Home Blog Page 71

Dr. Öğr. Üyesi Ahu Selin ERKUL YAĞCI İle Hukuk Çevirisi Üzerine Röportaj

1. Öncelikle beni kırmayıp röportaj isteğimi kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederim Selin Hocam. Beni çok mutlu ettiniz. Röportajımıza öncelikle sizi tanıyarak başlamak isterim. Bize kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Ben Ahu Selin ERKUL YAĞCI, Ege Üniversitesi İngilizce Mütercim Tercümanlık Bölümünde öğretim üyesi ve bölüm başkanı yardımcısıyım. Lisans eğitimimi Bilkent’te, yüksek lisansımı Dokuz Eylül Üniversitesi’nde ve doktoramı ise Boğaziçi Üniversitesi’nde tamamladım. 2013 yılından beri Ege Üniversitesi’nde görev yapmaktayım. Başta AB ve hukuk metinleri çevirisi olmak üzere birçok hukukla yakından ilgili dersler vermekteyim.

Çok teşekkürler. O zaman ilk sorumuza geçelim.

 

2. Bir çevirmen olarak sizce hukuk çevirisini diğer çeviri türlerinden ayıran özellikler nelerdir?

Hukuk çevirisinin diğer çeviri türlerinden bazı farklılıkları ve aynı olduğu noktalar mevcuttur. Aynı olduğu noktalar, hepimizin bildiği gibi bir kaynak metnin erek metne aktarılması durumu söz konusudur. Ama bu aktarma sırasında, diğer metinlerden farklı olarak, örneğin bir edebiyat metninden farklı olarak, bu hukuk metninin işlevi diğer metin türlerinden farklıdır.  Tabii ki bu işlev farklılığı hukuk çevirisinde de büyük farklar yaratıyor. Çünkü hukuk metninin sonucunda hukuki sonuçlar doğabilir ya da hukuk metni eğer bir yasadan, bir kanun maddesinden veya bir tüzükten bahsediyorsa bu tarz metinler insanlar üzerinde yaptırımı olan metinlerdir. Bu hukuki yaptırımlar da hukuk metinleri çevirisini, diğer metinlerden daha farklı bir hale getirir. Şimdi, farklardan birincisi işlev ve etkisi. İkincisi ise, metinlerin dili. Biliyoruz ki hukuk dilleri oldukça farklı. Hukuk metinleri çevirisi dersinde de konuştuğumuz gibi, çeşitli sebeplerle bu dil Türkçe, Osmanlıca ve Farsça gibi kelimelerden oluşmuş eski bir dildir ve oldukça geniş bir terminolojiye sahiptir. Bence, üçüncü farklılığı ise, biçemi. Hem metin son derece açık olmalı ve bu açıklıkla birlikte, üstü kapalı veya duruma göre farklı anlamlar içerebilen bir şekilde olmalıdır. Bu durum da hukuk çevirmenini oldukça önemli bir konuma yerleştiriyor. Çevirmenin metnin bilerek ve farklı anlamlara çekilebilmesi için mi üstü kapalı yazılmış yoksa metinde olağandışı bir hatanın olup olmadığını belirleyip bir çeviri yapmak durumunda olması da hukuk metinlerinin çevirisinin önemli bir farklılığı. Çevirmen, işgüzarlık yaparak bilerek üstü kapalı bir şekilde yazılmış metni açık bir hale getirmemelidir ya da metinde kendi fikri ve bilgisi doğrultusunda değişiklikler yapmamalıdır.

 

3. Hukuk çevirisi yaparken, uluslararası alandaki çevirilerde ulusal çevirilerden farklı olarak hangi özellikler bulunmaktadır?

Bu nokta oldukça önemli. Özellikle Türkçe’den İngilizce’ye çeviri yaparken hangi hukuk sistemine çeviri yaptığımızı bilmemiz oldukça önemli. Çünkü her hukuk sisteminin kendine özgü kurum, kuruluş ve terminoloji vs kavramları var. Bunları doğru bir şekilde aktarabilmek için ulusal hukuk konusunda da bilgi sahibi olmak gerekiyor. Yani hukuk çevirisi, sadece kelime ve terminoloji bazından değil, bütün diğer açılardan da uluslararası hukuk sistemlerine bütün olarak hâkim olmak gerekmektedir. Tabi ki, biz hukukçu değiliz ve bütün hukuk bilgisine sahip olmamız beklenemez fakat genel işleyiş örneğin mahkeme sistemi bilinmeli ve bunun metinlere nasıl yansıyabileceği konusunda dikkatli olmak gerekmektedir.

 

4. Daha önce hiç uluslararası hukuk alanında çeviri yapma fırsatınız oldu mu?

Evet, deneyimim var. Ben uzun yıllar İzmir Adliyesinde bilirkişi olarak görev yaptım. Talepname (Letter of Request) denilen birçok metin çevirdim. Yani, buradan hâkim veya savcı, İngiltere’den bir kişinin ifadesinin alınmasını ya da belli konularda görüş almak istediği veya eskiden şirketlerin sosyal medya yöneticileri olmadığı için, uluslararası bir şirketten bilgi isteneceği zaman mektuplar yazılmaktaydı. Burada, nerede mektup yazdığınız oldukça önemli. İngilizce yazılacağı kesin fakat nereye yazılacağı önem teşkil ediyor. İngiltere ve Milletler Cemiyeti mi? Yoksa İrlanda’ya mı? Yoksa Avustralya’ya mı yazılıyor? Hangi hukuk sistemi içerisinde bu mektup yazılıyor?

Aynı şekilde ifade ve tutanaklarla ilgili birçok çeviri yaptım. Gelen cevaplar Türkçe’ye farklı bir formatta çevriliyor. Bazen farklı formatlar sebebiyle ifadeler anlaşılamıyor ve tekrar tekrar görüşme yapılması gerekiyor.

Yani kısacası bu konuda deneyimim var. Ayrıca ilginç bir şekilde, çevirmenlerin yanlışlığı diyeceğim burada tırnak içerisinde, çevirmenin tamamen bilgilendirilmemesi sonucunda diyelim Amerika’da bir mahkemeye mektup yazarken, mahkemenin ismini yanlış çevrilmesi sonucunda geri dönüş alınması şansı oldukça düşüyor. Çünkü siz daha başlarken bir hatayla başlamış oluyorsunuz.

 

5. Sizce uluslararası hukuk alanındaki çevirilerde hassasiyet neden önemlidir?

Daha önce de belirttiğimiz gibi, uluslararası hukukta daha da hassas davranılmalı. Çevirmen, kurumların veya kuruluşların isimlerinden yetkilerine, bu kurum veya kuruluşlarda yapılan işlere, sistemlerinin işleyişine son derece hassas yaklaşmalıdır. Uluslararası hukuk çevirileri, internetten bir sözlük, örneğin Tureng veya bir hukuk terimcesi açılıp yapılacak çeviri türleri değildir. Uluslararası hukuk çevirisi yapılırken öncelikle konu bilgisi edinilmelidir. Örneğin, Türkiye’de hangi mahkeme türleri vardır? Asli mi Sulh mü? Örneğin ilgilendiğimiz metin bir dava ise, hangi kanun çerçevesinde görülüyor, hangi kanunları kapsıyor ve son olarak da bu dava ile hangi ülkelerde hangi mahkeme birimi ilgilenecek gibi sorulara çevirmenin yanıt vermesi gerekiyor. Mutlaka ön araştırma yapılmalı ve bu ön araştırma derin bir araştırma olmalıdır. Ön araştırma dediğimiz kısa bir araştırma olmamalı, bu duruma bütüncül yaklaşarak, detaylar üzerinde de durmak gerekmektedir.

 

6. AB hukuku ve uluslararası hukuk alanı aynı çerçevede mi yer almaktadır? Yoksa farklı alanlar mıdır?

AB hukuku ve uluslararası hukuk birçok yönden benzerlik göstermektedir. Bu iki alan arasındaki farklılıklardan biri AB hukukunun çevirmenler açısından olumlu bir yanı olmasıdır. AB hukukunda olası hataları engellemek için ve metnin otantik (authenticity) durumunu korumak yani çeviri metin olduğu için farklı bir hukuki konuma düşmemesi için bütün dillerdeki hukuki birlik sağlanmıştır. Daha önce de belirttiğimiz gibi, uluslararası hukuk alanında herhangi küçük bir terim hatası birçok soruna yol açtığı için AB bu sorunlardan kaçınmak ve hukuki sorunları en alt düzeye indirmek için böyle bir çözüm bulmuştur. Bu sebeple AB hukuku çevirilerinde belirli bir standartlaşma sağlanmıştır. Bu iki alan birbirine çok yakın olmasına rağmen çevirmenlerin bakış açısından bu tarz bir farklılık örnek gösterilebilir.

 

7. Sizce özellikle uluslararası hukuk alanında olası bir hata ne gibi sonuçlar doğurabilir? Daha önce hiç böyle bir durumla karşı karşıya kaldınız mı?

Daha önce de belirttiğimiz gibi, herhangi bir terim hatasının bile olası hukuki sorunlara yol açması mümkündür. Evet, ben kendimde böyle bir sorun ile karşılaştım. Bilir kişilik yaptığım ilk yıllarda, bir mektup yazmam gerekiyordu. Yazmam gereken mektup Cumhuriyet Savcılığındandı ve İngiltere’ye yazılması gerekiyordu. Kuşadası’nda kavgaya karışmış bir İngiliz vatandaşı hakkında kamu davası açılmıştı ve onun ifadesinin alınmasını istiyorlardı. Böyle bir mektup yazmıştım ve orada, mektupta yer alan bir kurumun adında bir yanlışlık olmuş. Savcılığın verdiği adres, böyle davalarla ilgilenen adres değilmiş ve ben de ona dikkat etmediğim için ve mektubu o şekilde gönderdiğimiz için mektup bize geri dönmüştü. Ve tabi ki mektubun geri dönmesi davanın en az 6 ay uzamasına sebep olmuştu. Bu sorun, İngiltere’deki dört ayrı kısım ile ilgiliymiş, Galler, İskoçya gibi. Bu ufak hata hem sorunun uzamasına hem benim iki kez aynı işi yapmama hem de talebimize red cevabı gelmesine yol açmıştı.

 

8. Sizce hukuk çevirilerinde kullanılan ayrı bir terimce olması, bu alanda çalışan çevirmenlerin işini kolaylaştırmakta mıdır yoksa zorlaştırmakta mıdır?

Bence bir terimce olması zorlaştırmak yerine kolaylaştırıyor. Ama şöyle de bir şey var ki bunu iyi bir arşiv düzenine oturtmak gerekiyor, yani hazırladığınız terimce tam ihtiyacınız olduğunda yanınızda bir doküman olarak olmazsa pek de işe yaramaz ve hatta bu durumda işinizi zorlaştırabilir bile. İyi bir şekilde dosyalamak ve ulaşılabilir hale getirmek bu sebeple oldukça önemli. Bence, bilgisayar destekli çeviri programları bu konuda son derece faydalı çünkü aslında bu programlar benim bahsettiğim arşiv işlevini, benzer bir kelime veya cümle çevirdiğinizde hatırlatma olarak gerçekleştiriyor. Bu programlar işi son derece kolay hale getiriyor. Bu sebeple kullanılması son derece güzel.

 

9. Hukuk alanında çeviriler yapan bir çevirmen olarak ülkemizdeki bu alandaki yapılmış çevirileri başarılı buluyor musunuz?

Evet, hukuk alanındaki çevirileri başarılı buluyorum ama özellikle eski çevirileri daha başarılı buluyorum. Çünkü bizim kanunlarımız aslında birer çeviri. Kanunları çevirerek kendi adalet sistemimize uygun hale getirmişiz. Bu sebeple aslında çeviri bizim hukuk sistemimizin tam ortasında yer almaktadır. Ama son yıllardaki çevirilerde biraz özensizlik görüyorum. Mesela, bazı protokollerin çevirilerinde. Ama bunun sebebi de alanın son derece hızlı iş beklentisi olması. Yani bir metin bir çevirmene veriliyor ve hemen ertesi günü isteniyor ya da oldukça fazla sayfalı metinler çok kısa sürelerde isteniyor. Ve daha az maliyetli olması için daha nitelikli olmayan insanlara hukuk çevirileri verildiğini görüyor ve üzülüyorum. Ayrıca, insanların gereksiz bir cesarete kapılarak hemen işi bitirdiklerini düşünüp taslak olabilecek bir metni göndermeleri olarak düşünüyorum. Mutlaka ve mutlaka hazırladığınız metin hemen gönderilmemeli, en azından bir gece mola verilerek tekrar gözden geçirilmesi gerekmektedir. Hatta, hazırlanan metni bir başka gözün de görmesi, örneğin editör olabilir, gerekmektedir. Bence son yıllarda bunda bir sorun var, yani çevirmenler çok hızlı ve özensiz çeviriyor ve sonrasında da yeterli düzeltme yapılmıyor. Bence, önemli sorunlardan bir tanesi de bu. Yine de bizim hukuk sistemimiz zaten çeviriye dayanıyor, zaten çevrilmiş bir düzen. Bu sebeple hukuk sistemimizi çeviriden ayrı düşünmek, özellikle de küreselleşen dünyada mümkün değil.

 

10. Son olarak hukuk alanında uzmanlaşmak isteyen çevirmen adaylarına verebileceğiniz öneriler nelerdir?

Birincisi, bu hukukun evrensel değerleri olmasına rağmen hukuk sistemlerinin birbirinden çok farklı olduğunun bilincinde olmaları. Bu oldukça önemli. Çünkü bilmeliler ki buradaki bir mahkeme; bir İngilize, Fransızca veya bir Almana hiçbir şey söylemiyor. Onların ülkelerindeki sistemleri ve yapılanmaları oldukça farklı. Bu sebeple hukuk sistemlerinin genel işleyişi hakkında bilgi sahibi olmalılar.

İkincisi, mutlaka ellerine gelen her hukuk metni için paralel metin arayışına girmeliler. Hem kaynak dilde hem de erek dilde paralel metinlere bakmalılar. Sonrasında metni iyi bir şekilde analiz edip, sorunu iyi kavrayıp çeviriye başlamalılar.

Üçüncüsü ise, bu pratik bir öneri. Mutlaka ve mutlaka öğrencilik yıllarından itibaren bilgisayar destekli çeviri programlarından faydalanmalılar. Bu, inanın kendi veri tabanlarını, bir az önce de dediğimiz gibi kendi terimcelerini oluşturmalarına ve mevcut terimceleri de kendi sistemlerine eklemelerine yardım eder. Yaptıkları her iyi çeviri kendilerine bir artı olarak yıllar içinde geri döner.

Bir de mutlaka ve mutlaka çevirilerini düzeltirken yüksek sesle okusunlar. Yüksek sesle okumak da son derece önemli. Çünkü yazıda gözümüze çarpmayan hatalar, sesli hatalar “aa bu böyle söylenmez, bu böyle olmamış” gibi daha kolay bir şekilde ortaya çıkacaktır. Bu şekilde daha kolay bir düzeltme yapabilir ve daha başarılı olabilirler. Biz hukukçu değiliz fakat hukuktan da biraz anlamamız gerekiyor, eğer hukuk çevirisi ile ilgileneceksek. Ve ayrıca, asla ve asla uzmanlardan yardım istemekten çekinmemeliler. Örneğin hukukçulardan ya da bu konularda deneyimli olan insanlardan yardım istemekten çekinmemeliler.

 

Bu güzel sohbetiniz ve zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederim. Güzel günler dilerim.

 

ASLI GÜLENÇ

Uluslararası Hukuk Staj Programı 

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne Yönelik Eleştiriler ve Reform Talepleri

ÖZET

Birleşmiş Milletler (BM) neredeyse tüm egemen devletleri içinde barındıran uluslararası bir örgüttür. İkinci Dünya Savaşı’nın vahim sonuçlarından sonra uluslararası barış ve güvenliği tesis etmenin yanında sosyal, kültürel ve ekonomik sorunlara çözüm bulmak amacıyla kurulmuştur. En önemli organlarından Güvenlik Konseyi ise hızlı ve etkin kararlar alma açısından tüm üyeleri için bağlayıcı özellik taşımaktadır. Bu özelliği göz önüne alındığında daimi üyelerin veto yetkisi ile kendi ulusal çıkarları ve politikaları etrafında hareket etmeleri büyük bir eşitsizliğe sebep olmaktadır. Bu durum da BM’nin en önemli organını işlevsiz hale getirmektedir. BM nezdinde Güvenlik Konseyi’nin eşitsizlik ve şeffaflık gibi konularda adaletsiz bir yapıya sahip olması günümüzde hala tartışma konusudur. Bu makalede “Birlemiş Milletler Güvenlik Konseyi neden eleştirilmektedir?”, “BM geleceği için ne tarz reformlar yapılmalıdır?”, “Sunulan reform önerileri nelerdir?” soruları cevaplanmaya çalışılacaktır. Bu şekilde kapsamlı ve güçlü bir uluslararası örgütün tekrar kurulması mümkün gözükmediği gibi değişen dünya şartlarına uyum sağlayabilmesi için kendini yenilemesi şarttır.

Anahtar Kelimeler: Birleşmiş Milletler, Güvenlik Konseyi, Reform Tartışmaları, Veto Yetkisi, Daimi Üye

ABSTRACT

The United Nations is an international organization that includes almost all sovereign states. It was established after the dire consequences of the Second World War to establish international peace and security as well as find solutions to social, cultural and economic problems. The Security Council, one of its most important organs, is binding for all its members in terms of making quick and effective decisions. Considering this feature, the veto power of permanent members and acting around their own national interests and policies causes great inequality. This situation renders the most important organ of the UN dysfunctional. The unfair structure of the Security Council in matters such as inequality and transparency in the UN is still a matter of debate today. In this article, “Why is the United Nations Security Council criticized?”, “What kind of reforms should be made for the future of the UN?”, “What are the proposed reform proposals?” questions will be tried to be answered. In this way, it does not seem possible to re-establish a comprehensive and strong international organization, and it is necessary to renew itself in order to adapt to changing world conditions.

Key Words: United Nations, Security Council, Reform, Veto, Permanent Members

1. Birleşmiş Milletler Kuruluş Süreci

Dünya tarihi birçok yıkıcı savaşa tanık olmuştur. Bunlardan 20. yüzyılda yaşanan Birinci Dünya Savaşı ve İkinci Dünya Savaşı insanlığa büyük acılar yaşatmış, tahribatlara sebep olmuştur. Savaşların geri dönülmez kayıpları, silahların güçlenmesi, uluslararası ilişkilerin giderek artması bir çözüm yolu arayışına girmeyi gerektirmiştir. İkinci Dünya Savaşı sırasında müttefik devletlerin savaşların tekrarını önlemek amacıyla aralarında karar verdikleri Birleşmiş Milletler Örgütü 1945 yılında kurulmuştur.

Uluslararası barış ve güvenliği korumak, devletler arasındaki dostluk ilişkilerini geliştirmek; kültürel, sosyal, ekonomik alanlarda uluslararası problemleri çözmek ve insani hakları korumak amacıyla uluslararası iş birliğini sağlamak gibi unsurların yer aldığı kurucu anlaşmanın ilk maddesi örgütün temel ilkelerini açıkça ifade etmektedir. Genel Kurul, Güvenlik Konseyi, Ekonomik ve Sosyal Konsey, Vesayet Konseyi, Genel Sekreterlik ve Uluslararası Adalet Divanı ise BM’nin ana organlarıdır (Birdişli, 2010: 3-5).

BM Şartı’nın 26 Haziran 1945 tarihinde San Francisco’da imzalanmasının ardından, Polonya’nın da şartı imzalamasıyla kurucu ülke sayısı 51’e çıkmıştır. Günümüzde ise üye sayısı ile en ayrıcalıklı ve egemen devletlerin neredeyse tümünün içinde olduğu bir örgüttür. Barışın sağlanması amacıyla kurulan Birleşmiş Milletler, Milletler Cemiyeti’nin başarısızlıklarından ders çıkarılarak inşa edilmiştir. Kuruluş metninde de geçmişte yapılan hataların tekrarlanmaması adına birtakım tedbirler düzenlenmiştir ve oldukça geniş bir yapıya sahiptir. Milletler Cemiyeti’ne kıyasla üye devletlere daha zorlayıcı önlemleri ve egemen devletleri kısıtlama yetkisine göre daha bağlayıcı niteliktedir.

Birleşmiş Milletler Anlaşması’nın ikinci maddesinde devletlerin kendi geleceklerini tayin etmeleri, uluslararası arenada halkların hak eşitliğinin sağlanması, barışçı bir düzen için dostane ilişkilerin kurulmasını öngören birtakım düzenlemeler bulunmaktadır. Ayrıca, “uluslararası ilişkilerde devletlerin toprak bütünlüğüne veya siyasal bağımsızlığına karşı BM amaçları ile bağdaşmayan bir şekilde” kuvvet kullanmaktan kaçınma konusunda devletlerin iç işlerine karışmayı engellediği görülür. (Sur, 2012: 5). Tüm üyeler girişilen eylemlerde örgüte yardım eder, Birleşmiş Milletler aleyhine güç kullanma amacıyla bir devlete yardım etmekten uzak dururlar.

Henüz savaş bitmeden Almanya, Japonya ve İtalya’dan oluşan Mihver devletlere karşı savaşan ülkelerin imzasıyla oluşturulan “Birleşmiş Milletler Bildirgesi” örgütün savaşı kazananlar tarafından oluşturulduğunu göstermektedir. BM organlarından Güvenlik Konseyi 24. madde uyarınca örgütün hızlı bir şekilde karar verip harekete geçmesini sağlamak sorumluluğunu üstlenmiştir.

Tüm bunlar göz önüne alındığında örgüte bir otorite sağlanmıştır. Güvenlik Konseyi’ne yetkiler ve sorumluluklar verilerek bu durum pekiştirilmiştir. Beş daimi üyenin çıkarlarına karşı bir karar alınması söz konusu olmadığı gibi alınacak kararların uygulanması yine süper güçlerin elindedir.

2. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin Yapısı

İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulmuş olan Birleşmiş Milletler’de savaş galiplerinin izlerine en çok Güvenlik Konseyi’nde rastlanmaktadır. Beş daimi/sürekli ve on daimi olmayan üye ülkeden oluşan bu organda daimi olmayan üye ülkelerin isimleri iki yılda bir Genel Kurul seçimi ile belirlenmektedir. Dünyada barış ve güvenliği korumakla yetkilendirilmiş olan on beş üyeli bu organın karar alma mekanizmasında beş daimi üye olan ABD, Rusya (kuruluşundan önce SSCB), Fransa, Birleşik Krallık ve Çin’in rolü oldukça fazladır. Birleşmiş Milletler’in Kurucu Antlaşması olarak da bilinen tüzükte bahsi geçen beş daimi üyeye Güvenlik Konseyi’nin diğer daimi olmayan on üyesine tanınmayan veto yetkisi tanınmıştır. Güvenlik Konseyi’nde bulunan her üye ülke bir oy hakkına sahiptir, herhangi bir karar alınırken ise toplam on beş ülkeden dokuzunun onaylaması yeterlidir. Ancak burada dikkat edilmesi gereken nokta beş daimi üye ülkeden herhangi birinin veto yetkisini kullanmamasıdır (Sağlam, 2014: 3). Tüm üye ülkelerin onayladığı bir karara yalnızca bir daimi üye ülkenin veto yetkisini kullanması, o kararın sonuca ulaşmasını engellemektedir. Bu durumun daimi ve daimi olmayan üye ülkeler arasında büyük bir fark yaratması daimi olmayan üyeler tarafından hoşnutsuzlukla karşılanmaktadır.

Güvenlik Konseyi’nde alınan kararların geri kalan tüm Birleşmiş Milletler üye ülkelerini kapsaması tüzükte güvence altına alınmıştır. Genel olarak, Birleşmiş Milletler örgütünün geniş kapsamı ile karşılaştırıldığında Güvenlik Konseyi oldukça dar bir kapsama sahiptir. Ancak bu duruma tam zıt olarak az üyeli Güvenlik Konseyi’nin yetkileri diğer organlara kıyasla çok daha fazla ve etkilidir. Bu yetkilerden ilki diplomatik, ekonomik ve askeri olmak üzere üç çeşidi olan yaptırım haklarıdır. Uluslararası sistemde barış ve güvenliği tehdit altına sokan bir durumu engellemek amacıyla bu yaptırımlar devreye sokulabilir. Diplomatik yaptırımlar bahsi geçen durumu engellemekte genellikle fazla manevi kaldığı ve başarılı olamadığı için pek tercih edilmemektedir. Uluslararası güvenliği tehdit eden devletlere karşı uygulanan çeşitli ambargolar (ticari ilişkileri kısıtlamak, ithalat ve ihracat ürünlerine yüksek vergiler koymak) ekonomik yaptırımlarda en çok başvurulan yöntemler arasındadır. Eğer bu iki yaptırım sonuç vermezse ve söz konusu ihlal devam ederse Güvenlik Konseyi son olarak askeri yaptırım kararı alır. Askeri yaptırımların kapsamında silah ambargosu ve askeri müdahaleler yer almaktadır (Birdişli, 2010: 8). Askeri müdahaleler genel ismiyle Barış Operasyonları ile gerçekleştirilse de bu kavramın Barışı Koruma, Barışa Zorlama, Barış İnşası, Barış Yapma gibi alt alanları mevcuttur. Üye ülkeler bu operasyonlara gönüllülük esasıyla fon, asker ve teçhizat sağlamaktadır. Tüm bunlara ek olarak, Güvenlik Konseyi’ne bağlı Barışı Koruma, Yaptırım, Anti-Terör, Tazminat, Silahlı Çatışmalar Komiteleri gibi alt komiteler de bulunmaktadır.

3. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde Mevcut Olan Altı Temel Kusur

Güvenlik Konseyi’nin İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki düzenini hala koruması devletler tarafından tepkiye yol açmaktadır. Hem mevcut olan yapısal sorunlar hem de askeri harekatlarda meydana gelen başarısızlıklar (Ruanda, Somali, Bosna Hersek vb.) dolayısıyla Güvenlik Konseyi yüksek miktarda eleştiri almaktadır. Bahsi geçen eleştiriler genel olarak eşitsizlik, seçkincilik, dönen koltuklar, temsiliyet, şeffaflık ve hesap verilebilirlik başlıkları altında toplanabilmektedir (Lattila, 2019: 2).

3.1. Eşitsizlik

Güvenlik Konseyi’nde eşitsizlik öncelikle daimi ve daimi olmayan üye ülke ayrımından kaynaklanmaktadır. Bazı üye ülkelerin daimi sayılması ve Güvenlik Konseyi’nin temel yapı taşları olmasına karşıt olarak diğer üye ülkelerin yalnızca iki yıllık sürelerle görev yapması ayrımcılığa sebep olmaktadır. Bu duruma ek olarak veto yetkisinin yalnızca daimi üye ülkelere tanınması ve veto yetkisi başlangıç kabul edilerek sunulan diğer haklar ise eşitsizlik konusunda en çok eleştirilen durumdur. Güvenlik Konseyi’nin ekonomik ya da askeri birçok karar alabildiği ve bunların geri kalan tüm üye ülkeleri bağladığı göz önünde bulundurulduğunda daimi üye ülkelerinin diğer üye ülkelere oranla daha güçlü pozisyonda olduğu aşikardır. Bu durum Güvenlik Konseyi’nde meydana gelen eşitsizliğin temel kaynağını teşkil etmektedir. Her ülkenin davranabileceği gibi daimi üye ülkelerin de kendi ulusal çıkarlarını takip ederek davranış sergilemesi Güvenlik Konseyi’ni zora sokabilecek bir durumdur. Önemli kararların alındığı ve alınan kararların geri kalan tüm üye ülkeleri bağladığı bu organda ulusal çıkarları ile karar alma sürecinin gidişatını belirleyebilecek daimi üye ülkelerin olması Güvenlik Konseyi’ne karşı güvensizliğin artmasına sebep olmaktadır.

3.2. Seçkincilik

Birleşmiş Milletler’in kuruluş yılından beri Güvenlik Konseyi’nin sahip olduğu sınırlı üye sayısı bu organı seçkinci olmakla itham eden eleştirilerin kaynağı haline gelmiştir. Birleşmiş Milletler’in üye sayısı yıllar içinde hızla artsa da Güvenlik Konseyi’ndeki tek değişiklik 1965 yılında olmuş ve ilk kurulduğunda 11 olan üye ülke sayısı günümüzdeki sayı olan 15’e çıkarılmıştır (Gölçek, 2019: 3). Daimi üye ülkelerin savaş galiplerinden oluşması seçkinciliğin en temel sebebi iken bu duruma ek olarak daimi olmayan üye ülke sayısının da sınırlı tutulması Güvenlik Konseyi’nin tamamı ile seçkinci bir organ olması sonucunu doğurmuştur. Bu durum aynı zamanda “temsiliyet” maddesi ile de ilintidir. Çünkü dünyadaki çeşitli coğrafyalar göz önünde bulundurulduğunda Güvenlik Konseyi’nin sınırlı üye sayısı çoğu bölgenin adaletli bir biçimde temsil edilmesine engel teşkil etmektedir.

3.3. Dönen Koltuklar

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin daimi olmayan üye ülkeleri iki yılda bir Genel Kurul tarafından yapılan seçimle üye olabilmektedirler. Daimi olmayan bir üye ülkenin Güvenlik Konseyi’ne ve dünya barışına yaptığı katkı ne kadar fazla olursa olsun görev süresi iki yıl ile sınırlıdır dolayısıyla görev süresi bittiğinde yerini yeni bir üye ülke alacaktır. Bu durumdan hareketle, Güvenlik Konseyi gibi önem teşkil eden bir yapıda iki yıllık kısa bir üyelik süresi karar alma mekanizmasına katılımda daimi olmayan üye ülkeler için dezavantaja sebep olmaktadır. Tüm bunlar ise Güvenlik Konseyi’nde mevcut olan daimi üye ülkelerin baskınlığını ve otoritesini daha da arttırmaktadır.

Sonuç olarak, bahsi geçen bu altı temel kusur birbiriyle iç içe geçmiş durumdadır. Güvenlik Konseyi’nin tüm bu eleştirilen yönlerini ortadan kaldırmak amacıyla hem Birleşmiş Milletler üye devletleri hem de genel sekreterleri tarafından çeşitli reform talepleri ve iyileştirme girişimlerinde bulunulmuştur. Bahsi geçen reform taleplerinin sayıları özellikle Soğuk Savaş Dönemi sonrasında doruk noktasına ulaşmıştır. Soğuk Savaş yıllarında uluslararası sistemdeki iki başat güç olan ABD ve SSCB’nin (günümüzde Rusya) sürekli olarak veto yetkilerini kullanması Güvenlik Konseyi’ni çıkmaza sokmuş ve bu organ o dönemde meydana gelen olumsuz durumlara cevap vermekte yetkisiz bir hal almıştır. Kullanılan veto sayılarına bakıldığında; yaklaşık olarak ABD’nin 162, SSCB’nin 127 kere veto yetkisini kullanmasına karşılık diğer daimi üye ülkelerin kullandıkları toplam veto sayısının 55 olması diğer üye ülkelerin de dikkatini çekmiş ve bu duruma yönelik reform talepleri sunmuşlardır (Birdişli, 2010: 7). Soğuk Savaş Dönemi’nden sonra ortaya çıkan dekolonizasyon süreci ile bağımsızlığını kazanarak uluslararası arenada yerini alan devletlerin de Güvenlik Konseyi’nde temsil edilme beklentisi içerisine girmeleri reform taleplerini arttıran bir durum haline gelmiştir. Güvenlik Konseyi’nin karar alma mekanizmasında yer alan daimi üye ülkelerin veto etmemesi gerekliliği reform taleplerinin sonuca gitmesine bir engel teşkil etmektedir. Çünkü gücü ve otoriteriyi tekelinde toplamış olan Güvenlik Konseyi daimi üye ülkeleri diğer üye ülkeler tarafından kendi pozisyonlarını kısıtlayacak olan reform taleplerine katılmamaktadırlar. Reformların gerçekleştirilmesi için ortak paydada buluşulması gerekliliği ise reform süreçlerinin uzamasına sebep olmaktadır (Öğüt, 2013: 152).

3.4. Temsiliyet

BM örgütünün işlerliği açısından en önemli organı olan Güvenlik Konseyi’nde her üyenin sürekli bir temsilci bulundurması gereklidir. Belirli dönemlerde yapılan toplantıların yanı sıra her an Konsey Başkanı’nın çağrısı üzerine toplantılar yapılabilmektedir. Her üyenin bir temsilci bulundurması durumu demokratik bir ortamın yaratılmasını öngörse de devletler arasında bir anlaşmazlık söz konusudur. Devletler, başkaları tarafından temsil edilmek istememektedirler. Bir örnek olarak, Afrika grubu hala müzakereler sonucunda bile temsil edecek kişileri belirleyememiştir. Bunun yanı sıra daimî üyelerin veto haklarının bulunması demokratik yapıyı sağlayamayan diğer bir faktördür (Lattila, 2019).

Güvenlik Konseyi’nin yapısının sınırlayıcı oluşu da temsil konusunda diğer bir eleştiridir. BM örgütünün 1965 yılında 117 üyesinin olması ve temsilde adaletin sağlanması için Güvenlik Konseyi’nin geçici üye sayısının 15’e yükseltilmesi, 2012 yılına gelindiğinde ise 193 üyeli BM örgütünün hala 15 geçici üyeye sahip olması temsilde demokrasiyi sağlayamadığını göstermektedir (Öğüt, 2013: 114).

Güvenlik Konseyi’ndeki Avrupalı temsilcilerin ağırlığı ile doğru orantılı bir şekilde örgütün Avrupa’daki sorunlara daha hızlı müdahale ettiği dikkat çekmektedir. Asya kıtasının dünyanın yarı nüfusunu oluşturmasına rağmen sadece 2 geçici üye ile temsil edilmesi de eleştirilen noktalardandır (Gölçek, 2019: 2).

Birleşmiş Milletler’in, İkinci Dünya Savaşı’nın kazananları arasında oluşturulmuş bir örgüt olduğunu göz önüne alırsak en önemli organı olan Güvenlik Konseyi’nin inşasında mevcut güç ilişkilerinin ön planda tutularak oluşturulduğu yadsınamaz bir gerçektir. Bu yüzden temelde devletlerin temsil edildiği demokratik bir platform oluşturulamamıştır.

3.5. Şeffaflık

Güvenlik Konseyi’nin temsiliyet gibi şeffaflık konusunda da zayıf olduğu eleştirilen konular arasındadır. Konseyin karar alma mekanizmasında ve üye kabul etme veya etmeme gibi noktalarda şeffaf bir yol izlemediği günümüzde hala tartışılmaktadır.

Güvenlik Konseyi çok sınırlı üyelerden oluşmaktadır. Yapılan resmi toplantılarda bilgiler paylaşılırken, gayri resmî toplantılarda gizlilik büyük önem arz etmektedir. Karar alma sürecinde kısıtlı katılımcının var oluşu ile bu alan daha da daralırken, gayri resmî toplantılarda alınan bilgilerin paylaşılmaması bu noktada resmî toplantılarda yayınlanan bilgilerle haberdar olabilen diğer üyeler için de şeffaflık noktasında bir eleştiri getirmiştir (Arsava, 2018: 7).

Gayri resmî toplantılar farklı devlet grupları arasında düzenlenmektedir. Mesela beş daimi üyenin de katıldığı toplantılar P-5 toplantısı olarak adlandırılırken ABD, Fransa, İngiltere’nin toplandıkları toplantılar P-3 olarak adlandırılmaktadır. Bu tarz toplantılarda resmî görüşmelerde bir sorun çıkmaması için Güvenlik Konseyi’ne üye olmayanların konuşmaması hususuna varılmıştır (Öğüt, 2013: 243).

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin karar alma ve katılım mekanizmasında genellikle büyük devletlerin temsiliyette bulunmaları örgütü egemen devletlerin yönettiği bir sisteme çevirse de ABD ve diğer daimi üyeler başka devletlerin bu sürece katılmasını istememektedir. Aksi takdirde karar alma sürecinin daha karmaşık bir yapıya sürükleneceğini öne sürmektedirler. Aynı zamanda şeffaflık ve karar alma hızı konusunda da aynı düşünceyi paylaşan üye devletlerin aslında Güvenlik Konseyi’nin bu mekanizmasını şeffaflıktan daha uzak bir noktaya çektiği görülmektedir.

3.6. Hesap Verilebilirlik

Güvenlik Konseyi üyelerinin kullandıkları herhangi bir oyda gerekçe açıklamak gibi bir zorunlulukları yoktur. O yüzden üyelerin kendi devletlerinin çıkarlarını uluslararası sistemin ihtiyaçlarının üzerinde tuttuğu seçimlerde görülmektedir. Bu amaçlar doğrultusunda da devletlerin veto haklarının kullanmaktan çekinmedikleri ortadadır. Ayrıca sürekli üyelerin oylarını çoğu zaman jeopolitik ve jeoekonomik çıkarlarına ulaşmak için kullandıkları görülmüştür (Kutlu, 2018: 8).

Hesap verilebilirlik şeffaflık ve demokrasiyle beraber işlediğinde üye devletlerin Güvenlik Konseyi’nin görevlerine daha fazla katılım sağlayacağı görüşü vardır. Fakat bunların önünde en göze çarpan engel Birleşmiş Milletler’in yüksek katılımlı uluslarüstü bir organizasyon olmasıdır. Katılan üye devletler ve onların çıkarları ile şeffaflık da giderek azalmaktadır. Bu da hesap verilebilirliğinin önünü kapatmaktadır. Güvenlik Konseyi’nin bazı durumlarda aksiyon aldığı bazı durumlarda ise hareketsiz kaldığı eleştirisi de Konseyin sorumlu tutulmasının gerekliliğini bir kez daha vurgulamaktadır (Öğüt, 2013: 253).

4. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi için Sunulan Reform Talepleri

Yıllar boyunca Birleşmiş Milletler genel sekreterleri ve üye ülkeleri tarafından Güvenlik Konseyi’nde sorun olarak algılanan durumları düzeltmek adına sayısız reform talebi sunulmuştur. Bu reform taleplerinin tek başarısı Güvenlik Konseyi’nin 1960’lı yıllarda genişlemesi olsa dahi bahsi geçen kişiler ve gruplar reform önerileri geliştirmekten vazgeçmemişlerdir. Sunulan reform taleplerinin içerikleri genellikle Güvenlik Konseyi’ndeki sınırlı üye sayısını genişletip adaletsiz temsiliyet sorununu çözmek ve veto yetkisini kısıtlamak maddeleri üzerinde yoğunlaşmaktadır (Gölçek, 2019: 6).

4.1. Birleşmiş Milletler Bünyesinde Sunulan Reform Talepleri

Birleşmiş Milletler’in diğer örgütlere göre temsil oranı daha fazla olmasıyla küresel sorunlarda daha aktif rol oynaması ve etkili çözümler bulması beklenir. 21. yüzyılın değişen şartları temelinde şekillendirilmesi gerektiği düşünülen BM’nin ilk organı Güvenlik Konseyi’dir. Konseyde idari ve diğer konularda da karar alabilmek için 15 üyeden 9’unun onaylamasına ihtiyaç vardır. Ancak beş daimi üyeden her birinin olumlu oy kullanması gerekmektedir. Ayrıca belirtmek gerekir ki BM Güvenlik Konseyi’nin aldığı tüm kararları diğer üyelerin kabul edip uygulaması gerekmektedir.

BMGK daimi üyelerinin belirlendiği dönemde dahil edilen ülkeler en geniş topraklara sahip ülkelerdi. Tek başına Çin ve SSCB Asya kıtasının büyük bir çoğunluğunu oluşturuyordu. ABD önemli derecede askeri ve ekonomik güce sahip, İngiltere ve Fransa birçok sömürgeye sahipti. Kurulduğu dönemin şartlarına göre üstünlüğe sahip olan İngiltere ve Fransa hala belirli bir statüye sahip olsa da 21. yüzyılda yalnız değillerdir. Bu konu da reform tartışmalarının bir bölümünü oluşturmaktadır (Çolak ve dig., 2020).

BM Güvenlik Konseyi’ne yönelik reform tartışmaları yeni değildir. Soğuk Savaş’ın bitimi ile Güvenlik Konseyi’nin de görevleri farklılaşmıştır. Sovyetler Birliği’nin Afganistan eylemlerini önlemesi, ABD’nin Vietnam’da veto hakkı kullanması gibi döneminde birçok olumsuzluk yaşanmasına rağmen Konsey daimi üyelerin çıkarlarına göre hareket etmiştir. Bu açıdan her daha demokratik bir konseyin varlığı tartışması her zaman güncelliğini korumuştur.

4.1.1. Razali Planı

Soğuk Savaş Dönemi’nden sonra bağımsızlıklarını kazanarak Birleşmiş Milletler’e üye olan birçok devletin temsil istemesi üye ülkeleri ve Birleşmiş Milletler’i Güvenlik Konseyi’ndeki sorunları gidermek amacıyla birbirinden farklı reform talepleri oluşturmaya itmiştir. Özellikle Kofi Annan’ın “Ucu Açık Çalışma Grubu (Open-Ended Working Group)” girişiminden sonra Güvenlik Konseyi’nin reform edilmesini isteyen birçok farklı fikir ortaya çıkmıştır. Bahsi geçen taleplerin bir sonuca ulaşmasına yardımcı olmak amacıyla Malezyalı Birleşmiş Milletler Genel Kurul Başkanı Ismael Razali tarafından “Razali Planı” geliştirilmiştir. Razali, o dönemde sunulan tüm reform taleplerinin ancak kendi geliştirdiği plan ile sonuca ulaşabileceğini savunmuştur. Ayrıca Razali’nin bu planı geliştirmesindeki bir diğer amacı ise Ucu Açık Çalışma Grubu’nu yalnızca reformların tartışılacağı bir platform olmaktan kurtarmaktır (Öğüt, 2013: 172). Ancak bu planın oluşturulması fikri 1992 yılında Cakarta’da toplanan Bağlantısızlar Konferansı’nda ortaya atılmıştır. Bunun üzerine çalışmalarını gerçekleştiren Ismael Razali, üç aşamalı planını 1997 yılında tamamlamıştır (Gölçek, 2019: 6).

Ismael Razali’nin geliştirmiş olduğu Razali Planı sunulan reform taleplerinde sağlıklı bir sonuca ulaşılabilmesini bahsettiği üç aşamanın gerçekleştirilmesine bağlamıştır. İlk aşama, ikisi gelişmiş üçü gelişmekte olan ülkelerden olmak üzere, Genel Kurul’un Güvenlik Konseyi’ne beş yeni daimi üye ülke eklenmesine dair kararı oylamaya sunması ile başlamaktadır. Razali’ye göre bahsi geçen gelişmekte olan ülkeler Afrika, Asya, Latin Amerika ve Karayipler bölgelerinden denge unsurunu sağlama amacını göz önünde bulundurarak seçilmelidir. Tüm bunlara ek olarak ise plan, Güvenlik Konseyi’ne dört adet yeni daimi olmayan üye ülke eklenmesini de öngörmektedir. Bu ülkeleri seçerken daimi üyelerin bölgelerine ek olarak Doğu Avrupa bölgesini de içine alarak bir denge unsuru sağlama amacı güdülmüştür.

İkinci aşama; Güvenlik Konseyi’ne eklenmesi planlanan yeni daimi ve daimi olmayan üye ülke isimlerinin Genel Kurul tarafından belirlenmesine odaklanmaktadır. Planda doğrudan isimlerine geçmemesine rağmen Ismael Razali’ye göre gelişmiş daimi üye ülke tanımına en iyi uyum sağlayan devletler G-4 Grubu’nda da gördüğümüz Almanya ve Japonya’dır. “Önemli Sorunlar” kapsamına dahil olduğu için Güvenlik Konseyi’ne daimi olmayan yeni üye ülkenin belirlenmesi ve seçimi Genel Kurul’da oy çokluğu ile gerçekleştirilebilir ancak bu durum daimi üye ülke seçiminde geçerli değildir.

Üçüncü aşama; ancak ilk iki aşamanın başarıyla geçilmesi durumunda ulaşılabilecek bir aşamadır. Beşi daimi dördü daimi olmayan dokuz yeni üye ülke isimlerinin belirlendiği varsayılsa dahi bu aşamada Güvenlik Konseyi’nin yapısına uygun olması açısından değişiklik yapılabilme hakkı baki tutulmuştur. Razali Planı Güvenlik Konseyi’ne yeni eklenecek olan beş yeni daimi üye ülkeye veto hakkı sunulmamasını öngörmektedir. Eski daimi üye ülkelerin veto yetkilerini kullanım hakları ise Birleşmiş Milletler Tüzüğü’nün 7. Bölümü olan, “Barışın Tehdidi, Bozulması ve Saldırı Eylemi Durumunda Alınacak Önlemler”de kullanmak üzere sınırlanacaktır (Öğüt, 2013: 173-176).

Birleşmiş Milletler içerisine Razali Planı’nı destekleyenler olduğu kadar desteklemeyenler de olmuştur. Yeni eklenecek olan daimi üye ülkelere veto yetkisi tanınmaması adaletsiz bulunurken gelişmiş ülkelerden seçilecek olan yeni daimi üye ülke kategorisinin zaten Almanya ve Japonya için oluşturulması tepkiye yol açmıştır. Bu duruma ek olarak, Razali Planı’na destek vermeyenler arasında en dikkat çeken topluluk oldukça kalabalık olan Bağlantısızlar Grubu’dur (Öğüt, 2013: 178). Gelişmekte olan ülkelerden oluşan Bağlantısızlar Grubu, Güvenlik Konseyi’ne yeni daimi üye ülkeler eklenmesinin o ülkelere daha fazla güç sağlayacağından emin olması ve uluslararası düzende mevcut olan “status-quo” durumunu bozmak istememesi dolayısıyla bu plana destek vermemiştir.

4.1.2. Açık Uçlu Çalışma Grubu

Soğuk Savaş döneminden sonra Güvenlik Konseyi’ne reform çağrıları daha da artmıştır. Güvenlik Konseyi’nde neden ve nasıl reform yapılacağı tartışmalarının arttığı dönemde BM bünyesinde Açık Uçlu Çalış Grubu (Open-Ended Working Group) oluşturulmuştur.

Ucu Açık Çalışma Grubu, Varşova Paktı’nın dağılması ve SSCB’nin yıkılmasının ardından Rusya Federasyonu’nun daimi üye olarak konseye katılmasının hemen ardından oluşturulmuştur. Genel Kurul kararı ile oluşturulan grup Güvenlik Konseyi’nde devletlerin ne kadar demokratik bir şekilde savunulduğunu ve Konsey üye artışının sorgulanması görevini taşımaktadır. Bu doğrultuda yapılan tartışmalar göstermektedir ki Güvenlik Konseyi bünyesinde bir reform oluşturmaktan uzaktır. Soğuk Savaş’taki yapısal değişim süreci tamamlanmadan reform oluşturmak mümkün gözükmemektedir. Araştırma sürecinin ardından mevcut hegemonik dünya düzeninin zayıflamakta olduğu fakat kendi içerisinde barındırdığı potansiyel hegemonik gücün BM nezdinde Güvenlik Konseyi’nde de gözlemlenmiştir. Değişen yeni dünya düzeni ile yapısal dönüşümün henüz sağlanmamasının BM Güvenlik Konseyi’ndeki reform hareketlerinde kendini göstereceği ve ancak küçük çaplı değişikliklerin yapılabileceği sonucuna varılmıştır (Sağlam, 2016).

Açık Uçlu Çalışma Grubu Güvenlik Konseyi reformuna çözüm aramak için kurulmuş, reform önerilerine yeni bir ruh getirmiş olsa da uzun yıllardır bir ivme kazanamamıştır.

4.1.3. Yüksek Seviyeli Panel

Savaşı kazanan ülkeler kendilerini diğer devletlerden daha eşit ve elit bir statükoda görmekteydi. Bu da zamanla elit olmayan diğer ülkelerin reform isteğine yol açmıştır. BMGK reform önerilerine Razali Planı’ndan sonra en fazla katkıyı yapan BM Genel Sekreteri Kofi Annan’dır. Soğuk Savaş sonrası değişen jeopolitik değişimlere vurgu yapan Annan, reform tartışmalarında 2003 yılında Irak Savaşı’ndan sonra BMGK’nın sessiz kalışına yapılan eleştiriler üzerine süreci dönüm noktasına getirmiş ve akil adamlardan oluşan High Level Panel kurulmuş ve yapısal sorunlarla ilgilenmiştir. (Sağlam, 2016: 7)

Yüksek Seviyeli Panel 2003 yılının Eylül ayında toplanmıştır. Annan BM örgütünün bir yol ayrımına geldiğini ve daha dikkatli olması gerektiğini belirtmiş ve devamında şu sözleri kullanmıştır: “Ben Güvenlik Konseyi reformunun gerekliliğinin sorgulanmadığını düşünüyorum. Fakat yolda devam edebilmek için yapmak zorundayız. Bunun için Birleşmiş Milletlerin kurulduğu 1945’ten beri, daha kesin bir an olamaz. BM’yi kuvvetlendirmek için gereken yapısal değişiklikler ve temel ilkelere bakış için gereken zaman gelmiştir. Tarih kaba bir yargıçtır ve eğer bu anın geçmesine izin verirsek bizi affetmeyecektir”. Annan alınması gereken radikal kararların şimdi alınması gerektiğine de özellikle dikkat çekmiştir (Öğüt, 2013: 195).

Yüksek Seviyeli Panel’e 16 ülke katılmıştır. Katılımcı ülkeler arasında daimi beş üyenin yanı sıra; Almanya, Japonya, Hindistan, Brezilya, Pakistan, Avustralya, Norveç, Tayland, Uruguay, Tanzanya ve Gana katılmıştır. Panelin toplanmasında BM’nin yüzleştiği tehditler ve sorunlar hakkında görüş birliğine varma amacı vardır. Soğuk Savaş sonrası 21. yüzyılın jeopolitik gerekçelerine göre daha organize olmuş ve etkili kararlar alabilen Güvenlik Konseyi oluşturulması hedeflenmiştir. Bu noktada ilk çatlak daimi üyelerden Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla oluşmuştur. İkinci olarak, Güvenlik Konseyi artık daha fazla sivil çatışmaya girmeye başlamıştır. Son olarak, Güvenlik Konseyi, süper güç rekabeti için bir sahne olmaktan çıkmıştır (Ercan, 2017: 11).

Panel sonucunda 2004 yılında Güvenli Bir Dünya Bizim Ortak Sorumluluğumuz (A More Secure World: Our Shared Responsibilty) adlı 141 sayfalık bir rapor yayınlanmış ve bu raporda Güvenlik Konseyi’nin demokratik ve şeffaflığının kazandırılması için iki modele yer verilmiştir.

4.1.3.1. A Modeli

Modelde BM için yapılacak reformların tüm organlar için gerekli olduğu vurgulanmıştır. 21. yüzyılın değişen şartlarına göre Güvenlik Konseyi’nin yapısal değişikliğinde daimi üye sayısının artırılmasını öngörmektedir. Bu model veto yetkisine sahip olmayan 6 ülkenin daha daimi üye statüsüne sahip olmasını ve toplamda 13 üyeden oluşan bir daimi üyeler grubu kurmayı amaçlamaktadır. Bu seçim belirlenirken Afrika bölgesinden iki, Asya-Pasifik bölgesinden iki, Amerika bölgesinden bir ve Avrupa bölgesinden bir şeklinde bölgelere göre dağılım yapılmıştır (Akçadağ Alagöz, 2018: 2).

Seçilen yeni daimi üyelere veto hakkı verilmemesi planlanmaktadır. Bunun yanı sıra geçici üyelere de ana bölgeler dikkate alınarak 3 adet geçici üye eklenmesi ile 24 üyeli bir konsey tasarlanmıştır. Yeni geçici üyelerin de mevcut üyeler gibi iki yılda bir konsey tarafından belirlenmesi usulü devam edecektir. Veto yetkisi verilmeyen daimi üyelerin oluşturulması da tamamen yeni bir sistemi belirginleştirmekte ve bunun sebebinin Güvenlik Konseyi’nde veto yetkisi verilen ülkelerin aşılması zor problemlere yol açtığı düşünülerek geliştirildiği varsayılmaktadır.

Yüksek Seviyeli Panel’de belirtilen görüşlere dair pek çok eleştiri vardır. Öncelikle Birleşmiş Milletler Örgütü’nün en başında oluşturduğu kurumsal kimlik amacına tamamen ters bir şekilde savaşı kazanan devletlerin veto yetkisine sahip olması örgütün demokratikleşmesinde önemli bir sorun taşımaktadır ve bu yetki sadece gerekli olduğu durumlarda kullanılması gerekmektedir. Bir diğer eleştiriyi getiren Yehuda Blum, yeni açılması planlanan koltukların hangi ülkelere gideceğini önceden saptamanın çok zor olmadığını ifade etmiştir. Mesela Avrupa’ya düşecek olan koltuğa Almanya’nın, Asya-Pasifik koltuğuna seçilecek iki ülkenin Hindistan ve Japonya olacağının aşikar olduğunu vurgulamaktadır. Bunu söylerken bölgesel güç dağılımından yararlanmıştır. Fakat seçilen ülkelerin bölgedeki diğer devletler ile rekabet içinde olacağı eleştirisini de getirmekten geri durmamıştır. Bu noktada birazdan göreceğiniz B modelinin daha kapsamlı olduğu, A modeline göre daha fazla olanaklı olduğu düşünülmüştür (Çolak ve dig., 2020: 16-18).

4.1.3.2. B Modeli

Yüksek Seviyeli Panel raporunun B Modeli Güvenlik Konseyi’nin üye sayısını daimi üye sayısında bir değişiklik yapmadan arttırmayı hedeflemektedir. Daimi üye sayısının artırılmasına muhalefet ülkeler için göz önüne alınmış bir model olduğu söylenebilir.

Modelde yine bölgesel dağılıma göre belirlenen koltuklara üye seçmeyi hedeflemektedir. Dört yılda bir yenilenecek 8 yeni geçici üye koltuğu belirlenmiştir. Bu yöntem ile dört yıllık bir dönem için seçilen geçici üyelerin tekrar seçilebilmesi söz konusu olabilecektir. Bunun yanı sıra mevcut geçici üyelik koltuğuna Afrika bölgesinden bir tane olmak üzere ek geçici üyelik tanımlanarak toplamda 9 koltuk olarak belirlenmiştir.

Kofi Annan, her iki modelde de BM şartının 23. maddesini göz önüne alarak uluslararası barış ve güveni sağlamada devletleri teşvik etmeye yöneltmeyi ummuştur. Ayrıca bu reform önerilerinde iki sorun vardır: Güvenlik Konseyi’nin yapısına ilişkin sorunlar ve Güvenlik Konseyi’nin işleyişindeki yöntem ve tekniklerin şeffaflığı konusundaki sorunlar. İki modelde de üzerinde durulan daimi üye devletler ve veto hakları Güvenlik Konseyi’nin devletlerin isteğine göre hareket ettiğini vurgulamaktadır. Konseyin 24 üyeye çıkartılması da her iki model için geçerlidir. Bu da konseyin bir yandan demokratik bir şekilde ilerlemesini bir yandan da verimli ve etkin çalışmayı mümkün kılmayı hedeflemektedir (Öğüt, 2013, s.207).

5. Birleşmiş Milletler Üye Ülkeleri Tarafından Oluşturulan Reform Grupları

Birleşmiş Milletler tarafından gerçekleştirilen iyileştirme girişimlerinin yanı sıra çeşitli devletler de Güvenlik Konseyi’nde görmek istedikleri değişiklikler özelinde bir araya gelerek reform grupları oluşturmuşlardır. Bahsi geçen reform grupları kuruluş dönemleri karışık olarak G-4, Uzlaşma için Birlik, Afrika Grubu, Arap Grubu, L-69 ve ACT gruplarıdır.

5.1. Group of Four (G-4)

Almanya, Japonya, Hindistan ve Brezilya’dan oluşan bu grup kendilerini Güvenlik Konseyi’nin yeni daimi üyeleri olarak görmek istemektedirler. Almanya ve Japonya Birleşmiş Milletler bütçesine halihazırda büyük katkılar yapmaları, Hindistan ve Brezilya ise hem büyüyen ekonomileri hem de sahip oldukları kalabalık nüfus nedeniyle daimi üyelik istemektedirler. Ancak bu gruba dahil olan dört ülke, Güvenlik Konseyi’nin yeni daimi üye ülkeleri haline geldiklerinde veto yetkilerinden feragat etmeyi kabul etmişlerdir. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, dört ülkenin sundukları reform isteklerini Razali Planı ile aynı paralelliği sağlayacak biçimde belirtmeleridir (Öğüt, 2013: 206-209).

5.2. Uzlaşma İçin Birlik (Uniting for Consensus)

İtalya, İspanya, Arjantin, Kanada, Meksika, Malta, San Marino, Kosta Rica, Güney Kore, Türkiye, Pakistan ve Kolombiya ülkelerinden oluşan “Uzlaşma/ Mutakabat için Birlik Grubu” aynı zamanda “Kahve Kulübü” olarak da kaynaklara geçmiştir. Bu grup Güvenlik Konseyi’ne yeni daimi olmayan üye ülkeler eklenmesini ve mevcut olan daimi üye ülkelerin veto yetkilerinde bir sınırlandırma yoluna gidilmesi konuları üzerinde odaklanmıştır. Bu grubun temel amacı Güvenlik Konseyi’ni daha eşit, adaletli, temsilci, etkin ve sorumlu bir organ haline getirmektir (Öğüt, 2013: 209-212).

5.4. Afrika Grubu (African Group)

Afrika Birliği üyelerinden oluşan bu grup (toplamda 53 adet Afrika devletini barındırmaktadır) Güvenlik Konseyi’ne daimi bir Afrika koltuğu dışında yeni üye ülkeler eklenmesi konusunda herhangi bir reform önerisi sunmamıştır. Bu grubun asıl amacı daimi üye ülkelerin sahip olduğu ve Güvenlik Konseyi’nde eşitsizliğe neden olan veto yetkisini kendilerine de tanınması yoluyla üye ülkeleri eşitlemeyi amaçlayan bir reform gerçekleştirmektir. (Öğüt, 2013: 215-216)

5.5. Arap Grubu (Arab Group)

Yirmi iki adet Arap devletini kapsayan bu reform grubu, Güvenlik Konseyi’nde Arap devletlerini temsil etmesi amacıyla daimi bir Arap koltuğu talep etmektedir. Buna ek olarak eski daimi üye ülkelerin sahip olduğu ya da yeni daimi üye ülke olarak gördükleri Arapların sahip olacağı veto yetkisi ile ilgili herhangi bir öngörüde bulunmamışlardır.

5.5. L-69 Grubu

Afrika, Latin Amerika ve Karayipler bölgelerinde bulunan ve 41 adet gelişmekte olan ülkenin bir araya gelerek oluşturdukları bu grup Güvenlik Konseyi’nin genişlemesi konusu ile ilgilenmiştir. Güvenlik Konseyi’nin yeni daimi ve daimi olmayan üye ülkeler bazında genişletilmesini öngören bu grup, temsil açısından dezavantajlı olan grupların eşit temsile kavuşması amacıyla talepler belirtmiştir. (Öğüt, 2013: 218).

5.6. ACT (Accountability, Coherence, Transparency) Grubu

Güvenlik Konseyi’nin reform edilmesi gerektiğini savunan ACT Grubu diğer bahsi geçen gruplarda farklı olarak Güvenlik Konseyi’nin çalışma metotlarını iyileştirmeyi odak noktası edinmiştir. Avusturya, Estonya, Finlandiya, Lihtenştayn, Norveç, İsveç, İsviçre vb. gibi görece küçük 21 adet devleti içermektedir. Grubun adından da anlaşılabileceği üzere hesap verilebilirlik, uyumluluk ve şeffaflık gibi ilkelerden yola çıkarak Güvenlik Konseyi’nin işleyişini daha demokratik hale getirmek amaçlanmıştır. Buna ek olarak, Güvenlik Konseyi’nin karar mekanizmasında yalnızca Güvenlik Konseyi üye ülkelerinin değil, tüm Birleşmiş Milletler üye ülkelerinin katılımcı olması talebi de dile getirilmiştir (Lattila, 2019: 2).

7. Sonuç

İkinci Dünya Savaşı sonrasında uluslararası sistemde düzeni ve barışı sağlamak amacıyla kurulan Birleşmiş Milletler aldığı tüm eleştirilere rağmen hala sistemin en geniş kabul gören örgütüdür. Birleşmiş Milletler’in eleştirilmesine sebep olan noktaların başında uluslararası sistemde barış ve güvenliği korumakla yükümlü tutulmuş olan organı Güvenlik Konseyi gelmektedir. Örgütün kuruluşundan bu yana Güvenlik Konseyi’nin oldukça sınırlı tutulmuş üye sayısı ve üye ülkelerin arasında üyelik çeşitleri bazında yapılan ayrımcılık eleştirilere sebep olan temel konulardır. Özellikle Güvenlik Konseyi’nin daimi üye ülkelerine sunulan veto yetkisi eşitsizliği tetiklemiş ve daimi olmayan üye ülkeleri bu durumu değiştirmeye dair çalışmalar yapmaya itmiştir. Uluslararası sistemde mevcut olan devletlerin sayısına bakıldığında Güvenlik Konseyi’nin yalnızca on beş üye ülkeden oluşan yapısı coğrafi bölgelerin adaletli bir biçimde temsil edilmemesi sonucu doğurmaktadır. Avrupa bölgesi daimi üye ülkeler arasında yer alan İngiltere ve Fransa tarafından temsil edilirken Orta Doğu, Afrika gibi bölgeler daimi temsiliyete ulaşamamışlardır. Güvenlik Konseyi’nde alınan kararların geri kalan tüm Birleşmiş Milletler üye ülkelerini bağlaması durumu göz önünde bulundurulduğunda bahsi geçen organda her bölgeden temsilci bir ülkenin bulunmaması haksızlık ve adaletsizliğe yol açmaktadır. Bahsi geçen durumlar Güvenlik Konseyi’nin farklı kesimlerce eleştirilmesine sebep olmuştur. Güvenlik Konseyi’ne eleştiri getiren noktalar Birleşmiş Milletler bünyesinde yapılan girişimler ve üye ülkelerin bir araya gelerek oluşturdukları gruplar yoluyla ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır. Oldukça kapsamlı ve sistemli çalışmalar gerçekleştirilmesine rağmen reform talepleri gereken desteği bulamamıştır. Bu durumun en temel nedeni tüm ülkelerin kendi ulusal çıkarlarına göre hareket etmesidir. Reform isteyen devletler ele alındığında dahi reform taleplerindeki ulusal çıkar arka planı göze batmaktadır. Dolayısıyla üye ülkelerin bir araya gelerek spesifik bir reform talebi üzerinde anlaşamaması reformun gerçekleşmesi için gereken desteğin bulunamaması ile sonuçlanmıştır. Bu duruma ek olarak diğer üye ülkelere göre avantajlı konumda bulunan Güvenlik Konseyi daimi üye ülkeleri kendi yetkilerinin ve ayrıcalıklarının kısıtlanmasına işaret eden reform taleplerini kendi ulusal çıkarlarına ters düşmesi dolayısı ile reddetmişlerdir. Sonuç olarak, yıllardır süregelen Güvenlik Konseyi taleplerinden hiçbiri başarıya ulaşamamıştır.

Ayşe Ecem DENİZ

Merve VARLI

Uluslararası Örgütler Staj Programı

KAYNAKÇA

Akçadağ Alagöz, E. (2018). BM Güvenlik Konseyi’nde Reform Tartışmaları. İstanbul Gelişim Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü E-Bülten. 7:2.

Aktaş, H.E. (2016). Birleşmiş Milletler İçin Daha Demokratik, Adil ve Etkin Bir Yapı Önerisi. Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi. 20.2: 767-784.

Birdişli, F. (2010). Birleşmiş Milletler’in Uluslararası Sorunları Önleyebilme Yeteneği. Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi.

Candemir, A. (2007). Birleşmiş Milletler Barışı Koruma Harekatlarının Hukuki Esaslarının Değerlendirilmesi (PhD’s Thesis, İstanbul Üniversitesi, 2007). İstanbul.

Çolak, Ö., Köse, İ., (2020). Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin Reformu Sorunsalı: İtalya’nın Beklentileri ve Stratejileri. Gazi Akademik Bakış Dergisi. 13.26:16-18.

Ercan, A. (2017). Birleşmiş Milletler ve Önlenemeyen Silahlanma. Research Gate. https://www.researchgate.net/publication/321184043_BIRLESMIS_MILLETLER_VE_ONLENEMEYEN_SILAHLANMA (24 Şubat 2021).

Gölçek, Ş. G. (2019). Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin Reform Sorunsalı. Ömer Halisdemir Üniversitesi İİBF Dergisi.

Gould, M., Rablen, M.D. (2017). Reform of the United Nations Security Council: equity and efficiency. Public Choice 173: 145–168.

Kutlu, İ. (2018). Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde Reform Tartışmaları. Bilge Strateji Dergisi. 10.19: 177-200.

Keleş M. (2015). BMGK yeniden yapılandırılmalı. Anadolu Ajansı. https://www.aa.com.tr/tr/dunya/bmgk-yeniden-yapilandirilmali/79672 (24 Şubat 2021).

Lättilä, V. (2019), A New Proposal For UN Security Council Reform, 20 Şubat 2021 tarihinde Oxford Research Group: https://www.oxfordresearchgroup.org.uk/blog/a-new-proposal-for-un-security-council-reform adresinden alındı.

Sağlam, Z. (2014). Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi İçin Reform Talepleri. İHH İnsani ve Sosyal Araştırmalar Merkezi Dergisi.

Savaş Cazala, M. (2018). Koruma Sorumluluğu’nun Normatif Statüsü. Marmara Üniversitesi Öneri Dergisi. 50: 65-89.

Security Council Reform. https://archive.globalpolicy.org/security-council/security-council-reform.html (Erişim Tarihi: 24 Şubat 2021).

Sur M. (24-25 Eylül 2012) Uluslararası Hukuku ve Adaleti Yeniden Düşünmek (Rethinking International Law and Justice) konulu uluslararası konferansta sunulan bildiri. T.C. Kültür Üniversitesi

Öğüt, S. (2013). Yüzyılda Uluslararası Hukuk Çerçevesinde Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin Yeniden Yapılandırılması (PhD’s Thesis, Marmara Üniversitesi, 2013). İstanbul. 

Serbest Aşk: 2. Dalga Feminizm Türkiye’sinde Kadın Bedeni Algısı ve Kadın Yazını

 

Özet

Bu araştırma yazısı, 1980 döneminde ivme kazanan ikinci dalga kadın hareketinin Türkiye’deki kadın bedeni algısı üzerine olan etkisini ve kadın yazınına olan yansımasını incelemiştir. Yazının ilgilendiği kavramlar kadının evlilikte rolü, doğum kontrol yöntemleri ve kürtaja erişilebilirliği, cinsel şiddet olmuştur. Türkiye’de 80 sonrası dönemde birçok çeviri ve dergi yayımlanmıştır, ve kitap kulüpleri kurularak kadınlar kendi deneyimlerini teorik bilgilerle birlikte tartışmıştır. Kadının cinsel özgürlüğünü kazanması ve kadın tarihini yeniden yazabilmesi için bu dönem, çıktılarıyla önem arz etmektedir. Bu yazıda adı ve eserleri yer alan kadın yazarlar Duygu Asena, Tezer Özlü, Leyla Erbil ve Sevgi Soysal kadın bedeni politikaları bağlamında sorgulayıcı, meydan okuyan ve özgün birçok eser kazandırmışlardır. Politik bir eylem olarak feminist edebiyat eleştirisi, feminizm ideolojisini temsil etmekte başarılı olmuştur.

Anahtar kelimeler: ikinci dalga feminizm, Türkiye, feminist edebiyat eleştirisi, Duygu Asena, Leyla Erbil, Sevgi Soysal, Tezer Özlü

 

Abstract

This research paper aims to examine the influence of second wave feminism on female body perception of Turkish women during the 1980s and the reflection of second wave activities on female literature. The interest of notions are woman’s role in marriage, reproductive health rights such as abortion and birth control, and sexual violence against women. At the time, many translated works and journals related to issues of women have been published. In addition, women have founded their own book clubs to discuss their personal experiences regarding female sexuality in a theoretical framework. Second wave of feminist movement is an important era for women to achieve sexual liberation and rewrite their lost history. Female writers referred in this research paper, Duygu Asena, Tezer Özlü, Leyla Erbil and Sevgi Soysal, have contributed challenging, questioning and authentic writings to the literature, regarding the biopolitics of the female body. Feminist literary criticism as a political act has been successful to represent feminist ideology.

Keywords: second wave feminism, Turkey, feminist literary criticism, Duygu Asena, Leyla Erbil, Sevgi Soysal, Tezer Özlü

 

GİRİŞ

Araştırma yazısına başlamadan önce ikinci dalgaya yön veren süfrajetlerden yani birinci dalganın kahramanlarından kısaca bahsetmek gerekir. Birinci dalganın varoluş amacı, dönemin kadın ve erkek arasındaki mutlak eşitsizliğine ışık tutmaları olmuştur. Dönemin kadın hareketini başlatan doğal haklar tartışması önemlidir çünkü o dönemde kadının insan olup olmadığı tartışılmaktaydı. Süfrajetlerin yani kadın oy hakkı mücadelesi verenlerin temel gayesi kadınların erkekler kadar hukukta, siyasette, eğitimde ve sosyal hayatta belli vatandaşlık haklarına sahip olmaları gerekliliğiydi. Önemli ve etkili bir hareket olarak görülmesi seneler sonra bile amacına ulaşması bir yana, aynı zamanda ikinci dalgada tartışılan ve sonunda kazanılan birçok talebin başlangıcı olarak sayılmasıdır. Sanayileşme ve sonrasında kapitalizmin günlük hayatta pratiğe dönüşmesi birtakım sorunlar getirmiştir. Özellikle kadının ev içinde verdiği emeğin yabancılaşması ve kamusal alanda toplumsal üretim süreçlerinde bir yer edinememesi, özel alana hapsedilmesi fakat özel alanda dahi verdiği emeğin bir değer ifade etmemesi gibi sorunlara yönelik de ikinci dalga kadın hareketi anlam bulmuştur. İkinci Cins (Le Deuxième Sexe) adlı kitabında, kadının varoluşsal olduğunu düşündüğümüz özelliklerinin aslında öğrenilen bir şey olduğunu vurgulayan Simone de Beauvoir, birinci dalgada sorgulanmayan birçok şeyi gün yüzüne çıkarmıştır ve bu, ikinci dalga feminizm için asli bir özellik taşımaktadır (Donovan, 1985). Bu dönemde, daha önce ayrıntılarıyla sorgulanmamış evlilik, cinsellik, aşk gibi bazı kadın sorunları ele alınmıştır. Ev içi cinsiyet rollerinin, aşkın ve cinselliğin sadece bir hizmet değil, bireysel zevkler olduğuna vurgu yaplmıştır. Erkeklerin aşkı ve cinselliği zorunlu bir hizmet olarak görmesi, bu eylemlerin sadece bir evlilik ile ilgisi varmış gibi görünmekteydi. Bazı toplumlarda bu görüşün hala geçerli olup olmadığı tartışmaya açıktır.

Türkiye’de İkinci Dalga feminizminin etkilerini Türk kadının maruz bırakıldığı birçok konu ile ilgili dünyadan ayrı olarak konuşmak ve analiz etmek gerekir. Bu araştırma yazısında özellikle kadın bedeninin Türk toplumu için ne anlama geldiği, Cumhuriyetin kurulması ile birlikte elde edilen hakların gerçek anlamda kadın bireyini özgürleştirip özgürleştiremediği ve bir politik eylem olarak edebiyat, feminist kadınlar tarafından özellikle hangi sorunlar bağlamında kullanıldığıyla ilgili sorulara yanıt aranılacaktır. Geleneksel Türk aile yapısı içinde kadına düşen görevler, giyim stilleri, modern toplumlarda teknolojinin ilerlemesi ve yaygınlaşmasıyla ile beraber gelen doğum kontrol yöntemleri, kürtaj, aile içi şiddet ve cinsel şiddet diğer bir deyişle kadının cinsel özgürlüğü üzerine incelemeler yapılacaktır. Kadının toplum içinde bireysel deneyimlerini aktarmak ve bu deneyimlerin aslında kolektif bir sorun olduğu farkındalığını yaratmak amacıyla 1980 döneminin ortalarından itibaren öyküler, romanlar yazmış kadın yazarların hayat hikayeleri incelenecektir. Bu yazıda yer verilecek olan kadın yazarlarımız sırasıyla Duygu Asena, Leyla Erbil, Sevgi Soysal, ve Tezer Özlü olacaktır. Her biri edebiyatta birbirinden farklı dile, üsluba ve bakış açısına sahip olsalar da söylemlerinde ortak bir bilinç vardır. Bu ortak bilinç, Aydınlanmacı çağda kökleri beliren 19. yüzyıl sonlarına dek de büyümeye devam eden birinci dalga feminist kuramcılarının söylemekten asla vazgeçmediği bir ortak bilinçtir. Kadın kendi tarihini öğrenmelidir, bildiğinin ötesinde kendine ait bir oda, kendine ait bir dil, kendine ait bir dünya yaratmalıdır ve bu ancak eleştirel düşünme ile gerçekleşebilir. Bunun temelinde de eğitim yatar. Freud ve Lacan’ın eril bir sistem etrafında geliştirilmiş teorilerini eleştiren Helene Cixous (1976), Medusa’nın Gülüşü (Le Rire de la Meduse) adlı denemesinde  eril yazınını eleştirmekle beraber kadının var olan hayal dünyasını keşfetmek ve bunu yeni bir dil yaratmak için kullanmaları gerektiğini söyler. Bir kadın, tüm kadınları birbirine bağlar. Bu kolektif direnişin ancak kendi kayıp tarihlerini keşfetmeleri ile bir anlam bulacağını ve bu tarihi yazmaya başlamanın onları kesin özgürlüğe götürmede etkin bir araç olacağı aktarılır. İkinci dalga feminizmin ideolojisini etkileyen kuramların ortak yönü kadının kendi sesini yeniden bulmasıdır. Dünyada yavaş yavaş kendisini göstermeye başlayan ikinci dalganın “Özel olan politiktir” sloganını, kadın bedeninin nasıl direnişe dönüştüğünü ve dolayısıyla, amaçlanan özgürleşmede asıl neden olduğu araştırma yazısının merkezinde tutuluyor olacaktır. Yukarıda bahsedilen kadın yazarlar sorunlu ebeveyn ilişkilerinden baskıcı aile yapısına, o dönemde – ve genel olarak hala – konuşulmaktan kaçınılan cinsel deneyimlerden, kadının birey olarak yaşadığı tüm sorunlara dair belli kadın karakterler tasvir etmişlerdir ve onların hikayelerini yazmışlardır. Yazılan eserlerin birçoğu elbette bu yazarların hayatlarını anlattığı konuşulmaktadır. Yazı, bu ortak travmayı bugünün kadın yazınını ateşleyen bir kavram olarak ele almıştır.

 

Türkiye’de İkinci Dalga Feminizmi ve Yazılı Kaynaklar

Türkiye’de 1970 senesinden itibaren kadın sorunlarının dile getirilmeye başlandığı ikinci dalga feminizmi 1980 dönemi ve sonrası ivme kazanmıştır. 80 darbesi sonrası Türkiye’deki sosyal ve siyasi hayat kuvvetli bir şekilde etkilenmiştir ve o dönemde var olan grupların üzerinde bir baskı oluşturmuştur (Davutoğlu, 2017). Hareketin, dünyadaki ikinci dalga kadın hareketinin bir kopyası olmaktan ziyade, sosyal bir hareket olarak anlam bulması dikkat çekicidir. O dönemde Kadın Çevresi Yayınları (1984) için bir araya gelen bir grup kadın yazar Juliet Mitchell’in Kadınlık Durumu: En Uzun Devrim (Women: The Longest Revolution) adlı kitabını Türkçeye çevirmeleri Türkiye’de ikinci dalga feminizmin öncülüğü niteliğini taşımaktadır (Davutoğlu, 2017). Daha sonrasında, Kadın Sorunları Sempozyumu’nun düzenlenmesi ve Şirin Tekeli’nin kitap olarak yayınlanan doktora tezi Kadınlar ve Siyasal Toplumsal Hayat, Türkiye’de ikinci dalga feminist hareket için önemli kaynaklardır (Özdemir Taştan, 2016). Sosyal politikada cinsiyete duyarlı, kadın sorunlarına yönelik yayınlar 90’larda çıkarılmaya başlanmıştır ve akademide kadın çalışmaları yüksek lisans programları açılmaya başlanmıştır.

Hareketteki kadınların odaklandığı sorunların ve cinsiyetler arası ilişki dinamiklerinin değişkenliğinin başlıca sebepleri Türkiye’nin bulunduğu siyasi konum, etnik farklılıklar ve din ve oluşturduğu kültürün sonuçları olarak değerlendirilebilir. Ayrıca, ikinci dalga feminizmi cinselliği ve doğurganlığı birbirinden ayırma yönüyle oldukça önemli bir dönemi kapsamıştır. Cumhuriyetin kurulması ile birlikte kadınlara verilen seçme ve seçilme hakkı hukuki olarak Türkiye’de sosyal hayatta kadının özgürleşmesinde ilk adım olmuştur. Ancak, bu özgürlük, toplumun her kesiminde yaşayan kadınların bedenleri üzerinden istismar ve manipüle edilmelerine engel olamamıştır ve günümüzde bu hala somut bir sorun olarak kalmıştır.

 

Kadının Bedeni Özgür Mü?

Toplumdaki kadının ve erkeğin rolleri arasındaki fark elbette aşk ve cinsellikten ibaret değildir, bu eşitsizliği ortaya çıkaran faktörler gücün kimin elinde olduğuyla ilgili olarak şekillenmiştir ve sistematikleşmiştir. Kadının deneyimlediği her türlü şiddetin, dayatmanın ve baskının birçok sebebi vardır; sınıfsal ayrımlar, ekonomik eşitsizlik, eğitime erişilebilirlikteki yetersizlik… Ancak, bu yazı kadının cinsel bir nesne olarak hor görülmesine odaklanmıştır. Kadının cinsel metalaştırılması en önce özel alanda, diğer bir deyişle, aile kurumunun içinde başlamıştır. Anneliğin kutsandığı özel alan, kadının dünyası için, üretebildiği ve kendine değer katabildiği tek yer olmuştur. Kadının doğurganlığı, fedakarlığı, yardım etme özelliği ile ön plandadır. Doğum kontrol yöntemleri ve kürtaj talebi kadınlar için evlilik öncesi cinselliği serbest kılmada, evlilik içinde de kadın ve erkeğin eşit olarak isteğine göre aile planlama meselelerinde, kadının cinselliğinin özgürleşmesinde etkili ve belirleyici olmuştur. Kadına yönelik cinsel şiddetin, erkek egemen düzenin kontrolcü ve istismara eğilimli kültürel değerleri dışında, ülkemizde özellikle bitmeyen bir sorun haline gelmesinin en büyük nedeni gelenek ve göreneklere kodlanmış belli başlı söylemlerdir. “Kızını dövmeyen dizini döver” ya da “kadının karnından sıpayı, sırtından sopayı eksik etmeyeceksin” benzeri söylemler kadının çocukluğundan itibaren sadece şiddet ile terbiye edilebileceğini, varlığının neredeyse bir günah olduğunu, kadının yeryüzündeki tek görevinin doğurmak olduğunu ima etmiştir. Şüphesiz, bu söylemler temel olarak erkeğin kadını aşağılamasına sistematik bir şekilde devam etmesinde son derece etkili olmuştur.

Günlük hayatta kadın kimliğinin temsili, bir ismi veya bir tarihi yokmuş gibi muamele görüyor olması kadını insanlıktan çıkarmıştır; ancak kendini yeniden bulmaya, gerçek olan tarihi yeniden yazmaya, dişil bir gramer yaratmaya ve kendini gerçekleştirmeye olanak sağlamıştır. Çünkü gücün olduğu yerde, direniş vardır. Bu gücün nereden geldiği yazının devamında değerli kadın yazarların yapıtları üzerinden açıklanmıştır.

 

Politik Bir Eylem Olarak Feminist Edebiyat Eleştirisi

Toplumda kadınlara ve erkeklere atfedilen geleneksel cinsiyet rollerinin çözümlenmesinde ve cinsiyet sorunlarını bir bütün olarak ele alınmasında edebiyatın yeri çok büyüktür. Dünyada tüm kadınların kendi bedenleri üzerinden aşağılanması, eksik görülmesi ve ötekileştirilmesi edebiyat alanında kadın karakterler üzerinden değerlendirilmiştir. Bu araştırma yazısında, “kadın bedeni” tanımlamasını özellikle kullanmak gerekir çünkü erkeğin egemen olduğu bir dünyada insan bedenleri üzerinden iktidar politikaları yürütüldüğüne dikkat çekmeyi amaçlanmaktadır. Politik bir eylem olarak feminist edebiyat eleştirisi, kadınların kendi deneyimlerini ve aslında tüm kadınların ortak deneyimlerini dillendirdikleri, eril egemen toplumsal sisteme karşı bir direniş olarak ortaya birçok eser koymuşlardır. Bunların birer edebi eser olarak ele alınmaktan ziyade otobiyografik özellikler taşıdığını iddia etmenin çok da yanlış bir yaklaşım olmayacağını düşünmek gerekir. Yazıda bahsedilecek olan kadın yazarlarının en önemli ortak özelliği, her birinin bir kız evlat, anne, eş, arkadaş ve sevgili olarak yüklendikleri sorumlulukların altında ezilerek yaşadıkları birçok olumsuz deneyimleri kalem tutarak ifade etmiş olmalarıdır. Bu, yazarların yaşadıkları dönemlerde ve aynı zamanda günümüzde ilham verici bir detaydır. Kadının sesinin çıkması, itaat etmeyi reddetmesi ve yüzyıllardır direnmekten asla pes etmemesi birçok alanda olduğu gibi edebiyatta da yöneten sınıfı rahatsız etmiştir. Bu rahatsızlığa, Duygu Asena’nın “Kadının Adı Yok” adlı kitabının iki yıl boyunca müstehcen bulunarak yasaklanması veya Leyla Erbil’in konuşulması dahi yasaklanmış konuları edebi olarak incelediği “Gecede” isimli romanı örnek verilebilir. Cixous’un (1976) bu susturma politikası ile ilgili “Medusa’nın Gülüşü” adlı makalesinde kadının yazılarını sansürleyerek, kadın bedeninin de sansürlendiğini belirtmiştir.

Erkek yazarların hakim olduğu, bir başka ifadeyle eril sesin daha çok çıktığı ve popülerliğinin daha yaygın olduğu edebiyatta, kadın bedeni cinsiyetçi bir yaklaşımla ele alınmıştır. Kadının fedakâr, anaç bir kahraman olarak resmedilmesi güçlü bir kadın profili çizerken özgür özne niteliğini kaybetmiştir ve tek bir özelliği, üreme ve besleme, ile karakterize edilmiştir. Diğer yandan kadın şeytani ve baştan çıkarıcı sıfatlar kullanılarak da yazılmış çizilmiştir. Birinde cinselliği kötülenip ayıplanırken diğerinde yok sayılmıştır. Kadın bedeni erkekler tarafından kodlanmış toplumsal normlar vasıtasıyla kontrol ve istismar edildiği, sadece anne olmak için kullanılan bir araç olduğu sadece edebiyatta değil, düşüncelerimizde ve davranışlarımızda da saklı haldedir. Kadının cinsel hayatı görmezden gelinmiştir ve cinselliğini özgürce yaşayan kadınlar kınanmış, izole edilmiş ve kötü örnek olarak gösterilmiştir. İkinci dalga feminizmin altını çizdiği cinsel özgürleşme, kadının bedeni konusunda bilinçlenmesi ve ilgili kararları kendi verebilmesi açısından çok önemli çıktılara sahiptir. Türkiye’ye on yıl sonra gelen bu sürecin yerinin ayrı olduğu düşünülebilir. Evliliklerde ve flört ilişkilerinde cinsel istismar ve şiddet hem fiziksel hem psikolojik olarak oldukça yaygın olmakla beraber, bu toplum değerlerinin bir sonucudur. Kadın yazarlar, bedenin bu zulümden kurtulmasının ve bağımsızlığını ilan etmesinin tek yolunun eğitimden ve bir meslek sahibi olunmasından geçtiğini çizdikleri karakterlerle okuyucuya aktarmışlardır. Elbette bu uğraşların sonucunda sorunlar bitmeyecektir fakat kadının sorgulama becerisi edinmesi, fikir üretebilmesi ve ifade edebilmesi ve ekonomik bağımsızlığını elde edebilmesi kadın ve erkeğin eşit yaşadığı yeni bir dünya için son derece mühimdir.

 

Cinsel Özgürlük: Duygu Asena

Duygu Asena cinsiyeti kadın olarak belirlenmiş bireyler ile ilgili yazılarına gazeteci kimliği ile başlamıştır. Makaleleri, röportajlarındaki tutumu, romanları ve yazdığı tiyatro metinleriyle kadınlık durumunun popüler kültürde eleştirel temsilini gerçekleştirmiştir (Kapukaya, 2020). Daha sonra ise çalışan kadın hakları, cinsel istismar ve şiddet, doğum kontrolü, kadın sağlığı gibi birçok farklı alanda yazılar yayınlanan Kadınca dergisinde yöneticilik yapmaya başladığında da yazmaya başladığı konular cinsellik ve kadın hakları etrafında çeşitlenmiştir. Yazarın ilk romanı Kadının Adı Yok (1987) adsız bir kadının çocukluğundan itibaren aile yapısını, gençlik yıllarını, aşk hayatını ve cinselliğini, evliliğini anlatmıştır ve toplumsal cinsiyet bağlamında tüm bu süreçlere eleştirel yaklaşmıştır. Aslında Özgürsün isimli romanında da yine iki çocukluk arkadaşının kimlik karmaşalarını ele almıştır ve erkeklerle olan ilişki dinamiklerine dair psikolojik bir analiz ortaya komuştur. Aşk Gidiyorum Demez isimli romanında da iki farklı çiftin evlilik teması içerisinde özgürlük, sadakat, eşitlik gibi kavramlara vurgu yapmıştır. Aynı zamanda eşcinsellik konusunu işlediği Paramparça adlı kitabı da bulunmaktadır. Bu kitapta sadece eşcinsel karakterin duygusal bunalımını çözümlememekte, aynı zamanda eşcinsel karakterin eşinin yaşadığı ruhsal sorunlara da değinmektedir (Asena, 2004). Dönemine göre tabu olarak görülen konuları ele alması, kadınlara verdiği “asla boyun eğmeyin” mesajı, ataerkil düzene baş kaldırması ile Türkiye’de 1980’li yıllardan sonra görünür hale gelmeye başlayan ikinci dalga feminizmin edebiyattaki güçlü temsilcilerinden biridir. Tüm kitaplarında eril egemen toplumun yarattığı baskıcı ve ikincilleştirici yargılardan bahsederek kadınların hem toplumsal olarak hem de bedensel olarak özgürleşmesinin öneminin altını çizmiştir.

Yazarın ilk romanı Kadının Adı Yok, ataerkil bir ailede yetişen küçük bir kız çocuğunun kurallara uyması gerektiğini öğrenmesi, ergenlik yıllarında baskıcı bir toplumda erkek egemen düzenin yarattığı sosyal normlar ışığında deneyimlediği cinsel keşifler ve nihayet yetişkin bir kadın olduğunda yaşadığı ve gözlemlediği başarısız evlilik ve ilişkiler toplumda kendi yerini fark etmesinde ve sorgulamaya başlamasında büyük rol oynamıştır. Asena, tek bir kitap üzerinden tüm kadınlara özgürleşme ve direnme üzerine kendi dönemi için önemli mesajlar vermiştir. Romanı kadının hem bireysel olarak nasıl bir bunalıma sürüklendiğini hem de toplumsal olarak nasıl dışlandığını gözler önüne sermiştir ve bu kaosla nasıl mücadele edeceklerini, kendi bedenlerine nasıl sahip çıkacaklarını anlatmıştır. Asena romanlarında cinsellik ve kadın bedeni algısı üzerine özellikle değinmekle beraber tarzı, 80 dönemi için cesur bir adım olarak yorumlanmıştır. Eleştirisini kariyer sahibi eşlerle evli olma durumunun kadını ilk cins yani erkek statüsü üzerinden sözde değerli bir konuma koyduğunu ve bunun özgürleştirici hiçbir yanı olmadığı üzerine yapmıştır. Bu özgürlük yolcuğunda bedenine ve cinselliğine sahip çıkmak kadını kimliksizleştirilmekten ve şeytan gibi gösterme durumundan azat edecek yegâne eylemdir. Kadının bedenini nesneleştiren yasaklar ve sınırlandırmalar ancak kadının durumunu fark etmesiyle ve ayaklarının üstünde durma gayretiyle varoluşsal olarak özgür bir birey olabilecektir. Asena’nın kitaplarındaki kadının yeniden doğması gerekliliği ideolojisini Şirin Tekeli, bir kadın manifestosu olarak değerlendirmiştir (Kapukaya, 2020).

 

Varoluşsal Bir Sancı: Tezer Özlü

İlk romanı Çocukluğun Soğuk Geceleri 1980’de yayınlanan Tezer Özlü’nün ikinci dalga feminizm için önemi, yazdığı konuların varoluşçuluk ve Freudyen yaklaşımları ile inceleniyor oluşudur. Yazılarında Freud’un psikoseksüel gelişim teorisi üzerinden kendisinin cinsellikle ilgili deneyimlerini paylaşmıştır. Kadının toplumda edilgen bir konuma getirilmesi ve ikinci bir cins olarak görülmesine karşı eleştirel olgularla gelen Özlü, bu yönüyle Beauvoir’u anımsatmaktadır. Varoluşçu felsefeye göre, kadın doğulmaz, kadın olunur (Beauvoir, 1989). Simone De Beauvoir bunu söylerken, kadınlık durumunun biyolojik varlığını reddetmiştir ve bireyin bulunduğu koşullarda kendi iradesiyle ne olduğunu ve ne olmadığını seçebilecek varoluşsal özgürlüğe sahiptir demek istemiştir. Özlü’nün yazılarında gördüğümüz yalnızlık, ölüm, yaşam, cinsellik gibi kavramlar bu felsefi görüşe göre gelişir ve toplumsal cinsiyet bağlamında kadın olmanın kritiği somutlaşır.

Çocukluğun Soğuk Geceleri (1980) isimli romanında Özlü, kendi çocukluğundan başlayarak aile yapısını, aşk ilişkilerini, evlilik deneyimlerini ve akıl hastanesindeki dönemini yetişkinliğine kadar otobiyografi niteliğinde anlatmıştır. Fakat bu romanda, özellikle cinsellik konusu yazarın varoluşsal gerçekliği açısından önemli bir yerde olduğu sonucuna varılabilmektedir. Özlü, kendisini sınırlayan her şeye başkaldırmıştır ve romanda benliğine yeniden kavuşmasını cinselliği keşfetmesine ve deneyimlemesine bağlamıştır. Yaşadığı varoluşsal sancıyı cinsellik olgusuyla diğer bir deyişle sevgiyle aştığını ve benliğine yeniden kavuştuğunu vurgulamıştır. Özlü’ye göre cinsellik ve cinsel özgürlük kendinden ötesini görmek, sınırları zorlamak ve tabuları yıkmak demektir. Bu düşüncelerini yaşadığı döneme göre değerlendirdiğimizde cesareti ve bilgeliği ilham vericidir çünkü romanlarında işlediği cinsellik konusunu belli imgeler üzerinden belli tahliller sonucu çıkarılabilmektedir. Topluma karşı baş kaldıran tutumu ile kadının nesneden özneye dönüşmesi cinselliğin özgürleşmesi ile gerçekten bir anlam ifade etmiştir ve bunu var olmanın bir zorunluluğu olarak yorumlamıştır. Aslında birlikte oldukları erkekleri ancak nesneleştirdiğinde kendi için bir benlik yaratma yolculuğuna başlamış olmaktadır ve kendine bir kimlik yaratmış olur. Tezer Özlü, hem kendi döneminin hem günümüzün tahmin edilemeyen tarzı ve açık seçik bir şekilde hayatını okuyuculara aktarabilme yönüyle feminist edebiyatta unutulmaz bir sembol olmuştur.

 

Tuhaf Bir Kadın: Leyla Erbil

Leyla Erbil eserlerinde insan dışı bir varlığa dönüştürülen, eksik görülen ve sömürülen kadınları yazmıştır. Üslup olarak diğerlerinden farklı olarak Erbil, başkaldırısını da diline yansıtmıştır. Asi ve meydan okuyucu bir üslubu vardır. Onu hem düşünsel olarak hem yazınsal olarak Marx, Freud ve Sartre gibi feminist kurama da teorileriyle katkıları olmuş düşünürler etkilemiştir (Baş, 2008). Dolayısıyla, yazılarında yaşadığı dönemin siyasi atmosferinden parçalar bulmak oldukça mümkündür. Yapıtlarında devrimci bir tutumla toplumsal değer yargılarına, evlilik, aile ve cinsellik olgularına eleştirel ve alaycı yaklaşmıştır. Var olduğu bu toplumla bir bağ kuramamasını yazılarına yansıtırken, özellikle tüm kalıplaşmış değer yargılarına başkaldıran karakterler oluşturmuştur. Hallaç, Gecede, Eski Sevgili, Tuhaf Bir Kadın, Karanlığın Gücü isimli eserleri bulunmaktadır ve yazılarının ortak teması düşüncelerinden etkilendiği düşünürlerin kavramlarıyla örtüşmektedir. Burjuvayı eleştirmiş, yabancılaşmaya da değinmiştir, yalnızlıktan ve bunaltıdan bahseder ve çoğunlukla kadın karakterleri üzerinden patolojik sorunları olan toplumu eleştirmiştir. Erbil’in sert, meydan okuyan üslubunu erkek yazarların hüküm sürdüğü edebiyatta bir devrim olarak değerlendirmek yanlış olmaz çünkü onun bu tutumunun Cixous’un altını çizdiği yeni dişi bir dil ve haliyle, yeni bir kadın tarihi yazmak kavramına katılmaktadır.

Erbil’in Tuhaf Bir Kadın (1989) adlı romanı geleneksel toplum normları içerisinde var olmaya çalışan bir kadın bedeni eleştirisi yapılır. Kitabın ana karakteri Nermin, çoğunlukla çizilen boyun eğen kadınlar ve hayat mücadelesi resimlerinin aksine adapte olmayı reddeden ve tam anlamıyla “baş kaldıran” bir karakter olarak karşımıza çıkmaktadır. Yazar, romanın geçtiği dönemin önem verdiği “kızlık zarı” konusuna değinerek fiziksel cinsiyeti ve kadının erkek için ne anlama geldiğiyle ilgili güçlü eleştiriler yapmıştır. Nermin’in içinde bulunduğu aydın erkek yazarlara olan tutumu örneklemesi ve annesinin eril düzene hizmet eden kişiliğini sorgulaması, kadının cinsel bir organdan ibaret olmadığını, görevinin çocuk doğurup büyütmek olmadığını ve cinselliğin utanç verici bir eylem olmadığını vurgulayan bir eserdir. Topluma aykırı davranan özgür ruhlu tuhaf bir kadın karakter ortaya çıkmıştır. Erbil, yazdığı eserler üzerinden kaybolan kadın tarihini0 yeniden tüm gerçekliğiyle yazmayı amaç edinmiştir (Baş, 2008). Onun karakterleri, tıpkı edebiyat dışındaki dünyada olduğu gibi, ikiyüzlülüğü prensip edinmiş erkek egemen düzenine karşı direnmiştir ve tüm mücadeleye ve bunalımlara rağmen varoluşsal benliğini bulmaktan asla vazgeçmemiştir. Freud’dan etkilendiği yaklaşımını yazılarında anne karakterlerini erkek egemen düzenin birer sözcüsü olarak tasvir etmiştir ve kız çocukları annelerine meydan okumuştur (Baş, 2008). Nihayetinde, kendini gerçekleştiren kız çocuk karakterleri bunu hem düşünsel hem de eylemsel bir başkaldırı sonucunda gerçekleştirmiş olur.

 

Kadına Şiddet Sorunu: Sevgi Soysal

Sevgi Soysal yazılarında evliliğinden, işinden, ev hayatından esinlendiği konuları işlemiştir. Hikayelerinde yabancılaşan insanı ele almıştır. Eserlerinde hem yaşadığı dönemin hem de öncesinin kadın mücadelesinden detaylar vardır. İlk yapıtı Tutkulu Perçem’de ezilen, hor görülen bir kadın tipinin başkaldırısını konu almıştır. Daha sonrasında Yürümek adlı romanı iki gencin çocukluktan itibaren keşfettikleri cinsel deneyimleri ve sorunları toplumsal bir yaklaşımla aktarmıştır. Bu romanı çok müstehcen bulunduğu için konu yargıya kadar gitmiştir ve uzun tartışmalar sonucunda romanın tekrar yayınlanmasına izin verilmiştir. Cinsiyetler arası ilişkiler ve toplumsal cinsiyet ayrımcılığı kavramları yazılarının temel olgularıdır. Tante Rosa (1968) adlı kitabı ise yazar için otobiyografik bir nitelik taşımakla birlikte ailesinin, kendisi de dahil olmak üzere, üç jenerasyonundaki kadınları kadın olma sorunlarını yansıttığı bir eser olmuştur. Karakter, sorgulamaya başladığı günahları, yasakları, cezaları irdelerken aynı zamanda kadın bedeni ile ilgili utanç ve estetik konularını da analiz etmiştir.

Soysal, kadın haklarının ihlali ve kadına yönelik cinsel, psikolojik, ekonomik ve fiziksel şiddet konularını da sorgulamıştır ve eserlerinde oluşturduğu kadın tiplemeleri üzerinden farkındalık yaratmayı amaçlamıştır. Kadına yönelik şiddet için cinsiyet ayrımcılığını temel almıştır. Bu sorunu, baskın olan türün eril gücünü kullanarak kadın üzerinde hukukun izin verdiği kadarıyla güç gösterisi yapması olarak tanımlamıştır (Karlı & Dinç, 2016). Kitaplarında namus cinayetlerine, fiziksel, duygusal ve cinsel şiddet konularını tema olarak işlemiştir. Soysal, kadına yönelik cinsel şiddeti sosyal, ekonomik ve psikolojik baskılar sonucu ortaya çıktığını ve kadının sadece bedenini yok etmek için değil, ruhunu da incitmek için yapılan sistematik bir eylem olduğunu iddia etmiştir. Örneğin, Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu adlı anı türü romanında, kadın mahkumların hem fiziksel işkenceye hem de sözlü tacizlere maruz kaldığı bir kamu alanını yazmıştır, aile içi cinsel şiddeti ele aldığı Yenişehir’de Bir Öğle Vakti adlı kitabında ensest ilişki kurbanı kız çocuklarının travmalarından bahsetmiştir (Karlı & Dinç, 2016). Soysal, işlediği konularla Türkiye’nin hiç konuşulmayan gerçeğini yansıtmıştır ve çok daha ayrıcalıksız sosyal çevrelerde yetişen ve yaşamaya mecbur bırakılan kadınların hayatıyla da ilgilenmiştir. Her sınıftan kadının sorunlarına, özellikle kadına yönelik cinsel şiddet hususunda, dikkatini vermiştir ve en doğru şekilde okuyucu kitlesine aktarmaya gayret etmiştir.

 

SONUÇ

İkinci dalga kadın hareketi hem küresel faaliyet alanında hem de Türkiye’de kadın bedeninin ekonomide, eğitimde, aile içi konumunda, sosyal hayatta ve bir birey olarak özgürleşme mücadelesi için dönüm noktası niteliğindedir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması ile birlikte resmi olarak kendine siyasi ve sosyal hayatta yer edinen kadın, 1980’lerden itibaren daha kapsamlı ve daha büyük bir ciddiyetle ele alınmaya başlanan kadınlık durumunu sorgulamaktan, araştırmaktan ve revize etmekten vazgeçmemiştir. Edebiyat, feminist hareketin ideolojik temsili için etkin bir araç olmuştur. Bu yazıda ismi geçen kadın yazarlar ve daha niceleri, kadının kaybolan tarihini yeniden yazmayı ve kadına mutlak bir kimlik yaratmayı amaç edinmişlerdir. Dişil bir yazının oluşturulması son derece önemlidir ve kadın yazını çizdikleri karakterler üzerinden kadın olmanın getirdiği sorunları eleştirmiştir, gücünü anlamayan veya eyleme dökemeyen kadınlara farkındalık kazandırmıştır. Yazarlar, romanlarında bir açıdan da evlilik ve kadın cinselliği kavramlarında aşkın erkeğe bağımlı oldukça var olamayacağını ve ancak özgür ruhların gerçek aşkı deneyimleyebileceğini belirtmişlerdir. Son olarak, kadınlar alanda yalnız olmadıklarını ve birlikte daha güçlü olduklarını, politik bir eylem olarak nitelendirilebilecek edebiyat üzerinden aktarmışlardır.

 

 

 

AYSİMA KİRİŞ

Feminizm Okumaları Staj Programı

 

 

 

KAYNAKÇA:

Asena, D. (1987). Kadının adı yok. İstanbul: Doğan Kitap.

Asena, D. (2004). Paramparça. İstanbul: Doğan Kitap.

Baş, S. (2008). Leyla Erbil’in öykülerinde kadın kimliği ve başkaldırı. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, 38(38), 1-32.

Beauvoir, S. (1989). The second sex. New York: Vintage Books.

Cixous, H. (1976). The laugh of the medusa (K. Cohen & P. Cohen, Trans.). The University of Chicago Press, 1(4), 875 – 893.

Davutoğlu, A. (2017). Türkiye’de ikinci dalga feminizmin etkisi ve sosyal siyaset

konferansları dergisinde Gülten Kutal’ın ilk kadın istihdamı makalesi. Sosyal Siyaset Konferansları, (69), 159-174.

Donovan, J. (1985). Feminist Theory: The intellectual traditions of American feminism (4th Ed). New York, NY: Frederick Ungar Publishing Co.

Erbil, L. (1989). Tuhaf Bir Kadın. İstanbul: Can Yayınları.

Kapukaya, Z. (2020). Duygu Asena’nın “Kadının Adı Yok” romanı üzerine bir inceleme. Akdeniz Kadın Çalışmaları ve Toplumsal Cinsiyet Dergisi, 3(2), 233-249.

Karlı, E. & Dinç, A. (2016). Sevgi Soysal’ın eserlerinde “Kadına Şiddet” bağlamında kadın hakları ihlalleri. Akademik Sosyal Araştırmalar Dergisi, 4(37), 626 – 642.

Özdemir Taştan, İ. (2016). Çağdaşlığın simgesi ve ulusun faziletli anasından, kendi hayatının öznesi olan özgür kadına: 2000’li yılların ilk yarısında TBMM’de ve feminist kampanyalarda kadın hakları söylemi. Mülkiye Dergisi, 40 (1), 185-208.

Özlü, T. (1980). Çocukluğun soğuk geceleri. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.

Soysal, S. (1968). Tante Rosa.  İstanbul: İletişim Yayınevi.

 

TUİÇ İngilizce Speaking Club

0

TUİÇ Derneği İngilizce Speaking Club

 

  • Önceden belirlenmiş konular etrafında konuşma pratiği ve çeşitli etkinlikler ile gerçekleştirilecektir.
  • 4 hafta süreli, haftada 2 saat Zoom üzerinden gerçekleştirilecektir.
  • Minimum B1 seviyesi gereklidir.
  • Katılımcıların İngilizce konuşma becerilerinin geliştirilmesi, eleştirel düşünce, empati ve iletişim becerilerinin geliştirilmesi hedeflenmektedir.

 

İlan tarihi : 27 Mart

Başvuru son tarih : 31 Mart

Etkinliğin Başlangıcı : 3 Nisan 2021

Gün ve saat : Cumartesi-Pazar 21:00

Grup : 10 kişiliktir.

 

Başvuru için aşağıdaki formu doldurunuz.

 

https://forms.gle/3BhLTgnQVtEBwTCV7

 

Sivil İtaatsizliğin Demokrasileri Etkisi: Gandhi Örneği

ÖZET:

Bireylerin haksızlıklara, yanlış buldukları hükümet politikaları ve eylemlerine karşı çıkması sonucunda “sivil itaatsizlik” kavramı ortaya çıkmıştır. Kavramın temelini atan Thoreau, iktidarın adaletsiz karar vermesinin olası olduğundan ve toplumun sorumluluk almasından bahsederek dolaylı yoldan “demokrasi” kavramına katkı sağlamıştır. Thoreau’nun kavrama daha çok bireyci bakışından Gandhi’nin toplumcu bakışına geçişle birlikte ortaya çıkan “satyagraha” kavramı zaman içerisinde bütün dünyadaki toplulukları etkileyerek barışçıl bir devrime dönüşmüştür, Gandhi’nin Satyagraha’sına giden süreçle birlikte eylemler örgütsel bir hareket kazanmıştır. Gandhi’nin Satyagraha şiddet içermeyen “pasif direniş“ temeline dayanmaktadır, Satragarya felsefesinin içeriği Gandhi’nin İngilizlere karşı mücadelesine giden yolda başarısını sağlamıştır, genelde silahlı milis gruplarıyla mücadele eden İngilizler silahsız, sessiz bir direnişle karşı karşıya kalınca başarısız bir politika izleyerek demokratik hak taleplerinde bulunan Hintlileri katletmişlerdir, bu durum Gandhi’nin Satyagraha felsefesini daha da güçlendirerek bütün dünyaya yaymasını sağlamıştır, Gandhi 1948 yılında radikal görüşlere sahip Hintli birisi tarafından öldürülmesine rağmen fikirleri bütün dünyaya örnek olmaya devam etmiştir.

Anahtar kelimeler: Sivil itaatsizlik, satyagraha, demokrasi, Mahatma K. Gandhi, Henry D. Thoreau

ABSTRACT:

The concept of “Civil Disobedience” has emerged as a result of individuals’ opposition to injustices and government policies and actions they find wrong. Thoreau, who laid the foundation of the concept, contributed to the concept of “democracy” indirectly by mentioning the possibility of the power to make unjust decisions and the society taking responsibility. The concept of satyagraha“, which emerged with the transition from Thoreau’s more individualistic view to the socialist view of Gandhi, has transformed into a peaceful revolution by affecting communities all over the world in time. With the process leading to Gandhi’s Satragarian, the actions have gained an organizational movement. Gandhi’s satyagraha is based on the nonviolent “passive resistance”, the content of the satyagraha philosophy has ensured Gandhi’s success on the road to his struggle against the British, when the British, who generally struggle with armed militia groups, faced an unarmed, silent resistance, followed an unsuccessful policy and demanded democratic rights They massacred the Indians, which enabled Gandhi to further strengthen his Satyagraha philosophy and spread it all over the world.Although Gandhi was killed by a radical-minded Indian in 1948, his ideas continued to set an example to the whole world.

Keywords: Civil disobedience, satragarian, democracy, Mahatma K. Gandhi, Henry D. Thoreau

1. Giriş 

Tarihsel süreç içerisinde iktidarlar, iktidarların kararları, iktidarların meşruiyeti hakkında sürekli kafa yorulmuştur. Günümüzde modern devlet iktidarının meşruluğu yasalar kadar diyalog ve iletişime de bağlıdır. Bu diyaloglardan bir tanesi de sivil itaatsizliktir.  Yasal yollar tükendiğinde ve hala hükümetin adil olmayan tavrı veya kararı söz konusuysa bireyler sivil itaatsizlik yoluyla iktidarın dikkatini çekmeyi hedeflerler. Sivil itaatsizlik kavramının kurucusu olan Henry David Thoreau’nun siyahilerin köleliğini destekleyen bir hükümete vergi vermeyi reddetmesiyle kuram yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlamıştır. Daha sonra farklı zamanlarda, farklı ülkelerde, farklı nedenlerle sivil itaatsizliğe başvuranlar olmuştur. Sivil itaatsizlik eyleminin demokrasiye olumlu etkileri olsa da her haksızlıkta başvurulabilecek bir eylem türü değildir. Sivil itaatsizlik, pasif direniş türü olmakla birlikte büyük ölçüde şiddeti reddetmesine rağmen yasa dışıdır. Sivil itaatsizlik eyleminin diğer yasa dışı faaliyetlerden farkını Gandhi örneği özelinden anlaşılabilir. Gandhi, kendi yorumladığı sivil itaatsizlik felsefesi olan Satragarya’sını gerçekleştirirken birçok kez bu eylemin sorumluklarını üstlenerek hapse bile girmiştir. Bu noktada dikkat edilmesi gereken husus: Eylemcilerin karşı geldikleri yasaların sorumluluğundan kaçmadıklarıdır. Bu hareket de eylemlerini diğer yasa dışı faaliyetlerden ayırır.

Bu çalışma üç bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde sivil itaatsizlik kavramı sahip olduğu farklı tanımlar ve unsurlar çerçevesinde incelenerek kavram somutlaştırılırken sivil itaatsizliğin meşruiyet sorunsalı ve direniş kavramı ile ilişkisi çerçevesinde de kavramın farklı boyutlarca anlam kazanması amaçlanmıştır. İkinci bölümde sivil itaatsizlik kavramına teorik veya pratik anlamda katkı sağlamış Henry David Thoreau, Mohandas K. Gandhi ve Martin Luther King’in fikirlerine veya önderliklerinde yapılan eylemlere kısaca değinilmiştir. Üçüncü bölümde çalışmanın asıl sivil itaatsizlik eylemi örneği olan Gandhi’nin Satragarya’sı incelenmiştir.

2. Sivil İtaatsizlik Kavramı 

Fransızca kökene dayanan sivil kelimesi sözlük anlamı itibariyle askerliğe ait olmayan şeklinde tanımlanırken aynı zamanda etimolojik olarak medeni/ medeniyet kavramlarının karşılığı olarak silahlı güçlere karşıt milli bir topluluğun üyesi ifadesini de taşır. “Söz konusu anlamlar haricinde sivil kelimesi çoğu zaman her şeyi devletten beklemek yerine inisiyatif sahibi olma, vatandaşlık şuuru kazanma, siyasi ve sosyal sorumluluk taşıma, katılımcı demokrasiyi savunma, resmî kurumlardan farklı ve özgür düşünebilme, örgütlenme gibi kavramlar için veya bunlarla birlikte kullanılmaktadır” (Ayverdi, 2008; Candan & Bilgin, 2011).

Sivil itaatsizlik ise genel hatlarıyla demokratik bir sistemde ciddi haksızlıklara karşı yasal imkânların tükendiği noktada ortak adalet anlayışını temel alan, şiddeti reddeden, yasa dışı politik bir eylemdir.

2.1. Sivil İtaatsizlik Tanımları

Bu çalışmada sivil itaatsizlik kavramı baskın, dar ve geniş olmak üzere üç tanım çerçevesinde incelenmiştir.

2.1.1. Baskın (Yaygın) Tanım

Bu tanımlamanın öncüleri Hugo Adam Bedau ve John Rawls’ a göre “sivil itaatsizlik eylemi, yasaya aykırı, kamuya açık, şiddetsiz ve vicdani olarak bir yasanın ya da hükümet politikasının değiştirilmesini amaçlayan bir edimdir” (Bilgin & Candan, 2011: 19).

2.1.2. Dar Tanım

Sivil itaatsizlik eyleminin dar tanımı için baskın tanımın bileşenlerine eylemin sonuçlarına katlanmaya hazır bulunma tutumu eklenmelidir.

“Ceza hukuku profesörü Horst Schüler-Springorum’un maddelerle sınırlandırdığı dar tanım ise şu şekildedir:

1) Amaca ulaşmak için bilinçli bir norm ihlali,

2) Kamuya duyurulmuş,

3) Etik-normatif olarak temellendirilmiş,

4) Şiddetsiz,

5) Sembolik bir protesto,

6) Protestocunun sonuçların sorumluluğunu taşımaya hazır oluşu” (Ökçesiz, 1994; Candan & Bilgin, 2011).

2.1.3.  Geniş Tanım

Hukuk normunun bilinçli olarak çiğnenmesi, eylemcinin özel türde bir motivasyonu, edimin kamuya açık olması ve itaatsizliğin devrimsel olmayıp, aksine sisteme içkin bulunması gibi tanımlama öğeleri sınırlı tutularak pek çok eyleme sivillik niteliği kazandırılıyor.

2.2. Sivil İtaatsizliğin Unsurları

Sivil itaatsizliğe diğer yasa ihlallerinden ayrılma ya da diğer yasa ihlallerinden bir farklılık söz konusu olmama açısından bakıldığında, giderek çoğalan yasal ve ahlaki sorunların aşılması için sivil itaatsizliğin savunulabilirliği farklı düşüncelerin temsilcileri için sorunsaldır.

Bu çalışmada sivil itaatsizliğin unsurları incelenerek onun diğer yasa dışı eylemlerden farkına odaklanılacaktır.

2.2.1. Yasaya Aykırılık

Kişinin kendi ahlak görüşüne karşı olsa da yasalara uyma yükümlülüğü altında bulunmasını temel kural olarak alan pozitif hukuka rağmen bazı hukukçular temel anlayış ilkelerine veya insanlık idealine aykırı normlara uyulmasının kişiyi suçlu sayacağını belirtir. “Örneğin, 2. Dünya Savaşı sonrasında Federal Almanya’da Yahudi soykırımı fiilini işleyenlere, bu fiilleri yürürlükteki yasalara uygun olarak gerçekleştirmelerine rağmen, hukuken savunulamayacağı gerekçesiyle mahkûmiyet kararı verilmiştir” (Güriz, 2003; Anbarlı, 2007). Bu bağlamda filizlenen sivil itaatsizlik, adaletsiz olduğunu düşündüğü pozitif hukuk kuralına yine bir pozitif yasaya aykırı davranarak karşı çıkmaktadır. Sivil itaatsiz genel strateji olarak gerçekleştirdiği yasa ihlalini gizlemeye kalkışmaz ki bu bakımdan da diğer yasa dışı eylemlerden ayrılır.

2.2. Açıklık ve Kamuoyuna Çağrı

Sivil itaatsizlik, kamuya açık olarak gerçekleştirilmeli ve çağrı işlevi görmelidir. Bunun aksi sivil itaatsizlik kapsamında değerlendirilmez. Açıklık konusunda, eylemin hesaplanabilir olması da önemlidir. Hesaplanabilirlik, eylemin seyri ve sonuçlarının eylem başında duyurulanla tutarlı olmasıdır. Bu da eylemcinin samimiyeti açısından değerlendirilir.

2.2.3. Şiddet Dışılık

“Sivil itaatsizlik eylemindeki ihlal sembolik olup, protestonun şiddet dışı araçlarla sınırlandırılarak gerçekleştirilmesi esastır” (Anbarlı, 2007). Eylemde öfkeyle hareket etmeyip şiddete yönelmemek müzakere için önemli bir adımdır. Öfke ve şiddeti kontrol altına almayı büyük ölçüde başaran Gandhi’nin Hint siyasal bağımsızlığı hareketi kamuoyu oluşturarak ve tüm dünyanın hoşgörüsünü toplayarak müzakere ile Hindistan’ın bağımsızlığını elde etmiştir.

2.2.4. Ahlakilik

Bir eylemin yasallığı ölçüsünde ahlaki sayılabileceği yönünde görüşler mevcuttur. Öte yandan yasal sorumlulukların yanında vicdanı yükümlülüklerin var olduğuna da dikkat çekerek sivil itaatsizlik yeni ahlak anlayışı sunar. Diğer bir deyişle sivil itaatsizlik çerçevesinden konuya bakıldığında sivil itaatsiz, sezgisel vicdanına göre otoriteye karşı gelerek, mevcut ahlak yasasını reddetmektedir.

2.2.5. Eylem Sonrası Sorumluluğu Üstlenmekten Kaçınmama

Adaletsiz mahkeme kararlarına ve ahlak dışı yasalara rağmen eylemcinin eylem sonrasındaki sorumluluğu üstlenmekten kaçınmaması cezadan kaçan ihlalci olmak yerine adaletin yerini bulmasını sağlamaya çalışan bir eylemci olmayı hedeflediğini gösterir.

2.2.6. Ortak Eylem

İdeolojik birliktelik gerektirmeyen sivil itaatsizlik eylemleri, sistemin geneline değil tekil haksızlıklara tepki koymak için yapılır. Hanna Arendt’in de bahsettiği gibi “Bir sivil itaatsizlik eylemi ne kadar çok birbirinden farklı eğilimi ortak bir hedefte toplarsa o eylem o kadar başarılı olur” (Candan & Bilgin, 2011: 19). Bu ilkeden hem eylemin süresinin ortak hedef gerçekleştikten sonra dolduğu hem de eylemin demokratik bir örgütlenmeyi temsil ettiği anlaşılabilir.

2.2.7. Eylemin Haksızlıklarla ilişkisi

Sivil itaatsizliğe karşı yapılan iki tane eleştiri göze çarpar. Bunlardan ilki: “Eğer herkes yasaya uymazsa sonuç felaket olur. Yukarıda da belirtildiği gibi sivil itaatsizlikte bulunan kişi tüm yasalara veya sisteme değil tekil haksızlıklara tepki göstermeyi hedefler” (Gandhi & Thoreau). Ayrıca haksızlıkların çerçevesi bazı teorisyenlerce sınırlandırılmıştır. Mesela Rawls’un kurduğu adalet teorisine göre, “eşit özgürlükler ve eşit şans ilkelerinin ihlal edilmiş olmasının ve haksızlığın politik muhalefete rağmen uzun süredir devam etmesinin gerekliliğini şart koşmaktadır” (Candan & Bilgin, 2011: 19). Diğer eleştiri ise, “demokrasinin nimetlerinden faydalanan toplumun külfetlerine de katlanması gerekmesine rağmen itaatsizlik ederek kaos ortamı yaratabilir nitelikte olmasıdır” (Gandhi & Thoreau). Bu yine Rawls’ un kurduğu adalet teorisine çıkıyor bir bakıma: “Karar alma sürecinde olmadığım bir yerde, bana ekmek vermeyen bir sistemi korumamı, bana hiç hak vermeyen yasal sisteme saygı göstermemi istiyorlar. Bu iki yönlü bir alışveriştir. Siz hiç hak vermeden görevleri yerine getirmemi bekliyorsunuz, ben haklarımı istiyorum ve sadece kabul ettiğim görevleri yaparım” (Gandhi & Thoreau).

2.2.8. Haksızlık Ayrımı Gözetmeksizin

Sivil itaatsiz eylemcisi tarafından haksızlıklara çifte standart uygulanmamalıdır. Mesela eylemcinin haksızlığı kimin veya nasıl yaptığına odaklanıp ona göre tavır takınması sivil itaatsizlik eylemi açısından doğru değildir.

2.3. Sivil İtaatsizlik ve Direnme Hakkı

Direnme hakkı, sivil itaatsizlik kavramını tam anlamıyla anlamak açısından önemli bir noktadır. Zalime karşı direnme hakkı sivil itaatsizlik doktrininden hariç pozitif hukukta da yer alır: “Zalime karşı direnme hakkı, resmi olarak ilk kez 4 Temmuz 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirisi ile kabul edilmiş ve açıklanmıştır. Direnme hakkı en geniş ifadesini ise Fransız İhtilali metinlerinde bulmaktadır” (Altunel, 2011).

Sivil itaatsizlik kuramının kurucusu olan Thoreau, iktidar sahiplerinin kutsal olmadığını ve onların bazen adaletsizliklere sebep olabileceklerini eserlerinde sürekli vurgulayarak bireylerin vicdani seslerini dinlemesinin önemine ve sorumluluk almalarının gerekliliğine dikkat çekmiştir. Buna ek olarak da tekil yasaları çiğneyerek bile olsa hükümetin adaletsiz yasalarına veya politikalarına direnip değişim talep edilerek sivil itaatsizlik kavramı ortaya çıkmıştır. Ayrıca demokrasi bilinci açısından sivil itaatsizliğin önemi şu yöndedir: “Kötü ve ahlak dışı yasalar ortaya çıkarıldığında her azınlık görüş bu kanunların tekrar gözden geçirilmesini sağlamak için özgür ifade hakkına sahiptir. Sivil itaatsizliğin meşru olmaması ahlaki ve demokratik hassasiyeti zedeler ve yasaların gelişimini engeller” (Gandhi & Thoreau).

Günümüzde iki çeşit direnme vardır: Aktif direnme ve pasif direnme. Sivil itaatsizliğin temelinde şiddetsizlik olması onu pasif direnişe yaklaştırmaktadır.

2. 4. Otoriteye Pasif Direnme Biçimi Olarak Sivil İtaatsizlik

Yönetilenlerin, yönetenlerin kararlarına veya politikalarına karşı direnişleri bir sınıflandırmaya tabi tutulup incelendiğinde: 15. ve 16. Yüzyıllarda Katolik ilahiyatçılar tarafından geliştirilen pasif direnme, savunucu direnme ve saldırgan direnme günümüzde pasif ve aktif direnme olarak literatürde yerini alır. Günümüzde sivil itaatsizlik, pasif direniş türüdür. Sivil itaatsizliğin kurucusu kabul edilen Henry David Thoreau’nun sivil itaatsizliği vergilerini ödememesiyle sınırlıdır. Daha sonra 1919’da kullanılan sivil itaatsizlik kavramı eylemlerin hem ilkesel olarak şiddet dışı hem de daha örgütsel bir tavrının olmasına işaret eder.

Sivil itaatsizlik, pasif direniş ve aktif direniş perspektifleri incelenerek daha iyi anlaşılacağından pasif direnişin yanında aktif direnişin de incelenmesi uygundur. “Münci Kapani’ye göre aktif direnme, baskı idaresini kuvvet ve gerekirse şiddet yoluna başvurmak suretiyle devirme hedefi güden bir direnme şeklidir. Kapani, bu ayrıma isyan ya da ihtilal gibi kavramları yerleştirir” (Kapani, 1981; Candan & Bilgin, 2011).

Demokrasinin pasif direnişe etkisini incelemek açısından; Münci Kapani’ye göre “Asgari düzeyde düşünce ve hareket serbestliği olan rejimlerde pasif direniş uygulamaya koyulabilirken, totaliter rejimlerde bu pek mümkün değildir” (Kapani, 1981; Candan & Bilgin, 2011: 19). Demokrasi- sivil itaatsizlik/ pasif direniş etkileşimi açısından bir de sivil itaatsizliğin demokrasiye etkisine bakıldığında: Modern devlet iktidarının meşruluğu yalnızca yasalarla değil aynı zamanda diyalog ve iletişime dayalıdır ve toplum sivil itaatsizlik eylemini gerçekleştirirken seslerini devlete / iktidara ulaştırmayı hedefleyerek karşılıklı iletişim yollarıyla demokrasiye katkı sunar. Çünkü demokrasi en basit tanımıyla herkesin fikir beyan edebilmesidir. Diğer yandan sivil itaatsizlik eylemi yalnızca iktidara ya da devlete ulaşarak demokrasiye aktif katılmayı hedeflemez aynı zamanda kamuoyu da oluşturma hedefi de vardır. Çünkü kamuoyu oluşturarak kolektif tavrın büyümesi eyleme katılım sağlanması ve eylemin meşruiyeti için önemlidir.

2.5. Sivil İtaatsizliğin Meşruiyeti

Sivil itaatsizlik eylemcileri, uygulamalarını sivil toplum örgütlerinin faaliyetlerini düzenleyenlerin aksine profesyonel kurumsallaşmaya odaklanmadan uzak olup daha çok hareket tarzında örgütlenmişlerdir. Tüm yasal yollar tüketildikten sonra adil bir yaşam beklentisi olan gruplar, demokratik hukuk kurallarının uygulanması taleplerinin karşılanması için mevcut yasa kuralına veya kurallarına aykırı davranarak dikkat çekmek isterler. Yasanın veya yasaların çiğnenmesinin sorumluluklarını almasıyla diğer yasa dışı faaliyetlerden farklı olmasına rağmen sivil itaatsizlik eyleminin meşruluk sorunu vardır. Sivil itaatsizlik, demokratik hukuk devleti idealindeki değerlerin gerçekleştirilmesi amacını taşıdığından kendi içinde meşruluk sorununu da çözmüş olur.

Demokrasi, bireye/topluma iktidar sahiplerinin keyfiliğini önleyebilmesi ve bireyin kendi haklarını koruyabilmesi için çeşitli yollar sunar. Bu yollardan biri, siyasi bir ifade biçimi olan sivil itaatsizliktir. Bu bağlamda sivil itaatsizlik yasa dışı fakat meşrudur.

3. Sivil İtaatsizlik Kavramına Teorik ve Pratik Katkıda Bulunan Önemli Kişiler

Henry David Thoreau, Martin Luther King ve Mahatma Gandhi eylemleriyle ve ortaya koydukları görüşleriyle sivil itaatsizlik kavramına önemli katkılar sunmuşlardır. Bu çalışmanın odak noktası sivil itaatsizlik örneği olarak Gandhi’nin eylemleridir. Bu yüzden bu bölümde yalnızca sivil itaatsizliğin teori gelişimine ve nasıl uygulandığına değinilecektir.

3.1. Henry David Thoreau

İlk kez Henry David Thoreau tarafından kullanılan sivil itaatsizlik kavramı; eylem tarzı ve hedefleri bakımından terörizmden farklıdır. Thoreau, hükümetinin Meksika ile olan savaşının amacının zenci köleliğini yeni bölgelere yaymak olduğunu düşündüğü için böyle adaletsizlikler yapan bir hükümeti mali olarak desteklemek istememiştir. Bu sebeple Thoreau hapse girmeyi göze alarak kelle vergisini ödemeyi reddetmiştir ve sonuç olarak bir gün hapiste kalarak halasının –büyük ihtimalle- onun yerine vergi borcunu ödemesi nedeniyle dışarı çıkmıştır. Dışarı çıkmasından sonra şehir halkı Thoreau’nun hapse girmesine neden olan düşüncelerini merak etmelerinden dolayı Thoreau “Bireyin Devletle İlişkisi” adında bir açıklama yazıp bunu bir toplantı salonunda okumuştur. Daha sonra bu açıklama “Ülke Yönetimine Direniş” başlığıyla bir dergide yayımlandı. Bu yazının herkesçe bilinen adı “Sivil İtaatsizlik”, ölümünden dört yıl sonra “Kanada’da bir Yanki, Kölelik Karşıtı ve Reform Yazılarıyla Birlikte” adıyla derlenen kitabında kullanılmıştır.

Thoreau’nun denemesinin içerdiği temel düşünceler şunlardır:

  1. “Bir kimsenin ülkesinin yasasından daha “yüce bir yasa” vardır. Bu vicdanın yasasıdır, “içten gelen ses”in, “kozmosu kuşatan, birleştirici ruh”un yasası-artık ne demeyi yeğlerseniz!
  2. Kimileyin bu “yüce yasa”yla ülkenin yasası birbirleriyle çatışır duruma geldiğinde kişinin ödevi “yüce yasa”ya uymak, ülkenin yasasına bile bile karşı gelmektir.
  3. Kişi ülkenin yasasına bile bile karşı geliyorsa, bu eylemin bütün sonuçlarını göze almayı istiyor olmalıdır, hapishaneye kapatılmayı bile!
  4. Oysa hapishaneye girmek sanıldığı kadar olumsuz bir edim değildir; bu durum iyi niyetli kişilerin dikkatini kötü yasaya çekmeye yarayacak, bu yasanın kaldırılması sonucuna katkıda bulunacaktır. Ya da yeterince kişi hapishaneye kapatılırsa, edimleri devlet mekanizmasını işlemez kılmayı, dolayısıyla kötü yasayı uygulanamaz duruma getirmeyi sağlayacaktır” (Thoreau & Gandhi).

3.2. Mahatma Gandhi

Gandhi, adil olmayan yasalara karşı sivil itaatsizliği önerirken kendi sivil itaatsizliklerinin pasif direniş türü olarak değerlendirmenin dar bir anlam taşıyacağını ileri sürer. Bunun üzerine direnişlerine yeni bir anlayış geliştirir, adı da “satyagraha”dır. Gandhi’ye göre “satyagraha”, insanın önce tüm toplumsal kurallara uymaları ve daha sonra kötü toplumsal kuralları tecrübelerinden dolayı kolayca tespit edip tepki koymaları üzerine kuruludur” (Gandhi & Thoreau). Ayrıca Gandhi’nin kendi sivil itaatsizliklerini pasif direniş olarak görmeyip yeni bir anlayış geliştirmelerinin önemli nedeni pasif direnişin zayıfların silahıymış gibi görünmesidir. “Satyagraha, aktif direnişin aksine şiddeti ilkesel olarak reddeder, şiddetsizlik onun en güçlü silahıdır” (Gandhi& Thoreau).

3.3. Martin Luther King

Zamanla siyahi gettosunun hareket lideri olan King, Thoreau ve Gandhi’den etkilenip fikirlerini ve hareketlerini bu doğrultuda şekillendirmiştir. Eşitlik mücadelesini şiddeti reddeden bir anlayış üzerine kurup düzenlediği kampanyanın dört basamağı olduğunu ileri sürmüştür:

“1. Adaletsizliğin varlığının tespiti için gerekli materyali toplamak,

  1. Adaletsizliğin durdurulması için gerekli görüşmeleri (müzakereleri) yapmak,
  2. Kendini eğitmek,
  3. Doğrudan eyleme geçmek” (Candan & Bilgin, 2011).

King, şiddete dayalı olmayan sivil itaatsizlik eyleminin iki amacı olduğundan bahsetmiştir:

Sorunu,

1) Tartışmaya zorlayacak bir gerginlik ortamı oluşturmak.

2) Görmezden gelinemeyecek raddeye dek dramatikleştirmektir.

4. Gandhi’nin Sivil İtaatsizliği

Gandhi 1869 yılında Hindistan’ın Porbandar kentinde doğmuştur, katı bir dini mezhep olan Vişnu mezhebine mensuptur. Vişnu mezhebi Hinduizme bağlı, et yemeyen, deniz aşırı seyahat etmeyi bile yasaklayan bir mezheptir. “Gandhi Vişnu mezhebinin deniz aşırı seyahat etmeyi kısıtlayan yasağını deldiği için kendi dini cemaatinden bile atılmıştır” (Özenç, 2009:15). Gandhi’nin fikir hayatını belirleyen en önemli devrelerden ilki Londra’ya gitmesiyle birlikte başlamıştır. Normalde muhafazakâr bir Hindu cemaatinde yer alan Gandhi Batı dünyasını kendi gözleriyle görme fırsatı bulmuştur, Gandhi İngiltere’deki ilk zamanlarında diğer gençler gibi batılı giyinip doğulu düşünmüştür. “Zaman içinde orada tanıştığı muhafazakâr bir avukatın ona bulunduğu “Hint tarihi dahi okumamışsınız” (Özenç, 2009:15) ithamıyla birlikte düşünceleri değişmeye başlayarak anavatanı olan Hindistan’a bakmaya başlamıştır. Gandhi İngiltere’de “sivil itaatsizlik” kavramını ortaya atan H. David Thoreau’ya dair okumalarını da yine üniversite öğrenimi sırasında yapmıştır, bu okumalar Gandhi’nin kafasındaki “pasif direniş” hareketinin ilk nüvelerini oluşturmasında önemli bir rol oynamıştır. Gandhi’nin sivil itaatsizlik kavramını hareket olarak uyguladığı ilk yer ise Güney Afrika’dır. Güney Afrika’ya ilk gittiği andan itibaren “ırkçılık” kavramıyla karşı karşıya kalmıştır. Gandhi’nin gittiği Güney Afrika’da 150 bin Hintli vardı ve bu Hintliler baskı altında yaşıyordu. Gandhi bu duruma dikkat çekerek Güney Afrika’daki hükümetin göçmen Hintlilere ve siyahilere karşı uyguladığı sınırlardan izinsiz geçenleri hapse atma uygulamasına karşı örgütsel bir hareket düzenlemiştir. Bu hareket Gandhi’nin düzenlemiş olduğu ilk sivil itaatsizlik hareketidir. “Hareket kapsamında siyahiler ve Hintliler Gandhi’nin örgütlemesiyle sınırlardan toplu olarak geçmiştir, Güney Afrika hükümeti de izinsiz bir şekilde sınırlardan geçen herkesi hapse atmıştır, zamanla hapishanelerde yer kalmayacak kadar insan hapse atıldığı için Güney Afrika hükümeti bu uygulamadan vazgeçmek zorunda kalmıştır” (Gandhi ve Throeau, 2015: 13).

Gandhi’nin hayatının en önemli ikinci devresi ve fikir hayatını oluşturan devre de böylelikle tam manasıyla başlamıştır, Gandhi bu dönemdeki eylemlerini “şiddetsizlik” ilkesine uygun bir biçimde hareket etmiştir. İlk eylemsel başarısını da yine Güney Afrika’da örgütlediği bu eylemler doğrultusunda elde etmiştir. İleride doktrin olarak sunduğu ve de uyguladığı “satyagraha”nın temelini de bu eylemde atmıştır. Gandhi’nin Satyagraha’sı en temelinde şiddetsizlik kavramını içerir. Gandhi’nin şiddetsizlik temelindeki ilk eylemindeki başarısı onun bu doktrini daha da geliştirmesine neden olmuştur. Gandhi 1915 yılında Hindistan’a giderek Satyagraha doktrinini oradaki takipçileriyle birlikte bütün Hindistan’a yaymıştır. Gandhi’nin Satyagraha doktrini kendi öz yaşamıyla iç içe geçerek şu ilkelere kavuşmuştur: “Şiddet karşıtlığı, sivil itaatsizlik, pasifizm, uzlaşmacılık, çilecilik, asya milliyetçiliği, Hinduizm akımının dinsel mistik öğeleri, dinlere saygı ve teknoloji karşıtlığı” (Çetin & Beceren, 2007) oluşturur. Gandhi ülkesine döndüğü ilk andan itibaren Satyagraha doktrinine sıkı sıkıya bağlı kalarak bu doktrini yaymıştır. Gandhi takındığı çileci tavır ve gösterdiği sabırdan dolayı kısa sürede bütün Hindistan’ı örgütleyecek duruma gelmiştir, Gandhi’nin takındığı çileci tavır ve düşünceleri sayesinde ona yüce ruh anlamına gelen “Mahatma” unvanı verilmiştir. Gandhi’nin Hindistan’a dönüşünde bir dizi ufak eylemlerinden sonra en bilineni ve de en çarpıcı olan eylemi ise tuz yürüyüşüdür.

4.1. Tuz Yürüyüşü:

1. Dünya Savaşı’ndan hemen sonra dünyada tam olarak gerçekleşmese bile belirli bir açıdan özgürlükçü ve sözde demokratik rejimler kurulmuştur. İngilizlerin başta Ortadoğu halkları ve Okyanusya halklarına verdiği sözleri kısmen de olsa yerine getirmesi Hint toplumunda ve Gandhi’de büyük beklentilere yol açmıştır. Bu beklentilerden en büyüğü ise Hintliler tarafından toplanmamasına rağmen Hintlilerden alınan Tuz vergisinin kaldırılmasıdır. Hindistan’ın kıyı şeridinde bolca bulunan tuzların Hintliler tarafından toplanmamasına rağmen “tuz” başlığı adı altında alınan vergiler Hint toplumunun hayatını yaşanmaz bir hale getirmiştir. Gandhi 1930 yılının Mart ayında Tuz yürüyüşünü başlatarak İngilizlerin yasal olan ancak demokratik olmayan vergilendirmelerine karşı bu eylemi başlatmıştır. “Gandhi Tuz yürüyüşü sayesinde Hindistan’daki popülaritesini daha da artırarak Karizmatik bir lidere dönüşmüştür” (Mencütekin, 2007:18). İngilizlerin yasal yollarla aldığı haksız vergilendirmelere karşı yapmış olduğu bu eylem sonucunda Gandhi ve birçok takipçisi tutuklanmıştır. Gandhi’nin örgütsel olarak yapmış olduğu bu eylemde binlerce takipçisiyle birlikte tutuklanmasına rağmen eylemi başarılı olmuştur, bu eylem amacına da ulaşarak Hintlilerinde kendi topraklarında üretme hakkı olduğunu göstermiştir. Gandhi’nin bu eylemi sivil itaatsizlik ilkelerinden ilki ve hepsini kuşatan “şiddetsizlik” ilkesini zedeleyen bazı eylemsel faaliyetlere de dönüşmüştür. “Müslümanlar ve Hindular eylemler sırasında ihtilafa düşerek birbirlerine saldırmışlardır, bu durum Gandhi’nin Satyagraha doktrinini belirli açılardan delmesine rağmen doktrinindeki ilkelerine daha sıkı sıkıya bağlanmasına neden olmuştur” (Gümrükçüoğlu, 2018: 5). Gandhi bu çatışmaların ortasında Müslüman ve Hindu liderlere çağrılarda bulunarak ölüm orucuna başlamıştır, çatışmaların durmasını isteyerek herkesin birbiriyle eşit olduğunu belirtmiştir. Gandhi Lord Hunter’ın sorgusunda da belirttiği “Şiddetsizlik” ilkesinden burada da taviz vermeyerek Satyagraha doktrinine bağlılığını bir kez daha göstermiştir” (Gandhi ve Throeau, 2015: 105). Çatışmalar kısa süreliğine dursa da bu ayrılıklar ilerleyen yıllarda savaşa dönüşmüştür.

4.2. Bağımsız Hindistan ve Gandhi’nin Ölümü:

1940’lı yıllara girerken dünyada büyük değişimler yaşanmaya başlamıştır, II. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte demokrasi temelli rejimler ve diktatörlük rejimleri karşı karşıya gelmiştir, bu durum başta Birleşik Krallık olmak üzere dünyadaki birçok ulus devletini etkilemiştir. II. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte Birleşik Krallığın sömürgesi altında bulunan birçok devlet bağımsızlık taleplerini dile getirmiştir, bunlardan birisi de Hindistan’dır. Gandhi “II. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte bağımsız bir Hindistan fikrini erkenden öne sürmüştür ancak onun bu fikri o dönemki siyasi topluluklar tarafından desteklenmemiştir” (Gümrükçüoğlu: 2018: 5). Gandhi’nin bağımsız Hindistan hedefi II. Dünya Savaşı’ndan sonra gerçekleşebilmiştir. Hindistan’la birlikte ağırlıklı olarak Müslümanların yaşadığı Pakistan’da bağımsız olmuştur. Eski bir deyişte de söylendiği gibi “Bir yerde iki balık kavga ediyorsa oradan uzun bacaklı bir İngiliz geçmiştir.” Sözüne uygun bir biçimde bağımsızlıklarından kısa bir süre sonra Pakistan-Hindistan savaşı başlamıştır, bu savaş sırasında Hindu ve Müslüman toplulukları ihtilafa düşerek iç savaş riskini ortaya çıkarmıştır. Hindistan’ın bağımsızlığına giden yoldaki pasif devrimci Lideri Mahatma Gandhi savaşın bitmesi için “satyagraha” doktrinine uyaraktan ölüm orucuna başlamıştır. Gandhi’nin ölüm orucuna girmesiyle birlikte Pakistan-Hindistan savaşı onun ilkelerine bağlılığı sayesinde büyümeden bitmiştir. Gandhi Bağımsız bir Hindistan’dan sonra, iki devleti de uzlaştırarak Satyagraha doktrinin etkisini bir kez daha göstermiştir. Gandhi’nin pasif direnişi dışlanmış bütün topluluklara örnek olmasına rağmen, kendi ülkesinde radikal görüşlü bir Hintli tarafından öldürülmesine yol açmıştır. 1948 yılının Ocak ayında Gandhi’nin beden ölümü gerçekleşmiştir, beden ölümü gerçekleşmesine rağmen fikirleri hâlâ yaşamaktadır.

5. Sonuç

Sivil itaatsizlik kavramının Thoreau’dan başlayarak Gandhi’yle birlikte yavaş yavaş uluslararası düzlemde öne çıkışını, Thoreau nezdinde demokratik olmayan yollarla alınan baş vergisi, kilise vergisi ve köleliğe karşı bir direnişken Gandhi’ye göre sömürgeci düzene bir karşı çıkıştır. Thoreau’nun sivil itaatsizliğe en büyük katkısı anti demokratik kurallara, uygulamalara karşı çıkışın kavramsal bir biçimde açıklanmasıdır. Yazılarında sıklıkla vergi ve kölelik karşıtlığını dile getirse de örgütsel bir eylem biçiminden uzak hareket etmektedir, daha çok özel alanına müdahil olan devlete karşı bir itaatsizliği olduğunu söylemek mümkündür. Gandhi’nin sivil itaatsizliği ise örgütsel eylem bütünlüğünü içeren, yeri geldiğinde suç sayılan olayı bilfiil bir biçimde işleten ve de demokratik olmayan sömürgeci toplum düzenine bir karşı çıkıştır. Bu karşı çıkış sessiz bir devrim şeklinde gerçekleşmiştir. Uluslararası başat güç olan Birleşik Krallığın yavaş yavaş gücünü kaybederek elinde silah olmadan, kansız bir biçimde direnen Hint toplumuna ve Gandhi’ye karşı yürüttüğü eylemlerdeki başarısızlığına karşın Gandhi’nin örgütsel eylemlerdeki yürüttüğü başarısı sonucunda büyük bir değişim yaşanarak Hindistan bağımsız bir devlet olmuştur. Sivil İtaatsizlik kavramı ise Thoreau’nun bireysel eyleminden çıkarak toplumsal bir eyleme dönüşmüştür, Gandhi’nin kansız bir biçimde yürütmeye çalıştığı pasif direnişi dünyadaki dışlanan diğer topluluklara örnek olmuştur. ABD’deki siyahi topluluklar Gandhi’nin eylemlerinden etkilenerek belirli bir devreye kadar pasif direniş ilkelerine bağlı kalmışlardır. Thoreau’nun anarşizm kökenli sivil itaatsizlik düşüncelerinin yerini Gandhi’nin geleneksel yapıya bağlılık içeren Satyagraha’sına dönüşmüştür. Gandhi’nin gelenekçi tutumu da Thoreau’nun ortaya attığı düşüncesinden ayrılarak daha özgün olduğunun göstergesidir, Gandhi’nin tutumu başta Hintliler ve dışlanan dünya topluluklarına örnek olarak etkisini uzun vade de bütün dünyaya hissettirmiştir. Çalışmamızda sivil itaatsizliğin geçirmiş olduğu evrimi ve de en aktif bir biçimde Gandhi tarafından kullanılışını ele aldık, Gandhi hedeflerine giden yolda kendi kanından olan radikal görüşlere sahip Hintli birisi tarafından öldürülmesine rağmen düşünceleri hâlâ yaşamaktadır, Gandhi pasif ve sessiz başlayan davasını yine büyük bir sessizlik içinde bitirmiştir, fikirleri ve hayatıyla bütün dünya toplumlarına örnek olmuştur. Thoreau ve Gandhi’nin düşünceleri ışığında sivil itaatsizlik kavramı etkisini artırarak yasal dayanağı olmasına rağmen demokratik olmayan uygulamalara karşı çıkışı ifade etmektedir, onların bu düşünceleri yasal olan ancak demokratik olmayan her karara karşı çıkan toplumlara örnek olmaya devam edecektir.

Deniz Yaşrin

Yusuf Kavak

Sivil Toplum Çalışmaları Staj Programı

BİBLİYOGRAFYA

Altunel, M. (2011). Sivil İtaatsizlik ve Mohandas K. Gandhi. TBB Dergisi, (93), 443-458.

Anbarlı, Ş. (2007). Baskıya Karşı Direnme Biçimi Olarak Sivil İtaatsizlik ve Meşruluğu Sorunu. Yönetim Bilimleri Dergisi, 5 (2), 69-90.

Candan, K, & Bilgin, M. (2011). Sivil İtaatsizlik. Yasama Dergisi, (19), 57-94 .

Çetin, N, & Beceren, E. (2007). Lider Kişilik Gandhi. Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, (5), 111-132.

Gümrükçüoğlu, E. (2018). Mahatma Gandhi ve Sessiz Direnişi. Akademik Tarih ve Düşünce Dergisi, 5(16), 378-392.

Mencütekin, M. (2007). Sinema Perdesinde Kırılan Karizma Işığı: Mahatma Gandhi. Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, (18), 362-392.

Özenç, N. (2006). Gandhi’nin İfadesiyle Ahimsa. Edebiyat Dergisi, (15), 167-172.

Thoreau, H. D. & Gandhi, M. K. (1999). Sivil itaatsizlik ve pasif direniş. Ankara: Vadi Yayınları.

 

 

 

 

 

 

Doç. Dr. Gülsüm Polat ile İttihat ve Terakki’nin Milliyetçilik Anlayışının Evrimi Üzerine

1. Öncelikle kendinizden, tahsilinizden ve ilgi duyduğunuz alanlardan bahsedebilir misiniz?

Ben Gülsüm Polat, lisansımı 2002’de Eskişehir Osmangazi Üniversitesi’nde tamamladım. Ardından Dumlupınar Üniversitesi’nde yüksek lisansa devam ettim ve aynı zamanda araştırma görevlisi olarak göreve başladım. 2005’te Gazi Üniversitesi’nde doktora eğitimime başladım. O dönem YÖK tarafından atandığım Gazi Üniversitesi’nde aynı zamanda araştırma görevlisi olarak da 2006-2011 seneleri arasında çalıştım. 2011’de tezimi savunduktan sonra Dumlupınar Üniversitesi’ne Doktor unvanı ile geri döndüm. Doktoramın başlığı “Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı Yıllarında Mısır Coğrafyasına Yönelik Strateji ve Faaliyetleri” idi. Kütahya’da başladığım öğretim üyeliği, 2017 senesinde doçentliğimi almam şeklinde devam etti. Halen Kütahya Dumlupınar Üniversitesi’nde öğretim üyesiyim. Gelecek eğitim öğretim yılında ise Ankara’ya, yani doktora yaptığın yere, geri döneceğim. Önümüzdeki eğitim-öğretim döneminde Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi’nde göreve başlayacağım. Çalışma alanlarıma gelince, ben doktora esnası ve sonrasına da geniş bir açıdan bakmamız gerekirse 1908-1923 seneleri arasına ve yoğunlukla 1914-1923 sürecine odaklandım. İttihat ve Terakki sonrası diyebileceğimiz bir sahadayım. Usul, çalışma yöntemi olarak da genelde arşiv temelli ilerledim. Türkiye ve İngiltere’deki arşiv kaynakları üzerinden araştırmalarımı yürüttüm. Kaynaklar açısından elbette ki hatıratlar, mektuplar önemli ama öncelemek gerekirse bu konu hakkında çalışma usulü benim açımdan arşiv ve bu arşivlerden çıkan materyaller üzerine oldu.

2. Takdir edersiniz ki 20. yüzyılın başından itibaren Osmanlı İmparatorluğu içinde radikal sayılabilecek ideolojik evrimlerin, değişimlerin yaşandığı uzun süredir tartışılan bir konu. Sizin bu konudaki görüşünüz nedir? Sizce bu değişikler gerçekten bu döneme mi özgü? Yoksa başka tarihçilerin iddia ettiği gibi uzun süredir gelen genel bir değişim hareketinin, dalgasının yansıması mı?

Ben şahsen değişim meselesini devamlılıklar ve kopuşlar, önceki yüzyıllardan aktarılan birikim olarak, süreklilik bağlamında düşünüyorum. Radikallik meselesi ise Osmanlı çağı bittikten sonra da bu devam etti malum. 1914-18 arasında çok kötü kırılma bir var ki buna Shatter Zone, sınırların kırılması diyor batı literatürü, fakat bu kırılma bitmedi. Savaş sonrasında da ideolojiler çağı başladı dünyada, insanlar daha radikal, daha uzlaşması anlaşması zor fikirlere sürüklendiler. Bu anlamda ben Osmanlıların başından geçenlerin, yaşadıklarının, değişimlerinin genel sürecin bir parçası olduğunu düşünüyorum. Hepsinden nasibini almış görünüyorlar. Yani en katı ve en radikal görünenlerden bile bahsedebiliyoruz, bunların dahi Osmanlı Devleti’nin en azından belli bir kesiminde bir karşılığı var: komünizm, sosyalizm, pozitivizm gibi Türk-İslam dokusuna çok da uygun gibi görünmeyen akımlar bile bir karşılık görmüş. Tabii ki daha kısıtlı, daha az insana hitap eden bir şekilde. Bunların dışında zaten kalmak biraz zor, yani bazı Arap coğrafyasına baktığında orada da durum benzer. Yani İslam’ın en katı hali ile genel coğrafyada baktığın zaman yönetilen devletler bile bunun dışında çok kalamamışlar. Bizdeki süreç, hele ki yani Osmanlı Devleti’nde, İstanbul gibi başkenti olan bir coğrafyada toplumun bunun dışında kalması bence neredeyse imkânsız. Bence, ideolojik değişimin dünyadaki “radikal denebilecek her dönemecinde” Osmanlı Devleti’nde de etkisi ve karşılığı var. Ama fazla ama az, ancak mutlak suretle bir karşılığı var. Bir kısmı zoraki, toprak kayıpları çok büyük travmatik değişimler. Göç, bu anlamda birazdan belki farklı bağlamlarda konuşacağız, yani bu ideolojilerden dışında kalınması – ki bu sadece toplumun tepe noktasında da değil, çok kırsalda olmayan, periferide olmayanların tamamında da hemen hemen karşılığı olan bir duruma itiyor ideolojiler ve onun işte toplumdaki yansımaları. Yani ben böyle çok şu şekilde düşünmüyorum, örneğin diyorlar ki “az bir kesime mahsus bir şey idi, onun dışında kimsenin bir şeyden haberi yoktu”. Bu bence biraz fazla tepeden bir bakış açısı.

3. Zaten sonraki soracağım soru da aslında bununla alakalı biraz da. Sizce bu bahsi geçen değişimler sadece elit ve entelektüel yönetici tabakasını mı etkiledi? Yoksa halka da yayıldığını söyleyebilir miyiz? Siz de buna cevap verdiniz zaten. Peki izninizle soruyu birazcık değiştireyim, Sizce entelektüel tabakanın etkilenme seviyesi neydi? Evet, belli değişimler var dediniz az ya da çok, peki halkın etkilenmesine kıyasla bu kesimin üstündeki etki nasıldı sizce?

Okullar – tabi tam tabanın yansıması olarak görmememiz lazım, imparatorlukta okulla hiç tanışık olmayanlar da var, bunu da kabul ediyorum- içinde verilen eğitim ve müfredat, tüm o süreçlerin yansıması. Örneğin Şevket Süreyya Aydemir’in Suyu Arayan Adam kitabında mesela bunu çok travmatik bir şekilde görürsünüz. Öncesinde bir Osmanlı vatanseveri vardır karşınızda, sonrasında Balkanların kaybı – önce işte Makedonya’nın ve Bulgaristan’ın kaybı, arkasından Makedonya’nın kaybı ki o 1908’de elden çıkar – bir şoktur gerçekten. Bakıyorsun işte Bosna Hersek 1908’de ilhak edilir Avusturya-Macaristan tarafından. Okul eğitiminde bile öncelikle bir Osmanlı vatanperverliği lanse edilirken bu sürecin o orta sınıf çocukların okuduğu okullarda değişime gittiğini görürsünüz. Artık daha Osmanlı’dan çok bir Türk İslam anlayışına doğru bir evriliş söz konusudur. Bu anlamda toplumun tamamını dışında tutan bir değişim değil bu değişimler. Çok zorlu bir yaşamın bir parçası olan kesim için ise bu biraz doğru olabilir. Örneğin Meşrutiyet ilan ediyor top atılıyor, Yozgat’ın bir köyündeki vatandaşın bu konu ile bir hiçbir fikri olmayabiliyor belki ama tamamını kapsayarak toptancı bir şekilde bunu söylemek bence biraz zor. Eğer öyle olsaydı, toplum bu denli değişimlerin dışında olsaydı, cumhuriyete gelene kadar bıçakla kesmiş gibi olurdu. Cumhuriyet tamamen sıfırdan bir şeymiş gibi gösterildi uzun süre ama aslında öyle değil, bugün bunu hepimiz biliyoruz. Cumhuriyetin getirdiği, iddia ettiği modernleşme aslında bir Osmanlı’nın başlattığı, özellikle belki de 50 yılda yapılması beklenen değişimlerin belki daha radikal, belki daha zorlayıcı bir şekilde yapmaya çalışmasıdır. Bu bazı şeylerin bir şekilde devamı niteliğinde. Benim kişisel görüşüm elbette ki entelektüeller önde, ancak toplum da tamamen dışında değil. Bence öyle olsa zaten bu iş yürümez, yani öyle böyle olduğunu düşünmüyorum.

4. Cevabınızın başında Balkan savaşlarının bir şok etkisi yarattığından bahsettiniz, travmatik diyebileceğimiz bir etki. Sizce peki bu etki devam edecek olan süreçte, Birinci Dünya Savaşı’na kadar ve Birinci Dünya Savaşı sırasında, Türk yönetici elitini nasıl etkiledi, onlarda ne tür etkileri oldu?

Balkan harbi bence de dediğin gibi tam bir travmadır. Düşünsenize daha düne kadar tebaanız olan, “bir avuç Balkan milleti” falan dediğiniz toplumlar kendilerinin kurduğu bir İttifak dairesi içerisinde dize kafa tutan biliyorlar ve Balkanlardaki son kalan topraklarınızı da elden çıkarıyorsunuz, kaybediyorsunuz. Gerçekten de ‘Vatan’ kavramı ile bence bu Balkan harpleri arasında çok ciddi bir bağ var. Vatan kavramının literatürde jargon olarak yer bulmasında bence bu etkilidir. Emperyal Osmanlı sevgisinden bence bu kuşaktaki kişiler zorunlu olarak daha Türk-İslam öncelikle, daha sonra da daha da Türkçü bir bakış açısına kaymak durumunda oluyorlar. Çünkü gerçekten çok “Türk” görülen toprakları elden çıkmış oluyor, yani Balkanlar’ın kaybı bir travma mıdır, bence evet travmadır – çünkü gerçekten düşünün burnumuzun dibine kadar geliyor Bulgarlar, İngilizler müdahale etmese İstanbul’a girecekler. Hatta onca zaman Bulgarları kışkırtan Rusya bile şaşkınlık içerisinde kalıyor yani, müdahale edip de durduruyorlar Bulgarları. Tabii sadece bu durum Osmanlılar için değil, siz de biliyorsunuzdur, tüm o genel Osmanlı algısını bence uluslararası literatürde muhataplarını çok değişime uğratıyor. Evet, bir hasta adam söylemi var mı, var ancak bu kadar da değil. Balkan devletlerine karşı bile bu denli bir hezimet beklenmiyor tabi.

Sorunun başına tekrar dönecek olursak Balkan harpleri bir travma mıdır, bence evet. Kurucu kadrolar, Cumhuriyeti kuranlar da bence bunu hatırlayacaklar. Biliyorsunuz, İkinci Dünya Savaşı’na girmeme hususunda Türk devlet adamlarının çok ciddi bir yaklaşımı vardır diplomatik açıdan. Buna Selim Deringil hocamız “denge oyunu” diye isim verdi. Bu bir de bir neslin tarihsel formasyonu bence. Belki pek çok ulus için 1. Dünya Savaşı bir ulusal bellek yarattı ama bizimkilerin, yani kurucu kadro için bu Balkan harbinden itibaren oluşmaya başladı. Birbiriyle bağlantılı bence.

5. Son çıkan kitabınızda 1914-1923 arasındaki Türk-Arap İlişkilerini incelediniz. Ben de yanlış hatırlamıyorsam bir iki sene önce okumuştum, çok başarılı bir çalışma gerçekten. Sizce savaş esnasında ortaya çıktığı söylenen ve günümüzde de halkın çok fazla kullandığı “Arap isyanı” ve “Arapların sırtımızdan bıçaklaması” retoriği ve bu olaylar sizce o dönem başta olan İttihatçılar için bir travma etkisi yaratmış olabilir mi? Eğer öyleyse bu travmatik etkilerinin onların milliyetçilik anlayışı üzerinde belli bir etkisi var mıdır sizce?

İttihatçı kadrolar, özellikle bazıları savaş sonrasında çeşitli yollara evrildi ve en son 1924-25 yargılamalarında yargılandılar. Ancak daha geniş bir İttihatçı gözüyle bakarsak, örneğin, Mustafa Kemal’in ittihatçılığı gibi: direkt çekirdek kadro içinde değil, Merkezi Umumiye içerisinde değil ama dünyaya bakış açısı, buna şahitlik eden subay sınıfından olması açısından bence müktesebatı o yönde ama bu Arap isyanları ve onun yarattığı şey etkilemiş midir, ben bunu bir daha geniş bir şekilde baktığımda hepsini eklemiş görünüyor diyebilirim. Meclis konuşmalarında Yemen’de ilgili bir çalışma yapmıştım daha detaylı, orada mesela Meclis oturumlarında biliyorsun savaş sonrası, Mondros sonrası, Yemen Türk Büyük Millet Meclisi’ne mektuplar gönderiyor, bağlılığını arz ediyor. İşte “biz tabi olmak istiyoruz” tarzında böyle romantik duygusal mektuplar yazıyorlar. Bunların hiçbirine ne olumlu ne olumsuz bir cevap yok. Hatta verilen cevaplarda “Biz sizin bağımsızlığınızı arzu ederiz” şeklinde bir retorik var. Meclis konuşmalarına bakıyorsunuz, diyor ki Yemen gidenin gelmediği bir yer. 19. yüzyılın son çeyreğinde Yemen bitmek tükenmek bilmez isyanlarla anılan bir yer. Bunu oturup türkü yapmış adam, yani gidenin gelmediği bir yer. Bu anlama hiçbir zaman zaten tam anlamıyla senin ne halifene tabi olmuş dini anlamda Şiilikten ötürü. Bu bağlamda bence hepsi zihinsel bir arka plan. Artık daha belirgin sınırlarda, daha homojen bir nüfus yapısı ile yol alma buradan başlamış.

İttihatçılar için zamanında Hicaz, yani Kutsal Topraklar söz konusu olduğunda bence durum biraz daha farklı. Bir kere İttihatçılar buraya ilk başta çok farklı bakıyorlar. Özellikle İkinci Meşrutiyet’in ilanından sonra bir özgürlükçü bir ortam ortaya çıkıyor, Şerif’in de bu bağlamda bölgeye dönüşü gerçekleşiyor. Buranın işte isyanla anılması, ben kitapta da yazmıştım bunu, son ana kadar umulmadık bir şey değil. Böyle bir isyan ihtimali üzerinde duruyorlar, hatta isyan da demek istemiyorum bir ‘fesat hadisesi’ diyorlar. Ben buna üzülmüştüm, yani işin belli bir noktadan sonra geri dönüşü ile ilgili bir yani beklenti var ama tabii ki bu gerçekleşmeyecek. Buralardan oradan çekilme noktasında mesela çok hassasiyet gösteren subaylar var. Savaş sonrası kurucu kadrolar daha yoğun bir şekilde ulus-devlet bakış açısını yerleştirirken elbette bunu hatırladılar. Gerçekten de çok travmatik şeyler de oluyor, iki ateş arasında kalan Türk birlikleri var, şehirde hanelerden ateş açılması durumu var. Bunlar kötü hatıralar tabi, bunu hatırladılar.

Mesela, Balkanlarda savaşın Batı kamuoyuna “hilal ve haçın” savaşı olarak sunulması. Dinsel bir olaymış gibi görünmekle beraber aslında tarihsel metaforların bir değişimi – artık din uğruna savaş yerine artık vatan uğruna savaş olayı. Hilal’den kasıt artık İslam’ın bayrağı değil, orada artık vatan karşılığı var gibi bir not almışım. Tabi bu tüm dünyada olan bir şey, notumda demişim ki 19. yüzyılda Almanya ve Fransa arasında savaşlar var olan ulusal duyguyu esas almaya çalışan. Burada da belli bir durum var, başta söylediğim gibi, dünyadan farklı değilsiniz bu dönemde bu bağlamda.

6. Aslında sormak istediğim bir sonraki soruya da belli bir noktada cevap vermiş oldunuz. Soru, Arap milliyetçiliğinin bu dönemde ortaya çıkan reaksiyonel bir fenomen olup olmadığı ile alakalıydı ama yanlışsam düzeltin, siz belli bir noktaya kadar öyle olduğunu -özellikle Arap perspektifine yönelik verdiğiniz örneklerden ötürü- söylediniz. Öyle diyebilir miyiz?

Tabi evet, Arapların da zihninde bu var – tabi dışarıdan da bir etki var. Araplara mesela “siz Kureyş soyusunuz, peygamberin soyusunuz. Daha “barbar” bir kavim, Türklerin tebaası zaten olmamalısınız” düşüncesi 19. yüzyılın ortalarından itibaren böyle farklı formatlarda işlenmiş. Türklerin halifeliği gasp ettiği gibi düşünceler hep onların entelektüelleri arasında kabul görmüş. Tabii ki savaş sonrasında da bu bağlamda belli bir noktaya kadar düşünmek mümkün.

7. Son sorum aslında fazlasıyla spesifik bir soru olacak. Yanlış hatırlamıyorsam bu konu hakkında başarılı bir makaleniz de var. Sizce İttihatçılardaki milliyetçilik anlayışının gelişme sürecinde ve -sadece daha milliyetçi olmayan veya Türk-İslam sentezine devam etme noktasında da değil- genel olarak yaşanan ideolojik değişimin kartpostal, gazete ve benzeri kaynaklarda nasıl bir yansıması var mı? Kısa bir dönem olduğu için böyle bir yansıma kolayca görülebilir mi?

Batı’dakinden hemen sonra, batıdaki örneklerinin arkasından bizde de bu görseller çok erken bir vakitte keşfediliyor ve tabii ki bu dini hassasiyetler göz önüne alınarak kullanılıyor. II. Abdülhamid’in iktidar devresine denk geliyor bunun Avrupa’da yaygınlaştığı dönem, tabii ki Avrupa’daki sirkülasyonu ile karşılaştırdığımızda bizdeki çok daha mütevazi. Bir kere başta okuryazarlık oranı, işte endüstrileşme gibi pek çok faktörler var. Yine biraz daha eğitimi sınıf bu durumun farkında ve bunun önemi bir malzeme olduğunun da farkındalar.

Tabii ki Abdülhamit’in sansür konusundaki hassasiyeti herkesçe malum, pek çok dini şey bile, Yıldız Sarayı örneğin ya da işte bunun dışındaki diğer pek çok caminin de kullanılmasında, basılmasında belli yasaklar getirilmiş. Her şeye rağmen yine de kullanılıyor ama. Mesela kadının görünürlüğü çok yaygın, özellikle elit kadınlar kimlikleri çok belirli ya da belirsiz. Portre ve bunun kartpostal gibi şeklinde bir sirkülasyon var. E tabi I. Dünya Savaşı’na geldiğimizde inanılmaz bir duruma dönüşüyor kartpostal olayı. Hem bir kartpostal ile durumunu belli etme hem de propaganda amaçlı. Tabii yine burada da Batı çok ciddi bir önde. Bizde de var da büyük asker kartpostalları ama tabi bize yine olay dönüp dolaşıp okuryazarlık meselesine geliyor ve tabii hayat alışkanlıkları ile de alakalı. Yine de Kızılay’ın bastığı propaganda kartpostalları var mesela. İlginç örneklerden birisi İngiliz istihbaratının eline geçmiş Kızıldeniz’den uzak bir noktada. Bizimkiler yıkılmış bir camiyi “Bunu İngiliz bombardımanı yıktı” diye yazmışlar altına. Bende bu görsel de var. Ancak diyorlar ki bu gerçek olamaz çünkü burası zaten top menzilinin dışında bir yer, denizden yapılacak bir atışta vurulacak bir yerde değil – bu tamamen propaganda amaçlı gibi görünüyor. Az sayıda da olsa bizimkilerin de propaganda amaçlı bu tip görseller kullandığını görüyoruz. Buna ek olarak kutsal şeyleri öne çıkarmak, öncelemek; bunlar sabit.

Çok övünmek, yani o bayrağın altında yaşamak konusunda verilen içerikler altındaki dizelere baktığınızda. Bence Türk eliti de bu işin öneminin farkında. Sakarya Savaşı sürecinde yapılmış çok güzel görseller var. İçerikte de görüyorsunuz belli bir zekanın ürünü olduğunu. Küçük bir alan, kısıtlı imkân ama çok şey anlatma kaygısı ile bir kısmı kesinlikle çok başarılı. Örneğin eski zaferleri hatırlatan kartpostalların basıldığını görüyorsunuz, Mohaç Zaferi mesela aradan geçen onca vakitten sonra tekrar hatırlatılıyor, bir kartpostalda basılıyor. Selim Deringil hocanın yine “Simgeden Millete” kitabında simgeyi ve milleti özdeşleştirdiği kitabında da anlatıyor, simgeler önemli her millet için. Zuhur ediyor bu farklı şekillerde, bazen bir kartpostalda ya da başka şekillerde. Milliyetçilik elbette çok yansıyor kartpostalların her bir aşamasında. İttihatçılar bu işi biliyorlar zaten. Propaganda için deniyor ya zaten ‘silah olan sözler’. Gerçekten de bunun bir manası var. Gerçekten de Türkler de Almanlar da aynı şekilde çok önemsemiştir. Cihat-ı Ekber’den de beklenti büyük bu anlamda. Ancak şu da var, savaş çok dünyevi bir şey. Her ne kadar uhrevi bir hava büründürülmeye çalışılsa da kim iyi propaganda, iyi lojistik, iyi ikmal, sonuç oradan belli oldu diyebiliriz.

Atakan Yurdakul

Milliyetçilik Çalışmaları Staj Programı

Doğa Durumu Kavramının Kökeni ve Hobbes, Locke ve Rousseau’nun Doğa Durumuna İlişkin Fikirlerinin Karşılaştırılması

Özet

Bu makale, doğa durumu anlayışını üç teorisyenin farklı bakış açılarından incelemektedir. Jean-Jacques Rousseau, Thomas Hobbes ve John Locke, siyasal teorilerini doğa durumu öncülüne dayanarak ortaya koymuşlardır. Doğa durumu, siyaset felsefesinde, “Sosyal Sözleşme” ilkesine uygun olarak insanların devletle ilgili rollerini açıklamak için kullanılmaktadır. Genel olarak doğa durumu, bireylere ceza uygulamayan üstün bir otoritenin olmadığı bir durum olarak tanımlanır. Hobbes, insanların içgüdüsel olarak açgözlü ve şiddete yatkın oldukları varsayımına dayanarak otoritenin mutlak olması gerektiğini savunur, çünkü yalnızca mutlak güç çatışmaya son verebilir ve toplumsal barışı garanti altına alabilir. Locke ise, herhangi bir kimsenin kendisinden alınamayacak haklarının olduğunu ve bu hakların, devlet henüz kurulmamışken de varolan can, özgürlük ve mülkiyet olduğunu belirtmiştir. Rousseau, insanın doğal durumunun nezih ve şefkatli olduğuna inanır, ancak sosyalleşmeyle bu durum değişir ve insan masumiyetini yitirip yozlaşır. Rousseau, insan özgürlüğü ve sosyal barış için genel bir iradeye odaklanan bir yönetimi savunmuştur. Bu makalede doğa durumu kavramını daha iyi anlamak için “doğa durumunun kökeni nedir?” sorusuna cevap aranacaktır ve Locke, Hobbes ve Rousseau’nun doğa durumu hakkındaki düşüncelerini detaylandırarak bakış açılarını ve algılarını karşılaştırılacaktır.

Anahtar Kelimeler: Doğa Durumu, İnsan Doğası, Thomas Hobbes, John Locke, Jean-Jacques Rousseau

 

            Abstract

This paper explores the interpretation of the state of nature from the viewpoint of three theorists. Jean-Jacques Rousseau, Thomas Hobbes and John Locke have revealed their political philosophies on the basis of the idea that nature is a state of affairs. The state of nature is used as a concept used in the philosophy of politics to describe the position of the people in relation to the government in accordance with the theory of the Social Contract. Generally, the state of nature is characterized as a situation under which there is no higher authority administering punishment to individuals. Hobbes claims that authority must be absolute, based on the idea that humans are naturally selfish and inclined to aggression since only absolute strength will bring an end to the conflict and ensure social harmony. Locke argued that every person has a right that cannot be taken from him or her, and that those rights are life, liberty and property, although the state has not yet been established. Rousseau claims that the normal state of man is good and loving, but with socialization, this situation has changed, and human beings have lost their innocence and become evil. Rousseau supports an administration that relies on the general will for human liberty and social peace. I will search for answers to the question “what is the origin of the state of nature?” in order to better grasp the meaning of the state of nature, and I will compare the viewpoints and interpretations of Locke, Hobbes and Rousseau on the state of nature in this article.

Key Words: State of Nature, Human Nature, Thomas Hobbes, John Locke, Jean- Jacques Rousseau

 

GİRİŞ

Modern siyasi düşünce, Antik Yunan, Roma ve Hristiyan dünyalarında hüküm süren klasik siyasi düşünceden bir kopuşu temsil eder. Bu bağlamda, Thomas Hobbes, John Locke ve Jean-Jacques Rousseau’nun fikirleri, siyasi düşünce alanındaki kırılmanın paradigmatik örneklerini temsil etmektedir. Bu araştırmada, bu düşünürlerin siyaset felsefesi alanındaki doğa durumuna ilişkin görüşleri tartışılacaktır. Söz konusu filozoflara göre doğa durumu, devlet formu yokken insanlık durumunun nasıl olabileceğini anlamak için bir düşünce deneyinin temelini oluşturur. Her üç filozof da doğa durumunu bir varsayım olarak görüyordu. Ancak bu filozofların her birinin doğanın durumu hakkında farklı görüşler ortaya koyduğunu söyleyebiliriz. Bu araştırmada öncelikle “doğa durumu” kavramının daha iyi anlaşılabilmesi için doğa durumu kavramının kökeni incelenecektir. Daha sonra Hobbes, Locke ve Rousseau’nun doğa durumu hakkındaki düşünceleri birbirleriyle karşılaştırılarak tartışılacaktır.

 

 

DOĞA DURUMU” KAVRAMININ KÖKENİ

On altıncı yüzyıldan itibaren birey, toplum ve devlet hakkında geliştirilen fikirler “modern siyaset teorisi” olarak tanımlanmaktadır. Niccolò Machiavelli’den başlayarak, Michel de Montaigne, Thomas Hobbes ve John Locke gibi politik düşünürler, gerçekçi olmadığı için erdem kavramını vurgulayan “klasik politik felsefe” paradigmasını reddettiler (Strauss, 2000). Antik çağda, insanların zeka ve konuşma yetenekleriyle diğer tüm sosyal hayvan türlerinden üstün olduğu ve buna göre ahlaki bir yaşam sürmeleri gerektiği düşüncesi hakim olmuştur. Bu görüşün aksine Montaigne, insanların hayvanlardan üstün olmak bir yana, arzularını kontrol etme noktasında hayvanlardan daha kötü olduğunu savunmuştur (Montaigne, 2015). Montaigne’den sonra, Thomas Hobbes’un da insan doğasına karamsar bir bakış açısına sahip olduğunu söylemek mümkündür. Ona göre insan, akıl yoluyla bulunabilecek bir ahlaki ideal doğrultusunda hareket etmez, bunun yerine kendini koruma motivasyonu belirleyici konumdadır. Doğa durumu olarak tanımlanan bu durum, insanın özgür olduğu, sadece kendi isteklerine ve tabiatın kurallarına itaat ettiği bir dönemdir. İnsanlık, başlangıçta devletin var olmadığı “doğa durumu” nu deneyimlemiş, ancak bu duruma çeşitli nedenlerle son vererek, Hobbes, Locke ve Rousseau’nun savunduğu “Sosyal Sözleşme” adı verilen sözleşme ile devleti kurmuştur .

 

THOMAS HOBBES

Hobbes, doğa durumunun tasarımını ve devletin çeşitli boyutlarda var olma nedenini ele alan ve bu alanda kapsamlı görüşlere sahip önde gelen düşünürlerden biridir. Hobbes’a göre, insan doğası gereği “animus dominandi” dir (Goodwin, 2010) ve egemen bir otorite olan Leviathan’ın yokluğunda, kendi çıkarlarının peşinde koşan bireylerin rekabeti ve antagonizması ortaya çıkar, yani kaos ve düzensizlik hakimdir ( Newman, 2012). Aynı zamanda, doğa durumundaki insanlar arasında eşitlik vardır. İnsanlar arasında güç farklılıkları olsa da bu farklılıklar önemli değildir. Çünkü zayıf insanlar bile aldatarak veya birleşerek güçlü bir kişiyi öldürme fırsatına sahiptir. Hobbes’a göre doğa durumunda savaş vardır. Devlet olmadıkça herkes her zaman herkese karşı savaş halindedir. Bu dönemde “insan, insanın kurdudur (homo homini lupus)”. Bu dönemde savaşmanın üç ana sebebi bulunmaktadır. Birincisi rekabet ve ilgi duygusu, ikincisi güvensizlik ve üçüncüsü şan ve haysiyete sahip olma arzusudur. Hobbes, doğa durumu için çizdiği bu kaotik ortamın nedenini, bu dönemde tüm insanları korkutacak mutlak bir gücün yokluğuyla açıklar. Hobbes’un söylediğine göre, “korku”, devlet denen bir gücün oluşumunun ana nedenidir. Çünkü devletin birincil görevi toplumda güvenliği sağlamaktır (Hobbes, 1992). Doğa Durumunda varoluş, kaynakların kıtlığı, günahkar, pis, vahşi ve sınırlı yaşamdır (Wolff, 2006, s.8-10). Bu nedenle, insan kendini korumayı sağlamak ve acı ve rahatsızlıktan kaçmak için bir sözleşme yapmıştır. Yani insanlar, sürekli korku içinde yaşadıkları bu doğa durumundan kurtulmak için aralarında bir sözleşme ile tüm otoritelerinden (egemenlikten) vazgeçerek bir devlet oluşturmuşlardır. Sonuç olarak, bu sözleşmeyle herhangi bir yargı yetkisine isteyerek tüm haklarını ve özgürlüklerini feda etmişlerdir (McClelland, 1996). Bu, en önemli otoritenin canlarını ve mallarını korumak ve muhafaza etmekle mükellef olduğu anlamına gelir. Bu, ‘hükümdar’ veya ‘hükümdar’ kurumunun, mutlak başın ortaya çıkmasına yol açar. Bu nedenle insanların mutlak güce karşı hakları yoktur (Boucher ve Kelly, 2003). Hobbes, sosyal sözleşmeye egemenlik üzerinde hiçbir sınırlama getirilemeyeceğine inanmaktadır. Yani, Hobbes’a göre egemenlik, mutlak ve bölünmez olmalıydı.

 

JOHN LOCKE

Hobbes, insan doğası fikrine dayanarak insan haklarının kaynağını değerlendirirken, benzer bir çıkış noktasını Locke’da görüyoruz. Locke da, insan haklarının ne olduğunu ve doğa yasasının ne olduğunu göstermek için “doğa durumu” fikrini dikkate alır. Ancak başlangıçta söyleyebiliriz ki, Locke doğa durumuna Hobbes kadar kötümser yaklaşmamıştır. Locke’a göre doğa durumu bir özgürlük, eşitlik ve barış halidir, ancak bir düzensizlik hali değildir. Doğa kanunu, insanların Tanrı’nın onlara verdiği sağduyu ve adalet çerçevesinde yaşamasını emreder. Bu yasanın bizzat kanunu olan akıl, kendisine danışacak olan tüm insanlara, başkalarının hayatına, özgürlüğüne veya malına zarar vermemesi gerektiğini emreder çünkü herkes eşit ve bağımsızdır. Ancak doğa kanununu çiğneyenlere karşı bu davranıştan zarar gören herkesin o kişiyi yargılama ve cezalandırma hakkı da vardır. Böylelikle, doğa durumunda kişi bir başkası üzerinde güç kazanır. Ancak bu güç, bir suçluyu öfke veya sınırsız iradesi ile yakalayan kişinin kullanacağı mutlak veya keyfi bir güç değil, sadece soğukkanlı bir zihin ve vicdan gücünden ibarettir (Locke, 2007). Bu nedenle, Locke’a göre, Hobbes’un “homo homini lupus” fikrinin aksine, doğa durumu yalnızca güçlülerin egemen olduğu bir kanunsuzluk durumu değildir. Doğa durumu, insanların rasyonel bir şekilde ve bir devlet otoritesine bağımlı olmadan yaşadıkları bir dönemi temsil eder. Üstelik bu dönemde insanların yaşam, özgürlük ve mülkiyet gibi hakları vardır. Organize toplum, hak ve özgürlüklerinin daha etkili ve daha iyi korunması için yaratılır. Bununla birlikte bireyler, otoriteye girme değil, doğal haklarından güvenli ve özgürce yararlanma konusunda doğal özgürlüklerinden vazgeçerler. Yüksek otorite veya devlet ihtiyacının Hobbes’un güvenliği için bir endişe olduğunu söylemek yanlış olmaz. Locke için bu, özgürlüğü koruma ve geliştirme meselesidir. Bu nedenle, liberal devlette birey, devletle yaptığı sözleşme karşılığında özgürlüğünü garanti ederken realist teoride, güvenliği sağlamak için üst otoriteyi (devlet) yarattı ve devlet adına özgürlüğünden vazgeçmiştir.

 

                                              JEAN-JACQUES ROUSSEAU

Rousseau, Hobbes ve Locke gibi bir doğa durumu varsayımına dayalı olarak siyasi düşüncesini ileri sürer. Ancak bunu yaparken, çağının siyasi davranışını haklı çıkaran bir doğa durumunu tasvir etmeye çalışmamıştır, daha çok insan adaletsizliklerinin kökenini açıklayan ve mevcut koşulları eleştiren bir tanım ortaya koymuştur (Tannenbaum ve Schultz, 2011). Rousseau, Hobbes’tan farklı olarak, doğa durumundaki insanı özgür, doğa durumunu ise insanlar arasındaki eşitlik ortamı olarak değerlendirir. Rousseau’ya göre doğa durumunda eşitlik, insan doğasındaki çeşitli değişikliklerle eşitsizliğe dönüşmüştür. Bu eşitsizlik zamanla kurumsallaşmıştır ve yerleşik bir fenomen haline gelmiştir. Doğa durumundaki insan, kelimenin tam anlamıyla iyi ve özgürdür. Bu anlamda, Hobbes tarafından olumsuzlanan doğa durumu, Rousseau tarafından olumlu algılanır. Rousseau’ya göre, doğa durumu söz konusu olduğunda, iyi veya kötü, haklı veya haksız gibi kavramlar söz konusu değildir; çünkü insanların birbirlerine karşı görevleri ve sorumlulukları yoktur. İnsanlar arasında zeka, yaş gibi önemsiz doğal eşitsizlikler yoktur. Bu nedenle doğa durumunda “eşitlik”, daha da önemlisi eşitliğin yarattığı “doğal özgürlük” vardır. Rousseau’ya göre, doğa durumu bir savaş hali değildir çünkü doğası gereği insan, kendini sevme ve şefkat duygusuna sahiptir. Bu iki duygu, insanların hem kendilerini hem de başkalarını dengeli bir şekilde düşünmelerini sağlayan iki düzenleyici güçtür. Dahası, Rousseau’ya göre, kendi varlığımızı korumak için gösterdiğimiz özen başkalarına en az zararlı olduğundan, doğa durumu barış ve insan türü için en elverişli durumdur (Rousseau, 2015). Rousseau, merhametin veya sempatinin savaşın patlak vermesini engelleyeceğini belirtmektedir ve ‘medeni insan’ gözlemlerimize dayanarak, ‘doğal insanın’ nasıl davranacağını tahmin edemeyeceğimize işaret etmektedir (Wolff, 2006).  Hem hane içinde hem de hanehalkı arasında işbirliği başlatılmıştır ve keşifler ve icatlar hayatı kolaylaştırarak boş zamanlara yol açmıştır. Böylesi boş zamanlar doğal olarak insanların karşılaştırma yapmalarına, kamusal ideallerin bir yolunu bulmalarına, kendileriyle başkaları arasında suçluluk ve kıskançlık, gurur ve küçümsemeye yol açmasına neden olmuştur. Bununla birlikte, Rousseau’ya göre, özel mülkiyetin gelişimi, insanlığın evriminde çok önemliydi; insanın basit, saf bir durumdan yolsuzluk, rekabet, kibir, adaletsizlik gibi günahları işlediği bir hale dönüşmesine neden oldu (Wolff, 2006). Sosyal sözleşme, Rousseau’ya göre, vatandaşların doğa durumundan çıkıp özgür ve eşit kalabilecekleri bir sivil toplum oluşturmaları sürecidir. Rousseau’ya göre, bağımsızlığı ve eşitliği koruyan yasalar, insanların kendilerinin açıkça kabul ettikleri yasaların ortak iradelerinin ifadesiyle (ya da onun ifadesiyle, genel iradeyle) bağlayıcı olabileceği sonucuna varır (Fabre, 2013). Sonuç olarak, tüm nedenlerden dolayı, genel irade, körü körüne itaat edilmesi gereken vatandaşların büyük çoğunluğunun iradesiydi. Başka bir deyişle, bencil çıkarlar için değil, ortak iyilik için oy kullanılır. Halk, devlete ve kendini yönetenlere güç ve yetki verse de egemenlik, genel iradeyi temsil eden halka aittir ve terk edilemez.

 

 SONUÇ

Hobbes, Locke ve Rousseau, politik fikirlerini doğa durumu varsayımı temelinde oluşturdular. Ancak bu üç filozofun doğa durumu hakkındaki düşüncelerinde bazı farklılıklar vardır. Hobbes’a göre, insanlar doğa hallerinde eşit ve özgürdü, ancak savaş ortamında yaşıyordu. Locke ve Rousseau’nun aksine Hobbes, devletin yokluğunu, insan bencil ve rekabetçi olduğu için herkese karşı sürekli bir savaş durumu olarak tanımlar. Hobbes’un, Locke ve Rousseau için, doğa durumu baştan sona bir savaş durumu değildir. Locke’a göre doğa durumu, savaş durumuyla aynı değildir, ancak tam tersi; insanların eşit ve özgür olduğu bir barış, dayanışma ve iyi niyet halidir. Haksız uygulamalarda bir savaş hali ortaya çıkar, ancak bu durum doğa haliyle özdeşleştirilmemelidir. Rousseau’ya göre ise, doğa durumu Locke’da olduğu gibi özgürlük ve eşitlik durumudur ve insanların doğası gereği şefkat ve öz sevgiye sahip olmaları nedeniyle, doğa durumunda savaştan söz edilemez.

 

 

 

MİRAÇ ÖZPOLAT

Uluslararası Hukuk Staj Programı 

 

KAYNAKÇA

Goodwin, A. (2010). Evolution and Anarchism in International Relations: The Challenge of Kropotkin’s Biological Ontology. Millenium: Journal of International Studies, 417-437.

Hobbes, T. (1992). Leviathan. (S. Lim, Trans.) Istanbul: Yapı Kredi Publications, 92-94.

Locke, J. (2007). First Treatise on Government. (F. Bakırcı, Trans.) Ankara: Kırlangıç Publishing House, 10-12.

Montaigne. (2015). Essays. (S. Eyüboglu, Trans.) Istanbul: Turkey Is Bank Cultural Publications, 56.

Newman, S. (2012). Crowned Anarchy: Postanarchism and International Relations Theory. Millenium: Journal of International Studies, 259-278.

Rousseau, J. (2015). Social Contract. (V. Günyol, Trans.) Istanbul: Turkey Is Bank Cultural Publications, 22-45.

Strauss, L. (200). What is Political Philosophy. (S. Z. Hünler, Trans.) Istanbul: Paradigm Publications, 85-90.

D.G. Tannenbaum and D. Schultz. (2011). History of Political Thought- Philosophers and Their Ideas (7 ed.). (F. Demirci, Trans.) Istanbul: Address Publications, 263.

Bouncher,D. and Kelly,P. (2003). Political Thinkers From Socrates to the Present.

NewYork: Oxford University Press, 172-173.

Fabre, C. (2013). Social Contract. The International Encyclopedia of Ethics, 1-5.

McClelland, J.S.(1996). A History of Western Political Thought. London: Routledge,163-223.

Wolff, J. (2006). An Introduction to Political Philosophy. New York:Oxford University Press,   8-32

 

 

 

Benim Çocuğum (My Child)

0

Yönetmenliğini belgesel, sinemacı ve akademisyen Can Candan’ın üstlendiği 2013 yapımı Benim Çocuğum 5 farklı ailenin lezbiyen, gey, biseksüel ve trans çocuklarının onlara açılma süreçlerini ve daha sonrasını bu süreci ebeveynlerin gözünden izleyicilere aktaran bir uzun metrajlı filmdir. Öncelikle belgeselin ilk yarısında ebeveynlerin ve hatta ebeveynlerin ebeveynlerinin bu duruma karşı hissettiği inkâr, çaresizlik, kendini suçlama, utanma, saklama ve kabullenme gibi yaşadıkları duygusal süreçler işlenmiştir. LGBTQI+ bireylerin aile üyelerinin onların açılmalarına tepkileri ve çocuklarına önerdikleri yöntemleri de ilk yarıda görmekteyiz. Belgeselin ikinci yarısında ise artık çocuklarını kabullenmiş ve çeşitli sebeplerle tanışarak bir araya gelen LGBTQI+ ailelerin Lezbiyen, Gey, Biseksüel, Trans, İnterseks Bireylerin Aileleri ve Yakınları Derneği’ndeki (LİSTAG) çalışmalarını, sohbetlerini, örgütlenerek bir araya gelmeleri işlenmiştir. Ailelerin aktivist yanları ortaya koyulmuş ve son olarak Onur Yürüyüşü etkinliğinin gösterimi ile belgesel sonlanmıştır.

Belgeselde karşımıza çıkan ilk kişiler anne ve babadan oluşan temel aile bireyleridir. Geleneksel, heteronormatif Türk aile yapısının temel taşları olan anne ve babaların LGBTQI+ çocuklarıyla yaşadıkları deneyimi aktaran belgesel seyirciye adeta homofobi ve transfobinin karşısına geçilecek ilk merkezin aile olduğunu işaret etmektedir. Bunu yaparken anne ve babaların LGBTQI+ bireylere dair bilgisizliğine, ana akım medyadaki temsil yetersizliğine ve var olan temsili figürlerin yaşadığı günlük zorlukları bize anlatarak homofobi ve transfobinin temeline toplumsal yetersizlikleri koyar. Belgesel bu zorlukların aşılması durumunda gördüğümüz aile örneklerindeki gibi LGBTQI+ çocuğunun kabullenileceği fikrini seyirciye adeta aşılar. Aileler belgesel boyunca anne, baba, aile ve aktivist olmayı yeniden tanımlamak zorunda kalarak var olan muhafazakâr, homofobik ve transfobik topluma tepkilerini koymaya çalışırlar. “Bize aktivist dediler. Aktivist falan değiliz, biz anneyiz, turşu kurup reçel yapıyoruz.” cümlesi ile aktivizm tanımlarının da belgesel içerisinde değiştiğini görmekteyiz.

Aynı zamanda belgeselde, aileler merkeze alınarak insanların kendi hayatlarından bir şeyler bulabileceği, kendi ailelerini de belgeseldeki ailelerle ilişkilendirebilecekleri bir ortam yaratılmıştır. Özellikle belgeselin ilk yarısındaki duygusal, samimi ve sevecen aile ortamına ait konuşmalardaki sohbet havasıyla insanları içeri çekerek konuşmaya ortak etmektedir. Aynı zamanda bu samimi ortam Türk toplumundaki homofobi ve transfobiye karşılık izleyicilere bir çözüme yönelik bir umut vermektedir. Bir diğer yandan belgeselin ikinci yarısında artık örgütlenmiş, birbirlerinin yaralarına merhem olmuş ve uzmanların destekleriyle insanları bilinçlendirmeye çalışan aileler izleyicileri doğru iletişim ve eğitimle toplumdaki bu sorunların sağlıklı yollarla çözülebileceğini işaret etmektedir. Belgeselin başında tanıştığımız ailelerin LGBTQI+ çocuklarıyla ve onların dernek çalışmalarıyla seyircinin buluştuğu kısımda LGBTQI+ bireylerin görünürlüğü sağlanmış ve bu bireylerin kendi aileleriyle sağlıklı ilişkileri gözler önüne serilmiştir. Ekranlarda temsiliyet bulamayan ve aileleri tarafından reddedildikleri genel kanı olan LGBTQI+ bireylerin hem aileleri ile hem de kendi arkadaşları ile çalışmalarını, onların yeni bir işe başlayarak devlet memuru olabileceklerini ve sıradan bir hayatı sürdürebileceklerini görmekteyiz. Bu kısımda verilmek istenen mesaj sıradan insanlar gibi LGBTQI+ bireylerin de toplumda yer verildiği zaman aynı meslekleri yapabilecekleri, kanıksanabilecekleri ve toplumsal hayatın birer parçası olabilecekleridir.

Aile kurumunun belgeselin temeline alınmasını ailenin özgürleştirilerek toplumun özgürleştirilmesi mesajının verilmesi olarak yorumlayabiliriz. Bilinçlenmiş ailelerin LGBTQI+ çocuklarını kabul etmeleriyle aile daha özgür ve daha kapsayıcı bir yönde değişim göstermiştir. Bu vesileyle aile yapısı sorgulanırken, aynı zamanda aile olmak, evlat olmak gibi kavramlar da sorgulanarak aile yapısında olabilecek muhtemel değişiklikler sergilenmiştir. Bu değişikliklerin anormal ve yanlış gözüktüğü muhafazakâr, homofobik ve transfobik çoğunluklu toplumda LGBTQI+ çocukların aile içinde kabullenilmesi süreci de olayın öznesi olan kişiler tarafından anlatılmıştır.

Toplumun çekirdeğine aileyi koyan diskurun günümüzdeki sahibi olarak hükümet ve hükümet üyeleri ile sürdürülen çalışmalara belgeselin içinde yer verilmiştir. Benim Çocuğum belgeseli 2013 yılında yayınlandıktan sonra pek çok kişi tarafından izlenmiş ve belgesel içerisinde yer alan LİSTAG üyeleri tarafından mecliste de belgeselin milletvekillerine gösterimi yapılmıştır. Türk Anayasasında herhangi bir yasayla korunmayan LGBTQI+ hakları için çalışma yapan LİSTAG aileleri belgeselde de belirtildiği gibi TBMM’ye giderek talep ettikleri yasaları konuşmaya açmışlardır. Belgesel sayesinde toplumu bilinçlendirmenin yanı sıra toplumu mecliste temsil eden ve toplumda hayati önemi olan yasaları oluşturan meclis üyeleri de bilinçlendirilmeye çalışılmıştır. Azınlık haklarının dünyanın hiçbir yerinde doğrudan verilmediğini tam tersine daima mücadele edilerek kazanıldığı bilinen bir gerçektir. Türkiye’deki mevcut LGBTQI+ hak mücadelesinde LİSTAG ailelerini baş aktörler olarak görmekteyiz. LİSTAG aileleri Türkiye’deki bazı aileler gibi çocuklarını sadece kabullenip hayatlarına devam etmek ve çocuklarının cinsel yönelimlerini saklamak yerine çocuklarının haklarını savunmayı yani aktivizmi tercih etmişlerdir. Bu tercihin önemi Türkiye’de ilklere öncelik yapması bakımından çok önemlidir. Kendi fikirlerini, yaşam şekillerini ve değiştirilemez cinsel yönelimlerini topluma kabul ettirmeye çalışan aileler örgütlenerek mücadeleye girişmişlerdir. Örgütlenemeyen her düşünce ölmeye mahkumdur ve bunu bilen LİSTAG aileleri de sessiz çoğunluğa umut olmuşlardır. Başlattıkları bu hareketin meyvelerini de belgeselde git gide artan aramalar, buluşmalar ve bilgi almak isteyen aileler ile anlıyoruz.

Son olarak belgeselde ülkemizin kanayan bir yarası olan LGBTQI+ cinayetlerine de yer verilmiştir. 2010 yılında öldürülen trans İrem Okan’ın annesi Melek Okan’ın söylediği “Koskoca dünyaya benim çocuğumu mu sığdıramadılar?” ifadesi belgeselin adına da ilham kaynağı olmuş gibi gözükmektedir. “Benim çocuğum” ifadesi ailelerin evlatlarını kız veya erkek olarak ayırt etmek yerine onları kendi evlatları olarak sahiplenmeleri, onlara kol kanat germeleri ve onları desteklemeleri noktasında belgeselin ana amacını çok iyi bir şekilde vurgulamaktadır.

Benim Çocuğum belgeseli temelinde izleyenlere “Sırf cinsel kimliğini farklı hissediyor diye biricik evladınıza kızabilir misiniz? Onu suçlar mısınız? Bir insan cinsel kimliği fiziki görünüşünden farklıysa suçlu mudur?” sorularını yöneltir ve ailelerin bu sorulara yanıtlarını yaşamlarından kesitler sunmak yoluyla bizlere aktarır. Kısaca, LGBTQI+ yaşamlarını olayların öznelerinden dinleyebildiğimiz Benim Çocuğum belgeseli Türkiye’deki birçok aileye örnek olması açısından yapıcı yöntemleriyle aileye yönelik bir belgeselidir.

 

 

 

H. GÜLAY MALKOÇ

Gender Studies Staj Programı

Cumhuriyet’in İlk Yıllarında Bir Kadın Hakları Mücadelesi: Türk Kadınlar Birliği ve Nezihe Muhiddin

Özet

Türk Kadınlar Birliği, Türk kadının toplumsal ve düşünsel statüsünün geliştirilmesi, çalışma hayatına katılımının sağlanması gibi amaçları misyon belirterek 7 Şubat 1924’te kurulmuştur. Derneğin kurucusu Nezihe Muhiddin’dir. Nezihe Muhiddin şahsi olarak kadınların siyasi haklarını elde etmesi için mücadele veren bir kadındır. Cumhuriyet’in ilk yıllarında yaşanan otoriter ulus-devletleşme süreci farklı fikirler açısından sınırlayıcı bir süreç olmakla birlikte kadınların  hak mücadelesini de sınırlamıştır. Bu çalışmada Cumhuriyet’in erkek üzerinde inşa olan modernleşme serüveninde kadınların siyasi hakkı için mücadele veren Nezihe Muhiddin’in başkanlığı süresince Türk Kadınlar Birliği’nin faaliyetlerinden ve Nezihe Muhiddin’in tasfiyesinin arkasında yatan siyasi sebeplerden bahsedilecektir.

Anahtar Kelimeler: Türk Kadınlar Birliği, Cumhuriyet, Nezihe Muhiddin, kadın hareketi

 

Giriş

Günümüzde kadınların siyasi ve toplumsal statülerine baktığımızda çeşitli eşitsizlik sorunlarıyla karşılaşmaktayız. Kadınlara dair günümüzdeki algıların temelinin atıldığı Cumhuriyet’in ilk yılları, Türkiye için kadın hareketinin seyri noktasında önemli izler taşımaktadır. Kadınların hem siyasi hem de içtimai olarak erkekler ile aynı konumda olduğu bir Cumhuriyet için ilk yıllarda önemli hak mücadeleleri verilmiş ve bu mücadeleler karşısında kadınlar sistemin içerisinde eritilerek, erkek egemen siyasanın kendisi için belirlediği sınırlara dahil edilmiştir. Bu dönemdeki mücadelenin kurucu bir figürü olarak Nezihe Muhiddin, kadınların siyasi haklarına dair verdiği mücadele neticesinde ‘’Türk Kadınlar Birliği’’ gibi önemli oluşumların altına imzasını atmış olsa da iktidarın karaladığı ve yok saydığı bir isim olarak erkeklerin şekillendirdiği tarih anlatısında unutulmaya terk edilmiştir.

 

1. Nezihe Muhiddin Kimdir?

Nezihe Muhiddin, Türk Kadınlar Birliği’nin kurucusu ve kadınların siyasi haklarının savunucusu olarak önemli bir tarihi aktör olmayı başarmış isimlerdendir. Osmanlı Devleti’nin son zamanları olan bir süreçte; istibdat döneminde dünyaya gelmiştir. Osmanlı toplumunun sınıfsal dinamikleri içerisinde bir konuma tekabül etmesi açısından üst sınıf sayılabilecek bir ailede yetişmiştir. Annesi, kendisinin yazarlık kimliğinin gelişmesine katkıda olan kişilerdendir, eğitimli ve edebiyatı seven bir kadındır. Babası ise sorgu hakimidir. Muhittin, serasker dedesinden kalma köşkte ailesiyle birlikte bir çocukluk dönemi geçirmiştir. Döneminin koşullarına nazaran imkanları olan bir aileden çıkıyor oluşu oldukça önemli bir detaydır. Kadınlar arasında entelektüel birikimi ve hitabetiyle yükselen,  günümüze ulaşan –Halide Edip ve Fatma Aliye gibi – çok sayıda ismin iyi eğitim almış, orta üstü sınıfsal bir konumda bulunan ve eğitiminin önemsendiği ailelerden gelen kişiler olduğu görülmektedir. Örneğin, Kadınlar fırkası heyetinde bulunan kadınlar, dönemin en üst düzey yöneticilerinin yakınlarıydılar. Bu kadınlar, diğer Türk kadınlarından daha iyi eğitim alabilme şansına sahip olanlardı (Balcı ve Tuzak, 2017:46). Nezihe Muhiddin’in kadın haklarına dair bilinçli bir mücadele yürütmüş olmasının temelleri çocukluğuna dayanmaktadır. Hatıralarında Dayızadem  Nakiye Hanım diyerek bahsettiği kuzeni üzerinden betimlediği Türk kadını tahayyülü, çocukluk yıllarında Kadınlara Mahsus Gazete’nin de yazarlarından olan Nakiye Hanım’dan ne denli etkilendiğini göstermektedir. Fatma Aliye de önemli bir yazar olarak aile görüşmeleri neticesinde etkilendiği isimler arasındadır. Aile çevresi olarak Hareket-i Nisvan’ın yakınlarında ve Hareket-i Nisvan’a aşina bir ortamda bulunduğunu da söyleyebiliriz.

1908 Devrimi süreci kendisinin hayatında önemli bir dönüm noktasıdır. 2. Meşrutiyet ilan edildikten sonra İstanbul’a dönmüş ve resmi olarak yazarlık hayatına başlamıştır. Bu dönem kendisinin aynı zamanda hayat-ı hariciye olarak adlandırdığı ve bir kadın olarak “dışarıda” çalışmaya başladığı da dönemdir. Hayatının farklı dönemlerinde öğretmenlik ve müdürlük gibi meslekler yapmış olsa da kendisinin esas uğraşı yazarlığıdır.

Nezihe Muhiddin’in fikri konumlanışını anlamak da konu içerisinde önemli bir yer tutmaktadır. Doğu ve Batı ikileminde kalınan 1900’lü (1800’lerden başlayarak) yıllarda Muhiddin de Batılılaşmanın ölçütleri noktasında milliyetçi bir çizgidedir. İttihat Muhiddin uluslararası düzlemde Yeni Osmanlıların ve Hanımlara Mahsus Gazete’nin kadın yazarlarının tutumunu benimsedi: Batı’nın fen ve biliminden yararlanmak, ancak siyasal/iktisadi ve kültürel yönden Avrupa’dan bağımsızlık. Siyasi bağımsızlığı önemsiyordu zira Avrupa, Muhiddin için Osmanlı Devletini ve esas olarak da Türk unsurunu yok etmek isteyen bir güçtü.  Bunun yanında toplumsala yaklaşması konusunda pozitivist bir tutumu olduğunu ve “dini hurafelerden” uzak durulması gerektiğini düşünüyordu(Zihnioğlu, 2003:66-67). İttihat Terakki Kız Sanayi Mektebi görev aldığı yerler arasındaydı ve bu da döneminde İttihatçı fikirlerden etkilendiğini ve bu fikrin destekçisi olduğunu gösterebilecek bir detaydır.

 

2. Meşrutiyetten Cumhuriyet’e Geçiş: Kadınlar Halk Fırkası

II. Meşrutiyet’in ilanı, dönemi için bir özgürlük dalgası doğurmuştur. Sivil alanda fikri hareketliliklerin de artmasını sağlayan bir dönemdir ancak kısa bir süre sonra başlayan Balkan Savaşları ve devamında gelen savaş süreci kadın hareketi noktasında da çeşitli enerji bölünmelerine neden olmuştur. Kadınların hakları için doğrudan mücadele veren kadın örgütlenmeleri önemli ölçüde vatansever bir çizgiye kaymıştır. Anadolu kadınının Milli Mücadele’ye verdiği destek farklı şekillerde olmuştur. Bir kısmı mitingler yoluyla, Milli Mücadele ruhunu Anadolu’ya yaymaya çalışırken, bir kısmı da cemiyetler kurararak örgütlenmiştir. Bazı kadınlar, cephedeki askere, cephane, yiyecek, içecek temini, yaralı askerlerin bakımı gibi konularda destek olurken, bazıları da bizzat savaşa dâhil olarak vatanı için savaşmıştır (Sarıçoban, 2017:1332). Üyelerini Hilal-i Ahmer’de gönüllülük çalışmalarına teşvik etme ya da cephenin gerisinde halkı bilinçlendirme faaliyetleri düzenleme şeklinde vatansever mücadeleler göstermişlerdir. Meşrutiyetten Cumhuriyet’e geçiş süreci içinde yer alan savaş yılları aynı zamanda kadın emeğinin gün yüzüne çıkması bakımından da önemlidir. Gerek kamuda gerek tezgahlarda savaşa giden erkeklerin yerine geçerek üretime ayak uyduran ve katkıda bulunan çok sayıda kadın vardır. Bu savaş süreci zoraki bir biçimde de olsa kadınları meydanlara çıkarmış ve yapabileceklerinin neler olduğunu göstermiştir. Nezihe Muhiddin, Meşrutiyet ve Cumhuriyet arasındaki bu süreci Türk halkı için bir uyanış ve hareketlenme süreci olarak adlandırır. Emek gücünün dönüşümüne ve verilen mücadeleye bakılırsa vatanı için mücadele vermiş her kesim savaş sonrası süreç için doğal olarak beklentiye girecektir. Devletin akıbetinin Cumhuriyet ile sonuçlanacağını işiten halk tabakaları –her ne kadar muhalefetler olsa da- büyük belirsizliklere rağmen Cumhuriyet’e dair umutluydular ve beklentileri yüksekti.

“Cumhuriyet kadın erkek farkı tanımayan adil bir sistem”di. Cumhuriyet inkılabını gerçekleştiren tüm milletler kadın haklarının tanınması için önemli adımlar atmışlardı. Kadın meselesi bu ülkede doğal akışını tamamlayarak son gelişme aşamasına ulaşmıştı. Ananeleri, çürük kanaatleri, batıl telakkileri kesin hamlelerle yıkıp yerlerine kuvvetli ve çağdaş ilkeler getiren “ateşli ve genç cumhuriyetimiz” kadının mevcudiyetini canlı bir bilinçle anlayacaktı. Cumhuriyetin topluma kazandırdıklarından en çok kadınlar yararlanacaktı.” (Zihnioğlu, 2003:120)

Nezihe Muhiddin’in ifadeleriyle savaş dönemi rüştünü ispat etmiş Türk kadını, kendisi için en uygun hakları getireceğine inandığı Cumhuriyet’in vereceği her türlü hakka da sorumluluğa da açıktı. Bu o denli bir açıklıktı ki henüz Cumhuriyetin ilan edilmediği dolayısıyla da Halk Fırkası’nın da kurulmadığı 1923 senesinde Haziran ayında bir kongre düzenlenmiş ve Kadınlar Halk Fırkası adı altında bir tüzük İçişleri Bakanlığına gönderilmiştir. Bu girişim Cumhuriyet kadının Cumhuriyet tarihine fevri bir giriş yapmasını sağlamıştır. Öyle ki bu oluşumun bütün amacı siyasi haklar üzerinde şekillenmekteydi. Kadınlığın statüsünü yükseltmek ve kadınların siyasi haklarını kazanması için mücadeleye hazır olan bu fırkanın amaçları dönemin toplumsal cinsiyet algılarına bir meydan okuma şeklindeydi. 1923 Nisan ayında oy hakkının kullanımına dair tartışmaların yapıldığı sırada Nezihe Muhiddin de bu yenilikte yer almak istediği için hemen harekete geçmiş olmalı ki bırakın Halk Fırkasının kurulmasını Cumhuriyet’in ilanını bile bekleyemeden siyasi alana müdahil olma çabalarına girmiştir. Kadınların siyasi haklarından tutun dışarıda çalışmalarına (hayat-ı hariciye) ve gerekirse askerlik de yapabileceklerine dair maddeler barındıran bu tüzük İçişleri Bakanlığı’ndan beklediği onayı bir türlü alamamıştır ve 7-8 ay sonra red yanıtıyla karşılaşmıştır. Muhiddin, bu süreçten bahsederken kendilerine, kadınların henüz siyasal hakları olmadığını bunun için de siyasi bir parti kurmalarının mümkün olmadığını söylediklerini belirtmiştir. Haklar doğrultusunda mücadele vermeye devam etse de 1923-1927 yıllarında ılımlı bir muhalefet ve mücadele yürüttüğünü kabul etmek gerekir çünkü görüyoruz ki red yanıtıyla karşılaşan KHF sivri maddeleri tüzükten çıkararak bu sefer siyasi bir oluşum olmayan Türk Kadınlar Birliği’ni kurmaya yönelmişlerdir.

 

3. Türk Kadınlar Birliği Kuruluyor

KHF’nin gönderdiği tüzük red yanıtı alınca 1924’ün ilk aylarına denk gelen bu süreçte 1 hafta içerisinde yeni bir tüzük hazırlanıp İçişleri Bakanlığı’na gönderilmiştir. Bu yeni tüzük siyasi maddeleri düzenlemiş yerine kadınların toplumsal ve fikri konumlarını iyileştirip, dışarıda çalışmaya teşvik edecek bir misyon üstlenmişti. 8 ay içinde bir türlü cevap alamayan KHF’ye karşın Türk Kadınlar Birliği 1 hafta içerisinde onay almıştır. Yeni birlik kurulduktan hemen sonra yine faaliyetlerine devam etmiş; dikiş kursları, konferanslar, dul ve ihtiyaç sahibi kadınlara maddi destek ve iş imkanı sağlama, kadınları ehliyet almasını sağlayarak şoförlüğe yönlendirme gibi çok sayıda çalışmalar yapılmıştır. Birlik kurulduktan sonra faaliyetlerini Anadolu’ya yaymak için şubeler açmaya başlamıştır.Nezihe Muhiddin’in “Türk Kadını” adlı yapıtına göre Denizli’de (1926), Üsküdar’da (1927), Oruz da; Diyarbakır’da (1927) şube açıldığını belirtirler. Gene Muhiddin’e göre Derneğin 500 üyesi olmuştur(Dişbudak, 2008:13). TKB’nin sesini duyurmak adına önemli bir aracı da Türk Kadın Yolu dergisidir. Bu dergi çok sayıda kadın ve erkek yazarın bünyesinde bulunduğu ve yalnızca Nezihe Muhiddin’in başkanlık sürecinde yayınlanan bir dergidir. Toplumsal alana yönelik faaliyetler yürütülüyor olsa da Nezihe Muhiddin bu dergi vasıtasıyla sık sık kadınların siyasi haklarının, bir ferd olarak erkeklerle eşit koşullarda bulunmasının ehemmiyetinden bahsetmiştir. 1923-1925 yılları arasının düşünce ve kadın dergilerinde var olan doyurucu ve detaylı Osmanlıca metinler, iktidar mücadelesinin artan boyutlarında kadının ne düşündüğünü anlamamızı sağlayarak dönemin fikri atmosferini belli temalarla gözümüzün önüne getirmektedir.(Akagündüz, 2015:2) 1926 yılına gelindiğinde Medeni Kanun’un kabulu kadınlığın kamusal konumu açısından oldukça önemli ilerlemelere imkan sağlamış olsa da tam olarak amacını elde edemeyen Muhiddin bu süreçte ılımlı bir muhalefet yürütmeye devam etmiştir. 

 

1927-Kadınlar Birliği’nin İlk Kongresi

Yoğun bir faaliyet süreci geçiren TKB, faaliyetlerinin zirve yaptığı bir sene olan 1927’de ilk kongresini düzenlemiştir. Bu kongrenin en önemli detayı Nezihe Muhiddin’in teklif ettiği tüzük değişikliğidir. Kongrenin açılış konuşmasında kadınların siyasi haklarına tekrar değinen Muhiddin, tüzüğün “Birliğin siyaset ile alakası yoktur.” konulu 2. Maddesini değiştirmeyi teklif etmiştir. Teklif kabul edilmiştir ve bunun üzerine artık birlik doğrudan siyasi taleplerde bulunabilecektir. Muhiddin için bu hamle sonun başlangıcına sebebiyet vermiştir. Kadınların siyasal, toplumsal ve ekonomik alanlarda kabul görüp özgürleşmeleri, karar mekanizmalarında söz sahibi olmaları ve yeni yönetimde kurucu unsur olarak yer almaları TKB yönetiminin varoluş amacını oluşturmuştur. Ancak “Kadınlık mefkûresi” için gerekli görülen tüm bu mücadeleler şartların uygun olmadığı gerekçesiyle aşırı istekler olarak nitelendirilmiş ve Birlik yönetimi ağır eleştirilerle yıpratılmıştır (Hamzaoğlu, 2017:86). İstanbul Valiliği doğrudan Birliğin karşısında yer almıştır ve kadınların meclise girmesi hem halk tarafından hem de meclis/hükümet tarafından tepkiyle ve alayla karşılanmıştır. Döneminin gazeteleri bu konuda bize ışık tutmaktadır. İktidarın ve devletin doğrudan aracı olan gazetelerde yayınlanan karikatürler içerik olarak kadınları alaya alarak meclise girip siyasetle uğraşmayı kadınların beceremeyeceğini ve bunun bir erkek işi olduğunu vurgulamıştır. “Kadınlar meclise girip döneminin manto modasını tartışacak” şeklinde ifadelerin türevleri sıklıkla yer almıştır.

Muhiddin’le alakalı bu kongreye dair en önemli detay kendisinin sonunu getiren karalama ve iftira girişimleridir. Nezihe Muhiddin’i TKB’den ve legal kadın mücadelesinden tasfiye eden iki unsur vardır; bunlardan ilki devlet diğeri de birlik içindeki muhalefetti. Birlik içindeki muhalefetin sebebi Muhiddin’in aşırı bulunmasıydı. Kongrenin hemen ertesi günü Birlik binasına Muhiddin’e dair iftira gerekçeleriyle baskın yapılmıştır ve mühürlenmiştir. Çok sayıda suçlama ile davaya muhatap olan Muhiddin parti içinden kadınların kendisine karşı muhalefet olup devletle anlaşması üzerine birlikten tasfiye edilmiştir.

 

4. Otoriter Ulus-Devletleşme Sürecinde Yeni Toplum

Siyasi haklar talep eden bir oluşum olarak Kadınlar Halk Fırkası’nın kabul edilmemesi ve beraberinde tüzük değişikliği doğrultusunda siyasi içerikli maddelerin düzenlenmesi ve yeni tüzüğün bir hafta içerisinde onay alıyor oluşu incelenmeye değer bir konudur. Zira kadın hareketinin daha ileri bir seviyede olmasının önündeki engel otoriter ulus-devletleşme sürecinden etkilenmiş oluşudur. Bu konunun arkasında da modernleşme süreci yatmaktadır. Türkiye’nin yeni kurulduğu ve dünya saflarında kendine bir yer edinmeye çalıştığı 1920’lerde erkek egemen devletin ulus devleti inşa süreci kendisini var etmek adına diğer oluşumları ve diğer varlıkları tek bir noktaya odaklı biçimde eritme sonucunu doğurmuştur. Cumhuriyet’in bu hedef noktası ise yeni ve tek bir ulusal kimlik etrafında her alanda bu kimlikle uyumlu olabilecek altyapılar sağlamak ve tercih edilen modernleşmeye binaen ona uygun kurumsal yapılanmayı oturtmak şeklindedir(Avcil, 2010:1188-1189). Kurulacak cumhuriyet için milliyetçiliğin yükseldiği ve bir şekil ilerlemenin de gerekli olduğunun kabul edildiği bu süreçte milliyetçilik, yabancı yüksek kültürü tasfiye eden ama yerine eski yerel alçak kültürü koymayan; kendisine özgü bir yerel yüksek kültürü (okur-yazarlığa dayanan, uzmanların aktardığı bir kültür) canlandıran veya icat eden(akt. Durakbaşa, :82-83) bir işlev görmüştür, icat edilen bir kültür ve bunun neticesinde inşa olan yeni kimlikler vardır. Bu tahayyül edilen ve ulaşılmaya çalışılan toplum yapısında ilk etapta hiçbir şey doğal süreçleriyle gelişmemiş iktidarın elit tabakası –kendisini konuya dair tek fikir sahibi- olarak gördüğü için milliyetçiliğin doğurduğu bir nokta olarak toplum mühendisliğine kalkışmıştır.

Cumhuriyet’in hedefi belirli noktalara ulaşmak için modernleşmeyi inşa etmek, kendi eliyle “oturtmak” olmasından ötürü sivil alanı dahi şekillendiren bir devlet yapısından bahsetmekteyiz. Yasalar koyarak tepeden inme bütünleştirmeyi sağlamak, Osmanlı toplumsal yöneticiliğinin temelinde bulunan bir davranıştı. -Atatürk etrafında şekillenen ve şahsıyla bir devletçilik ilkesi kurduğu- Kemalizmin karakteristik özellikleri de toplum konusunda bu görüşün hala ağır bastığını gösterir (Mardin, 1990:52). Doğal yollarla gelişen bir toplum ve devlet ilişkisi olmayıp olağanmış gibi yerine getirilmeye çalışılan modern toplumun ve siyasetin, kendisini yerleştirmek adına diğerlerini tasfiye ettiği bu süreç “sivil” olan herhangi bir şeyden bahsetmeyi zorlaştırmaktadır. Tıpkı diğer bütün hareketlilikler gibi kadın hareketi de devletçi bir kişilik kazanmış ve Kemalist feminizm kavramını doğurmuştur. Kemalist feminizmin kadın hareketini nasıl yönlendirdiğini tartışmadan önce anlaşılması gereken önemli bir diğer konu ulus devletleşme sürecinin erkek öncül dinamikleridir. Modernliğin bu otoriter tarzı ile erilliğin modern tahhakküm tarzları, çok yaratıcı eklemlenmeler gerçekleştirebilmiştir. Türk milliyetçi ve modernist elitlerinin ulus tahayyülü cinsiyetlendirilmiş bir toplumsal pratiktir(Sancar, 2004:9) Bu toplumsal pratiğin dinamiklerini “modern Türk kadını” kimliğinin inşasında ve Nezihe Muhiddin’in sınırlandırılmasında görebiliriz. Modern Türk kadını, ailesine ve vatanına sahip çıkan gerekirse mermi taşıyan evinin cefakar ve fedakar annesi kimliğine büründürülerek kamusal alanda görünür ama siyasi süreçlerle “çok da ilgilenmeyen” bir konumda bırakılmıştır. Eşitlik ve özgürlük isteyen kadınlarla siyasal merkezin modernlik tanımı arasındaki mesafeler uzamakta, çatışmalar artmakta ve mutsuz ilişkiler çoğalmaktadır.(Sancar, 2004:14) Erkeklerin öncül olduğu siyaset ve tarih anlatıları bu gibi faaliyetlerde günümüze kadar gelmiş ve hala da devam etmektedir.

Tarihe kadını ve erkeği yan yana koyarak bakmak ya da kadın kadın üzerinden bakmak hemen her veriye bilimsel kuşku ile yaklaşmak gereğini doğurmaktadır (Zihnioğlu, 2020:107).

 

4.1. Otoriter Ulus-Devletleşme Sürecinde Kadın Hareketi ve Türk Kadınlar Birliği

Modernleşme sürecinde eğitimli, milliyetçi kadronun bu süreçte elde ettiği başarılar kontrol isteğinin toplumun her kademesine yayarken kadını da kapsamış, kadın hareketinin bu yıllar arasındaki belirgin simaları sonraki yıllarda sessizleşmiştir. (Akagündüz, 2015:2) Türk Kadınları Birliği ise Nezihe Muhiddin’i tasfiye ettikten sonra Atatürk’ün istediği çizgiye kaydı. Muhiddin’in Birlikten uzaklaştırılmasının ardından Birlik eski faaliyetlerini büyük ölçüde yitirdi.Muhiddin önemli bir kadın hakları savunucusu ve güçlü bir lider özelliklerine sahipti.Onun bu karekteri birliğin çalışmalarına da yansımıştı.Bundan sonraki 1927-1935 dönemi faaliyetleri incelendiğinde çok daha ılımlı bir politika izledikleri ve daha çok bir yardım derneği gibi çalıştıkları görülmektedir. (Dişbudak, 2008:37)

Kendisini ataerkil argümanlarla tanımlayan Cumhuriyet, uysal bir muhalefetin yanında kontrollü bir kadın hareketi de arzulamıştır. Cumhuriyet kadroları, kadın haklarını ataerkil sınırlarla belirlemek ve kadını rejime mal etmek isterken Nezihe Muhiddin ve onun etrafında bulunan aktif kadınlar ise kurulan yeni rejimin izleyicisi değil siyasi, iktisadi ve toplumsal destekleyicileri, savunucuları olmayı arzulamışlardır (Zihnioğlu 2003, 261-262). Nezihe Muhiddin önemli bir cumhuriyetçi ve hatırı sayılır bir milliyetçiydi zira Muhiddin’in görüşleri etkin olduğu dönem içinde imparatorlukçu Osmanlıcılıktan, ulusçu Türkçülüğe dönüştü. Muhiddin Cumhuriyetin kuruluş günlerinde “kadınlık mefkuresi” için mücadelede stratejisini, uluslaşma sürecine kadınların katılımını sağlamak ve bu katılımın getirdiği güç alanında kadınların eşitliğe, mevkiye ve güce kavuşması olarak belirledi. Önceleri inşa olan “İslam kadını” tasavvuru bu savaş yıllarında “Türk kadını” tasavvuruna dönüşmüştü. (Zihnioğlu, 2003) Sonuca ulaşmamız açısından Muhiddin’in ideolojik konumlanışı önem arz etmektedir.

 

Kemalist Feminizmin Kadın Hareketine Yansımaları

Nezihe Muhiddin’in faal olduğu yılların beraberinde “Cumhuriyet kadınlarının” Atatürk’e dair duymuş olduğu minnet duygusu üzerinden gizlenen bir rejim cinsiyeti ve şekillenen bir eşit algısı söz konusuydu. Cumhuriyet’in avantajlı kadınları bürokratik aygıt içinde erkeklerle eşit üyeler olarak kendilerini sundular ve algıladılar, bir anlamda Cumhuriyet’in ‘saygıdeğer simgeleri’ olarak görüldüler(Durakbaşa, 2017:93). Kemalist feminizm Doğu ve Batı arasında bir kadın kimliği harmanlayarak Atatürk’ün medeniyeti kadınlara getirdiğine coşkuyla inandırmış olacak ki aldığı kadarı Türk kadınına yetmiş ve gözünü boyamıştı. Kadınların kamusal alanda elde ettiği haklar göz ardı edilemeyecek kadar önemlidir ancak bu ilerlemeye büyülenerek de kadınların çok yönlü bir toplumsal hayat karşısında tek yönlü konumlanışının eleştirisini gözden kaçırmamak gerekir. Kemalist feminizm tam da bunu yapmıştır ve kadın hareketini kendi yönelimi doğrultusunda eritmiştir ve sistemin bir çarkı haline getirmiştir.

Kemalist anlayışın kadın hareketini gölgelemeye çalıştığına dair iki önemli örnek vererek sona gelmek istiyorum. Bu örneklerden birisi Türk Kadınlar Birliği zamanına diğeri de 1930’lardan sonrasına dairdir:

“Kuruluş izninin çıkmasını bekleyen kadınlar çalışmalarına başladılar ve ilk hedefleri eğitim çalışmalarıydı. Bu sebeple maarif kongresini toplamaya karar verdiler. Düzenlemeyi planladıkları bu kongrede milli eğitimin amaçları ve yöntemlerini belirlemeyi düşünmekteydiler. Fakat tam o sıralarda Eğitim Bakanlığı “Talim ve Terbiye Müessese” si açarak hanımların davetlilerini başkentte başka bir maarif kongresine davet edince TKB’nin kongresi iptal edilmek zorunda kaldı. Nezihe Muhiddin konu ile ilgili düşüncelerini şöyle açıklamıştır: “Bizler davetiye ile bu kongrenin üyelerini merkeze çağırmak üzereyken Eğitim Bakanlığı ‘Talim ve Terbiye’ müessesini açarak davetiye ile çağırdığımız üyelerin hepsini Ankara’ya aldı. Bundan dolayı bizler başladığımız işi tamamlayamadık. Fakat hedeflediğimiz, hükümetimizce ciddi ve titiz bir programla birlikte uygulamaya konulmuş oldu”.(akt. Balcı ve Tuzak, 2017:46-47)

Yaşanan bu örnek göstermektedir ki kadın hareketi taraf toplayabilecek nitelikte ve halka dair çalışmalar yürütmüşlerdir. Bunun yayılma ve tanınma riskinin görünmesine karşın devlet benzeri bir faaliyetle Birliğin önüne geçmiştir.

Yaprak Zihnioğlu, Nezihe Muhiddin’e dair en önemli biyografik eserin sahibi olarak bir makalesinde neden Nezihe Muhiddin’e ve Kadınlar Birliği’ne yöneldiğini anlatmıştır. Arşivlere dair analizlerinde önemli bir çıkarımı vardır. Bu çıkarım özetle şu şekildedir: Vatan Caddesi’ndeki Emniyet Genel Müdürlüğü’ne gidip Kemalist kadın derneklerinin tüzüklerini incelemeyi rica ettiğinde tüzüklerde fark ettiği önemli bir detay her derneğin tüzüğünde 2. maddenin aynı olduğudur. Bu maddenin içeriği derneğin amacının Mustafa Kemal Atatürk’ün Türk kadınına tanıdığı ve verdiği hakların kadınlara öğretilmesi yönündeydi. Çalışmalarına devam ettiği yıllarda Zihnioğlu fark etmiştir ki “2. madde” olayı arkasında politik bir çatışmayı taşımaktaydı(Zihnioğlu, 2020:105-106). İlk örgütlenme girişimi olan Kadınlar Halk Fırkası’nın tüzüğünde yer alan 2. madde ve aynı zamanda 1927 Kongresiyle Birliğin tüzüğüne dahil edilmek istenen ve bunun neticesinde Nezihe Muhiddin için sonun başlangıcı olan 2. madde aynı maddelerdi. Kurulmak istenen bütün Kemalist kadın derneklerinin nizamnamesinde yer alan 2. Madde, bir atıf yapmaktaydı ve bir bağlılığı sembolize etmekteydi. Bu örnek kadın hareketinin Kemalizmin içinde kontrol altına alınması adına en önemli örneklerden birisidir.

 

5. Sonuç

Nezihe Muhiddin’in kadınların siyasi haklarına dair vermiş olduğu mücadelenin ehemmiyetini anlamak için günümüz siyaset sahnesinde kadınların durumlarına bakmakta fayda vardır. TBMM halkın temsiliyeti için var olan bir oluşum olarak halk kim ise onun aynası şeklinde oranlara sahip bir temsiliyet kurmalıdır. Günümüzde meclisin milletvekili oranlarına baktığımızda partilerde ortalama %20’yi geçmeyen hatta çoğunlukla daha düşük oranda kadın milletvekiline yer ayrıldığını görmekteyiz. Kadınların seçme ve seçilme hakkını ilk elde ettiği yıllar olan 1935’lerde kadınların %4.5’lik bir temsil oranına sahip oldukları görülür. Çok partili hayata geçişle bu sayıları %1’in altına düşmüştür ve 1980 dönemine kadar da aynı düşük seyrini izlemiştir. 1980’lere geldiğimizde %3’lük bir miktarın tarihsel seyirde canlanmaya sebebiyet veren rakamlar olduğunu görmek oldukça açıklayıcıdır. 1980’lerden günümüze kadar da totalde %17.3’lük (2018) orana yavaş yavaş yükselmiştir (Sargın&Sevil, 2008:4063-4064). Gidişatın neden böyle olduğunu anlamak adına cumhuriyetin ilk yıllarına değinmenin faydalı olduğunu düşündüğüm için bu araştırmamın konusu Nezihe Muhiddin özelinde şekillenmiştir. Nezihe Muhiddin’in talep ettiği siyasi hakların cüretkar bulunuşu ve kadınların mecliste yer almasının alaylı bir karşılık bulmasının beraberinde günümüzde de durumun kayda değer bir ilerleme kaydetmemiş oluşu gösteriyor ki erken Cumhuriyet döneminin şekillendiği tarihsel bağlamda modernleşmenin cinsiyetçi rejimi de şekillenmiş ve gelecek dönemlere zihniyet olarak devredilmiş, geçen 80-100 yıla rağmen Türkiye’de sistemli ve direngen bir erkek egemenliği”nin neden hala devam ettiği ve günümüzde kadınların yaşadığı görmezden gelinen eşitsizliklerin (Sancar, 2014:13-14) neden derinleştiği önemlidir.  Günümüz için bilinçli ve kayda değer bir kadın imgesinin yerleşmemiş oluşu ve kadın hareketinin hatrı sayılır biçimde örgütlenememiş oluşu bu dönemlerden oldukça temellenmektedir. İktidarın kendi amaçları doğrultusunda işlevsiz hale getirdiği kadın hareketi kamusal alanda görünür ama siyasi karar alma mekanizmalarında görünmez bir kadın imgesini yaratmaktadır. Bu da çok derinde toplumsal dinamiklerde ve inanışın şekillendiği ağlarda eşitsizliklere maruz kalan kadını toplumun içinde etkisiz hale getirmiştir. Bu şekilde Türkiye’ye has modernleşme yöntemiyle kadın hem kamusal alanda görünür olması adına bazı haklar kazanmış hem de sistemin dönmesini sağlayan ailenin –ve evin- içine yerleştirilmiştir. Kemalist algının kabul ettiği yönüyle de bir kadın olarak eğer kamuda ya da siyasette rol almak istiyorsanız bir erkek imajı içinde faaliyet göstermek, geleneksel feminen rolleri aşmak ve erkekliğin bedeniniz üzerindeki “formel” kontrolüne boyun eğmeyi bilmeniz gerekmekteydi(Durakbaşa, 2017:119-120).

Bir önceki bölümde ve ilk bölümde Nezihe Muhiddin’in milliyetçi çizgisini tartışmıştık, bütün tartışmaların üzerine bu noktada önemli çıkarımlarda bulunabiliriz. Muhiddin’in çağdaş Türk ulusu ve devleti tasavvuru aslında Kemalistlerin teorik olarak istediğinden hiç farklı değildi hatta taban tabana uyuşan bir ulusal tanımlamalar söz konusuydu. Bu ulus tanımlamalarına rağmen ve hatta aynı çizgide olmalarına rağmen Muhiddin’in tarihten silinmeye çalışılmasının sebebi tamamen Kemalizmin benimsediği ve günümüze aktardığı cinsiyetçiliğinde yatmaktadır.

 

HATİCE RÜMEYSA KANIŞ

Feminizm Staj Programı

 

 

 

 

KAYNAKÇA

  1. Akagündüz, Ü. (2015). Cumhuriyet’in ilk yıllarında siyasi atmosfer ve dönem dergilerinde kadın düşüncesi 1923-1925. Fe Dergi7(2).
  2. BALCI, M., & Tuzak, M. (2017). Cumhuriyet’in ilk yıllarında Nezihe Muhiddin özelinde Türk kadınlarının siyasi hakları için mücadelesi. Marmara Üniversitesi Kadın ve Toplumsal Cinsiyet Araştırmaları Dergisi1(1), 43-51.
  3. Dişbudak, M. (2008). Türk Kadınlar Birliği (Doctoral dissertation, DEÜ Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü).
  4. Durakbaşa, A. (2017) Halide Edip: Türk Modernleşmesi ve Feminizm. İstanbul: İletişim Yayınları.
  5. Hamzaoğlu, M. (2017). Tanzimat’tan Erken Cumhuriyet Dönemine Türk Sosyopolitik Yaşamında Öne Çıkan Kadınlar. lectio socialis2(1), 74-92.
  6. Mardin, Ş. (1990) Türkiye’de Toplum ve Siyaset – Makaleler 1, İletişim Yayınları:İstanbul.
  7. Sancar, S. (2004). Otoriter Türk modernleşmesinin cinsiyet rejimi. Doğu Batı7(29), 197-211.
  8. Sancar, S. (2014). Türk modernleşmesinin cinsiyeti: Erkekler devlet, kadınlar aile kurar. İletişim Yayınları.
  9. Sargın, S., & Yıldız, S. (2018) Türkiye Siyasetinde Kadın Milletvekillerin Mekansal Dağılımı ve Dağılıma Etki Eden Faktörler. Journal of Social And Humanities Sciences Research (JSHSR), 5:30, 4061-4075.
  10. Sarıçoban, G. (2017). Milli Mücadele’de Anadolu kadını. Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi21(4), 1331-1346.
  11. Zihnioğlu, Y. (2020) Bir Kadın Tarihi Araştırma Notu: Kadınsız İnkılap. Feminist Tahayyül akademik araştırmalar dergisi, 1(1):104-112.
  12. Zihnioğlu, Y. (2003) Kadınsız İnkılap: Nezihe Muhiddin, Kadınlar Halk Fırkası, Kadın Birliği. İstanbul: Metis Yayınları.

 

 

Gender Sensitive Policies During Covid-19: Turkey Case

 Abstract

Throughout this study, instead of the common way of crisis management as more focused on structural or material factors, the feminist alternative approach to crisis management during the COVID-19 process -can only be achieved by adding “gender-sensitive policies” the agenda- will be defended generally.  In this way, first of all, it will be explained what gender-sensitive policies are, then the studies regarding the issue in the literature will be presented, and the policies implemented to be gender-sensitive in Turkey during COVID-19 will be re-evaluated in terms of gender sensitivity. In the end, it is concluded that as well as gender-sensitive policies in Turkey remain a minority as a quantity, they are also found weak in terms of implementation and quality. In the light of the information obtained from the literature, the study will be finalized by emphasizing that; design, implementation, and monitoring processes are essential steps separately in the process of gender-sensitive policy-making that constitute the whole of the policy at the end.

Key Words: feminism, gender-sensitive policy, gender, COVID-19, policy-making, crisis management.

1. Introduction

The COVID-19 outbreak, which began in Wuhan, China, in December 2019 and quickly turned into a global epidemic within a few months, has caused a global crisis that is felt all over the world with its devastating consequences in political, economic, and societal terms, beyond its effects on public health. As the duration and spread of the pandemic, which is still ongoing as of 2021, governments’ strategies and policies in this sense continue to be vital for lives and livelihoods. In the process of combating the COVID-19 crisis, each country has followed very different strategies and policies. However, the common attitude they have in those different agendas; on the one hand, each state has tried to implement policies aimed at slowing the pace of the epidemic by spreading it over time as a way that is not destroying the health system, on the other hand, tried to ensure the continuity of the public services and main sectors in the economy. While doing all these and tackling with COVID-19, governments also have a responsibility to be “gender-sensitive” in the policy-making process (UN, 2020).

2. Explanation of Research Related Terms

2.1 Gender-Sensitive Policy

Gender-sensitive policies are policies that consider the different social roles of men and women and are therefore designed to meet the diverse needs that will arise due to these various social roles. Gender blindness, or gender-blind policies, is defined as the opposite of gender-sensitive policies as policies that disregard socially determined gender roles, responsibilities, and abilities of men and women. Figure 1 shows how Kabeer’s framework,  three types of gender-sensitive policies are defined in his study: gender-neutral, gender-specific, and gender-based distribution. Gender-neutral policies are not policies aimed at men or women particularly, and it is assumed to affect both equally. A gender-neutral policy is usually made to achieve specific goals, separated from gender. Gender-specific policies recognize the neglected gender, that is, women’s gender-related needs since the past, and advocates policies define particular strategies for them. The goal of gender redistributive policies is, on the other hand, to rebalance the power structure to create a more balanced relationship between men and women (Kabeer,1994) (Samet and Yoon, 2010, p.194-195).

Figure 1. Adapted from Samet and Yoon (2011) Gender, women, and the tobacco epidemic.

Regarding the gender-sensitive policy-making during the COVID-19 period, the UN Global Gender Response Tracker, launched by UNDP in September 2020, to measure whether all the measures taken by countries in this period are gender-sensitive or not. As can be seen in Figure 2, UNDP has examined three crucial criteria determining the gender sensitivity of a policy as “unpaid care,” “domestic violence,” or” economic security of women” (2020).  New data on COVID-19 reveal that only one in eight countries in the world takes measures to protect women against social and economic impacts (UN Women, 2020).

Figure 2. Structure of the global COVID-19 gender response database, UNDP COVID-19 Global Gender Response Tracker, 2020.

3. Literature Review

Considering that the COVID-19 pandemic is still a global crisis waiting to be resolved, few studies are related to gender-sensitive policy-making processes. For this reason, throughout this study, Profeta’s (2020), Bilal and Ahairwe’s (2020), Ryan and Ayadi’s (2020) works are found relevant to the research subject. Combined from these three different studies, the areas as “education,” “health,” “female representation,” “labor market,” “unpaid care,” “domestic violence” are examined one by one in the light of gender-sensitive policy-making. What will be done differently in this study is to evaluate the public policy of Turkey during COVID-19 in the light of a gendered perspective within a theoretical discussion in the light of Branicki’s study, which emphasizes “care” based feminist ethics rather than rational, militaristic, masculine or utilitarian logic of dealing with a crisis.

3.1. Critical Domains For Gender-Sensitive Policy Making

Both Bilal and Ahairwe’s (2020), Profeta’s (2020), and Ryan and Ayadi’s (2020)’s studies agree that the COVID-19 crisis has deepened the gender inequalities that already exist, especially in developing countries. A vulnerable group that is mainly affected by this crisis is undoubtedly women, but they all explained it with different focused areas.

3.1.1. Education

Ryan and Ayadi’s (2020) work suggests a gender-responsive “intersectional” approach to tackling COVID-19 rather than focusing on specific areas. It is necessary to make sure that distance education reaches girls as much as boys because their schools may be strained because of their unpaid care work as well as responsibilities (p.7). While Bilal and Ahairwe’s (2020) work proposes different options that can be adapted to support a gender-sensitive economic recovery, particularly during and post-COVID period, they also emphasize that education of girls should be re-oriented for support by development finance institutions’ operations such as the World Bank gender strategy plan 2016-2023 (p.16). At the same time, it is thought that the fact that most of the educators, i.e., those working in the education sector, are women, will put them at great risk when schools are opened (Profeta, 2020, p.3).

3.1.2. Health

Women compose 2/3 of the healthcare workforce worldwide, including 85% of nurses and midwives, and it is indicated that this percentage makes up 90% of long-term workers in OECD countries as of 2020. And particularly for the pandemic, women comprise 70% of the healthy and social workers at the forefront of the fight against COVID-19, which makes them very important for this process (Ahairwe and Bilal, 2020, p.9).  As the demand for health workers increases with the outbreak, although the risk of unemployment is lower, women in these sectors are highly vulnerable to contracting the COVID-19 (Profeta, 2020, p.3) World Health Assembly’s May 2020 meeting is very crucial to remember that at that meeting governments are called to prepare a gender-responsive national action plan for frontline health workers for the protection of social, financial and human rights and prevention of violence at the workplace with the collaboration with World Health Organization (Ryan and Ayadi, 2020, p.7).

3.1.3.  Female Political Representation

Although 70% of those working in the Health and social sectors are women, only 25% of national legislative authorities are women (UN Women, 2020). Greater inclusion of womens’ diverse experiences, perspectives, abilities, and predictions in the policy-making process can lead to more informed, fair decisions being made (UN Report, 2020, p.2). Ryan and Ayadi emphasize that it is essential to ensure gender equality in working groups of COVID-19 and to open a  place for different groups, particularly women, in leadership positions to promote gender-based decision-making (2020, p.7). The UN also call all of the council members in parliaments all around the world to monitor all drafted policies during COVID-19 in these senses; (i) whether gender experts are included in the drafting, (ii) whether the protection/service systems implemented with the most up-to-date statistical data on violence against women; (iii) sensitivity of stimulus packages and budgets (UN 2020).

3.1.4.  Labor Market

As mentioned, working women in the education and health sector are more vulnerable to the risk of contagion; above this, Profeta notes how the COVID-19 crisis turn into a job crisis and how it is still heavily affecting women (2020, p.2-3). Profeta points out that women are less connected to the labor market, and those vulnerable workers (those with lower skills or lower wages) are more unemployed during the COVID period. (2020, p.3). Ahairwe and Bilal add that with quarantine or other preventive measures, it largely ceased operations in the service sectors, including tourism, restaurants, hotels, schools, kindergartens, which mostly employ women and lost their jobs or temporarily laid off (2020, p.10). Profeta also emphasizes the importance of job retention and income support policies, which are prepared by determining vulnerable people’s needs in the labor market properly (2020, p.6).

3.1.5. Unpaid Care

According to Bilal and Ahairwe’s study, if all unpaid care works are valued at the minimum wage, they probably cost around USD 10.8 trillion annually (2020, p.4), and women perform that unpaid care works three times more than men, according to OECD data women spend 2 hours more than men to do that kind of works (Ryan and Ayadi, 2020, p. 3). Research conducted in many countries such as Spain and Italy, which Profeta presented in her study, shows that periods of distance work/learning and lockdown during the COVID-19 process caused an increased amount of work, mostly welcomed by women. In this sense, policy implications are expected to be supportive for work-balance and family needs as implemented in some countries, like additional permission for parental leave (for both parents) or baby sitter vouchers. Also, policies for both the labor market and unpaid care should be monitored moment to moment for successful implementation; otherwise, it may even expand rather than support the gender gap (Profeta, 2020, p.6-7).

3.1.6. Domestic Violence

Women and girls are also exposed to gender-based violence at home over long-term lockdowns. “Innovation” in these areas is suggested instead of continuing existing support services, as preventing gender-based violence, in the COVID-19 era may require a more difficult and critical process than usual (Ryand and Ayadi, 2020, p.5-6) because lockdowns and curfews may result in overexposure to the perpetrator as different than usual. Bilal and Ahairwe’s (2020) work which deals more with the economic-gendered recovery of the COVID-19 side, also calls for development finance institutions to finance women’s rights and states to work together by tackling domestic or gendered violence with special financial packages for the economic security of survivors (2020, p.19).

3.2  Theoretical Perspective To Crisis Management and Gender-Sensitive Policy Making

Branicki presents a theoretical view with her study in the sense that how gender-sensitive policies contribute to deeper way of dealing with a crisis. Because the normal way of crisis management is more associated with rational and utilitarian logic with masculine and militarist language (2020, p. 872). Branicki describes “rational crisis management” as calculating, anticipating utility, discrete and limited, and also agentic and vulnerable as a view to people but on the other hand, describes feminist crisis management as relational, based on ethics of care any time, quality in ethics and care (2020, p. 880). Countable measurements on a large scale do not indicate that a crisis is well handled; rather, good handling can be achieved by understanding “care-based” concerns in society – with a normative, alternative, and feminist understanding of this crisis process- therefore, in COVID-19 crisis “material” and “ethical” concerns should be thought together (p. 873).

4. Methodology

For the data collection method, qualitative and quantitative data are collected from various sources like newspapers, articles in the literature related to the research area as secondary data, UN (UNDP, UN Women), OECD, World Health Organization archives as primary data, etc.  In terms of data analysis, both the quantitative method analysis and qualitative method analysis were used, quantitative data analysis method was more used while evaluating gender-sensitive policies on the basis of various areas like education, labor market, etc. and analyzing Turkey case with the help of UN Gender Response Tracker (2020). The qualitative analysis method has been used more to present the feminist and alternative crisis management or policy-making process logic.

Figure 3. UNDP COVID-19 Global Gender Response Tracker, Number of measures taken by Turkey.

5. Analysis: Turkey Case

According to UNDP Global Gender Response, Tracker 7 out of 28, namely %25 of whole policies of Turkey during the COVID-19 period, are found as “gender-sensitive.” (2020). However, does any policy put forward also indicate that it was subsequently well-monitored and successfully implemented?

Figure 4. UNDP COVID-19 Global Gender Response Tracker, showing policy details for Turkey in the category of “gender-sensitive.”

5.1. Existing Policies During COVID-19 Period in Turkey

To go through existing policies as shown in Figure 2, policies on violence against women, which constitute five out of seven gender-sensitive policies, are examined; it can be argued that these policies, which seem to be well designed in theory, are very weak in practice. As Profeta states in his study, all gender-sensitive policies implemented are critical enough to widen rather than narrow the gender gap unless it is well followed and implemented.

5.1.1. Violence Against Women

To start with very first critic, The Alo 183 Line, established under the Ministry of Family and Social Policies, was put into operation in 2012 with the law numbered 6284, it is not a line newly created as special for the COVID-19 period, and also it is not served for violence against women alone but for other social benefits as well. So the fact that there is not a single line dealing with violence against women alone may cause women to lose their only chance when they call that line, so many NGOs demand that the ALO 183 line be turned into such a special line (DW, 2020). A second criticism is about the number of women’s shelters -allegedly being increased- a shortage of women’s shelters leads victimized women to seek help from NGOs such as We Will End Femicide Platform or Purple Roof in Turkey (DW, 2020). There has also been a lot of criticism from both the NGOs and the victimized women regarding the quality of shelters and legal and psychological assistance there. According to the news of the BBC, the only problem in shelters is not the lack of capacity; women also say that they have been subjected to psychological repression, thereby the employees as if they were criminals (2019). At the same time, the Turkish government is heavily criticized for not providing any financial package so far to victims of gender-based violence in general (DW, 2020). As Ryan and Ayadi have mentioned, the COVID-19 era requires new and innovative implementations beyond the existing system to combat violence against women. General Representative of We Will End Femicide Platform, Gülsüm Kav gives an example of a very well implemented policy in France during COVID-19 as; victims of violence in France can go to the pharmacy closest to their homes and report the situation there upon transmission from pharmacy staff to security forces. If the perpetrator is with the victim she or he can use some passwords such as “mask-19” (Milliyet, 2012) (Sözcü, 2020). For the case of Turkey, based on the examples given, it can be clearly argued that no innovation has appeared in this sense.

5.1.2. Labor Market

When the policy made on the labor market is analyzed, it is seen that women are provided with loan support, and there is no direct financial aid, job retention, or income support as specifically targeting them. On the other hand, in December 2020, the Turkish government decided that within the scope of the tradesmen support package, 1000 TL aid and 750 TL in metropolitan cities, and 500 TL in other provinces will be provided with rental assistance. Those businesses subject to the simple procedure will be provided with monthly support of 1000 TL for three months (Hürriyet, 2020).  For social protection, a Figure 4 shows, not forgetting post-natal and pregnancy situations during the Covid-19 period and providing financial support to these people can be considered as a positive step in gender sensitivity.

5.2. Non-Existing Policies During COVID-19 Period in Turkey

5.2.1 Unpaid Care

As can be seen in Figure 2 on related to unpaid care, there does not seem any kind of political initiative, neither parental leave, child payment benefit nor additional financial assistance, nor babysitting. The importance of such practices can also be exemplified by several tragic events in Turkey in the last few months, especially how vital to provide child payment benefit or parental leave for working parents. In September 2020, in Konya, a 1.5-year-old baby fell from a balcony while the teacher couple was giving the online lecture at the same time (Sözcü, 2020).

5.2.2. Education

At the same time, another issue neglected in the gender-sensitive policy-making of the COVID-19 era seems to be Education in Turkey. According to data released by Turkey Statistical Institute (TUİK); no internet access in around 3 million households in Turkey. Turkey computer access rates in the upper socio-economic areas’ students are almost 90%, while this rate falls to 40% in lower socio-economic areas. Participation in online classes conducted via distance learning program (EBA) remained around 15-20 %  in many schools; 60% of the students seem not even to access EBA (Evrensel, 2020). Access to the internet and computer also seems to be straining families financially. Çınar Mert, a primary school student in Istanbul, died after falling from a roof to access the EBA. The father said: “We had been dealing with the EBA for days and it cost our child his life. We had barely bought a new computer for him, our financial situation was not enough to improve the quality of the internet” (Birgün, 2020). As Ryan and Ayadi have also touched upon in their study, governments are responsible for making sure that education reaches almost every part of society – both boys and girls, the most vulnerable groups.

According to Assoc. Dr. Berna Ekal, although there is no clear data on the reflection of this situation on gender, based on the previous Ministry of Education (MEB) data, the enrollment rates of girls in pre-school and secondary education are less than boys. Therefore, it can be said that problems such as absenteeism and dropping out of school during the pandemic have a risk to affect the enrollment rates of girls, especially in secondary education (Evrensel, 2020). At the same time, a recent UNHCR report says that refugee children’s education is also of great danger, especially in countries with large refugee populations like Turkey; it is also stated that female refugee children are in a more vulnerable position (UNHCR, 2020). Turkey does not seem to have attempted any gender-sensitive or gender-neutral policies on this issue, neither for its citizens nor for the right of education for refugees of 4.5 million inhabitants.

 5.2.3. Health

Another important issue over nonexistent policies is the lack of policies to protect health care workers’ financial and physical well-being. First of all, about the violence towards health workers in Turkey, Bilgin and Özcan’s study has discovered that women are more likely to be exposed to verbal violence, men are more likely to be exposed to physical violence, and nurses are in the riskiest position in terms of exposure to both verbal and physical violence (2011, p.1454-6). An incident in Ankara Keçiören in September 2020 can be given as an example to show the tragic level of this violence. On September 21, health workers were attacked by relatives of a patient at a hospital in Keçiören, Ankara, to protect themselves and their patients from violence by barricading the doors themselves (DuvarEnglish, 2020). In only November 2020, 31 people totally who are working in different branches of the health sector were subjected to violence. The report, published by the Health and Social Service Workers Union (Sağlık-Sen), says violence continues to be a problem even during the COVID-19 period (DailySabah, 2020). In this sense, it is quite clear that vulnerable groups, both men and women employees, need an effective and deterrent policy design for their occupational safety and physical well-being.

6. Conclusion

Since December 2019, COVID-19, which has created a global crisis effect in the world, has also caused an economic and social crisis in society, as well as its severe effects on public health. Naturally, eyes are also turned to states to deal with the long-and short-term consequences of this huge crisis. Throughout this study, in the process of COVID-19, a “care” focused feminist alternative approach aims at long-term recovery together with a rational or utilitarian logic is defended generally.

In this sense, with the example of Turkey, Turkey’s gender-sensitive policies were seen to be a minority within all COVID-19 measures. In addition to the lack of quantity of policies, existing gender-sensitive policies are also found not to have been successfully implemented during COVID-19 as quality (violence against women). ın addition, lack of policy initiatives in some critical domains mentioned throughout the literature, have been identified (education, health). From the case of Turkey, it can be concluded that gender-sensitive policy-making is a profoundly need-oriented process, it is critical and important to follow up the design, implementation, and monitoring processes separately.

Hicran EROL

Toplumsal Cinsiyet Staj Programı

Bibliography:

Ahairwe, P. E., & Bilal, S. (2020). A gender-sensitive sustainable COVID-19 recovery: The role of development finance institutions. Retrieved January 19, 2021, from https://ecdpm.org/publications/gender-sensitive-sustainable-covid-19-recovery-role-development-finance-institutions/

BirGün. (2020, October 05). EBA’ya erişim bir can daha aldı: 8 yaşındaki Çınar internet hattı çekilirken çatıdan düştü. Retrieved January 20, 2021, from https://www.birgun.net/haber/eba-ya-erisim-bir-can-daha-aldi-8-yasindaki-cinar-internet-hatti-cekilirken-catidan-dustu-318006

Branicki, L. (2020, July 03). COVID‐19, ethics of care and feminist crisis management. Retrieved January 19, 2021, from https://onlinelibrary.wiley.com/doi/10.1111/gwao.12491

Cumhuriyet. (2020, September 24). Canlı derste olan öğretmen çiftin 1.5 yaşındaki çocukları balkondan düştü. Retrieved January 20, 2021, from https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/canli-derste-olan-ogretmen-ciftin-15-yasindaki-cocuklari-balkondan-dustu-1768510

Daily Sabah. (2020). Turkey’s health care workers complain of violence against them. Retrieved January 20, 2021, from https://www.dailysabah.com/turkey/turkeys-health-care-workers-complain-of-violence-against-them/news

Duvar English. (2020). Ankara health workers barricade ER door against violent patient family. Retrieved January 20, 2021, from https://www.duvarenglish.com/health-2/2020/09/22/ankara-health-workers-barricade-er-door-against-violent-patient-family

DW, D. (n.d.). Korona günleri artan şiddete acil önlem gerektiriyor: DW: 05.04.2020. Retrieved January 19, 2021, from https://www.dw.com/tr/korona-g%C3%BCnleri-artan-%C5%9Fiddete-acil-%C3%B6nlem-gerektiriyor/a-53023681

Evrensel. (2020). Yoksulun çocuğu eğitimden uzak: Telafi edilemez kayıplar yaşanmasın diye önlem şart! Retrieved January 19, 2021, from https://www.evrensel.net/haber/414493/yoksulun-cocugu-egitimden-uzak-telafi-edilemez-kayiplar-yasanmasin-diye-onlem-sart

Hürriyet. (2020). Esnaf 1000 TL Destek ve Kira Yardımı. Retrieved January 20, 2021, from https://www.hurriyet.com.tr/galeri-esnaf-1000-tl-destek-ve-kira-yardimi-basvurusu-nereden-ve-nasil-yapilir-41694482

Kabeer N (1994). Macdonald, M. ed. Gender-aware policy and planning: A social relations perspective. In Gender planning in development agencies: Meeting the challenge: A report of a workshop held at the Cherwell Centre, Oxford, England in May 1993. Oxford: Oxfam.

March, C., Smyth, I., & Mukhopadhyay, M. (1999). A Guide to Gender-Analysis Frameworks. doi:10.3362/9780855987602

Milliyet. (n.d.). ‘Alo 183’e 1 yılda 4 bin ihbar geldi. Retrieved January 19, 2021, from https://www.milliyet.com.tr/gundem/alo-183-e-1-yilda-4-bin-ihbar-geldi-1632814

OECD. (n.d.). Women at the core of the fight against COVID-19 crisis. Retrieved January 19, 2021, from http://www.oecd.org/coronavirus/policy-responses/women-at-the-core-of-the-fight-against-covid-19-crisis-553a8269/

Özcan, N. & Bilgin, H. (2011). Violence Towards Healthcare Workers in Turkey: A Systematic Review. Turkiye Klinikleri Journal of Medical Sciences. 31. 1442-1456. 10.5336/medsci.2010-20795.

Profeta, P. (2020, December 06). Gender Equality and Public Policy during COVID-19. Retrieved January 19, 2021, from https://academic.oup.com/cesifo/article/66/4/365/6024911

Ryan, N. E., & Ayadi, A. M. (n.d.). A call for a gender-responsive, intersectional approach to address COVID-19. Retrieved January 19, 2021, from https://www.tandfonline.com/doi/full/10.1080/17441692.2020.1791214

Samet, J. M., Yoon, S. Y., & & World Health Organization. (2011, September 17). Gender, women, and the tobacco epidemic. Retrieved January 19, 2021, from https://www.who.int/tobacco/publications/gender/women_tob_epidemic/en/

Sözcü. (2020). Alo 170’e 6.4 milyon çağrı geldi. Retrieved January 19, 2021, from https://www.sozcu.com.tr/2020/gundem/alo-170e-6-4-milyon-cagri-geldi-5818421/?utm_source=dahafazla_haber&utm_medium=free&utm_campaign=dahafazlahaber

UN Women. (2020). Women in politics: 2020: Digital library: Publications. Retrieved January 20, 2021, from https://www.unwomen.org/en/digital-library/publications/2020/03/women-in-politics-map-2020

UN Women. (2020). COVID-19: Only one in eight countries worldwide has measures in place to protect women against social and economic impacts, new data shows. Retrieved January 20, 2021, from https://www.unwomen.org/en/news/stories/2020/9/press-release-launch-of-covid-19-global-gender-response-tracker

UN Women. (n.d.). A primer for parliamentary action: Gender-sensitive responses to COVID-19: Digital library: Publications. Retrieved January 19, 2021, from https://www.unwomen.org/en/digital-library/publications/2020/06/a-primer-for-parliamentary-action-gender-sensitive-responses-to-covid-19

UNDP. (2020, November 13). COVID-19 Global Gender Response Tracker. Retrieved January 20, 2021, from https://data.undp.org/gendertracker/

UNHCR. (2020). UNHCR Report: Coronavirus a dire threat to refugee education – half of the world’s refugee children out of school. Retrieved January 20, 2021, from https://www.unhcr.org/tr/en/25203-unhcr-report-coronavirus-a-dire-threat-to-refugee-education-half-of-the-worlds-refugee-children-out-of-school.html

Yıldız, M., & Uzun, M. M. (n.d.). Rapor: Koronavirüsle Mücadelede Kriz Yönetimi ve Kamu … Retrieved January 19, 2021, from https://www.setav.org/rapor-koronavirusle-mucadelede-kriz-yonetimi-ve-kamu-politikasi-yapimi/