daha sonraki süreçlerde Nietzsche’nin ardılı olarak kabul edebileceğimiz Georges Bataille gibi isimlerde egemenlik üzerine odaklanmışlardır. Günümüzde ise egemenlik tanımı Carl Schmitt ve Giorgio Agamben gibi düşünürler ile modern bir hal kazanmıştır. Carl Schmitt ve Giorgio Agamben gibi modern düşünürler egemenlik kavramıyla istisna hali arasında bir bağlantı kurarak egemenlik kavramına farklı bir çerçeve kazandırmıştır. Carl Schmitt egemenlik kavramını istisna haliyle ilişkili bir kavram olarak tanımlayan ilk isim olmuştur. Schmitt’ten sonra Agamben de istisna hali ve egemenlik arasındaki ilişki hakkında çeşitli analizler yapmıştır.

Carl Schmitt’e göre 18. yüzyıldan itibaren modernleşen dünya kaos ve risk ortamının her geçen gün artmasına sebep olmuştur. Bu yüzden olağanüstü hallerin, yani istisna hallerinin, söz konusu olduğu durumlarda düzeni sağlayacak olan bir egemenin varlığına ihtiyaç duyulmaktadır (Dönmez, 2016, s. 74). Böylece kaos ve risk ortamının yarattığı tehditleri ortadan kaldıran ve düzeni sağlayan bir egemen ortaya çıkmış olacaktır. Schmitt “Siyasi İlahiyat” isimli kitabına: “Egemen, olağanüstü hale karar verendir.” cümlesiyle başlamıştır (Schmitt, 2005, s. 13). Geçerli olan hukukta varlığı öngörülemeyen ve devletin varoluşuna karşı bir tehdit oluşturan bir duruma işaret eden olağanüstü hale karar veren egemendir. Schmitt olağanüstü halle sıkıyönetim gibi hukuksal durumları kastetmemektedir. Olağanüstü önlemlerin alınması gereken ve aciliyeti olan her türlü siyasi ve ekonomik çatışma durumu olağanüstü halin kapsamına girmektedir (Yılmaz, 2017, s. 385). Bununla birlikte yazar egemenlik kavramını bir sınır-kavram olarak ele almaktadır. Ona göre kutsallıktan uzaklaşmış ve kaotik bir hale gelmiş olan modern dünyada ancak normların, kuralların ve kuraldışıların arasında mevcut olan “sınır”da kutsallığın izlerine rastlanabilmektedir (Dönmez, 2016, s. 76). Bu anlamda olağanüstü hallere karar veren egemeni bir sınır-kavram olarak kabul etmektedir. Egemen olağanüstü haller dışında geçerli olan hukuk düzeninin hem dışındadır hem de aslında bu düzenin içinde yer almaktadır (Baştürk, 2013, s. 81). Egemen hukuk düzeninin içindedir çünkü anayasanın askıya alınması durumlarına karar verme gücü vardır. İstisna hallerinde, egemenin sahip olduğu bu güç yasanın üstünlüğünü kaybetmesine neden olmaktadır. Çünkü yasanın varoluşu egemenin verdiği karara dayanmaktadır. Bu yüzden bir sınır-kavramı ifade eden egemenlik “karar” ve “istisna hali” çerçevesinde şekillenmektedir.

Schmitt’ten sonra Giorgio Agamben de istisna hali üzerinde çalışmalar yapan önde gelen yazarlardan biri olmuştur. Agamben’e göre alanyazında istisna halinin belirli bir analizi mevcut olmamakla birlikte, istisna halinin esas önemi kavramın hukuk düzeni, siyasal olgu ve yaşam arasında kalan eşiği tanımlayan bir kavram olmasında yatmaktadır (Yılmaz, 2017, s. 391). Yani ona göre istisna hali hukuki ve siyasal olan arasında yer alan bir belirsizlik noktasıdır. Ayrıca istisna hali bir tür dışlama halini ifade eden bir durumdur (Agamben, 2013, s. 28). Ancak istisna hali dışlandığından dolayı kuralla ilişkisi tamamen kesilmez. İstisna olan şey kurallar askıya alınsa bile kuralla olan ilişkisini devam ettirmektedir. Çünkü kuralın askıya alınması onun tamamen ortadan kaldırılması demek değildir, askıya alınmanın ortaya çıkardığı yasasızlığın yer aldığı alan hukuk düzeniyle bağlantısı olan bir alandır. Schmitt’in öne sürdüğü gibi istisna kaostan meydana gelen bir durum değil, kuralların askıya alınmasının ortaya çıkardığı bir durum olmaktadır. Kural kendisini askıya aldığı için istisnanın ortaya çıkmasına yol açmaktadır. Ayrıca istisna hali kurallar askıya alındığı için hukukun sınır kavramını belirleyen bir kavramdır. Bu yüzden istisna hali hukukun ne dışındadır ne de içindedir (Agamben, 2013, s. 28-29). Bununla birlikte istisna hali kuralların yürürlükte olmaya devam edip uygulanmadığı, ancak yasa değerine sahip olmayan kararların yasanın sahip olduğu gücü elde ettikleri bir yasa halidir. Yani içerisinde yasasız olan yasa gücünü barındıran bir kuralsızlık alanıdır (Yılmaz, 2017, s. 397). İstisnanın ortaya çıkardığı durum ne olgusal ne de hukuki bir durumdur. Egemen, içeri ile dışarı ve normal ile kaos arasındaki istisna durumunu belirleyendir. Egemenlik ne siyasete ne hukuka ait olan bir kavram, ne hukukun dışında ne de hukukun üzerinde olan bir güçtür.

3. Covid-19 Salgını

Hastalıklar belli bir coğrafyada ve uzun zaman görüldüğünde salgın olarak nitelendirilmiştir. Tüm kıtalara yayılıp, etkisini uzun süre gösterdiğinde ise pandemi olarak tanımlanmıştır. Günümüzde Covid-19 virüsünün ortaya çıkması ve Dünya Sağlık Örgütü tarafından pandemi ilan edilmesiyle birlikte küresel çapta gözüken hastalıklar tekrar gündeme geldi (Akbaş, 2019). Yunanca kökenli pan “tamamı-hepsi” ve demos “halk” kelimelerinden oluşan pandemi, tarihte ilk kez Antoninus vebası ile kendini göstermiştir. Kesin tarihi bilinmemekle birlikte MS.165-180 yılları arasında gerçekleştiği öngörülmüştür. Belirtileri kızamık ve çiçek hastalığına benzeyen Antoninus vebası büyük bir coğrafi bölgede kendini göstermiş ve kitlesel ölümlere sebep olmuştur. 400 yıl arayla Justinianus Vebası patlak vermiştir. Bugün “kara ölüm” olarak bildiğimiz ve edebiyatta Giovanni Boccaccio gibi yazarların kitaplarında yer bulan 1341 Vebası yaklaşık 200.000 kişinin ölümüne sebep olmuştur (Akbaş, 2019). Bunu 1852 yılı kolerası takip etmiştir.

Koleradan sonra 1918, I. Cihan Harbi sonunda dünya ilk influenza tipi virüs ile karşılaşmıştır. Bu bizim ‘Covid-19 pandemisi’ne en yakın tecrübemiz olmuştur. İspanyol gribi olarak kabul gören bu influenza bir A tipi influenza virüsü idi. 1700’lerden bu yana influenza (A tipi) pandemisinin birkaç yüzyılda bir patlak verdiğini bilmekteyiz (Hilleman, 2002). Ama bunun en ölümcül hali İspanyol gribi, yani bilimsel adı ile A(H1N1) influenza idi. Şimdiye kadar kayıtlara geçen en ölümcül pandemi olmuştur. Teknolojinin de gelişmesiyle anladık ki influenzanın birçok alt tipi vardır. 2005 yılında ortaya çıkan Avian İnfluenza A (H5N1, H7N7 ve H9N2 vb.) diğer adıyla kuş gribi bunu kanıtlamıştır. 2009 yılında H1N1’nin sebep olduğu halk tarafından ‘domuz gribi’ olarak bilinen salgın ise bu kuş gribi ve insan gribinin mutasyonu olarak tanımlanmıştır (Akbaş, 2019). Daha sonra influenza A virüsünü takiben 1940’ta İnfluenza B, ve 1950’de İnfluenza C virüsü keşfedilmiştir (Hilleman, 2002).

Covid-19 ile birlikte influenza belirtisi gösteren bir koronovirüs ailesi üyesi ile yüzleşmek zorunda kalınmıştır. 2002 SARS ve 2012 MERS salgınlarının devamı olan virüs Covid-19, Wuhan virüsü, yeni koronavirüs veya SARS-CoV2 gibi adlandırmalara sahiptir (Akbaş, 2019). Sıfır noktası Huanan Pazarı (Wuhan/Çin) olan ve zoonotik bulaş şekline (yarasadan insana) sahip virüs, tüm Dünya’ya sadece 4 ay içinde yayılmıştır (Akbaş, 2019). Grip-benzeri hastalık sınıfına giren virüsün yayılımı klinik tablo, enfeksiyondan sorumlu virüsün türüne, ayrıca konağın yaşına, fizyolojik durumuna ve immünolojik geçmişine göre değişkenlik gösterebilmektedir (Eccles, 2005). Kronik hastalık ve bağışıklık problemleri, Covid-19’a karşı direnci düşürmekte, bu durum ise ölüm oranlarının artmasına neden olmaktadır.

Çin’deki olguların epidemiyolojik özellikleri incelendiğinde, ortalama inkübasyon süresinin (hastalık belirtilerinin ortaya çıkması için gereken süre) ortalama 5-6 gün (minimum 2 gün – maksimum 14 gün) olduğu gözlemlenmiştir (Til, 2020). Yeni koronavirüs (COVID 19) hastalığı sıklıkla ateş, öksürük, nefes darlığı gibi solunum yolu belirtileri göstermektedir. Daha ciddi vakalarda ise pnömoni, ağır akut solunum yolu enfeksiyonu, böbrek yetmezliği gelişmekte ve hatta ölüm ile sonuçlanmaktadır (Til, 2020). Bununla birlikte henüz yeni koronavirüs ile ilgili çok fazla bilgiye sahip değiliz.

1918 yılında gerçekleşen İspanyol gribinde de deneyimlediğimiz süreçlerden geçmekteyiz. İspanyol gribi de tek dalgadan oluşmamıştır. 1918 sonbaharında başlayan ikinci dalga, hem ilk dalga gibi çok bulaşıcı hem de çok daha ölümcül seyretmiştir (Temel, 2020). İkinci dalgada daha küçük bir yüzdede, masif akut pulmoner hemoraji ve pulmoner ödemle hızla ölüme götüren, şiddetli bir viral pnömoni gelişmiştir (Temel, 2020). Bu bize ikinci dalgalarda hastalıktan beklenmeyecek emsalsiz semptom ve komplikasyonlar geliştirdiğini göstermiştir. Bu durum pandemiyi ciddi boyutlara taşımaktadır.

Şu anda da gündemimizde olan mutasyon virüsler, pandeminin öngörülebilirliğini engellemiştir. Bu süreçte dünya bir bilinmezlik içerisindedir. Mutasyona uğramış virüslerin etkilerini hala bilinmemektedir. SARS-CoV-2 (ya da daha yaygın adıyla Covid-19/Yeni Koronavirüs) enfeksiyonunun klinik seyri ve sonuçları enfekte bireyin düzelmesine imkân veren asemptomatik, hafif ve orta şiddetli enfeksiyondan, ani ve hızlı gelişen yoğun inflamasyon ve sitokin fırtınası ile karakterize, pulmoner trombozis ve bunun sonucu enfekte bireyin ölümüne kadar uzanan geniş bir yelpazede değişkenlik gösterebilmektedir (Çakal, 2020). Bu durum insanlar arasında tedirginlik yaratmıştır. Hükümetler SARS-CoV-2 pandemisine karşı daha önce yapılmayan tedbirlere başvurmaktadırlar. Bu noktada “yeni normal” diye adlandırılan bir kavram ortaya çıkmıştır. Çalışmanın bir sonraki kısmında “yeni normal” çerçevesinde Türkiye’de uygulanan Covid-19 tedbirleri Agamben ve Schmitt’in istisna hali ve egemenlik tanımı üzerinden incelenecektir.

4. Türkiye’de Uygulanan Covid-19 Tedbirleri Üzerinden Egemenlik Kavramının Analizi

İlk vaka sayısının 1 Aralık 2019’da açıklanmasının ardından kısa sürede büyük bir yayılma gösteren Covid-19 pandemisi pek çok tartışmayı da beraberinde getirmiştir. Pandemiyle birlikte pek çok düşünür literatürde yer alan kavramların yanı sıra yeni türetilen kavramlar ışığında süreci farklı şekillerde kavramsallaştırmalar yaparak yorumlamışlardır. Bu süreçte pandeminin yarattığı “olağanüstü hal”, Carl Schmitt ve Giorgio Agamben’in egemenlik üzerinden yorumladıkları “istisna hali” kavramının tekrardan gündeme gelmesine neden olmuştur. Covid-19 pandemisinin egemenlik paradigması üzerinden şekillenen bir “istisna hali” yaratıp yaratmadığı konusu en çok tartışılan konulardan biri haline gelmiştir.

Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından ilan edilen İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 13. Maddesinin birinci ve ikinci fıkrasına göre:

1. Herkesin bir devletin toprakları üzerinde serbestçe dolaşma ve oturma hakkı vardır.

2. Herkes, kendi ülkesi de dahil olmak üzere, herhangi bir ülkeden ayrılmak ve ülkesine yeniden dönmek hakkına sahiptir.

Ayrıca Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 23. Maddesine göre: Herkes, yerleşme ve seyahat hürriyetine sahiptir. Hukuken koruma altına alınan seyahat hakkının Covid-19 sürecinde bir istisna hali yaratarak suiistimal edildiği görülmüştür. Agamben’in de değindiği gibi hukuk kendisini askıya almak sureti ile yeni bir alan yaratmıştır. İstisna hali dışında kabul görülemeyecek olan eylemlerin istisna hali yaratılarak bir meşruluk zeminine yerleştirildiği görülmüştür. Egemen bu eylemleri istisna hali arkasına sığınarak ve toplumun rızasını gözetmeksizin yapmıştır. Covid-19 sürecinin ilk dönemlerinde Türkiye’de uygulanan sınırların kapatılması tedbiri de bunun bir kanıtı olarak kabul edilebilir. Egemen istisna hali ile geçerli olan hukuk kurallarını çiğnemesine rağmen eylemleri meşru kabul edilmektedir.

Agamben’in salgına ilişkin ilk değerlendirmelerini yaptığı “Covid-19: Gerekçesiz Bir Acil Durumun Yarattığı İstisna Hali” başlıklı yazısında normal bir grip virüsüyle aynı etki oranına sahip olan koronavirüsün bir panik havası oluşturmak için abartıldığı, virüsün devletler tarafından bir istisna hali yaratmak için kullanıldığını öne sürmüştür (Agamben, 2020a). Egemenler koronavirüsü kullanarak yarattıkları panik havasında bir istisna hali yaratmışlar, hatta bu istisna halini normalleştirmişlerdir. Agamben’in istisna halinin normalleştirilmesiyle kastettiği şey, devletler tarafından olağanüstü halin iyice yaygınlaştırılması ve süreklilik kazandırılması sonucunda normal bir yönetim ilkesi haline getirilmesi durumudur. Yazara göre 11 Eylül 2001’de Amerika Birleşik Devletleri’nde gerçekleştirilen terör saldırıları bahane edilerek yaratılan istisna hali normal koşullarda hukuki olmayan çeşitli önlemlerin alınmasının önünü açmıştır (Şen, 2020). 11 Eylül’den sonra teröristleri yakalamak ve terörle mücadele etmek adına alınan birçok askeri, siyasi ve sosyal tedbirler giderek normalleştirilmiş ve günlük hayatın bir unsuru haline getirilmiştir (Koşar, 2020). Bu süreçten itibaren devletler kuraldışı önlemler alabilecekleri yeni bir istisna hali yaratma çabası içerisine girmişlerdir. Covid-19 salgınıyla birlikte devletlerin bu çabası karşılık bulmuş ve salgın üzerinden yeni bir istisna hali yaratılmıştır. Agamben’in yazısında ele aldığı bir diğer nokta salgının ortaya çıkardığı panik havasının bir güvenlik açığı meydana getirmesi sonucunda iktidara, yani egemene, karşı güvenlik üzerinden şekillenen bir bağlılık yaratması olmuştur (Taşçıoğlu, 2020). Egemen güç, salgını öne sürerek yarattığı “güvenlikleştirme” söylemi üzerinden insanlarda oluşan güvenlik isteğini kullanarak özgürlükleri istediği şekilde kısıtlayabilecektir. Bu durumun en güçlü örneklerini Covid-19’a karşı Türkiye’de alınan tedbirlerde görebilmek mümkündür. İlk vaka sayısının Türkiye’de görülmesinin ardından koronavirüsle mücadele etmek amacıyla hükümet tarafından bir dizi önlem alınmıştır. Hükümet yetkilileri “evde kal” çağrısı üzerinden bir uygulama başlatmış, ancak başta gönüllü olan sokağa çıkma kısıtlamalarını zaman içerisinde zorunlu bir hale getirmiştir (Turan ve Çelikyay, 2020, s. 15). Bu kısıtlamalardan da görüldüğü üzere koronavirüs üzerinden Türk hükümeti bir istisna hali yaratmış ve başta hafif olmak üzere zamanla ağırlaştırılan, özgürlükleri kısıtlayıcı uygulamaları halka dayatmıştır. Başta evde kal çağrısı yaparak gönüllü bir sokağa çıkmama halini teşvik ederken, ilerleyen zamanlarda halkta oluşturulan güven arzusu üzerinden zorunlu sokağa çıkma kısıtlamaları uygulanmaya başlanmıştır. Schmitt’in söylemiyle istisna haline karar veren egemen, normal şartlarda uygulanması hukuki olmayan kuralları yarattığı bu istisna hali üzerinden meşru bir hale getirmiştir. Böylece istisna hali yaratılarak mevcut hukuk kurallarının askıya alınmasıyla özgürlükler kısıtlanmıştır. Agamben’in deyişiyle (2020a) egemenlerin yarattığı özgürlükleri kısıtlayıcı olan uygulamalar aynı egemenler tarafından ortaya çıkarılmış olan güvenlik isteği üzerinden kabul edilmiştir. Türkiye’de alınan koronavirüsle mücadele tedbirlerinin özgürlükleri bir süreliğine askıya alması da bunun en büyük kanıtlarından bir tanesidir.

Agamben Mart’ta yayımladığı “Korku Kötü Bir Yol Göstericidir” isimli ikinci yazısında Covid-19 salgınıyla birlikte toplumun alıştırıldığı istisna halinin, normal bir norm haline getirildiğinden bahsetmiştir (Agamben, 2020b). Yazısında geçmiş zamanlarda daha ciddi boyutlarda salgınlar olmasına rağmen bu kadar katı önlemlerin alınmadığına ve olağanüstü halin ilan edilmediğine değinmiştir. Dolayısıyla Covid-19 sürecinde insanlar hükümetler tarafından olağanüstü halde yaratılan koşullarla birlikte yaşamayı kanıksadıkları bir sürecin içerisine girmişlerdir. Böylece insanların en doğal hakkı olan yaşama hakkı çerçevesinde toplumsal ve siyasi boyutların yanı sıra sosyal boyutlar açısından da mahrum bırakılmıştır. Salgınla birlikte toplumda yaratılan güvenlik isteği doğrultusunda halk kendi özgürlüklerini feda etmiştir. Agamben’e göre (2020b) olağanüstü hal koşullarında yaşayan toplumların özgürlüklerinden bahsedilemez, bu toplumlar özgürlüklerini güvenlik arzuları uğruna feda etmiştir. Türkiye’de uygulanan koronavirüs tedbirlerinde bunun en basit örneklerini uzaktan eğitim modeline geçişte görmek mümkündür. İlk vakanın Türkiye’de görülmesinin ardından 16 Mart’ta geçici bir süreyle bütün eğitim kurumları tatil edilmiş, daha sonraki süreçlerde ise 2019-2020 bahar yarıyılı ve 2020-2021 güz yarıyılını kapsayacak şekilde uzaktan eğitim modeline geçilmiştir (Turan ve Çelikyay, 2020, s. 18). Alınan bu tedbirler, egemenin normal koşullarda uygulayamadığı tedbirlere hukuki bir boyut kazandırarak uygulamasını sağlamıştır. Böylece insanların bir araya gelip siyasi ve kültürel bilgi aktarımı gerçekleştirdikleri ortamları engellemek ve bu ortamları dijital bir hale dönüştürmek, insanları makinelerden farksız bir hale getirmektedir (Agamben, 2020b). İstisna haline karar veren egemenin hayata geçirmek istediği şey de tam olarak budur: aslında yasasız olan yasaların yer aldığı bir kuralsızlık alanı oluşturarak kendi kurallarını uygulayabileceği bir ortamı meşru hale getirmek. Bu anlamda bundan sonraki süreçte de Türkiye’deki eğitim modelinin dijital bir hale dönüştürülmesi olasıdır.

Türkiye’nin Covid-19 sürecinde aldığı tedbirlerden biri de maske takmayanlara verilen para cezaları olmuştur. Burada egemen hem bedenen hem de madden kişi üzerinde bir dayatma yaratmıştır. Kişiyi bir eylemi yapmaya zorlamakla kalmayıp aynı zamanda bir ceza sistemi oluşturmuştur. Aynı ceza sistemi, karantinaya uymayan kişilerin zor ile yurtlara kapatılmasında da görülmüştür. Hem hukuku ve insan haklarını çiğneyerek yapılan eylemlerin bir de ekonomik anlamda bir dayatmaya dönüştürülmesi ancak istisna hali ile açıklanabilmektedir. Burada bir hususu hatırlatmakta fayda vardır. İstisna halinde tartışılan, bu tedbirlerin etik ve ahlakı boyutu değildir. Tedbirlerin doğru ve yararlı oluşu, birçok destekçisi olması veya bilim kurulu gibi bilirkişilerin onayından geçmesi egemenin eylemlerini istisna hali ile meşruluk sağladığı gerçeğine gölge düşürmemiştir. İstisna hali ile dayatma ve zor meşruluk kazanmıştır.

Türk hukukçu ve kamu hukuku uzmanı Kemal Gözler, Türkiye’de kabul edilen Covid 19 tedbirlerini: “Salgınla mücadele etmek amacıyla alınan tedbirlerin hemen hemen hepsi Anayasamızın güvencesi altında olan bir temel hak ve hürriyetin sınırlandırılması niteliğindedir.” şeklinde tanımlamıştır (Gözler, 2020). Örneğin sokağa çıkma yasağı ve yurtlarda 14 günlük zorunlu tecrit “kişi hürriyeti ve güvenliği hakkı”nı (m.19), maske takma zorunluluğu “kişinin dokunulmazlığı, maddi ve manevi varlığı hakkı”nı (m.17), şehirlerarası seyahat yasağı “yerleşme ve seyahat hürriyeti”ni (m.23), camilerde namaz kılma yasağı “ibadet hürriyeti”ni (m.24), işyerlerinin kapatılması “mülkiyet hakkı”nı (m.35) ve “çalışma ve sözleşme hürriyeti”ni (m.48), icra takiplerinin ertelenmesi “hak arama hürriyeti”ni (m.36), okulların tatil edilmesi “eğitim ve öğretim hakkı”nı (m.42), işçi çıkarma yasağı “sözleşme hürriyeti”ni (m.48) ihlâl eder niteliktedir şeklinde açıklamalarda bulunmuştur (Gözler, 2020). Tüm bu hukuk ihlallerine karşı herhangi bir yaptırımın olmaması, istisna hali ile egemenin tüm eylemlerinin meşruluk kazandığının bir kanıtı olmuştur.

5. Sonuç

16. yüzyıldan itibaren egemenlik kavramı bir tartışma alanı yaratmıştır. 19. yüzyıla kadar bu tartışma alanı felsefi boyutlarda kalmakla birlikte, 20. yüzyılda ise kendine hukuk ve siyaset tartışmalarında yer bulmuştur. Bu tartışmaların fitilini ateşleyen isim ise Jean Bodin’dir. Bodin, egemenliğin en klasik tanımını yapmıştır: “Egemenlik, “mutlak”, “sürekli”, “bölünmez  ve devredilmez” bir güçtür.” Aynı zamanda egemenliği devlete içkin kılan Bodin ikisini  ayrılmaz olarak görmüştür. Bodin, devleti egemen üzerinden tanımlamıştır. Ona göre, “Devlet, birçok ailelerin ve onlarla birlikte malik oldukları şeylerin egemen kudret tarafından adaletle yönetilmesidir”.

Bodin sonrasında ardılları onun egemenlik tanımını iyice geliştirmişlerdir. 19. yüzyıldan sonra ise egemenlik tartışmaları bütünüyle farklı bir boyut kazanmıştır. Özellikle Carl Schmitt’in “Egemen, olağanüstü hale karar verendir.” tanımı kavrama yeni bir bakış açısı kazandırmıştır. Carl Schmitt’e göre bu olağanüstü hal normal hukuk ile açıklanamaz. Bu yüzden kendine hem hukukun içinde hem de hukukun dışında kalan bir alan yaratır. Burada Schmitt’in bahsettiği olağanüstü hal, günümüzde kullanılan sıkıyönetim ile eş değer değildir. Sadece savaş, pandemi, devrim gibi ekstrem olaylar olağanüstü hale girmez. Egemen, siyasi ve ekonomik çatışmaların olağanüstü hal olduğuna karar verme yetkisini elinde bulunduran bir güçtür. Giorgio Agamben ise Carl Schmitt’in egemenlik tanımını bir adım daha ileri taşıyarak bir “istisna hali” ile tanımlamıştır. Ona göre istisna hali hukuk düzeni, siyasal olgu ve çıplak hayatın arasındaki eşiktir. Çıplak hayat kavramı Agamben’in teorisinde önemli bir yer tutmuştur. Çıplak hayatta birey insanlığı ile değil biyolojik özellikleri ile tanımlanmıştır. Bunun en güzel örneklerinden biri toplama kampları olmuştur. Çıplak hayat tam anlamı ile doğa durumu demektir. Dışlama ile siyasetin sınırlarını çizen çıplak hayat olmuştur. Egemen ise bu dışlama ile aslında bir içselleştirme yapmaktadır. Yani dışlanacak olana karar verecek olan egemendir. Ama bu kararı vermesi için ilk önce dışlanacak olanı kendi egemenliği alanına sokması gerekir. Yani bir anlamda dışlanacak olanı içselleştirir. Bu noktada dışlama ile içselleştirme yapılmış olur. İstisna hali de bu tür bir dışlama halidir. Kuralı oluşturan şey istisnanın tam da kendisidir. Burada vurgulanması gereken diğer bir şey ise istisna hali ve yasaklama halinin birbirine paralel olduğu olmuştur.

Bu araştırma yazısı boyunca tam da bu istisna hali, günümüzde Türkiye’de uygulanan Covid-19 tedbirleri üzerinden değerlendirilmiştir. Bunu yaparken Agamben’in Covid-19 ve istisna hali hakkında yazdığı son yazılardan örnekler verilmiştir. Türkiye’de Covid-19 ile mücadele kapsamında alınan tedbirlerden; tedbirlerine uymayan insanların rızaları dışında devlet yurtlarına yerleştirilmeleri, karantina uygulamak amacıyla insanların evde kalmasını zorunlu tutarak seyahat özgürlüklerinin engellenmesi ve maske takmanın zorunlu hale getirilmesi gibi tedbirler ele alınmıştır. Çalışmada Agamben ve istisna hali üzerinden bu tedbirlerin bir değerlendirmesi yapılmıştır. Agamben’e göre Covid-19 salgını devletlerin ortaya çıkardığı bir istisna halidir. Böylece egemen -bu kavram Türk hükümeti ve karar vericiler için kullanılmıştır- normal hukukta uygulanamayacağı yasaları bir istisna hali yaratarak meşru hale getirmiş ve egemenliğini bu istisna hali üzerinden kanıtlamıştır.

Kısaca özetlemek gerekirse Covid-19 salgını bir istisna hali olarak tanımlanabilmektedir. Bu süreçte egemen bir istisna yaratarak kısmen kendi yasalarını oluşturmuştur. Agamben’in tanımı ve içerisinde yasasız olan yasa gücünü barındıran bir kuralsızlık hali yaratılmıştır. Böylece kabul görmüş hukukun dışında kalan bir alan yaratılmış ve kitleler bu baskıcı kurallar kapsamında yönetilmeye zorlanmış ve alıştırılmıştır. İstisna hali içinde kitlelerin egemene karşı gelmesi olası görülmemiştir. Bu istisna hali durumu egemenin eylemlerinin meşrulaşmasına yardımcı olmuştur. Bu durumda ise insan hakları ihlali olarak görülebilecek tedbirler şu anda kitlelerin kendi talepleri haline gelmiştir. Böylece egemenin hareketlerine meşru bir boyut kazandırmıştır.

Fatma İşbilir1

Neslihan Akbaş2

Siyasi Düşünceler Tarihi Staj Programı

1 Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi, Lisansüstü Eğitim Enstitüsü, Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı, Uluslararası İlişkiler Bölümü.

2 Hacettepe Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü.

6. Kaynakça

Kitaplar

Agamben, G. (2013). Kutsal İnsan Egemen İktidar ve Çıplak Hayat. çev. İsmail Türkmen. Ayrıntı Yayınları. İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

Ağaoğulları, M. A, Köker, L. (2009). Kral Devlet ya da Ölümlü Tanrı. İmge Kitabevi. İstanbul: İmge Kitabevi Yayıncılık.

Atılgan, G ve Aytekin, E. A. (2012). Siyaset Bilimi Kavramlar, İdeolojiler, Disiplinler Arası İlişkiler. Yordam Kitap. İstanbul: Yordam Kitap.

Beaulac, S. (2003). The Social Power of Bodin’s ‘Sovereignty’ and International Law. Melbourne Journal of International Law.

Beriş, H. E. (2003). Savaş, Meşruiyet ve Ahlâkilik. Birikim Yayınları.

Gözler, K. (2020). Türk Anayasa Hukuku Dersleri. (25. Baskı). Ekin Basım Yayınları.

Kapani, M. (2007). Politika Bilimine Giriş. Bilgi Yayınevi. Ankara: Bilgi Kitabevi. Koç, Y. (2019). Yeniçağda Kavram Olarak Egemenliğin Analizi: Jean Bodin, Thomas Hobbes, John Locke ve Jean-Jacques Rousseau Üzerine. ASEAD.

Schmitt, C. (2005). Siyasi İlahiyat: Egemenlik Kuramı Üzerine Dört Bölüm. çev. Emre Zeybekoğlu. Ankara: Dost Kitabevi.

Tezler

Dönmez, H. (2016). “İstisna Hali” Kavramı Işığında Siyasal Olana Bakış. (Yüksek Lisans Tezi). Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Siyaset Bilimi Anabilim Dalı, Ankara.

Makaleler

Akbaş, N. (2019). Virüslerin savaşım veya rekabetlerde biyolojik silah olarak kullanılabilirliği üzerine inceleme. Yayımlanmamış.

Baştürk, E. (2013). Modern Egemenliğin ‘Nomos’u Olarak İstisna Hali. Ankara Üniversitesi Felsefe ve Sosyal Bilimler Dergisi, 15, 71-83.

Beriş, H. E. (2008). Egemenlik Kavramının Tarihsel Gelişimi ve Geleceği Üzerine Bir Değerlendirme. Ankara Üniversitesi SBF Dergisi.

Çakal, B. (2020). COVID-19’da Antikor Bağımlı İmmünpataloji, Monoklonal Antikorlar ve Mutasyonlar. Experimed. İstanbul: İstanbul Üniversitesi, 10 (2), 112-118.

Ekiz, S. (2020). Jean Bodin’in Siyaset Felsefesinde Devlet ve Egemenlik. Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 22 (2), 633-691.

Temel, M. K. ve Ertin, H. (2020). 1918 Grip Pandemisi Kıssasından COVID-19 Pandemisine Hisseler. Anadolu Kliniği Tıp Bilimleri Dergisi, 25, 63-78.

Turan, A. ve Çelikyay, H. H. (2020). Türkiye’de KOVİD-19 ile Mücadele: Politikalar ve Aktörler. Uluslararası Yönetim Akademisi Dergisi, 3 (1), 1-25.

Yılmaz, S. (2017). “İstisna Hali” Üzerinden Bir Egemenlik Kavramı Tartışması Schmitt ve Agamben’ın Teorileri Hakkında Bir Çalışma. Türkiye Barolar Birliği Dergisi, 30 (132), 383- 410.

İnternet Kaynakları

Agamben, G. (2020, Şubat 26). Covid-19: Gerekçesiz Bir Acil Durumun Yarattığı İstisna Hali. çev. Öznur Karakaş. 21 Şubat 2021 tarihinde https://terrabayt.com/covid19/covid-19- gerekcesiz-bir-acil-durumun-yarattigi-istisna-hali/ adresinden erişildi.

Agamben, G. (2020, Mart 20). Korku Kötü Bir Yol Göstericidir. çev. Onur Civelek. 21 Şubat 2021 tarihinde https://www.ekdergi.com/korku-kotu-bir-yol-gostericidir/ adresinden erişildi.

Koşar, A. (2020, Nisan 20). Agamben Sadece Yanıldı mı? Yoksa Daha Fazlası mı?. 20 Şubat tarihinde https://www.evrensel.net/haber/402617/agamben-sadece-yanildi-mi-yoksa-daha fazlasi-mi adresinden erişildi.

Şen, S. (2020, Nisan 16). Agamben ve Koronavirüs. 21 Şubat 2021 tarihinde https://birikimdergisi.com/guncel/10037/agamben-ve-koronavirus adresinden erişildi.

Taşçıoğlu, İ. (2020, Mart 27). Covid-19, İstisna Hali ve Yeni Bir Etiko-Politik Alanın İmkanı Üzerine Notlar. 20 Şubat 2021 tarihinde https://birikimdergisi.com/guncel/9996/zizek agamben-schmitt-covid-19-istisna-hali-ve-yeni-bir-etiko-politik-alanin-imkani-uzerine-notlar adresinden erişildi.