Home Blog Page 73

Rus Milli Kimliğinde ve Siyasetinde “Avrasyacılık”

Özet

Rusya tarihi boyunca hiçbir zaman bir ulus devlet olamamasına karşın her zaman ülkesi içinde varlığını sürdüren ulusları bir arada tutmaya çalışmıştır. Tarihinin büyük bir kısmında Slavlık ve Ortodoksluk kimlikleriyle bir arada olan Ruslar, 1991 yılında Sovyetler Birliği’nin çöküşü ile bir kimlik bunalımına girmişlerdir. Bu kimlik bunalımı hiç şüphesiz Rusya’nın iç ve dış politikasını etkileyerek eski süper gücünü de kaybetmesine sebep olmuştur. Tarihten gelen süper gücünün devam ettiğini Batı’ya ve ABD’ye kanıtlamaya çalışan Rusya için coğrafyasında büyük bir güç olarak bölgesini kontrol altında tutmasını sağlayacak ve aynı zamanda ülke sınırları içinde barındırdığı 140 milyonu aşkın nüfusu bir arada tutacak bir üst kimliğe ihtiyaç vardı. Tam da böyle bir ihtiyaç anında yeniden canlanan Avrasyacılık akımı, Rusya için bir alternatif, bir “üçüncü yol” ve Batı karşıtlığını simgeleyen bir seçenek olmuştur.

Anahtar kelimeler: Rusya, Avrasyacılık, Ulus, Milli Kimlik, Dış Politika

Abstract

Although Russia has never been a nation-state throughout its history, it has always tried to keep  the nations that exist within its country together. The Russians, who have been together with their  Slavic and Orthodoxy identities for most of their history, in 1991, with the collapse of the Soviet  Union, entered an identity crisis. This identity crisis undoubtedly caused Russia to lose its former  “superpower” by affecting its domestic and foreign policy. Russia needed a “top identity” to control her region as a superpower and keep together over 140 million Russian population in Russia. Also,  it was important to prove to the USA and West that Russia’s historical superpower is still continuing. The movement of Eurasianism, which has been revived at such a time of need, has become an alternative for Russia, a “third way” and an option symbolizing anti-Westernism.

Key words: Russia, Eurasianism, Nation, National Identity, Foreign Policy

Giriş

17.100.000 km² yüzölçümü ile coğrafi olarak dünyanın en büyük ülkesi olan Rusya; köklü bir geçmişe ve kültürel zenginliğe sahip olmasına karşın, 1991 yılında Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıyla birlikte bir bocalama dönemi yaşamış, yine bu süreç içerisinde ideolojik ve kimliksel bir boşluğa düşmüştür. Bu yıkılış ile hem süper gücünü hem de Sovyet kimliğini (homo Sovieticus) kaybeden Rusya Federasyonu 140 milyonu aşkın nüfusu ve bu nüfusun içerdiği farklı etnik kökenler için ortak bir Rus kimliği üretmeyi en acil meselesi olarak ele almıştır. 1812’de Napolyon’un Moskova’yı işgalinin ardından Rusya’nın geri kalmışlığını fark ederek ortaya çıkan Batıcılar ve Slav milliyetçileri bu kimlik arayışına bir çözüm bulmakta yetersiz kalmışlardır. 19. yüzyılda coğrafi bir kavram olarak gündeme gelen Avrasyacılık, bu kimlik arayışında yeniden canlanarak siyasi bir ideolojiye dönüşmüştür. Rus milli kimliğinin oluşumunda etkili olan bu Avrasyacılık anlayışı aynı zamanda Rus iç ve dış politikasında da etkin roller oynamıştır. Bu çalışmada Rus milli kimliği ve Rus siyasetinde Avrasyacılık’ın etkileri incelenecektir.

  1. Avrasyacılık

Asya ve Avrupa arasında var olduğuna inanılan üçüncü bir kıtayı niteleyen Avrasya kavramı ilk kez 19. yüzyılda Alexander von Humboldt tarafından coğrafi bir kavram olarak kullanılmıştır.  Avrasyacılık (yevraziystvo) kavramı ise Rusça’da ilk kez Vladimir Lamanski tarafından kullanılmış olup (Akgül, 2009, 16), Avrasyacılık’a göre Asya ve Avrupa arasında var olduğu varsayılan üçüncü kıtanın (Avrasya) merkezini Rusya oluşturmaktadır. Bu bağlamda ele alındığında Avrasyacılık, 20. yüzyılda Rusya için milli bir ideoloji halini almıştır (Akgül, 2009,  16). Genel anlamıyla Avrasyacılık, iki dünya arasında yani Doğu ve Batı arasında kalmış olan Rusya’nın Batı’ya karşıtlığını yansıtan bir ideolojidir denilebilir. Batı’nın değerlerinin Rusya’ya uymaması – Rusya’da uygulanamaması sonucunda yükselişe geçen Avrasyacılık, esasen Batı’nın tam tersine toplumcu bir kimlik oluşturması sebebiyle Rusya’da büyük bir ilgi görmüştür (Akgül, 2009, 28). Rusya’nın iç ve dış politikalarında uygulanan Batıcılık ve Slav milliyetçiliği arasında üçüncü bir yol olarak ele alınan Avrasyacılık, etnik bir kimlik ve milliyetçilik yerine coğrafyada bulunan ulusları temsil etmekte ve “coğrafi” bir kimlik oluşturmaktadır. Kısaca,  Avrasyacılık bir ırk birlikteliğinden ziyade bir coğrafya birlikteliği kurmaktadır.

Dönemin şartlarına göre politikalarında ve politikalarını şekillendiren ideolojilerinde değişiklik yapmak zorunda kalan Rusya için Avrasyacılık, bazı dönemler yükselişe geçerken bazı dönemler önemini kaybetmiştir. Avrasyacılık’ın Rus siyasetinde önemini kaybetmesinin en temel sebebi ise Batı’ya duyulan yakınlık olmuştur.

  1. Rus Avrasyacılığı ve Rus Milli Kimliğinde “Avrasyacılık”

1812’de Napolyon’un Moskova’yı işgalinin ardından Rusya’nın geri kalmışlığının farkına varan Rus entelijansiyalar Rusya’nın geleceğine yön verecek ideolojileri belirlerken Batıcılar ve Slav milliyetçileri olarak bölünmüşlerdir (Örmeci, 2018, 31). Bu ideolojiler imparatorluk ve Sovyetler Birliği dönemlerinde uzun bir süre Rus siyasetine ve Rusya’nın geleceğine yön verirken aynı zamanda Rus kimliğinin oluşumunda da etkili olmuşlardır. Komünizmin çöküşü ve 1991’de Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıyla yeni kurulan Rusya Federasyonu bir bocalama dönemi yaşamış ve bu süreç içerisinde ideolojik ve kimliksel bir boşluğa düşmüştür. Böyle bir yıkılış ile hem süper gücünü hem de Sovyet kimliğini (homo Sovieticus) kaybeden Rusya Federasyonu 140 milyonu aşkın nüfusu ve bu nüfusun içerdiği farklı etnik kökenler için ortak bir Rus kimliği oluşturmayı en acil mesele olarak ele almıştır (Taştan, 2012, 71-94). Yeni kurulan bu devletin özellikle dış politikada nereye yönelmesi gerektiği konusunda ayrışan Batıcılar ve Slav milliyetçileri aynı zamanda kimliksel bir boşluğa düşen Rusya’nın milli kimliğini de oluşturacaklardı.

İki dünya arasında kalan ve kendi öz kimliğini bulamayan Rusya, Büyük Petro ile başlayan Batıcılık hareketleri ışığında ve Batı’nın da yükselişe geçmesiyle erken dönemlerde, özellikle Yeltsin döneminde, Batılı bir Rus kimliği oluşturmaya çalışmıştır. Ancak Batı’nın yükselişine rağmen, Rus tarihinde daha önce de tecrübe edildiği üzere Batı’nın değerlerine ayak uydurulamamış, Batılılaşma ümitleri yıkılan Rusya (Göka ve Yılmaz, 1998, 31),  Batı’dan yediği her darbe ile yüzünü Doğu’ya daha çok dönmüştür. Batılılaşma hareketlerinin toplumsal sorunlara yol açması sebebiyle Batılı Rus kimliği oluşturma çabaları olumsuz sonuçlanmıştır. Öte yandan,  milliyetçiliğin böyle bir yıkılışın ardından etkili olması beklense de bir boşluk içerisinde olan, kimliğini sorgulayan ve farklı etnik kökenler barındıran Rus halkı için Slav milliyetçiliği de yeterli olamamıştır. Özellikle Vladimir Putin dönemine baktığımızda bir kimlik arayışı içerisinde olan Rusya için Putin’in çözümünün kesinlikle etnik bir milliyetçilik çerçevesinde oluşturulacak bir kimlik olmadığı görülmektedir (Taştan, 2012, 94). Çünkü Putin, Rusya’nın imparatorluk geçmişi olması sebebiyle halen büyük bir güç olduğuna ve ülke içindeki halkların bir arada olması gerektiğine inanmaktadır. Bunun da en etkili yolu bir üst kimlik oluşturmaktır. Bu sebepten ötürü Slav milliyetçiliği de Rus milli kimliğinin oluşumunda etkili olamamıştır. Kimliksel boşluğun devam ettiği Rusya Federasyonu’nda Batılı ve Slav milliyetçisi entelijansiyaların Rus milli kimliğinin oluşumunda etkili olamaması, coğrafya temelli bir düşünce olan Avrasyacılık akımının tekrar canlanmasını ve Rus milli kimliğinin Avrasyacılık çerçevesinde şekillenmesini sağlamıştır.

Avrasyacılık’ın Rus milli kimliğinde uygulanabilmesi ve Rus milletine bu denli uygun olmasının en büyük sebebi Rusların gönüllü birliğe, beraber olmaya geçmişten bugüne meyilli olmalarıdır (Göka ve Yılmaz, 1998, 115). Avrasyacılık düşüncesi Rus halkını etnik kimliklere ayrıştırmadan bir arada toplamış, Ruslara toplumcu bir milli kimlik sağlamıştır. Aynı zamanda bir imparatorluk geçmişi olan Rus halkı için Rusya özel ve önder bir ülkedir. Avrasyacılık Rus milli kimliğini oluştururken Rusya’nın yönünü Asya’ya dönerek tekrar süper güç olmasını sağlamıştır. Çünkü süper güç olmak Rus olmanın bir parçasıdır. Avrasyacılık’ın Rusya’nın bu “özel ülke” olma olgusunu desteklemesinden ötürü, üçüncü yol olan bu akım (Göka ve Yılmaz, 1998, 53), Rus mili kimliğini bir Avrasyalılık üst kimliği  (Akgül, 2009, 23) olarak şekillendirmiştir.

  1. Rus Siyasetinde Avrasyacılık Akımı: Erken Dönem Batılı Dış Politikadan Putin Dönemi Avrasyacı Dış Politikaya

Anthony D. Smith Milli Kimlik kitabında milleti şu şekilde tanımlar: “Millet, tarihi bir toprağı/ülkeyi, ortak mitleri ve tarihi belleği, kitleyi bir kamu kültürünü, ortak bir ekonomiyi, ortak yasal hak ve görevleri paylaşan bir insan topluluğudur” (Smith, 1994, 75). Bu tanımın perspektifinden baktığımızda, Rusya Federasyonu içerisinde yaşayan halk ortak bir Rus tarihine,  imparatorluk geçmişine ve Rus diline sahiptir. Bu yüzden bu devlette yaşayan Rus halkı bir Rus milletiydi ve etnik ayrılıkların değil, üst kimlik olarak ele alınabilecek bir milli kimliğin olması gerekmekteydi. Bu milli kimlik aynı zamanda iç ve dış politikanın da mihenk taşını oluşturacaktır. Esasında milliyetçilik üzerine kurulu olan bu Avrasyacılık (Kaya, 2010, 63) hem iç politikada hem de dış politikada etkilerini göstermiştir.

3.1. Rusya’nın İç Siyasetinde Avrasyacılık

İç politika bağlamında Avrasyacılık’a bakmadan önce milliyetçilik konusunda bir hususun belirtilmesi gerekmektedir. Milliyetçilik, özellikle kriz zamanlarında, ulusu bir arada tutan bir olgudur. Ancak çok etnikli, çok uluslu devletlerde bu durum bir “üst kimlik” milliyetçiliği üzerinden sağlanmaktadır. Bu açıdan bakıldığında Avrasyacılık Rusya Federasyonu’ndaki halkı bir arada tutma konusunda etkili olmuştur. Sovyetler Birliği’nin yıkılışıyla bunalıma giren Rusya için içteki hedef imparatorluk ve süper güç geçmişinin zihinlerde canlı tutulmasını sağlamak ve bu şekilde Rusya’nın gelişmesin ve ilerlemesine zemin hazırlamak olmuştur. Aynı zamanda bir “Batı karşıtlığı” olarak ele alabileceğimiz Avrasyacılık, Rusya’da Batı’nın bireyselciliğinin aksine  “toplumsal bir kimlik ve bilinç” oluşturmaktadır. Bunu Avrasyacılık ile hep birlikte Rusya’yı daha ileriye taşımak olarak ele almak mümkündür.

3.2. Rus Dış Politikasında Avrasyacılık

Dış politikaya baktığımızda belirtmek gerekir ki, bir ülkenin dış politikasının belirlenmesinde o ülkenin ekonomisi, coğrafyası, geçmişi ve en önemlisi ulusal güvenlik ve çıkarları etkili rol oynamaktadır. Bu bağlamda Avrasyacılık dış politika bağlamında ele alınırken Montesquieu’nun coğrafya – iklim tipolojisinden yararlanmak önem arz etmektedir. Ülkelerin iklim şartları ve coğrafyaları o ülkenin siyasetini ve halkının kimliğini, fıtratını etkilemektedir. Bu bağlamda Rusya’nın coğrafyasına baktığımız zaman her tarafı açık ve hükmedilmesi oldukça zor olan böylesi büyük bir alanın her an saldırıya uğraması çok muhtemeldir. Bu sebeple zorlu bir coğrafyaya sahip olan Ruslar, düşmanlarına karşı bir araya gelerek kendilerini korumalıdırlar. Aynı şekilde Avrasyacılık için önemli isimlerden biri olan Nikolay Trubetskoy’un Avrasya bölgesinin birbirinden bağımsız olamayacağı ve tüm ülkelerin dayanışmasını zorunlu kıldığı düşüncesi önem arz etmektedir (Akgül, 2009, 21). Tam da bu noktada Avrasyacılık dış politikada önemli bir araç olarak karşımıza çıkmaktadır.

Rus dış politikasında Avrasyacılık’ın etkilerini incelemeden önce erken dönem Rus dış politikasını anlamak Avrasyacılık’ın yükselişi hakkında ipuçları verecektir. Her ülkede olduğu gibi Rus dış politikası da dönemden döneme ve şartlara göre değişmektedir. Yeni kurulan Rusya Federasyonu teoride de olsa demokratik temellere dayanacağı için Batılı politikalara ihtiyaç duyulmuştur. Fakat bu demokratik temeller ve değerler esasında Rusya’nın fıtratına terstir. İlk olarak Boris Yeltsin dönemi ile bir Batılılaşma – modernleşme dönemine gidilmiştir. Rusya Federasyonu’nun erken dönem akımlarından biri olan Atlantikçiler, Batı’nın liberal pazar ekonomisini Rusya’ya getirmek istemişler (Göka ve Yılmaz, 1998, 44) bunun için de Batı’ya yakın olma ihtiyacı hissetmişlerdir. Öte yandan Yeltsin’in Batılı politikalar izlemesinin sebebi Rusya’nın Batı ile ilişkiler kurarak büyük güç olacağını düşünmesinden kaynaklanmaktadır (Kısacık, 2018, 115). Batılılaşma hareketleri ile siyasal ve ekonomik alanlarda gelişmelerin yaşanacağı ümit edilmiş ancak ümitlerin boşa çıkması halkı Batıcılıktan soğutmuştur (Taştan, 2012, 119-120). Ümitlerin giderek yok olduğu Rusya’da tarihin tekerrürü, Rus fıtratının Batı’nın kültürel ve siyasal değerlerini hazmedememesi ve Putin dönemine geldiğimizde Rusya’nın kendini coğrafyasında, yakın çevresinde bir “baba” olarak görmesi sebepleriyle dış politikada Batılılaşma fikri ve eylemlerinden uzaklaşılmıştır.

Rus dış politikasında imparatorluk geçmişi ve hâkimiyet büyük rol oynamaktadır. Bu imparatorluk geçmişi Rusya’yı kendisini her zaman büyük bir güç olarak görmeye zorlamış, bu sebeple bir türlü  “yenemediği” ve “bir parçası olmayı” başaramadığı Batı karşısında Batı karşıtı politikalar izlemeye yöneltmiştir. Hiçbir zaman tam anlamıyla Batı’nın bir parçası olamayan Rusya, iki dünya arasında üçüncü bir yol seçmek zorunda kalmış, böylece Avrasyacılık Rusya’nın erken dönemlerinde Batıcılığa karşı bir alternatif olarak ortaya çıkmıştır (Sergunin, 2016, 86). İlk olarak Yevgeni Primakov döneminde iç ve dış politikada etkili olmaya başlayan Avrasyacılık’ın yükselmesinde Andrey Kozırev’in aşırı Batıcı yönelimine duyulan rahatsızlık da etkili olmuştur  (Taştan, 2012, 120-122).

Erken dönemde Rusya’daki Batılılaşma politikalarının hem devlet hem de halk nezdinde olumsuz sonuçlar doğurması, Putin dönemine gelindiğinde Rusya’nın bölgesel sorunlarla karşı karşıya kalması ve NATO’nun genişlemesinden kaynaklanan korku Rusya’nın yüzünü Doğu’ya dönmesine sebep olmuştur. Batı’da aradığını bulamayan Rusya, Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla yakınındakileri de kaybetme ihtimali ile yüzleşmiş, bu da Rusya’nın yakın çevredeki pasifliğini ortaya çıkarmıştır (Akgül, 2009, 51). Rusya’nın gerek imparatorluk geçmişi gerek coğrafi konumu ve gücünü geri kazanmak istemesi onu dış politikada Avrasyacı yönelime itmiştir. Avrasyacılık dış politikada “Batı karşıtlığı” ve “Yakın Çevre” olarak iki temel amaç için kullanılmıştır. Özellikle NATO’nun genişlemesi, Çeçen Savaşı ve bölgesel diğer huzursuzluklar Rusya’nın yakın çevresi – eski Sovyet ulusları ile daha çok ilgilenmesine ve buralarda daha aktif politikalar izlemesine sebep olmuştur (Sergunin, 2016, 136). NATO’nun genişlemesiyle Batı – ABD karşıtı politikalar halihazırda yükselişe geçerken, yakın çevrenin sorunları da eklenince Rusya artık dış politikada Avrasyacı bir yol izlemek durumunda kalmıştır.

3.2.1. Yakın Çevre Bağlamında Rus Dış Politikasında Avrasyacılık

Avrasyacılık’a Yakın Çevre perspektifinden baktığımızda karşımıza önemli bir husus çıkmaktadır. Esasen Rusya’nın Yakın Çevre ile ilişkilerinin en temel sebebi Rusya’nın yakın çevresini en büyük tehdit ve “potansiyel düşman” olarak görmesidir. Çünkü Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından birlikteki uluslar birer birer bağımsızlığını ilan etmişlerdi ve bu bağımsızlık hareketleri bölgede huzursuzluklara ve karışıklıklara sebep olmaktaydı. Bu durum hâlihazırda ekonomik ve siyasi kriz içerisinde olan Rusya için hem ulusal hem de bölgesel güvenliği tehdit etmekteydi. Bu yüzden Rusya bir Avrasya ulus birlikteliği diyebileceğimiz coğrafi bir birlikteliği ön plana çıkararak Avrasya’da, yakın çevredeki eski Sovyet uluslarıyla askeri ve ekonomik iş birlikleri yaparak güvenliği sağlamayı, bölgede süper gücünü tekrar göstermeyi ve “düşmanları” kontrol altına almayı amaçlamıştır. Yakın Çevre politikası bağlamında bakarsak, Vladimir Putin Sovyetler Birliği’nin siyasi olarak bir daha kurulamayacağını biliyordu. Siyasi bütünleşmelerin imkânsız olduğu yerde ekonomik bütünleşmelerin hâkimiyeti göstermek için en etkili çözüm olduğunun farkında olan Putin bu sebeple yakın çevrede hem ekonomi hem de (kendi güvenliğini sağlamak için) güvenlik alanında iş birliklerine imza atmıştır. Tek Ekonomik Saha, Orta Asya İşbirliği Örgütü, Kolektif Güvenlik Anlaşması, Gümrük Birliği, Beyaz Rusya Milletler Topluluğu gibi örgütler Rus dış politikasında Avrasyacılık akımına örnek olurken aynı zamanda Rusya’nın Batı’ya ve Batılı örgütlere (özellikle NATO’ya) karşı izlediği politikaları da bu şekilde göstermektedir (Akgül, 2009, 78).

Bölgedeki potansiyel düşmanları kontrol altında tutabilmek için özellikle ekonomik alanda ortaklıklar yapan Rusya, Avrasyacı dış politika bağlamında enerji alanında da ortaklıklar gerçekleştirerek bu sayede jeopolitik ve ekonomiyi birleştirirken aynı zamanda bölgedeki diğer devletlerin kaynaklarından da yararlanmıştır. Asya-Pasifik ülkelerle olan enerji ilişkileri, Çin ile artan ilişkiler ve enerji koridorlarının oluşturulması (Akgül, 2009, 89) gibi pek çok örnek Avrasyacılık anlayışının Rus dış politikasındaki etkileri açıkça ortaya koymaktadır.

Yakın Çevre bağlamında Avrasyacılık ele alınırken hep Rusya’nın bölgeyi kontrol ederek coğrafyasındaki süper gücünü ve hâkimiyetini geri kazanmasını amaçladığından bahsedilmektedir.  Fakat farklı bir bakış açısı olarak, Rusya’nın bu bölgesel ortaklıkları Batı’nın – ABD’nin bu bölgeye yayılarak eski Sovyet ülkeleri ile ilişkiler kurmasını, tarihsel örnekler ışığında ekonomik yardımlar adına kendisine bağlamasını engelleme amaçlarıyla da gerçekleştirmiş olma ihtimali düşünülebilir. Bu her ne kadar yine Rusya’nın bölgede kendi gücünü ve hâkimiyetini kabul ettirme çabası olarak anlaşılsa da bu durum bir yandan da çalışmanın ileri bölümlerinde bahsedilecek olan Rusya’nın “mesihçi” rolünün Rus dış politikasına Avrasyacılık akımı aracılığıyla etkisini göstermektedir.

3.2.2. Batı Karşıtlığı Olarak Rus Dış Politikasında Avrasyacılık

Batı karşıtlığı olarak Avrasyacılık’ın dış politikadaki temelini yine imparatorluk ve süper güç geçmişi oluşturmuştur. Avrasyacılık düşüncesine göre Rusya coğrafyası gereği bir üstünlüğe sahiptir, çünkü Rusya Asya ve Avrupa arasında iki kıtada bulanan ve iki medeniyeti besleyen ve iki medeniyetten de beslenen bir ülkedir. Bu durum Rusya’ya coğrafi bir üstünlük ve benzersizlik sağlarken Rusya aynı zamanda bu üstünlüğünü coğrafyasında kullanarak bölgesine medeniyet getirmiş, imparatorluk döneminde olduğu gibi ulusları bir babagibi kendi çevresinde toplayıp korumuş, bölgesel tehditlere ve dışarıya karşı tıpkı içerideki gibi bir süper güçolmuştur. Fakat dünyanın düzenini tek kutuplu bir hale getiren, Rusya’nın bu üstünlüğünü ve tekrar süper güç olma tahayyülünü engelleyen Batı – ABD bir rakip, bir düşman olarak görülmüştür denebilir. Ancak bu durum tamamen bir Batı düşmanlığı ve Batı ile sıfır politika olarak algılanmamalıdır. Çünkü unutulmamalıdır ki Rusya Batı ile her ne kadar zıt olsa da çıkarlar, özellikle ekonomik çıkarlar söz konusu olduğunda Batı ile iyi ilişkiler kurmaktan kaçınmamaktadır.

Rusya’nın tarihi boyunca kendini Batı’nın bir parçası olarak kabul ettirememesi ve Batı’nın da gerçek anlamda Rusya’yı hiçbir zaman gerçek bir dost ve müttefik olarak görmemesi Rusya’nın Batı ile olan ilişkilerini olumsuz etkilemiştir. Rusya’nın Batı ile anlaşmazlıklara düştüğü, özellikle güç yarışlarına girip uluslararası alanda bu yarışlarda önde olamadığı dönemlerde Rusya yüzünü Doğu’ya dönerek Batı karşıtı, bölgesel, Avrasyacı politikalar izlemiş, bu sayede aynı zamanda Batı’nın – ABD’nin Avrasya bölgesine girerek etkisini bu bölgedeki uluslar, devletler üzerinde göstermesinin de önüne geçmeye çalışmıştır. Ancak bu durumun ne kadar başarılı ya da ne kadar başarısız olduğu, izlenen politikaların ne kadar Avrasyacı ne kadar Avrasya ulus birlikteliğine yönelik fayda sağladığıyla doğru orantılı olmuştur.

Avrasyacılık anlayışını Batı karşıtlığı olarak ele alırken Rusya’nın mesihçirolünü de göz ardı etmemek gerekmektedir. Rusya Avrasya’ya hâkim olmak isterken bunu yalnızca kendi süper gücünü yeniden elde etmek ve bölgeyi kontrol altında tutarak kendi ulusal güvenliğini korumak amacıyla yapmamıştır. Rusya’ya süper güç sıfatını geri vermesi ümit edilen Avrasyacılık, Asya ve Avrupa’yı Batı’dan kurtarmayı da kendine görev edinmiştir (Göka ve Yılmaz, 1998, 31). Bu yüzden Avrasyacılık sadece bir Rus dış politika aracı değil, aynı zamanda bölgesel bir kimlik ve politika, bir korumacılıktır.

Avrasyacılık diğer tüm ideolojiler, düşünceler ve akımlar gibi kendi içerisinde farklı kategorilere bölünmesi sebebiyle (Klasik Avrasyacılık, Neo-Avrasyacılık, Aşırılıkçı Avrasyacılık…) farklı politikalara ve anlayışlara sebep olmaktadır. Fakat tüm bu incelemelerden hareketle genel olarak baktığımızda Avrasyacılık bağlamında Rusya’nın yakın çevresinde imparatorluk geçmişini kullanarak “bölgesel bir Avrasya ulusu” oluşturduğu ve buna bağlı olarak da Avrasya ulus milliyetçiliği olarak ele alabileceğimiz bir dış politika izlediğini söyleyebiliriz. Kısaca Avrasyacılık yakın çevrede bölgesel – coğrafi bir milliyetçilik ve uluslaşma amacıyla dış politikada kullanılmıştır.

Batı karşıtlığı olarak baktığımızda ise yine bir bölgesel milliyetçilikten bahsederken aynı zamanda  “ortak düşmana karşı” bölgesel iş birlikleri karşımıza çıkmaktadır. Bu da Avrasya ulusunun  “baba” Rusya tarafından Batı’ya karşı nasıl korunduğunu göstermektedir.

Sonuç

Rusya tarihinin ona uygun gördüğü bir biçimde hiçbir zaman gerçek anlamda bir ulus devlet olamamıştır. İmparatorluk dönemi ve sonrasında Sovyetler Birliği’ne bakıldığında Rusya’nın daima etnik bir milliyetçilikten ziyade ülke sınırları içerisinde yaşayan herkesi kapsayacak bir kimlik milliyetçiliğine sahip olduğu görülmektedir. Bunun nedenlerinden biri, Rusya’nın coğrafi olarak birlikteliğe muhtaç olmasıdır ki Rus halkının fıtratı da buna göre şekillenmiştir ve gönüllü birliğe daima önem vermişlerdir. Rusya gerek tarihten gelen tecrübeler gerekse de coğrafyasının zorunlu kıldığı sebepler dolayısıyla imparatorluk geleneğini sürdürmek zorunda, çevresindeki ulusları bir arada tutmak zorunda kalmıştır. Ancak dünyada yaşanan gelişmeler ve insanların içlerine işleyen milliyetçi duygular zamanla birlik içinde yaşayan ulusların ayrılmasına sebep olmuştur. Bunun sonucunda da birlikten ayrılıp, kendi öz varlığıyla bir devlet olma girişiminde bulunan devletler çoğu zaman bir kimlik bunalımı, bir kimliksel boşluğa düşme hissi yaşamışlardır. Bunlardan biri olan Rusya Federasyonu, 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla kimliksel bir boşluğa düşmüş, Büyük Petro’dan itibaren Rus tarihinde önemli bir yer edinen Batıcılık ve ona karşı kendini daha da geliştiren Slav milliyetçiliği arasında bir seçim yaparak Rusya’ya milli bir kimlik oluşturmaya çalışmıştır. Batıcı kimlik ve politika denemelerinin başarısızlığa uğraması ve zaten hâlihazırda bölgesel karışıklıklara sahip olan Rusya’da bir de etnik milliyetçilik üzerinden sorunların yaşanmaması için daha baştan reddedilen Slav milliyetçiliği, bu iki akım arasında üçüncü bir yol olan Avrasyacılık düşüncesini yeniden canlandırmıştır. Temelinde milliyetçiliği barındıran ancak bu milliyetçiliği etnisite üzerinden değil de bölgesellik – coğrafya üzerinden geliştiren Avrasyacılık, Putin dönemiyle birlikte milli kimliğin yanında iç ve dış politikada da etkili olarak kullanılmaya başlanmıştır. İlk olarak bölgede bağımsızlığını yeni ilan etmiş ve potansiyel düşman olan devletleri kontrol altında tutmak için ekonomik ve askeri iş birlikleri yapılmış olmakla beraber, zamanla Avrasyacılık dış politikada Batı karşıtlığı olarak da kullanılmıştır. Dönemden döneme yükselmeler ve alçalmalar yaşayan Avrasyacılık bir şekilde varlığını daima korumayı başarmıştır.

Özetle Rus milli kimliğinde Avrasyacılık’a bakıldığında Batı’ya karşı yenilgilere rağmen köklü geçmişin izlerinin zihinlerden silinememesi ve siyasi kültürün de etkisiyle Ruslar Asyalı kalma düşüncesine daha sıcak bakmışlardır. Ancak bu Asyalı kalma düşüncesi Slav milliyetçiliği olarak değil, Avrasya kıtasında Rusya’nın öncülüğünü sürdürecek şekilde bir coğrafya milliyetçiliği olarak gerçekleşmiştir. Rus devlet politikaları da bu milli kimlik çerçevesinde şekillendirilmeye çalışılmış, özellikle yakın çevre ile ittifaklar kapsamında Avrasyalı kimlik dış politikada kendini göstermiştir.

 

Sümeyya Hilal ALTUN

Milliyetçilik Staj Programı

Kaynakça

Akgül, F. (2009). Türkiye ve Rusya’da Avrasyacılık. IQ Kültür Sanat Yayıncılık, 1-239.

Göka, E. ve Yılmaz, M. (1998). Uygarlığın Yeni Yolu Avrasya. Kızılelma Yayıncılık, s, 1-214.

Kaya, S. (2010). Rus Dış Politikasında Batı Karşıtlığının Düşünsel ve Tarihsel Gelişimi. Gazi  Akademik Bakış, 4 (7), 41-77.

Örmeci, O. ve Kısacık, S. (2018). Rusya Siyaseti ve Rus Dış Politikası. Seçkin Yayıncılık, 1-480.

Sergunin, A. (2016). Explaining Russian Foreign Policy Behavior: Theory and Practice. Ibidem  Press, 1-249.

Smith, A. D. (1994). Milli Kimlik. (B. S. Şener, Çev.). İletişim Yayınları.

Taştan, Y. K. (2012). Ulusal Ülküden Emperyal Vizyona: Rusya’da Kimlik Arayışları. Türk  Dünyası İncelemeleri Dergisi, 12/1, 69-134

Diplomatie (Diplomasi)

Berlin Film Festivali’nde prömiyerini yapan Fransız-Alman ortak yapımı olan film, 2. Dünya Savaşı sırasında (1944) Nazi işgali altındaki Paris’in ve Paris halkının yerle bir olmakla karşı karşıya kalışını konu almaktadır. Volker Schlöndorff tarafından yönetilen bu tarihi drama, Cyril Gély’nin aynı isimli tiyatro oyunundan uyarlanmıştır ve gerçek bir hikâyeye dayanmaktadır. Filmin büyük bir kısmının Nazi komutanı Dietrich von Choltitz’in odasında geçiyor olması da filmin bir tiyatro oyunundan uyarlandığının belgesi niteliğindedir. Film, Fransa’nın Oscar’ı olarak adlandırılan César Ödülleri’nde en iyi uyarlama senaryo ödülünü kazanmıştır.

Diplomasi en genel anlamıyla uluslararası birimler arasındaki ilişkileri yürütme ve yönetme sanatıdır. Ancak diplomasiyi açıklarken sanatın yanında bilime de dikkat çeken bakış açısı bana göre en doğru yaklaşımı sergilemektedir – ki bunu filmde de gözlemleyebiliyoruz-. Bu bakış açısına göre, “Diplomasi, fonksiyonu itibarıyla ilk önce bir sanat halinde belirmiş olsa dahi, onun ilim ile olan münasebetini inkâr etmek olası değildir. Muhtelif devletlerin hukuki, siyasi ve iktisadi vaziyetlerini, menfaatlerini, tarihlerini, istikbale ait düşüncelerini etrafıyla bilmek bir diplomat için zaruridir. Bunları öğrenip bilmek manasında, diplomasi bir ilimdir. Sonra bu bilgilere dayanarak milletlerarası işleri görmek ve yürütmek manasında diplomasi, bir sanattır.” Büyükelçi Raoul Nordling de savaşta alınacak aksiyonlar ve vaziyetin gideceği yer hakkındaki bilgisinin yardımıyla General Dietrich von Choltitz’i film boyunca ikna etmeye çalışmaktadır. Ona, bağlantıları sayesinde çeşitli imtiyazlar sunarak Nazilerin General Dietrich von Choltitz’in Paris’e atanmasından hemen önce aldıkları karardan ailesini ve kendisini kurtarma şansını vermektedir. Aynı zamanda onca masum insanın hayatı tehlike altında olduğundan, Paris’i Paris yapan yapıların her birinin enkaza gömüleceğinden bahsetmektedir.

Hitler, Berlin’in de Paris kadar güzel ve büyük olmasını istemiştir. Berlin bombalanıp harabeye dönünce, stratejik hiçbir önemi olmamasına rağmen, Paris’in de harabeye dönmesini istemektedir. Seine Nehri üzerindeki 13 köprünün, Opera binasının, Notre-Dame Katedrali’nin, Louvre Müzesi’nin, Concorde Meydanı’nın, Eyfel Kulesi’nin, Zafer Takı’nın ve tren istasyonlarının patlatılarak harabeye dönüşmesini ve böylece Parislilerin ve şehrin içinde barındırdığı güzelliklerin tarih sahnesinden silinmesini istemektedir.

 

Çift Taraflı Ayna

Büyükelçi Nordling, General Choltitz’in odasında olan biteni çift yönlü aynanın arkasından izlemekte, bilgi toplamaktadır. Film boyunca General’e, General’in alacağı aksiyonla, yok olacak bir tarihten, dünyanın en görkemli şehrinin enkaz altında kalmasından ve milyonlarca masum insanın hayatının sonlanmasından bahsetmekte ve bu kararı almamaya ikna etmeye

çalışmaktadır. General ise bir diğer yandan ailesinin durumunu düşünmektedir. Çünkü alınan karar gereği eğer bu aksiyonu almazsa ailesi idam edilecektir. Demokles’in kılıcı Choltitz için sallanmaktadır. General bugüne dek aldığı her emiri kusursuz şekilde uygulamıştır. Ancak General’in bu sefer çift taraflı aynanın öteki tarafından bakması gerekmektedir. Bu kısmı alegorik olarak kıymetli bulduğumu belirtmek isterim.

Film, Beethoven’in 7. senfonisi ile başlıyor, bu senfoninin doğasından olsa gerek, tüm o enkaz altındaki Avrupa sekansları yansıyor ekranlarımıza ve bizlere J’ai Deux Amours ile veda ediyor. Tarihi drama kategorisinde olan bu film IMDb’de 10 üzerinden 7.1 almıştır ve Rotten Tomatoes’da ise eleştirmenlerden 94% almıştır. Film gereksiz diyaloglara yer vererek biz izleyicileri boğmuyor. Ayrıca süre çok güzel kullanılmış. Diplomasi ve müzakere kavramlarının iç yüzünü oldukça güzel yansıtıyor. Filmin belirli bir yaş sınırlaması yok, savaş dönemi filmi olması şiddet içeren kanlı sahnelerin çok olduğu anlamına gelmiyor kesinlikle. Çünkü bu tarz sahneler çok sınırlı tutulmuş. Uluslararası İlişkiler, Siyaset Bilimi gibi sosyal bilim alanlarında eğitim materyali olarak kullanılabilir ve gerçek hadiselere dayanan bir hikâye olması münasebetiyle de bir kaynak niteliği taşımaktadır.

 

 

BURAK AKAY

Diplomasi Çalışmaları Staj Programı

Dr. Hayati Ünlü ile Hint Milliyetçiliği Üzerine Röportaj

Bu röportaj, Güney Asya Stratejik Araştırmalar Merkezi (GASAM) Uzmanı Dr. Hayati Ünlü ile Hint Milliyetçiliği üzerine yapılmıştır. 

1. Kendinizden ve yaptığınız çalışmalardan bahsedebilir misiniz?

Öncelikle teşekkür ediyorum. Kendimi ülke literatürüne Güney Asya siyasetini mümkün oldukça angaje etmeye çalışan genç bir akademisyen olarak görüyorum. Balkan göçmeni bir ailenin çocuğu olan Manisa/Soma’da doğmuş büyümüş biri olarak Güney Asya siyaseti çalışmak bizim lisans yıllarımıza karşılık gelen 2000’li yıllarda çok zordu. Genellikle “Ortadoğu kazanı kaynarken, bir başka bölge çalışmak olmaz” anlayışı hâkimdi. Bu açıdan lisans yıllarımızda Ankara’da eğitim görürken, dönemin üniversite hocaları tarafından çoğunlukla bu bölgeye yönlendirildik. Ama bizim dönemin en fazla zorluk çektiği konu dil bilme kapasitesindeki yetersizlikti. Tabi dil öğrenmek de şimdiye göre çok daha masraflı ve imkânsızdı. Benim her sene yaz döneminde Tahran’a gidip oranın TÖMER’i olan Dehoda kursunda Farsça öğrenmem hayatımı değiştirdi diyebilirim. Farklı bölgelere sadece İngilizce literatür üzerinden bakmanın ne kadar sorunlu olduğunu fark etmeme neden oldu.

Tabi 2000’li yılların Türkiye’deki sosyo-politik değişimin en hızlı hissedildiği yıllara karşılık gelmesi, bizi de fazlasıyla etkilemişti. Türkiye ilk defa dünya siyasetine bu kadar açılıyordu ve farklı bölgeleri çalışma ihtiyacı da bir o kadar artıyordu. Burada şuan Maarif Vakfı Başkanı olan Prof. Dr. Birol Akgün gibi hocaların genç akademisyen adaylarını değişen dünya siyasetinin yeni çalışma alanlarına yönlendirmesinin önemine vurgu yapmak önemli. Ben de özellikle Ankara’daki doktora yıllarımda İran siyasetine oldukça kafa yormuş biri olarak Güney Asya siyasetine doğru kanalize oldum. Tabi Ankara Üniversitesi’nde ideolojik açıdan yaşadığım sorunlardan dolayı, İstanbul Üniversitesi’ne geçiş yapmak zorunda kaldım. Ancak İstanbul’da benim için hem Hintçe hem de Urduca çalışmaları arttırabilmem için önem arz etti. GASAM ile tanışmam da İstanbul’daki tez yazma dönemime denk geldi.

GASAM, Türkiye ile Güney Asya ülkeleri arasındaki ilişkileri geliştirmeyi önceleyen çok önemli bir düşünce kuruluşu. GASAM’a emek verenler bu vizyonla ortaya kıymetli bir iş çıkarıyorlar. Çok şükür İstanbul Üniversitesi’nde doktoramızı tamamlayabildik ve bugün Hindistan siyasetini merkeze alan çalışmalarımıza devam ediyoruz. Hint-İran jeopolitiğine dair devlet-toplum ilişkileri, siyasal kurumlar, sosyal hareketler, milliyetçilik gibi karşılaştırmalı siyasetin önemli alanlarına dair çalışmalarımızı yürütmeye çalışıyoruz. Diğer yandan, Asya siyasetine yönelik kapasite arttırma çalışmalarımız da devam ediyor. Salgın süreci pratikte çalışmalarımıza belki darbe vurdu ve araziye inemiyoruz, ama teknoloji öğrenme kapasitesini arttırmak isteyenler için büyük imkânlar sunuyor. Biz de mesela Ankara Üniversitesi Rus Dili ve Edebiyatı bölümüne giriş yaparak literatüre daha zengin kaynaklardan yararlanabilmenin yollarını arıyoruz. Bundan sonra da Asya siyasetine yönelik özgün çalışmalar üretmek en önde gelen hedeflerimizi arasında yer alıyor.

2. Hindistan’ın siyasi ve etnik yapısından bahsedebilir misiniz?

Hindistan sosyolojisiyle başlayacak olursak, Hindistan etnik, dini ve dilsel çeşitlilik açısından dünyanın belki de bir numaralı ülkesi. Ülkede öyle bölgeler var ki, 3-4 km’de bir kullanılan dil değişebiliyor. Çok dilli bir yapı ve bu yapı Nehru dönemi kuruluş yıllarında siyasi yapıya da yansımış durumda. Bugünkü siyasi tartışmalarda dilsel milliyetçiliğe bol bol rastlayabilirsiniz. Özellikle de Hindu milliyetçilerinin Hintçe inşasına karşı, ülkenin güney bölgelerinde yerel diller bir karşı çıkış aracı olarak kullanılabiliyor.

Çağdaş Hindistan için kuruluştan bu yana inanç yönünden sahip olunan çeşitlilik de büyük önem arz etmiştir. Özellikle Hindular ve Müslümanlar arası yaşananlar belki de ülke sosyo-politik tarihinin yarısından fazlasını teşkil ediyor. Ama sadece bu iki grup yok tabi. Sihlerden Budistlere, Hıristiyanlardan Yahudilere birçok inanç ülkede varlığını sürdürebiliyor. Çoğunluğu Hindular teşkil etmişken; diğer inançlar hep azınlığı teşkil etmiştir. Hindular da kimi zaman Müslümanlarla kimi zaman Sihlerle kimi zaman da diğer gruplarla çekişmeci ilişkiler yaşabilmiştir. Modern ülke tarihi açısından ise en önemlisi Müslüman ve Sihlerle yaşanan çatışma süreçleri. Yakın dönem siyasi tarih için özellikle de 1970’lerden bu yana Müslümanlar, Hinduların en önde gelen ötekisi konumuna yükselmiş durumda. Bu durum hala da devam ediyor.

Farklı inanç ve diller etnik kimlik çerçevesinde ele alınabilse de, etnik kimlik açısından unutulmaması gereken bazı önemli noktalar bulunuyor. Bunların en önde geleni ülkeyi adeta ikiye bölen Aryan ve Dravidi ırklarıdır. Ülkenin kuzeyi çoğunlukla Aryan ırkından oluşmaktayken; gerçek Hindistanlılar olarak bilinen Dravidiler ülkenin güney bölgelerinde çoğunluğu oluşturuyor. Bugünlerde ülke siyasetinin merkezine oturmuş Hindu milliyetçiliği, Aryanizm’den büyük ilham alabilmişken; bu durum ülkenin güney bölgelerinde büyük tepkiyle karşılanıyor. Belki de bir gün ülkenin bu meseleden dolayı parçalanabilecek olması oldukça büyük bir tartışma konusudur. Ancak Kuzeydoğu Hindistan örneğinde olduğu gibi Bengal milliyetçiliği, hatta Nagalar örneğinde olduğu gibi kendi bağımsızlığını ilan etmiş gruplar bile tarihsel süreç içerisinde gözlemlenebilmiştir. Tabi burada Müslümanların, Avrupa’dakine benzer bir şekilde, özellikle de Babürlüler karşıtı bağlam içerisinde Afgan-Türkler olarak tanımlandığının altı çizilmelidir.

3. Hindistan’ın Güney Asya bölgesi için önemi nedir?

Hindistan tüm bu tartıştığımız sosyo-politik yapı bağlamında Hint Altkıta’nın merkezi konumunda. Afganistan’dan Pakistan’a, Bangladeş’ten Sri Lanka’ya hatta Maldivler’e kadar tüm ülkeler ayrı ayrı önem arz ediyor; ancak merkez yine de Hindistan. Bu durum hem kara jeopolitiği için hem de okyanus siyaseti için geçerli. Bunun en güzel ispatı da son yıllarda yükselen Çin’in küresel vizyonu kapsamında en kritik transit ekonomik koridoru Çin-Pakistan Ekonomik Koridoru iken; ABD’nin Çin’i dengeleyebilme siyasetinin merkezinde ise Hindistan’ın yer almış olmasıdır.

Diğer yandan Hindistan, Güney Asya’nın hatta Asya siyasetinin önemli meşru siyaset merkezi olarak görülebilmiştir. Bu sahip olduğu yoğun ve çeşitli nüfusa rağmen, dünyanın en büyük liberal demokrasisi olma iddiasıyla ilgilidir. Ülke dünyanın en büyük siyasal organizasyonlarına karşılık gelen Kongre Partisi ve Hindistan Halk Partisi (BJP) gibi siyasi partilerine sahipken; birkaç ay sürebilen devasa seçim süreçlerini de yaşayabilmektedir. Tabi bu demokratik niteliği, eskiden bu yana kast siyaseti nedeniyle, son yıllarda Hindu milliyetçilerinin anti-demokratik davranışları nedeniyle sorgulanmıştır. Ancak yine de Çin gibi aktörlerle karşılaştırıldığında, katılım gösterilebilecek platform sayısı da oldukça fazladır.

4. Çok etnikli yapıda olan Hindistan’ın etnik azınlık haklarının korumak adına uyguladığı politikalar var mıdır?

Hindistan, bağımsızlık sonrası dönemde uzun yıllar Kongre Partisi’nin hakim parti sistemi çerçevesinde tek partinin kontrolünde yönetilmiştir. Nehru liderliğindeki Kongre Partisi’nin uzun yıllar ülkeyi merkez-sol denebilecek bir gündemle kast ve sınıf siyaseti üzerinden yönettiğini söylemek çok yanlış olmayacaktır. Bu açıdan kimlik siyaseti daha az gündem olmuşken; devletin gündemini daha çok yüzde 70’inin tarım toplumunu oluşturduğu ülkede yoksullar ve kast siyaseti bağlamında alt kastlara yönelik çeşitli düzenlemelere gidilmiştir. Müslümanlar ve Sihler gibi azınlıklar için ise ülkenin bölünme süreci sonrasında daha seküler bir çerçeve takip edilmiş, kültürel ve siyasal hakları teslim edilmiştir.

Yükselen kimlik siyaseti ve bunun siyasal alandaki karşılığı olan Hindu milliyetçisi BJP’nin iktidarıyla birlikte ise oyunun kuralları adeta yeniden yazılmaya başlanmıştır. Zaten en büyük ötekisi Müslümanlar olan BJP, Hindu milliyetçisi bir gündemle kendi tabanını mobilize edebilmek adına sürekli dışlayıcı vaatlerde bulunmuştur. Keşmir’in statüsünün değiştirilmesinden, Babri Camisi’nin Davasına ve Yeni Medeni Yasa’dan Vatandaşlık Yasası Değişikliği’ne kadar tüm vaatler Hindu milliyetçisi gündemle ilgili gelişmiştir. Diğer yandan uzun süre bir üst kast partisi olarak da eleştirilen BJP’nin Kongre Partisi’nin aksine alt kastlardan ziyade, üst kastlara yönelik iyileştirici düzenlemelere gitmesi ise devletin kast siyasetinde de bir değişikliğe gitmesi sonucunu doğurmuştur. Netice itibariyle BJP’nin ülke siyasetindeki azınlık ve ezilen kesimlere yönelik açılımları, sadece yeni mağdurlar ortaya çıkarmamış, aynı zamanda ülkenin temel ruhu olan Hindistan fikrine de zarar verdiği savunulmuştur.

5. Kast sistemi nedir? Hint milliyetçiliği ile ilişkisi var mıdır?

Kast Sistemi, Hindistan sosyal düzenini şekillendiren ve dolayısıyla siyaseti belirleyici bir rol oynayan en önemli unsurlardan biri. Kabaca bilindiği üzere; meslekler üzerinden hiyerarşik olarak toplumu tabakalara ayıran ve ömür boyu devam eden bir statüye karşılık geliyor. Belli bir kast üyesi iseniz, bu evliliğinize, yaşantınıza, yemek yeme kültürünüze kadar hayatınızın bütün alanlarına kadar yansıyabiliyor. Kast siyasetini araştırmaya çalıştığım ilk dönemlerde beni duygusal olarak en fazla etkileyen deyişlerden biri “Bir Şudra’nın gölgesi bile, Brahman’ı kirletir” sözüydü. Düşünün, en alt kast mensubu bir kişinin gölgesi bile, üst kastlar için tahammül edilemiyor. Tabi bu durumda kast sisteminin dışında kalan, yani hiçbir kasta üye olmayan Dalitleri (Paryalar) siz tahayyül edin. Zaten kendilerini “Dokunulmazlar” denilen Dalitler, Hindistan toplumu ve siyasetinin daima en fazla tartışılan toplumsal sorunlarından birine karşılık gelmiştir. Dalitler üzerine uygulanan şiddet ise artık tamamen siyasal bir konu halini almış, ama yine de tüm vahametiyle devam etmektedir.

Kast siyasetinin özellikle Hindu milliyetçiliğiyle yakın ilişkili görülmesi, Hindu milliyetçisi partilerin kurucuları ve yöneticilerinin çoğunun üst kastlardan oluşması ve kast siyasetinin devamını desteklemeleri nedeniyledir. Öyle ki bırakın siyasal partileri, bugün Hindu milliyetçileri ailesinin lokomotif organizasyonu Ulusal Gönüllü Organizasyonu (RSS)’nin de kurucuları ve sonraki liderleri hep üst kastlardan gelmiştir.  Nitekim bugün de BJP iktidarı, her zaman alt kastlara yönelik uygulamaya konulan eğitim ve istihdam gibi konulardaki iyileştirmelere karşı yükselen üst kast ajistasyonları sonrası üst kastlara yönelik maddi yardımlardan eğitim ve istihdama yönelik ayrıcalıklara kadar birçok konuda üst kastları memnun eden uygulamalara imza atabilmiştir. Diğer yandan Hindu milliyetçiliği karşısında ezilen ister Ambedkar gibi Dalit ideologlar ister Periyar gibi Dravidi sosyal aktivistler fikirlerinin merkezine hep Brahmanik Düzen karşıtlığını koymuşlardır.

6. Hinduizm ve Hint milliyetçiliği arasındaki ilişki nedir?

Hinduizm ve Hindu milliyetçiliği arasındaki ilişki ezelden beri çok tartışmalıdır. Hindu milliyetçileri ikisinin aynı şey olduğunu iddia etseler de milliyetçilik karşıtı pek çok düşünür ikisinin birbirinden oldukça farklı şeyler olduğunu söylemektedir. Bu ikinci grup, Hinduizm ile Hindu milliyetçiliğinin özdeşleştirilmesine karşı çıkarak Hinduizm’in ırksal, etnik ve dini nefrete yol açarak yıkıcı milliyetçiliğe hizmet eden ideolojilerle birleştirilemeyeceğine inanmaktadır. Bu açıdan Hinduizm onlara göre, daha kapsayıcı bir inanç iken; Hindu milliyetçiliği bu inancın radikalleşmiş bir varyantına karşılık gelmektedir.

Ancak günümüz Hindistan siyasetinde bu makasın Hindu milliyetçileri lehine gittikçe kapandığı ifade edilebilir. Hindu milliyetçiliği ya da Hindutva ideolojisi, ülke siyasetinin merkezine yerleştikçe, Hindu milliyetçileri tüm politikalarını Hinduların tek temsilcileriymiş gibi tasarlamaktadırlar. Hindu seçmen tabanını konsolide etmeye yarayan bu strateji, oldukça dışlayıcı bir karaktere sahip olsa da seçimsel başarı açısından BJP ve ittifakı partilere büyük avantaj sağlamıştır. Bugün Hindu milliyetçileri, Hinduizme atıfla ülke tarihi, ulusal kimliği ve devleti yeniden inşa etme çabası içerisindeler. Dış politikada ise dış politik tahayyülü yine Hindu medeniyeti üzerinden tasarlamakta ve dünyadaki tüm Hinduları doğal vatandaşları olarak kabul etmektedir. Bu kısa ve orta vadede önemli bir avantaj iken; dış politikada başta Çin olmak üzere birçok aktöre soruna da yol açabiliyor.

7. Hindistan’ın milli kimliğinin oluşmasında önemli kişiler kimlerdir?

Şuan Hindu milliyetçilerinin en önemli gündemlerinden birisi şüphesiz ulusal kimliği yeniden inşa etmek. Bu açıdan Hindutva ideolojisine fikirleriyle anlam katan tarihsel figürleri her fırsatta kullanıyorlar. Bunların başında Hindutva kavramını literatüre ilk defa dahil eden Savarkar gelmektedir. Bir Hindu’nun kim olduğu düşüncesinden Hindu ulusu yaklaşımına kadar bugün modern anlamda Hindutva siyasetinin kullandığı en temel kavramların mimarı Savarkar’dır denilebilir. Savarkar’ın yanında Hindu milliyetçisi ailenin lokomotifi olan RSS’nin kurucusu Hedgewar ve halefi Golwalkar isimleri de büyük önem arz ediyor. Ama Hindu milliyetçilerinin bu konuda oldukça pragmatist olduğunu söylemek gerekiyor. Kendi siyasetlerini destekleyebilmek için her türlü tarihsel figürden yararlanmaya çalışıyorlar. Burada Hindu milliyetçiliği için önem arz eden Tilak, Shivaji gibi isimler sayılabilecekken; yıllarca Kongre Partisi’nin ikonu olan Serdar Patel gibi isimler de devşirilebiliyor.

Ancak diğer yandan ulusal kimlik tartışmalarıyla ilgili büyük bir ayrışmanın olduğu da ihmal edilmemelidir. Çünkü Kongre geleneği ya da daha geniş bir çerçevede seküler gelenek, kendi tarihsel seküler ikonlarını kaptırmak istemediği gibi, yeni bir ulusal kimlik çerçevesi oluşturulmasına da karşı çıkıyor. BJP iktidarı öncesi, Kongre iktidarlarında ulusal kimlik daha liberal milliyetçilik üzerinden seküler bir çerçevede tanımlanmıştı. Hindulardan Müslümanlara ve Sihlere kadar tüm kesimlerin bir arada yaşayabileceği bir Hindistan fikri üzerine bina edilmişti. Tabi bu inşa süreci Gandi ve Nehru gibi liderlerin karizması üzerine oturtulmuştur. Hindu milliyetçileri ise, Mahatma Gandi’yi sınırlı bir çerçevede eleştirse de Nehru ve İndira Gandi gibi Kongre liderlerine tamamen karşı bir söyle oluşturuyor. Bu açıdan, ülkede bir Hindistanlının kim olduğuna dair büyük bir tartışma devam etmekteyken; bu tartışma tarihsel ikon ve figürler üzerine de yoğunlaşıyor.

8. 1857 Hint Ayaklanmasının Hint milli kimliğinin oluşması açısından önemi nedir?

1857 Ayaklanması, ülke ulusal kimliğinin gelişimi için şüphesiz önem arz etti. Sonuçta ulusal kimlik inşasında seküler ve kültürel milliyetçiler arasında bir çekişme var. Ancak iki farklı milliyetçi gelenek içinde de anti-emperyalist bir damar olması sebebiyle 1857 Ayaklanması önemli bir bileşene karşılık geliyor. İki gelenek de reddetmiyor. Ama Hindu milliyetçileri için daha az önem arz ediyorken; seküler milliyetçi gelenek için daha fazla merkezde yer alıyor. Sonuçta ayaklanmada Hindistan’ın farklı kesimlerinden çok sayıda aktör yer almıştı. Hindu milliyetçileri ise Müslümanları dışarı atılması gereken bir iç tehdit olarak görüyor. Bu açıdan kendi söylemlerini çok fazla destekleyecek bir tarihsel olay değil. Hele hele Batı ile olan ilişkilerini daha fazla derinleştirmek isteyen Modi liderliğindeki BJP iktidarı için hiç rasyonel görünmeyebiliyor.

9. Hindistan’ın milli kimliğini oluşturmasındaki önemli tarihler nelerdir?

Kimliksel söylemin şekillenmesinde şüphesiz belli kırılma anları var. Bunlar kabaca sömürge öncesi dönem, sömürge dönem ve bağımsızlık sonrası dönem şeklinde ayrılabilir. Bağımsızlık sonrası modern dönem de Kongre dönemi ve BJP süreci şeklinde ayrılabilir. Şahsen bu bana daha uygun gibi görünüyor. Kongre Partisi, bağımsızlık sürecinin tüm başarı hikayelerini arkasına alarak hakim parti sistemi ile güçlü bir tarihsel bloğa karşılık geldi. Kongre Sistemi’nin çöküşü ve Hindu milliyetçisi hareketin yükselişi ise yeni bir tarihsel bloğun oluşumuna katkıda bulundu. Bu farklı elit grupları kendi ulusal kimlik yaklaşımlarını merkeze oturtmak istediler. Ancak burada kast dinamiğini unutmamak lazım. Hindistan’da nasıl bir ulusal kimlik anlayışı olursa olsun, kast siyaseti kaybetmiyor. Genelde üst kastların ideolojisi kazanıyor. Diğer yandan ulusal kimliğin gelişimini kapitalist gelişim süreci üzerinden okuyanlar da var. Burada da 1990’lı yıllar ekonomik liberalleşmenin kabulü ve küresel ekonomiye entegre olma siyasetine geçişle önemli bir kırılma anı olarak görülüyor. Bu değişim sürecini aslında başlatan Kongre Partisi’ydi, ancak Kongre geleneğinin bu değişim sürecini yönetememesi nedeniyle kendi sisteminin çöküşe geçtiğini düşünüyorum.

10. Son olarak, Surendranath Banerjea kimdir?

Banerjee, bağımsızlık hareketinin önemli figürlerinden biri. Her ne kadar ilerleyen süreçte Ulusal Kongre Hareketi’nden ayrılmış olsa da Kongre iktidarı birçok önemli kuruma onun adını vermeyi uygun görmüştür. Banerjee’nin en fazla tartışılan yanı, İngilizlerin sömürge yönetimi devam ederken, sunulan yumuşak geçişe sıcak bakanlardan biri olması. Onun bu duruşu, kimine göre Gandi gibi şiddetsiz bir geçiş sürecinin destekçisi olduğu şeklinden yorumlanmış iken; kimine göre de anti-milliyetçi karakteriyle ilgili olduğu iddia edilmiştir. Bu tartışma Hindistan’da çok eskiye dayanıyor. Sadece siyasal aktörler arasında değil, entelektüel tartışmalara da yansımış durumdadır. Örneğin, karşılaştırmalı siyasetin önemli isimlerinden Barrington Moore, Mahatma Gandi’yi burjuvazinin lehine davranmakla sermayenin adamı olduğunu ima etmiştir. Dolayısıyla Hindistan’ın tarihsel figürleri siyasetin gidişatına göre övülmeye ya da yerilmeye devam edecektir.

Feyza Nur DEMİREL

Milliyetçilik Çalışmaları Staj Programı

Kadının Siyasal Alana Katılımı: Pozitif Ayrımcılık ve Cinsiyet Kotası

Kadının Siyasal Alana Katılımında Pozitif Ayrımcılık ve Cinsiyet Kotası Etkisinin Türkiye’deki Siyasi Partiler Üzerinden Değerlendirilmesi

 

Özet

Toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin sıkça karşılaşıldığı kamusal alanlardan bir diğeri ise parlamentodur. Bu çalışmada da Türkiye’de kadınların siyasal alana katılımının incelenmesi ve eşitsizliğin azaltılması için gerçekleştirilen pozitif ayrımcılık açıklanmaktadır. Devamında cinsiyet kotasının ne olduğu ve nasıl uygulandığının aktarıldığı bu yazıda Türkiye’de yasa haline getirilmemiş cinsiyet kotasının Türk siyasi partilerinde nasıl yürütüldüğüne bakılmaktadır. 2000 yılı sonrası yerel seçimlerin değerlendirilmesi ile cinsiyet kotasını tüzüklerinde uygulayan ve uygulamayan siyasi partiler karşılaştırılmaktadır. Karşılaştırma sonucu cinsiyet kotasının partilerin kendi inisiyatiflerine bırakılması ile Türkiye’de çok etkili olmadığı düşüncesine varılmaktadır. Çünkü kadınların siyasal alana katılımına yönelik elde edilen sayısal veriler kadın katılımda artış olduğunu gösterse de bu oranın az olması kadın temsilinde yeterlilik sağlanamadığının ispatıdır. Bu sebeple de Türkiye’de cinsiyet kotasının yasalaşmaması durumunda bu alanda eşitliğe yaklaşılamayacağı düşünülmektedir.

Anahtar Kelimeler: Toplumsal Cinsiyet, Pozitif Ayrımcılık, Cinsiyet Kotası, Siyasal Alan,  Türk Siyasi Partileri

 

Abstract

Parliament is another public realm where gender inequality is frequently encountered. In this  study, positive discrimination, which is carried out to reduce inequality, and the examination  of women participation in the political area in Turkey will be explained. Followed by the  explanation of what the gender quota is and how it is implemented, how the gender quota,  which is not legitimatized in Turkey, is performed by the Turkish political parties will be  examined. By the evaluation of the local elections after 2000, the political parties, both the  ones applied the gender quota in their regulations and the ones do not, will be compared. In  the light of the comparison of the results, the conclusion will be arrived that releasing the  gender quota to the parties’ own initiative cannot be very effective in Turkey. Because,  although the data show that there is an upward trend in terms of women’s participation in political area, the low rate of this trend proves that there is no sufficiency in women’s  representation. It is therefore considered that being closer to equality in this area is a long  shot unless the gender quota becomes a law.

Keywords: Gender, Positive Discrimination, Gender Quota, Political Space, Turkish  Political Parties

 

Giriş

Geçmişten günümüze birçok alanda kadının yetersiz görüldüğü ve arka planlarda bırakıldığı açıkça görülmektedir. Böylesine büyük bir sorunun problem olarak gözükmemesi ve daha yeni yeni dile getirilmesi ne yazık ki çok geç kalınmış olmasının göstergeleridir. Böylelikle daha taze kabul edilen toplumsal cinsiyet kavramı oluşmuştur. Bu alanda başarılı ilerleyen bir örgütlenme gerçekleştiği söylenilebilmektedir. Fakat örgütlenme ve bilinçlenme ilerleyişini sürdürse de hala tatmin edici derecede büyük değildir. Kadın-erkek eşitsizliğine birçok alanda şahit olmakla beraber eşitsizliği ortadan kaldırmak için kadına yönelik yapılan bazı ayrımcılıkların da olduğu bilinmektedir. Toplumsal alanda kadın-erkek eşitsizliğini dengelemek için gerçekleştirilen bu ayrımcılıklara ise pozitif ayrımcılık denilmektedir. Bu ayrımcılığa sebep olan şeylerin mevcut siyasi ve ekonomik düzenin yapılanışının etkisi olduğu bilinmektedir (Öztürk, 2012).

Bu yazıda, 2000 yılı sonrası Türk siyaseti baz alınarak siyasi partiler arasında önemli tartışmalara konu olan kadınların siyasete katılımlarının artmasını sağlayacağı düşünülen cinsiyet kotasına ve partilerin kotaya olan yaklaşımları incelenecektir. Böylelikle yazının devamında kadınların siyasal alana katılımlarından, cinsiyet kotasının tanımına, ne türlerde uygulanabileceğine ve kadın örgütlenmelerinin cinsiyet kotasına yönelik yaklaşımlarına da değinilecektir. Bu konunun önem niteliği ise; Türkiye’de nüfusun %50’lik kısmını oluşturan kadınların 7 Haziran 2015 genel seçimlerine bakıldığında parlamentoda 98 kadın milletvekili ile temsil edilmesine dikkat çekildiğinde görülmektedir. Parlamentoda kadın temsilci oranı sadece %17,8’e oranına yükselebilmiştir (Ugan, 2017). Bu oran eskiye nazaran yüksek olsa da resme genel bakıldığında bu oranın kadın temsili açısından çok yetersiz olduğu söylenilebilmektedir. Bu sebeple bu yazıda kadın temsilci oranının artmasına yönelik çalışmalarda cinsiyet kotasının siyasi partilerde ne derecede uygulandığı ve uygulandığında da olumlu sonuçlar alınıp alınmadığı sorusuna yönelik çalışılacaktır. Ek olarak da tüzüklerinde cinsiyet kotasını bulunduran/bulundurmayan siyasi partilerin elde ettikleri verilerin karşılaştırılması yapılacaktır.

 

  1. Türkiye’de Kadınların Siyasal Alana Katılımı

Demokrasinin tam anlamıyla sağlanabilmesi için her bireyin özgürce siyasal alana katılımı ve eşit şartlar altında kendini özgürce ifade edebilmesi gerekmektedir. Demokrasinin getirileri ile kadın temsilcilerin de bu haklardan eşit yararlanmasını sağlarken; Türkiye’de sahaya baktığımızda kadın temsilcilerin erkek temsilcilere nazaran daha az olduklarını görebilmekteyiz. Ayrıca bahsedilen bu sahanın sadece parlamento ile sınırlandırılmadığı da bilinmektedir. ‘’Katılma eylemi; seçim kampanyalarında çalışma, mitingleri izleme, siyasal tartışmalarda yer alma, oy kullanma, bireysel ve örgütsel çıkar sağlamak, çıkarları korumak,  siyasal kararları etkilemek, bilgilenmek, siyasal bilginin geliştiğini kanıtlamak, yönetimde görev almak ve siyasal statüye kavuşmak gibi amaçlarla gerçekleştirilebilmektedir.’’ (Erzen,  2019, s. 22).

Literatürde demokrasinin işleyişindeki cinsiyet eşitliğinin desteklenmesi ve sağlanabilmesi için siyasal parti sisteminin yenilenmesi ve siyasal temsil ilkelerinin düzenlenmesi ile olabileceğine değinilmektedir. Bu durumun sağlanması için de pozitif ayrımcılığın yaratılmasında cinsiyet kotası en büyük örnek olarak gösterilebilmektedir. Fakat yine de önemli bir nokta olarak belirtilmesi gereken durum ise; kadınların aktif siyasete katılımlarını artıran faaliyetlerin gerçekleştirilmesinde sadece parlamentodaki kadın temsilci sayısı hedeflenmemektedir. Kadın temsilciler, oranın tamamlanması için birer sayı olarak değil de her milletvekili gibi fikir beyan eden bireyler olarak görülmesi beklenilmektedir.

 

  1. Türkiye’de Kadınların Siyasal Alana Katılımını Arttırmaya Yönelik Pozitif Ayrımcılık

Kadınların siyasal alana katılımını arttırmak ve demokraside de eşitliğin sağlanmasına yönelik çalışmalar yapan birkaç sivil toplum kuruluş bulunmaktadır. Bunların en büyük örnekleri olarak KA.DER (Kadın Adayları Destekleme Derneği) ve KADEM (Kadın ve Demokrasi Derneği) gösterilebilmektedir. Yasaların kadınların demokratik haklarına ulaşmasında yeterli olmadığı düşünülmektedir. Kadınların çoğu alanlara aktif katılım sağlamasına yönelik engellerin yasalarla kaldırılması düşünüldüğünde bile toplumsal cinsiyete bağdaştırılmış roller sebebiyle eşitliğin tam anlamıyla sağlanamayacağı ifade edilmektedir (Deniz, 2007, s. 8).  ‘’KA.DER ’in 2011 Mart ayında “Siyasette Kadın Temsili Araştırması” sonuçlarına bakıldığında, kadınların siyasetteki düşük temsilini kadının geleneksel ailevi rollerinden ziyade, siyasi partiler tarafından kadınlara yeterli destek verilmemesine bağlamıştır.’’ (Ugan,  2017, s. 396). Bu sebeple de kadınların siyasal alana katılımında eksikliğin tek yönlü olmadığı kanısına varılmaktadır. İki farklı açıdan bakıldığında sivil toplum kuruluşlarının bulunmasındaki amaç; bu eşitliğin sağlanmasına yönelik her türlü eksikliklerin değerlendirilip çalışmalar yürütmek ve bu çalışmalara yönelik atılan adımları da desteklemektir. KA.DER ‘in yoğun çalışmalar sarf ettiği pozitif ayrımcılık üzerine hedefi, tüm siyasi partilerin kritik eşik  olarak adlandırılan %30’luk cinsiyet kotasını uygulamaları veya yasalaşmasını sağlayarak  bunun uygulanmasını zorunlu kılmaktır. Böylelikle kadınların mecliste daha etkili olacaklarına ve kadın sorunlarında parlamentonun daha verimli ve etkili kararlar alacağı düşünülmektedir.

 

  1. Cinsiyet Kotası

Dünya üzerinde siyasal alanda eksik temsil edilen cinsiyetin katılımı arttırmaya yönelik yapılan bu pozitif ayrımcılık için kota sınırına %30 oranında bir eşik belirlenmiştir. Temsil oranı yüksek cinsin %70 oranından fazlasına sahip olma durumunun engellenmesi düşünülmüştür (Sayın, 2007). Böylelikle en az temsil edilen cinsiyete %30’luk bir alan yaratılarak durumu iyileştirilmeye yönelik adımlar atılmıştır. Cinsiyet kotası dünyada iki türlü uygulanabilmektedir. İlk seçenek olarak; kota uygulamasını tüm siyasi partilerin tüzüklerinde yer almasını sağlamak için anayasada veya siyasi partiler ve seçim yasasında tanımlanması olarak belirtilmektedir (Sayın, 2007). Bu doğrultuda o ülkenin tüm siyasi partileri cinsiyet kotasını uygulama mecburiyetinde kalırlar. Diğer bir seçenek ise; kota uygulaması yasalar ile desteklenmemesi ve bu durumu siyasi partilerin inisiyatifine bırakılmasıdır. Siyasi partiler kota sınırını kendi tüzüklerinde kendileri belirlerler veya pozitif ayrımcılığa yanaşmayarak böyle bir uygulama girişiminde bulunmayabilir. Türkiye’ye bakıldığında da pratikte ikinci seçeneğin gerçekleştirildiği görülmektedir. Fakat Kota El Kitabında da belirtildiği üzere yasa ile desteklenmeyen cinsiyet kotasının siyasi partiler tarafından kendi tüzüklerinde belirlenerek pratikte uygulamaya sokulması ne yazık ki birçok kota uygulayan siyasi partilerde tam anlamıyla yeterli kadın katılımının arttırılacağı düşünülmemektedir (Sayın, 2007, s. 32). Bu doğrultuda inceleme yapıldığında ise kadının siyasal alana katılımının arttırılması için cinsiyet kotası dışında da ciddi sorunların çözüme ihtiyaç duyulduğu açıkça görülmektedir.

Cinsiyet kotası uygulaması etraflıca incelendiğinde kendi içerisinde kategorilere bölündüğü görülmektedir. Bunlar sırasıyla; sabit kota, oranlı kota ve boş koltuk kotası olarak ayrılmaktadır. Sabit Kota, yasal düzenlemelerle belirlenmiş ve tüm siyasi partiler için aynı olan ve siyasi partilerin kendi önceliklerine göre değiştiremedikleri bir orandır.  Uygulanabileceği alanlar sadece milletvekili aday listesinden oluşmamaktadır. Oranlı Kota da ise partinin ülke bazında sahip olduğu tüm üye kadın sayısını partinin genel kongresinde temsil edilecek sayı ile orantı olarak belirlenmesidir. Ancak bu kotanın hayata geçirilmesinde şeffaflığın son derece önemli olduğu belirtilmektedir. Son olarak Boş Koltuk Kotası ise partiler tarafından yeterli kadın aday çıkarılamadığında, genel anlamıyla kadınların bu alana katılımına teşvik verilmediğinde tedbir amaçlı olarak kullanıldığı görülmektedir. Amacı ise temsilinde eksik olan tarafın temsil oranının düşük gösterilmesini sağlamak, yani ilk iki uygulamaya destek amaçlı bir eylem olduğu ifade edilebilmektedir (Sayın, 2007, s. 34).

 

  1. Türkiye’de Siyasi Partilerin Cinsiyet Kotasına Yönelik Tutumları

Türkiye’de cinsiyet kotasının nasıl uygulandığı yukarıda ikinci seçenek olarak gerçekleştiği belirtilmişti. Yani Türk siyasi partileri tüzüklerinde kendi inisiyatiflerine göre cinsiyet kotasını şekillendirebilirler veya doğrudan uygulamayabilirler. Cinsiyet kotası için 2000 yılından itibaren günümüze kadar hala üzerine gerçekleşen tartışmaların olduğu söylenilebilmektedir. Türkiye temelinde iktidar partisi olarak AK Parti incelendiğinde 2003 senesinde uygulanan %20’lik merkez yönetim kurulu üyelerine yönelik bir kotanın belirlendiği görülmektedir. Ardından 2004 senesinde gerçekleşen yerel seçimlerde AK Parti  %30’luk bir cinsiyet kotası uygulama kararına vardığı bilinmektedir. Fakat bu kararın, parti yararlarını etkileyeceği düşünüldüğünden dolayı kısa bir süre sonra vazgeçildiği görülmektedir. Bu bilgilere ek olarak AK Parti, cinsiyet kotası uygulamasını sürdürmeye devam etmemesine neden olarak pozitif ayrımcılığın kadınlara yönelik yapılan haksızlık olduğunu göstererek belirtmektedir (Sitembölükbaşı, 2007). Ayrıca siyasetin yasalarla şekillenmeyeceğini ve bu tarz girişimler olmadan kadınların katılımını arttırmaya yönelik başarıya ulaşılması gerekliliğini savunmaktadır. Türk siyasi partilerin cinsiyet kotasına yönelik tutumları karşılaştırılmaya devam edildiğinde sağ kanat partilerden bir diğeri yani MHP incelenmektedir. Elde edilen sonuç ise partinin cinsiyet kotasına yönelik herhangi bir girişimde bulunmadığıdır (Ugan, 2017, s. 398).

2002-2007 dönemi Ak Parti ve CHP arasında partilerde karar verme mekanizmalarındaki kadın temsilci sayıları karşılaştırıldığında CHP’nin parti meclisinde ve ilçe yönetim kurullarında %25’lik cinsiyet kotası uyguladığı görülmektedir. Bu bilgiler doğrultusunda CHP’nin verilerine bakıldığında Parti Meclisinde 80 kişilik bir kadroda 20 kadın bulunduğu gözlemlenmektedir. Öte yandan cinsiyet kotasının uygulanmadığı CHP Merkez Yürütme Kurulunda ise 21 kişide sadece 2’si kadındır. İktidar partisinin pozitif ayrımcılığı desteklememesi ve cinsiyet kotasını yürütmemesine rağmen Ak Parti’nin 2002-2007 tarihleri arasında Merkez Karar ve Yönetme Kurulunda 51 kişiden 12’sinin kadın olduğu bilinmektedir. Ayrıca CHP’nin kota uygulamadığı Merkez Yürütme Kurulunda bulunan kadın temsilci ile Ak Parti’nin Merkez Yürütme Kurulunda bulunan kadın temsilci sayısı karşılaştırıldığında verilerin birbirine çok yakın olduğu gözlemlenmektedir. Çünkü Ak Parti Merkez Yürütme Kurulu’nda 20 kişilik kadroda sadece 3 kadın bulunmaktadır. CHP ve AKP için ifade edilen ‘’…kadın kotasına yaklaşımları söylemlerinde birbirlerinden farklı olsa bile,  uygulamada birbirine benzer nitelikte olduğu iddiasını doğrulamaktadır.’’ (Cansun, 2012, s.  80). Fakat bu iddianın kesinliğinin ispatlanabilmesi için farklı birçok etkenlerin de değerlendirilmesi gerekmektedir. Yukarıda yapılan karşılaştırmalara ek olarak MHP’nin de yine bu dönemdeki karar verme mekanizmalarındaki temsilci sayılarına bakılmaktadır. MHP Merkez Yürütme Kurulunda 70 kişide yalnızca 2’sinin kadın olmasının, kadın temsili bakımından oldukça eksik kaldığını ispatlar niteliktedir (Sayın, 2007, s. 10).

Sol kanat partilerinin yakın geçmişteki cinsiyet kotasına yönelik eylemleri incelendiğinde ise CHP’nin 2015 yerel seçimleri için tüzüğünde belirlediği %33’lük bir kota kararı bulunduğu gözlemlenmektedir. Uzun yıllar boyunca %25 cinsiyet kotası uygulayan CHP, 2012 senesinden sonra tüzüğünde değişiklik yaparak bu kotayı %33 oranına yükselttiği görülmektedir. (Cansun, 2012). Fakat CHP sırasıyla, 7 Haziran 2015 seçimlerinde %15,91 ve 1 Kasım 2015 seçimlerinde %15,67 ile elde ettiği oranlarla cinsiyet kotası bağlamında kritik eşiğe ulaşmada başarı gösterememiştir. Diğer yandan HDP’nin seçim bildirgesinde açıkladığı  %50’lik cinsiyet kotasının 2015 yerel seçimleri için incelendiğinde sırasıyla; 7 Haziran seçimlerinde %40 ve 1 Kasım seçimlerinde ise %38,98 oranlarla %30’luk kritik eşiği geçtiği gözlemlenmektedir. Kendi tüzüğünde ise belirlediği sınıra yaklaşması ile cinsiyet kotası kapsamında elde edilmiş bir başarı olarak nitelendirilebilmektedir (Ugan, 2017, s. 397).

 

Sonuç

2000’li yıllardan sonra meclisteki kadın temsil oranı artmaya başlamış ve 2015 yerel seçimlerinde de yaklaşık %18’lik bir oran ile karşılaşılarak bu zamana kadarki en yüksek sonuç elde edildiği gözlemlenmiştir. Fakat takibinden yapılan 1 Kasım seçimlerinde kadın temsilinin %14’lük orana düşmesi gerçeği de bu alandaki sorunların devam ettiğine yönelik bir işaret olarak ifade edilebilmektedir (Ugan, 2017). Genel itibariyle ortaya çıkan tabloya bakıldığında ve günümüze kadar kadın temsilinde elde edilen en yüksek oran değerlendirildiğinde bile kadın temsili açısından bu oranın çok az sayıda kadın temsilciye tekabül ettiği görülmektedir.

Dünyada ve ülkemizde tartışma konusu olabilen cinsiyet kotasının her açıdan değerlendirilmeye açık olduğu net olarak görülmektedir. Ak Parti’nin kadınlara sözsel olarak destek vermesi ve cinsiyet kotasını reddetmesi, CHP’nin ise tüm çabalara rağmen kritik eşiğe ulaşamaması gibi durumlarla karşı karşıya kalınmaktadır. Günümüz siyaseti değerlendirildiğinde kadınların halen siyasi alana kendilerini ait hissetmemeleri, ayrıca bu alana yönelik teşvikler görmemeleri zaten tartışılması gerekilen daha büyük sorunların olduğuna işaret etmektedir. Cinsiyet kotasının yine de kadınların siyasal alana katılımında önemli bir etki edeceği iddiaları şu cümle ile doğrulanabilmektedir. ‘’Dünyada ve ülkemizdeki deneyim gösteriyor ki, her bir cinsiyete en az belli oranda temsil hakkı tanınması zorunlu kılınmadıkça, yerel ve genel meclislerde ve siyasi parti yönetim kademelerinde mevcut yapı ve kültür, kadınlara etkili olacakları bir temsil hakkı tanımamaktadır.’’ (Sayın, 2007, s. 44). Cinsiyet kotası başlı başına yeterli sayılmasa da değişimin gerçekleşebilmesi nedeniyle cinsiyet kotası yasalaşmalı ve yasa ile siyasi partiler tüzüklerine cinsiyet kotasını eklemelidirler. Böylelikle zorunlu kılınan bu eylem doğrultusunda karar verme mekanizmalarındaki kadın sayıları arttırmalıdır. Bu doğrultuda da kadın kendini siyasi alana ait olabileceğini kabul edebilir ve alandaki yalnızlık algısı ortadan kalkabilir. Çünkü görülmektedir ki; Türkiye’deki siyasi partilerin destekledikleri ideolojilerle, cinsiyet kotasına yönelik tutumlarındaki benzerlik aşikar bir biçimde ortadadır. Ayrıca kadınların siyasal alana katılımının arttırılması için gerçekleştirilen faaliyetlerde, siyasi partilerden daha çok kadın sivil toplum örgütlerinin çalışmalar yürüttüğü ve destek verdikleri görülmektedir (Erzen,  2019). Bu nedenle de kadın sivil toplum kuruluşlarına verilen desteklerin arttırılması ve örgüt sayılarının çoğaltılması da yine kadınların siyasal alana katılımı konusunda bakış açılarının olumlu yönde değiştirilebileceği düşünülmektedir.

İleriki çalışmalarda ise, cinsiyet kotasının yasalaşması ihtimali sonucunda tüm siyasi partilerin kritik eşiği uygulanması doğrultusunda kadın temsilci oranlarının ne yönde istikrar gösterebileceği hesaplanabilir ve gözlemlenebilir. Kadının siyasal alana katılımının teorik olarak artmasına yönelik çalışmalar pratikte nasıl gerçekleşebilir ve kadınların niteliksel olarak katılımına yönelik etkilerin ne olabileceğine bakılabilir.

 

İlayda YAZICI[1]

Toplumsal Cinsiyet Çalışmaları Staj Programı           

 

[1] TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümü öğrencisi, O-STAJ Aralık 2020-Ocak 2021 dönemi Türkiye Uluslararası İlişkiler Çalışmaları (TUİÇ) Stajyeri, E-mail: [email protected]

 

Kaynakça

Cansun, Ş. (2012). Siyasette Cinsiyet Kotası: AKP ve CHP Örnekleri. İZÜ Sosyal Bilimler Dergisi, 78-96.

Caul, M. (1999). Women’s Representation in Parliament: The Role of Political Parties. Party Politics,  79-98.

Çağlar, N. (2011). Kadının Siyasal Yaşama Katılımı ve Kota Uygulamaları. Süleyman Demirel Üniversitesi Vizyoner Dergisi, 56-79.

Deniz, Ş. (2007). Kadın Parlamenterlerin Bakış Açısıyla Türkiye’de Kadınların Siyasal Hayattaki Temsili.  Yönetim ve Ekonomi Araştırmaları Dergisi, 2-16.

Erzen, M. Ü. (2019). Siyasette Cinsiyet Eşitsizliği. Asya Studies-Academic Social Studies, 21-32.

Esen, A. T., & Memişoğlu, O. (2007, Eylül 25). Araştırma ve Yayınlar: Siyasetin Cinsiyeti. TEPAV: https://www.tepav.org.tr/upload/files/1271250684r7712.Siyasetin_Cinsiyeti.pdf adresinden alındı

Marshall, G. A. (2010). Gender Quotas and the Press in Turkey: Public Debate in the Age of AKP Government. South European Society and Politics, 573-591.

Noon, M. (2010). The shackled runner: time to rethink positive discrimination? Work, Employment  and Society, 728-739.

Öztürk, Z. A. (2012). Uluslararası Siyasette ve Karar Alma Mekanizmalarında Kadın. Ege Stratejik Araştırmalar Dergisi, 1-33.

Sayın, A. (2007). Kota El Kitabı ”Geçici Özel Önlemler Politikası: Kota”. Ankara: Yalçın Matbaacılık.

Sitembölükbaşı, Ş. (2007). Kadınların Siyasal Hayata Etkin Katılımının Bir Aracı Olarak Seçimlerde Kota Uygulamaları. Süleyman Demirel Üniversitesi İİBF Dergisi, 13-36.

Sözcü Gazetesi. (2020, Haziran 28). Gündem: ”Kılıçdaroğlu: Ortak bir kadın sesi çıkarsa, bütün siyasi partiler yüzde 50 cinsiyet kotasını koyarlar”. Sözcü: https://www.sozcu.com.tr adresinden alındı

Ugan, A. A. (2017). Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde Kadınların Temsiliyet Oranı ve Siyasi Partilerdeki Yeri. Kesit Akedemi Dergisi, 389-404.

Yılmaz, S. A. (2015). Cinsiyet Eşitliği ve Adalet Perspektifinden Türkiye’de Kadının Siyasal Alana Katılımı. KADEM Kadın Araştırma Dergisi, 11-34.

Yüksel, M. (2018, Mart 08). Cinsiyet kotası uygulaması işe yarıyor mu? DW (Deutsche Welle):  https://www.dw.com/tr adresinden alındı

 

Minyatür ve Tezhip Sanatçısı “Mihaela Alpayer”

 

1- Mihaela Hanım bize kısaca kendinizden bahsedebilir misiniz?

Merhabalar ben Mihaela. 1971 yılında Romanya Ploieşti’ de doğdum. İlk, orta ve lise eğitimimi Ploieşti’de tamamladım. Kendimi bildim bileli hayallerimi süsleyen renklerle oynamayı seviyorum. Hayallerime; sadece paletimdeki boyalarla değil, okuduğum kitaplarda en özgür haliyle şekil veriyorum. Gerçek dünyayı da yüreği hayallerle dolu sanatseverlerin renklendireceğine inanıyorum. Tıpkı bir kar tanesi gibi; kurumuş̧, buz kesmiş̧ gönüllerde açan bir bahar mevsimidir sanat. Çünkü sanat var olduğu her yeri güzelleştiriyor. Tüm bu güzellikleri yaşamak ve ilham kaynağımı bulmak, çok da zor olmadı benim için. Tarihin ve coğrafyanın muhteşemliğini yaşayabileceğim bir memleket, İstanbul olmalıydı. Yeteneğimi keşfetmem ve sanatı gerçek anlamda öğrenmem için iyi bir eğitim almam gerekiyordu. 2002 yılında Kubbealtı Nakışhanesi’nde Gülnür Duran hocadan ilk tezhip derslerini almaya başladım. Sonraki yıllarda Mamure Öz ve Semih İrteş hocaların eğitim verdiği Topkapı Sarayı Türk Süsleme Sanatları kursunu bitirdim. Aynı hocalarımla İhtisas sınıfı ile eğitimime uzun yıllar devam ettim. Taner Alakuş Hoca ile 5 yıl süren Minyatür çalışmalarıma 2009 yılında başladım. Bu süreçte yarışmalar, sergiler ve birçok etkinlikte yer aldım. Türkiye’nin en iyi hocalarından aldığım eğitim hayatımı ödüllerle süsleyerek ilerlemeye devam ettim.

 

2- İlgilendiğiniz el sanatları arasında tezhip ve hat sanatlarının da mevcut olduğunu görmekteyiz. Bu üç geleneksel el sanatını birleştirmek zor oluyor mu? Örneğin tarihi işlerken genellikle üzerinde durduğunuz konular mevcut mu?

Tıpkı Tezhip gibi Minyatür sanatına da derin bir tutkuyla bağlıyım. Minyatür, başlı başına eşsiz bir sanattır. Her insanın iç̧ dünyasını dışa vururken, kendini ifade ettiği ve mutlu olduğu birçok sanat dalı vardır elbet. Bu mutluluk benim için geleneksel sanatlardan geçiyor. Tarih boyunca birçok sanatçı için ilham kaynağı İstanbul, başlı başına bir sanat eseri gibi. Adına şiirler yazılan, şarkılar söylenen İstanbul… Romen Kültürü ve sanatlarıyla yetişen bir sanatçı için İstanbul’un ayrı bir yeri vardır. İstanbul’u gezerken hemen her sokakta yaşayan bir tarih ve güzellikle karşılaştım. Bizans ve Osmanlı’dan kalan yüzlerce camii, saraylar, çeşmeler, su kemerleri, sarnıçlar, boğazın güzelliği ve bir martının kanat çırpışı bile sizi büyülüyor. Her tasarım öncesi heyecan sarıyor beni. Sanki tarihin koridorlarında dolaşıyorum. Bulduğum tüm güzellikleri bugüne getiriyorum. Mesela “Kapalı Çarşı’’ eserim. Çizmeye başlamadan önce hayalimde çarşıda dolaştım ve alışveriş yaptım. Böylece tasarıma başlamadan önce adeta yaşamış gibi oldum. Osmanlı sanatları arasında önemli bir yeri olan hat sanatını, minyatür sanatı ile  kullanmayı çok seviyorum. Türk Minyatür sanatında bunu ilk uygulayan sanatçılardan biriyim. Osmanlı bir Hat karalaması incelerken harflerin estetik güzelliği beni büyüledi. “Bu güzelliği minyatür sanatına dahil edemez miyim?”, diye düşündüm. Böylelikle ‘”İstanbul Beyoğlu’’ kişisel sergimin ana teması olan “İstanbul Görünümleri Bir ve İki’’ eserlerim ortaya çıktı. Bazı eserlerim de mimari öğelerle hat sanatını harmanlamaya çalıştım. Bazılarında ise kaybolmuş meslekler ve sokak satıcılarını da işledim.

 

3- Minyatürlerinizi oluştururken kullandığınız motiflerin zamanın ruhunu yansıtmasına dikkat ederek mi oluşturuyorsunuz?

Bugüne kadar minyatürlerimde hat ve tezhip sanatlarından da yararlanarak geçmişin büyüsünü ve yine bana göre İstanbul’un eşi bulunmaz coğrafi ve sosyal dokusunu tasvir etmeye ve yakalamaya çalıştım. Tezhiplerimde ise öncelikle tezhibin “Hüsnü Hattı’’ süsleme ana fonksiyonunu göz ardı etmeden ve ön planda olması gereken yazıyı ikinci plana itmeyen renk ve motif tasarımları kullandım.

 

4- Minyatür sanatı 8. Yüzyıl Uygurlar zamanından günümüze ulaşan 1300 senelik bir sanat dalı olarak karşımıza çıkıyor. Geleneksel Türk El Sanatlarının postmodern dönemde de yer aldığını görmekteyiz. Peki siz bu etkileri yapmış olduğunuz çalışmalarınıza yansıtıyor musunuz?

Minyatür İtalyanca kökenli bir kelime olup adını “Minia” denilen turuncu ve kırmızı renkten almıştır. Kırmızı renk bu boyayla yapılan eserlerde minyatür adını almıştır. Eskiden yalnızca bir kitap sanatı olan minyatür, günümüzde bir materyale uygulanabilen bir sanata dönüşmüştür. Minyatürün en büyük özelliği perspektifin ve gölge ışığının olmamasıdır. Boyut olmadığı gibi padişah gibi önemli kişilerin özelliğini vurgulamak için diğerlerinden büyük çizerler. Minyatürler geçmişin fotoğraflarıdır. ‘’İstanbul Güzellemesi’’ adlı eserimde “İkinci Yeni’’ akımının şairlerinden olan Edip Cansever’in İstanbul’u anlatan bir şiirini ağaç detayında hat sanatını kullanarak işledim. Elbette küçük de olsa yansıtıyorum.

 

 

5- Sizin açınızdan ifade ettiği anlam ve öneminin en farklı olan eseriniz hangisidir?

“Mimar Sinan ve Erguvan İmparatorluğu’’ eserlerim  gerek yapılış gerekse benim için taşıdıkları anlamlardan dolayı diğerlerinden oldukça farklıdır.

 

6- “Bu İstanbul şehri eşsiz değerdedir, paha biçilmez, bir taşına bütün bir Acem mülkü feda olsun,” kasidelerinin şairi olan Nedim İstanbul’a olan aşkını bu şekilde ifade etmiş. Siz İstanbul’u tüm tarihi ve doğallığı ile ifade ederken hangi motifleri kullanıyorsunuz?

İstanbul geçmişte de birçok sanatçıya ilham kaynağı olmuş büyüleyici bir kenttir. Hele benim gibi yurt dışında büyümüş bir yabancı iseniz doğal güzelliği ve tarihsel zenginliği ister istemez sanatçıyı cezbeder ve içine çeker. İstanbul’un içine girdikten sonra ise çıkamıyorsunuz ve her şeyi tasvir etmek istiyorsunuz. O dönemdeki satıcılar şimdi kaybolmuş meslekler, surlar Bizans’tan kalan eserler yüzlerce cami veya bir martının kanadı her şeyi ama her şeyi sarıp sarmalıyor. Tasarımlarımda Hat ve Minyatür sanatlarını bir arada uyguladıktan sonra bu ikiliye Tezhip sanatını da ekledim.

Örneğin “İstanbul Güzellemesi’’ adlı eserim… Üç güzel sanatın bir arada kullanıldığı ilk eserdir. İstanbul; güzellikleriyle süslenmiş̧ kocaman bir tarihi kitap olsa sanırım kapağını bu şekilde süslerdim. Siz nereden bakarsanız bakın, İstanbul en güzel haliyle görünür. Tezhip sanatıyla; sanki bir pencereden bakıyor gibi nakışla süsledim.  Erguvan ağacını Hat sanatıyla işledim. Minyatür tekniği ile tarihi yarımadaya Üsküdar’dan bakıyorum. Erguvan ağacı altında dinlenen iki kadın ve yaşayan bir güzellik. Yine ödül alan bir eserim. Hat sanatını ağaç̧ formunda kullandığım bir eser “Erguvan İmparatorluğu” “Sokak Bileyicisi” adlı eserimde de minyatür sanatını ebru sanatı ile birlikte kullandım.

 

7- Şu an yaşadığınız yer olan Bodrum, Kanuni’nin Rodos Seferi sırasında yaptırdığı birçok kümbet şeklindeki su kuyularına ev sahipliği yapıyor. Bu konular hakkında yeni projeler var mı?

Henüz kesinleştirmemek ile birlikte sanat bakış açımız ve yaklaşımımız aynı olan sanat danışmanım Nergis Orhon Soydaner ve Muhip Sueltürk ile İstanbul dışındaki bazı şehirlerin kültürel dokusunu yansıtacak bir proje hazırlığı içerisindeyiz. Umarım gerçekleşir. Bakış açınız güzel olduğu sürece sanatla iç içe bir yaşam sizi yeni bir keşif için hazırlar. İster kendi yeteneklerinizi keşfedin, isterse çevrenizdeki güzellikleri… Yeterli mi? Bulduğum bu güzellikleri sizlerle paylaşmak için yeni eserlerimle, yeniden keşfetmeye devam edeceğim.

 

 

 

SILA BAL

Siyasi Tarih Staj Programı

Göç Bağlamında Bir Sosyal Sorun Olarak Suriyeli Çocuk İşçiler: İzmir Örneği

ÖZET

Bu araştırma yazısı, Türkiye’deki Suriyeli göçmen çocukların iş gücü olarak ortaya çıkmasının nedenlerini anlamayı ve açıklamayı hedeflemektedir. Göçmen olmanın zorluğunun yanında erken yaşlarda çalışma gücü oluşturmaları hem aileler hem de ev sahibi ülkeler için ciddi problemler oluşturmaktadır. 13 Ocak 2021 verilerine göre şu anda Suriye’den gelen göçmenlerin 1 milyon 732 bin 44’ünü (%47,5) 0-18 yaş arası çocuklar oluşturmaktadır. İzmir ise yine son verilere göre Suriyeli göçmenlerin en yoğun olarak bulunduğu 8. il olarak görülmektedir. İlden ile göçmen çocuk iş gücünün nitelik ve niceliği farklılaşabildiği için bu araştırma yazısı İzmir ili baz alınarak yazılmıştır. Bahsedilen çocukların bazıları okula devam edebilirken bazıları ise okul ve çalışma hayatını beraber götürmektedir. Büyük bir çoğunluğu ise sadece çalışma hayatında varlık göstermektedir. Tam kayıt alınamadığı için okula gitmeyen çocukların yüzde kaç oranında iş gücüne katıldığı ise bilinememektedir. Bu çalışma ise literatürde yer alan daha önce İzmir’deki Suriyeli göçmen çocuk işçiler üzerine yapılmış çalışmalar üzerinden bir araştırmayı kapsamaktadır.

Anahtar Kelimeler: göçmen çocuk, çocuk işçi, sosyo-ekonomik etmenler, birleşmiş milletler çocuk hakları sözleşmesi

ABSTRACT

This research paper aims to comprehend and explain the emergence of the Syrian child refugees as the labor force in Turkey. In addition to the difficulty of being a migrant, creating the working power at an early age leads to serious problems for both migrant families and the host country. According to the data of January 13, 2021, currently, 1 million 732 thousand 44 (47.5%) of the immigrants from Syria are children between the ages of 0-18. Relying upon the same data, Izmir has the 8th most Syrian refugee population among the Turkish cities. Since The quality and quantity of the child refugee workforce can differ, this paper took the child refugee force in Izmir as the basis of the study. While some of the children from our research group are able to continue their education, some of them have to both study and work at the same time. The majority of the children in our research group are not able to continue their education and they can only be taking part in work life. Due to the lack of registration, we are not able to know the percentage of the children who do not attend school and have to work. This study, on the other hand, includes research on Syrian immigrant laborers in Izmir, which was previously in the literature.

Key Words: migrant child, child worker, socio-economic factors, united nations convention on the rights of the child

1. Giriş

Bu araştırma yazısı ile literatüre bağlı kalınarak son yıllarda iş gücüne katılmış olan Suriyeli göçmen çocukların görünmeyen emeği, çalışma durumları ve çalışma durumlarını etkileyen faktörler açıklanmak istenmektedir. Bu doğrultuda öncelikle sosyolojik olarak göç olgusuna baktığımızda bu olgunun sadece basit bir mekânsal yer değiştirmeyi ifade etmediğini görürüz. Göçün fiziksel ve sosyal çevre değişikliğini yansıtmasının yanı sıra aynı zamanda göçmenlerin ve yerli nüfusun karşılıklı olarak sosyal-kültürel ve ekonomik ilişkilerini dönüştüren, geliştiren ve onları yeni bir ilişkiler çemberine dahil eden bir süreci de anlatmaktadır (Aydemir & Şahin, 2018: 121). Bu yazıda ise bu süreç, özel olarak Suriye’den Türkiye’ye gerçekleşen zorunlu insan hareketliliğindeki göçmen çocuklar minvalinde ele alınmaktadır. Literatürden edinilen bilgiye göre bahsedilen çocuk işçilerin büyük bir çoğunluğunun küçük iş yerlerinde özellikle de hizmet sektöründe çalıştıkları ve işin niteliğinin de cinsiyetlere göre değiştiği gözlemlenmiştir. Önemli bir diğer nokta ise çocukların çalışma ve çalışmama durumlarının cinsiyete bağlı olarak değişim göstermemesidir. Suriyeli göçmen çocukların çalıştıkları iş alanları bölgeden bölgeye değişim göstermekle birlikte en yoğun çalışılan alanın tarımda mevsimlik geçici işlerde olduğu bilinmektedir. Kentlerde ise çok fazla sermaye gerektirmeyen bağımsız iş kollarında ve kalifiye emeğin aranmadığı alanlarda çalışmaktadırlar (Lordoğlu & Aslan, 2017: 715).

2. Literatür Taraması

Literatüre bakıldığında Suriyeli göçmen çocuk işçiler veya genel olarak göçmen çocuk işçiler üzerine yapılan çalışmaların 2016 ve sonrasında yoğunlaştığı gözlenmektedir. Öncelikle Türkiye’de çok sık gözlemlenen iç göç ve çocuk emeği üzerine Şen ve Kahraman’ın yaptıkları çalışma Türkiye’deki iç göç, yoksulluk ve istihdam ilişkisini saptamaya çalışmaları (Şen & Kahraman, 2012) bu araştırma yazısının arka planı için önemli bilgiler sağlamıştır. DİSK-AR’ın 4.sayısındaki Göç ve Sermaye İlişkisi ve Türkiye’de Göçmen Çocuk Emeği (Topçuoğlu, 2015) başlıklı yazı göçmenlerin neden göç ettikleri ve göçmen çocukların çalışmasına dair motivasyonları sermaye üzerinden belirtmesi bu çalışmanın düşün kısmı açısından önem arz etmektedir. Gül ve Nizam’ın araştırmaları ise spesifik olarak Şanlıurfa’daki Suriyeli göçmen çocukları konu edinmesi bakımından alana katkısı yine dikkat çekmektedir (Gül & Nizam, 2019).

Bu araştırma yazısının bel kemiğini oluşturan en önemli iki çalışmadan biri ise şüphesiz Lordoğlu ve Aslan’ın Urfa, Mardin ve İstanbul’u baz alarak yaptıkları göçmen çocukların görünmeyen emeği üzerine olan araştırmadır (Lordoğlu & Aslan, 2017). Bir diğeri ise bu yazının spesifik örneği olan İzmir ilindeki bir mahalleyi kapsayan, 6-17 yaş arasındaki Suriyeli çocukların çalışma durumları ve çalışma durumlarını etkileyen sosyo-demografik etmenler üzerine yapılan kesitsel tipteki araştırmadır. Böylelikle belli bir alanda yaşayan göçmen çocukların sayısal olarak yüzde kaçının çalıştığı, mezuniyet durumları, dil bilmeleri ya da bilmemelerinin çalışma durumlarına etkisi gibi faktörlerin bulunması mümkün olmuştur (Bahadır & Uçku, 2016). Yine sayısal vererek göçmen çocuk işçilerin farklı etmenler bağlamında çözümlenmesini yapan Bahadır ve Demiral’ın çalışması bu araştırma yazısı için de temel teşkil etmektedir (Bahadır & Demiral, 2019).

3. Suriye’den Türkiye’ye Zorunlu Kitlesel Hareketler

2010 yılında Kuzey Afrika’da ortaya çıkan ve daha sonraları Arap Baharı olarak ifade edilen süreç Türkiye’nin de içinde bulunduğu coğrafya başta olmak üzere pek çok coğrafyayı doğrudan veya dolaylı olarak etkilemiştir. Arap Baharı’nın Suriye ayağı diğer ülkelere nazaran farklı şekilde seyir izlemiş ve Suriye’de sınırları zorlayan bir şiddet sarmalının yaşanması ise milyonlarca insanın ülkesini terk etmek zorunda kalmasına neden olmuştur. Çok kısa bir zaman içinde milyonlarca insanın ülke dışına göç etmesi diğer komşu ülkeler yanında Türkiye’yi de oldukça etkilemiştir. Türkiye’ye artan göçün niceliği her gün değişirken etkisi de derinleşmiş, böylece niteliği de önem arz etmeye başlamıştır. 2011 yılında başlayan bu insan hareketliliği birçok yeni durumun ortaya çıkmasına neden olmuştur. Günümüzde de hala yoğun bir şekilde devam etmekte olan bu göç akışı, yeni durumların ortaya çıkışında rol oynamayı sürdürecek gibi görünmektedir (Ekici & Tuncel, 2015: 10).

3.1.Türkiye’deki Suriyeli Göçmenlerin Durumu

Göç İdaresi Genel Müdürlüğünün yayımladığı son verilere göre Türkiye’de 10 Şubat 2021 tarihi itibari ile 3 milyon 653 bin 619 kayıtlı Suriyeli göçmen bulunmaktadır (T.C. İçişleri Bakanlığı). Bu kayıtlı göçmenler geçici koruma statüsünde bulunmakla birlikte kayıtlı olmayan birçok göçmenin de bulunduğu göz ardı edilmemelidir. İstanbul, Gaziantep ve Hatay ise Suriyeli göçmenlerin en çok bulunduğu ilk 3 il olmaktadır. Araştırma yazısının ilgili olduğu grup olan 0-18 yaş arasındaki çocuklar ise bu sayının 1 milyon 731 bin 659’unu oluşturmaktadır. Nüfusu 80 milyonu aşan Türkiye halihazırda istihdam ve işsizlik sorunu yaşamaktadır. 3 buçuk milyonu aşan Suriyeli göçmenin açlık sınırının altında yaşaması ise göçün ekonomik problemlerle birlikte gelmesini gözler önüne sermektedir. Göçmenlerin en fazla yaşadığı il olan İstanbul’un ise neden birinci sırada olduğu anlaşılır olacaktır çünkü göçmenler yaptıkları işlerin karşılığını alamama ihtimaline rağmen yoğun işgücüne sahip olan İstanbul’u tercih etmektedirler.  Çalışma durumu konusunda hazırlanmış bir rapora göre ise, Suriyeli göçmenler “yaşadıkları sorunlarla başa çıkmak için dilencilik ya da çocukları sanayide ve tarım alanlarında çalıştırmayı tercih’’ etmektedirler (Soyalp, 2016; akt. Lordoğlu & Aslan, 2017: 720). Bir insanın en temel ihtiyaçları barınma ve yemektir. Türkiye’deki Suriyeli göçmenlerin durumuna baktığımızda ise bu kişilerin iş bulmalarının çok zor olduğu, bulsalar dahi düşük ücret ile çalıştıkları veya bazılarının kaçak çalıştıkları araştırmalarda sık sık gözlemlenmiştir. Ücreti zaten düşük olan bu kişilerin barınmaları da genellikle tek göz odada bir aileden fazla bireyin yaşamasını öncelemektedir. Durumları kötü olan Suriyeli göçmen ailelerin çocuklarının da çoğu zaman çalışmaktan başka çareleri olmamaktadır.

3.2. Göç Eden Ailelerin Sosyo-Kültürel ve Ekonomik Değişiminin Çocuk Yaşamına Etkisi

Küçük yaşlarında apar topar evlerinden, arkadaşlarından, okullarından ayrılmak zorunda kalan çocuklar da yaşananlardan en az aileleri kadar etkilenmektedirler. Yaşadıkları olumsuz etkiler ise yeni yaşam koşullarına uyumsuzluk, dışlanma, yetersiz hijyen ve beslenme, sağlık, psikoloji, bedensel ve zihinsel gelişim geriliği, korunma eksikliği, güvensiz ev ortamı, suç işleme, anti sosyal davranışlar, istismar, ihmal olarak sıralanabilir (Gözübüyük, vd., 2015; akt. Baş, vd. 2017).

Çocuklar göçü aileleriyle yaşayabildiği gibi tek başlarına da yaşayabilmektedirler. Göç eden grupların en büyük sorunları ise barınma, çalışma izni olmaksızın kaçak çalışma, çocukların okul kabulüne ilişkin yaşadığı sorunlardır (Ciğerci & Ulkan, 2008; akt. Baş, vd. 2017). Çocuk göçmenler için en temel sorun ise bu araştırma yazısının da odaklandığı gibi çocuk emeğinin sömürülmesidir. Çocuk emeğinin kullanıldığı en bariz alanlar tekstil sektörü, inşaat işçiliği, hizmet sektörü, mevsimlik tarım işçiliği ve çobanlıktır. Bunlara bağlı olarak ise özellikle kültürel uyumsuzluk ve eğitim hakkından yararlanamamadır. Cinsel taciz, dil problemleri, tıbbi yardım alamama gibi problemler ise yine çok sık gözlemlenen diğer problemlerdendir (IOM- Göçmen Çocuk Raporu, 2012; akt. Baş, vd. 2017). Daha çok günü çıkarmaya odaklanan göçmen ailesi, büyük çoğunlukla çocuklarının eğitimi ile ilgilenememektedir. Zaten ekonomik problemlerin baş gösterdiği ailede çocuk eğitimi ailenin ilgisizliği ile karşılaşmaktadır. Hem bu nedenlerle hem de ekonomik problemlerden dolayı çalışmak zorunda kalan çocukların da bulunması ile eğitim göçmen çocuklar için adeta gözden çıkarılabilir bir kavram olmuştur. Göçmen çocukların dil bilmemesi veya dil yetersizliği ise eğitim ve sosyal dışlanma açısından büyük bir sorun teşkil etmektedir. Bu doğrultuda denilebilir ki, göçmen çocukların bir günü oyun ve ders yerine çalışma veya dilenme ile geçmektedir. Bu da okuldan ve arkadaş çevresinden ayrılmak zorunda kalan çocukların psikolojik sorunlarla mücadele etmesine de neden olmaktadır.

4.Çocuk İşçiliği Kavramsallaştırması

Öncelikli olarak çalışan çocuk ve çocuk işçiliği kavramlarının arasındaki farka bakmak gereklidir. Literatüre bakıldığında özellikle Türkiye Barolar Birliğinin bu konuda oldukça fazla çalışması bulunduğu gözlemlenmiştir. Bu konu özellikle de çocuk istismarı ve sömürüsü ile de ilişkilendirilip birlikte anıldığından aralarındaki fark bu araştırma yazısı için önem arz etmektedir. Türkiye’nin de imzalamış bulunduğu Birleşmiş Milletlerin Çocuk Haklarına Dair Sözleşmesi’nin 1. Maddesi uyarınca, 18 yaşından küçük herkes “çocuk” olarak tanımlanmaktadır. Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) ise 15-24 yaş grubunu genç işçi kabul ederken 15 yaşın altında aile bütçesine katkıda bulunmak ya da yaşamını idare etmek amacıyla çalışanları “çocuk işçi” veya “çalışan çocuk” olarak adlandırmaktadır. Başka bir tanıma göre ise; sosyal ve ekonomik nedenlerle sanayi iş kolunda, tarım alanlarında, evde veya sokakta maddi kazanç elde etmek amacıyla 18 yaş altındaki çocuklar çalışan çocuk olarak adlandırılabilir (Özeren, 2004: 162). Fakat çocuk işçiler üzerine yoğun çalışmaları bulunan Alec Fyfe ise “çocuk işçiliği” ve “çocuk çalışması” nın birbirinden ayrılması gerektiğini savunmaktadır. Her ne kadar bu kavram günlük hayatta eş anlamlı olarak kullanılsa da gerçekte çocuk işçiliği, çocuk çalışmasının bir alt durumudur. Çocuğun eğitimini engellemeyen aynı zamanda çocuğu fiziksel, sosyal ve ahlaksal olarak gelişimini olumsuz etkilemeyen çalışma, çocuğun çalışması kavramı ile açıklanmaktadır. Çocuk çalışması, çocuğun sağlığı ve gelişimi için tehlikeli olduğu anda bu çocuk işçiliği kapsamına girmekte ve çocuk sömürüsü anlamına gelmektedir.

Bu doğrultuda görünen o ki aslında her devletin yasal mevzuatlarında çocukların korunmasına yönelik birçok yasa/kanun bulunmaktadır. Fakat bununla birlikte devletler, kendi ülke sınırları içerisinde barınan tüm çocuklara ‘’çocuğun yüksek faydası’’ ilkesine göre davranmakla yükümlüdür. Başka bir ülkeye aileleriyle ya da yalnız göç etmek zorunda kalan çocukların genel haklarından mahrum bir şekilde yaşadıkları çok sık gözlemlenmektedir (Yılmaz, 2018: 101). Özel olarak mülteci çocuklar olarak belirtilmesine ihtiyaç duyulmaksızın çocukları ilgilendiren tüm maddeler mülteci çocuklar için de normal şartlar altında kabul edilebilir olmalıdır. Bu bağlamda mülteci çocukların hakları da Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi gibi sözleşmeler ile korunmakta veya birçok kuruluş tarafından korunmaya çalışılmaktadır (Yılmaz, 2018: 102).

5. Dünyada ve Türkiye’de Çocuk İşçiliği

Koruncuk Vakfının 2019’da TÜİK’in Çocuk İşgücü Anketi ve Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO)’nün 2017 tahminlerine dayanarak hazırladığı “Dünya Çocuk İşçiliğiyle Mücadele Günü’nde Türkiye’de ve Dünyadaki Durum” grafiği birçok faktörü de içinde barındırması ile incelenmesi gereken bir grafik olarak karşımıza çıkmaktadır. Nitekim günümüzde küresel bir sorun olan çocuk işçiliğini önlemek amacıyla Birleşmiş Milletler tarafından 12 Haziran, Dünya Çocuk İşçiliği ile Mücadele Günü olarak ilan edilmiştir. Çocuk işçiliğinin başlıca sebepleri arasında ise yoksulluk ve işsizlik gelmektedir. Bu konular da nüfus, göç, eğitim düzeyi, ekonomik gelişim ve sosyal kalkınma kavramları ile doğrudan ilgilidir. Çocuk işçiliği sorununun temel sonuçlarından biri ise çocukların eğitim hakkından yararlanamamaları ya da yararlanmamalarıdır. Vakfın verdiği bilgilerden ilki dünyada her 10 çocuktan birinin işçi olduğuna dair olan bilgidir. Koruncuk Vakfının yararlandığı Uluslararası Çalışma Örgütü 2017 tahminlerine göre dünyada 5-17 yaş arasında olan 218 milyon çocuk, ekonomik bir faaliyette çalışmıştır. Bu sayının 152 milyonu çocuk gelişimine uygun olmayan işlerde çalışırken 73 milyonu ise tehlikeli işlerde yer almıştır. Fakat bu verilerin tahmin olduğu ve kayıt altına alınmayan durumların da olduğu unutulmamalıdır. Türkiye’deki duruma bakıldığında 2019 (4.çeyrek) sonuçlarına göre 5-17 yaş arasında 720 bin çocuk çalışmaktadır. Dikkate değer bir nokta ise çalışan çocukların %65,7’sinin eğitimine de devam ederken %34,4’ünün eğitime devam etmediği gözlemlenmiştir. Koruncuk Vakfının da ifade ettiği gibi Türkiye’nin 2017-2023 Eylem Planı’nda belirtildiği üzere, İş Kanunu kapsamında olan işyerlerinin denetiminin çocuk işçiliği özelinde yapılmaması, denetim yapan kurum ve kişilerin konuya duyarlılığı ile farkındalık düzeylerinin yeterli olmaması bu alanda çözüm bekleyen önemli sorunların başında gelmektedir (Koruncuk Vakfı).

6. Göç ve Çocuk İşçiliği İlişkisi ve Türkiye’deki Suriyeli Göçmen Çocuk İşçiler

Aslında bu bölüme kadar göç ve çocuk işçiliği ilişkisinden yer yer bahsedilmiştir. Biraz daha açmak ve toparlamak gerekirse göç olgusu; ailenin yetersiz ekonomik durumu, barınma problemleri, ebeveyn işsizliği gibi nedenler ile çocukların eğitime ulaşamamasının sonucu olarak başlı başına çocuk işçiliğini arttıran bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır (Bahadır & Demiral, 2019: 392). Türkiye’de yapılan araştırmalara göre ise göçmenlerin en yoğun bulunduğu illerde çocuk işçiliğinin de aynı oranda arttığı gözlemlenmiştir. Kayıt tutulamaması ve takibinin yapılamaması nedeniyle Türkiye’de çalışan Suriyeli çocuk sayısı ile ilgili herhangi bir kesin bilgi bulunmamakla birlikte il veya ilçe gibi mikro ölçekli araştırmalar ile tahminde bulunulabilmektedir. Bu nedenle bir sonraki bölümde İzmir özelinde yapılmış bir çalışma özetlenerek ardından Suriyeli çocuk işçilerin yaşam ve çalışma koşullarına dair bir çıkarım yapılacaktır.

7. İzmir İli Özelinde Suriyeli Çocuk İşçiler

Geçici koruma kapsamında Suriyelilerin kalabildiği geçici koruma merkezleri Göç İdaresi Genel Müdürlüğünce Adana, Hatay, Kahramanmaraş, Kilis ve Osmaniye olmak üzere beş ili kapsamaktadır. Bu noktada İzmir gibi barınma merkezlerinin olmadığı illere göç eden Suriyeliler genelde bu kentlerin sosyo-ekonomik düzeyi en düşük olan bölgelerine imkanları dahilince yerleşmekte ve hayatlarını idame ettirebilmek için de çalışma hayatına katılmaktadırlar. Suriyeli göçmenlerin çalışma izinleri ise 2016 yılının başında “Geçici Koruma Sağlanan Yabancıların Çalışma İzinlerine Dair Yönetmelik” ile düzenlenmiştir. Bu düzenleme ile Suriyeliler günümüzde Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde birçok iş kolunda yasal olarak çalışma hakkına sahip olmuşlardır. Fakat bu iş kollarında yasal olarak çalışabilmeleri için işçi işveren birlikteliğinin gerekliliği, işverenlerin kayıtsız ve düşük ücretlerle çalıştırma eğilimi gibi faktörler Suriyelilerin kayıt dışı, merdiven altı ve vasıfsız işlerde çalışmalarına neden olmaktadır (Bahadır & Uçku, 2016: 118). Daha önce belirtildiği gibi göç ve çalışma konusunda en hassas gruplardan biri çocuklardır. Uluslararası Çalışma Örgütüne (ILO) göre ise göç, çocuk işçiliğinin önemli nedenlerinden biri sayılmaktadır (Bahadır & Uçku, 2016: 118). Bahsi geçen çalışma İzmir ilinin Konak ilçesine bağlı bir mahallede yaşayan 6-17 yaş arası Suriyeli göçmen çocukların çalışma durumu ve çalışma durumunu etkileyen sosyo-demografik etmenlerin belirlenmesini amaçlamıştır. Çalışma incelendiğinde görülmektedir ki çalışmanın bağımsız değişkeni mevcut çalışma durumu seçilirken bağımsız değişkenleri ise çocukların yaşları, cinsiyetleri, eğitim durumları, Türkiye’de eğitime devam etme durumları, kayıt durumları, Türkçe konuşma durumları ve dil engeli varlığı olarak belirlenmiştir. Bu bağlamda çalışmanın örneklemi ise tüm evrene ulaşabilmek hedefi ile toplamda 98 haneden 6-17 yaş arasındaki 164 çocuk olarak seçilmiştir. Elde edilen verilere göre ortaya çıkan bulgulara bakıldığında çocukların sadece %11,0’ının Türkiye’de eğitimine devam ettiği tespit edilmiştir. Araştırmanın örneklemini oluşturan çocukların %25,6’sının çalışırken %9,8’inin ise iş aradığı gözlemlenmiştir. Aynı zamanda çalışma hayatına katılan çocukların hiçbirinin Türkiye’de eğitimine devam etmediği de saptanan bulgular arasındadır. Araştırmanın verdiği bilgilere göre ise Türkçe bilmeyen çocukların oranı %67,1 olarak belirlenmiştir. Analiz edilecek önemli bir diğer nokta ise çalışmayan ve iş aramayan çocukların oranının %64,6 olmasıdır. Cinsiyete bağlı olarak incelendiğinde ise elde edilen verilere göre çalışmayan kadınların oranı %86,5 iken erkeklerin oranı %46,7 olarak saptanmıştır (Bahadır & Uçku, 2016:119-120).

Bu veriler ışığında ve çalışmanın tamamı incelendiğinde; Türkiye’deki Suriyeliler bakımından yaşanan en önemli sorunlardan birinin çocukların eğitim hayatına devam etmemeleri durumudur. Daha önce belirtildiği gibi Türkiye’nin de taraf olduğu Çocuk Hakları Sözleşmesi’ne göre devletler “kendi yetkileri altında bulunan her çocuğa, hiçbir ayrım gözetmeksizin yazılı olan hakları tanır”. Bu doğrultuda Suriyeli çocuklar Türkiye vatandaşı olmasa dahi geçici koruma statüsünde olduklarından Türkiye’nin yetki alanındadırlar ve Türkiye’nin de sınırları içerisinde bulunan Suriyeli çocuklara eğitim verme sorumluluğu bulunmaktadır (Bahadır & Uçku, 2016: 121). Bu ise genel olarak Suriyelilerin ekonomik durumları ve statülerine bağlı olarak aldıkları ekonomik yardım ile oldukça ilişkilidir. Nitekim eğitim ile çocuk işçiliği arasında çift yönlü bir ilişki olduğu da araştırmada saptanmıştır. Bir başka etmen olan dil engeli varlığı ise analizler sonucu anlamlılığını yitirmiş ve çocukların dil engeli olsa da olmasa da çalışma hayatlarına katıldıkları gözlemlenmiştir. Elde edilen bulgular Türkiye’nin üçüncü büyük şehri olarak nitelendirilen yaşam kalitesi indeksinin diğer illere göre görece yüksek olduğu İzmir şehrinin Konak ilçesinin bir mahallesinde gerçekleştirilmesi, literatür incelemelerinde karşılaşılan diğer iller özelinde araştırmalara göre farklı sonuçlar elde edilmesinin de bir nedeni olarak karşımıza çıkmaktadır. Çalışma hayatına katılmada kızların oranının daha düşük olması ise aslında bunu doğrular niteliktedir. Nitekim Lordoğlu ve Aslan’ın İstanbul, Mardin ve Şanlıurfa illeri özelinde yaptıkları çalışmanın bulgularına göre toplamda görüşülen 165 çocuktan çalışan kızların oranı %29 olarak gözlemlenmiştir. Bu bağlamda çocukların çalışma hayatına katılma durumlarının ilden ile değişiklik gösterdiği de araştırmalarca doğrulanmış gibi gözükmektedir. Elbette ki sosyo-demografik ve sosyo-ekonomik etmenlerin çocukların çalışma hayatına katılımında ne derece etkisi olduğu da önem arz etmektedir. Bu nedenle bu araştırma yazısında eğitim ve dil engeli varlığı ön planda olarak incelenmiştir. Araştırmada çalışan en küçük çocuğun 9 yaşında olduğu grupta, çocukların %54,8’i bölgedeki terzilerde ütü yapmak, dikiş dikmek gibi işlerde çalışırken geriye kalanlar hurdacıda, inşaatlarda çalışmakta bir bölümü ise sigara satarak veya bulaşıkçılık yaparak hane gelirine katkıda bulunmaktadır (Bahadır & Uçku, 2016: 120). Bu verilere bakıldığında ise çalışan çocukların çoğunlukla vasıfsız veya tehlikeli işlerde çalıştıkları görülmüştür. Aynı zamanda da çocukların hane gelirine katkıda bulunmak için çalışmaları ise Suriyeli göçmen ailelerin ekonomik durumları hakkında bilgi vermekte ve sorunun çocukları etkileyebilecek kadar ciddi olduğunu da gözler önüne sermektedir.

8. Sonuç ve Tartışma

Bu araştırma yazısında göç olgusunun sosyal sorunlarından biri olarak özellikle Suriyeli göçmen çocuk işçilerin çalışma hayatına katılma durumları ve bu durumları etkileyen etmenler bağlamında Bahadır ve Uçku’nun İzmir ili özelinde yaptıkları çalışma ve literatürdeki diğer göçmen çocuk işçiler üzerine yapılan çalışmalar dahilinde anlatılmak istenmiştir. Bu noktada etmenlerde özel olarak eğitim durumları ön plana çıkarılmıştır. İzmir ilinin bir mahallesinde yapılan araştırmanın bulguları sayısal olarak verilerek çalışan ve çalışmayan çocukların durumları ve çalışmayı etkileyen faktörler genel olarak verilmeye çalışılmıştır. Tüm bu bilgiler ışığında ise göçün aslında çocuk işçiliğini tetiklediği ve sadece tek bir nedene bağlı olmadığı anlaşılmıştır. Mülteci çocukların haklarının, özellikle de eğitim haklarının, sınırları içerisinde bulunduğu ülkenin gözetmesi gerektiği de Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi’nde de belirtilmiştir. Bu bağlamda yapılması gerekenler bu araştırma yazısının konusu kapsamında olmadığından sadece çalışma hayatlarına katılma durumlarını göçün başlangıcından itibaren dünya ve Türkiye özelinde de ele alınmıştır. Konu açısından sosyolojik ve psikolojik olarak ayrı ayrı bakıldığında göçün çocuk işçiliğine etkisi uzun vadede farklı boyutlarıyla da ön plana çıkabilir. Bu noktada Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) çeşitli ülkeler ve çeşitli STK’lar ile çalışarak çocuk işçiliğinin önüne geçmeye çalışmaktadır. Sonuç olarak, çocuk işçiliği bir insan hakları sorunudur ve ekonomik eşitsizlikler, savaşlar, siyasi sebepler gibi sorunlar ile ortaya çıkan göçler, dünyayı etkilediği gibi Türkiye’yi de çocuk işçiliği konusunda etkilemiştir demek mümkündür.

Gülce Çanka

Göç Çalışmaları Staj Programı

KAYNAKÇA

Aydemir, S. ve Şahin, M.C. (2018), “Zorunlu-Kitlesel Göç Olgusuna Sosyolojik Bir Yaklaşım: Türkiye’deki Suriyeli Sığınmacılar Örneği”, Dini Araştırmalar Dergisi, 21(53). 121-148.

Bahadır, H. ve Demiral, Y. (2019), Suriye’den Türkiye’ye Zorunlu Göç Hareketi ve Çocuk İşçiliği, ESTÜDAM Halk Sağlığı Dergisi, 4(3). 389-97.

Bahadır, H. ve Uçku, R. (2016), “İzmir’in Bir Mahallesinde Yaşayan 6-17 Yaş Arasındaki Suriyeli Çocukların Çalışma Durumları ve Çalışma Durumlarını Etkileyen Etmenler”, DEÜ Tıp Fakültesi Dergisi, 30(3). 117-124.

Baş, M., Molu, B., Tuna, H.İ., ve Baş, İ. (2017), Göç Eden Ailelerin Sosyo-Kültürel ve Ekonomik Değişiminin Kadın ve Çocuk Yaşamına Etkisi, İnsan ve Toplum Bilimleri Araştırmaları Dergisi, 6(3). 1680-1693.

Ekici, S. ve Tuncel, G. (2015), Göç ve İnsan, Birey ve Toplum, 5(9). 9-22.

Lordoğlu, K. ve Aslan, M. (2017), Görünmeyen Göçmen Çocukların İşçiliği: Türkiye’deki Suriye’li Çocuklar, Çalışma ve Toplum.

Özeren, E. E. (2004), İş Hukukunda Çalışan Çocuk, Türkiye Barolar Birliği Dergisi, (52).

Sallan Gül, S., Türkmen, E. ve Kahya Nizam, Ö. (2019), Çalışma ve Toplum, (2).

Şen, B. ve Kahraman, F. (2012), Oyun Hakkının Uzağında Yaşamak: Türkiye’de İçgöç ve Çocuk Emeği, SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, (27). 167-189.

Atasü Topçuoğlu, R. (2015), Göç ve Sermaye İlişkisi Ve Türkiye’de Göçmen Çocuk Emeği, DİSK-AR,(4). 118-127.

Yılmaz, A. (2018), Yeni Güvenlik Ekosistemi ve Çok Taraflı Bedel, Tasam Yayınları.

Dünyada ve Türkiye’de Çocuk İşçiliği. (n.d.). Retrieved February, 2021, from https://koruncuk.org/post/dunyada-ve-turkiye-de-cocuk-isciligi_55

T.C. İçişleri Bakanlığı. (n.d.). Geçici koruma. Retrieved February, 2021, from https://www.goc.gov.tr/gecici-koruma5638

Haftalık Göç Bülteni / 11-22 Mart

0

 

İran Sınırında Donmuş Mültecilerin Cenazesi Var

Pek çok mültecinin yaşamı sınır bölgelerinde son buluyor. İran sınırında daha önce de mültecilerin donmuş cansız bedenleri bulunmuştu. Van’ın Çaldıran ilçesine bağlı bir mahallede, mülteci olduğu bilinen bir cansız beden donmuş halde bulundu. Mahalle sakinlerinin ihbarı üzerine olay yerine gelen askerler, mültecinin cenazesini otopsi için merkezdeki bir hastaneye sevk ettiler.

 

Kaynak: Yeni Yaşam Gazetesi

Tarih: 16.03.2021

 

 Türkiye ve AB Arasında İmzalanan Geri Kabul Anlaşması’nın 5. Yıldönümü

2016 yılında imzalanan Geri Kabul Anlaşması, adından sıkça ‘insan haklarına ihlali’ konusunda söz ettirmişti. Savaş veya zulüm mağduru mültecilerin kendilerini daha güvende hissedecekleri ülkelere sığınma talebinde bulunması evrensel bir hak olmasına rağmen bu anlaşma çerçevesinde, hem AB hem de anlaşmayı imzalayan devletler tarafından yok sayılmıştı.

Emek Partisi, bu anlaşmayı bir utanç belgesi olarak nitelendirirken, “Türkiye, bu anlaşmayı çöpe atmalıdır” dedi.

 

Kaynak: Evrensel Gazetesi

Tarih: 18.03.2021

 

İzmir’de Mültecileri Taşıyan Bot Battı: 3 Kişi Hayatını Kaybetti

İzmir’in Çeşme ilçesinde Karaabdullah Burnu açıklarında, Yunanistan’a iltica etmek isteyen mültecileri taşıyan botun batmasıyla 3 kişi hayatını kaybetti.

İhbar üzerine olay yerine gelen ekipler cenazeler için otopsiye gönderilecek mültecileri merkez hastaneye sevk ederken 3 kişinin de sağ olarak kurtulmasını sağladı.

 

 

Kaynak: Karınca Gazetesi

Tarih: 19.03.2021

 

Mülteci Karşıtı Söylemler Sonunda Cezalandırıldı

Son zamanlarda artan mültecilere ve Müslümanlara yönelik kötü sözleri ile gündemde olmayı başaran Fransız yazar Eric Zemmeour’a, konuk olduğu bir programda mültecilere yönelik hakaretlerinden dolayı 200 bin Euro para cezası verildi.

 

Program sırasında, göçmen karşıtlığı içeren söylemlerinin yanı sıra, henüz reşit olmamış göçmen çocuklarının potansiyel ‘hırsız, katil ve tecavüzcü’ olduğunu ve derhal ülkeden gönderilmeleri gerektiğini savunmuştu.

 

Kaynak: Medyaparis Haber Merkezi

Tarih: 19.03.2021

 

Urfa İl Kadın Platformu: Mülteci Kadınların Hakları İhlal Ediliyor

Urfa’daki mülteci kadınların maruz kaldığı psikolojik ve fiziksel şiddete dikkat çekmek ve çözüm üretmek için devlet organlarına seslerini duyurmak üzere toplanan Urfa İl Kadın Platformu, 2021 itibari ile 50 mülteci kadının cinsel saldırı ve şiddetten korunmak için kentteki kadın sığınma derneklerine başvurduğunu ancak soruna yönelik çalışmaların şehirde yetersiz kaldığını vurguladı.

Platforma sözcülük eden Mihriban Çelik, mülteci kadınlar üzerinde cinsel saldırının bir silah olarak kullanılmasına rağmen hukuki yardımlardan yararlanma oranlarının çok düşük olduğunu belirtti.

 

Kaynak: Artı Gerçek Gazetesi

Tarih: 20.03.2021

 

Hayatını Kaybeden Mültecinin Ölümünden Gerçek Sorumlusu Değil Babası Yargılanacak

Ege Denizi’nde boğularak can veren 6 yaşındaki mülteci çocuğun babası, biricik oğlunu yaş gününe günler kala kaybetti. Acısı daha çok taze olan baba, çocuğunun ölümünden sorumlu tutulduğu için yargılanacak.

 

 

Türkiye’den Yunanistan’a iltica etmek isteyen Afgan baba, çocuğunun daha güvenli bir hayat sürmesini umuyordu ama denizde alabora olan botları küçük çocuğun yaşamına son verdi. 25 yaşındaki acılı baba ise ‘çocuğunun hayatını tehlikeye attığı’ iddiası ile yargılanacak.

 

Kaynak: DW Türkçe

Tarih: 20.03.2021

 

Güney Kıbrıs’tan Gelen Sloganlar: Kıbrıs’ı Bölemezsiniz, Mültecilere Özgürlük!

Güney Kıbrıs yönetiminin mültecileri bahane ederek ördüğü dikenli tellere karşı eylem yapan bir grup genç, yüzlerini saklayarak dikenli telleri kesmeye başladı. Sosyal medyada kısa sürede ilgi toplayan bu eylemde pankart açan Rum gençler, ‘Mültecilere Özgürlük’ sloganları attı.

Eylemci grup, bu tellerin mültecilerin geçişini engelleyen ve onların canını yakmayı tehdit eden bir unsur olduğunu belirtirken Rum polislerini de alarma geçirdi. Polisler telleri korumak için tüm gün devriye başlattı.

 

Kaynak: Hürriyet

Tarih: 22.03.2021

 

 

Hazırlayan: Yağmur BAŞ

Doç. Dr. Ateş Uslu ile 19. Yüzyıl Bohemyası Üzerinden Milliyetçilik Çözümlemeleri

1. Kendinizi eğitim hayatınız ve araştırmalarınız üzerinden biraz tanıtabilir misiniz?

Galatasaray Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden mezun olduktan sonra Paris I Panthéon-Sorbonne Üniversitesi’nde Yakınçağ Orta Avrupa Tarihi alanında yüksek lisans yaptım. Macar politikacı Mihály Károlyi’nin siyasi faaliyetleri ve düşünceleri üzerine bir yüksek lisans tezi yazdım. Bu arada Marksist filozof György Lukács’ın yaşamı üzerine bir kitabım yayımlandı (Lukács: Marx’a Giden Yol). Paris I Panthéon-Sorbonne ve Budapeşte Eötvös Loránd üniversiteleri arasında bir ortak program çerçevesinde doktora yaptım ve tezimde Macar ulusal kimliğinin oluşumunda operanın rolünü ele aldım. Halen İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde öğretim üyesiyim. Siyasal düşünceler tarihi alanında çalışıyorum, bu konuda bir tarih yazımı ve metodoloji kitabım geçtiğimiz yıllarda yayımlandı (Siyasal Düşünceler Tarihine Giriş). Şu sıralar Eski Çağ’dan yirminci yüzyıl başlarına uzanan dönemin düşünce tarihini sınıf ve toplumsal cinsiyet perspektifinden ele aldığım Siyasal Düşüncelerin Toplumsal Tarihi adlı bir kitap projesinin son hazırlıklarını yapıyorum, bu yıl içinde yayımlanmasını bekliyorum.

2. Batı Slavlarının bağımsızlık elde etme sürecine baktığımızda, bu sürece temel hazırlayan milliyetçilik bilincinin gelişimini, ilk olarak sanayileşmenin arttığı Bohemya bölgesinde gözlemliyoruz. Elbette 18. yüzyıldan beri Bohemya büyük toprak sahiplerinin İmparatorluğun merkezileştirici güçlerine direnme tavrını, Çek ulusalcılarının devralması etkili olabilir. Fakat yine de milliyetçiliğin gelişimine baktığımızda sanayileşme ve milliyetçilik arasında bir paralellik görebilir miyiz? Bağımsızlık ya da özerklik söz konusu olduğunda sadece “milli ruh”un varlığı yeterli olabilir mi?

Bu sorunuz beni literatürdeki yaygın bazı tezlerle hesaplaşmaya sevk ediyor. Ernest Gellner’in sanayileşme ve milliyetçilik arasında yoğun bir ilişki kurduğunu biliriz: Meşhur kitabı Millet ve Milliyetçilik‘te milliyetçiliğin köklerinin sanayi toplumunun yapısal gereksinimlerine dayandığını söyler; okuryazarlığın yaygınlaşması, toplumsal hareketliliğin artması gibi gelişmelerin milliyetçiliğe zemin hazırladığını anlatır. Milliyetçiliği maddi bir zemin üzerinden ele almak ve tarihselleştirmek için atılmış önemli bir adımdır bu, ancak bana kalırsa yetersizdir ve sanayi öncesi toplum ile sanayi toplumu arasında keskin bir kopuş olduğunu varsaymakta, milliyetçiliği de bu kopuştan hareketle ele almaktadır. Her toplumsal olgu gibi milliyetçilik de bir oluşum sürecinden geçmiştir ve bu süreci anlamak için bir büyük kırılma noktası (1789 ya da Sanayi Devrimi) aramak yerine süreklilik-kopuş diyalektiğini ele almamız daha iyi olur. Bohemya’dan örnek verdiniz, ben de oradan devam edeyim: Evet, Bohemya Habsburg topraklarının görece erken sanayileşmiş olan bölgesiydi ve milliyetçilik de bu bölgede görece erken gelişti. Elbette sanayileşmenin bu erken gelişmede bir etkisi olmuştur, ancak sanayileşme öncesinde yaşanan bazı gelişmelerin de on dokuzuncu yüzyılın Çek ulusal ideolojisine zemin hazırladığını unutmamak gerekir. Örneğin Çek aristokratları ile Habsburg Hanedanı arasındaki gerilimli ilişkide 1618’deki Beyaz Dağ Muharebesi, bunun geri planındaki Bohemya Reformasyon hareketi, Alman burjuvazi ve Çek toprak sahipleri arasında Orta Çağ boyunca var olan ayrılık ve çatışmalar önemli bir rol oynamıştır. Dolayısıyla sanayileşme, milliyetçiliğin gelişimi için önemli bir faktördür ama gerek ve yeter şart değildir. Buna karşılık milliyetçiliğin kapitalist üretim tarzıyla yoğun bir ilgisi olduğunu söyleyebiliriz. Gellner milliyetçiliği incelerken kapitalizmle değil, sanayileşmeyle ilgilenmemiz gerektiğini söyler; bense aksini iddia edip milliyetçiliği kapitalizmle ilişkilendirmemiz gerektiğini öne süreceğim. Sanayi kapitalizmi, kapitalizmin biçimlerinden biridir ama tek biçimi değildir. Önceki dönemlerde de var olan bir takım ilişkilenme ve aidiyet biçimleri (Hobsbawm’ın deyişiyle proto-milliyetçilik) kapitalist üretim tarzının gelişmesine paralel olarak dönüşüyor ve milliyetçi hareket ve ideolojiler oluşuyor.

3. Milliyetçilik, bir millet tanımından hareketle kendini var ediyor ve millet tanımını yaparken bireyler arasındaki sınıf farklılıklarını, anlayış farklılıklarını görmezden geliyor. Bir nevi kendisi için eşitler yaratılıyor. Kapitalist gelişme sürecini insanların emeğine yabancılaşmaya başladığı ve sınıf oluşumunun pekiştiği bir süreç olarak yorumlarsak ve milliyetçilik sürecinin de sınıf farklılıklarını görmezden gelen bir anlayış olarak kabul edersek bu iki sürecin (kapitalizm-milliyetçilik) aynı anda gerçekleşmesinin bir tezat içerdiğini söyleyebilir miyiz? Bunu nasıl açıklarız?

Burada kapitalizmin ikili özelliğinden bahsetmemiz gerekiyor. Kapitalizm öncesi toplumlarda toplumsal tabakalaşma gayet aşikârdır; avam ile havasın, ümerayla reayanın, lordlarla serflerin, kşatriyalarla şudraların arasındaki hiyerarşi gayet belirgindir. Kapitalist ideolojideyse sınıfsal ayrımlar gayet keskindir ancak canla başla bunların aslında var olmadığı, hoş görülebileceği ya da ehven-i şer olduğu anlatılır. Buna göre işçi kendi rızasıyla emek gücünü satar, sermayedar zamanında iyi çalışmış olan sıradan bir insandır; işçileri sömürdüğü için değil, kendisi ya da ataları zamanında çok çalışmış olduğu için zengindir, işçiler ya da çocukları çok çalışırlarsa bir gün zengin olabilirler. Milliyetçiliğin işlevlerinden biri de sömürülenlerin kendilerini sermayedarlarla ve siyasetçilerle özdeşleştirmelerini ve gerçek yaşamda hiç tadamayacakları hükmetme ve zafer duygularını tatmalarını sağlamaktır. Tam da bu nedenle milliyetçilik sınıflı bir toplumda oluşan ama bu sınıf ayrımlarının çatışmaya dönüşmesini engelleme işlevi gören bir ideolojidir.

4. Milliyetçiliğin işlevlerinden bahsederken alt sınıfların kendilerini üst sınıflarla özdeşleştirdiğinden ve tatmadıkları duyguları tatmalarına vesile olduğuna değindiniz. Fakat aslında bunu, sadece alt sınıfların tatmadıkları duygu olarak gözlemlemiyoruz. Mesela 1895 yılında Prag’da Batı Slavlarının köy yaşamlarını övme amaçlı bir Çeko Slavik Sergi düzenleniyor. O dönem, aslında genel olarak bir halk/ulus örtüştürme çabası olduğunu da görüyoruz. Ama ne bu çabayı güdenlerin ne de sergiyi oluşturanların köy yaşamından haberi yok. Dolayısıyla sadece alt sınıfın üst sınıf için tatmadığı duyguları yaşaması olarak değil, üst sınıfın da tatmadığı duyguları yaşaması olarak yorumlayabilir miyiz? Bu durum milliyetçilik çalışmalarında nasıl ele alınıyor?

Çok doğru bir tespit. Biraz önce de söylediğim gibi, kapitalist ideolojide sermayedarın işçileriyle “aynı kumaştan” olduğunun vurgulanması esastır; mavi kanlı değil, “sizin, benim gibi bir insan”dır sermayedar. Özellikle kapitalizm öncesi üretim biçimlerinin çözüldüğü dönemlerde sermayedarlar ve onlarla bağlantılı olan yazarlar; feodal lordların gösterişçiliğini, kozmopolitliğini eleştirip kendilerini halkın geniş kesimleriyle özdeşleştirmişlerdir. Ulusal ideoloji alt sınıf-üst sınıf kültürleri arasındaki ayrımı geçici olarak da olsa aşmayı sağlayan bir ortak payda yaratmayı sağlar. Ancak bu ideolojinin inşasının ilk aşamalarında bahsettiğimiz türden sorunlar ortaya çıkar. Bohemya iyi bir örnek: Ulusal kültürü canlandırma, ulusal uyanış gerçekleştirme çabasında olanlar; köylerde muhafaza edilen muazzam bir ulusal miras olduğunu düşünüyorlar ancak köylerle olan bağlantıları son derece sınırlı. 19. yüzyıl başlarında Bohemya’da, Polonya’da ya da Macaristan’da “ulusal” olduğu iddia edilen müzik eserlerine baktığımızda bunu belirgin bir şekilde görüyoruz. Yine de bu besteciler bulabildikleri kimi melodileri ya da ritim kalıplarını kullanarak muğlak da olsa bir ilişki kuruyorlar kırlarla. Bedřich Smetana meşhur operası Satılmış Nişanlı‘da (1866) aslında çok az özgün halk ezgisi kullanmıştı, üstelik bunu bilinçli bir tercih olarak yapmıştı çünkü doğrudan doğruya halk şarkılarının kullanıldığı bir operanın “karaktersiz bir karışım”dan ibaret olacağını düşünüyordu. Ancak operasında kullandığı polka ritimleriyle bir “yerel renk” katmayı başarmıştı, operanın açılış korosu (Proč bychom se netěšili / “Neden mutlu olmayalım”) hoş melodisi ve kıpır kıpır ritmiyle bunun mükemmel bir örneğidir. Sonunda başarılı da oldu: Eseri önce Prag’da, sonra dünyanın başka yerlerinde Çek ulusal operasının klasik bir örneği olarak takdir gördü. Bütün bunlara ek olarak, şöyle bir sorundan bahsedebiliriz: Ulusal kültür unsurlarını kullanmaya çabalayanlar kırlarda muhafaza edildiğini düşündükleri kültürü, yekpare ve sabit bir şey olarak düşünüyorlar. Tanımadığımız ya da az tanıdığımız bir halkla ilgili olarak böyle fikirleri çokça geliştiririz, o halkın yüzyıllar boyunca aynı kaldığı gibi bir fikre kapılırız. Kimi zaman bu sabitliği küçümseriz (Oryantalistlerin “Doğu”ya yaklaşımı böyledir). Kimi zaman da o sabitlik bir hayranlığı beraberinde getirir. Bahsettiğiniz milliyetçi yazar ve sanatçılar da kendilerini özdeşleştirdikleri halkın köylü kesimlerine o kadar uzaktılar ki onların yüzyıllar boyunca hiç bozulmamış bir kültürel mirasın taşıyıcılığını yaptığını düşünüyorlardı. Oysa hiçbir halk yekpare ve statik bir yapıda değildir, hiçbir kültür de yüzyıllar boyunca değişmeden kalmaz. Bu konu Hobsbawm ve Ranger’ın öncülük ettikleri “geleneğin icadı” yaklaşımını benimseyen araştırmacılarca çeşitli boyutlarıyla tartışılmış olsa da konuyu üst sınıfların kendilerini alt sınıflarla özdeşleştirmeleri üzerinden okuyan yeni araştırmalara ihtiyacımız var.

5. 19. yy. başından itibaren birden bire ortaya atılan şiir derlemeleri görüyoruz. Bunların en bilinen örnekleri Zelená Hora ve Dvůr Králové el yazmalarıdır. Sonraları sahte olduğu kanıtlanmış bu el yazmalarının o dönem 13. yüzyıldan kalma olduğu rivayet edilir. Bu bilgiler ışığında el yazmalarının yaklaşık beş yüz yıldır kayıp olduğunu anlıyoruz. Fakat, el yazmalarının gerçekliklerinden şüphe duyulmadan insanların yaşamlarında büyük bir heyecanla yer edinebilmesi çok ilginç. Birden bu şiirlerdeki karakterlerin ansiklopedilerde yer almaya başladığını, resimlerinin ve heykellerinin yapıldığına tanık oluyoruz. Böyle bir romantik tavrı bir ihtiyaç olarak görmeli miyiz ve bu tavrın temelleri neler olabilir? İnsanlar niçin bu kadar çabuk inanma eğilimi gösterdiler? Bu tür durumlar her milliyetçilik örneğinde görülür mü?

Pek çok milliyetçilik örneğinde milletin geçmişini belgelediği düşünülen metinler (destanlar, vakayinameler…) yeniden keşfedilip yorumlanır, bazen dağınık metinler bir araya getirilip standartlaştırılır, bazen de Dvůr Králové ve Zelená Hora örneklerinde olduğu gibi milliyetçi sanatçıların hayal gücüyle üretilen eserler kadim eserlermiş gibi kabul edilir. Bahsettiğiniz heyecan, ilgi ve yayılma hızını açıklamak için somut örneklere bakmamız ve bazı soruları sormamız gerekiyor: Milliyetçi sanatçılar ya da ideologlar hangi saiklerle eserlerini verdiler ve fikirlerini yaydılar? Hangi mecraları kullandılar? Hitap ettikleri kitlenin toplumsal profili neydi, bu fikirleri ya da sanat eserlerini alımlarken beklentileri, talepleri nelerdi? Bohemya-Moravya örneğini ele alırsak, Dvůr Králové ve Zelená Hora el yazmalarının yaygınlaşmasında Václav Hanka gibi dilbilimcilerin ve Kont Kolowrat-Liebsteinsky gibi aristokrat politikacıların rol oynadıklarını görüyoruz. Bu dönemde (1810’lu yıllarda) kadim Çek epik şiirlerinin varlığını kanıtlamak ve bu şiirlerde anlatılan olay ve karakterleri sanat eserlerinde işlemek; hem Bohemya’nın pek çok kentinde çoğunluğunu oluşturan ve Alman ulusal mirasını keşfetmekte olan Almanca konuşan burjuvalara hem de Metternich gibi emperyal bir politika güdüp, her türlü milliyetçiliği bir tehlike olarak gören politikacılara bir yanıt vermeyi mümkün kılıyor. Tabii bu büyük ilgiyi yalnızca dar anlamda siyasal mücadelelerle açıklayamayız. Romantizm 19. yüzyılın ilk yarısı boyunca Avrupa’da ve Amerika’da (özellikle de Güney Amerika’da) büyük bir ilgi görüyor ve bu ilginin başlıca nedenleri arasında 17.-18. yüzyılların soyut evrenselci fikirlerine ve eski Yunan-Roma referanslarına duyulan tepki var. Artık bir skolastik üniversite ağının ya da hümanist “yazarlar cumhuriyeti”nin parçası olup bambaşka kentlerde doğmuş olsalar bile ortak bir dil (Latince) ve ortak edebi-felsefi referanslar üzerinden bir araya gelebilen kalem erbabının devri geride kalmış durumda. 19. yüzyılın yazar ve düşünürleri kendilerini belirli bir milletin parçası olarak görüyor, bu milletin dili, edebiyatı, tarihi ve mitolojisini yaygınlaştırmaya çabalıyorlar. Heykel, resim, opera, tiyatro, roman da bu yaygınlaştırma çabasına hizmet ediyor, ulusal ideolojiyi okuma bilen ya da bilmeyen insanlara ulaştırmayı mümkün kılıyor. Başka milliyetçilik örneklerinde de ulusal kültürün keşfi/derlenmesi/icadı örneklerine rastlıyoruz. Ancak buna ihtiyaç duyulmayan durumlar da var, örneğin 19. yüzyılın ilk yarısında Latin Amerika’daki bağımsızlıkçı siyasetçiler ve ideologlar İspanya ve Portekiz’e karşı bağımsızlık savaşı yürütürken kadim bir ulusal kültür, tarih ya da mitoloji arayışına girmiyorlar çünkü kendileri de İspanya ve Portekiz kültürel ve tarihsel referanslarından besleniyorlar.

6. Bu romantik ilginin varlığını kanıtlamanın hem dönem siyasal sorunlarına hem de geçmişin bazı referanslarına tepki doğurmak için oluşabileceğini söylediniz. Bir de, Benedict Anderson’ın değindiği; kadimliğin, yeniliğin zorunlu sonucu olup olmaması üzerine bir görüş var. Bu görüşü yaşanan yenilikler bazında nasıl değerlendirebiliriz?

Benedict Anderson’ın Hayali Cemaatler‘de icat edilen kadimlik ve yenilik arasında kurduğu diyalektik ilişkiyi önemli buluyorum. Ulusal ideolojiye katkıda bulunanlar çoğu zaman samimi bir şekilde kadim olanı yeniden keşfettiklerine inanıyorlardı, ancak kadim olduğunu iddia edip eserlerinde işledikleri kültür içinde yaşadıkları döneme verdikleri yanıtlarla örülmüştü, dolayısıyla aslında yeni olanın sonucuydu. Polonyalı besteci Stanisław Moniuszko, Halka operasını (1848) Galiçya’da 1846’da gerçekleşen köylü isyanından hemen sonra bestelemişti ve eserdeki aristokrat-köylü çatışması dönemin Polonyalılarına bu dönemde yapılan tartışmaları anımsatıyordu. Bazen de aynı dönemde eser veren sanatçılar farklı önceliklere sahiplerdi ve bu eserlerine de yansıyordu. Örneğin Smetana, Bohemya üzerindeki Habsburg tahakkümünü yoğun bir şekilde eleştiren “Genç Çekler” grubuyla sıkça adı anılan bir besteci ve bestelemek için seçtiği librettolarda da Çek tarihinden (Brandenburglular Bohemya‘da, 1866; Dalibor, 1868; Libuše, 1881) ya da kırsal yaşamından temalar hep ön planda. Antonín Dvořák hanedanla işbirliği yapmakta beis görmeyen ve hem Çeklerin hem de Avusturya-Macaristan’ın Rusya’yla iyi ilişkiler kurmasını arzu eden “Yaşlı Çekler” grubuyla adı anılan bir besteci. Onun neredeyse tüm eserlerinde Slav tarihinden ve mitolojisinden temalar yer bulacak, Vanda operası (1875) iyi bir örnek. Dolayısıyla aynı dönemde gayet farklı türden kadimliklerin kurulması mümkün.

7. 19. yüzyılın sonlarından itibaren Slav Birliği’nin irrasyonalist ve romantik tavrının tehlikesi görülüyor ve bazı akademisyenler tarafından yıkılmaya çalışılıyor. Bunlardan biri Tomáš Garrigue Masaryk. Masaryk aslında gayet Çek ulusalcılığını savunan biri olmasına rağmen daha önce bahsettiğimiz Dvůr Králové ve Zelená Hora el yazmalarının sahte olduğunu açıkladığı için ulusal medya tarafından “hain” ilan ediliyor. Hem bu olay hem de günümüz Türkiyesi ışığında milliyetçilik ile hain/terörist ilan edilme durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Masaryk etkili bir siyasetçi olmasının ötesinde önemli bir filozof. Felsefi çalışmalarında milliyetçiliği temellendirdiği kısımlara rastlıyoruz, örneğin insanların toplulukların parçası olmak için doğal bir ihtiyaçlarının olduğunu düşünüyor, bu ihtiyacı “doğal” olarak niteliyor. Temel insan toplulukları olarak da ulusları görüyor ve bir bakıma ulusal aidiyeti de, ulusları da doğallaştırıyor. Toplumsal bir olguyu doğallaştırmak, onun tarihsel bir süreçte oluştuğunu, şekillendiğini ve dönüştüğünü unutmaya ve onu eleştiriye kapatmaya neden olur. Milliyetçi ideolojide de milletle ilişkilendirilen pek çok unsur eleştiriye kapatılırken bu doğallaştırma işlemine başvurulur. Ancak Masaryk buna rağmen 1886’da yayımladığı yazılarla Dvůr Králové ve Zelená Hora el yazmalarının uydurma olduklarını kanıtlayan ilk kişi oluyor. Sorgulayıcı tavrında akademik dürüstlük kaygısı rol oynamış olabilir, ayrıca elyazmaları meselesine bir ahlaki mesele olarak baktığını da biliyoruz: Ulusal gurur gereği hakikatin savunulması gerektiğini söylüyordu ve el yazmalarının uydurma olmaları halinde bu durumun açığa çıkarılmasının ulus karşısında bir sorumluluk teşkil ettiği kanaatindeydi. Ayrıca onun ulus tanımında ulusa “doğal aidiyet”in önemli olduğunu söylemiştim, tam da bu nedenle Çeklerin büyüklüğünü kanıtlamak için Orta Çağ’dan kaldığı iddia edilen belgelere ihtiyaç duymayıp doğal aidiyet argümanıyla yetinmeyi yeterli görmüş olabilir. Bu hamlesiyle, kendisi de Genç Çekler Partisi’ne mensup olmasına rağmen aynı partinin önde gelen liderlerinin ve pek çok başka milliyetçinin eleştirilerini üstüne çekiyor (“Elyazmaları Savaşı” adı verilir bu dönemdeki yoğun tartışmalara) ve söylediğiniz gibi hain ilan ediliyor. Gördüğümüz gibi, milliyetçi referanslar üzerinden hain ya da gayrimilli ilan edilmek şimdi olduğu gibi o dönemlerde de son derece yaygın. Bazen ulusal ideolojinin herhangi bir unsurunu tartışmaya açmak, zaman içinde oluştuğunu göstermek, bazen de ezilen bir ulusun haklarını gündeme getirmek kolaylıkla hain ya da terörist yaftasının size yapıştırılmasına neden oluyor. Marc Neocleous’un Güvenliğin Eleştirisi’nde söyledikleri hem 19. yüzyıl Bohemyası için, hem de 21. yüzyıl Türkiyesi için geçerli: Bir toplumu oluşturan çok sayıda çıkar, arzu ve kimlik tek bir ulusun içinde sıkıştırılıyor, bu homojen olduğu varsayılan bütünlüğün, tehlikeli bir Öteki karşısında sürekli olarak güvence altına alınması gerekiyor. Masaryk örneğinde gördüğümüz gibi milliyetçiler de bazı durumlarda “Tehlikeli Öteki” olmaktan kaçamıyorlar. Ancak Masaryk’e 1880’lerin sonunda yöneltilen eleştirileri günümüzde Türkiye’de yapılan terörizm/gayrimillilik yakıştırmalarından ziyade 1930’ların Türk Tarih Tezi üzerinden okumamız daha anlamlı olur. Türk milliyetçiliğinin önde gelen figürlerinden Zeki Velidi Togan’ın 1932’de I. Türk Tarih Kongresi sırasında Orta Asya’da bir iç deniz olduğu ve bu denizin kuruması üzerine öne sürülen görüşleri eleştirdiği için Türkiye’yi terk etmek zorunda kalması. Burada da bir milliyetçi ideolog o dönemde etki kazanan bir milliyetçi kurguya eleştiri yönelttiği için dışlanıyor.

8. Masaryk’in hain ilan edilmesine rağmen yıllar sonra onu Çekoslovakya Cumhuriyeti’nin ilk Cumhurbaşkanı olarak görüyoruz. Yani dışlama, yeknesak değil aslında. Yeniden tanımlama ya da kadimliğin bazı temellerini eleme durumu, döneme göre değişebiliyor. Bu dönem, değişime sebep olan olay ya da “kazanılan gerçekler” neydi? Hain ilan edilen Masaryk, nasıl Cumhurbaşkanı olarak kabul görebildi?

Öncelikle “El Yazmaları Savaşı”nda Masaryk’in düşmanları kadar dostlarının da sesinin güçlü çıktığını söylememiz gerekiyor. Yani mutlak bir dışlamaya maruz kalmamıştı. Ayrıca 1900’lerin başına geldiğimizde artık Çek milletinin yüceliğini kanıtlamak için Çek milliyetçilerinin elinde yeterince veri birikmişti ve gerçekliği tartışmalı el yazmalarına bağımlı kalmak zorunda olmadıklarının farkına varmışlardı. 1890’ların sonunda Bohemya’da yükselen antisemitizme karşı çıkıp Realist Parti’yi kurarken de Çek milliyetçilerinin bir kısmını karşısına almış, bir kısmından da destek görmüştü. Tabii Masaryk’in cumhurbaşkanlığı dönemindeki prestijini yalnızca milliyetçiliğiyle değil, pek çok başka etmenle de açıklayabiliriz: Sıkı bir anti-Marksist olması onun cumhuriyet döneminde son derece güçlü olan komünist parti karşısında kurulan bloğun üzerinde uzlaşabileceği bir kişi olmasını sağlıyordu, ayrıca 1918’de bağımsız Çekoslovakya’nın kurulmasına destek veren İtilaf devletlerinin güvendiği bir politikacıydı, bu uluslararası destek de onun kabul görmesini kolaylaştıracaktı.

9. Milliyetçiliği biraz da iktisadi politikalar üzerinden ele alabilir misiniz? Daha önce Bohemya bölgesinde oluşan zenginlikten ve burada güçlenen liberal politikalardan bahsetmiştik. Fakat 1873 yılında bir kriz yaşanıyor ve liberaller iktidardan uzaklaşmaya başlıyor. Kont Taaffe başkanlığında kurulan yeni hükümet, orta yolcu bir politika izleyerek Çeklerin de imparatorluk meclisine girmesi mümkün kılınıyor. Bu kriz örneğinde, Çek milliyetçiliğinin popülerleşmesi için olanak bulduğunu görüyoruz, aslında ekonomide liberal uygulamaları terk etmek genel olarak milliyetçiliği pekiştirir diyebilir miyiz? Yoksa bu bir tesadüf müdür?

Belirli iktisat politikalarının benimsenmesi ya da sermaye birikim rejimlerinin inşasıyla milliyetçiliğin yükselişi veya düşüşü arasında bir doğrudan bağıntı olduğunu düşünmüyorum. Ancak kriz dönemlerinde milliyetçiliğin önemli bir rol oynadığı açık. Örneğin milliyetçi ideoloji, alım gücündeki düşüşün ve işsizliğin faturasının sermayedarlara ya da bir bütün olarak kapitalist sisteme değil “milletin düşmanları”na çıkarılmasını sağlayabiliyor. Avrupa’da 19. yüzyılın son çeyreğinde ekonomik krizlerle paralel olarak milliyetçi, yabancı düşmanı ve antisemitist hareket ve düşüncelerin yükseldiğini sıkça görürüz, benzer eğilimlere 20. yüzyılda ve günümüzde dünyanın pek çok yerinde rastlıyoruz. Tabii 1873 sonrasında Çek temsilcilerin Avusturya İmparatorluk Meclisi’ne kabul edilmesi örneği biraz daha farklı, burada bir imparatorluk yönetiminin kriz koşullarında hegemonik bloku genişletme çabası içinde Çek milliyetçileri üzerinden Bohemya burjuvazisine taviz verdiğini görüyoruz. Üstelik bu dönem Avusturya-Macaristan için sadece bir iktisadi kriz dönemi değil, tüm imparatorluk topraklarında milliyetçi fikirler yayılıyor, Balkanlar’da nüfuz alanı oluşturmak için Avusturya Macaristan, Rusya’yla zorlu bir mücadele içine girmiş durumda… Bu şartlar altında imparatorluğun Doğu topraklarında Macar egemen sınıflarıyla, Batı’da Çek burjuvazisi ile saray arasındaki ittifakı güçlendirmek büyük bir önem taşıyor. Tabii Çek milliyetçiliğine taviz vermek yalnızca Çek burjuvazisinin ve entelektüellerinin desteğini almak anlamına gelmiyor, milliyetçi fikirleri benimsemiş olan köylüler ve kent yoksullarıyla da bir hegemonik bağ kurulmasını mümkün kılıyor.

10. Son olarak genel bir merakımı dile getirmek istiyorum. Milliyetçiliğin doğuşunu, büyük bir kırılma noktasını ele alarak çözümlemek yerine süreklilik-kopuş diyalektiğine odaklanmamız gerektiğinden bahsetmiştiniz. Çok haklısınız. Fakat milliyetçilik çalışmalarına baktığımızda milliyetçiliğin doğuşu üzerine farklı görüşler olduğunu görmekteyiz, dolayısıyla bu konu bir muğlaklık içinde. Milliyetçiliklerin sonu da bu tutuma maruz kalabilir mi? Sonundan hiçbir zaman emin olamayacak mıyız? Daha da önemlisi, milliyetçiliklerin sonundan emin olmak bizleri nasıl bir birlik fikrine yöneltebilir?

Milliyetçiliğin sonunu ilan etmekte fazlaca aceleci davranılıyor. Son otuz yıldır Avrupa bütünleşmesinin, küreselleşmenin ya da internetin yaygınlaşmasının milliyetçiliğin ve/veya ulus-devletin sonunu getireceğini bazen coşkuyla, bazen de korkuyla ilan eden pek çok yazarın yazılarını okuyoruz. Ancak milliyetçilik 1789’da birdenbire yoktan var olmadığı gibi 21. yüzyıl başlarında da birdenbire ortadan yok olmuyor ve her ideoloji gibi kimi değişimler geçirerek varlığını koruyor. Ancak insan yapımı olan her şey gibi milliyetçiliğin de sonunun gelmesi mümkün. Bunun sihirli bir reçetesi yok ancak sıkı sıkıya bağlı olduğu kapitalizm (ve elbette kapitalist patriyarka) varlığını sürdürdükçe onun da yok olması mümkün değil. Tam da bu nedenle milliyetçiliği ortadan kaldıracağı düşünülen aidiyet biçimleri, örneğin dini cemaatler ya da liberal kozmopolitizm, kapitalist düzen içinde kaldıkları ölçüde milliyetçilikle uyumlu olabilmekte ya da onu yeniden üretebilmektedirler. Bu durumda milliyetçiliklerin sonunun ancak radikal bir toplumsal dönüşümle gelebileceğini söyleyebilirim, bu da bana göre sınıfsal sömürü ve eril tahakkümün ortadan kaldırılmasıyla mümkün olabilir. Burada kapitalizmin yıkılmasının otomatik olarak ve birdenbire milliyetçiliği yok edeceğini iddia etmiyorum. Dolayısıyla elimizde milliyetçiliğin sonunu açıklayan kesin bir reçete yok, zaten topluma dair hiçbir konuda kesin öngörülerde bulunamayız. Ancak olasılıklar üzerine, “henüz olmamış olan” üzerine düşünüp geleceği kurmaya çabalamamız önünde bir engel bulunmuyor. Her şeyden önce, insanların (Doug Stanhope’un deyişiyle) hiç tanımadıkları kişilerden nefret edip hiç yapmadıkları şeylerden gurur duymalarını salık veren bir ideolojiye mahkûm olmadıkları kanısındayım. “Bizim” zaferlerimizden, “bizim” çıkarlarımızdan bahseden tarihçilerin ya da politikacıların söylediklerini neden “bu gerçekten de bizim zaferimiz mi, bizim çıkarımız mı?” diyerek sorgulamayalım? Kendimizi neden ortak dertlerimiz üzerinden, maruz kaldığımız sömürü ve tahakküm biçimleri üzerinden başka insanlarla aynı topluluğun parçası olarak görmeyelim mesela? Realizm adına bu söylediklerime karşı çıkanlar, ulusal çıkarların çatıştığı bir çağda “kendi ulusunun çıkarını” savunmamanın bir tür liberal saflık olacağını iddia edenler olacaktır. Bense alternatiflerimizin ulusal çıkar fetişizmi ve liberal kozmopolitizmle sınırlı olmadığını düşünüyorum. Örneğin son derece demode hale gelen enternasyonalizm kavramını yeniden hatırlamak, proleter enternasyonalizminin yanında feminist enternasyonalizm gibi konuları da gündeme almak; başka dilleri konuşan, başka kıtalarda ve iklimlerde yaşayan insanlarla eşit, özgür ve doğa karşısında sorumlu bir toplumu inşa etmenin somut imkânları üzerine düşünmek iyi bir başlangıç olabilir. Kolay değil elbette, ancak mitler ve semboller üzerine değil de gündelik yaşamımızdaki gailelerimiz üzerine kurulu olduğu ölçüde realist bir alternatif olurdu…

Rabia Yazar 

Milliyetçilik Çalışmaları Staj Programı

Prof. Dr. Mehmet Dalar ile Röportaj: Uluslararası Hukukta Terörizm Kavramı

Bu röportaj, Bolu Abant İzzet Baysal Üniversitesi’nde hem Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı hem de Uluslararası İlişkiler Bölümü Devletler Hukuku Anabilim Dalı Başkanı olarak görev yapmakta olan Prof. Dr. Mehmet Dalar ile “Uluslararası Hukukta Terörizm Kavramı” üzerine yapılmıştır.

 

 

1) Terörizm kavramına baktığımızda aslında hem iç hukukta hem de uluslararası hukuk metinlerinde farklı birçok tanımlamanın yapıldığını ve terör faaliyetlerinin değişik şekillerde açıklandığını söylememiz mümkündür. Peki, terörizmin ne olduğunu bize açıklayabilir misiniz?

Şöyle ki, bir topluma veya bir devlete yönelik şiddet, baskı, korkutma, yıldırma, sindirme, tehdit veya panik havasını yaratmayı içeren terörizm kavramı ve tanımı konusunda maalesef devletler arasında bir uzlaşma yoktur. Terörizm sadece ulusal değil uluslararası boyutu olan bir kavramdır. Bugün terör dediğimiz eylemler aslında siyasi niteliktedir. Basit cinayet olaylarından ya da kişiye yönelik husumetlerden kaynaklanan olaylar değildir. Çünkü terörizmde esas amaç korku yaratmaktır. Gerçekleştirilen eylemler siyasi bir amaç çerçevesinde hedefe ulaşmak şeklinde ortaya çıkan eylemlerdir. Bu eylemler genellikle asimetrik nitelikli olmaktadır ve siyasi bir amaç öngörmektedir. Ayrıca terörizmin diğer yönü de toplumu korku ile terbiye etme ve korku ile kendilerine boyun eğdirmek için ortaya konan eylemlerdir. Toplumda panik havasını yaratma amacı ön plandadır.

 

2) Terörizm ile mücadelenin öncelikle devletlerin iç hukuk düzenlemeleri ile başladığını göz önüne aldığımızda, bu konuda devletlerin terörizm kavramına kanunlarında farklı tanımlar ile yer verdiğini görmekteyiz. Türkiye’de bu konu ile ilgili ne tür düzenlemeler mevcuttur?

Bu durum dediğimiz gibi, devletler arasındaki uyuşmazlığın bir göstergesidir. Elbette devletler iç hukuklarında düzenleme yapabilir, bu konu ile ilgili kanun ve diğer düzenlemeleri çıkarabilirler. Böyle olunca da devletler terör eylemlerine yönelik farklı mücadele seçeneklerine yönelmektedirler. Bu konuda devletler farklı düzenlemelere sahiptir. Mesela bir örgütün terörist olabilmesi için silahlı olması gerekiyor mu? Gerekmiyor. Buna karşılık devlet benim anayasal düzenime karşı herhangi bir şekilde eylemde bulunan yapılanmalar terör örgütüdür diyebilir. Ki, bizim 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunumuz da bu içeriktedir. Yani silah kullanılsın ya da kullanılmasın devletin anayasal düzenine yönelik, onu değiştirmeye dönük bütün eylemleri terör eylemleri şeklinde tanımlamaktadır. Aslında çoğu devlet de buna benzer düzenlemelere sahiptir. Ancak bizim yasamızdaki tanıma baktığımızda cebir ve şiddet kullanarak; baskı, korkutma, yıldırma, sindirme veya tehdit yöntemlerinden biriyle Türkiye Cumhuriyeti’ne yönelik eylemler terör eylemi olarak nitelendirilmiştir. Başka devletlere yönelik ise bu ancak devletin yetkili organları tarafından değerlendirilebilir.

 

3) Peki, uluslararası hukuk boyutu ile baktığımızda terörizm konusunda bir tanım sorunu olduğunu söylemek mümkündür. Bunun sebepleri sizce nelerdir?

Devletler kendilerine yönelik olmadıkça diğer devletlere yönelik eylemleri terör eylemi şeklinde nitelendirmek istemeyebilirler. Bu biraz da devletlerin uluslararası ilişkilere dönük farklı çıkar algılamalarından kaynaklanmaktadır. Ki, şunu da belirtmek isterim, devletler arasındaki rekabet sürmektedir ve bitmez. Bir devlet diğer devletler ile ilişki kurarken mümkün mertebe kendi çıkarlarını hep ön plana almaya çalışmaktadır. Devlet diğer devletler üzerinde hegemonik bir ilişki kurmak istemektedir. Tabi eskiden devletler birbirleri ile savaşmaktaydılar ve bunun büyük maliyetleri vardı. Durum böyle olunca devletler daha sofistike, maliyeti daha az yöntemlere başvurmaya başladılar. Bir devlette bir sorun var ise, o sorunun çözülüp çözülmemesinden ziyade, o sorunu istismar ederek, o konu ile ilgili yapılan bazı eylemleri destekleme anlamında bir takım eğilimler içerisinde oldukları görülmektedir. Örneğin; PKK için bazı devletler terör örgütü kavramını kullanmaktadır, ABD, Japonya Kanada, İran gibi. Avrupa Birliği’de devlet bazında değil ancak Birlik olarak PKK’nın terör örgütü olduğunu kabul etmiştir. Ancak Rusya, Çin, Suudi Arabistan gibi PKK’yı terör örgütü olarak görmeyen devletler vardır. Bu da bize devletlerin bu örgüte yönelik değişen çıkarları çerçevesindeki ve bu örgütü kullanabilirlik durumuna göre farklı yaklaşımlarını göstermektedir. Temel sıkıntı devletlerin farklı çıkar anlayışlarından kaynaklanmaktadır. Bu durumda devletlerin çıkarları da farklı olduğundan, hedef ve amaçları doğrultusunda birbirlerine karşı terör örgütlerini destekleme eğiliminde olabilmektedirler.

 

4) Uluslararası anlamda terörizm kavramı ile ilgili ne gibi düzenlemeler mevcuttur?

Terörün tanımlanması konusunda onaylanmadığı için yürürlüğe girmeyen 1937 yılında yapılan Cenevre Sözleşmesi dışında çok taraflı genel olarak yapılan bir sözleşme yok. Cenevre Sözleşmesi terör tanımı yapılan tek sözleşmedir. Ancak bu sözleşme tanım konusunda oldukça yetersizdir. Çünkü bu tanımda terör, devlete yönelik olarak toplumda korku uyandırmak amacıyla yapılan suç eylemleri olarak tanımlanmıştır. Tabi ki suç eylemleri devletten devlete değişebilmektedir. Silahlı veya silahsız olabilmektedir. Ayrıca bu tanımda sadece devlete yönelik eylemlerin terör eylemleri olduğu belirtilmektedir. Fakat bireylere yöneltilen şiddet eylemleri de terör eylemleri olabilmektedir. Terörle mücadele konusunda bir devlet kendi iç hukukunda istediği şekilde düzenleme yapabilir. Ama temel şey şudur; terörün varlığı sadece içeri de değildir. Terör aynı zamanda dışarıdan gelen bir tehdittir. Dışardan gelen terör saldırılarına karşı devletlerin meşru müdafaa hakkı var mıdır yok mudur tartışmaları, 2001 yılında gerçekleşen 11 Eylül saldırıları ile değişmeye başlamıştır. Bu döneme kadar sanki sadece devletlerden gelen saldırılara karşı meşru müdafaa hakkı olduğu anlayışı değişmeye bağlamıştır. 11 Eylül saldırılarının ardından BM Güvenlik Konseyi hemen toplanarak, devlet dışı aktörlere karşı da devletlerin kendilerini savunma haklarının olduğunu kabul etmiştir. Bu önemli bir karardır. 2001 tarihli BM Güvenlik Konseyinin 1368 ve 1373 sayılı kararlarına baktığımızda devletlerin kendi sınırları dışından gelebilecek, devlet dışı aktörler ve terör örgütü gruplarından gelebilecek saldırılara karşı da meşru müdafaa haklarını kullanabilecekleri kabul edilmiştir. Bu karar, Türkiye’nin Kuzey Irak’ta gerçekleştirdiği operasyonların da hukuksal gerekçesini oluşturmaktadır. Çünkü burada bir devletin topraklarından diğer devlete bir saldırı söz konusudur. Şunu da belirtelim ki hiçbir devlet kendi ülkesini başka devletlerin egemenliği ve toprak bütünlüğüne karşı terör örgütlerinin saldırı üssü olarak kötüye kullandıramaz. Bu çerçevede Irak’ın Türkiye’ye karşı kendi topraklarını terör örgütlerine kullandırmama sorumluluğu da söz konusudur. Bu ülkeden Türkiye’ye yönelik saldırıları Irak’ın engellemesi ve terör örgütünü ülkesinden çıkarması gerekir. Irak’ın bu sorumluluğunu yerine getirmemesi de Türkiye’nin gerçekleştirdiği bu operasyonları meşru kılmaktadır. Çünkü Türkiye’nin operasyonları Irak’ın egemenliğine yönelik değil, orada üstlenen terör örgütlerine yöneliktir. Ayrıca terör eylemlerinin belirleyici özelliklerini düzenleyen 1977 tarihli Avrupa Sözleşmesi ile Terörizmin finansmanının yasaklayan 2000 tarihli New York Sözleşmesi mevcuttur. Uçak kaçırma, uçaklara saldırı, kişilerin özgürlüklerinin yasadışı yollar ile kısıtlanması, adam kaçırma, rehin alma, suikast düzenleme, devlet yetkililerine veya uluslararası korunan kişilere saldırılar, mayın, bubi tuzağı kullanılarak yapılan eylemler, diğer bombalı eylemler, nükleer silah veya kimyasal, biyolojik maddeler kullanılarak yapılan eylemler uluslararası sözleşmelerde terörizmin belirleyici unsurları olarak yer almıştır.

 

5) Her ne kadar uluslararası anlamda bazı düzenlemeler mevcut ise de baktığımızda, uluslararası hukukta terör eylemlerine karşı standart bir cezai uygulamanın olmadığını söylemek yanlış olmaz sanırım. Bu konuda ne gibi düzenlemeler mevcuttur?

Bu konu ile ilgili bazı girişimler olmuştur. 1998 yılında Roma’da yapılan bir konferansta, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin kurulması gündeme gelmiş ve terör eylemlerinin de mahkemenin yargı yetkisine dahil edilmesi konusunda bir teklif götürülmüştür. Ancak devletler bu anlamda bir uzlaşma sağlayamamışlardır. Burada saldırı tanımı konusunda bir netlik söz konusu değildi. Bu konu ile ilgili 1974 tarihli BM’nin saldırı tanımı bile kabul edilmedi. Daha sonra 2010 yılında BM’nin saldırı tanımı kabul edilerek, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin statüsüne mahkemenin yargı yetkisine dahil eylemlerin yanında saldırı tanımı dahil edilmiştir. Ama bu tanım da terör eylemlerini açıklayacak kadar geniş bir tanım değildir. Çünkü bu tanıma baktığımızda saldırı ancak devletler tarafından desteklendiği ve yönlendirildiği taktirde saldırı eylemi var olmaktadır. Burada devletin emri, desteği veya yönlendirmesi ile gerçekleşen bir saldırıya ilişkin tanım söz konusudur. Bir saldırı bu şekilde gerçekleşiyorsa ancak Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin kapsamına girmektedir. Dolayısıyla bu düzenleme devlet dışı aktörlerin saldırıları ile ilgili bir uygulama ortaya koymamaktadır. Bu bir eksikliktir. Bu saldırı tanımı doğrultusunda örneğin PKK’nın eylemlerine baktığımızda devlet dışı bir aktör olması dolayısıyla uluslararası bir yargılamaya tabi tutulamayacağını söylemek mümkündür. Elbette bu tür örgütlerin işledikleri insanlık dışı eylemlerinin yargılanması mümkündür, yalnız saldırı tanımı kapsamı dışında yargılama söz konusu olabilmektedir.Diğer yandan bir terör eylemini gerçekleştiren kişiler ile eyleme maruz kalan kişiler arasında kişisel bir husumet yoktur. Bu durum terörü cinayetten ayıran en temel unsurdur. Terörün asıl hedefi toplumun tümü yahut devlettir. Buna karşılık terör eylemini gerçekleştiren kişiler yakalansalar dahi bireysel olarak yargılanmaktadırlar. Örneğin, Lübnan’da gerçekleşen Refik Hariri suikastı ile ilgili Lübnan Özel Mahkemesi’nin açıkladığı kararda bir kişinin sorumlu olduğu belirtilmiştir. Mahkeme elbette ki bu eylemin bir terör eylemi olduğunu kabul etmiştir. Ancak bu eylemden ne Suriye ne de Hizbullah örgütü sorumlu tutulmamıştır. Sadece eylemi gerçekleştiren kişi sorumlu tutulmuştur. Sonuç olarak terör eylemleri için maalesef Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin yetkisi olmadığını söylemek mümkündür. Durum bu olunca devlet dışı aktörlerin saldırı eylemleri çerçevesinde, şuan uluslararası anlamda bir yargılama mekanizması söz konusu değildir. Tabi ki, ad hoc şekilde, Lübnan Özel Mahkemesi gibi mahkemelerin kurulması mümkündür. Keza Lübnan Özel Mahkemesi de özellikle terör eylemlerini yargılamak için kurulmuştur.

 

6) Terörizm kavramı dendiği zaman ortaya konan bir diğer konu ise milli bağımsızlık hareketleridir. Milli bağımsızlık hareketleri özellikle self-determinasyon ilkesi ile ortaya konmaktadır. Ancak bir terör eyleminin varlığını meşru kılmak adına sıklıkla bu ilkenin kullanıldığını da söylemek mümkündür. Uluslararası hukukta terör faaliyetleri ve milli bağımsızlık hareketleri arasında nasıl bir çizgi mevcuttur?

Self-determinasyonun iki boyutu vardır: bunlardan biri bir ülkede yaşayan halkın herhangi bir dış müdahale olmadan istediği yönetimi, rejimi belirlemesi, doğal varlıkları üzerinde mutlak egemenliklerini ifade eder. Bu genel kabul gören bir boyuttur. Diğeri de bir ülkede yaşayan halkın o devletten ayrılarak kendi başına devlet kurmak veya başka bir devletle birleşmek şeklindeki self-determinasyonudur ki bu hukuki olmaktan çok siyasi niteliktedir. BM 2/4 maddesi kapsamında devletlerin toprak bütünlüğü ilkesi kabul edildiği için bir devletten ayrılarak başka devlet oluşturmak veya başka bir devletle birleşmek doğru olmayıp, uluslararası hukuka da uygun değildir. Sömürgecilik anlamında düşündüğümüzde, BM kurulduktan sonra bir Vesayet Konseyi oluşturuldu. Sömürge altındaki devletlerin bağımsızlıklarına kavuşturulması ile ilgili bir konseydi. BM Genel Kurulu kararlarına baktığımızda sömürge altındaki ülkelerin sömürgeci devlerin bir parçası olmadığı yönünde bir yaklaşım mevcuttur. I. Dünya Savaşı’ndan sonra manda ve vekalet yönetim anlayışı ortaya çıktı ve Avrupalı Devletler işgalci görüntüsünü ortadan kaldırmak için kendilerini yönetemeyen devletlerin ülkelerini, kendilerini yönetinceye kadar idare edebileceklerini belirten bir yönetim anlayışını ortaya koydular. Bu da sömürgeciliğin yasal düzeyde yürütülmesinin aracı olarak görüldü. BM’nin kurulmasından sonra sömürge altındaki devletlerin kendi bağımsızlıklarına kavuşabilecekleri yönünde alınan kararlar sayesinde birçok ülke kansız bir şekilde bağımsızlıklarını kazanmıştır. Self-determinasyon kavramı da bununla ilişkilidir. Ancak self-determinasyon kavramı sadece sömürge altındaki devletler ile mi ilişkilidir? BM’nin sömürgeyle ilgili olan ve olmayan uygulamalarında da çelişkiler bulunmaktadır. BM daha önce sömürge altında bulunan Nijerya ve Kongo’nun bağımsızlığını desteklemekle birlikte Biafra’nın Nijerya’dan ve Katanga’nın Kongo’dan ayrılmasına sıcak bakmamış olduğundan bu ayrılma hareketleri başarısız olmuştur. Buna karşın BM, ilgili devletin rızası olmamasına rağmen sömürge altında bulunmayan bazı devletlerin ayrılmalarına itiraz etmemiştir. Örneğin 1971 yılında Bangladeş’in kanlı bir ayaklanma ile Pakistan’dan ayrıldığı görülmektedir. BM’de devletlerin toprak bütünlüğü anlayışı söz konusu olmasına rağmen 1972 yılında Bangladeş BM üyesi olarak kabul edilmiştir. Ancak burada bu gibi ülkelerdeki toplulukların ayaklanarak ülkeden ayrılma durumlarının söz konusu olmaması gerekir. Burada da çelişkiler mevcuttur. Bu bağlamda bakıldığımda eylemin nitelikleri açısından terör eylemleri ile benzerlik gösterdiği durumlar mevcuttur. Ancak self-determinasyon ilkesi çerçevesinde bakıldığında milli bağımsızlık hareketlerinin kanlı bir şekilde gerçekleştirilmesi durumu haklı iken haksız konuma düşme durumunu yaratırken; başvurulan terör eylemlerine yönelik bir meşrulaştırma çabası yaratmaktadır.Dolayısıyla yanlışa karşı yanlış yöntemler kullanmak bir gerekçe oluşturmaz. Mesela bir örgüt bir devlet için terör örgütü iken; diğer bir devlet için özgürlük hareketidir. Çünkü ona özgürlük hareketi diyen devletler onu kullanmaktadırlar, terör eylemlerini görmezden gelmekte ve o örgütlere yasal nitelik kazandırma çabasındadırlar. Kısacası uluslararası anlamda self-determinasyon kavramı ya da terörizm kavramı üzerine devletlerin ortak bir anlayışı söz konusu değildir.

 

7) “Birinin teröristi bir başkasının özgürlük savaşçısıdır” anlayışı için ne düşünüyorsunuz?

1977 tarihli Avrupa Sözleşmesi ve 2000 tarihli New York Sözleşmesi ile değişik BM kararları dikkate alındığında; kim tarafından gerçekleştirilirse gerçekleştirilsin bir eylem terörün belirleyici özelliklerini taşıyorsa, kime yönelik olursa olsun bu eylemin terör eylemi olarak kabul edilmesi gerekir. Eğer devletlerden biri bir örgüte özgürlük savaşçısı, diğeri ona terör örgütü diyorsa burada ciddi bir sorun var demektir.Bu bakımdan genel bir ilkenin varlığından söz etmek mümkün değildir. Bu durum da bize, devletlerin halen uluslararası hukuka riayet etmek istemediklerini gösterir. Bu anlamda uluslararası ilişkilerde halen gücün ve hegemonik ilişkilerin var olduğunu söylemek mümkündür.

 

8) Uluslararası anlamda devletlerin hegemonik bir ilişki yaratmaya çalıştıklarını söylediniz. Devletler sahip oldukları egemenlik haklarını terörle mücadele kapsamında bu hegemonik ilişkiyi oluşturmak adına nasıl kullanmaktadırlar? Egemenlik kavramının bu anlamda belirsiz bir sınırının olduğunu söyleyebilir miyiz?

Egemenlik kavramına genel itibariyle BM anlayışı çerçevesinde baktığımızda; devletlerin kendi sınırları dahilindeki yetkilerini ifade eder. Hukuki anlamda, anayasanın vermiş olduğu yetkiler çerçevesinde, egemenlik devletin sınırları içerisinde her şeyi yapabilme iktidarıdır. Biz buna yani egemenliğin hukuki anlamda ülke sınırları içinde kullanılmasına mülkilik, veya ülkesellik diyoruz. Devletin bu anlamda kendi sınırları içerisinde terörle mücadele etme konusunda bir sorunu yok. Ancak terörün dış bağlantıları mevcuttur. Bu durumlarda devletlerin sınır-aşan, ülke-dışı yetkileri de olabilmektedir. Terörizm ile mücadele kapsamında devletlerin ortak ve işbirliği anlayışı çerçevesinde hareket etmedikleri için devletlerin ülke dışında da hareket edebilme, kendisine yönelen tehditleri veya yöneltilebilecek tehditleri ülke dışında da bertaraf edebilme hakkının olduğu ileri sürülmektedir. Ki bugün ABD özellikle 11 Eylül saldırıları sonrasında dünyanın neresinde olursa olsun kendi devletine yönelik tehditleri bertaraf etme hakkının olduğunu savunmaktadır. Bunu sadece ABD değil, birçok ülke kabul etmektedir. Ancak bu durumda bir devletin, diğer devletin egemenliğine bir tehdit olarak ortaya çıkması durumu söz konusudur. Örneğin; İsrail’in 1981 yılında Irak’ın Osirak Nükleer Reaktörü’nü bombalaması, 1985 yılında Filistin Kurtuluş Örgütü’nün Tunus’taki kamplarını bombalaması, İsrail tarafından, kendisine yönelik tehdit oluşturan saldırı ihtimalini ve terör eylemlerinin yapılmasını engelleme amacıyla yapıldığı ileri sürülmüştür. Ancak İsrail’in saldırıları BM Güvenlik Konseyi kararlarında başka devletlerin egemenlik yetkilerine karşı yapılmış bir ihlal olarak değerlendirilmiştir. Ancak 11 Eylül saldırıları ile birlikte bir devlet ülkesinde saldırı gerçekleştiren devlet dışı terör örgütlerine yönelik meşru müdafaa kapsamında müdahalede bulunmak mümkün hale gelmiştir. Yani devletlerin egemenlik haklarına dokunulmadan ve işbirliği çerçevesinde yapılması mümkündür. Bununla birlikte bir devlete yönelik fiili saldırıya karşı ortaya konan meşru müdafaa hakkı ile ilgili aciliyet, orantısallık ve gereklilik gibi ilkeler uluslararası hukukta mevcuttur. Bu ilkelere uyulmadığı takdirde devletler uluslararası hukuk çerçevesinde sorumlu olmaktadırlar.

 

9) Görüldüğü üzere terörizm küresel bir mücadeleyi gerektirmektedir. Ancak buna rağmen devletlerin terörizm kavramı konusunda uzunca bir süre daha bir görüş birliği sağlayamayacakları da aşikârdır. Sizce uluslararası hukuktaki bu kavram belirsizliği hangi nokta da giderilebilir?

Devletlerin kendi aralarında bu konuda bir iş birliği yapmanın kaçınılmaz olduğu kanaatine vardıkları noktada bu mümkün olabilir. Terörizm sınır aşan boyutta olduğu için her devleti etkilemektedir. Dolayısıyla bir devlete karşı terör eylemlerini destekleyen devletler aynı eylemlere maruz kalmaları kaçınılmaz olmaktadır. Birbirlerine karşı terörizmi bir araç olarak kullanan devletler, istedikleri sonuçlara ulaşamadıkları gibi ekonomik, sosyal ve siyasal olarak ciddi zararlarla karşı karşıya kalmaktadırlar. Çıkarlarının zedelenmesi, terörizmin özellikle uluslararası sistemi daha ciddi boyutlarda etkilemesi gibi durumların varlığı devletleri bunu fark etmeye yönlendirebilmektedir. Devletler terörle mücadele konusunda birbirlerine ihtiyaçları olduğunu anladıkları noktada bu belirsizlik giderilir. Diğer yandan devletler ilkesel davrandıkları takdirde bu mümkün olabilir.

 

 

 

MÜGE ŞAHİNOĞLU

Uluslararası Hukuk Staj Programı

 

 

 

Erkeklik Himayesi Altında Cinsel Şiddet Suçlarında Cezasızlık

Özet

Bu çalışmada hegemonik erkeklik ve işbirlikçi (suç ortağı) erkeklik ile cinsel şiddet suçlarında cezasızlık ilişkisi sorgulanmış ve bunun sonuçları tartışılmıştır. Dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi Türkiye’de de çocuklara, kadınlara ve LGBTQIA+ bireylerine yönelik cinsel şiddet büyük bir sorun teşkil etmektedir. Mağdur suçlayıcı/fail aklayıcı bir sistemde kendilerini neyin beklediğinin bilincinde olan hayatta kalanlar (mağdurlar) olayı her zaman yargıya taşımamaktadırlar. Belli nedenlerle meşru kılınan taciz ve şiddet çoğunlukla görünürlüğünü yitirmektedir. Bu sebeple, yapılan araştırmalardan ve davalardan yola çıkarak cezasızlığın sebepleri ve İstanbul Sözleşmesi’ne yönelik eleştiriler erkeklik tartışmaları ekseninde değerlendirilmiştir. Ayrıyeten cezasızlığın sebepleri ve sonuçları tartışılarak çözüm önerileri sunulmuştur.

Anahtar Kelimeler:  Cinsel şiddet, hayatta kalan, erkeklik, fail, cezasızlık

 

Abstract

In the present study, the relationship between hegemonic masculinity and complicit masculinity with impunity for gender-based violence was questioned and the consequences of that were discussed. As in many parts of the world, sexual violence against women, children and LGBTQIA+ individuals constitute a great problem in Turkey. Most of the time the survivors (victims) do not resort to the jurisdiction since they are aware of what awaits them in a victim blaming/perpetrator defending system. Harassment and violence, legitimized for certain reasons, lose their visibility. For this reason, the causes of impunity and the criticism of the Istanbul Convention have been evaluated in the axis of masculinity discussions based on the researches and the cases. In addition, solutions were offered while the reasons and consequences of impunity were discussed.

Keywords: Gender-based violence, survivor, masculinity, perpetrator, impunity

 

GİRİŞ

Literatürde erkeklik tartışmaları genellikle Raewyn Connell’ın çalışmaları esas alınarak yapılmıştır. Tıpkı Judith Butler’ın evrensel bir kadın temsiline karşı çıktığı gibi Connell tek tip bir erkekliğin söz konusu olmadığını vurgulayarak bu kavramı dört farklı kategoride ele almıştır. Böylelikle Connell’ın gözden kaçırılanlara işaret eden çalışmaları odak haline gelmiştir. Bu çalışmada da çocuklara, kadınlara ve LGBTQIA+ bireylerine yönelik cinsel şiddet suçlarında cezasızlık açıklanırken özellikle hegemonik ve işbirlikçi (suç ortağı) erkeklik kavramlarından yararlanılmıştır. Başta Gizem Çelik ve Mehmet Bozok’un yazıları olmak üzere bu konu etrafında şekillenen makaleler göz önünde bulundurulmuştur.

Cezasızlığın sebeplerini anlamak adına hangi durumlarda ceza verildiğini anlamak gereklidir. Bu bağlamda Türkiye’deki durumu yorumlamak için 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu (TCK) ve 6545 sayılı Kanun ile ona getirilen değişiklikler incelenmiştir.  Toplumsal cinsiyete dayalı şiddet hakkında pek çok uluslararası düzenleme ve standart mevcuttur; en bilinenlerinden birisi İstanbul Sözleşmesidir. İstanbul Sözleşmesi ve onun imzalanmasının ardından kabul edilen 6284 sayılı Kanun (Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun) bu doğrultuda irdelenmiştir. Bu metinlere yönelik birtakım çekinceler ve eleştiriler mevcuttur. Sözleşmenin içeriği açıklanarak sözleşmenin uygulanmama sebepleri patriarki ve eril tahakküm ekseninde aktarılmıştır. Eril düzenin gösterilmesi hususunda Connell’ın erkeklik çalışmalarının yanı sıra pek çok kavramı kendisine borçlu olduğumuz Pierre Bourdieu’nun çalışmalarından faydalanılmıştır. Burada, bu kaynakların ışığında yargıç ve fail arasında görünür bir hal alan işbirlikçi erkekliğe açıklık getirmek üzere Doç. Dr. Eylem Ümit Atılgan’ın bir söyleşisinden yararlanılmıştır. Faillerin dayanakları ise Burçe Bahadır’ın yapımcılığını gerçekleştirdiği belgeseller üzerinden analiz edilmiştir.

Ayrıca hayatta kalanın olayı her zaman yargıya taşımama nedenleri bu incelemeler üzerinden açıklanmıştır. Kadınlara Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddete Karşı Eylem Uzman Grubu (GREVIO) tarafından 2018’de yayınlanan değerlendirme raporu, İstanbul Sözleşmesi’nin uygulanmasındaki eksiklikleri ve buna getirilen önerileri görmek adına mercek altına alınmıştır. Yapılan araştırmalardan ve davalardan yola çıkarak cezasızlığın sebepleri ve İstanbul Sözleşmesi’ne yönelik eleştiriler erkeklik tartışmaları ekseninde değerlendirilmiştir. Ancak bu konudaki davalar pek erişilebilir durumda olmadığı için literatür taraması kısıtlı kalmıştır. Yine de Candan Dumrul ve Huriye Karabacak Danacı tarafından yazılan ‘’Kadın ve Kız Çocuklarına Karşı İşlenen Cinsel Şiddet Suçlarında Cezasızlık Sorunu Raporu’’ bazı dava sonuçları üzerinden ceza ve cezasızlığı okumak konusunda yardımcı olmuştur.

Birçok kavramın açıklandığı bu yazıda esas amaç cezasızlığın sebeplerini ve sonuçlarını erkeklik üzerinden tartışmaktır. ‘’Şiddet mi arttı yoksa görünürlüğü mü?’’ sorusuna yanıt ararken haberler ve davalar dışında anıt sayaç verileri de taranmıştır. Eril tahakkümün içselleştirilmesinden ötürü ortaya çıkan sorunlar ele alınarak çözüm önerileri sunulmuştur.

 

1. Cinsel Şiddet

Toplumsal cinsiyet eşitsizliğinden kaynaklanan cinsel şiddet kavramı tartışmaya açık bir kavramdır. Cinsel şiddet çeşitli uluslararası metinlerde farklı yorumlanmakta ve kapsamı değişmektedir. 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun altıncı bölümünde ‘’Cinsel Dokunulmazlığa Karşı Suçlar’’; cinsel saldırı (102. Madde), çocukların cinsel istismarı (103. Madde), reşit olmayanla cinsel ilişki (104. Madde) ve cinsel taciz (105. Madde) olmak üzere dört kategoride düzenlenmiştir: Ancak bunların kapsamına baktığımızda eleştirilere sebep olan pek çok eksiklik göze çarpmaktadır. Cezasız bırakılan, indirim uygulanan ya da hukuki yaptırımdan uzak olan konular İstanbul Sözleşmesi’nin içeriği tartışılırken ele alınacaktır. Burada bakılması gereken rızanın varlığıdır çünkü cinselliğe yönelik rıza dışı her eylem (uygulanan, teşebbüs edilen ve tehdit içeren) cinsel şiddet suçunu oluşturmaktadır. Görüldüğü üzere eylemin gerçekleşmemiş olması bunun cinsel şiddet olduğu gerçeğini değiştirmemektedir. Kimi zaman ise bu suç rıza inşası yoluyla işlenmektedir. Fail ve hayatta kalan (mağdur) cinsel şiddet denildiğinde akla gelen ilk kavramlardandır. Aidiyetlerinden ve kimliklerinden bağımsız olmak üzere herkes cinsel şiddete maruz kalabilmektedir. Cinsel şiddet faili, hayatta kalanın/mağdurun tanıdığı ya da tanımadığı biri olabilmektedir. Bütün bunlar cezasızlığın sebepleri açıklanırken ve Türkiye’deki yargı sistemi erkeklik üzerinden eleştirilirken tekrar gündeme getirilecektir.

 

2. Erkeklik Tartışmaları ve Erkekliğin İnşası

Hegemonik erkeklik ilk olarak 1985’te Carrigan, Connell ve Lee tarafından ‘Toward a New Sociology of Masculinity’ (Yeni Bir Erkeklik Sosyolojisine Doğru) isimli makalelerinde tanımlanmıştır (Bozok, 2009: 438). Aslında bu kavram Gramsci’nin sınıflar arasındaki ilişkileri incelerken kullandığı hegemonyaya dayanmaktadır (Canatan & Sığın, 2018: 449). Rıza kavramının büyük yer kapladığı – bir grup insanın diğerlerine uyguladığı – hegemonya, dayattığı iktidarından çıkar elde ederken kendini görünmez kılmaktadır. Literatürde bu konudaki çalışmaları esas alınan Connell, iktidar ilişkilerine dayanan hiyerarşik bir toplumsal cinsiyet düzeni olduğunu ileri sürmektedir. Eril tahakkümün sadece kadınlar üzerinden sürdürülmediğini ve tek tip erkeklik algısına karşı çıkan Connell erkekliği; hegemonik erkeklik, işbirlikçi erkeklik (suç ortağı), madun erkeklik ve marjinal erkeklik olmak üzere dört farklı kategoriye ayırmıştır. Ona göre daha fazla erkek olabilmek, dışlanmamak ve onay almak adına erkekler kendi aralarında da bir iktidar savaşı vermektedirler. Bourdieu, cinsel farkın eril tahakküm altında inşa edildiğini ve sembolik şiddetin ise eril tahakkümün inşasında önemli bir aygıt olduğunu dile getirmektedir.  Eril tahakkümü kendisini bedenler üzerinden meşrulaştıran ve doğallaştıran bir ataerkil iktidar olarak tanımlamaktadır. Bu yüzden, kadınlığa ve erkekliğe ait görülen toplumsal rollerin inşa edildiğini söylerken erkekliği daha çok bir görev olarak tanımlamıştır (Bourdieu, 2018: 69).

Toplumda erkekliğin inşası ve kadının konumlandırılışı ideal erkeklik olarak görülen hegemonik erkeklik üzerinden gerçekleştirilmektedir. Devlet, patriarkayı güçlendirmeye ve sürdürmeye yönelik politikaları farklı şekillerde uygulaması açısından burada etkin rol oynamaktadır. Erkekliğin temellerinin ailede ve okulda atıldığını söylemek mümkündür. Toplumun en küçük birimi olarak görülen ve ülkemizde merkeze alınan aile dayatılan toplumsal cinsiyet rollerinin kaynağıdır. Okullarda ise erkek öğretmenler ya da eril tahakkümü içselleştiren kadın öğretmenler tarafından verilen eğitim bu rolleri pekiştirmektedir. Cinsiyetçilik, homofobiklik, ırkçılık ve militarizmin özenle işlendiği ders kitapları öğrencilere nasıl olmaları/davranmaları gerektiğini öğütlemektedir. Türk Dil Kurumu (TDK) tarafından olumlu kelimelerin erkekler, olumsuz kelimelerin ise kadınlar üzerinden tanımlandığı görülmektedir. Diziler, filmler, şarkılar ve medya aracılığıyla ikili cinsiyet rejimine uygun bireyler yaratılmaya çalışılmaktadır. Kadınlar, annelik ve namuslu kız evlat/kardeş olma üzerinden kutsandığı için ideal kadınlığın dışında kalanlar aşağılanmakta, özellikle cinsel şiddete uğradıklarında ekstra suçlamalarla karşılaşmaktadırlar. Kız isteme töreniyle hakları babasından kocasına devredilen kadına atanan yeni görev namuslu cefakâr eş ve orduya asker üreten fedakâr anne olmaktır. Yani kadının mesul olduğu erkek sayısı evlilikle birlikte artmaktadır. Buna ek olarak kadından, kız çocuklarını sisteme uygun yetiştirmesi beklenmektedir.  Böylelikle kadın, yalnızca erkekler tarafından uygun görülen sınırlar içerisinde yaşarsa kabul göreceğinin ancak bunun kendisini cinsel şiddete uğramaktan korumayacağının farkına varmaktadır.

Peki, kadınlığın üzerinden konumlandırıldığı erkeklik kendiliğinden mi ortaya çıkmaktadır? Şahinde Yavuz erkekliği doğumsal bir olgu olmaktan çok sünnet, askerlik, iş bulma ve evlilik gibi toplumsal süreçlerle kazanılan/inşa edilen bir kimlik olarak nitelendirmektedir (Yavuz, 2014: 110). Erkeklik, sünnet düğünü ve asker uğurlama merasimi gibi ritüellerle kitleler tarafından kutlanmakta ve desteklenmektedir. Bu sıralamayla erkeklerden adım adım inşa etmeleri beklenen erkekliği besleyen ögeler mevcuttur. Örneğin milli olmak olarak tabir edilen ilk cinsel ilişki erkekliğin ispatı için elzemdir. Bir kadın aynısını yaptığında türlü hakarete maruz kalırken erkek heteroseksüelliğini yani erkekliğini kanıtladığından ötürü övgüye mazhar olmaktadır. Aldatmak erkeğin elinin kiri olarak görülürken aldatan kadınlar canice katledilmektedir. Şüphesiz çocuk sahibi olmak erkekliği pekiştiren unsurlardandır ancak ‘erkek adamın erkek çocuğu olur’ anlayışından mütevellit soylarını devam ettirecek bir erkek çocuğa sahip olana dek erkeklerin erkeklikleri noksan kalacaktır. ‘’Erkeklik en çok erkeği ezer.’’ diyen Tayfun Atay belki de haklıdır (Atay, 2004, 11). Çünkü bu süreçlerden birini bile yerine getir(e)meyen erkekler eksik, çürük, kusurlu, yetersiz ve/veya iktidarsız görülmektedir. Arka plana itilen marjinal erkeklik, hegemonik erkeklik ve işbirlikçi erkekliğe göre dezavantajlı konumdayken madun erkeklik kategorisindeki bireyler zaten erkek olarak görülmemektedir.  Bu grupların dışında kalan kitle ise hegemonik erkekliğe ulaşmak için sürekli rekabet halindedir ve ona ulaştıktan sonra dahi konumlarını muhafaza etmek amacıyla birbirlerini ezmeye devam etmektedirler.

Hegemonik erkekliğin ideal erkeklik olarak görüldüğü sistemde suç ortağı erkeklik en az onun kadar tehlikelidir. İşbirlikçi erkek, hegemonik erkek olamamanın noksanlığını hissetmesine karşın ona evrilme hayaliyle yaşarken onu desteklemekte ve yaptıklarına seyirci kalmaktadır. Hegemonik erkeklik ve suç ortağı erkekliğin en büyük tezahürlerinden birisi yargıç ve fail arasındaki ilişkidir.  Hegemonik erkek yani fail olamayan hâkim, cezasızlık ya da indirim yoluyla suç ortağı erkek rolünü layıkıyla yerine getirmektedir. Nitekim 1978’den 2015’e kadar haksız tahrik indirimi verilen davaları incelediğini dile getiren Doç. Dr. Eylem Ümit Atılgan, haksız tahrik indiriminin bir erkeklik indirimi olduğunu vurgulamaktadır (Bianet, 2019).  Ellerini kana bulamayan hâkimlerin ve savcıların, bu eylemleri fiile döken erkekleri ödüllendirmekteki niyetleri patriarkayı güçlendirmek ve sürdürmektir. Yakalansalar bile yargıda serbest bırakılan faillere uygulanan cezasızlığın sebepleri daha sonra açıklanacaktır.

 

3. Cezayı Etkileyen Faktörler

Hangi durumların suç teşkil ettiğini ve nelerin cezayı arttırdığını anlamak için 5237 sayılı TCK’nın altıncı bölümünde düzenlenmiş olan ‘’Cinsel Dokunulmazlığa Karşı Suçlar’’ kısmına ve buna 6545 sayılı Kanun ile getirilen değişikliklere bakmak gerekmektedir. 5237 sayılı TCK’da cinsel saldırı suçunda cezayı arttıran nitelikli unsurlar ve cinsel saldırı suçunu netice sebebiyle ağırlaştıran haller söz konusudur.  Cinsel saldırı suçunu ağırlaştırıcı unsurlar mağdurun beden veya ruh bakımından kendisini savunamayacak durumda olması; kamu görevinin veya hizmet ilişkisinin sağladığı nüfuzun kötüye kullanılması; kan veya kayın hısımlığı ilişkisinin bulunması ve de silah kullanılması veya faillerin birden fazla olması şeklindedir. Cinsel saldırı suçunu netice sebebiyle arttıran haller ise mağdurun beden ve ruh sağlığının bozulması ve mağdurun bitkisel hayata girmesi veya ölmesi şeklindedir. 6545 sayılı Kanun ile yapılan değişikliklerle, cinsel saldırı suçunu arttıran nitelikli unsurların kapsamı genişletilmiş ancak cinsel saldırı suçunu netice sebebiyle ağırlaştıran hallerin kapsamı daraltılmıştır. Cinsel saldırı suçunu ağırlaştırıcı nedenler bölümünde 102/3-b’ye vesayet ilişkisinin sağladığı nüfuzun kötüye kullanılması; 102/3-c’ye üvey baba, üvey ana, üvey kardeşi, evlat edinen veya evlatlık tarafından işlenmesi ve 102/3-e’ye insanların toplu olarak bir arada yaşama zorunluluğunda bulunduğu ortamların sağladığı kolaylıktan faydalanmak suretiyle ibareleri eklenmiştir. Önceden hem cinsel saldırı hem de çocukların cinsel istismarı kısımlarında geçen mağdurun beden ve ruh sağlığının bozulması ibaresi cinsel saldırı suçunu netice sebebiyle ağırlaştıran hallerden çıkartılmıştır. Bu şekilde mağdurun lehine olabilecek bir hususa daha failin elini güçlendirmek adına el koyulmuştur. Cinsel şiddet suçlarında delil göstermek oldukça zorken ruh sağlığı değerlendirilmesinin yok sayılması cezasızlığa giden yolu açmaktadır.

 

4. Cezasızlığın Temelleri ve Sebepleri

Cezasızlık ve indirim ülkemizdeki temel problemlerden birisidir. Kadınlara yöneltilen suçlamalar neticesinde haksız tahrik indirimiyle sonuçlanan davalara baktığımızda aslında kadınların hukuka aykırı eylemler gerçekleştirmediklerini görmekteyiz. Bunlar sadece ataerkil yapıya ve eril tahakküme ters düştüğü varsayılan eylemlerdir. Avukat Selin Nakıpoğlu Akın’ın aktardığına göre; ‘’ikram ettiğim meyve suyunu içmedi, cilveli saat sordu, tayt/kot pantolon giydi, göbeğine piercing taktı, cinsel ilişkiye girmek istemeyip yataktan itti’’ şeklinde savunma yapan erkekler cinayet davalarında ağır haksız tahrik indirimi almaktadırlar (Bianet, 2009). Ayrıca eşini cinsel içerikli bir filmdeki kadına benzettiği, erkekliğinin sorgulandığı, kendisine küfür edildiği veya eşinin çok gezip eve geç geldiği iddialarında bulunan faillerin de haksız tahrik indiriminden yararlandıkları görülmektedir (Sosyal Feminist Kolektif, 2011). Failler, eşcinsel ilişki teklif etti/trans çıktı diyerek yine bu indiriminden yararlanmaktadırlar. Aslında bu cinayetlerde – Kimberlé Williams Crenshaw’ın geliştirdiği bir teori olan – kesişimsellikten dolayı gözden kaçan transfobi gizlidir. Eril hukuk kültürü, ikili cinsiyet rejimine aykırı bireyleri cezalandırırken onların faillerini indirimle ödüllendirmektedir.

Erkekler bu cinayetleri kaç yıl ceza alacaklarını araştırarak yani diğer erkeklerden akıl alarak işlemektedirler. Üstelik bunlar kapalı kapılar ardında değil sokaklarda, kahvehanelerde hatta camilerde konuşulmaktadır. Kendi eşine şiddet uygulamayan erkekler bile cinayet işlemeyi kafasına koyan erkekleri azmettirmektedirler. Mağduru hastaneye götürürse, teslim olursa, pişmanım derse, aldatıldığını söylerse, namus cinayeti süsü verirse, takım elbise giyerse vs. indirim alacağını bilen erkekler başka nedenlerden işledikleri cinayetler için de aynı savunmaları yapmaktadırlar. Burçe Bahadır’ın yapımcılığını üstlendiği ‘’Ölmekten Yorulmuşuz’’ adlı belgeselden yola çıkarak pek çok soru sormak mümkündür[1]. İki kadını öldürüp birini yaralayan (ki hapse girmeden onu da öldürme niyetinde olduğunu söyleyen) erkeğe 14,5 yıldan az ceza verilirken; kendisini her gün döven (hatta bıçaklayan) eşini öldüren kadın neden 24 yıl hüküm giymektedir? Eşlerini öldürdükleri için pişman olmadıklarını belirten erkekler açık cezaevinde kalırken eşlerini öldürdükleri için pişman olduklarını söyleyen kadınlar neden kapalı cezaevinde kalmaktadırlar? Failler sadece cinayet teşebbüsleri mağdurların ölümüyle sonuçlanmamışsa veya tasavvur ettiklerinden fazla ceza almışlarsa pişman olmaktadırlar. Kadınların eşlerini öldürme sebepleri öz savunmayken, erkeklerin eşlerini öldürme sebepleri kadınların boşanmak istemeleri yani erkeklerce haksız tahrik indirimi almak için üretilen bahanelerdir. Bir taraf sadece kendisini korumaya çalışırken diğer taraf planlı şekilde bu eylemi gerçekleştirmektedir. Bunlara rağmen erkekleri ve kadınları yargı önünde eşitsiz kılan şey nedir?

Eğer mağdurun faille bir tanışıklığı varsa rızası vardır anlayışı ortaya çıkmaktadır. Bu sebeple evlilik/ilişki içi tecavüzler tecavüz olarak görülmemektedir. Çocukların, kadınların ve LGBTQIA+ bireylerinin erkeklerin malı olarak görüldüğü bu coğrafyada bunun görmezden geliniyor olması şaşırtıcı değildir. Artık kendilerini müdafaa edecek durumda dahi olmayan mağdurlar hem failler hem de hâkimler tarafından suçlanmakta, böylelikle cinsel şiddet suçları erkeklik kisvesi adı altında meşrulaştırılmaktadır. Burada faillerin amacı daha az ceza almak iken hâkimlerin amacı bir baskı aracı olan şiddetin kadınlar ve yeterince erkek görülmeyen bireyler üzerinden sürdürülmesidir.

Diğer pek çok suça göre failin daha avantajlı bir konumda olduğu cinsel şiddet suçlarının toplumsal cinsiyet eşitsizliğinden kaynaklandığını söylemiştik. Faile koşulsuz şartsız inanmak, mağdur suçlamak ve mağdurun beyanını zayıflatmak suretiyle buradaki eşitsizlik derinleştirilmektedir. Delil göstermeye zorlanan hayatta kalanlar psikolojik olarak yıpratılmaktadır. Örneğin çoğu bireyin tecavüze uğradıktan sonra yıkanma ihtiyacı duyduğu bilinmektedir. Belki bedenini temizleme yoluyla yaşadığı travmadan arınmaya çalışmaktadır. Ancak olayın psikolojik boyutu dikkate alınmamakta ve hayatta kalanların anında bildirimde bulunmaları beklemektedir. Delil gösterilse dahi mağdurun beyanı – içi rıza kavramıyla boşaltılarak – zayıflatılmaktadır. Rıza, eril hukuk kültürünün mağdur suçlamak amacıyla sık sık başvurduğu bir kavramdır. Ortada bir cinsel şiddet suçu olmadığını öne süren eril bakış açısı hayatta kalanın iftira suçu işlediğini öne sürerek onu fail haline getirmektedir. Burada dikkat çeken bir diğer unsur, ceza verilmesi gerektiği hatta bu cezanın ağırlaştırılması için gerekli sebep ve sonuçların oluştuğu durumlarda dahi cezasızlığın hüküm sürmesidir. Avukat Candan Dumrul ve Avukat Huriye Karabacak’ın ‘’Kadın ve Kız Çocuklarına Karşı İşlenen Cinsel Şiddet Suçlarında Cezasızlık Sorunu Raporu’’ adlı çalışmaları bunu görmemiz açısından yararlıdır. 10 cinsel şiddet davasını inceledikleri çalışmada dosyaların neredeyse tamamında ya suçun nitelikli ya da daha ağır cezayı gerektiren hallerinin mevcut olduğu (hatta bir dosyada 3, üç dosyada 2 durum birden) halde sadece ikisinde faillere ceza verildiği belirtilmiştir (Dumrul & Karabacak, 2015: 285).

Gerek bu çalışmadaki davaların gerekse medyaya yansıyan davaların cezasızlıkla sonuçlanmasına sebep olan olaylar silsilesini tartışmak yerinde olacaktır[2]. Öncelikle işbirlikçi erkekliği yerine getirenlerin sadece yargılanma aşamasında karşımıza çıkan hâkimler olmadığını görmekteyiz. Soruşturma sürecinde yer alan polis memurları ve savcılar da nihai cezasızlığa katkıda bulunmaktadırlar. İfadeleri çoğu zaman erkek polisler ve/veya savcılar tarafından alınan mağdurlar genellikle yalnızca polislerle muhatap olmakta, savcıyla görüşememektedirler. İfadeler ve/veya duruşmalar sırasında ses ve görüntü kaydı yapılmamaktadır. Mağdurların geç şikâyette bulunmaları beraat gerekçesi ve faille aynı ortamda kalmaya devam etmeleri ya da ses çıkartmamaları rıza göstergesi olarak görülmektedir. Davalarda genelde fiziksel delillerle ilgilenilip ruh sağlığı görmezden gelinmekte ve psikolog/pedagog desteği verilmemektedir. Mağdurların delil bildirmeleri ve onların lehlerine deliller toplanması engellenmektedir. Bilgileri ifşa edilen mağdurların beyanları, bilgileri gizli tutulan faillerle ilişkilerinin sorgulanması üzerinden zayıflatılmaktadır. Faillerinin önünde ifade vermek zorunda bırakılan mağdurlara genelde uzlaşma teklif edilmektedir. Oluşabilecek riskler değerlendirilmemekte ve bunlara yönelik tedbirler alınmamaktadır. Mağdurlar faillerinin durumlarından (tutuklu olup olmamalarından) haberdar edilmemektedir. Sürecin başından sonuna kadar polisler, savcılar ve hâkimler çeşitli yollarla faillere destek olmaktadırlar. Hakları hatırlatılan ve ifadeleri özenle düzenlenen failler, hegemonik erkekliği gerçekleştirdikleri için cezasızlıkla ödüllendirilmektedirler.

 

5. Cezasızlığın Sonuçları ve İstanbul Sözleşmesi

Cezasızlık ve indirimin çok ciddi sonuçları vardır. Ne kadar ceza alacağının farkında olan erkekler için yargının işbirlikçi erkeklik performansı azmettirici özelliktedir. İstanbul Sözleşmesi’nin ve onun imzalanmasının ardından kabul edilen 6284 sayılı Kanun’un uygulanmaması cinsel şiddete davetiye çıkartmaktadır. 6284 sayılı Kanun aslında 4320 sayılı Kanun (Ailenin Korunması Hakkında Kanun) yetersiz görüldüğü için eksiklikleri gidermek amacıyla çıkartılmıştır. Kadınlara yönelik şiddet ve ev içi şiddetin önlenmesi ve bunlarla mücadeleye dair Avrupa Konseyi’ne ait bu sözleşmeyle cinsel şiddete tolerans gösterilmesini önlemek amaçlanmaktadır. Bu yüzden devletlerden/taraflardan cinsel şiddeti önleme, hayatta kalanları koruma ve failleri yargılama hususunda belirli politikaları uygulamaları beklenmektedir. Cinsel taciz; ev içi şiddet (cinsel, ekonomik, fiziksel veya psikolojik); kürtaja ve/veya kısırlaştırmaya zorlama; kadınların sünnet edilmesi; taciz amaçlı takip; tecavüz dâhil cinsel şiddet ve zorla evlendirme sözleşme kapsamındaki suçları oluşturmaktadır. Esas amacı bireyler arasındaki eşitsizliğin giderilmesi ve daha güvenli bir yaşam alanının yaratılması olan bu sözleşme; erkekler, muhafazakâr kesim ve eril tahakkümü içselleştiren kadınlar tarafından eleştirilmektedir.

Sözleşme eşcinselliğe özendirdiği, cinsiyetsizleştirme amacı güttüğü, aile kurumunu tehdit ettiği ve kadının beyanını esas aldığı öne sürülerek eleştirilmektedir. Hâlbuki sözleşmede bu tarz ibareler bulunmamaktadır. Cinsiyetsizleştirme ve eşcinselliğe özendirme olarak görülen kısımda sadece mağdurların aidiyetlerinden ve kimliklerinden dolayı ayrımcılığa uğramadan korunmaları amaçlanmaktadır (4/3). Cinsel şiddete taviz verilmeden gerekenin yapılmasının istenmesiyse aile kurumunu yıkacak bir unsur olarak değerlendirilmektedir. Erkeklere iftira atılacağı çekincesiyle karşı çıkılan ‘’Kadının beyanı esastır.’’ olarak algılanan bölüm 6284 sayılı Kanun’da yer almaktadır ve kadının değil ‘’Mağdurun beyanı esastır.’’ şeklindedir. Tabi mağdurun erkek olamayacağı varsayımında bulunanların bu yargıya varması anlaşılırdır. Ayrıca büyük bir kitle sözleşmenin imzalanmasından sonra cinsel şiddet olaylarının arttığını yani sözleşmenin bir işe yaramadığını hatta işleri daha kötü bir hale getirdiğini savunmaktadır. Bu durum da akıllara ‘’Cinsel şiddet mi arttı yoksa görünürlüğü mü?’’ sorusunu getirmektedir. Ne yazık ki bu soruyu cevaplamak çok zordur çünkü her cinsel şiddet olayı bildirilmemektedir. Ancak uygulanmayan bir sözleşmenin varlığının cinsel şiddeti arttırdığını iddia etmek kötü niyetli bir yaklaşımdır. Bildirilen cinsel şiddet olaylarının artması mümkün olabileceği gibi sözleşmenin uygulanmamasından kaynaklı olarak cinsel şiddet artışı da söz konusu olabilir. İstanbul Sözleşmesi ve 6284 sayılı Kanun’un uygulanmaması hatta 5237 sayılı TCK’ya göre ceza verilmesi gereken durumlarda bile ceza verilmemesi azmettirici olabilmektedir. Sözleşmenin devletlerce uygulanmasını izlemekle yükümlü organı olan Kadınlara Yönelik Şiddetle ve Aile İçi Şiddetle Mücadele Konusunda Uzmanlar Grubu (GREVIO) 2018’de Türkiye değerlendirme raporunu yayınlamıştır. Böylece İstanbul Sözleşmesi’nin uygulanmaktan ne kadar uzak olduğunu gözler önüne sererek çeşitli öneriler sunmuşlardır. Bu verilere göre eleştirdiklerimize ek olarak özellikle mülteci kadınlara yönelik cinsel şiddetin görmezden gelindiği ve kayıt altına alınmadığı belirtilmiştir.

Evlilikleri bitiren kanunlar ve sözleşmeler değil maruz kalınan cinsel şiddettir. Şikâyet ettiğinde koruma altına alınacağına aile kurumunun korunması için uzlaştırma amacıyla failine teslim edilen mağdur ölüme terk edilmektedir. Kadın, koruma altına alındığında bile güvende değildir çünkü fail devletin kendisine vermiş olduğu çocuklarını görme hakkını eşini/eski eşini öldürmek için kullanmaktadır. Mağdurların sadece sokaklarda cinsel şiddete uğramadıkları aşikârdır çünkü cinsel şiddetin en büyük örnekleri ev içinde yaşanmaktadır. Özellikle pandemi dönemiyle birlikte failleriyle eve kapanmak zorunda kalan mağdurlar için hiçbir şey yapılmamaktadır. İçerisinde bulunduğumuz yılda şimdiye kadar 11 kadın katledilmiştir[3]. Şikâyette bulunulduğunda fail eğer mağdurun tanıdığı biriyse çoğunlukla müdahale edilmemektedir. Uzaklaştırma kararı verilse de buna uyulup uyulmadığı kontrole tabi değildir. İstanbul Sözleşmesi’nin yer verdiği ısrarlı takip meselesi Türkiye’de göz ardı edilmekte ve zararlı bulunmamaktadır. Lakin defalarca ısrarlı takip bildiren kadınlar bu kayıtsızlık yüzünden mağdurlara dönüşmeye mahkûm olmuşlardır. Kadınlar, tecavüzcüleriyle namus temizleme adı altında evlendirilmektedirler. Evlilik/ilişki içi tecavüzü yok sayarak kesin bir rıza varlığı varsayımıyla hareket eden ve eril şiddeti meşru kılmaya çalışan sistem, reşit olmayan akranların rıza dâhilinde gerçekleştirdikleri cinsel ilişkiyi ise suç saymaktadır. Rızayı zorla inşa etmeye çalışan eril hukuk kültürü buradaysa gerçek bir rızanın varlığını görmezden gelmektedir. Hayatta kalanlar; neden hemen ihbar etmedin, neden öyle giyindin, neden oraya gittin, o kişiyi nereden tanıyordun sorularıyla suçlanmaktadır. Mağdur, faili tanıyorsa neden düzgün birini bulamadığı ve/veya neden yaşanacakları önceden hesap edemediği sorgulanmaktadır. Öyleyse bu mağdur suçlayıcı sistem, failin mağdurun oğlu olduğu durumlarda farklı suçlamalara başvuracaktır. Polis memurları, savcılar ve hâkimler bu suçlamaları bir kenara bırakıp çocukları, kadınları ve LGBTQIA+ bireylerini korumalıdır.

İşbirlikçi erkekliğin bir sonucu olarak karşımıza çıkan cezasızlık bireylerin yargıya olan inancını azaltmaktadır. Hayatta kalan için, suçu bildirdiğinde kendisini suçlayacaklarını ve fail(ler)ini aklayacaklarını bildiği işbirlikçi erkeklerden yardım istemek zordur. Bu yüzden, hayatta kalan çoğu zaman fail(ler)ini şikâyet etmemektedir. Hukuka güvenin azalması ise bir ifşa kültürünün doğmasına sebebiyet vermiştir. Onarıcı adalet olarak görülen ifşa aslında mahkeme salonlarında bulunamadığımız bir adalet arayışıdır. Bu sefer de mağdur faili linç etmekle suçlanmakta ve olayı neden yargıya taşımadığını sorulmaktadır. Aslında bu sorunun cevabı ortadadır. Zaten zamanında yaşadığı korku sebebiyle susmuş olan hayatta kalan, şikâyet ederse adaletin yerini bulmayacağını bildiğinden ya da şikâyet ettiği halde faili cezasız kaldığından bu yola başvurmuştur. İfşa ile linç birbirine karıştırılmaması gereken farklı kavramlardır. İfşa etmekteki amaç faili düşündürtmek ve uyguladığı cinsel şiddetle yüzleşmesini sağlamaktır. Cezasız kalan faillerin en azından toplumsal bir yaptırıma uğraması gerekirken toplumun çoğu tarafından bağra basılmaktadırlar. Erkekler, işbirlikçi erkeklerin bir teşekkür babında kendilerine vereceği cezasızlıktan emin oldukları için faile dönüşmektedirler. Kısacası cezasızlık, cinsel şiddet suçlarının artmasına sebebiyet veren azmettirici bir rol üstlenmektedir.

 

6. Cinsel Şiddeti Önlemek İçin Yapılabilecekler

Cinsel şiddetle ve cezasızlıkla mücadele etmemiz gerekmektedir. Şüphesiz ilk yapılması gereken İstanbul Sözleşmesi’nin uygulanmasıdır. Bununla birlikte hem kesişimsellikten dolayı gözden kaçan unsurlar gün yüzüne çıkacak hem de erkekler toplumsal cinsiyet konusunda eğitilecektir. Toplumsal cinsiyet konusunun müfredata sokulması mücadeleye katkı sağlayacaktır. Aile içerisinde yoğun dayatmaya uğrayan çocuklar belki böylelikle ikili cinsiyet rejimine ve ondan doğan eşitsizliklere ses çıkarabilecektir. Bunun sayesinde toksik erkeklikle mücadele edilecek ve kadınların eril tahakkümü içselleştirmeleri önlenecektir. Koruma kararı bulunan mağdurlara gerekli ekonomik destek sağlanmalı ve sığınabilecekleri kurumlar daha güvenli hale getirilmelidir. Ayrıyeten kadınların ve LGBTQIA+ bireylerinin siyasal katılımını arttırmak gerekmektedir. Kadına/LGBTQIA+ bireylerine ait olan sorunlar parlamentoda erkekler tarafından tartışılmakta ve erkek temsiliyle yasalar çıkarılmaktadır. Bünyesinde pek çok cinsiyetçi kelime bulunan ve olumsuzlukları kadınlar üzerinden tanımlayan TDK cinsiyet nötr tanımlamalar tercih etmelidir. Tutuklu ve tutuksuz yargılanan tüm faillere psikolojik danışmanlık sağlanmalı ve bu insanlar eğitilmelidir. Çünkü failler yaptıklarından pişman olmamakta ve aynı zihniyetsizliği öfkeleriyle beslemektedirler. Eğer İstanbul Sözleşmesi uygulanırsa cinsel şiddeti önleme, mağdurları koruma ve faillerin yargılanması aşamasında büyük yol kat edilecektir. Ayrıca sözleşme doğrultusunda 5237 sayılı TCK’da suç olarak değerlendirilmeyen durumlar da cezaya tabi tutulacağından ve hüküm süren cezasızlık ortadan kalkacağından caydırıcılık denkleme girecektir. Bu şekilde tek korkuları daha fazla ceza almak olan erkeklerin faillere dönüşmeleri engellenebilecektir. Bütün şartlar sağlanana kadar da ifşa kültürü devam ettirilerek hegemonik erkeklik ve işbirlikçi erkeklik huzursuz edilmelidir.

 

SONUÇ

Çocuklara, kadınlara ve LGBTQIA+ bireylerine yönelik cinsel şiddet meselesi epey tartışmalıdır. Türkiye’de cinsel şiddete maruz kalan bireylerin sayısı azımsanacak gibi değildir. Uluslararası baskılar sonucu son zamanlarda bu konuda harekete geçilmeye başlanmıştır. Böylece İstanbul Sözleşmesi imzalanmış ve sonrasında 6284 sayılı Kanun çıkartılmıştır. İstanbul Sözleşmesi’ne göre içerik olarak zayıf kalan 6284 sayılı Kanun, 4320 sayılı Kanun’un eksiklerini giderip birçok yenilik getirmiştir. Ancak hem İstanbul Sözleşmesi hem de 6284 sayılı Kanun uygulanmaktan çok uzaktır. Sayısız çekince ve eleştiri yöneltilerek sözleşme hedef haline getirilmektedir. İktidar alanını korumak isteyenlerin, kapsamı geniş ve eşitlik savunucusu bir sözleşmeyi uygulamak istemediği ortadadır. Bunun sonucunda ise cezasızlık sorunu karşımıza çıkmaktadır.

Büyük bir erkeklik savunusu neticesinde failleri haksız tahrik indirimiyle ödüllendiren hâkimler cinsel şiddeti meşrulaştırmaktadırlar. Kısacası hegemonik erkeklikten doğan cinsel şiddet, suç ortağı erkekliğin himayesi altında bir minnet göstergesi olan cezasızlıkla sonuçlanmaktadır. Yani işbirlikçi erkeklik, hegemonik erkekliği besleyen pratikleri kendi çıkarları doğrultusunda üretmektedir bu yüzden Connell’ın söylediği gibi suç ortağı erkek konumundaki bireylerin muhalif erkeklere dönüşmesi neredeyse imkânsızdır. Faili ceza almayan mağdur kendisini suçlu çıktığı bir döngü içerisinde bulduğu için çoğunlukla şikâyette bulunmamaktadır. Cinsel şiddete seyirci kalınması ise bu suçların işlenmesine azmettirmekte ve artışına sebep olmaktadır. Burada yapılması gereken acilen İstanbul Sözleşmesi’nin uygulanmasını sağlamaktır. İç hukukta yer verilmeyen, ceza verilmesi öngörülmeyen veya cezasızlıkla sonuçlanan durumlar sözleşmede kapsamlı şekilde ele alındığı için artık bu eylemlerin cezasız kalması söz konusu olmayacaktır. Böylelikle azmettirmenin yerini caydırıcılığa bırakmasıyla cinsel şiddetin önlenmesi mümkün hale gelecektir.

 

 

RABİA SAKARYA

Toplumsal Cinsiyet Staj Programı

 

Dipnotlar:

[1] Bahsi geçen belgesele ‘’https://www.youtube.com/watch?v=U9GW-cRs1tY’’ adresinden ulaşabilirsiniz.

[2] Üzerinden çıkarımlar yaptığım dava incelemesinin aslına buradan erişebilirsiniz.

http://www.ihop.org.tr/wp-content/uploads/2015/06/CinselSiddetSuclarindaCezas%C4%B1zl%C4%B1k.pdf

[3] http://anitsayac.com/?year=2021

 

 

BİBLİYOGRAFYA

1Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair 6284 Sayılı Kanun. (2012, 8 Mart). Resmi Gazete (Sayı: 28239). Erişim adresi:

https://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2012/03/20120320-16.htm

2Atay, T. (2004). Erkeklik En Çok Erkeği Ezer. Toplum ve Bilim. 101. 11-30.

3Bianet. (2019). Haksız Tahrik İndirimi Bir Erkeklik İndirimidir. Erişim adresi:

https://m.bianet.org/bianet/print/216827-haksiz-tahrik-indirimi-bir-erkeklik-indirimidir

4Bianet. (2009). Mahkeme Haksız Tahrik İndirimiyle Erkeğin Bahanesini Kabul Ediyor. Erişim adresi:

http://bianet.org/kadin/toplumsal-cinsiyet/118167-mahkeme-haksiz-tahrik-indirimiyleerkegin-bahanesini-kabul-ediyor, 07.08.2014.

 5Bourdieu, P. (2018). Eril Tahakküm. (Çev. Bediz Yılmaz). İstanbul: Bağlam Yayıncılık.

6Bozok, M. (2009). Erkeklik incelemeleri alanındaki başlıca kuram ve yaklaşımların sosyalist feminist bir eleştirisine doğru. VI. Ulusal Sosyoloji Kongresi Bildiri Kitabı: Toplumsal Dönüşümler ve Sosyolojik Yaklaşımlar içinde (431-445). Aydın: Adnan Menderes Üniversitesi.

7Canatan, A. & Sığın, A. (2018). Connell’ın “Erkeklikler” Teorisinde İşbirlikçi Erkek, Madun Erkek ve Marjinal Erkek: Hegemonik Erkekliğin Kavramsal Hegemonyası. Sosyal Bilimler Dergisi, 5(32), 163-175.

8Connell, R. W. (2005). Masculinities (2nd edition). Berkeley: University of California Press.

 9Council of Europe. (2011). Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi. Erişim adresi: https://rm.coe.int/1680462545

10Çelik, G. (2016). “Erkekler (de) ağlar!”: Toplumsal cinsiyet rolleri bağlamında erkeklik inşası ve şiddet döngüsü. Fe Dergi, 8(2), 1-12.

11Dumrul, C. & Karabacak, H. (2015). Kadın ve Kız Çocuklarına Karşı İşlenen Cinsel Şiddet Suçlarında Cezasızlık Sorunu Raporu. Ankara Barosu Dergisi, (4), 255-290.

12İnsan Hakları Bilgi Merkezi. (2018). GREVIO Baseline Evaluation Report Turkey.     Erişim adresi: https://insanhaklarimerkezi.bilgi.edu.tr/media/uploads/2018/10/18/ENG_GREVIO_Report_Turkey.pdf

13Sosyalist Feminist Kollektif. (2011). Haksız Tahrik İndirimi Örnekleri. Erişim adresi: http://www.sosyalistfeministkolektif.org/web-yazilari/bedenimiz-ve-erkeksiddeti/haksiz-tahrik-indirimi-ornekleri/

14Şiddetten Ölen Kadınlar İçin Dijital Sayaç. (2021, 27 Ocak). Erişim adresi:

http://anitsayac.com/?year=2021

 15TRT Belgesel. (2015, 12 Kasım). Ölmekten Yorulmuşuz. Erişim adresi:

 16Türk Ceza Kanunu. (2004, 26 Eylül). Resmi Gazete (Sayı: 25611). Erişim adresi: https://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2004/10/20041012.htm#1

17Türk Ceza Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair 6545 Sayılı Kanun. (2014, 18 Haziran). Resmi Gazete (Sayı: 29044). Erişim adresi: https://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2014/06/20140628-9.htm

18Yavuz, Ş. (2014). İktidar Olma Sürecinde Erkeklerin Erkeklikle İmtihanı. Milli Folklor. 26(104). 110-127.