Home Blog Page 72

Marsha P. Johnson’ın Ölümü ve Yaşamı

 

Marsha P. Johnson’ın Ölümü ve Yaşamı isimli belgesel; izleyen bireylerin hem görünmez kalan toplumsal gerçekliklerle, hem LGBTQIAA+ hareketinin kendi içerisindeki mekanizmalarla, hem de günümüzde yaşanan pek çok nefrete bağlı şiddet ve cinayet eylemine bakışlarında çok yönlü katkı sunabilecek bir çalışmadır.

Belgesel, ana hatları ile 1992 yılında “öldürülen” ancak polis tarafından intihar ettiği söylenerek davası kapatılan Marsha P. Johnson’ın davasını araştıran ve New York’ta “Anti – Violence Project” de çalışan Victoria Cruz’un araştırmasını takip ediyor. Ancak bunu yaparken hem o dönemin, hem öncesinin, hem de güncel bir takım LGBTQIAA+ haklarını ilgilendiren olaylarının üzerinde duruyor.

Marsha P. Johnson, LGBTQIAA+ tarihinin önemli noktalarından biri olan Village’da yaşayan bir drag queen ve aktivist idi. Marsha 46 yaşında iken, nehirdeki cansız bedenine ulaşılmıştır ve zaten LGBTQIAA+ hareketi içindeki ölmeden evvel de bulunduğu önemli konumu bu olay üzerine daha da önemli bir yere gelmiştir. Marsha’nın ölümü, polis tarafından çeşitli bahaneler, ihmaller, fobik, dışlayıcı ve ırkçı bir tutumla yeterince araştırılmamış, kısa sürede bir takım sebepler ile “intihar” denilerek üstü kapatılmıştır. Birleşik Devletler ’de, Avrupa’da, Afrika’da, Asya’da; dünyanın her yerinde LGBTQIAA+ bireyler ve çeşitli tahakküm biçimlerinin ezdiği tüm bireyler benzer mazeretler ve kasıtlı göz ardı edişler ile faillerinin hiçbir ceza almadan gezebildikleri devlet sistemleri içerisinde sistematik olarak nefret suçuna maruz bırakılmaktadırlar. Faillerine ulaşıldığı durumda ise, belgeselin sonunda da göründüğü ve ilerleyen kısımda daha fazla değinileceği üzere çeşitli sebeplerle düşük cezalar verilmektedir.

Belgeselin ana karakterlerinden birisi olarak Victoria Cruz, tüm şiddet olaylarına karşı çıkan bir merkezde çalışmakla birlikte, Marsha’nın 1992 Temmuz ayında öldürülmesini takip eden süreçte kapatılan dava dosyasını yeniden açmak üzere uğraşmaktadır. LGBTQIAA+ bireylerin tanınan veyahut tanınmayan bireyler olmaları önemsenmeksizin pek çoğunun davaları benzer şekilde polisin kasıtlı fobik davranışları sonucu çözülmeden kapanmaktadır. Marsha gibi, LGBTQIAA+ hareketi için evrensel bir sembol sayılabilecek bir öznenin öldürülmesi de belgeselde gösterildiği üzere bu tutumu değiştirmemektedir.

Marsha’nın cinayeti üzerine Victoria Cruz’un yürüttüğü çalışmada da görüldüğü üzere adli birimler ve sağlık birimleri de açıkça LGBTQIAA+ bireylerin maruz bırakıldığı suçlar karşısında pek çok delili göz ardı etmekte ve hatta karartmaktadırlar. Marsha’nın ailesi ve eski ev arkadaşı olan Randy Wicker ile yapılan görüşmelerde de Marsha’nın yakın çevresinin açıkça intihar ihtimalini kabul etmedikleri görülüyor. Bu noktada yürütülen herhangi bir soruşturmada bireyin çevresinde bulunan öznelerin buna dair beyanları bile tek başına yeterli olarak kabul edilip araştırılmalıdır. Bu noktada Marsha’nın yakınlarının esasında bu nefret suçlarının hedefi olan kişilerin insan yerine konmadığı vurgusu önemsenmelidir. LGBTQIAA+ öznelerin nefret suçlarına uğradıkları, öldürüldükleri ve bunların göz göre göre oldukları yerde polis tarafından müdahale edilmeden bırakıldıkları anlatısı oldukça travmatiktir. Ancak hareketin nefret suçuna maruz kalmış tüm özneleri için olduğu üzere, LGBTQIAA+ bireyler kolluk kuvvetlerinin kendilerini bu şekilde göz ardı ettiklerinin farkındalardır ve buna dair eylemler yürütürler. Bugün dahi Türkiye örneği düşünülerek hareket edildiğinde Hande Kader davasının ne şekilde sürdürüldüğüne bakarak bunun güncel bir örneğini görmek mümkündür.

Marsha’nın hikayesinden bahsedilirken Marsha’nın çevresini oluşturan öznelerin de görünürlükleri sağlanmıştır. Marsha gibi LGBTQIAA+ hareketi için önemli bir özne olarak Sylvia Rivera’nın da hayatına açıkça değinilmiştir. Öncelikle Rivera’nın konumu Marsha ile olan bağı üzerinden ele alınmıştır. Marsha ve Sylvia; sokaklarda olan LGBTQIAA+ özneler için birer kurtarıcı ve öncü özneler haline gelmişlerdir. Şiddete maruz bırakılmaktan korkmadıklarını açıkça ifade etmişlerdir. Bu durum tüm militer toplumlarda LGBTQIAA+ hareketini bastırmaya yönelik hareket eden güçlerin karşısında önemli bir direnişi simgeler. Bu direnişin en önemli örneği, belgeselde de ifade edildiği üzere Stonewall Inn’e yapılan polis baskınına karşı gerçekleştirilen direnişte, beyaz gey erkek dominasyonunun hakim farz edildiği bu direniş hareketi içerisinde yer alan drag ve trans öznelerdir. Yalnız bu direniş sırasında değil, öncesinde ve sonrasında da bireylerin suçsuz yere şiddete uğradığı ve hapse atıldığı ifade edilmiştir. Marsha ve Sylvia ayrıca Sokak Travestileri Eylem Devrimcileri, (STAR) evini kurmuştur. Amaçları sokakta birtakım ayrımcılıklara ve zorluklara maruz bırakılan özneleri kurtarmaktır. Zira trans özneler, trans kimlikleri ortaya çıktığında işlerini kaybetmekte, kadın kıyafetleri giyen erkekler olarak damgalanmakta ve ciddi fiziksel ve psikolojik şiddet eylemlerine maruz bırakılarak hapse atılmaktadırlar. Bu sebeple sokaklarda yaşayan öznelerin dikkatli olmaları gerekiyordu ve korunacakları bir yere ihtiyaçları vardır

Belgeselin en çarpıcı ve önemsediğim kısmı LGBTQIAA+ hareketinin kendi içerisinde bulunan dışlayıcı hareketlerin gösterildiği yerdir. Onur yürüyüşlerinde rol model olmuş bireyler önlerde yürüyebilmesine karşın diğer tüm trans ve drag özneler hareketin arkasına atılmaktadırlar. 1973 yılında Sylvia Rivera’nın LGBTQIAA+ hareketine seslenişi oldukça travmatik ve bahsedilen durumu ortaya çıkaran bir konuşmadır.

Marsha’nın öldürülmesi üzerine tartışılırken sokaklarda olan LGBTQIAA+ öznelerin çeşitli şekillerde intihar etmek zorunda kaldıkları, öldürüldükleri ve bu ölümler sebebiyle kimsenin cezalandırılmadığı ifade edilmiştir. Victoria Cruz’da buna benzer şiddet eylemlerine maruz kalmış bir öznedir.

Marsha’ya ait sağlık raporları oldukça zor elde edilmiş olmakla birlikte, işlenen suçun ortaya çıkmasını sağlayacak pek çok kanıt olabilecek unsurunda kasıtlı olarak – veya olmayarak- göz ardı edilmiştir. Polis ve mafya grupları LGBTQIAA+ bireylere sürekli olarak baskı, şiddet ve ölüm tehditleri uygulamaktadır. Randy Wicker, onur yürüyüşünü mafyanın tekelinden çıkarmak istediğinde tehdit edilen ve belki de iddia edildiği üzere bundan zarar gören, -Marsha’nın öldürülmesi- LGBTQIAA+ bireyler olmuştur. Ayrıca Marsha’nın mafya tarafından öldürülebilmiş olabileceği ihtimalini gösteren pek çok kanıt yok sayılmıştır.

Marsha’nın öldürülmesinin araştırıldığı bu belgeselde ayrıca Islan Nettles’a ait güncel bir dava da ele alınmıştır. Bu davada da görüldüğü üzere sanıklar “panik savunması” gibi, günümüzde Türkiye’de de işleyen mekanizmalar karşımıza çıkar. Bahsedilen panik savunması failin beraber olmak istediği öznenin trans özne olduğunu bilmediği ve bunu anladığı an panikleyerek şiddet ve cinayet eyleminde bulunuyor olmasına dayanmaktadır. Herhangi bir sebeple bir özneye yöneltilen şiddet ve cinayet eylemi böyle bir bahane ile hafifletilmemelidir. Türkiye’de hem kadın özneler, hem LGBTQIAA+ bireylere karşı işlenen suçlar çeşitli bahanelerle cezasız bırakılmakta ve failler başka öznelere zarar vermeyi sürdürmektedirler. Islan Nettles davasında da azami ceza süresi 25 yıl olarak görülen bir davada suçlu olan kişi bu sürenin yarısı kadar bir cezaya çarptırılmıştır. Hemen hemen her yerde birçok nefret suçu ve cinayeti caydırıcılıktan uzak, yetersiz ve ayrımcılığı sürdüren; hatta katillerle iş birliği yapan kararlar sunmaktadır.

 

 

 

DOĞA BAYRAKTAR

Toplumsal Cinsiyet Staj Programı

Şenay Yılmaz ile Toplumsal Cinsiyet Üzerine Röportaj

 

1- Merhaba ben TUİÇ O-Staj ekibi Toplumsal Cinsiyet stajyeri Cemre Eriş. Öncelikle bize biraz kendinizden bahsedebilir misiniz?

Merhaba, ben Şenay Yılmaz, lisans eğitimimi sosyoloji alanında tamamladıktan sonra yüksek lisansımı kadın çalışmaları alanında yaptım aynı alanda bir doktora programında da özel öğrenci olarak eğitim aldım. Kadın çalışmalarında yayınlanmış makalelerim ve bir derleme kitapta bölüm katkılarım mevcuttur. 11 yıldır kadın çalışmaları alanında görevliyim.

 

2- Toplumsal cinsiyet sizce nedir, siz nasıl tanımlarsınız? Ülkemizde toplumsal cinsiyet nasıl yorumlanabilir?

Bence toplumsal cinsiyet kadınların ve erkeklerin taşıdıkları varsayılan özellikleri ve rolleri içeren, önceden tasarlanmış sosyal ve kültürel kalıplar veya düşünceler örüntüsüdür. Türkiye’de ataerkilliği görmezden gelen kalıplaşmış bir toplumsal cinsiyet eşitsizliği mevcuttur. Bu eşitsizlik kamu politikaları medya ve siyaset kurumları tarafından gücü elinde tutan erklerin ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde üretilmektedir.

 

3- Kadın Danışma Merkezi ne gibi projelere imza attı ve gelecekte Ankara’da kadınları ne gibi projeler bekliyor biraz bahsedebilir misiniz?

Ankara Büyükşehir Belediyesi Kadın Danışma Merkezi 2015 yılında kuruldu ve 1 merkezi 6 kırsal ilçede de birimi bulunmaktadır. Merkez genel anlamda kadına yönelik şiddetle mücadele, kadının güçlendirilmesi ve eşitlik çalışmaları yürütmektedir.

Yürüttüğümüz Başlıca Projelerimiz şunlar:

  • Mülteci Kız Çocuklarının Okullaştırılması Projesi

2017 yılında Mültecileri Güçlendirme Projesi olarak başlayan projemiz 2018 yılında “Mülteci Kız Çocuklarının Okullaştırılması” konusunda özelleşerek yürütülmeye devam etmiştir. Bu proje United Nations High Commissioner for Refugees (UNHCR) ile ortak yürütülmektedir. Bu kapsamda şimdiye kadar 375 mülteci kız çocuğu okullaştırılmış, bu yıl sonuna kadar da bu rakamın 500 civarında olması için çalışmaktayız. Aynı zamanda bu projenin daha sürdürülebilir olması için sadece kız çocuklarının okullaştırılması değil; aynı zamanda annelerinin de kendi ayakları üstünde durabilmeleri ve mesleki bir eğitim almaları için Kasım ayında bir dikiş kursu başlattık. Kız çocuklarının annesi 174 kadın projeden yararlandırılmış, dil ve meslek eğitimleri almıştır, 2021 yılında 60 anne daha mesleki eğitimden yararlanacak kadın kooperatifi UNHCR desteği ile kurularak 4000 parça tekstil üretimi yapması sağlanacaktır. Türkçe bilmeyen kız çocukları ve annelerini de Türkçe kursuna yönlendirerek sosyal hayata uyumlarını arttırmak amacı gütmekteyiz. Tüm bunların yanında, yine bu proje kapsamında sosyal uyum faaliyetleri yürütmekteyiz. Mülteci kadınlar için düzenli olarak şehir gezileri yapıyor olacağız. Yaptığımız gezi planlarımız maalesef içinde bulunduğumuz pandemi şartlarından dolayı ertelendi.

 

  • Mülteci Kadınlar Ve Gençlerin Güçlenmesi, Sosyal Uyumlarının Ve Çalışma Hayatına Katılmalarının Desteklenmesi Projesi

 Proje Ekim 2020 tarihinde Altındağ’da başlatılmıştır, Altındağ’da UNFPA desteği ile Kadın ve Gençler Destek Merkezi kurulmuş, 8 personel istihdam edilmiştir. 3 yıl sürecek projede belediyenin insan kaynaklarının kapasitesi de eğitimler ile güçlendirilecektir. Kültür ve Sosyal İşler Dairesi Başkanlığı Projeler Şube Müdürlüğü ile ortak yürütülen projede gezici araç ile kırsal ilçelerde 2500 kadına erişilecek, sağlık eğitimleri verilerek kit desteği sağlanacaktır.

 

  • Mor Haritam

UN Women işbirliği ile hazırlanan proje 4 Ocak 2021 itibariyle hayata geçecektir.  Kadın temelli verilerin alınacağı MOR HARİTAM ile kentte kadınlara verilecek hizmetlerin bölgesel analizleri yapılabilecektir. Bu harita sayesinde kadınlar riskli buldukları bölgeyi bize bildirebilecekle ve kendi mahallelerindeki tüm şiddet merkezlerini, hizmet birimlerini görebilecekler. Yine harita sayesinde belediyemizde kadınlar için etkin hizmet modellerinin oluşturulmasını sağlamayı hedefliyoruz. Kentteki tüm kadınların ihtiyaçlarını belirleyen ve bu ihtiyaçlar ışığında planlama yapılacak bu haritanın Türkiye’de ilk olması da önemlidir.

Gelecekteki projelerimiz arasında ise 60 Yatak Kapasiteli Kadın Barınma Evi projemiz hayata geçirilecektir.

Ayrıca Yerel Eşitlik Eylem Planı (2021-2024), Mor Buton Akıllı Uygulaması, Alo Şiddet Hattı’nı yürütmekte ve farkındalık kampanyaları düzenlemekteyiz.

 

4- Sizce ülkemizde bir toplumsal cinsiyet eşitsizliği hali söz konusu mu, eğer cevabınız evet ise bu soruna nasıl bir çözüm önerirsiniz?

Ülkemizde toplumsal cinsiyet eşitsizliği yasalara rağmen varlığını sürdürmektedir. Özellikle 6284 sayılı yasa, İstanbul Sözleşmesi gibi mekanizmaların etkin kullanılmaması bu eşitsizlikleri kadınların aleyhine işletmektedir. Eşitsizlik nedeni ile kadına yönelik şiddet yıllara göre artış göstermektedir. Sorunun çözümünde yasaların etkin uygulanması, kadın örgütlerinin deneyimlerinden yararlandırılması, kamu politikalarında ve kamu bütçelerinde toplumsal cinsiyet eşitliğinin işlenmesi önem arz etmektedir.

 

5- Kadına şiddet ülkemizde son dönemlerde artış kazanan bir durum. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? Kadın Danışma Merkezi bu konuya yönelik olarak pandemi döneminde bir yoğunluk kazandı mı?

Ülkemizde maalesef her gün 3 kadın şiddet nedeni ile hayatını kaybetmektedir. Şiddetin bu denli artmış olmasında yasaların varlığına rağmen cezaların etkin uygulanmamasını, İstanbul Sözleşmesi’nin henüz nüfuz etmemesini ve toplumda genel olarak şiddet dilinin yoğunluğunu görüyorum. Tüm bunlara ilave olarak erkeklik krizini de görmezden gelmemeliyiz.

Ayrıca, Mart 2020 de hayatımıza giren COVID -19 Pandemisi nedeni ile ev içi şiddet oranlarında ciddi bir artış yaşandı. Özellikle telefon ile yapılan başvuruların yoğunluğu da beraberinde yeni çözümler gerektirdi.  Örneğin, evinden çıkamayan kadınlar için Mor Buton ve Alo Şiddet Hattı’nı hayata geçirdik. Evlerinde olan kadınların merkeze gelememesi nedeni ile gezici araç alan Belediyemiz hizmetlerini gezici araç ile de sürdürdü.  Gıda kolilerine şiddet broşürlerimizi ekledik, sığınma evimizi tam kapasite ile çalıştırdık. Ülke genelinde Mart 2020- Ocak 2021 tarihlerinde şiddet nedeni ile karakol/sonim başvuru verileri henüz paylaşılmamıştır.

 

6- Sizce ekonomik özgürlük, cinsiyet eşitsizliğinde bir rol oynuyor mu?

Cinsiyet eşitsizliği tarımsal hayata geçişle var olan kapitalizm ile güçlenen çok köklü bir eşitsizlik, eşitsizliğin sonuçlarından biri de kadınların yoksulluğu. Kadın istihdamının düşüklüğü (ülkemizde %34), kadının çalışma hayatında erkeklere oranlara düşük ücret alması, yönetici kadrolarda yer alamaması, ekonomik şiddet eşitsizliğin en görünür alanları.

Ekonomik özgürlük kadının güçlenmesinde, bağımsız hayata geçişinde en kritik etmen, bu nedenle kadın istihdamı çok daha önem arz ediyor.

 

7- Maalesef her alanda olan eşitsizlik edebi yapımıza ve dilimize kadar yayılmış durumda. Genel anlamda kullanılan cinsiyetçi ifadeleri ve sert cinsiyetçi kalıpları nasıl yıkabileceğimizi düşünüyorsunuz?

 Atasözleri, deyimler, şarkılar, reklamların dili, masal kitapları bu dili yayıyor. Bu kalıp dil ile mücadelede 5 adım var. Bunlar; farkındalık oluşturmak/artırmak, duyarlılık oluşturmak/artırmak, feminist bilgi kümesi yaratmak, bilgi beceri ve deneyimleri aktarmak ve son olarak savunuculuktur diyebiliriz. Özellikle dilin dönüştürülmesi için yapılacak savunuculuk çok önemlidir.

 

8- Toplumsal cinsiyet alanında bir eşitliğe gitmek istersek, önce hangi gruptan bu yapıyı düzeltmeye başlamalıyız?

Okul öncesi eğitim kurumları ve ilköğretim kurumlarından  başlayarak  medya ve  ulusal mevzuatların uygulanmasıyla bir eşitliğe gidebiliriz.

 

9- Son olarak, bir kadın olarak önce kendinizi daha sonra tüm kadınları düşünürseniz gelecekte Türkiye gündeminde kadınları neler bekliyor, sizin özel beklentileriniz nelerdir?

Erkeklik krizinin görünür kılınması bu alanda çalışmaları artıracaktır, erkeklerin toplumsal cinsiyet rollerini reddetmeleri ataerkil yapıyı sarsacaktır. Eğer okul öncesi eğitimden başlayarak topyekûn eşitliği savunursak kalıp yargılarının azaldığını göreceğiz. Kadının siyasi hayatta katılımının artması, partilerde kadın kotalarının etkin uygulanması, kadın girişimcilerin başarılarının görünürlüğü eşitsizlikleri azaltacaktır. Bunlar pozitif öngörülerim diğer taraftan dijital şiddetin artacağını düşünüyorum bu nedenle çözümler üretmeliyiz.

 

Katılımlarınızdan dolayı teşekkür ederim.

 

CEMRE ERİŞ

TUİÇ Toplumsal Cinsiyet Staj Programı

Türk Sinemasının “Dişil Yüzü”: Semire Ruken Öztürk ile Röportaj

Semire Ruken Öztürk Hakkında

Semire Ruken Öztürk, lisans ve lisansüstü eğitimini Ankara Üniversitesi’nde tamamlamıştır. 1992-1998 yılları arasında Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi’nde araştırma görevlisi olarak çalışmaya başlamıştır. 1998 yılında ise doktorasını tamamlamıştır. 1999 yılından bu yana Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde çeşitli dersler vermekte; 2001 yılından bu yana Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde Film Analizi dersini vermektedir. 2004’te doçent olan Öztürk, 2010’da profesör olmuştur.

2010-2012 yılları arasında Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde Bölüm Başkanlığı ve Senatörlük; 20 Eylül 2012 – 15 Kasım 2015 döneminde Dekanlık yapan Öztürk, İletişim Fakülteleri Dekanları (İLDEK) Yürütme Kurulu Başkanlığı da yapmıştır. 2015’ten bu yana Radyo, Televizyon ve Sinema Bölümü Başkanlığı’nı yapmaktadır.

Sinema Anabilim Dalı Başkanı olan Öztürk’ün sinema alanında çok sayıda çalışması bulunmaktadır. İlk hakemli sinema dergisi olan Sinecine: Sinema Araştırmaları Dergisi’nin kurucularındandır ve bir dönem derginin editörlüğünü yapmıştır.  Dekanlığı esnasında yayımlanmaya başlayan İlef Dergisi’nin çeşitli sayılarında editörlük yapmıştır. Yayın Kurulu’nda hâlâ aktif olarak görev almaktadır. Kitapları arasında, Sinemada Kadın Olmak Sanat Filmlerinde Kadın İmgeleri (2000), Sinemanın “Dişil” Yüzü: Türkiye’de Kadın Yönetmenler (2004), Kader Zeki Demirkubuz (2006), Perdeyi Aralamak: Filmlerde Anlatı ve Eleştiri[der, H. Akbulut ile] (2018) yer almaktadır.[1]

 

Sinemanın “Dişil” Yüzü: Türkiye’de Kadın Yönetmenler

Kitabın ilk ve tek baskısı Om Yayınevi’nden 2004 yılında yapılmıştır. Türkiye’de uzun film yöneten kadın yönetmenlere odaklanan ilk çalışmadır. Eserde Türk sineması alanında kadın bilincine yer açarak, feminist eleştirel bir bakış açısıyla Türk sinema tarihi sorgulanmaktadır. Kitap üç bölümden oluşmaktadır. “Erkek Olmayan” Kadın Yönetmenler (1951-1980) başlığını taşıyan birinci bölümde 1980’lere kadar varlığını sürdürmüş sinema sistemi ve Yeşilçam geleneği içinde yer almış kadın yönetmenler incelenmiştir. Cahide Sonku, Nuran Şener, Feyturiye Esen, Bilge Olaç, Birsen Kaya, Lale Oraloğlu, Türkan Şoray, Ayten Ürkmez-Kuyulu bu dönem yönetmenlerindendir. “Kadın Sineması”nın Kadın Yönetmenleri (1980-1990) başlıklı ikinci bölümde ise, Nisan Akman ve Mahinur Ergun incelenmiştir. Siyasallaşmaya Doğru Kadın Yönetmenler (1990-2002), Füruzan Karamustafa, Gülsün Karamustafa, Canan Gerede, Tomris Giritoğlu, Işıl Özgentürk, Biket İlhan, Seçkin Yasar, Handan İpekçi, Canan Evcimen-Obay, Fide Motan, Yeşim Ustaoğlu, Sunar Kural-Aytuna, Jülide Övür ve Necef Uğurlu’nun dâhil edildiği üçüncü ve son bölümdür (Öztürk, 2004).

 

Röportaj

 

1- Eril tarih yazımı sinema tarihi için de geçerlidir. Kitabınız Türkiye’deki kadın yönetmenlere odaklanan ilk eser olması açısından oldukça önemlidir. Bu kitabı yazma fikri nasıl ortaya çıktı?

Doktora tezimi 1998’de sinema ve kadın üzerine yazmıştım dolayısıyla her iki alan da ilgilendiğim disiplinler. Bu arada Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali’ne de gidip geliyordum. Festivalde 1980 öncesi kadın yönetmenler kimler acaba bunu araştırsak bir belgesel yapsak ne iyi olur diye düşündüler ve bunu benden istediler. Arayıp da bulamadığım bir teklif oldu. Çok mutlu oldum. Bu belgesel için Prof. Dr. Sabri Büyükdüvenci ile birlikte İstanbul’a gittik ve araştırmalara başladık. Belgesel eksik bir şekilde yapıldı ama sonrasında araştırmaya devam ettim ve çalışmamı derinleştirdim. Bu kitabın temeli de böyle atılmış oldu.

 

2- Bazı feministler, mesleklerin cinsiyetlere içkin olmadığını ve kadın\erkek şeklinde belirteçlerin kullanılmaması gerektiğini öne sürmektelerdir. Bu görüşün aksini savunanlar ise meslek sahiplerinin kadın veya erkek olduğunun özellikle belirtilmesi gerektiğini düşünmektedirler. Sinema bağlamında, kadın yönetmen, kadın senarist, kadın yapımcı vb. gibi ifadeler hakkında siz neler düşünüyorsunuz? 

Sanırım normalde kullanmam, ama pozitif bir bakış açısıyla kadınların evinden çıkıp böyle yaratıcı alanlarda çalışması için ne kadar çok kişiyle ve kurumla mücadele etmesi gerektiğini düşününce de kullanırım. Bir örnekle ifade edersem bir yarışmada 9 erkek 1 de kadın yönetmenin filmi yarışıyorsa ve o bir film ödül alıyorsa, hem de kadın temsilleri açısından yeni ve yaratıcı şeyler söylüyorsa elbette ödül kadın yönetmenin derim. Kadının adını söyleyerek tabii.

 

3- Türk sinemasında erkek olmayan ilk kadın yapımcı ve yönetmen Cahide Sonku’dur.  Sonku, 1950’lerin başında yönetmen ve yapımcı kariyerine başlamıştır. Batı sinemasındaki örnekleri göz önünde bulundurulduğunda, ilk kadın yönetmenin 1950-1951 yılında görülmesi nasıl değerlendirilmelidir? Türk sinemasında, kendi özgül tarihi itibariyle ilk kadın yönetmenin bu yıllarda ortaya çıkması bir gecikme midir?

Kadın oyuncuların sahneye çıkması bile bu coğrafyada mücadelelere neden olmuştu. 1950 öncesi film sayısı en fazla 120’dir sanırım. Her durumda dezavantajlıydı kadınlar ve Muhsin Ertuğrul da o dönemde çok baskındı. Ama Ertuğrul’un oyuncularından biri olan Cahide Sonku cesurca film yapmak istedi ve başardı. Düşünün yönettiği bir film sinema tarihi kitaplarında kayıtlara bile geçmemişti. Kitapta bunu da tespit etmiştim.

 

4- Agnes Varda, Kathryn Bigelow, Jane Campion, Claire Denis gibi yönetmenler kadın yönetmen olmakla birlikte, “kadın sineması” da yaratabilmiştir Türk sinemasında kadın yönetmenlerin varlığı bir “kadın sineması”na yol açmış mıdır? 

Neden olmasın, özellikle 2000’lerin sonlarına doğru sinemada hem kadınların sayısı arttı, hem de yaptıkları filmlerin sayısı. Kadın sineması denince aklıma Pelin Esmer’den Oyun, Gözetleme Kulesi ve Kraliçe Lear, Yeşim Ustaoğlu’ndan Araf, Tereddüt, Belmin Söylemez’den Şimdiki Zaman, Deniz Akçay’dan Köksüz, Senem Tüzen’den Anayurdu, Ahu Öztürk’ten Tozbezi, Ceylan Özgün Özçelik’ten Cadı Üçlemesi ve diğer şu an adını anmadığım bir sürü film geliyor, bunlar kadın sineması işte. 2020’de iki kadın yönetmen birçok festivalde ödüller aldı: Leyla Yılmaz Bilmemek’le Azra Deniz Okyay Hayaletler’le. İyi ki varlar, daha da artmaları dileğiyle.

 

5- Bilindiği üzere sinemanın toplumsal hareketler ile ilişkisi her zaman var olmuştur. Kadın hareketinin yükseldiği dönemler kuşkusuz sinemayı etkilemiştir. İkinci Dalga Feminist Hareketi sinemayı oldukça güçlü bir şekilde etkileyebilmiş, kadın yönetmenlerin artmasına sebep olduğu kadar, erkek yönetmenlerin kadın temsillerini de dönüştürmüştür. Sizce en baskın haliyle Türk sinemasında bu etki ne zaman görülmüştür? 

Türkiye’de bu etki bence 1980’lerde görüldü, kadınlar da erkekler de yönetmen olarak güçlü filmler yaptılar. Bu dönemde Deniz Türkali’nin de sayesinde Atıf Yılmaz’ın bakış açısıyla çektiği çok sayıda film, Türkan Şoray’ın oyuncu ve yönetmen olarak etkileri ve elbette Bilge Olgaç’ın katkısı ve filmleri göz ardı edilemez.

 

6- İkinci Dalga Feminist Hareketi Türk sinemasında bir kadın yönetmen furyasına yol açmış mıdır?

Öyle bir şey olmadı sanırım. Düşünün 2000’lere kadar kadın yönetmenlerin sayısı 25 bile değildi, toplam film sayıları da 96, 100 bile değil. Oysa çoğu erkek yönetmenin tek başına Yeşilçam sisteminde toplamda 100-120 filmi vardı. Kadınların yaptığı filmlerin üçte biri Bilge Olgaç’a ait zaten. Halen sinemamızın en çok film yapan kadın yönetmeni kendisi. Dolayısıyla bir dalga varsa 2000’lerin ikinci yarısından sonra söz edilebilir gibi geliyor yani son 15-20 yılda bu sayı neyse ki çok arttı. Sanırım kadın yönetmen sayısı 100’ü geçmiştir artık, 2016’da bir yazı yazdığım sırada kadınların sayısı 81’di, toplam film sayıları da 185’di. Bu sayı daha da arttı. 2000 öncesi ve sonrasını bu sayılardan da takip edebiliriz.

 

7- İkinci Dalga Feminist Hareket kuşkusuz erkek yönetmenlerin sinemasında da etkileri olmuştur. Son olarak, filmlerinde kadın olma durumuna odaklanan, kadın filmi yapan yönetmenler arasında ilk akla gelen Atıf Yılmaz’dır. Yılmaz dışında başka erkek yönetmenlerden bahsedilebilir mi?

Evet 1980’lerde Atıf Yılmaz başta Türkan Şoray olmak üzere Müjde Ar’la da filmler yaptı. Onun dışında en dikkat çeken yönetmen bence Şerif Gören’dir; Hülya Koçyiğit’le yaptığı filmler önemlidir, Derman, Firar, Kurbağalar gibi. 10 Kadın filmini de unutmayalım, Gören’in filminde Türkan Şoray oynamıştı.

 

MELİS YILDIRIM

Feminizm Okumaları Staj Programı

Sözü Geçen Çalışmalar:

Öztürk, S. R. (2004). Sinemanın “Dişil” Yüzü Türkiye’de Kadın Yönetmenler. İstanbul: Om Yayınevi.

 

 Semire Ruken Öztürk’ün Özgeçmişi:

[1] http://cv.ankara.edu.tr/[email protected]

Alman Milliyetçiliğinin Dönemsel ve Kronolojik Evrimi

Bu röportaj, Dr. Sevil Özçalık Dumanoğulları ile “Alman Milliyetçiliğinin Dönemsel ve Kronolojik Evrimi” üzerine gerçekleştirilmiştir.

1. Alman milliyetçiliğinin takip ettiği kendine özgü bir yol var mıdır? Alman milliyetçiliğini diğer örnekler ile kıyaslayarak yorumlamak doğru mudur?

Aslında bu konu Alman tarih yazıcılığını meşgul eden büyük bir konu. Bu doğrultuda iki ana sorunsaldan bahsetmek mümkün. Bunlardan ilki “özel yol tezi” (sonderweg thesis) olarak tanımlanan Alman tarihinin, Alman modernleşme ve uluslaşma sürecinin onu diğer Avrupa örneklerinden ayıran özgünlükler içerip içermediğidir. Alman tarih yazıcılığı Nazi diktatörlüğünün Alman tarihinin normal akışından kısa süreli bir sapma mı, muhafazakâr tarihçi Friedrich Meinecke’nin tabiriyle bir iş kazası mı (Betriebsunfall) yoksa uzun süreli bir otoriterlik geleneğinin sonucu mu olduğuna odaklandı. Gelinen noktada, Blackburn ve Eley gibi tarihçiler her durumun kendine özgü olduğunu ve Almanların bu açıdan istisna teşkil etmediğini savundular. Onlara göre, örneğin İngiltere’nin veya Fransa’nın uluslaşma süreçlerini “normal” olarak kabul etmek yanlıştır ve 1871’den 1945’e böyle çizgisel bir tarih anlatısı kurgulamak fazla karmaşık tarihsel süreçleri basite indirgemektir. Özellikle son çalışmalar ışığında Alman milliyetçiliğine basit doğrusal bir açıklama yapmanın güçlüğü ortaya çıkıyor.

İkinci sorunsal ise milliyetçilik çalışmalarında karşılaşılan ikili kategorilerdir. Özellikle Hans Kohn’un II. Dünya Savaşı’nın sonuna doğru yazdığı The idea of Nationalism: A Study in its Origins and Background isimli çalışma sivil-etnik milliyetçilik kategorileştirmesini milliyetçilik literatürüne kazandırdı. Buna göre; Batı Avrupa örneklerinde milletin üyeleri siyaseten eşit konuma sahip vatandaşlardır ve bireyler o milletin üyeleri olmak konusunda rıza gösterirler. Diğer yandan Kohn’a göre özellikle Almanya’nın başını çektiği Doğu Milliyetçilik modelinde vatandaşlık bağı ve birey rızası yerine “halk”ın (volk) ortak mirası ve organik bütünlüğü daha önemli hale gelir. Bu bağlamda, batı milliyetçilikleri rasyonel, doğu milliyetçilikleri ise duygusaldır. Bu kategorileşmeyi takip eden çalışmalar, Batı Avrupa örneklerinde burjuvazinin önayak olmasıyla aydınlanma değerlerine atıfla kurgulanan anayasal, liberal bir uluslaşma sürecini ele alırken, Almanya ve doğu milliyetçilik örneklerinin romantik, etnik bir yapıya büründüğünü iddia ederler. Dolayısıyla, Batı milliyetçilik örnekleri kapsayıcı iken doğu milliyetçilik örnekleri dışlayıcıdır.

Son yıllarda yapılan katkılar, doğu-batı, sivil-etnik vs. gibi kurgulanan bu kategorilerin gerçeği tam anlamıyla yansıtmadığını ortaya koyarlar. Doğu- batı, sivil- etnik gibi ikili bir kategorileştirme bu milliyetçiliklerin kaçınılmaz şekilde iyi-kötü milliyetçilikler olarak yorumlanmasına yol açar. Diğer yandan, Alman milliyetçiliği de diğerleri gibi dönem dönem içerisinde hem sivil hem de etnik öğeler barındırmıştır.

2. 1871 tarihine ilerlerken Alman milli kimliği hangi faktörleri temel almıştır? (Dil, coğrafi özellikler, etnisite, vb.) Bu bağlamda hangi isimler öne çıkmıştır?

Prusya’nın Jena ve Auerstädt’te aldığı ağır yenilgi (1806) ve Berlin’in Fransa tarafından işgali Alman aydınlarını Fransız karşıtı bir söylem benimseyerek ilk milliyetçi ajitasyona başvurmalarına yol açtı. Bu dönemde Alman entelektüellerinin Alman milletini tanımlama, onu Fransa işgaline karşı seferber etme gayretleri Alman milliyetçiliğinin inşa sürecini oluşturdu. Fransız Devrimi ideallerinin Napolyon’un yayılmacı tavrı ile gölgelendiği ve 1806 yenilgisinden sonra Almanya’da özellikle Prusya’nın başını çektiği, Alman entelektüellerin girişimiyle başlayan bir milli “uyanış” döneminden bahsetmek mümkündür. Johann Gottlieb Fichte’nin (1762-1814) Berlin’de üniversite öğrencilerine yönelik yaptığı “Alman Milletine Söylevler(Reden an die deutsche Nation) ya da Friedrich Ludwig Jahn (1778-1852) tarafından oluşturulan Jimnastik Hareketi (Turnbewegung) bu çabanın ürünlerinden bazılarıdır. Almanlığın ve Almanya’nın sınırlarının tanımlanması çabaları da mevcuttu. Siyasi birliğin olmadığı durumda Alman’lığın sınırları kültür ve dil ile çiziliyordu. Örneğin, şair Arndt’ın 1814’te yazdığı ünlü “Alman Vatanı Nerede?” (Was ist des Deutschen Vaterland?) şiiri Alman sınırlarını Alman dilinin duyulduğu yerler olarak betimliyordu.

3. 1871 öncesi Alman milli kimliği nasıl inşa edilmiştir?

Napolyon sonrası Avrupa düzenini oluşturmayı amaçlayan Viyana Kongresi’nin (1815) bir Alman Birliği tasarrufu yoktu. Avusturya liderliğindeki Metternich’in bu Kongre’de asıl hedefi Avusturya’nın etkisi altında tutabileceği küçük Alman prensliklerini korumak ve yükselmekte olan Alman Birliği taleplerini mümkün mertebe bertaraf etmekti. Buna rağmen Alman Birliğinin sağlanması için güçlü bir liberal anayasal hareket vardı. 1848-49 Burjuva Devrimi tüm Avrupa’yı etkilediği gibi Alman prensliklerini de etkiledi. Alman topraklarında öğrenci ve aydınlar milli birlik ve anayasa talepleriyle yürüdüler. Bu hareketin Alman Birliği açısından en önemli sonucu, Paulskirche’de toplanan Frankfurt Dieti oldu. Bu Meclis Prusya Kralı Dördüncü Wilhelm’e Prusya liderliğinde kurulacak bir Alman Devleti’nin başına geçmesi teklifini götürdü fakat kendini bir meclisin iradesine tabi kılmak istemeyen Wilhelm bu teklifi reddetti. Birçok tarihçi bu olayın Alman milliyetçiliğinin liberal-anayasal çizgide ilerlemesi açısından kaçırılmış bir fırsat olarak görür.

4. Birinci Dünya Savaşı öncesi ve sonrasında Alman Milliyetçiliği’nde bir değişiklik meydana gelmiş midir? 1923 Birahane Darbesi gibi öne çıkan olaylarda milliyetçi söylemlerin etkisinden bahsedebilir miyiz?

1888’de tahta çıkan İkinci Wilhelm o zamana kadar Alman dış siyasetinde dengeyi gözeterek özellikle iki cepheli bir savaştan kaçınmaya çalışan Şansölye Bismarck’ı istifaya zorladı. Bismarck’ın denge siyasetini terk eden İmparator İkinci Wilhelm Almanya’nın “güneşte yerini alması” gerektiğini belirten konuşma yaparak “Weltpolitik” olarak tanımlanan genişlemeci bir dış siyaset takip edeceğinin sinyallerini vermişti. Cihan Harbine Almanlar bu milli gurur ve kültürel olarak yayılmacılık hevesi ile girdiler. “1914 Ruhu” olarak adlandırılan bir savaş hevesi Almanya’da yayıldı. Almanya’nın üstünlük ideolojisiyle giriştiği topyekûn savaş dört yılın sonunda Almanya tarafında bezginlik yarattı. 29 Ekim 1918’de Kiel’de denizciler arasında çıkan ayaklanma Almanya’da devrimi başlattı ve 7 Kasım’da Münih’e ulaşarak Bavyera Kralı İkinci Wilhelm’in kaçmasına neden oldu. 9 Kasım 1918’de İkinci Wilhelm bir halef bırakmaksızın Almanya’yı terk etti ve İmparatorluğun sonu gelmiş oldu, böylece Weimar Cumhuriyeti kuruldu. Yönetim 11 Kasım’da ateşkes antlaşması imzalayarak Cihan Harbine son verdi. Mağlubiyet 28 Haziran 1919’da imzalanan Versay Antlaşması ile tescillendi. Bu antlaşmanın özü Almanya’nın Cihan Harbini başlatma sorumluluğunu üstlenmesi, İtilaf Devletlerine savaş tazminatı ödemesi, kolonilerinden ve kazandığı çeşitli topraklardan vazgeçmesi ve bir daha hiçbir ülke için tehdit oluşturmayacak şekilde ordusunu sınırlamaya gitmesi oldu. Savaş sonrası Almanya’sında milliyetçiliğin yükselişine zemin hazırlayan ve sağın elini güçlendiren Sırtından Bıçaklanma Efsanesi (Dolchstosslegende) olarak adlandırılan ve milyonlarca Almanın paye verdiği komplo teorisi oldu. Bu söylem, ordunun itibarını bozmamak adına yenilginin suçunu sivillere atıyor ve yenilginin masa başında olduğunu iddia ediyordu. Buna göre; Almanya aslında savaşı askeri olarak kaybetmedi fakat iç düşmanlar yüzünden moral kaybı yaşadı ve savaşı diplomatik olarak kaybetti. Bu iç düşman söylemi özellikle Yahudileri ve sosyalistleri hedef alıyordu. 1929-1932 arası dönemde Nasyonal Sosyalistlerce kullanıldı ve Nazi Partisi halkı bu söylemi kullanarak harekete geçirdi. İç düşman söylemi gerilim dolu sınıf toplumu yerine yabancılardan, sosyalistlerden ve Yahudilerden arınmış bir Volksgemeinschaft talebini doğurdu.

5. Franz von Papen, Heinrich Brüning ve Kurt von Schleicher’in benimsediği “yeni muhafazakâr” stratejilerde milliyetçilik gözlemlenebilir mi?

“Yeni Muhafazakârlar” olarak nitelenen bu üç ismin yönetimi toplumda sosyalistlerin marjinalleşmesine ve kriminalleşmesine zemin hazırladı. Üç lider de farklı şekillerde de olsa Versay hükümlerine karşı gelmek ve sosyalistlere karşı Nazi örgütlerine destek vermek konusunda hemfikirdiler. Özellikle NSDAP ile kurdukları ittifak Hitler’in kendini Führer ilan etmesinin kaldırım taşlarını döşedi. Bu açıdan, Hitler kadar marjinal şekilde olmasa da bu üç isim de benzer argümanları barındıran milliyetçi söylemlere rağbet ettiler.

6. 1929 Ekonomik Krizi milliyetçi söylemler üzerinde nasıl bir etkiye sahip olmuştur?

Amerikan borsasının çöküşü ile başlayan Büyük Buhran Amerika’nın Almanya’ya Young Planı çerçevesinde vermeyi planladığı kredileri sekteye uğratmış ve böylece Versay Anlaşması’nın Almanya’daki etkilerinin şiddetlenmesine neden olmuştur. İktisadi bunalımlar toplumları genellikle bir günah keçisi aramaya iter. Bu durum 1930’lar Almanya’sında da yaşandı. Hitler özellikle yukarıda ele alınan, “Sırtından Bıçaklama Efsane”sini, 1929 Dünya İktisadi Krizi’nin ve hiperenflasyonun yaşandığı durumu kullanarak popülist milliyetçi söylemlerle yığınlara seslendi. Siyaseten kutuplaşmış ve şiddete meyilli Alman toplumunda Nazi Partisi ulusun gücünü ve onurunu tekrar geri getirme sözü ile demagojik şekilde yığınlara seslendi ve milliyetçi çağrıda bulundu. Bu milliyetçi çağrı Almanya’da ırksal birliği sağlayarak Volksgemeinschaft’ın “düşman” unsurlardan arınmış hale getirilmesini içeriyordu. Bu vaat ile 1932’de oyların %37,4’ünü alarak ikinci parti olan Nazi Partisi lideri Hitler Alman Cumhurbaşkanı Paul von Hindenburg tarafından 30 Ocak 1933’te Başbakan olarak atandı ve 5 Mart 1933 genel seçimlerinde NSDAP oyların %43,9’unu alarak iktidarını kesinleştirdi. Hitler bu “başarısı”nı büyük oranda Büyük Buhran’ın Almanya’daki etkilerine borçludur.

7. Adolf Hitler’in milliyetçi söylemlerin ötesine geçişi nasıl gerçekleşti?

Hitler siyasi gücü ele geçirdikten sonra söz verdiği üzere Volksgemeinschaft’ı “istenmeyen” unsurlardan arındırma işine girişti. Bu yaklaşım 19. yüzyıl boyunca Avrupa’yı etkisi altına alan sosyal darvinist ideolojinin Almanya’ya yansımasıydı. Darvinizmin temel iddiası olan evrim sürecinde yeterli uyumu gösteremeyen biyolojik türlerin ortadan kalkmasına paralel şekilde Sosyal Darvinizm’e göre de yeterince güçlü olmayan toplumsal yapılar ya da ırklar yok olmaya mahkumdu. Bu doğrultuda, Alman toplumunu ve Alman ırkını saflaştırmak için siyasi muhalifler, engelliler, homoseksüeller, Yahudiler hedef alındı ve onların Aryan ırkını bozdukları iddia edildi. Böylece öncelikle bu grupları hedef alan bir ayrıştırma ve ötekileştirme söylemi ve bunun ardından özellikle 1938 sonrası bir yok etme stratejisi benimsendi. Holocaust ise bunun en trajik sonucu oldu.

8. 1949’da kurulan Doğu Almanya ve Batı Almanya’nın milli kimlik ve milliyetçilik anlayışlarında/politikalarında benzerlikler veya farklılıklar var mıdır?

Birçok farklılık gözlemlemek mümkün. Özellikle Nazi geçmişi ile yüzleşme konusunda ciddi bir tutum farklılığı vardı ki bu iki toplumun milliyetçiliği ele alışlarını oldukça etkiledi. Batı Almanya’nın ilk şansölyesi olan Konrad Adenauer 1949-1965 arasında Batı ile entegrasyonu ve geçmişi geride bırakmayı temel siyaset olarak benimsedi. Bu bağlamda 1949-1954 arasında çıkartılan af kanunları Nazi partisi ile ilişkili olan pek çok kişinin aklanmasına neden oldu. Batı Almanya’da geçmişle ilk ahlaki yüzleşmeler 1965-1985 arası yaşandı. Özellikle 68 kuşağı ile böyle bir yüzleşme ve hatırlama kültürünün oluşması açısından ciddi adımlar atıldı. Savaş sonrası çocukları (Nachkriegskinder) olarak anılan bu nesil anne babalarının savaş sonrası sorgulamadığı Nazi dönemini sorguladılar ve aile geçmişleriyle yüzleşmeye çalıştılar. Bu neslin ilerleyen süreçte Alman toplumunda önemli konumlara gelmeleriyle geçmişi ele alma konusunda bir dönüşüm yaşandı.

Batı Almanya Nazi geçmişinin toplumsal hafızada yer edinmesiyle ilgili böyle bir dönüşüm izlerken, Doğu Almanya’da Batı’dakine benzer toplumsal hafızayı tetikleyecek tartışma ortamı yoktu. Moskova güdümündeki Doğu Almanya’da etkin olan SED (Sozialistische Einheitspartei Deutschlands) partisi tarih tartışmasına yön verdi. Parti Doğu Almanya’yı Nazi Almanya’sı ile mücadele eden anti-faşist cephe olarak konumlandırdı ve bu anti-faşizme anti emperyalizm ve anti-kapitalist de bir ton kazandırdı. 1950’lerde Batı Avrupa’daki Amerikan etkisinden ve Batı entegrasyonu çabasından rahatsız olan eski Nazi Partisi üyelerinin Doğu Almanya’ya yeniden entegrasyonu Moskova tarafından desteklendi. Nazi geçmişini Batı Almanya’ya mal etme söylemi Doğu Almanya’da canlı bir Nazi geçmişi tartışma ortamı olmasını engelledi. Diğer taraftan Doğu Almanya Nazizm’i direkt kapitalizmin bir problemi olarak gördü ve Doğu Almanya’da kapitalizm çelişkisi olmadığı için Nazizm tehlikesi de kalmadığını iddia etti. Özellikle eskiden Nazi partisi üyesi olan işçiler Doğu Almanya’da yanlış bilinçlenme argümanı ile büyük bir geçmiş sorgusu yapmaksızın var olabildiler. Nazi geçmişine karşı olan bu yaklaşım farkı iki toplumun milliyetçiliğe ve çoğulculuğa bakışını oldukça etkiledi ve bu konuda büyük farklar ortaya çıkmasına yol açtı.

9. 1990 Alman Yeniden Birleşmesi’nden sonra Alman milli kimliği ve Alman Milliyetçiliği bir değişim geçirmiş midir?

Doğu Almanya’nın “barışçıl çözülmesi” ve Almanya’nın yeniden birleşmesi ilk aşamada Almanlar arasında büyük sevinç yarattı. Fakat Batı Almanya iktisadi ve toplumsal olarak böyle ani bir gelişmeye hazır değildi ve bu gelişme büyük bir iktisadi yük yarattı. Bu yükün faturası özellikle Batı Almanya’ya 1950’lerden itibaren Türkiye, İspanya, İtalya, Yugoslavya gibi ülkelerden davet edilen misafir işçilere (Gastarbeiter) kesildi. Bu insanlar işgücü olarak geldikleri bu ülkeye aile birleşmeleri yoluyla yerleşmiş, burada kök salmışlardı.

Doğu-Batı Almanya’nın birleşmesi iki ülkenin siyasi kültür farklılıklarını bir anda yok etmemişti. Yukarıda ele alındığı üzere Batı Almanya Nazi geçmişi ile yüzleşme konusunda açık bir tartışma kültürü oluşturmuşken, Doğu Almanya’daki sansür ve baskıcı rejim burada geçmişle yüzleşme ve milliyetçilik sorgulaması ile ilgili ne kadar yol kat edildiğini görmemizi engelliyordu. Nitekim 1990’ların başında iktisadi krizin faturası özellikle eski Doğu Almanya menşeli neo-nazi hareketler tarafından Alman olmayan göçmenlere kesildi. Özellikle genç işsizlik gibi nedenlerle beslenen ırkçı söylem ve 1990’ların başında kundaklama şeklindeki saldırıları ortaya çıkardı. (Örneğin: 1992 yılında Rostock’ta bir mülteci kampı ateşe verildi, 1992’de Mölln’de 3 kişinin, 1993’te Solingen’de 5 kişinin ölümüne sebep olan kundaklama olayları gerçekleşti) Bu neo-nazi şiddet olayları sağın Almanya’da komünizmden sonraki düşmanının göçmenler olacağının göstergesiydi.

10. 2021 itibariyle Alman milli kimliğini ve Alman Milliyetçiliği’ni nasıl değerlendirirsiniz?

Almanya’nın bir göçmen ülkesi olup olmadığı, İslam’ın Alman toplumunun bir parçası olup olmadığı, çifte vatandaşlığın kimin hakkı olması gerektiği gibi sorular günümüzde halen sıkça tartışılıyor ve Alman milliyetçiliği açısından bir turnusol kâğıdı fonksiyonu görüyor. Almanya örneğinde yükselmekte olan yeni sağın Alman kültürünü “yabancılara” karşı korumak gerektiğine dair olan “yeni ırkçı” söylem ağırlık kazandı. 2014 yılında Dresden’de ortaya çıkan islamofobik Pegida hareketi, mülteci krizi sonrası Alternatif für Deutschland Partisinin artan oyları, NSU (Nationalsozialistischer Untergrung) sürecinin basına ırkçı bir şekilde yansıması gibi durumlar bu “yeni ırkçı” söylemin Alman toplumunda sağlam bir yer edindiğini gösteriyor. Bunun yanı sıra, Almanya’nın en çok Suriyeli mülteci kabul eden Avrupa ülkesi olması, İslam karşıtı Pegida hareketini protesto amaçlı yüzlerce gösterinin yapılması ve entegrasyona devlet katında verilen önem Almanya’da korunmaya çalışılan önemli bir “willkommenskultur” olduğunu da gösteriyor. 21. yüzyılda bu eğilimlerden hangisinin ağır basacağı, Almanlığın tanımının neye evrileceği ve Almanya’nın post-milliyetçi bir toplum olup olmayacağı halen cevap bekleyen sorular olarak karşımızdadır.

Konu ile ilgili daha detaylı bilgi için ekteki makaleye bakabilirsiniz:

Özçalık Dumanoğulları, S. (2019). Fransız Devrimi’nden Günümüze Alman Milliyetçiliği. In H. Bağcı, İ. Ermağan, & B. Gümüş (Eds.), Dünya Siyasetinde Almanya II. (pp. 378-395). Ankara: Nobel Yayıncılık.

Cemre Maral

Milliyetçilik Çalışmaları Staj Programı

Siber Güvenlikte Yapay Zekâ Etkisi

ÖZET

Günümüzde birçok kurum siber güvenliklerini sürekli olarak arttırmak ve iyileştirmek için yapay zekâ destekli siber güvenliğe ihtiyaç duymaktadır. Yapay zekâ teknolojileri siber savunma için sistemin güvenliğini iyileştirirken siber güvenliğin diğer yüzü olan saldırı tekniklerinin de geliştirilmesi ve süreçlerin kısaltılmasında önemli rol oynamaktadır. Çalışma, genel hatları ile yapay zekanın siber güvenlik için sunabileceği fırsat ve avantajlar bağlamında ele almaktadır. Özel şirketler üzerinden yapılan araştırmaların sunduğu gibi siber savunma ve saldırının geliştirilmesi için yapay zekaya ihtiyaç duyulmaya başlanmaktadır. Çalışmanın temel amacı, yapay zekâ teknolojisinin avantajlarını devletler için önemli bir ulusal güvenlik tehdidi olarak görülen siber güvenlik meseleleri için yeniden düşünülmesidir. Bu kapsamda çalışma, siber güvenlik ve yapay zekâ teknolojisinin kesişim noktalarını ulusal güvenlik bağlamında ele almaktadır.

Anahtar Kelimeler: Siber Güvenlik, Ulusal Güvenlik, Yapay Zekâ, Makine Öğrenimi, Derin Öğrenme

Haftalık Sivil Toplum Bülteni / 26 Mart-2 Nisan

0

ÇAÇAV- Çaçav Gençlik İstanbul Ağı

 2013 yılında Çocuk Alanında Çalışan Avukatlar Ağı adı ile kurulmuş olsa da bugün multidisipliner bir yaklaşımla faaliyet gösteren ÇAÇAV, çocuk alanında hak temelli savunuculuk anlayışı ile hareket eder; çocuk haklarını tanıtmayı, yaymayı ve geliştirmeyi, hak ihlallerini önleme, savunuculuk üstlenme, izleme ve raporlama yapmayı hedefler. Bu doğrultuda küresel çapta faaliyet gösteren Çocuklara Yönelik Ticari Cinsel Sömürüyle Mücadele Ağı (ECPAT) üyesidir.

Çocuk alanında hak temelli savunuculuk yapmak istiyorsan sen de ÇAÇAv Gençlik İstanbul ailesinin bir parçası ol!

Başvuru ve Detaylı Bilgi için: 

https://docs.google.com/forms/d/e/1FAIpQLSdGD8jRmuU3ViMr-vX1kg7nbvQLaM0vRxYLrmKMs-BY6O_6EQ/viewform 

Faruk Sade Sanat Fonu- FSSF Başvuruları Başladı 

35 yaş altı, orta seviyede İngilizce bilen; özellikle yurtdışında olmak üzere sanatçı stüdyoları, asistanlık, atölye çalışmaları veya sanatsal her türlü etkinliğe katılmak isteyen adayların önerilerine açıktır. Özellikle araştırma ve sanat/sanatçı programları desteklenir.

Yalnızca lisansüstü mezunlar desteklenir.

Başvuru için gerekenler;

  • Hangi disiplinde çalıştığınızı, 
  • Portfolyonuzu, 
  • Motivasyon alanlarınızı, 
  • Katılmayı önereceğiniz etkinliğin sizde ne tür bir değişim yaratacağına inandığınızı, Hangi etkinliğe katılmak istediğinizi veya Projenizin içeriğini
  • Bütçe ve süresi ile detaylandırınız.

Başvuru ve Detaylı Bilgi için: http://faruksadesanatfonu.org/tr/basvuru 

Habitat Derneği- Kod Yazacak Minik Ellere Eğitmenler Aranıyor

QNB Finansbank ve Habitat Derneği, çocukların yaparken/ eğlenirken aynı zamanda kodlama becerilerini geliştirmeyi hedefleyen “Minik Eller Kod Yazıyor” Projesini hayata geçirdi. Çocukların yaparken/ eğlenirken öğrenmesini hedefleyen proje, çocukların yaratıcılığını ve bilgisayar becerilerini geliştirmeyi, onları programcılık ile tanıştırıp kod okuryazarlığı bilincini yaymayı hedefliyor.

Minik Eller Kod Yazıyor Projesinin 1-4 Nisan 2021 tarihleri arasında gerçekleştirilecek eğitmen eğitimine, proje kapsamında, proje illerinden gelen öğretmenlerin başvuruları kabul edilecektir. 

Proje İlleri: Adana, Artvin, Ankara, Antalya, Aydın, Bingöl, Çanakkale, Erzurum, Eskişehir, Gaziantep, Isparta, İstanbul, İzmir, Kars, Kayseri, Kırklareli, Mardin, Ordu, Sinop, Tunceli, Trabzon, Zonguldak.

Son Başvuru: 26 Mart 2021

Eğitmen Eğitim Tarihi: 01-04 Nisan 2021

Eğitim Kanalı: Online Platformlar

Başvuru ve Detaylı Bilgi için: https://form.jotform.com/210733693654965

Qeer Kıbrıs Derneği- LGBTİ+ Farkındalık Eğitimi

Eğitim, ILGA- Europe tarafından ‘ Geride Kimse Kalmadı’ fonu kapsamında finanse edilen ve Kuir Kıbrıs Derneği tarafından LGBTİ+’ların istihdama erişimini güçlendirmek ve sosyo-ekonomik alanlarda var olan zorlukları ortaya koymak amacıyla yürütülen ‘Birlikte Daha Güçlü’ projesi kapsamında gerçekleştirilecektir.

Eğitim  Tarihi: 30 Mart 2021

Eğitim Saati: 17:00-20:00

Eğitim  Kanalı: Zoom 

Başvuru ve Detaylı Bilgi İçin: https://bit.ly/kuiregitim

Leyli Sanat Derneği- Sinema Yoluyla Sanatla Farkındalık Atölyesi

Leyli Sanat Şubat 2021 itibariyle “Sanatla Farkındalık ve Sinema” ile sizlere ev sahipliği yapıyor. 30 Mart akşamı gerçekleştirilecek ikinci oturum ile filmler aracılığıyla kendinize, içsel sürecinize doğru bir yolculuğa çıkacaksınız.

Eğitim  Tarihi: 30 Mart 2021

Eğitim Saati: 20:00-22:00

Eğitim  Kanalı: Zoom 

Başvuru ve Detaylı Bilgi İçin: https://leylisanat.org/sinema-yoluyla-sanatla-farkindalik/

Farkındalık Yarat Derneği- Gönüllü Proje Asistanlığı Programı

İnsan hakları ve çevre üzerine hak savunuculuğu ve farkındalık çalışmaları yapan bir sivil toplum kuruluşu olan FARYA  ekibinde yer alacak ilgili bölümlerde okuyan (Hukuk, Sosyoloji, Psikoloji, Felsefe, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler, Sosyal Hizmetler, Yeni Medya/Gazetecilik) gönüllüleri  bekliyor!

İnsan hakları, kadın hakları, çocuk hakları, LGBTİ+ hakları, toplumsal cinsiyet eşitliği, göç ve çevre üzerine yazılan projelerde deneyim kazanma ve içerik üretme becerisi geliştirme imkanı sağlayan bir programdır.10 Haftalık bir eğitim programı sonrasında, proje yazım sürecinde proje ekibine yardım eder ve gereksinim duyulan proje dosyalarının yazımı, fon, kaynak listelemeleri ve bütçeleme araştırmaları yapar. 

Eğitim  Süresi: 10 Hafta

Başvuru ve Detaylı Bilgi İçin: https://forms.gle/D66ESjYsQeggQXAL8

Güler Yüzler Derneği- Sıfırdan E-Ticaret Sitesi Kurulumu

Güler Yüzler, sürdürülebilir kalkınmaya artı değer katan, projeler uygulayıp geliştiren, küresel hedefleri destekleyen kalkınma dostu bir sivil toplum kuruluşudur.

 

Eğitim  Tarihi: 3 Nisan 2021

Eğitim Saati: 20:00-21:00

Eğitim  Kanalı: Zoom 

Başvuru ve Detaylı Bilgi İçin: https://linktr.ee/guleryuzler2015

Çorapsız Çocuklar Derneği- ÇoÇoDer Gaziantep Saha Gönüllüsü Olmak İster Misiniz?

Çorapsız Çocuklar Derneği, sokakta çalışan veya çalıştırılan 5- 17 yaş arası çocuklara daha güzel bir yaşam kalitesi sunmak adına eğitim, sosyal, psikolojik ve kültürel alanlarda destek vermek amacıyla Gaziantep’te kuruldu. Bu sebeple motivasyonu çocuk olan, çocuklar için var olan düzeni değiştirmeyi amaçlayan, bunun için zaman ve emek harcamak isteye Gaziantep Saha Gönüllülerini arıyor!

Saha ekibiyle çeşitli faaliyet alanlarında çalışmalar yürütülecektir. Bunlardan bazıları etkinlik, sponsor, lojistik, aile &okul &çocuk gibi alanlardır.

Başvuru ve Detaylı Bilgi için: https://cocoder.org.tr/gaziantep-saha-ekibi-gonullu-cagrisi/

UNCHR- Yükseköğrenim Bursu Başvuruları Devam Ediyor

Türkiye’deki bir üniversite ya da yükseköğretim kurumunda öğrenim gören bir uluslararası koruma başvuru veya statü sahibi misiniz? UNHCR’den yükseköğrenim bursu almaya hak kazanabilirsiniz!

Son Başvuru: 31.03.2021

Başvuru ve Detaylı Bilgi için:

https://enketo.unhcr.org.tr/::CK3ePfzN?fbclid=IwAR1EyjSnbAH5hyN6y_Z7tExrJY2gOWPgoWwJMCztClbJ4l2RG2K9T3Cxshw

Hazırlayanlar: Banu TÜYSÜZ, Ecem GÜVEN, Gizem AŞAR

TUİÇ Akademi Sivil Toplum Çalışmaları Birimi

Uluslararası Hukukta Terörizm Kavramının Belirsizliği

Özet

 Terörizm uluslararası hukukta belirsizliğini sürdüren kavramlardan biridir. Tanımlama üzerinde yapılan birçok çalışmaya rağmen kavramın görüş birliği sağlanmış bir tanımı bulunmamaktadır. Bu çalışmada terörizm kavramının belirsizliğinin nedenlerini ortaya koymak adına devletlerin iç hukuklarında yer alan tanımlamalar ve uluslararası örgütler tarafından oluşturulan tanımlamalardan yararlanılmaktadır. Ayrıca terörizm ile ilişkilendirilen bazı uluslararası sözleşmeler incelenerek, uluslararası hukukta var olan kavram belirsizliği değerlendirilmektedir. Bu çalışmada uluslararası hukukta terörizm kavramının belirsizliğinin nedenleri incelenerek teorik bir çerçeve oluşturulmaktadır.

 

Anahtar Kelimeler: Terörizm, İç Hukuk, Uluslararası Hukuk, Uluslararası Örgütler, Uluslararası Sözleşmeler.

 

Abstract

Terrorism is one of the ambiguous concepts in international law. Despite many studies on definition, there is no consensus on definition of the concept. In this study, definitions contained in the domestic laws of states and definitions created by international organizations are used to identify the reasons for the uncertainty of the concept of terrorism. In addition, some international conventions associated with terrorism are examined and the uncertainty of the concept that exists in international law is evaluated. In this study, a theoretical framework is established by examining the reasons for the ambiguity of the concept of terrorism in international law.

 

Key Words: Terrorism, Domestic Laws, International Laws, International Organizations, International Conventions.

 

 

GİRİŞ

Terörizm kavramı birçok uluslararası akademik metinde ve uluslararası çaptaki birçok hukuki metinde kendisine yer bulmuştur. Terörizm her ne kadar akademi ve hukuk literatüründe birçok araştırmaya konu olmuşsa da, anlamının kavranmasına ilişkin gerçekleştirilen tanımlama çalışmaları farklılıklar göstermektedir.

Terörizm kavramının özellikle uluslararası hukukta tanım karmaşasına sebep olması ve belirli bir tanımın hukuk metinlerinde aynı açıklayıcılık ve betimleyicilik ile yer almaması belirsizliğin gün geçtikçe artmasına sebep olmaktadır. Ülkelerin iç hukuk metinlerinde yer alan, ulusal manada kabul görmüş tanımlamalar uluslararası boyutta bir uzlaşı ile bir bütün haline getirilemeyince terörizm kavramı uygulamalar ve cezai yaptırımlar noktasında büyük bir eksikliği ortaya çıkartmaktadır.

Terörizm kavramının uluslararası hukuktaki belirsizliğine odaklanan bu çalışmanın temel amacı, belirsizliklerin ve muğlaklıkların görüldüğü noktaları ortaya koymak ve bu belirsizliklerin nedenlerini ve sonuçlarını analiz ederek teorik bir çerçeve çizmektir. Bu çalışmanın birinci bölümünde bazı ülkelerin iç hukuklarında yer alan terörizm tanımları ve uluslararası hukuk için temel metinlerdeki terörizm tanımları karşılaştırılacaktır. İkinci bölümde ise uluslararası hukuk için yapılan terörizm tanımlarının oluşturulmasında ortaya çıkan ortak unsurlar belirlenecektir. Üçüncü bölümde uluslararası hukuku desteklemek amacı ile ortaya konan bazı uluslararası sözleşmelerdeki terörizm kavramının eksikliği açıklanmaya çalışılacaktır. Dördüncü bölümde terörizm kavramının uluslararası hukukta tanımlanmasında ortaya çıkan belirsizliklerin nedenleri analiz edilecektir.

 

1. İÇ HUKUK VE ULUSLARARASI HUKUK METİNLERİNDE TERÖRİZM KAVRAMI

Çok eski çağlardan bu yana varlığını sürdüren terörizm, içinde korku, dehşet ve sindirme anlamlarını barındıran bir kavramdır. Terörizm kavramı faaliyetler, uygulamalar ve uygulayıcıların gelişmesi ve teknolojik ve bilimsel ilerleme sayesinde günümüz boyutlarına ulaşmıştır. Gerçekleşen bu değişim terörizm kavramının anlamını farklı ideoloji ve aksiyonlarla donatmıştır.

Hukuk metinlerinde terörizm için farklı birçok tanım yapılmış, birçok farklı faaliyet terörizm ile ilişkilendirilmiş ve terörizme dair birçok farklı yöntem ortaya konmuştur. Ancak terörizm kavramı için uluslararası bir görüş birliği ortaya konmuş ve işletilebilmiş değildir. Her devlet kendi iç hukuklarında terörizme net tanımlamalar ile yer vermiş olsalar dahi, uluslararası hukuka zemin hazırlayan metinleri ortaya koyan birçok uluslararası örgüt terörizm kavramı üzerinde ortak ve net bir tanımlama yapamamıştır.

Çalışmanın ilk bölümünde bazı devletlerin iç hukuk metinlerinde yer verilen terörizm kavramları ve uluslararası hukuk metinlerinde yer verilen terörizm kavramları ortaya konarak açıklanacak ve karşılaştırılacaktır.

 

1.1. Devletlerin İç Hukuklarında ‘Terörizm’

Terörizm her ne kadar uluslararası etkilere sahip bir kavram olsa da, mücadele alanının başlangıcını devletler meydana getirmektedir. Her devlet kanunlarında terörizm kavramına yer vermekte ve terörle mücadele kapsamında kendi terörizm tanımlarını yapmaktadırlar. Bu tanımlar ülkelere göre farklılıklar taşımakla beraber ortak bazı noktaların olduğu da görülmektedir.

Türkiye Cumhuriyeti Terörle Mücadele Kanunu’nun 1.maddesinde terörizmi;

            “Baskı, cebir ve şiddet kullanarak; korkutma, yıldırma, sindirme veya tehdit yöntemlerinden biriyle, Anayasada belirtilen Cumhuriyetin niteliklerini, siyasî, hukukî, sosyal, laik, ekonomik düzeni değiştirmek, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmak, Türk Devletinin ve Cumhuriyetin varlığını tehlikeye düşürmek, Devlet otoritesini zaafa uğratmak veya yıkmak veya ele geçirmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, Devletin iç ve dış güvenliğini, kamu düzenini veya genel sağlığı bozmak amacıyla bir örgüte mensup kişi veya kişiler tarafından girişilecek her türlü suç teşkil eden eylemlerdir.” (Türkiye Cumhuriyeti Terörle Mücadele Kanunu, 1991) şeklinde tanımlamıştır.

Türkiye Cumhuriyeti’nin yapmış olduğu tanım incelendiğinde terörizmin oldukça geniş kapsamlı olarak ele alındığı görülmektedir. Özellikle devlet ile ilgili anayasada belirtilen niteliklerin zarar görmesi ve iç güvenlik haricinde dış güvenliğinde bazı şiddet eylemleri ile zarara uğratılması durumunun tanımda açıklayıcı bir biçimde yer aldığını görmekteyiz. Bunun dışında örgüte mensup olma unsuruna da bu kanun çerçevesinde yer verildiği görülmektedir. Bunun temel nedenlerinden ilki ve en önemlisi hiç kuşkusuz Türkiye Cumhuriyeti’nin çok uzun yıllardan beri farklı bölgelerde terör faaliyetleri ile iç içe yaşar hale gelmiş olmasıdır.

Terörizm konusunda bir başka ele alınması gereken ülke ise Amerika Birleşik Devletleri(ABD)’dir. 11 Eylül saldırıları ile terörizmin en sıcak hali ile tanışan ABD birçok farklı kurumu aracılığı ile terörizmi tanımlamıştır. ABD Dış İşleri Bakanlığı tarafından 1983 yılından beri kabul edilen bir tanıma göre terörizm;

            “Milli-benzeri (subnational) gruplar ya da yasadışı görevliler tarafından muharip olmayan hedeflere karşı gerçekleştirilen ve genellikle kamuoyunu etkilemeyi hedefleyen, siyasi saikli, önceden tasarlanmış şiddet eylemleri” (Saraçlı, 2007)

 şeklinde tanımlanırken, ABD Federal Düzenlemeler Kanunu’nda ise terörizm;

 “Bir hükümeti, sivil nüfusu veya herhangi bir kesimini siyasi veya sosyal hedefleri ilerletmek için korkutmak veya zorlamak için kişilere veya mülklere karşı yasadışı güç ve şiddet kullanımıdır.” (Best & Nocella, 2004)

şeklinde tanımlanmıştır. Yapılan tanımlamalara baktığımızda farklılıklar içerdiği ancak ortak noktalara da sahip oldukları görülmektedir. Her iki tanımda da ortak olan siyasi bir amacın gerçekleştirilmesi amacı ve şiddet kullanımı terörizmin en belirgin unsurları arasındadır. ABD’ne ait olan bir diğer tanım ise 22 Aralık 1987 tarihli Anti-Terör Kanunu’nda yer almıştır. Bu kanunda ise terörizm;

“…Silahlı çatışmaya katılmayan bireylerin vücut bütünlüğüne ciddi zarar vermek ya da ölümlerine yol açma riski karşısında aşırı bir kayıtsızlık göstererek şuurlu ve ayrım gözetmeyen bir şiddet eylemini tertip etmek, desteklemek ya da bu eyleme katılmak” (Çınar, 2017)

olarak tanımlanmıştır. Bu tanıma baktığımızda ise bu maddenin daha geniş bir kapsama sahip olduğu görülmektedir. Bir devletin farklı kurumları ve farklı kanunlarında terörizm algısının değişiklik gösterdiği ve kapsamlarının kanun özelliklerine göre şekillendiğini bu tanımlar ile ortaya koymak mümkündür. Özellikle tarihsel farklılıkların oluşu yaşanan veya maruz kalınan terör faaliyetlerinin kanunlara ve düzenlemelere etkisinin ne yönde olduğunu göstermektedir.

Amerika Birleşik Devletleri’nde özellikle 11 Eylül saldırıları ile birlikte terörizm kavramı ulusal bir etki yaratmış ve bununla birlikte terörizm uluslararası bir boyutta incelenmeye başlamıştır. 11 Eylül sonrasında ortaya konan ABD Vatanseverlik Yasası, var olan terörizm tanımlarını geliştirmiş ve hangi faaliyetlerin terör eylemi sayılacağına dair çerçeveyi genişletmiştir. Özellikle “hükümet uygulamalarının kitle imhası, cinayet ve kaçırma yoluyla etki altına alınması hedefi” (Çınar, 2017) şeklinde bir ifadenin tanıma dahil edilmesi, terör eylemlerinin biçimsel açıklamasının ve faaliyet alanlarının genişletildiğini göstermektedir.

Fransa ve İngiltere’nin de terörizm tanımlarına Terörle Mücadele Kanunları kapsamında yer verdiği görülmektedir. Fransa terörizmi;

“Baskı veya tehdit yolu ile mevcut kamu düzeninin ciddi olarak bozulması maksadıyla bireysel veya toplu olarak herhangi bir girişimde bulunulması” (Türkiye Barolar Birliği, 2006)

olarak tanımlarken, İngiltere biraz daha geniş bir kapsamla;

“Siyasi, dini ya da ideolojik sonuçlara ulaşmak için hükümeti, toplumu veya toplumun herhangi bir bölümünü belli bir yöne zorlamak maksadıyla kişilere ve mala karşı yapılan ciddi şiddet kullanımı ya da şiddet kullanımı tehdidinde bulunulması” (Türkiye Barolar Birliği, 2006)

olarak tanımlamıştır. Bu tanımlamalar devletlerin terör algılarında farklılıklar olduğunu ortaya koyar niteliktedir.

2006 yılında oluşturulmuş olan Rusya Federasyonu Anti-Terörizm Kanunu’nda terörizm;

“Ulusal ve bölgesel yetkilileri, uluslararası örgütleri ve nüfusu korkutan ve ya onları etkilemeyi hedefleyen, yasadışı eylemleri içeren suç yolu ile siyasi hedeflere ulaşmak için gerçekleştirilen şiddet eylemleri” (Sapmaz, 2013)

şeklinde bir tanımla karşımıza çıkmaktadır.

Devletler kendi güvenlik anlayışları doğrultusunda politikalar üretmekte ve kanuni düzenlemelerini de bu doğrultuda yapmaktadırlar. Her devlet maruz kaldığı eylemlerin boyut ve etkilerine göre farklı anlayışlar ortaya koymaktadır. Bu sebeple devletlerin iç hukuk metinlerinde, kanuni düzenlemelerinde özellikle terörizm için içerik bakımından ortak unsurlara sahip ancak bazı ufak farklılıklar barındıran tanımlamalar ve açıklamalar görmek mümkündür.

 

1.2. Uluslararası Hukukta ‘Terörizm’

Terörizm ile mücadele her ne kadar devletlerin iç hukuk metinlerinde başlasa da, aslında terörizm uluslararası boyuta sahip bir kavramdır. Bu sebeple terörizm kavramına uluslararası hukuk boyutuyla bakmak yerinde olacaktır. Ancak uluslararası hukuk temel olarak bir devletin anayasasından farklı bir yapıya sahiptir. Uluslararası hukuk uluslararası örgütlerin ortaya koyduğu kurucu anlaşmalar ve örgüt bünyesinde ortaya konmuş sözleşme ve ek protokoller ile oluşturulmaktadır. Bu durum terörizm kavramının uluslararası hukukta nasıl ve ne şekilde yer aldığını görebilmemiz için öncelikle uluslararası örgütler tarafından nasıl tanımlamalar yapıldığına bakmamız gerekliliğini yaratmaktadır.

Terörizm kavramının uluslararası bir statü ile değerlendirilmesi temel olarak Milletler Cemiyeti ile başlamıştır. 1936 yılında ortaya konan Milletler Cemiyeti Cenevre Sözleşmesi terörizm tanımının yapıldığı ilk uluslararası metindir. Bu sözleşmeye göre terörizm;

“Bir devlete yönlendirilen ve belli kişi yada kişi gruplarının, veya genel kamuoyunun zihninde terör hali yaratmaları hedeflenen yada hesaplanan suç eylemleri” (Best & Nocella, 2004)

olarak tanımlanmıştır. 1937 Sözleşmesi olarak adlandırılan Cenevre Sözleşmesi’nde yer alan bu tanım dar oluşu ve terör kelimesinin kullanımı dolayısıyla eleştirilmiş ve yürürlüğe girmemiştir (Öktem, 2004).

Cenevre Sözleşmesi’nin ardından birçok örgütün terörizm kavramına yeni ve farklı tanımlar getirdiği görülmektedir. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi(BMGK) aldığı bazı kararlar ile terörizmi tanımlamıştır. Bunlardan bir tanesi ise 2004 yılında almış olduğu 1566 sayılı karardır. BMGK’nin 1566 sayılı kararında;

“Toplumda veya bir grup ya da belli kişilerde bir terör durumunu kışkırtmak amacıyla ölüm veya ciddi bedensel yaralanmalara sebep olmak veya rehin almak amacıyla bir nüfusu korkutan ve bir hükümeti yahut uluslararası bir kuruluşu herhangi bir eylemi yapmaya veya yapmaktan kaçınmaya zorlamaya yönelik sivillere yönelik olanlar da dahil olmak üzere gerçekleştirilen suç eylemleri” (UNSC Resolution 1566, 2004)

terörizm kapsamında tanımlanmıştır. Bu tanıma baktığımızda oldukça geniş bir açıklayıcılık içerdiği görülmektedir. Bir başka tanım ise 2005 yılında gerçekleştirilen BM Paneli’nde ise terörizm;

“Bir nüfusu sindirmek veya bir hükümeti veya uluslararası bir kuruluşu herhangi bir eylemi yapmaya veya yapmaktan kaçınmaya zorlamak amacıyla sivillerin veya savaşçı olmayanların ölümüne veya ciddi bedensel zarar görmesine neden olan eylemler” (Ruperez, 2006)

olarak kabul edilmiştir.

BM dışında birçok bölgesel örgütün de terörizm kavramını tanımladığını görmek mümkündür. Bunlardan ilk olarak Avrupa Birliği’ne baktığımızda, 2002 yılında AB Terörle Mücadele Çerçeve Kararı’nın 1.maddesinde; “bir nüfusu ciddi şekilde sindirmek veya bir hükümeti veya uluslararası kuruluşu herhangi bir eylemi gerçekleştirmeye veya yapmaktan kaçınmaya gereksiz yere zorlamak veya bir ülkenin veya uluslararası bir örgütün temel siyasi, anayasal, ekonomik veya sosyal yapılarını ciddi şekilde istikrarsızlaştırmak veya tahrip etmek amacı ile gerçekleştirilen eylemler” (Saraçlı, 2007) terör eylemleri olarak kabul edilmektedir. Avrupa Birliği’nde terörizm tanımından ziyade terörizme dair eylemsel bir açıklama yapılmaktadır.

İslam Konferansı Örgütü uluslararası niteliğe sahip en geniş kapsamlı tanımı yapmaktadır. Bu tanım şu şekildedir:

Terörizm, saik ve kastına bakılmaksızın halkı terörize etmek veya ona zarar verme tehdidinde bulunmak veya halkın yaşamları, onurları, özgürlükleri, güvenlikleri veya haklarını tehlikeye atmak veya çevreyi, bir kamu hizmetini veya kamu veya özel mülkü zarara maruz bırakma veya onları işgal etme veya onlara el koyma veya bir ulusal kaynağı veya uluslararası hizmetleri tehlikeye atma, ya da bağımsız devletlerin istikrar, ülke bütünlüğü, siyasal birliği veya egemenliklerini tehdit etme amacıyla bir bireysel veya toplu suç planını gerçekleştirmek için islenen her türlü şiddet eylemi ile bu tür eylem tehdidinde bulunmadır.” (Saraçlı, 2007)

Uluslararası anlamda terörle mücadelenin askeri unsuru olarak kabul edebileceğimiz NATO ise terörizm tanımlamasına sahip bir başka bölgesel örgüttür. NATO Uluslararası Askeri Karargâhı’nın terörle mücadele kapsamında 2016 yılında kabul etmiş olduğu terörizm tanımı;

“Siyasi, dini veya ideolojik hedefleri gerçekleştirebilmek için, hükümetleri veya toplumları yıldırma veya gözünü korkutarak zorlamak ya da halkın üzerinde kontrolü sağlamak amacıyla, insanlarda korku veya terör yaratmak için şahıslara veya mülkiyete yönelik şiddetin ya da kuvvetin kullanım tehdidi veya kanunsuz olarak kullanılmasıdır.” (International Military Staff, 2016)

şeklinde yapılmıştır.

Tüm bu tanımlamalara baktığımızda uluslararası hukukta da devletler tarafından bir görüş birliği sağlanamadığını ve ortak tanımlama konusunda örgütlerinde yetersiz kaldığını görmekteyiz. Uluslararası hukukta yer alan birçok kavram gibi terörizm kavramı da muğlak ve sürüncemede kalmıştır.

 

1.3. Terörizm Tanımlarının Karşılaştırılması: Benzerlikler-Farklılıklar

Ortaya konan tanımların her biri farklı nitelikler ile terörizm kavramını açıklamaktadır. İç hukuk metinlerinde devletler tarafından yapılan farklı terörizm tanımları gibi uluslararası hukuka zemin hazırlayan örgütlerdeki tanımlamalarda da görülmektedir ki, terörizm kavramı özellikle devletlerin algılayış biçimlerine göre bir açıklama ve betimleyicilik kazanmaktadır.

Kapsamları açısından çoğu tanım birbiriyle benzerlik gösterse de tanımlar arasında bazı farklılıklar da mevcuttur. Bazı terimlerin tanım içerisinde spesifik olarak kullanılması devletlerin terörizm kavramına yaklaşımlarını ortaya koyan özelliklerinden biridir.

Tanımlar arasındaki benzerliklere baktığımızda; şiddet kullanımı, korku ve dehşet yaratma amacı, siyasi motifli olması, belli bir hedefe yönelik planlı eylemler olması gibi noktalar dikkat çekmektedir. Bu noktalar terörizmin unsurlarını ortaya koyan noktalardır. Bu unsurlar sonraki bölümde açıklanacağından burada değinilmeyecektir.

Tanımlar arasında göze çarpan iki temel farklılık ise mülkiyet kavramının kullanılması ve sivil-savaşmayan ayrımının ortaya konmasıdır. İlk olarak, çoğu terörizm tanımında özellikle şahıslara yönelik gerçekleştirilen eylemlerin terörizm kapsamında değerlendirileceği yer alırken özellikle ABD Federal Düzenlemeler Kanunu ve İslam Konferansı Örgütü tarafından yapılan tanımlamalarda mülkiyet kavramının kullanılması ayırıcı bir niteliği ortaya koymaktadır. Bu tanımlamalar şahısların ve devletlerin sahip oldukları bazı mülklerinde terör eylemleri ile zarara uğratılabileceğini ve bu eylemlerinde terörizm kapsamında ele alınması gerekliliğini kapsamaktadırlar. Bu terimlerin kullanılması bir ikilem yaratması bakımından önemlidir. Sivil-savaşmayan ayrımında özellikle savaşmayan kavramı görev durumunda olmayan askeri personel, ordu mensubu yahut polis kuvvetlerini kapsayıcı bir açıklamayı ortaya koymaktadır. Ancak burada savaşmayanın silahsız bir durumda olup olmaması net ve açık bir şekilde ortaya konmamaktadır.

 

2. TERÖRİZM KAVRAMININ UNSURLARI

Devletler ve uluslararası örgütler tarafından yapılan tanımlara baktığımızda terörizm kavramının ortaya konmasında bazı ortak unsurların olduğunu görmekteyiz. Bunlar;

  • Motivasyonların ve hedeflerin siyasi olması
  • Şiddet tehdidi veya şiddet kullanımı
  • Eylemlerin korku yaratmak üzere planlanmış olması ve oluşan korkunun uzun vadeli etkilere sahip oluşu
  • Belirli bir kimliğe sahip örgüt faaliyetleri olması
  • Devlet dışı aktörler ve ulus-altı gruplar tarafından gerçekleştirilmesi
  • Örgütün gücünü artırmak veya sahip olunan gücün etkisini genişletmek olarak sıralanabilir(Erdurmaz, 2020).

Motivasyonların ve hedeflerin siyasi olması: Gerçekleştirilen terör eylemleri siyasi bir amaca hizmet etmektedir. Hükümetlerin ya da uluslararası örgütlerin davranışlarını ve kararlarını değiştirmek niyeti ile ortaya konan eylemler ile terör örgütleri yönlendirme kapasitelerini artırma yönünde çaba göstermektedirler.

Şiddet tehdidi veya şiddet kullanımı: Yapılan tanımlarda şiddet kullanımının terör eylemlerini ortaya koyan en önemli unsur olduğu ortaya konmuştur. Ancak şiddet kullanımının yanında şiddetin terör örgütleri tarafından kullanılacağına dair ortaya çıkan tehdit durumu da son derece önemlidir. Hükümetlere ya da uluslararası örgütlere karşı kullanılan bir şiddet tehdidinin varlığı, terör örgütleri tarafından caydırıcı olması beklenen bir niteliğe sahiptir.

Eylemlerin korku yaratmak üzere planlanmış olması ve oluşan korkunun uzun vadeli etkilere sahip oluşu: Gerçekleştirilen eylemlerin sivil halk üzerinde ve yetkililer üzerinde ciddi boyutlara ulaşan bir korku ve panik durumunu yaratması terör örgütleri tarafından beklenen ve istenen bir durumdur. Bu duruma ulaşabilmek için ortaya konan eylemler örgüt üyeleri tarafından planlanmakta ve organize edilmektedir. Diğer taraftan bu eylemler gelip geçici bir korku yaratmamakta, halkın ve yetkililerin davranışlarını şekillendiren uzun vadeli etkiler bırakmaktadır.

Belirli bir kimliğe sahip örgüt faaliyetleri olması: Eylemleri gerçekleştiren terör örgütlerine mensup üyeler belli bir kimlik altında toplanarak bir araya gelmektedirler. Etnik, dinsel, milli vs. birçok kimlik bireyleri bir örgüt altında, aynı amaçlar doğrultusunda hareket etmeye yönlendirebilmektedir.

Devlet dışı aktörler ve ulus-altı gruplar tarafından gerçekleştirilmesi: Terör örgütlerinin devlet dışı aktörler ve ulus-altı gruplar tarafından oluştuğu küresel olarak kabul görmüş bir unsurdur.

Örgütün gücünü artırmak veya sahip olunan gücün etkisini genişletmek: Terör örgütleri faaliyetlerini gerçekleştirirken güçlerini artırmayı amaçlarlar. Bu gücün boyutlarının artması faaliyet alanlarının genişlemesi, kullanılan teçhizatın fazlalaşması ya da çeşitlenmesi, ekonomik getirinin sağlanması olarak karşımıza çıkabilmektedir.

Terörizm kavramlarının tanımlanmasında ortaya konan unsurlar çeşitlendirilebilirse de ele almış olduğumuz unsurlar genel kabul gören ve yapılan tanımlardaki benzerlikler doğrultusunda ortaya konan önemli unsurlardır. Bu unsurlar hem tanımlamaları ortak bir çerçeveye koymak için hem de terör faaliyetlerinin diğer saldırılardan ayrımının yapılabilmesi için gerekli görülmektedir.

 

2.1. Uluslararası Sözleşmeler ve Terörizm

Uluslararası hukuku meydana getiren kaynaklardan bir diğeri de uluslararası sözleşmeler ve anlaşmalardır. Bu kaynaklar oldukça geniş açıklamaları içeren ve detaylı bir şekilde oluşturulan belgelerdir. Bu sebeple terörizm kavramı da uluslararası kapsamda sadece örgütsel kararlar çerçevesinde açıklanmamaktadır.

Uluslararası statüye sahip belgelere baktığımızda karşımıza özellikle terörizm ile mücadele kapsamında birçok farklı düzenlemeye sahip sözleşme ve protokol çıkmaktadır. BM Güvenlik Konseyi’nin 1373 sayılı kararı ile tüm devletlere taraf olma ve hükümlerini uygulama yükümlülüğü getirilen belgelerden bazıları;

  • 1963-Tokyo Sözleşmesi/Uçakta İşlenen Suçlar ve Bazı Diğer Fiiller Hakkında Sözleşme
  • 1970-Lahey Uçak Kaçırma Sözleşmesi/Uçakların Kanuna Aykırı Ele Geçirilmesinin Önlenmesine İlişkin Sözleşme
  • 1971-Montreal Sözleşmesi/Sivil Havacılığın Emniyetine Karşı Yasadışı Eylemlerin Önlenmesine İlişkin Sözleşme
  • 1973-Diplomatların Korunması Sözleşmesi/ Uluslararası Korunan Kişilere Karşı Suçların Önlenmesi ve Cezalandırılmasına İlişkin Sözleşme
  • 1979-Rehineler Sözleşmesi
  • 1980-Nükleer Maddelerin Fiziksel Olarak Korunmasına İlişkin Sözleşme
  • 1988-Uluslararası Sivil Havacılığa Hizmet Veren Havaalanlarında Yasadışı Şiddet Eylemlerinin Önlenmesine Yönelik Protokol
  • 1988-Kıta Sahanlığında Bulunan Sabit Platformların Güvenliğine Karşı Yasadışı Eylemlerin Önlenmesine İlişkin Protokol
  • 1988-Deniz Seyrüsefer Güvenliğine Karşı Yasadışı Eylemlerin Önlenmesine Dair Sözleşme
  • 1991-Tespit Amacıyla Plastik Patlayıcıların İşaretlenmesine İlişkin Sözleşme
  • 1997-Terör Bombalamalarının Önlenmesine İlişkin Uluslararası Sözleşme
  • 1999-Terörün Finansmanının Önlenmesine İlişkin Sözleşme
  • 2005-Nükleer Terörizm Eylemlerinin Önlenmesine İlişkin Uluslararası Sözleşme
  • 2010-Pekin Sözleşmesi/ Uluslararası Sivil Havacılığa İlişkin Yasadışı Eylemlerin Bastırılmasına İlişkin Sözleşme
  • 2010-Lahey Sözleşmesi Ek protokolü/Uçakların Yasadışı Olarak Ele Geçirilmesinin Bastırılmasına İlişkin Sözleşmeye Ek Protokol şeklinde sıralanabilir (Saraçlı, 2007).

Bu sözleşme ve protokoller incelendiğinde; uçakların yasadışı yollar ile ele geçirilmesi, hava alanlarında kanunsuz eylemlerin gerçekleştirilmesi, rehin alma, diplomatlara yönelik eylemlerin gerçekleştirilmesi, nükleer maddelerin kullanımı, bombalama, patlayıcıların kullanımı gibi bazı özel eylemlerin terör eylemi olarak değerlendirildiği görülmektedir. Sözleşme ve protokollerde bu faaliyetler detaylandırılmış olmasına rağmen bir terörizm tanımı yapıldığı görülmemektedir. Bu durum da terörizm kavramının uluslararası hukuk metinlerinde oldukça belirsiz bir yere sahip olduğunu göstermektedir.

 

2.2. Terörizm Kavramının Belirsizliğinin Nedenleri

Terörizm kavramı ile ilgili birçok tanım ortaya konmuş olmasına karşın, bu tanımlar konusunda devletler tarafından bir konsensüs sağlanabilmiş değildir. Her devlet her tanımı, her kavramsallaştırmayı kabul etmemekte ve ortaya konan tanımlardaki unsur ve bileşenleri yorumlamaktadır. Devletlerin birbirleri arasındaki bu yorum farklılıkları büyük bir belirsizlik meydana getirmektedir.

Terörizm kavramına ilişkin oluşan belirsizliğin devletler özelinde nedenleri olduğu kadar uluslararası sistem içerisindeki sorunlar da bu belirsizliğe etki etmektedir. Bu kavram belirsizliğinin nedenleri arasında öne çıkan bazıları şunlardır:

  • Devletlerin siyasi, askeri, ekonomik çıkarlarındaki farklılıklar
  • Uluslararası Hukukun yasama, yürütme ve yargı eksiklikleri
  • Egemenlik kavramının sınırlarının muğlaklığı
  • Milli bağımsızlık hareketlerinin kapsamı
  • Uluslararası sistem içerisinde yönetişim eksikliği.

Devletler terörizm kavramının barındırdığı unsurları kendi çıkarlarına göre yorumlamaktadırlar (Smith, 2020). Askeri, ekonomik ve bilhassa siyasi menfaatler devletler tarafından öncelikli durumdadır. Bu sebeple devletler bu edinimlerden vazgeçmek istemezler. Devletlerin çıkarlarının uluslararası çıkarlara baskın gelmesi terörizm kavramının da devletler tarafından muğlak bir zeminde yorumlanmasına sebep olmaktadır. Devletlerin çıkarları mevcut duruma göre şekillenirken, terörizm yorumlamaları da bu durumdan etkilenerek değişiklik gösterebilmektedir. Bunun yanında bir devletin çıkarları başka bir devlet ile çelişebilmekte yahut çakışabilmektedir. Bu durumda devletler kendi çıkarları doğrultusunda yeni yorumlamalar yapabilmektedirler. Hiçbir devlet başka bir devletin çıkarını kendisininkinden üstün görmemektedir. Bu durum da terörizm kavramının belirsizliğine yol açan en önemli unsurun devletlerin çıkar mücadeleleri olduğu gerçeğini ortaya koymaktadır.

Uluslararası hukukun kaynakları arasında birçok anlaşma, sözleşme ve bunlara ek olarak da protokoller yer almaktadır. Ancak uluslararası hukuk terörizm konusunda özellikle bütün devletler tarafından kabul edilen kapsamlı bir belgeye sahip değildir. Bunun yanı sıra terörizm faaliyetleri ile ilgili uluslararası hukukta kabul gören ve standart haline gelmiş bir cezai uygulama sistemi bulunmamaktadır. Bu durum ise özellikle uluslararası hukukta yasama, yürütme ve yargı konularında bazı eksikliklerin varlığını ortaya koymaktadır.

Egemenlik kavramı da tıpkı terörizm kavramı gibi uluslararası hukukta muğlak kalan kavramlardan bir tanesidir. Uluslararası hukuk temel olarak egemenlik kavramına net bir tanım getirmiş olsa ve devletlere kendi ülke sınırları içerisinde bazı egemenlik hakları belirlemiş olsa dahi, özellikle güvenlik ve savunma konuları söz konusu olduğunda devletler bu sınırları genişletme çabası içine girmektedirler. Terörizm kavramı egemenlik kavramının sınırlarını ortadan kaldıran unsurlardan biridir. Devletlerin terörizm olgusunu ele alış biçimleri egemenlik kavramının da bu açıdan yorumlanmasına sebep olmaktadır. Bu da egemenlik kavramının uluslararası hukuk kapsamında sınırlarının net bir şekilde belirlenmediği anlamına gelmektedir.

Terörizm kavramı söz konusu olduğunda önümüze çıkan bir diğer kavram ise milli bağımsızlık hareketleridir. Keza terör eylemleri ile ortaya konan şiddet ile milli bağımsızlık mücadelelerinde ortaya konan şiddet arasındaki sınır oldukça muğlaktır. (Öktem, 2004) Bu da terörizm kavramının yorumlanmasında farklılıklar ortaya koymaktadır. Bu sebeple özellikle self-determinasyon kavramı ile terörizm ‘hukukileşmektedir’ (Öktem, 2004). Böylece uluslararası hukuk ‘birinin teröristi bir başkasının özgürlük savaşçısıdır’ anlayışına zemin hazırlamaktadır (Güneş, 2020).

Uluslararası sistem esas olarak bir hiyerarşinin var olmadığı bir yönetişim sistemidir. Böylece uluslararası hukukta da bir hiyerarşinin olmadığını söylemek de mümkündür. Ancak devletler sahip oldukları askeri, ekonomik yahut siyasi gücü özellikle bu yönetişim sistemi içerisinde etkin kılma çabası içerisindedirler. Böylece uluslararası sistem içerisinde bir hiyerarşi yaratma amacı gütmektedirler. Bu statü mücadelesi de uluslararası sistem içerisindeki yönetişim eksikliğini ortaya koymaktadır. Bu eksiklik ise terörizm kavramının farklı şekillerde yorumlanmasına izin vermektedir.

 

SONUÇ

Terörizm kavramının uluslararası hukukta belirsiz olan varlığının nedenleri incelendikten sonra bu belirsizliğin gelecekte de süreceğini söylemek mümkündür. Devletler uluslararası sistem içerisinde en etkili aktör olma konumlarını sürdürdükleri ve kendi çıkarlarını sistemin çıkarlarından üstün tuttukları sürece bu belirsizliğin aşılması mümkün görünmemektedir. Devletlerin kendi çıkarları doğrultusunda uluslararası hukukta yer verilen terörizm kavramını yorumlamaya ve kavramı devletler nezdinde göreceli bir yapıya sokmaya devam edeceklerdir. Tabi ki bu devamlılık özellikle devletler arasındaki çıkar çatışmaları sebebiyle terörizm kavramı konusunda bir uzlaşı oluşturulmasının da önüne geçecektir.

Devletler arasında var olan yorum farklılıkları, terörizm kavramının belirsizliğini etkileyen bir unsur olmanın yanı sıra, aynı zamanda ortaya konan terör eylemlerinin sınıflandırılması ve terör örgütlerinin listelenmesi açısından da farklılık yaratmaktadır. Devletler bu listeleme ve sınıflandırmaları da kendi çıkarları doğrultusunda gerçekleştirmektedir. Ortaya çıkan bu farklılık da küresel çapta bir ikilem yaratmakta ve belirsizliğin devamlılığını tetiklemektedir.

Terörizm uluslararası bir mücadele alanını gerektiren bir araçtır. Bu mücadele alanını sınırları ve kapsamı ile yaratacak olan en temel unsur ise uluslararası hukuktur. Uluslararası hukukun terörizm gibi birçok olgu karşısında muğlak ve belirsiz bir kavramsal yapıya sahip olması terörizm faaliyetlerinin alanlarının genişlemesine ve uygulama biçimlerinin gelişmesine sebep olacaktır. Devletlerin tek başlarına, terör eylemlerine karşı giriştikleri mücadelenin yetersiz olduğunu görmemek mümkün değildir. Uluslararası hukukun küresel çapta kesin ve net çizgilerle belirlemiş olduğu normlar ve kanunların olması gerekliliği ve cezai yaptırımlar anlamında standart haline getirilen uygulamaların oluşturulması gerekliliği açıkça mevcuttur. Bunu meydana getirme ve uygulama konusunda devletlerin bir araya gelmesi ve ortak noktalarda birleşmesi terörizm ile mücadelede gerekli olan en temel adımdır.

 

 

MÜGE ŞAHİNOĞLU

Uluslararası Hukuk Staj Programı

 

KAYNAKÇA

Best, S., & Nocella, A. J. (2004). Defining Terrorism. Animal Liberation Philosophy and Policy Journal, 2(1), 1-18.

Çınar, Y. (2017). Terörizmin Uluslararası Sistem ve Uluslararası Hukuk İlişkisinde Ortak Tanımlama Sorunu. Bilge Strateji, 9(17), 33-57.

Erdurmaz, A. (2020). Terörizm Tipleri ve Stratejileri. H. Bağcı, & B. Kürkçü içinde, Terörizm:Müdehaleden Mücadeleye Devletler ve Radikal Örgütler (s. 13-59). Ankara: Orion Kitabevi.

Güneş, B. (2020, Haziran 28). Uluslararası Hukukta Terörizm, Devlet-Dışı Aktörler ve Şiddet. TERAM-Terörizm ve Radikalleşme ile Mücadele Araştırma Merkezi: https://www.teram.org/Icerik/uluslararasi-hukukta-terorizm-devlet-disi-aktorler-ve-siddet-45 adresinden alınmıştır

International Military Staff. (2016). NATO’s Military Concept for Defence against Terrorism. NATO: https://www.nato.int/cps/en/natohq/topics_69482.htm adresinden alınmıştır

Öktem, E. (2004). Uluslararası Hukukta Terörizm Tanım Sorunu ve Milli Bağımsızlık Hareketleri. İstanbul Ticaret Üniversitesi Dergisi(5), 133-147.

Ruperez, J. (2006). The United Nations in the Fight Against Terrorism. United Nations Counter-Terrorism Committee.

Sapmaz, A. (2013). Rusya Federasyonu’nun Terörle Mücadele Stratejisinin Kuzey Kafkasya’nın İstikrarı Üzerine Etkileri. Savunma Bilimleri Dergisi, 12(2), 1-35.

Saraçlı, M. (2007). Uluslararası Hukukta Terörizm. Gazi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 11(1-2), 1049-1078.

Smith, M. E. (2020). Uluslararası Güvenlik. (R. Gözen, Çev.) Ankara: Felix Kitap.

Türkiye Barolar Birliği. (2006). Türkiye ve Terörizm. Ankara: Türkiye Barolar Birliği Yayınları.

Türkiye Cumhuriyeti Terörle Mücadele Kanunu, 20843 (Nisan 12, 1991).

UNSC Resolution 1566 (UN Security Council Ekim 8, 2004).

 

 

 

 

 

 

Birleşmiş Milletler Ekseninde Suriye Krizi: Alınamayan Müdahale

ÖZET

Uluslararası alanda geçerliliğini sürdüren ve asıl amacının barışı koruma olduğunu söyleyebileceğimiz Birleşmiş Milletler (BM), geçmişten günümüze etkinliği tartışmalara neden olmuş bir örgüttür. Örgütlerin birincil amaçları savaşın olmaması ve barışın sürdürülebilir bir durum olarak devam etmesidir. Bu çalışmada, ilk olarak Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan Milletler Cemiyeti’nden kısaca bahsedilip sonrasında İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan Birleşmiş Milletler’in gelişimi anlatılmış, Güvenlik Konseyi’nin yapısı ve işlevi, maddeler ve kararlar üzerinden açıklanmıştır. Karar alma mekanizması olarak 5’li sistemin neden olduğu sorunlar aktarılmaya çalışılmıştır. Ulus devleterin iç meseleri olan iç savaşlara müdahil olma çabaları ve kararları Suriye örneği üzerinden anlatılarak analiz edilmiştir. Sorunlara neden müdahil olunamadığı, alınan veya alınamayan müdahale kararlarının nedenleri, sonuçları anlatılarak konuya açıklık getirilmeye çalışılmıştır.

Anahtar Kelimeler: Suriye, İç Savaş, Birleşmiş Milletler, Güvenlik Konseyi, Müdahale

ABSTRACT

The United Nations (UN), which continues its validity in the international arena and whose main purpose is to preserve the peace, is an organization whose effectiveness has been controversial from the past to the present. The primary objectives of the organizations are the absence of war and the continuation of peace as a sustainable condition. In this study, the League of Nations, established after the First World War, will be briefly mentioned, and then the development of the United Nations, that was established after the Second World War, will be explained as well as with the structure and function of the Security Council in light of the articles and resolutions that were made. The problems caused by the decision making mechanism of the organization and the system of 5 will be pointed out. The resolutions and efforts for intervening into civil wars, that are internal issues of the nation states, were analyzed through the example of Syria. The reasons why the issues could not be intervened and why resolutions for intervention had been taken or not, are tried to be clarified by explaining their consequences.

Keywords: Syria, Civil War, United Nations, Security Council, Intervention

1. Milletler Cemiyeti’nden Birleşmiş Milletler’e

Milletler Cemiyeti savaş sonrası dönemde kurulmasıyla hem Avrupa’nın hem de genel bir dünya görüşü içerisinde, ortak bir nokta olarak hayata geçirilmiştir. Sadece belli bir kıta için değil, küresel bir dünya hayaliyle oluşturulmaya çalışılmıştır. 1919 yılında, Birinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonra kurulan ve asıl amacı devletleri ortak bir paydada birleştirmek olan Milletler Cemiyeti, Woodrow Wilson’un 14 Nokta olarak açıkladığı ilkelerin dünya düzeninin temeli olacağını ve Birinci Dünya Savaşı sonrası asıl oluşturulmak istenen sistemin bu olduğunu dile getirmiştir (Sander, 2015, s. 35). Bu, aslında Amerikan Başkanı’nın 8 Ocak 1918’de savaşın ardından oluşan dünya sistemi hakkındaki düşüncelerini belirttiği bir konuşmasıdır. Bu 14 Nokta’nın hayata geçirilmesi, hem kendi için hem de ülkesi için önem teşkil eden bir plandır. Fakat bütün çabalarına rağmen, Paris Barış Konferansı’nda dahi bu konuya verilen önem düşünüldüğünde, ülkesinin bu kurulan örgütün içinde yer alması gerektiğini dile getiren görüşleri ciddiye alınmamış ve Senato’ya bunu kabul ettirememiştir. 1919 yılında, Paris Barış Konferansı’nda, ortak bir amaç uğruna ve buna barış adını verebileceğimiz bir kararlılıkta, konferans konusu olmuş ve bu oluşum sağlanmıştır. (Sönmezoğlu, 2014, s. 864-865). Ortak paydanın uluslararası barış ve düzenin korunması bağlamında en önemli amacı olacağı, o dönem için kararlaştırılmıştır, diyebiliriz. Konunun başlangıcında da belirtildiği gibi, bu kuruluş, bir dünya örgütü şeklinde düşünülerek hayata geçirilmiştir. Fakat kuruluşunun ilerleyen zamanlarında görülmektedir ki Amerika Birleşik Devletleri’nin örgüte katılamayışı ile birlikte örgüt, İngiltere ve Fransa gibi Avrupa ülkelerinin inisiyatifine kalmıştır. Amacın dışında ve artık bir Avrupa örgütü niteliğine bürünmüş bir topluluk olarak görülebilmektedir. Fakat ülkeler içinde olduğu gibi, örgüt içinde de amacına yönelik birtakım farklı düşünceler üretilmektedir. İki büyük gücün inisiyatifine kalan Milletler Cemiyeti’nin görevleri konusunda anlaşmazlıklar yaşanmıştır ve Fransa’nın farklı bir amacı, İngiltere’nin ise farklı bir amacı veya isteği mevcuttur (Sander, 2015, s. 36).

Milletler Cemiyeti ya da herhangi bir barış örgütü, kuruluşunun amaçları doğrultusunda, üye devletlerin örgütü benimsediği, desteklediği ya da ortak bir görüş içerisinde bulunabildiği oranda başarılı olabilmektedir. Ancak Milletler Cemiyeti üyelerinin, özellikle büyük üyelerinin, bunların hiçbirini yapmada başarılı olamadığı görülmektedir (Sander, 2015, s. 36). “Cemiyetin, uluslararası barışın korunmasında başarılı olmamasının bir sebebi İngiltere ve Fransa’nın yönetim eksiklikleri ise; diğer bir sebep de Amerika ve Sovyetler Birliği gibi iki büyük gücün cemiyette yer almamasıdır” (Kıran, 2008, s. 34). Başarılı olduğu alanlar o zamanlar için mevcut ise de İkinci Dünya Savaşı’nı engelleyememiş bir örgüt olarak görülmektedir. Örgütün içinde bulunduğu durum, yenilen devletlerle ilgilenilmemesi ya da bu devletlerin dışlanması, daha önce değinildiği gibi Amerika Birleşik Devletleri’nin örgüte üye olmaması, örgütün İngiltere, Fransa gibi büyük Avrupalı güçlerin inisiyatifine bırakılması rahatsızlık uyandırmıştır ve başarısızlığının nedenleri arasında görülebilmektedir (Ateş, 2016, s. 140).

İkinci Dünya Savaşı sırasında bir birliğe tekrar ihtiyaç duyulmuştur. Ortak amaçlar doğrultusunda oluşturulacak bir topluluk kurmak hedeflenmiştir. 1941 yılında, Atlantik Bildirisi için harekete geçen Amerika ve İngiltere bunu imzalamış ve ardından yirmi yedi ülke 1 Ocak 1942’de imzaladıkları Birleşmiş Milletler Bildirisi ile Atlantik Bildirisi’ni kabul ettiklerini taahhüt etmişlerdir. Daha sonra bu bağlamda çeşitli konferanslar düzenlenmiş ve örgütün temel ilkeleri oluşturulmuştur. 1942 tarihli Dumbarton Oaks, 1945 tarihli Yalta Konferansı bunlara örnek olarak gösterilebilir. Son olarak ise Birleşmiş Milletler Bildirisi’ni imzalayan ve aynı zamanda mihver devletlere savaş ilan etmiş olan bu ülkelerin katıldığı 1945 tarihli San Francisco Konferansı’nda, Birleşmiş Milletler Antlaşması, 24 Ekim 1945 tarihinde tamamen yürürlüğe girmiştir (Sönmezoğlu, 2014, s. 886). Birleşmiş Milletler’in temel dayanağı uluslararası barışı ve güvenliği sağlamaktır ve bunun üzerine kurulmuştur. Uluslararası düzende çeşitli savaşlar olabilmektedir, bu yüzden etkili bir örgüt kurulması önem arz eden bir durum haline gelmiştir. 1945 yılında kurulmasıyla birlikte Birleşmiş Milletler, küresel dünyada, yeni düzenin tam ortasında yer alan en önemli organizasyon olma niteliğindedir (Heywood, 2015, s. 533).

Genel olarak Birleşmiş Milletler’in yapısına bakıldığında ise altı ana organdan oluşmaktadır. Bunlar Genel Kurul, Güvenlik Konseyi, Ekonomik ve Sosyal Konsey, Vesayet Konseyi, Uluslararası Adalet Divanı ve Genel Sekreterlik’tir (Sönmezoğlu, 2014, s. 888). “193 devletin üyeliğiyle tek gerçek uluslararası kurumdur” (Heywood, 2015, s. 532). Karar alma mercii olarak görülen Güvenlik Konseyi ise önem derecesi en yüksek organı olma niteliğindedir. Güvenlik Konseyi, asıl konu bağlamı olması sebebiyle daha detaylı incelenecektir.

2. BM’nin Karar Alma Organı; Güvenlik Konseyi’nin İşlevi

Birleşmiş Milletler’in amacı barış ve güvenliktir, sonrasında ise bunların devamlı şekilde sağlanmasıdır. Yapısı gereği çeşitli organları içerisinde barındıran örgüt, icra organı olarak barışın sağlanmasında en fazla yetkiyi Güvenlik Konseyi’ne vermiştir. Genel olarak anlatıldığı üzere, uluslararası barış ve güvenliği sağlaması bakımından birtakım önemli bağlayıcı yetkilere sahiptir (Dalar, 2016, s. 3). Güvenlik Konseyi, toplamda 15 üyeden oluşmaktadır ve bunlardan sadece 5 tanesi daimi üye niteliğindedir. Bu beş üye ise; Amerika Birleşik Devletleri, Fransa, Rusya Federasyonu, Çin Halk Cumhuriyeti ve İngiltere’dir. Bu 5 daimi üye ülkenin Konsey’de karar alma sırasında kullanabilecekleri veto hakkı mevcuttur (Birdişli, 2010, s. 174). Birlik, Güvenlik Konseyi’ne verdiği yetkiler çerçevesinde, kuvvet kullanımını da içeren önlem alma yetkisi vermiştir. Karar alma durumuna bakıldığında 15 üyeden 9 üyenin olumlu oy vermesinin yanında, daimi 5 üyenin de olumsuz oy vermemesi gerekmektedir. Veto kullanan herhangi bir daimi üye olduğunda karar Güvenlik Konseyi’nden geçememektedir. Büyük güçler arasında herhangi bir kararın geçmesinin ülkelerin çıkarlarına göre farklı vetolara maruz kaldığı görülmekle beraber, Birleşmiş Milletler ve Güvenlik Konseyi yapısı gereği bu sistemi ile ilgili farklı yorumlara ve tartışmalara sebep olmuştur.

Maddeler bağlamında Güvenlik Konseyi’nin işlevine bakıldığında, Kurucu Antlaşmanın 7. bölümü gereği, uluslararası barış ve güvenliğin bozulması halinde, Güvenlik Konseyi’ne barışın yeniden sağlanması için çeşitli yetkiler verilmiştir. Aynı şekilde 24. ve 25. maddelerine bakıldığında uluslararası alanda yaşanan herhangi bir barış tehdidinin önlenmesinde başlıca sorumlunun Güvenlik Konseyi olduğunu kabul ettiklerini ve aynı zamanda alınan kararların hayata geçirilmesinde ve onaylanmasında ortak bir bakış içerisinde olacaklarını kabul etmişlerdir (Dalar, 2016, s. 3). 7. Bölüm: Barışın Tehdidi, Bozulması ve Saldırı Eylemi Durumunda Alınacak Önlemler çerçevesinde aşağıdaki maddeler Güvenlik Konseyi’nin işleyişi bakımından önem arz etmektedir.

39. Madde: Güvenlik Konseyi, barışa yönelik herhangi bir tehdidin, barışın ihlali veya saldırı eyleminin varlığını belirleyecek ve uluslararası barışı sürdürmek veya yeniden tesis etmek için 41 ve 42. maddeler uyarınca tavsiyelerde bulunacak veya hangi önlemlerin alınacağına karar verecektir.
41.Madde: Güvenlik Konseyi, kararlarının yürürlüğe girmesi için silahlı güç kullanımını içermeyen hangi önlemlerin kullanılacağına karar verebilir ve Birleşmiş Milletler Üyelerini bu tür önlemleri uygulamaya çağırabilir. Bunlar, ekonomik ilişkilerin ve demiryolu, deniz, hava, posta, telgraf, radyo ve diğer iletişim araçlarının tamamen veya kısmen kesilmesini ve diplomatik ilişkilerin kesilmesini içerebilir.
42 Madde :
Güvenlik Konseyi, 41. Maddede öngörülen önlemlerin yetersiz olduğunu veya yetersiz olduğunu kabul ederse, uluslararası barış ve güvenliği sürdürmek veya yeniden sağlamak için gerekli olabilecek hava, deniz veya kara kuvvetleri tarafından bu tür önlemleri alabilir. Bu tür eylemler, Birleşmiş Milletler Üyelerinin hava, deniz veya kara kuvvetleri ile gösterileri, abluka ve diğer operasyonları içerebilir.”
(www.un.org).

Bu maddeler üzerinden bakıldığında Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne barış ile ilgili herhangi bir sorun teşkil eden bir durum gerçekleştiğinde tam yetki vermiştir. Bu durumu tespit etmesinin ardından Güvenlik Konseyi, 41 ve 42. Maddeler üzerinden diplomatik ekonomik yaptırımlara başvurabilir ve son çare olarak kuvvet kullanımını öngören yetkisini kullanılabilmektedir.

Güvenlik Konseyi’nin işlevi açısından bakıldığında sorumlu olduğunu ve bunun kabul edildiğini içeren daha birçok madde bulunmaktadır. Fakat konu özelinde Suriye konusu ele alındığından bu, örneğimiz üzerinden açıklanmaya devam edilecektir.

3. Güvenlik Konseyi’nin Suriye’ye Müdahale Girişimleri

Suriye, 2011’de, Arap Baharı’nın patlak vermesiyle bu durumdan etkilenen ülkelerden biridir. İç çatışmalar artarak devam etmekte ve kanlı bir savaş ortamı oluşmaktadır. Güvenlik Konseyi üzerinden bakılmadan önce, Suriye’de iç çatışmanın tarafları -küresel devletler bazındaki taraflar da dâhil- anlaşılmaya çalışılmalıdır. Suriye’de yaşanan bu iç çatışma hem uluslararası alanda yankı uyandırmış hem de bölgesel olarak ülkelere çeşitli yükler getirmiştir. Başta Türkiye olmak üzere, diğer komşu devletler de bu yükü üstlenmişlerdir. Suriye’de taraflar arasında süren bu çatışmalar, hükümet taraftarları ile muhalif güçler arasında sürmektedir. Aynı zamanda muhalif güçlerin kendi aralarında süren çatışmaları da mevcuttur. Uluslararası alanda da destek gören taraflar, çeşitli yardımlar almış ve bu iç savaş artık vekâlet savaşına dönüşmüştür (Dalar, 2016, s. 1). Esad’ın muhalif halka olan zulmü her geçen gün artmış ve muhalifler acımasız bir şekilde bastırılmaya çalışılmıştır. Uluslararası sisteme ve genel olarak topluma bakıldığında, bu konuda herhangi bir karşı önlem sergilenememiştir. Aynı zamanda orada yaşayan sivil halk için de bu durumun zorunlu göçü doğurması, kaçınılmaz bir son olarak düşünülebilir. Güvenlik Konseyi’ne bakıldığında ise büyük güçlerin, yani ABD ve Rusya gibi ülkelerin, farklı çıkarları ve amaçları doğrultusunda karşı karşıya gelmeleri ile birlikte bu durum, Suriye üzerinde ortak bir karar alınmasını zorlaştırmaktadır. Orta Doğu’nun kaynakları, stratejik konumu ve güç gösterimi açısından önem arz eden bir bölge olması sebebiyle hassas bir konu olma özelliğini taşımaktadır. Hem uluslararası toplum için hem de Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi daimi üye devletleri için bu böyledir (Ağır & Aksu, Aralık 2017, s. 50). Suriye’de taraflar ve onları destekleyen gruplara, ülkelere bakıldığında; Esad rejimi ve onun arkasında duran ve gitmesini istemeyen Hizbullah gibi gruplar yanında İran, Rusya gibi ülkeler vardır. Diğer yanda ise Esad rejiminin yıkılmasını isteyen Amerika Birleşik Devletleri ve yanında Türkiye gibi bölgesel ülkelerin desteklediği muhalif taraf; ayrıca Irak Şam İslam Devleti(IŞİD) gibi, toprakların bir kısmını yöneten gruplar da mevcuttur. Bu kaotik ortama bakıldığında, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin yaşanan istikrarsız durum ile ilgili gerekli yaptırımları yapması ihtiyacı doğmuştur (Dalar, 2016, s. 10).

Uluslararası arenada, bu soruna ilişkin, Güvenlik Konseyi birtakım kararlar için toplantılar yapmıştır. Konunun bölgesel olmaktan çıkıp küresel bir yankı uyandırması ve orada yapılan zulümlere karşı durulmasında hemfikir bir davranış sergilenmesi konusu tartışılmıştır. İç savaş sürecinde bu sorun, ilk defa 21 Nisan 2011 tarihinde Güvenlik Konseyi’nin önüne gelmiştir. Fakat Rusya ve Çin bu soruna olumsuz bakarak Suriye iç işlerine müdahale edilmesinin doğru olmadığını ve karar karşılarına geldiğinde kabul etmeyeceklerini belirterek karşı çıkmışlardır (Dalar, 2016, s. 10). Konu tekrar gündeme getirilmeye çalışılsa da bu iki devlet, uluslararası alanda herhangi bir sorun teşkil etmediği gerekçesiyle bunu kabul etmemiştir. Ardından bu iç savaşın bitirilmesine yönelik girişimlere devam edilmiş, Cenevre I ve Cenevre II konferanslarında, yaşanan bu durumla ilgili çeşitli önlemler alınmaya çalışılmış fakat sonuçlandırılamamıştır (Dalar, 2016, s. 12-13). Müdahale edilmesinin önünde engel teşkil eden ve genel olarak bakıldığında ilk taslak karar 4 Ekim 2011 yılında 6627. oturumunda gerçekleşmiş olmasına rağmen, Rusya ve Çin vetosu ile bu karar düşmüştür. Bu kararla planlanan amaçlar; ortak bir görüş ile Suriye’de yaşanan katliamın bir an önce durması, özgür bir toplum yapısının oluşturulması, bunları yapanların, yani hükümet güçlerinin, kınanması şeklinde sıralanabilir. Ardından yine konuya ilişkin olarak ve çatışmaların devam etmesini engellemek amacıyla Kofi Annan’ın 6 maddelik barış planı uygulanmaya çalışılmış fakat uygulama konusunda başarılı olunamamıştır (Dalar, 2016, s. 14-15). Daha sonra 19 Temmuz 2012 yılında, tekrar 2012/538 sayılı taslak karar yayınlanmış ve 41. Madde uyarınca herhangi bir karşıt davranış sergilenmezse Birleşmiş Milletler çeşitli tedbirler alacağını söylemiştir (www.securitycouncilreport.org). Sonuç olarak, bu kararda da Rusya ve Çin’in olumsuz bakışları ve veto etmeleri sebebiyle karar yine geçememiştir. Bu konuya ilişkin olarak Rusya tarafının savunduğu teze bakılacak olursa; bu kararın Birleşmiş Milletler Antlaşması’nın 7. Bölümü çerçevesinde değerlendirileceği için müdahale girişimlerine, özellikle askeri güç anlamında, imkan sağladığını dile getirerek Suriye’ye yapılacak bu girişimlerden olabildiğince uzak durulması gerektiğini söylemiştir. Çin de yine benzer düşünceleri savunarak karşı çıkmıştır. 2015 yılında, tekrar bir girişim gerçekleşmişse de bu da başarılı olamamıştır (Dalar, 2016, s. 21).

Güvenlik Konseyi’nin alamadığı kararlar yanında alabildiği askeri müdahale gerektirmeyen kararlar da mevcuttur. Bunlara neden olan olayların başında ise kimyasal silahların kullanılması gelmektedir. Esad rejiminin 2013 yılında, Şam’a bağlı Doğu Guta adlı topraklarında kimyasal silah kullanması ve -Amerika Birleşik Devletleri’nin bunu ‘kırmızı çizgi’ olarak gördüğü bir anlayışta- yaklaşık 1500 kişinin hayatını kaybetmesi ile birlikte, müdahale kararları tekrar gündeme gelmiştir. Fakat Rusya’nın arabuluculuğu ile birlikte Suriye ile anlaşmaya varılarak uluslararası toplumda Suriye’nin herhangi bir askeri müdahalede bulunmayacağı konusunda uzlaşılmıştır (SETA, 2014, s.19). Buna yönelik alınan karara bakıldığında Suriye, Güvenlik Konseyi’nin 27 Eylül 2013 tarihli, 2118 sayılı kararıyla Kimyasal Silahların Yasaklanması Sözleşmesi’ne dâhil olduğunu, bu silahlarını ortadan kaldıracağını öngörmüştür ve bu silahları uluslararası kontrole dâhil edeceğini, kullanmayacağını kabul etmiştir(www.securitycouncilreport.org, 2013). Daha sonra ikinci olarak Suriye’ye insani yardımın ulaştırılması konusunda ve ilerleyen kaotik ortamın bir an önce sakinleşmesi konusunda, tarafları ortak noktada birleştirme kararlarıdır (Dalar, 2016, s. 27). Güvenlik Konseyi, 22 Şubat 2014 yılında, 2139 sayılı kararında, oy birliği ile artık Suriye’de bu istismarların son bulması, gönderilecek olan insani yardımların diğer karşıt taraflarca engellenmemesi, şiddetin her tarzına bir an önce son verilmesi ve genel olarak bu topraklar ile ilgili alınan her türlü çözüm yollarının yerine getirilmesi gerektiğini belirtmiştir(www.securitycouncilreport.org, 2014; Dalar, 2016, s.27). Son olarak Suriye’de iki grup arasında ateşkesin sağlanması ile ilgili karardır ve Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde ilk defa bu konuda bir uzlaşma sağlanmıştır denilebilir (Dalar, 2016, s. 28). 18 Aralık 2015 tarihli, 2254 sayılı karar, yapılacak ateşkes ile birlikte Birleşmiş Milletler’in gözetiminde her Suriyeli’nin özgürce katılabileceği bir seçim olması, yeni düzenin kurulması için siyasi sürecin ortaklaşa devam ettirilmesi, tarafların yapıcı bir tavır ile yaklaşmaları gibi hususları içerisinde barındırmaktadır (www.un.org; Dalar, 2016, s. 28).

Süregelen birçok önlem ve müdahale girişimleri bağlamında bakıldığında Suriye konusu Birleşmiş Milletler nezdinde her zaman önem teşkil eden bir konu ve sorun olmuştur. Alınamayan müdahale kararlarının arkasında çeşitli sebepler yatmakla beraber, bunları sadece Birleşmiş Milletler sistemi içinde bulunan Güvenlik Konseyi yapısına mal etmek yeterli olmasa da çoğunluğunun bu yapıdan kaynaklandığı söylenebilir.

4. Sonuç

Birinci Dünya Savaşı denilince akla gelen ilk örgüt olan Milletler Cemiyeti ortak bir paydada buluşmayı amaçlayan devletlerce kurulmak istenmiştir. Amerika Birleşik Devletleri’nin öncülüğünde adımı atılacak olan bu birliğe, ABD’nin kendisinin üye olmaması en büyük varlık sorunu halini almışsa da diğer büyük devletlerin de içinde bulunduğu bir küresel birlik olmaktan ziyade başka bir amaçla varlığı sürdürmüştür. Fransa ve İngiltere, kendi inisiyatiflerine bırakılan Milletler Cemiyeti’ni, farklı amaçları ve çıkarları doğrultusunda hareket ettirebilecekleri düşüncesiyle davranmışlar ve örgütün kuruluş amacı konusunda görüş ayrılıkları yaşamışlardır. Başarılı olduğu konular yanında başarısız olduğu konular daha fazladır denilebilir. Çünkü birlik ortak gayesini kaybetmiş, iki büyük devletin elinde deyim yerindeyse bir oyuncak gibi şekillenebilen bir yapıya dönüşmüştür. Örgütün eksiklikleri arasında Amerika Birleşik Devletleri’nin bütün çabalarına rağmen katılamamış olmasının yanında, üye devletlerin ortak bir bilinci benimsemede isteksiz olmaları da sayılabilir. En büyük başarısızlığı ise, İkinci Dünya Savaşı’nı engelleyememesi olarak gösterilebilir.

İkinci Dünya Savaşı sonunda, Birleşmiş Milletler gibi bu zamana kadar uzanan köklü bir örgüt meydana gelmiştir. Milletler Cemiyeti’nde olduğu gibi, aynı ortak amaçlardan hareketle, ortak barış ve güvenliğin korunmasını hedefleyen Birleşmiş Milletler de bu yapının bozulması durumunda etkisini ortaya koyacağı düşünülen bir örgüt niteliğini almıştır. San Francisco Konferansı ile birlikte yürürlüğe giren bu örgütün yapısı, bazı tartışmaları da beraberinde getirmiştir. Suriye özelinde bakılırsa; BM’nin orada yaşanan baskıyı ve çatışmaları durdurmada etkili bir örgüt olma özelliği yok denilecek kadar azdır. En önemli organı olan Güvenlik Konseyi’nin Suriye’ye müdahale girişimleri kapsamında olumlu bir sonuç alamayışı ve bunu 5 daimi üyeden Rusya ve Çin’in veto etmesi üzerine artan iç çatışmalar, ölümler karşısında şu sonuca varabiliriz: Birleşmiş Milletler etkisiz kalmıştır. Sistem, yapısı gereği ve büyük güçlerden oluşması sebebiyle de farklı alanlarda çıkarlarını gözeten iki kutup halini almıştır diyebiliriz. Amerika Birleşik Devletleri her ne kadar müdahalenin gerçekleşmesini istemişse de Rusya ve Çin uluslararası herhangi bir sorunun teşkil etmediğini, Suriye’nin iç işlerine karışılmaması gerektiğini savunmuştur. Rusya ile Çin’in, Amerika Birleşik Devletleri’nin etki alanının artmasını istememeleri bunlara sebep olarak gösterilebilir. Diğer üye devletlerin bu konuda fazla istekli olmamaları da karar alınamamasında bir etkendir. Konsey’e getirilen kararların ardından alınamayan müdahale kararlarının yanında, askeri bir etki yaratmayan uzlaşmalara varılmıştır. En önemlisi sayılabilecek 2254 sayılı karar, özgür bir seçimi öngören hususları içerisinde barındırmaktadır. Ancak ne derece başarılı olabildiği tartışmalıdır.

Son olarak Birleşmiş Milletler ve en önemli organı olan Güvenlik Konseyi hangi taraftan bakılırsa bakılsın Suriye özelinde başarılı bir politika yürütebildiğini söylemek güçtür. İç çatışmalar zaman içerisinde aralıklarla devam etmekte ve mülteci sorunu küresel çapta bir sorun halini almaktadır. Yani ülkesel sorunlar artık küresel niteliğe bürünmüştür.

Ebru Akyol

Uluslararası Örgütler Staj Programı

Kaynakça:

Ağır, O., & Aksu, Z. (Aralık 2017). Birleşmiş Milletler’in Suriye Krizine Yönelik Politikalarının Değerlendirilmesi. ASSAM Uluslararası Hakemli Dergi, 43-55.

Ateş, D. (2016). Uluslararası Örgütler, Devletlerin Örgütlenme Mantığı. Bursa: Dora Basım-Yayın Dağıtım.

Birdişli, F. (2010). Birleşmiş Milletler (BM)’in Uluslararası Sorunları Önleyebilme Yeteneği. Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, 173-182.

Dalar, M. (2016). Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin Suriye Krizindeki Tutumu. F. Taşdemir (Ed.), Suriye Çatışma ve Uluslararası Hukuk, içinde (s. 1-44), Ankara: Nobel.

Heywood, A. (2015). Siyaset. Ankara: Liberte Yayın Grubu, Adres Yayınları.

https://www.un.org/en/sections/un-charter/chapter-vii/index.html, Birleşmiş Milletler Resmi İnternet Sitesi, Erişim Tarihi: 28.01.2021

https://www.un.org/press/en/2015/sc12171.doc.htm, Birleşmiş Milletler Resmi İnternet Sitesi, 2254 Sayılı Karar, Erişim Tarihi:28.01.2021

https://www.securitycouncilreport.org/atf/cf/%7B65BFCF9B-6D27-4E9C-8CD3-CF6E4FF96FF9%7D/s_res_2139.pdf,UN Security Council, 2139/2014 Erişim Tarihi: 28.01.2021

https://www.securitycouncilreport.org/atf/cf/%7B65BFCF9B-6D27-4E9C-8CD3-CF6E4FF96FF9%7D/Syria%20S2012%20538.pdf, UN Security Council, 538/2012 Erişim Tarihi: 28.01.2021

https://www.securitycouncilreport.org/atf/cf/%7B65BFCF9B-6D27-4E9C-8CD3-CF6E4FF96FF9%7D/s_res_2118.pdf, UN Security Council, S/2118/2013 Erişim Tarihi:28.01.2021

Kıran, A. (2008). Milletler Cemiyeti ve Önlenemeyen Savaş. Girne American University Journal of Social and Applied Sciences, 19-36.

Sander, O. (2015). Siyasi Tarih (1918- 1994). Ankara: İmge Kitabevi.

Sönmezoğlu, F. (2014). Uluslararası Politika ve Dış Politika Analizi. İstanbul: Der Kitabevi .

Ulutaş, U., Acun, C., Akkaya, G. N., Amrov, S., Ataman, M., Emin, N., Torlak, F. (2014). 2013’te Dış Politika. SETA, 85, s.19 http://file.setav.org/Files/Pdf/20140311135555_2013te-dis-politika-pdf.pdf, Erişim Tarihi: 28.01.2021

 

Latin Amerika’da Uluslaşma Örneği Olarak Venezuela ve Bolivarcılık

ÖZET
Bu çalışma Venezuela’nın ulus inşa sürecinde Bolivarcılığın yerini tartışarak, “Ulusal bilinç Bolivarcılık ile sağlanabilmiş midir?” sorusuna tarihsel analiz yöntemi ile cevap aramıştır. Venezuela, 1821 yılında İspanya Krallığından bağımsızlığını kazanmış bir İspanyol sömürge vilayetidir. Bağımsızlığın kazanılmasında önemli rol oynayan lider Bolivar; Latin Amerika tarihinde “Kurtarıcı” sıfatıyla yerini almış; bağımsızlık motivasyonunun temelinde yatan eşitlik, anayasa, dayanışma, özgürlük gibi kavramlar 20. yüzyılın sonlarına gelindiğinde Chavez ile Bolivarcılık öğretisinde yeniden hayat bulmuştur. 1821 yılından itibaren Bolivar’ın hedeflediği değerlerle inşa edilmesi amaçlanan Venezuela Cumhuriyeti’nde, bu inşa çeşitli müdahaleler ve liderden lidere değişen politikalar nedeniyle topluma tam anlamıyla nüfuz edememiştir. Chavez önderliğinde gerçekleşen Bolivarcı Devrim; dayanışmacı, eşitlikçi, adaletli, özgür ve refaha kavuşmuş bir Venezuela ulusunu hedeflemiştir fakat bu amaç ülkede eşitsizlik uçurumunu kapatsa da neoliberalizme karşı bir zafer kazanamamıştır. Bolivarcılığın “Venezuelalılık” anlamına geldiği bu dönem; hedeflediği birleşmeyi sağlayamamıştır.

Anahtar Kelimeler: Venezuela, Bolivarcılık, Chavez, 21. Yüzyıl Sosyalizmi, Latin Amerika

ABSTRACT

This study discusses the place of Bolivarism in Venezuela’s nation-building process, “Could national consciousness be achieved with Bolivarianism?” sought an answer to the question with the method of historical analysis. Venezuela is a Spanish colonial province that gained independence from the Kingdom of Spain in 1821. Leader Bolivar, who played an important role in achieving independence, took place in the history of Latin America as the “Liberator”; Concepts such as equality, constitution, solidarity and freedom, which underlie the motivation for independence, came to life again in the Bolivarian doctrine with Chavez at the end of the 20th century. In the Republic of Venezuela, which was intended to be built with the values ​​targeted by Bolivar since 1821, this construction could not fully penetrate the society due to various interventions and policies varying from leader to leader. The Bolivarian Revolution led by Chávez; It aimed at a solidaristic, egalitarian, just, free and prosperous Venezuelan nation, but although this goal bridged the gap in inequality in the country, it did not win a victory against neoliberalism. This period when Bolivarianism means “Venezuelanism”; it could not achieve the unification it aimed.

Keywords: Venezuela, Bolivarianism, Chavez, 21st Century Socialism, Latin America

Giriş

Simon Bolivar önderliğinde 1821 yılında İspanya’dan bağımsızlığına, 1830 yılında ise Büyük Kolombiya’dan bağımsızlığına kavuşan Venezuela, 1823 Monroe Doktrini ile “ABD’nin koruması altına” girmiştir (Akgemci, 2020a). Sömürgeciliğe karşı verilen savaştan sonra ABD emperyalizmi eksenine giren Venezuela; Chavez ile anti-emperyalist politikalarla şekillenmiştir ve günümüzde hala ABD ile yaşanan politik sorunlar ve onların toplumsal hayata etkisiyle gündemde yer almaktadır. Chavez döneminde değiştirilen anayasa ile beraber “Bolivarcı Venezuela Cumhuriyeti” adını alan ülkeye (Akgemci, 2020b) “Bolivarcı” sıfatını getiren nedenler ile birlikte tarihsel sürecin incelenmesi; Venezuela’yı yeniden refah içinde, dayanışmacı, eşitlikçi hale getirmek amacıyla bir devrimin önderliğini gerçekleştiren Chavez’in politikalarının ulusu ne denli etkilediğini görebilmemizde yararlı olabilir. Bu çalışmada Bolivarcılığın Venezuela ulusu üzerindeki etkisi ele alınacaktır.

Bolivar; İspanya Krallığına karşı yürüttüğü bağımsızlık mücadelesi ile eşitliğe, özgürlüğe ve anayasaya dayanan bir toplum oluşturmayı amaçlamıştır. Bu amaç doğrultusunda İspanya Krallığına çalışan bir memur olmasına rağmen sömürgeciliğe karşı yerliler ile bir birlik göstererek İspanya’dan bağımsızlığın kazanılmasında öncü isim olmuştur. Sömürgeciliğe karşı verdiği bu mücadele ile coğrafyada “Kurtarıcı” kabul edilen Bolivar; Venezuela’nın domestik dinamiklerinin değişimi ile birlikte birleştirici bir unsur olarak yeniden tarih sahnesine çıkmış, Chavez ile birlikte Bolivarcılık ekseninde ulusu birleştiren bir unsur olarak ülke politikalarında izini bırakmıştır.

Bolivar’ın mirası ile, Bolivarcılık şeklinde dayanışma ve Latin Amerika entegrasyonuna dayalı politikalarla 2000’li yıllardaki sürecini geçiren Venezuela; Bolivarcılık ekseninde bir ulusal uzlaşmayı da sağlayamamış, yabancı sermayenin ülkedeki etkisini azaltmaya yönelik politikalar tam anlamıyla bir başarı gösterememiş, fakat yine de Venezuela; Latin Amerika’da 1950’lerde yarattığı “istisna” gibi, 2000’li yıllarda da “sosyalist bir devrim” gerçekleştirerek, “istisna” olarak anılmıştır.

Bu çalışmada; ilk başlıkta Bolivarcılık’ın esinlenme kaynağı olan, Latin Amerika’nın “kurtarıcısı” olan Bolivar’ın bağımsızlık sürecinde ilerlemesi ve Bolivarcılık’ın fikirsel temelleri aktarılacak; ikinci başlıkta ise Venezuela’yı Bolivarcı Devrime hazırlayan nedenler aktarılarak, Chavez’in ulusal refahı hedefleyerek ortaya çıkardığı politikalar ve Venezuela’ya etkisi aktarılacaktır.

2. Bolivarcılığın Ana Fügürü “Simon Bolivar”

Latin Amerika’nın bağımsızlık sürecinin temeli, Criollo öncülerdir (Anderson, 1995). Criollo öncüler; kökenleri İberya’ya dayanan fakat Amerika doğumlu olan beyaz elitlerdir ve mecliste çeşitli görevlere sahiplerdir (Somel, 2020). İspanya Krallığına hizmet eden memurlar; Amerika doğumlu oldukları için hiçbir zaman gerçek bir İspanyol statüsünde görülmemiştir (Anderson, 1995). Simon Bolivar, bu Criollo öncülerden yalnızca biridir. Bolivar, Venezuela bağımsızlık sürecinin lideri haline gelmiş, tarihte “Liberdator” ünvanı ile kahramanlaştırılmıştır. Bolivar’ın bir Criollo olarak bağımsızlık hareketinin liderliğine kadar giden süreci Rehrmann (2017) şöyle aktarmaktadır: Bolivar, “hacienda” adı verilen malikanelerin birinde doğmuştur. Kıtada hiyerarşinin en üstünde bulunan bir aileye mensup olan Bolivar; çeşitli mülkiyetlere sahip elit bir ailenin varisidir. Bourbon reformları etkisi ile eğitim almış olan Bolivar, eğitim yıllarından itibaren sömürgecilik sistemine dair sorunları gözlemlemiştir. Kolonyal sistemin verdiği eğitimin ezbere dayalı olmasının, bir entelektüel birikim ile aydınlanma katmadığını belirtmiş olan Bolivar; kolonyal düzene dair eleştirilerini, Aydınlanma etkisi ile ortaya çıkan eserlerle birlikte; monarşiye, Katolik misyonerliğe ve köleciliğe karşı bir anlayışla dile getirmiştir. Aynı coğrafyadaki bazı “Criollo”lar bu kavramlara karşı eleştirel yaklaşımları reddetmiştir ve sömürgeciliğe içkin kavramların Krallık’ın bir zenginliği olduğunu belirterek Bolivar ile karşıtlığa düşmüşlerdir. Criollo’ların oluşturduğu seçkinler birliği ile askeri yeteneklerini geliştiren Bolivar, aristokrasi geleneğine yönelik bir eğitim almak üzere İspanya’ya gitmiştir ve Avrupa’yı yakından inceleme şansı bulmuştur. Paris’de yaptığı gözlemler ile Bolivar, İspanya’nın yapılanması ile aydınlanma etkisindeki Fransa’nın, Fransız devrimi sonucundaki ulusal yapılanmanın yanında kültürel yapılanmasını karşılaştırarak, İspanya’yı “vahşilerin yaşadığı bir ülke” (Rehrmann, 2017: 55) olarak tanımlamıştır. Bolivar’a göre (akt. Rehrmann, 2017); Latin Amerika coğrafyasındaki Criollo elitlerin İspanya’ya bağlılığını sağlayan nokta kültürel değildir. Yani onun İspanya’da aristokratik eğitim almasının tek nedeni İspanya sömürgesi altında bir memur olmasıdır. Bu doğrultuda entelektüel birikiminde büyük paya sahip Rousseau ile temellendirdiği bağımsızlık fikirleri, lideri sömürgeciliğin prangasından kurtulma isteğine yönlendirmiştir. İlk Avrupa deneyiminden sonra Venezuela’ya dönen Bolivar, bir süre sonra yeniden Avrupa’ya ziyaret gerçekleştirmiş ve burada Venezuela’daki düşünce dünyasında büyük etki bırakan öğretmeni Simon Rodriguez ile turlar gerçekleştirmiştir. Paris’te tanıştığı, Latin Amerika seyahati ile kıtayı tanımış Alexander von Humbolt; Bolivar’a kıtadaki şartların bağımsızlık için uygun olduğu yönünde telkinlerde bulunmuştur (Masur, 2020). Bu konuşmadan sonra; gittikleri Monte Sacro’da, Bolivar’ın gerçekleştirdiği “Monte Sacro Andı” Güney Amerika bağımsızlık tarihinde şu sözlerle yer etmiştir: “Sizin ve atalarımın tanrısı önünde yemin ederim ki, bizi ezen zincirleri kırana dek kollarımın rahat etmesine, ruhumun huzur bulmasına izin vermeyeceğim…” (Gott, 2008: 115). Bu ant ile bağımsızlık savaşı liderliğine adım adım ilerleyen Bolivar, gezisi sırasında İspanyol bir elçiye eşlik ettiği Papa ziyaretinde haç sembolünü öpmeyi reddettiği için sömürgenin ata toprağında “Genç Indiano” olarak nitelenmiştir. Ayrışma gitgide derinleşirken, Caracas’da Francisco Miranda öncülüğünde bir devrimci ayaklanma gerçekleşmiş fakat başarısız olmuştur. Bu girişimde bulunan savaşçıların çoğu öldürülmüştür ve sömürge düzeninden memnun olan ve düzenin değişmesini istemeyen Criollo elitler tarafından protestoya uğramışlardır (Rehrmann, 2017).

Tüm bu gelişmelerden sonra; 1806’da Bolivar, Güney Amerika’ya dönmüştür. Dönüş yolunda Kuzey Amerika’yı görme şansına erişen lider, Güneyliler için bir “bilinmez” olan bu bölgeyi incelemiştir. Kuzeydeki “özgürlük” Bolivar için önemli bir örnek teşkil etmiştir. Aydınlanma’nın İngiltere hakimiyeti altındaki bir bölgeye nasıl etki ettiğini gözlemleyen Bolivar, bu devrimci hareketin İspanyol sömürgesine nasıl uygulanabileceğine dair çıkarımlar yaparak bölgeden ayrılmıştır (Rehrmann, 2017). Bolivar’ın 1806’da Venezuela’ya dönüşü, bağımsızlık fikrinin pratiğe dökülmesini sağlamıştır.

Bolivar; özgürlüğe, eşitliğe, adalete dayalı bağımsızlık yolunda çıktığı bu yolda, fikirlerini aktardığı çeşitli konuşmaları ile tarihte yerini almıştır. The Libertador (2013) filminde yer alan bir sahnedeki konuşması, onun Latin Amerika’ya dair motivasyonunu anlamamızda yardımcı olmaktadır:

“Büyük bir ulus yaratmak için savaşmaya devam edeceğiz. (…) Kölelik, çıkarcılık ve monarşinin olmadığı… Bir anayasa ile bireylerin haklarını, düşünce ve ifade özgürlüğünü koruyacağız. Bunu sadece çeşitli yerel gruplar için değil, dünyanın her yerindeki özgürlük ve demokrasi aşıkları için yapacağız. Avrupalıların, Güney Amerikalılardan elde edecekleri menfaatler: mutluluğa kaynak olacak özgür bir anayasa, adaletin ve eşitliğin temellerini oluşturacaktır.” (Arvelo, 2013).

Sömürgeciliğe karşı bağımsızlık kazanmak için çıkılan bir yolda simge isim olan Bolivar; bağımsız Venezuela Devleti’nin kuruluşu ve ilerleyişinden sonra, 20. yüzyılda Chavez tarafından gündeme getirilmiş olan 21. yüzyıl sosyalizmi temelindeki politikalar ile Venezuela’da ulusun refahının sağlanması ve birliğin pekiştirilmesi için ülkenin isminde, çeşitli politikalarında yerini almıştır.

2. 21.Yüzyıl Sosyalizminin Temelinde Bolivarcılık  ve Venezuela Ulusundaki Yansıması

2.1. Bolivarcı Devrime Giden Süreçteki Ulusal Dinamikler 

Venezuela; uluslaşma sürecinde “petrol” ile şekillenerek kıtadaki diğer bölgelerden ayrılan bir devlettir. Ülkedeki toplumsal, siyasal ve ekonomik dinamikler “petrol” üzerinden şekillenmiştir (Akgemci, 2020b).

Ülkenin bağımsızlığını kazanarak bağımsız Venezuela şeklinde yoluna devam ettiği 19. yüzyılda, ülkenin tarihi bir süre diktatörlük, askeri yönetimler ve darbeler ile yazılmıştır (Acar, 2019). Ülke 20. yüzyıla ilerlerken kaos ve iç savaşla geçen bir süreçten sonra bir süre sivil hükümet yönetimi ile beraber önemli haklar getiren bir anayasaya sahip olmuştur. 1874’te kabul edilen anayasa tüm erkeklere oy hakkı, temsili hükümet ve başkanı doğrudan seçebilme yetkisi getirirken, ülkedeki din görevlilerinin ağırlığını azaltmış, medeni evlilik gibi haklar getirilmiştir (Heckel vd., 2020). Bu adımlar ile birlikte bir modernizasyon sürecinde ilerleyen Venezuela; kurumsalcılıkla şekillenmediği ve politikaları liderlere bağlı olarak süreklilik göstermediği için sistematik bir düzen içerisinde uluslaşma sürecini yürütememiştir.

20. yüzyıla adım atıldığında Venezuela; askeri diktatör yöneticilerden arınarak modernizasyon sürecine tam anlamıyla geçiş yapmıştır fakat lider tahakkümünün bitişinin ardından gelen yabancı sermayelerin ülke üzerindeki tahakkümü, ülke dinamiklerini farklı açıdan etkilemeye devam etmiştir. Askeri diktatör yöneticilerin geride bıraktığı mirası ile güçlenmeye çalışan askerler, darbe girişimlerine 20. yüzyıl Venezuela’sında da devam etmiş, fakat mutlak bir başarı kaydedememiştir (Akgemci, 2020). 1958 yılında bu darbelere karşı istikrarlı demokrasiyi hedefleyerek ortaya çıkan; Venezuela Sosyal Hristiyan Partisi, Demokratik Cumhuriyet Birliği ve Demokratik Hareket Partisi’nden oluşan üçlü grup, Punto Fijo Paktı’nı imzalayarak ülkede demokrasiyi korumak adına anlaşmışlardır. Pakt ile birlikte antlaşmadaki hangi parti seçimi kazanırsa kazansın diğer partilerle koalisyon hükümeti kuracağı ilkesi karara bağlanmış, ülkedeki yönetimsel krizlerin aşılması ve düzenin sağlanmasına yönelik adımların atılması sağlanmıştır. İstikrar ve düzeni tesis edecek unsurlar bu pakt ile şöyle belirlenmiştir:

  1. İdeolojik farklılaşmayı en aza indiren iki parti sistemi
  2. Aşırı milliyetçi söylemlerden uzak duran ve demokrasiye bağlı siyasi liderler
  3. Geçmiş deneyimlerden ders alarak partiler arası ve parti içi anlaşmalara önem veren liderlik anlayışı
  4. Orta sınıfı temsil eden, işçi sınıfı ve oligarşiyi bastırarak geniş bir orta sınıf yaratmaya ve sınıf çatışmasını en aza indirmeye çalışan siyasi partiler
  5. Parti disiplinine ve kurumsallaşmaya verilen önem (Ellner, 2003).

Demokrasinin zirve noktası olarak görülen bu dönem, istikrar getiriyor gibi gözükürken yeni bir krizin ortaya çıkmaya başladığı bir dönemdir. ABD, çok büyük petrol kaynaklarına sahip olan Venezuela’daki etkisini Batı tipi modernleşmeyi teşvik ederek göstermiştir. “Venezuela istisnası” fikri ABD tarafından bir tahakküm aracı olarak kullanılmış, giderek kapitalist politikalarla ülke şekillenmeye başlamıştır. İstikrarı ve demokrasiyi hedefleyen Punto Fijo Paktı giderek Batı’ya yakın ilişkiler yürüten ve ABD yanlısı politika izleyen sağ partilerin tahakkümü altına girmiş, sol fikirdeki partilerin susturularak baskılandığını gözler önüne sermiştir (Akgemci, 2011).

2.2. El Caracazo ve Bolivarcı Devrim 

Petrol gelirlerini kontrol altında tutarak toplumsal ve siyasal istikrarı sağlayan muhafazakar sağ partiler; 1970’lerde Şili’de kıvılcımı atılarak yayılımı gerçekleşen neoliberal politikalardan fazlasıyla etkilenmiştir. Petrolün istikrarının ülkenin istikrarı anlamına geldiği Venezuela’da, neoliberalizmin etkisiyle beraber ülkedeki değişen politikalar, ülkedeki kamusallaştırılmış petrolün uluslararası pazara açılmasına ve giderek istikrarsızlaşmasına sebep olmuş, ülkedeki eşitsizliği gün geçtikçe daha çok derinleştirmiştir. Ülkedeki enflasyon giderek artış göstermiş, bunun sonucunda da “gecekonduların tepelerden indiği” El Caracazo ayaklanması patlak vermiştir. Ülkedeki refahın da krizin de temel kaynağı petrol olmuş, en küçük gündelik pratiği bile etkileyen bir unsur haline gelmiştir (Akgemci, 2020b).

Ülkedeki kriz derinleşmiş; neoliberal politikaların uygulanması koşuluyla IMF ile işbirliği ülkede söz konusu olmuştur. Bunun sonucunda patlak veren 1989 tarihli El Caracazo ayaklanması, halkın IMF’ye ve “istikrar” timsali olan hükümete karşı bir tepkisidir. Bu ayaklanma; süregelen politikalardan radikal bir kopuş göstermiş, Bolivarcı Devrim’in temellerini oluşturarak Venezuela’yı farklı bir ilerleme patikasına sokmuştur (Özdemir, 2010). Washington Uzlaşısı ile gelen neoliberalizm dalgası Venezuela’da karşılığını bir kopuş olarak bulmuştur. Punto Fijo Paktı ile gelen uzlaşma, sol fikirdeki siyasi figürlerin ve partilerin bastırılması ile siyasal anlamda derin ayrışmalar getirirken, aslında ülke, ekonomik politikalarla da derin ayrışmalara şahit olmuştur. Ulusal uzlaşmanın sağlanmasına en uzak dönem olarak değerlendirilebilecek olan bu dönem, hükümetin bütün şiddet araçlarını halkın üzerine yöneltmesi ve halkı baskılamaya çalışması ile birlikte Hugo Chavez’in 1992’de gerçekleştirdiği darbe girişimiyle zirve noktasını görmüştür (Akgemci, 2011).

Chavez, Bolivarcı Devrimci Hareket 200 şeklindeki bir oluşumun mensubudur ve özgünleşerek ortaya çıkan ve “millileşen sol” çizgisinde ilerleyen bir düşünceye sahiptir. 1992’de gerçekleştirilen darbe girişimi başarılı olmasa da siyasi ve sosyal ayrışmanın zirvesini yaşadığı dönemde, alt sınıf halk açısından Chavez’i bir “kahraman” ve siyasi bir figür haline getirmiştir. Darbe girişiminin ardından hapse giren Chavez, ülkedeki yerini korumaya devam etmiştir. Punto Fijo Paktı’nın son iktidarı göreve geldiğinde darbecileri affetse de ülkedeki ayrışmalar hala önemini korumaya devam etmiştir. Chavez, hapisten çıktıktan sonra yarattığı etkiyi devam ettirmek ve Bolivarcı fikirleri ile ülkeyi şekillendirebilmek amacı ile “Beşinci Cumhuriyet Partisi”ni kurmuş; Bolivarcı değerlerle yeni bir düzen, yeni bir anayasa inşa edeceğinin ipucunu vermiştir. Punto Fijo Paktının sarsılan konumu üzerinden yükselen Beşinci Cumhuriyet Partisi, Pakt döneminde ezilen bütün kesimlerin sesi olmuş; Venezuela ulusunun bastırılan kesiminin ortak paydada buluştuğu bir siyasi oluşum haline gelmiştir. Punto Fijo Paktı dönemi iktidarlarının, darbe girişimi sonrası halkı Chavez önderliğindeki gruba karşı kışkırtma politikaları başarılı olamamış, Chavez 1998 seçimlerinde Punto Fijo Partileri’ne karşı önemli bir zafer kazanarak iktidara gelmiştir. Chavez, yoksul halk kesimleri lehine çok etkili söylemler geliştirerek iktidara gelmiş; yoksulluk sınırında yaşayan gecekondu halklarının büyük desteğini kazanmıştır. 21. Yüzyıl sosyalizmi olarak nitelediği dayanışmacı, toprağın ve gelirin eşit dağılımına dayanan politikaları iki kesimi rahatsız etmiştir: Orta sınıfa mensup işçiler ve önde gelen elitler. Chavez; ülke refahını amaçlayarak yürüttüğü seçim kampanyasını giderek yoksulları odak noktasına alarak devam ettirmiş, bu da bu iki sınıfı rahatsız etmiştir. Chavez, Bolivarcılığa dayanan birleştirici unsurlarla “popülist söylemler” geliştirmiş; birleştirici unsurlar ile giderek toplumun daha çok ayrışmasına sebep olmuştur. Sınıf ayrışması; Chavez’i iktidara taşıyan temel unsur olmuştur (Akgemci, 2011).

2.3. Bolivarcı Devrimin Venezuela Ulusundaki Yansıması 

Punto Fijo Paktı düzeni; ülkedeki sol görüşlü siyasi oluşumları ve halkı marjinalleştirerek, istikrar çatısı altında bir bası politikası getirmiştir. Bu paktın ülkeye faturası; giderek artan eşitsizlikler ve ülkenin dış borcundaki büyük artış olmuştur. Bu noktada yükselen bir siyasi figür olan Chavez; “demokrasi” niteliğindeki paktın getirdiği zararların yok edileceğinin garantisini halka vererek, Venezuela toplumunun her bir bileşeninin ülke yönetiminde söz sahibi olacağının taahütünü verdiği bir sosyalist Bolivarcı Venezuela Cumhuriyeti iddiasıyla ülke siyasetinde hızla yükselmiştir. “21. Yüzyıl sosyalizmi” iddiasıyla politikalarını şekillenen Chavez’in sosyalizm anlayışının; klasik sosyalizm anlayışından ayrılarak yalnızca emek-sermaye çatışması ile değil; Pan- amerikancı dayanışmaya, yerel gelişime ve yerel entegrasyona dayandığı görülmüştür (Morgül, 2006). Sosyalizmin kamusallaştırma hedeflerini ve enternasyonelizmini törpüleyerek yola devam etmek isteyen Chavez sosyalizmi; kooperatifler, yerel konseyler aracılığıyla “yoksul halkın zenginlerin seviyesine gelmesini” hedeflerken; yabancı yatırımların ve özel mülkiyet sahiplerinin de bu süreçte gelirlerini arttıracağını görmezden gelmiştir.

Chavez, Venezuela ulusunun refahını geliştirmek adına çeşitli adımlar atmıştır. “Misyon” denilen sosyal yardımlarla beraber, bu yardımların koordinasyonunu sağlayacak yerel konseyler kurulmuştur. Bu konseylerle beraber mikro düzeyde etki alanları yaratılarak sosyalizmin inşasının ülkenin her bir alanında görülmesi hedeflenmiştir. Sosyalizm inşası amacı ABD’nin bölgede etkin faaliyet göstermeye başlaması, ülkedeki piyasa müdahaleleri ve darbe girişimleri ile kendisini göstermiştir. Bu girişimler ile sarsılmaya çalışan Chavez iktidarı, daha da güçlenerek yoluna devam etmiştir. 2007 yılında ortaya koyduğu “İlk Sosyalist Plan” ile Venezuela’nın sosyalist devrimi programlanmıştır. Bolivarcılık temelindeki 21. Yüzyıl sosyalizminin temel ilkeleri; Bolivar’ın ilkesel mirasına dayanan, halkın yüksek refahını hedefleyen, bireyin kolektifle entegre olacağı bir sistem hedefinden doğmuştur. Toplumsal dayanışmaya dayanan, sınıfsal çatışmaların son bulduğu, toprağın eşit şekilde dağıtılmasının hedeflendiği bir program hedeflenmiştir. Referanduma sunulan bu program; sosyalist ilkeleri hayata geçirmeyi hedeflerken, Chavez’in başkanın yetkilerini genişletecek maddeleri de programa eklemesiyle ülkede bir çatlak oluşturmuş ve ulusal birlikteliğe darbe vurmuştur. Darbe yiyen birlik; Bolivarcılık temelinde ülkeyi birlikteliğe taşımayı hedefleyen Chavez’in bu bağlamda net bir başarı kazanamadığının bir göstergesidir. Yerel konseyler, kooperatifler, meclisler; ülkedeki eşitsizlik uçurumunun kapanmasına yardımcı olmuştur fakat ülkeyi tam anlamıyla sosyalizm patikasına sokmayı başaramamış ve tam anlamıyla bir refah görülmemiştir (Akgemci, 2020b).

Sosyalist devrim; tam anlamıyla bir kamulaştırmadan geçmediği için refahın tam anlamıyla sağlanamamasına neden olmuştur. Chavez dönemindeki anayasal düzenlemeler; yoksul halkın haklarını ve gelir dağılımını güvence altına alsa da, özel mülkleri de aynı şekilde güvence altına almış, Venezuela’ya özgü bir sosyalizm modeli deneyimlenmiştir. Özel mülk kavramı önemini korumaya devam etmiş, özel mülkiyetin kamulaştırılması yerine, yoksul halkın “mülk sahibi olmasını sağlayan” bir sistem getirilmiş, teşvikler bu yönde yapılmıştır. Chavez’in iktidara geldiği zamandan itibaren artan ekonomik büyüme oranları 2004 yılında %17 olarak görülmüştür ve giderek yoksulluğun azaldığı kaydedilmiştir. Bu Chavez dönemindeki ekonomik reformların bir başarısıdır fakat diğer hedeflenen noktalarda sapmalar görülmüştür ve bu sapmalar ulusal uzlaşının sarsılmasına sebep olmuştur. Bolivarcı Devrim; mikro düzeyden makro düzeye geniş bir örgütlenme hedeflese de, Chavez’in tekil yönetimi ile bunu başaramamıştır. Halkın her bir bileşeninin katılmasının hedeflendiği ülke yönetimi; “Bolivarcı Burjuvazi” denilen oluşumun görülmesi ve Chavez’ e yakın isimlerin yönetimde etkin rol alırken, halkın geri kalanının katılımcı yönetimde rol alamadığının görülmesiyle sağlanamamıştır. Latin Amerika entegrasyonuna dayanan dayanışmacı Bolivarcı Devrim; diğer Latin Amerika ülkeleriyle beklenen işbirliğini gerçekleştirememiş; çeşitli eleştirilere maruz kalmıştır. Yabancı sermayenin ülkedeki payının sosyalist devrimin öngördüğü şekilde de azaltılmaması sorunların tam anlamıyla yok edilemediğini gözler önüne sermiş, Bolivarcılığın birleştirici, dayanışmacı ve ulusalcı gücünün sosyalizm ile sentezinin Venezuela ulusunu birleştirmek yerine derin ayrışmalara götürdüğü görülmüştür (Morgül, 2006).

Ülke derinleşen krizler ile Maduro dönemine adım atmış; Chavez dönemindeki yönetime yakın isimler refahını arttırırken, ülkedeki alt tabaka yeniden bir eşitsizlik durumuna sürüklenmiştir.

3. Sonuç

Bolivar’ın bağımsızlık hedefiyle sömürgeciliğe karşı verdiği mücadele; Latin Amerika’da bir birlik hedeflerken; özgürlük, eşitlik, adalet kavramlarını hedefleyen bir mücadele yürütmüştür. “Kurtarıcı”sı olduğu Latin Amerika’da kurduğu Güney Kolombiya Cumhuriyeti’nden ayrılan Venezuela; yoluna bir süre askeri diktatör yöneticilerin kişiden kişiye değişerek süreklilik göstermeyen politikaları ile devam etmiştir. 20. Yüzyılda tam bir petrol ekonomisi haline gelmiş olan Venezuela; giderek uluslararası pazara adapte olarak ülkedeki yabancı yatırımların artmasını sağlamıştır. Yabancı yatırımların büyük pay sahibi olduğu Venezuela’da 1950’li yıllara kadar asker kökenli yöneticilerin darbeleri baş göstermiş, ülkede istikrarlı bir demokrasi gözlenememiştir. ABD’nin yöneticilerle dirsek teması içerisinde ilerlediği 20.yüzyıl Venezuela’sında, 1958 yılında ülkedeki üç parti arasında gerçekleştirilen Punto Fijo Paktı ile tam anlamıyla bir “istikrar ve demokrasi” hedeflenmiştir; fakat bu Pakt, sağ partilerin ABD eksenli bir Batı modelini ülkeye getirmesi ve giderek sol grupları marjinalize etmesiyle hedeflediği “istikrar ve demokrasi”yi getirememiştir. Giderek bastırılan halkın alt kesimi ve sol düşünceye sahip siyasi oluşumlar; Chavez’in “Bolivarcılık” siyaseti ile beraber hedeflediği eşitlik, adalet, ulusal refah gibi kavramlarla umutlanmış, Chavez’in yükselişine ve iktidara gelişine büyük destek vermiştir. Chavez; Latin Amerika entegrasyonu, dayanışma, eşitlik, özgürlük gibi hedeflerle bir “sosyalist” cumhuriyet fikrini hayata geçirmeyi hedeflemiş fakat bu Venezuela’da tam bir “devrim” niteliğinde gerçekleşmemiştir. Bu durum tüm sorunların temel kaynağı olmuştur. Sosyalizm ekseninde kamulaştırma, yabancı sermayenin ülkedeki etkisinin yok edilecek şekilde azaltılması, toprağın eşit dağılımı, halkın her bir bileşeninin ülke yönetiminde söz hakkına sahip olabilmesi amaçlarına dayanan Bolivarcı Devrim; Chavez’in yetkilerini arttırma isteği ve siyasal katılımı, iktidarına yakın oluşumlar ve insanlarla siyasi sınırlandırması, bir süre sonra ülkede “Chavez yanlıları Venezuelalıdır, olmayanlar değildir” şeklinde bir ayrıma kadar giderek, ulusal birleşmeyi hedeflerken giderek eşitsiz ilişkilerin yenilenmesine sebep olmuştur. Ülkenin kurtarıcısı “Bolivar”ın temellendirdiği değerler, ulusun ortak paydada birleştirilmesini sağlayamamış; politikaların amacından saptırılması ile “Venezuelalık” kavramının ülkede tartışmaya açılmasına sebep olmuştur.

Hande Büyükyörük 

Milliyetçilik Çalışmaları Staj Programı 

Kaynakça

Acar, A. (2019). Immanuel Wallerstein Perspektifinden Venezuela’da Yaşanan Siyasi Gelişmeleri Anlamak. (Yüksek Lisans Tezi), Ankara Üniversitesi Akademik Arşiv Sistemi. (578844).

Akgemci, E. (2011). Chávez Döneminde Venezuela’nın Abd’ye Yönelik Dış Politikası (Yüksek Lisans Tezi), Ankara Üniversitesi Akademik Arşiv Sistemi.

Akgemci, E. (2020). Monroe Doktrini’nin İzinde: Latin Amerika’da ABD Müdahaleciliğinin Tarihsel Gelişimi. Akgemci, E. & Ateş, K. (der.), Dünyanın Ters Köşesi Latin Amerika: Tarih, Toplum, Kültür, 53-74, İstanbul: İletişim.

Akgemci, E. (2020). Venezuela’da Post-Neoliberalizm: Bolivarcı Devrim Sürecinin Kazanımı Ve Sınırlılıkları. Akgemci, E. & Ateş, K. (der.), Dünyanın Ters Köşesi Latin Amerika: Tarih, Toplum ve Kültür, 237-252, İstanbul: İletişim.

Anderson, B. (1995), Hayali Cemaatler: Milliyetçiliğin Kökenleri ve Yayılması. (çev. Savaşır, İ.), (2.ed.). İstanbul: Metis.

Arvelo, A. (Yapımcı), & Arvelo, A. (Yönetmen). (2013). The Libertador [Sinema Filmi]. Venezuela.

Ellner, S. (2003). Introduction: The search for explanations. Ellner, S. Ve Hellinger, D. (der.), Venezuelan Politics In The Chavez Era: Class, Polarization and Conflict. 7-26.  Lynne Rienner Publishers.

Gott, R.  (2008). Hugo Chavez ve Bolivarcı Devrim. (çev. Böğün, H.), (1. Ed.). İstanbul: Yordam.

Heckel, Heather D. & Edwin Lieuwen vd. (2020). Venezuela. britannica.com/place/Venezuela Erişim Tarihi: 25 Aralık 2020

Masur, G. S. (2020). Simón Bolívar: Venezuelan Soldier And Statesman. britannica.com/biography/Simon-Bolivar Erişim Tarihi: 23 Aralık 2020

Morgül, T. (2006). 21. Yüzyıl Sosyalizmine Bolivarcı Paraf. Birikim, (203). 45-57.

Özdemir, M. (2010). Neoliberalizme karşı ilk umut: Caracazo Ayaklanması. sendika.org/2010/02/neoliberalizme-karsi-ilk-umut-caracazo-ayaklanmasi-mustafa-ozdemir-41182/ Erişim Tarihi: 28.01.2021

Rehrmann, N. (2017). Simon Bolivar: Latin Amerika’yı Özgürlüğüne Kavuşturan Adamın Hayat Hikayesi. (2. Ed.)  İstanbul: İletişim.

Somel, G. (2020). Latin Amerika’da Sömürgecilik ve Mirası. Akgemci E. & Ateş K. (der.). Dünyanın Ters Köşesi Latin Amerika: Tarih, Toplum, Kültür. 35-51. İstanbul: İletişim.

Modern Sivil Toplum Kavramı ve Sosyal Kimlik Teorisi

0

Özet

Bu çalışmanın amacı günümüzde bireyselleşme ile küreselleşme arasında kalan ve kendi kimliğini bulmak üzere sürekli çaba harcaması gerektiği görülen insanın, öncelikli olarak kendisini bu boğucu denklemden uzaklaştırarak olan bitene psikolojik yaklaşımdan bakış atmasıdır. Ayrıca modernleşme sonrası kimliklerin çeşitlenme ve erimesiyle birlikte bunun kolektif yollarından biri olan sivil toplum örgütlerine dahil olmanın anlamı oldukça önemlidir. Bu nedenle kısaca sivil toplumun temellerine değinilmiş, siyaset biliminin psikoloji ile gelişim noktalarındaki kesişme alanları verilmiş ve öznenin kuruluşu ile ilgili var olan bazı önemli kuramlar açıklanmıştır. Kimlik tartışmalarına sosyal çevreyi ve gruplanmayı ekleyen sosyal kimlik kuramı sivil topluma dahil olma açısından daha önemli görülerek birlikte tartışılmıştır.

Anahtar kelimeler: Sivil Toplum, Sosyal Kimlik Kuramı, Özneleşme, Kolektif Kimlik

 

Giriş

Sivil toplum kavramı üzerine konuşmak birçok noktadan bakıldığında oldukça çetrefilli olmuştur. Kavramın tarihi 1200-1300’lü yıllara kadar giderken her dönemin kendine özgü yapılarının hangilerine sivil toplum denilebileceği ya da içinin nelerle doldurulabildiği kavramın bugünkü kavramsallaşmasıyla ilgili bir sorundur. Bu nedenle şaşırtıcı olmayacak şekilde üzerinde anlaşılmış bir sivil toplum tanımı olmadığını söyleyebiliriz. Yine de muhtemel eksiklerinin farkında olunarak tarihsel bir bakış ile sivil toplum tanımlamalarının, devletle olan ilişkisinin ve toplumla girdiği ilişkilenme biçimlerinin sunulabilmesi mümkündür. Kavramın kendisi kadar önemli bir diğer konu da sivil topluma dahil olmanın bir kimliklenme yarattığı ve bu kimliklenmenin sivil toplumu geliştirecek şekilde sürmesi için bu süreci anlamak gerektiğidir. Kimliklenme sivil toplum kadar eski ve karmaşık bir konudur. Gelişimi ise sivil toplumla aynı dönem olan yaklaşık 19. yy’da mümkün olmuştur. Sivil toplumun devletin karşısında konumlandığı yıllar ise kişilerin gruplaşmayı ve örgütlenmeyi yaşama imkanı bulduğu zamanlardır, bu nedenle aralarında sıkı bir ilişki vardır. Bu ilişki varlığını sivil toplumun güçlenmesi ile daha çok gösterecekken, sivil toplumun demokrasinin içine eklemlenmeyi başarabilmesı için kimliklerin daha iyi anlaşılması ve daha çok müzakere imkanı bulması gerekmektedir.

 

  1. Sivil Toplumun Temelleri

1200- 1300’lü yılları referans verdiğimiz zamanlarda sivil toplum fikri halktan aristokrasiye karşı mücadeleyi içeren, kendini dostukta, birarada, beraberce ve dünyada adeta cenneti paylaştıkları şekilde gösteren; mutluluğu ve insani özellikleri kazanmanın bir yolu olarak görülür (Keyman, 2004: 1). Yani belki de ilksel zamanlarımıza atıfta, tek başına hayata kalamayacağımız bilgisine karşılık birarada olmanın faydaları vardır. Birliğe yapılan bu vurgu sivil toplumun da ilk olarak birlik kurma, ortaklık paylaşma zemininden geliştiğini gösterebilir. Ancak sivil toplumun küçük veçhelerini görebileceğimiz ve insan olanın bir yolu olarak kalabalık gruplara yaptığımız vurgu kavramın kendisinden ağız dolusu ve analizler sunabilecek kadar bahsetme noktasında yetersizdir. Bunun için 13.yy’dan 17., 18.yy’a gelmemiz gerekir.

Bahsi geçen bu dönemi ise Aydınlanma düşüncesi, ihtilaller, Sanayi Devrimi gibi büyük olaylarla birlikte düşünürken gelişmekte olan kavramın modern devlet olduğu ortadadır. Modernlik, özellikle Avrupa tarihi içinde orta çağdan modern çağa ve ait olduğu çağın modern bireyinine atıfla yer alır. Keyman’a (2004: 2-5) göre modern toplumun tanımlayıcı ögesi olarak elimizde üç farklı nokta vardır; endüstriyel toplumu tarım toplumundan ayıran serbest piyasanın ortaya çıkışı, bireyin ortaya çıkışı, mülkiyet hakları, serbest dolaşım hakkı gibi doğrudan ekonomiyle ilgili sivil haklar. Burada gözden kaçırılmaması gereken bir nokta da tarihselliğin çeşitli yerlerinden alınan miras yeniden üretilerek bireyin sadece burjuva erkekler olarak tanımlanmasıdır. Sosyalizmin temelini kuran bakış açılarından biri yine üretim araçlarına ya da geçim araçlarına sahip olma durumudur, bu dahi temelde erkekler için geçerlidir ve kavramların cinsiyet açısından bir gözü kör olabileceğini gösterir.

Ancak bu dönemin öncülerinden sadece biri John Locke’dur. İnsan doğasının birtakım tedirginlikler yaratabileceğinin farkında olarak buna çözüm getirmenin yolu toplumsal sözleşmelerde bulunmuştur. Locke bunu yaparken sivil toplum ve siyasi toplum kavramlarını eserinde aynı anlamdalarmış gibi kullanır. (bkz. John Locke, Second Treatise on Civil Goverment,  Chapter 6-7, Of Paternal Power and of Political or Civil Society).

Bu dönemde önemli bir diğer şey ise sivil hakların varlığına rağmen bunun demokrasi üzerinden temellendirilmemesi ve terimin neredeyse hiç görülmemesidir. Günümüzde sivil topluma dair hemen her tartışmanın bir şekilde demokrasi karşısında alınan konumla birlikte yürüdüğü düşünüldüğünde o olmadan neredeyse zeminimizin kaydığını hissetmek olasıdır. Bu hissi çok fazla sürdürmeden yapacağımız şey ikisi arasında ilişki kurmaktır. İkinci dönemin özellikle Doğu Avrupa ve Latin Amerika’da gelişen totaliter rejimlere karşı mücadelenin etkisi altında olduğu unutulmamalı ve döneme olabilecek en geniş perspektifle bakılmalıdır. Bu ilişkide sivil toplumun bireyin özgürleşmesi ve demokrasi hakkını pratikte kazanması adına bir yol ve mücadeleye dair kanal olarak görüldüğü söylenebilir. Adeta sivil toplumun bu yükün gönüllü bir sırtlayıcısı ve devlet karşıtlığının bir yaratıcısı olduğu ortadadır. Sivil toplumun oluşumunu takip ederken elimizde hala birçok kartın eksik olduğu tahmin edilebilir. Bunlar yazının devamında da çokça değinileceği ve kimliklenme ile ilişki kurulacağı üzere örgütler ve onların değişen biçimleridir. Sivil toplumun artık STK olması, örgütsel yapısı ve gönüllü olunması gibi kavramlara bu dönemde değinilmez. Kavramın burada artı kutbunun sivil toplumu içerdiği ancak eksi kutbunun onun bir parçası değilmişçesine bunu temsil eden devleti dışarıda bıraktığı alan olarak kurulduğu görülür.

Üçüncü devremiz ise yaklaşık olarak 1990’lardan bugüne özellikle küresel çapta etki alanı olan ülkeleri ve dolayısıyla küreselleşmeyi içeren dönemdir. Katılımcı demokrasinin öne çıktığı, sivil toplumla devletin karşılıklı ilişkisinin geliştiği, özellikle alttan üste; toplumun devlet üzerinde etkisinin olduğu, bunun örgütlenme biçimleri, politikalar, insan hakları ve kimlikler üzerinden görülebildiği bir dönemdir. Bireyin artık sivil toplum örgütleri ile etki alanının genişlemesi ve kendini bunlar üzerinden tanımlaması kolaylaşır. Ancak kimlik tartışmalarına girmeden önce dönem içinde yükselmekte olan siyaset bilim ve psikolojinin birbirini nasıl etkilediğine bakmak yerinde olacaktır.

 

  1. Siyaset Bilimi ve Psikoloji

Öncelikle bu iki disiplin arasındaki farklılıklara ve örtüşme noktalarına bakmak yerine birey, toplum ve siyaset arasındaki ilişkilere dair daha tarihsel ve bütüncül bir açıklama çabasında da olunabilir (Özkazanç, 2012). Siyaset psikolojisi bir disiplin olarak ancak 1970’li yıllar gibi görece yakın bir zamanda gelişmeye başlamıştır. Psikolojinin de aynı dönemde kendini bir bilim olarak var ederken çeşitli kollara ayrıldığı ve bunların kişilik, bilişsel psikoloji, sosyal psikoloji gibi alanlar olduğu görülür. Siyaset psikolojisinin kökleri sivil topluma benzer şekilde çok daha geriye götürülebilir ancak disiplin 20.yy’da boy gösterir. Toteliter rejimlerin etkisinin hissedildiği bu ilk dönemde kişilik, liderler ve kitlelerin siyasal kişilikleri ön plana çıkar. Freud’un bu döneme dair açıklamalarında insanın bilinçdışına vurgu yaptığı ve bu kuramın, dönemin politikalarında dahi kullanıldığı görülür. II. Dünya Savaşı ile otoriterlik çalışmaları ve performansa yönelik, kişiliği odağa alan çalışmaların; siyasi olaylara etkisi üzerine çokça değinilmiştir. Ancak yükleme hatalarını içinde barındırabilen bu çalışmalar belli noktalardan kültürel bağlamı, kişiliğin hangi ideolojilerde nasıl hareket ettiğini, benimsedikleri konumları ve toplumdaki olası farklı grupları kaçırır.

Disiplinin ikinci evresinde ise en başlarda revaçta olan psikanalize ait temel yöntemden farklı olarak davranışçı yaklaşım hakimdir. Kuramsal bilginin kendisinin yerine geniş çaplı anketlere dayalı saha araştırmaları ve gözlemler kullanılır. Seçmenlerin davranışı, oy verme, kitle iletişim araçlarına yönelik sorular  dönemin klasik konuları olarak kendine yer bulur. Tutumların nasıl geliştiği oldukça önemlidir öyle ki insanlar kendi çıkarlarına ters düşen durumlarda dahi çeşitli kararlar almak durumundadır. Dönemin temel konuları söyle sıralanabilir: parti aidiyetlerinin nasıl biçimlendiği; seçmenlerin davranışları üzerindeki ekonomik, siyasi, psikoloji ve ideolojik değişkenlerin rolü ve önemi; ırk ve cinsiyetin siyasi tutum ve seçmen davranışı üzerindeki etkisi; bu katılımın farklı biçimleri, yurttaşlık tanımı ve bilinci; siyasi toplumsallaşma ile bunun niteliği oluşturan çocukluk, aile, akran çevresi ve medya; bu etkileşimlerin bilişsel ve ruhsal biçimleri (Özkazanç, 2012).

Burada eylemsel olarak oy vermeye geçene kadar tutumlarımızın çoktan şekillendiğini söylemek mümkündür. Açıklayıcı olması adına tutum; bir kimseye ya da şeye yönelik, genellikle inançlarımızdan kaynaklanan, duygularımız ve davranış niyetlerimiz ile kendini gösteren olumlu ya da olumsuz değerlendirmelerimizdir (Myers, 2019). Döneme hakim olan ve rasyonelliği önceleyen bu oy vermeye yönelik tutumları açıklama çabası bir miktar insanın davranışı tahmin edilebilir ve öngörülebilirse yön de verilebilir inanışından kaynaklanır. Ancak rasyonel olan bu yönelişe rağmen psikolojinin gerçeklik hakkında kurulan basit varsayımlar ve gerçekliğin nasıl olması gerektiğiyle ilgilenmediğini atlamamak gerekir. Buna daha fazla alan açan yer asıl olarak kitle iletişim araçlarıdır. Nixon ve Kennedy’nin destekçilerinin onları radyo ve televizyondan izleyenler olarak neredeyse ikiye bölünmesi biraz da bununla ilgilidir. Ayrıca dönem içinde idelojilerin oluşumu ve aralarına çekilen setle birlikte sağ/sol, liberal/muhafazakar gibi tanımların içlerinin doldurulmaya başlandığı görülebilir.

1980 sonrası ise disiplinin en gösterişli dönemidir denilse yerinde olur. Hem disiplinin konularının hem de kullanılan yöntemlerin biçimlerinin gittikçe çeşitlendiği rahatlıkla görülebilir. İdeolojilerin yanına gruplararası ilişkiler, kalıp yargılarımız, önyargılar, imaj ve algı sistemleri dahil olur.  İdeoloji tartışmalarında etiketlemelerin ve başvuru arayışında ise sosyal çevrenin etkili olduğu dönemde; en çok sosyal öğrenme ve bilişsel gelişme kuramları bizi ilgilendirmektedir. Bu noktada sosyal kimlik kuramı da işbirliğini, çatışmaları ve sistemi meşrulaştırma kavramlarını açıklamaya çalışır. Kişilikle olan ilişki ise ancak değer kavramları ve doğruya dair inançlar üzerinden kurulur. Ayrıca dehşet ve şiddet olguları, etnik ve queer çalışmalar, kimliklerin genişlemesi ve akışkanlığı ile yeni, sembolik ayrımcılık biçimleri atlanmaması gereken konulardır. Terörizm kavramı dahi şiddet eylemi, hak arayışı, protesto gibi farklı tanımlamalar ile anılırken bunu anlamanın yolları olarak kavramların içine girmek ve temelde söylemsel modeller, sosyal inşacılık ve dönüşüm ile çalışmak gerekli görülür.

Sonuç olarak bugün geldiğimiz yerde siyaset ya da politik psikoloji hızla gelişirken kişilerarası ilişkilere ve siyaset içindeki olgulara psikolojik perspektif ile bakılmasının önemi açıktır. Sivil toplum üzerinden yaratılan kimliklenmeyi anlamak adına kimlik tartışmaları ve özelde sosyal kimlik kuramı gittikçe anlamlı bir noktaya gelmektedir. Elbette özneyi anlayarak.

  1. Modern Birey ve Öznenin Kuruluşu

Başlıkta yer aldığı üzere daha çok vurgulanmak istenen modern bireyin kuruluşu ve modernliğin çözülmesi ile birlikte öznenin üzerinden tartışılan kuramlardan birkaçına bakmaktır. Bu sebeple bireyi ‘akılcı’ olarak yer aldığı dönemden ele alıyor ve bir sözleşmeyle oluşturdukları yaşam ve mülkiyet alanı olan sivil toplumun arkasında gözden kaçırılan iktidar ilişkilerine  girilmesinin yerinde olduğunu düşünüyorum. Çünkü bu yeni insan modelinin arkasında tüm bunlarla birlikte sermaye sınıfının yükselişi vardır (Özkazanç, 2012). Bu dönemde akılcı insanın sınıfı çoktan oluşmuş, ancak tanımlarının içine sadece burjuva erkekler girebilmiştir. Kadınlar, farklı etnik kökenler, proletarya, deliler, çocuklar gibi farklı sınıfların bireyleri aslında sadece siyasi arenadan dışlanmamış; tam tersine önce insan tanımlamalarına dahil edilmemiş, daha sonra ise muhtemelen bunlara hızlıca çözüm getirmenin bir yolu olarak kendilerini sıkışık konumlarda yer alırken bulmuşlardır.

Ayrıca bu hiyerarşinin sadece insan üzerinden değil, değişen teknoloji, yükselen bilimler ve ortaya çıkan araç gereçler ile; doğanın, yaşam alanlarının, canlı, cansız herkesin kontrolünü ele geçiren kapitalist düzen ile imkan bulduğu düşünülebilir. Modern birey bunların bir yaratıcısı olarak görülmek yerine çok daha iyimser, aklı sayesinde bunlara çözüm üretmeye çalışan, her şeye yetkin bireyler olarak sahnededir. Ancak psikolojinin hakkında en çok şey söylenen ismi Freud, döneminin etkisi ve mevcut kötümserliği ile insanın kötülüğünün farkındadır. Tüm kuramını dürtüler, onların tanınması ve bastırılması sonucu ortaya çıkan çatışmaların işlenmesi üzerine kurar; bunu da bilinçdışı olarak adlandırır. Kuramını yerinde saymayan ve yıllar boyu geliştiren Freud, bilinç, bilinçdışı, ego ayrımlarını id, ego, süperego olarak tanımlamayı daha verimli bulur. Bu çatışmaların merkezinde ise bizi özneleştirecek ve nesne ilişkilerinin devamını sağlayacak ilk iktidar mekanizması olan ‘ödipal kompleks’ vardır. (Freud’un temel eserleri için bkz. Sigmund Freud, Haz İlkesinin Ötesinde, Ben ve İd, çev. Ali Babaoğlu, İstanbul: Metis, 2001; Sigmund Freud, Uygarlığın Huzursuzluğu, çev. Haluk Barışcan, İstanbul: Metis, 2000; Sigmund Freud, Uygarlık, Toplum ve Din, çev. Emre Kapkın, İstanbul: Payel, 2006).

Psikanaliz ile dili eklemleyen Lacan, Freud’un teorisinin söylemsel olarak kurulum biçimlerini inceleyerek onu başka bir noktaya taşıyacaktır. Lacan için öznenin kuruluşu dile yani sembolik alana girişle mümkündür. Ancak bu yapı ve sembolleşmenin kendisi nedeniyle öznenin hiçbir zaman bütün olması mümkün değildir ve aslında dilin kendisi bir yaratım ürünüdür. Öznel kimlikler de sözcüklerin kendileri gibi, farklılaşma ve ayrışma süreçleridir yani bu durum öznenin sürekli olarak inşa sürecinde olduğunu ima eder (Scott, akt. Demirler ve Dinçer, 2010: 123). İnsanın kendi gerçekliği ile o gerçekliğin algılanması arasında kapanmaz bir boşluk vardır. Lacan bu boşluğun imkansızlığı ve bir o kadar arzuyu yaratması nedeniyle onu ‘Fallus’ yani ‘Yasak’ olarak tanımlar. (Lacan için bkz. Saffet Murat Tura, Freud’dan Lacan’a Psikanaliz, İstanbul: Kanat, 2004; Jacques Lacan, Yine/Hala, çev. Murat Erşen, İstanbul: Metis, 2020).

Bunlarla birlikte ilişkiselliği ortaya çıkaran ve süreç olan özne kavramı açığa çıkmıştır. İktidar ilişkilerine dair söz söylerken psikanalitik kuramların biraz dışında konumlanan oldukça önemli bir isim de Michel Foucault’tur. Foucault için iktidar ilişkileri modern özneyi özne yapan şeyin ta kendisidir. Kendisine göre hem psikanaliz bundan muaf değildir hem de bilgi, direniş, özgürlük gibi kavramların kendisi. Bu nedenle o ‘Yasak’ı tam olarak bir yasak olarak görmez, hatta yasağın kendisi de üretkendir; onun kendisini de modern iktidarın ürettiği asıl şey olan özne ve özneye dair bilgi olarak görür (Özkazanç, 2012). Özne olmak, iktidar ilişkilerine tabi olmak ile; özneleşmek ise bu bilgiyi üreten kurumların, kuramların, söylemlerin ağına girerek mümkün hale gelir. (Foucault için bkz. Michel Foucault, Cinselliğin Tarihi, çev. Hülya Uğur Tanrıöver, İstanbul: Ayrıntı, 2007).

İktidar ilişkilerine yapılan bu vurguyu, yine psikanaliz geleneğiyle birleştirmeye çalışan ancak bunu feminist kimliğiyle yapan Judith Butler’ın kuramı özne kavrayışı ile ilgili en üst noktaya karşılık gelmektedir denilebilir. Toplumsal cinsiyet ya da kavramın çevirisinin tam karşılığını bulamadığına dair eleştirilere binaen queer kavramını sorgulayan Butler için, öznenin bir parçası olan cinsiyet, heteroseksüel normlar ve söylemler ile kurulmaktadır. Ancak bu kurulum ulaşılan son bir nokta olarak görülmemeli, aksine sürekli olarak icra edilen eylemler şeklinde anlaşılmalıdır. Çünkü cinsiyetli bir özne; bir normun, bir kimliğin icra edilmesine, sürekli davranış örüntülerinin tekrarına bağlıdır (Özkazanç, 2012). (Butler için bkz. Judith Butler, Cinsiyet Belası: Feminizm ve Kimliğin Altüst Edilmesi, çev. Başak Ertür, İstanbul: Metis, 2008).

Bu bağlamda ulaşmaya çalıştığımız asıl nokta, öznenin kendi kimliğini hangi şekillerde kurduğu ve aynı şekilde bozabileceğinin farkında olarak bunun bir örneğini sivil toplum üzerinden kimliklenme süreci ile açıklamak ve sosyal kimlik kuramı ile tartışmaktır.

 

  1. Kimlik Tartışmaları ve Bir Kuram Örneği: Sosyal Kimlik

Kimlik kavramı da sivil toplumun tarihinde bahsedildiği üzere 19 yy. itibariyle Aydınlanma düşüncesi, onun Dünya’da yarattığı büyük bir değişim, Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’nin imzalanması gibi olaylar ile kendine ait zemini bulmuştur. Modern bireyin kendini öncelemesi ve kendini tayin edebilmesine karşılık önce kim olduğunu bilmesi gerekmektedir. Ancak kimlik kavramını ortaya atmadan önce kimliğin anlamına ve karıştırılması muhtemel bazı kavramlara bakılması gerekebilir.

Kavramın İngilizce’de karşılığı olan ‘identity’ aynı zamanda özdeşlik, benzerlik, aynılık gibi ifadelere de karşılık gelmektedir. İlk olarak ise Fransızca sözlüğünde geçmiş ve ‘ident’ ile ‘identitatem’ kelimeleri ile birlikte bulunmuştur. Bunlar ise sırasıyla özdeş ve aynılık demektir. Ancak daha da önce kimlik terimi asıl olarak aynılığı ve sürekliliği içeren Latince ‘idem’ kökünden türetilmiştir. Türkçe’de ise Aydoğdu’a (2004: 117) göre, kimlik ‘kim’ kökünden gelmekte ve aidiyeti, aynı olmayı, tek olmayı ve hangi kişi olmayı ifade etmektedir. Görüldüğü üzere kimlik terimi aynılığa işaret etmektedir ve bu aynılığın içinde bulunulan sosyal çevreye bakılarak anlaşılacağı ortadadır.

Kimlik üzerine sosyal disiplinlerin hemen hepsi içinde açıklama bulmak mümkündür. Bunları bir miktar domine eden psikolojiye göre kimlik; benliğin yerleştiği dönem olarak yetişkinliği referans alırken bireyin hayatı boyunca süren bir gelişim sürecini kapsar. Ancak bu noktada kişilik ile karıştırılmaması gerekir. Kimlik, en geniş anlamıyla bireyin tüm özelliklerini kapsar; hem kişinin kendisini nasıl gördüğü hem de nasıl görüldüğü ile ilgilidir. Halbuki kişilik bir örgütlenmedir, kimlikler içinde, kimliklerin örgütlenmesi (Aşkın, 2010: 213). Ayrıca Güvenç’e (2009) göre kişilik çok fazla değişmezken kimlik hem bireysel, hem ulusal hem de resmi olarak değişkenlik gösterebilir. Başka bir alanda sosyolojide ise kişilik kolektiftir, toplumsal yapılar ve onlara karşı sorumluluklar üzerinden kurulur. Burada işaret edilen nokta, kimlik kavramının kendi başına dahi sosyal etkileşimi içermeye araladığı kapıdır.

Ancak bu kapıların ardındaki anlamların oluşması için bir sürecin işlemesi gerekmektedir ve bizi sosyal kimlik kuramına götürecek süreç yabancı ile kurulan ilişki ile başlar. Yabancılar hakkındaki fikrimiz genelde hakkında hiçbir şey bilmediklerimiz gibi anlaşılabilir ancak gerçek böyle değildir. Yabancılar kalabalıkların, yığınların içinde asıl olarak görünmez olurlar. (bkz. bir bilimkurgu serisi olan Man in Black). Aksine o hakkında kısıtlı bilgi sahibi olunan ve günlük yaşamda karşılaşılandır. Yabancıya dair fikirlerimize ön ayaklık edenin kalıpyargılar ve onların tutumlara işlemiş biçimi olarak önyargılar olduğu söylenebilir. Kalıpyargılar, kısaca belli bir grup insanda bulunduğuna inanılan kişisel özelliklerdir. Bunlar aşırı genelleştirilmiş, doğru olmayabilen, yeni bilgiye karşı dirençli olan ama başkaları hakkında bilgiyi işlememize de imkan veren şemalardır. Almanların disiplinli, Türklerin misafirperver olduğu inancı kavrama dair küçük örneklerdir. Çevremize dair çok fazla ve karmaşık bilgiler ürettiğimizden ve kurduğumuz sosyal sistemler aynı zamanda birçok tehdit barındırdığından basitleştirilmiş bilgiler pratikte işe yarar görülür. Ancak bireyin kimliğini yabancıyı dışlama üzerinden tanımlaması ve bunlara tutunması önyargıya giden yolu işaret eder.

Önyargıda ise birey ait olduğu grup hakkındaki tutumlardan ve tüm bu genellemelerden yola çıkarak o birey hakkında genellikle olumsuz tutumlar, yargılar veya duygular geliştirir (Myers, 2019). Davranış boyutu şimdilik yoktur, bunun davranış düzeyinde görülmesi ayrımcılık olarak tanımlanır.

Sosyal kimlik kuramı ise tam olarak bu kavramların üzerine eklemlenir ve bu durumu açıklığa kavuşturur. Bireyin ilk olarak kendisini grup terminolojisi üzerinden tanımlaması yani sosyal özdeşleşme yaşaması gerekir. Ardından birey grubun anlamını diğer gruplar üzerinden sosyal karşılaştırmalar yaparak geliştirirken bu karşılaşmalar genelde iyinin/doğrunun ne olduğuna dair hayatın ve ahlakın ikilemlerini çözmeye yöneliktir. Eğer kişi kendini grubu içinde olumlu bir sosyal kimlikle algılarsa olumlu benlik saygısı geliştirirken kendi grubunu da güçlendirmeye başlar (Tajfer, 1982; Turner, 1978). Burada bize gerekli kavramlar, kategorize etme, kimliklenme ve karşılaştırmadır. Kimliklenme daha çok iç grup üzerinden olur, ‘biz’ denilen aidiyet hissini ve ortak kimliği paylaşan bir grup insan olarak tanımlanır. Karşılaştırma ise dış grup olan ‘onlar’ üzerinden yapılır. İç gruptan ayrı ya da farklı olarak algılanan bir grup insanı ifade eder. İnsanların bizden olanlar ve ötekiler ayrımının olmadığı kültür olmadığı gibi bu durum kimlik ile öyle ilişkilidir ki özünde kendini bilme ve inşa etme eyleminin, kendini bildirme ile eş zamanlı ilerleyen bir süreç olduğu söylenebilir (Calhoun, akt. Üzümlü, 2020). Burada önemli olan bir nokta da kimliklerin saf öteki üzerinden kurulmasının hem yanıltıcı hem de oldukça yıkıcı olabileceğidir. Kendisine öteki ile ortak alan bırakmayan ve bunu güçlü tarafın diğerine kazancı olarak gören; bunu yaparken kavramsal olarak iç grup yanlılığı denilen kendi olumlu yönlerini ön plana çıkarırken ötekinin sadece negatif özelliklerini algılayan anlayış, açıkça toplumsal yaşamı tehdit etmektedir.

 

  1. Kimlik ve Sivil Toplum

Daha önceki dönemlerde kimliğin değiştirilemez ve doğuştan gelen kalıcı bir öz içeriyor olması düşüncelerine karşı, modernlik sonrası dönemde birçok unsurun değişmesi ile artık rahatlıkla bu geleneksel kimlik inanışının kırıldığı söylenebilir. Şu çok açıktır ki kimliğin geldiği bu nokta sivil toplum arayışlarının da başına denk gelmektedir. Zira sivil toplum Keyman’a (2004: 3) göre demokrasinin, dayanışmanın ve geniş ölçekte toplumsal yapıyı değiştirme hareketinin teminatıdır.

Başlarda sivil toplumun devletle neredeyse eş görüldüğü bir konumdan geldiği nokta, son nokta olmasa ve tartışmalara açık olsa da takdire şayandır. Artık kendisi devletin temel misyonu değil, bireylerin oluşturduğu ana örgütlenme alanlarıdır. Ancak sivil toplum terimi çoğunlukla olumlu ve demokratikleşmeyi yerleştiren bir terim olarak anılmasına rağmen sosyal psikolojinin ifade ettiği grup kavramından bağımsız düşünülemez. Bu grupların da kendi içlerinde iç grup yanlılıkları, öteki kabulleri, hiyerarşi ve güç barındırabileceği açıktır. Bir sivil toplum kuruluşunun gönüllü üyesi kendisini açıkça o kuruluşun alanı her neyse sadece onun üzerinden ‘çevreci’, ‘feminist’, ‘liberal’, ‘milliyetçi’ olarak tanımlayabilecek iken dış gruba dair çok kolay atıflarda bulunabilir. Bu durumda müzakere alanları yerlerini rahatlıkla çatışma alanlarına bırakabilir. Beck’e (1999) göre, siyasetin içinde yetkili olan aktörler, siyasal partiler ve parlamento genelde sabit iken, toplumsal alanın tabanlarına odaklanmış, bunlardan bağımsız olan örgütsel alanlar (sivil toplum denilebilir); çok daha değişken ve dağınık fikirlerden oluşur.

 

Sonuç

Sivil toplumun tarihini göz önünde bulundurarak ilerlediğimiz süreçte, sivil toplum örgütlenmelerinin ifade ettikleri üzerine en az devletin kendisi ve yapılanmaları üzerine olduğu kadar düşünülmesi ve çatışma yerine insan ilişkilerine önem veren, etiketlerden kurtulabilmiş, her türlü toplumsal menfaati her kimlik için öne çıkaran yapılar olarak ele alınmaları gerektiği önerilmektedir. Özneleşme üstüne söylenenlerin kimliklenmenin açığa çıkarılması açısından sadece bir yol olduğu bilinmektedir. Kimliklenme konusu ise sosyal çevre ile oldukça ilgilidir ve öznenin kimliğini oluştururken dayanak aldığı birinci alanlar dahil oldukları çok çeşitli gruplardır. Bu gruplar ile kimliklenme üzerine bize alan tanıyan kuramlardan biri de sosyal kimlik kuramıdır. Sosyal kimlik kuramı açıklanarak, sivil toplum ve birey arasında ilişki kurulmaya çalışılmıştır. Sivil toplumun toplumsal faydayı ve karşılıklılığı öne çıkaran biçimi ve iletişim önerilirken, öteki gruplara karşı atıf yanlılıklarından kaçınılması gerektiği hatırlatılmıştır. Çünkü açıktır ki birey olarak yapabildiklerimiz ve karşımızdaki ‘koca’ dünyaya karşılık yaşamanın ve yaşam hakkına sahip çıkmanın önemli bir yolu bu sivil toplumun örgütlü alanlarından geçmektedir.

 

Esin ÇALIŞKAN

Sivil Toplum Çalışmaları Staj Programı

 

 

Kaynakça

Acar, M. (2016). Kamu politikası perspektifinden sivil toplum devlet ilişkileri bir çerçeve önerisi, Yasama Dergisi, 60-86.

Aşkın, M. (2007). Kimlik ve giydirilmiş kimlikler, Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 10(2), 213-220.

Aydoğdu, H . (2010). Modern kimlikte öznenin ölümü. Atatürk Üniversitesi Kazım Karabekir Eğitim Fakültesi Dergisi, 10, 115-147.

Beck, U. (1999). Siyasallığın İcadı, (çev. Nihat Ülner), İstanbul: İletişim Yayınları.

Brown, R. J. ve Turner, J. C. (1979). The criss cross categorization effect in intergroup discrimination, British Journal of Social and Clinical Psychology, 18,371-383.

Demirler, D., Dinçer, F. (2010), Toplumsal cinsiyet: faydalı bir tarihsel analiz kategorisi, Kültür ve Siyasette Feminist Yaklaşımlar, 12, 112-138.

Demirtaş, H.A. (2003). Sosyal kimlik kuramı, temel kavramlar ve varsayımlar, İletişim Araştırmaları,1(1), 123-144.

Gönenç, A.A. (2001). Sivil Toplum, Düşünsel Temelleri ve Türkiye Perspektifi, İstanbul: Altkitap.

Güvenç, B. (2009). Türk Kimliği: Kültür Tarihinin Kaynakları, İstanbul: Boyut Kitapları.

Keyman, F. (2004). Sivil toplum, sivil toplum kuruluşları ve Türkiye, Sivil Toplum ve Konferans Yazıları, 4, (haz.Arzu Karaman), İstanbul: Bilgi Üniversitesi.

Myers, D. (2019). Sosyal Psikoloji, (çev. Serap Akfırat), İstanbul: Nobel Akademik Yayıncılık.

Özkazanç, A. (2012). Siyaset Bilimi: Kavramlar, İdeolojiler, Disiplinler Arası İlişkiler. İstanbul: Yordam Kitap.

Üzümlü, M.A. (2020). Kimlik tartışmaları bağlamında sivil toplum. The Journal of Academic Social Sciences, 90(90), 299-309.

Tajfel, H. (1982). Social psychology of intergroup relations. Annual Revieıo of Psychology, 33, 1-39.