Home Blog Page 70

Türk Kültüründe Drag Queenler

 

Özet

Drag kültürü, özellikle de drag queenlik, Türkiye’de ve dünyada 1960’lı yıllarda eğlence hayatında kendini göstermeye başladı. Bunu takip eden yıllarda da başta Amerika’da olmak üzere dünyanın birçok yerinde draglar sinema, tiyatro ve moda gibi birçok farklı alanda yer almaya başlamış ve popüler kültürün bir parçası haline gelmişlerdir. Bu çalışmada drag kültürünü ve bu kültürün geleneksel Türk sahne sanatlarındaki yansımalarını ele alınmıştır. Osmanlı dönemindeki zenne, köçek ve kanto kavramlarından bahsedilmiş, bunların darg kültürüyle ilişkilerine değinilmiştir. Günümüz Türkiye’sinde bu sanatın öncülerinden kabul edilen Seyfi Dursunoğlu’na, onun hayat verdiği Huysuz Virjin karakterine ve bugün Matmazel Coco sahne ismiyle drag şovlarda öne çıkan Seyhan Arman’a değinildi. Bu iki ismin Türkiye’deki drag sanatının gelişmesinde ve ilerlemesinde oynadıkları rolden bahsedilmiştir.

Anahtar Kelimeler:Drag Queen, Sahne Sanatları, Seyfi Dursunoğlu, Seyhan Arman, Eğlence Hayatı

 

Abstract

Drag culture had started to show itself in entertainment life in Turkey and globally in the 1960s. In the following years, notably in the United States, drags started to appear in many different areas such as cinema, theatre, and fashion in many parts of the world, and became a part of popular culture. In this study, drag culture and its reflections on traditional Turkish performing arts are discussed. The concepts of zenne, köçek, and kanto in the Ottoman period will be mentioned and their relations with the darg culture will be discussed. Seyfi Dursunoglu, who is considered one of the pioneers of this art in modern Turkey, the character of Huysuz Virjin that he gave life to, and Seyhan Arman, who stands out in drag shows today with the stage name of Matmazel Coco, will be mentioned. The role these two names had played in the development and progress of drag art in Turkey will be emphasized.

Keywords: Drag Queen, Performing Arts, Seyfi Dursunoğlu, Seyhan Arman, Entertainment life

 

GİRİŞ

Özellikle son zamanlarda tüm dünyayı kasıp kavuran RuPaul’un sunduğu RuPaul’s Drag Race adlı televizyon programı sayesinde “Drag Queen” kavramını daha çok görür olduk. Peki nedir bu “Drag Queen”? Drag kelimesinin tam olarak Türkçe karşılığı olmamakla birlikte, tiyatral bir etki bırakmak için karşı cinsin kıyafetlerini giyerek bu cinsiyeti abartılı bir şekilde taklit etmeye dayalı, mizah dolu olmakla birlikte aynı zamanda da dramatik ve iğneleyici gösteri şekli olarak tanımlanabilir. Drag isminin kökeni 17. yüzyıla kadar dayanır. O dönemlerde kadının dini gerekçelerle sahneye çıkması kilise tarafından yasaklandığı için oyunlardaki kadın rolleri erkek aktörler tarafından canlandırılıyordu. Aktörlerin giydiği abartılı ve yerlerde sürünen eteklerinden esinlenilerek bu aktörlere “sürünmek” anlamına gelen “drag” ismi verilmiştir. Drag Queen’deki “queen”in hikayesi ise bugünkü Onur Yürüyüşü’nün de temellerini oluşturan 28 Haziran 1969 Stonewal Inn ayaklanmalarına dayanır. İsyanın başlamasında ve sürdürülmesinde önemli rol oynamalarından dolayı isimlerinin yanına yüceltme amacıyla “queen” kelimesi eklenmiştir.

Drag sanatçıları dört gruba ayırabiliriz. Bunlar drag queen, drag king, faux queen ve faux king. Drag queen, kadın rolünde oynayan erkek; drag king, erkek rolünde oynayan kadın; faux queen, drag queenleri taklit ederek abartılı kostümler giyen kadınlar; faux king, drag kingleri taklit ederek abartılı kostümler giyen erkekler olarak kısaca tanımlanabilir.

Peki Türk kültüründe bu sanatın gelişimi nasıl oldu? Osmanlı dönemi eğlence hayatı ve şenliklerini konu alan yazılara bakıldığı zaman “köçek” olarak adlandırılan kadın kılığına girmiş erkek dansçıların varlığını sıklıkla görürüz. Orta oyunlarında kadın rollerini “zenne” adı verilen erkek oyuncuların canlandırması da bir başka örnek olarak verilebilir. Cumhuriyet dönemine geldiğimiz zaman ise karşımıza bu ekolün öncülerinden Huysuz Virjin sahne ismiyle Seyfi Dursunoğlu ve bugün bu sanatı en başarılı şekilde icra eden isimlerden Matmazel Coco sahne isimli Seyhan Arman çıkıyor. Drag Queen kavramının Türk kültüründeki tarihi çok kısa haliyle böyleyken bir de “Faux Queen” kavramı ile “Kanto” kavramını bağdaştırabiliriz. Kanto, hem Osmanlı müziğinin ilk popüler türü hem de kadın kimliğini sanatsal olarak ön plana çıkaran ilk müzik türüdür. Yazımda özellikle bu iki kavram üzerinde duracağım ve bu kavramların Türk kültüründeki gelişimini inceleyeceğim.

 

1. OSMANLI DÖNEMİ

 

1.1. Zenne

Farsça kadın anlamına gelen “zan” kelimesinden türeyen zenne, orta oyununda kadın kılığına giren karakterleri tanımlamak için kullanılmakla birlikte genel itibariyle tiyatroda kadın rollerini canlandıran erkekler için kullanılır. Kadın rollerinin erkekler tarafından canlandırılması sadece bizim kültürümüzde değil, diğer birçok kültürde ve tiyatronun pek çok evresinde görülen bir durumdur. Bunun en temel sebebi ise kadınların tarih boyunca diğer birçok alanda olduğu gibi sanat alanında da ikinci plana atılması ve engellenmesidir. Bir bakıma Osmanlı dönemindeki zennelik ile Shakespeare’yen dönemde ve Elizabeth çağında gördüğümüz draglar aynıdır diyebiliriz zira her iki dönemde ve durumda da kadınların dini ve kültürel sebeplerden dolayı sahneye çıkamadığını, onun yerine erkeklerin kadın rollerini canlandırdığını görüyoruz. Yine bu kanaldan bakıldığında hem Doğu’da hem de Batı’da kadınların erkekler tarafından canlandırılması gösteri sanatlarının vazgeçilmez bir parçası olmuştur.

Ortaoyununda zennelere bakıldığı zaman karşımıza genellikle hafif meşrep, ev kadını, romantik aşık ve cadı olmak üzere dört tipte çıkar. Özellikle hafif meşrep ve ev kadını tipleri oyunlarda sıkça işlenir. Bu kadınlar genellikle ağızları bozuk, başına buyruk, kocalarını aldatan ve toplumun ahlak normlarına uygun olmayan tavırlar sergileyen, bununla da bir bakıma toplumsal cinsiyet rollerini ezip geçen tiplerdir.

Geleneksel Türk tiyatrosunda önemli bir yere sahip olan zenneler, ilerleyen yıllarda kadınların da sahneye çıkabilmesi ile yavaş yavaş yok olmuşlardır. Günümüzde hala daha bu mesleği ve sanatı icra eden birkaç isim olsa da eski popülerliğini yitirmiştir.

 

1.2. Köçek

Köçek, kelime anlamıyla kadın kılığında dans eden erkek anlamına gelmektedir. “Köçek” her ne kadar Türk kültürüne ait olsa da kavram bakımından çok daha eski ve birçok kültürde görülen bir durumdur. Kadınların dans etmesinin tabu olarak görüldüğü dönemlere ve kültürlere dayanır tarihi. Köçeklik; Afganistan’da “Baça”, Endonezya’da “Masri”, Hindistan’da “Hijra”, Mısır’da “Kawal” isimleriyle karşımıza çıkmakla birlikte temelde aynı anlama gelir: kadın kılığına girerek dans eden erkek.

Anadolu kültüründeki köçekliğe baktığımız zaman iki farklı şekilde karşımıza çıkmaktadır. Bunlardan ilki “derviş yamağı” anlamında kullanılan ve tasavvufi zümrelere ait bir kavram, diğeri ise surname ve seyahatname gibi eserlerde “istanbul eğlencesi” olarak adlandırılan kadın kılığında dans eden erkeklerdir. Ben yazımda ikinci hali üzerinde duracağım.

Çeşitli araştırmacılar bu kültürün anadoludaki yaygınlığı hakkında bize bilgi verirken “saray eğlencelerinden kalma bir yadigâr” olarak tanımlayarak üst zümre kültüründen halk kültürüne geçen bir eğlence türü olduğunu da belirtirler (Erkan, 2011, s. 229). Diğer birçok Türk halk oyunundan farklı olmasına rağmen köçeklik Osmanlı Dönemi eğlence hayatının önemli ve vazgeçilmez unsurlarından biriydi. Akla gelebilecek her yerde köçekleri görebiliriz. Padişahların düğünleri, resmi ziyaretler, konak ziyafetleri, mesire yerleri, bayram şenlikleri, kahvehaneler ve meyhaneler diyerek listeyi uzatabiliriz Tuncel, 1999, s. 13). Zaten eğlence hayatının vazgeçilmez parçası olan köçeklik, Lale Devri ile de en parlak dönemlerini yaşamıştır. Hatta Sultan İbrahim döneminde köçeklik bir sanat dalı olarak kabul edilmeye başlanmıştır (ibid).

1856 yılına gelindiğinde ise köçeklik geleneği Sultan Mahmud tarafından saray çevresinde yasaklanır. Her ne kadar bu gelenek eğlence içine derinlemesine işlemiş olmasından ötürü yasaklara rağmen Sultan Aziz dönemine kadar gizli gizli sarayda devam etse de birçok köçeğin zaman içerisinde çeşitli Arap ülkelerine, Suriye’ye, Mısır’a ve Anadolu’ya kaçmasından ötürü köçeklik daha çok Anadolu’nun belli bölgelerinde ve kırsal alanlarda sürdürülen bir gelenek halini alır (Kurt, 2007, ss. 82-82).

 

1.3. Kanto

Tuluat tiyatrosunda kadın bir sanatçı veya sanatçılar tarafından söylenen şarkı ve bu şarkı eşliğinde sergilenen dans “kanto” olarak adlandırılır. Oldukça hareketli ve coşturucu bir gösteri türü olan kanto, İtalyanca şarkı söylemek anlamına gelen “cantare”den gelir. Dilimize 1870’te İstanbul’a gelen gezginci bir tiyatrodan geçmiş bu sanat Osmanlı kültürüne uyarlanmıştır. Karagöz oyunları gibi perde arkası müzikal performanslar için de kanto kelimesi kullanılıyordu. II. Abdülhamit döneminde özellikle Galata ve Kadıköy’deki müzikholler ve tuluat tiyatrolarında gelişen kantonun erken dönem sanatçıları yoksul genç Rum ve Ermeni kadınlarından oluşuyordu. Bu dönemde müslüman kadınların tuluat sahnelerinde oynaması yasaktı. Peruz, Şamram, Küçük Amelya, Minyon Violet, Kamelya Hanım, Rana Dilberyan, Küçük Virjin, Minyon Virjin erken dönem kantocalardan bazılarıdır (Beşiroğlu, ve Özbilen, 2005, s. 239). Seyircileri ise daha çok gemiciler, hamallar, tulumbacılar gibi kent yoksullarıydı. Anlaşılacağı üzere başlarda alt kültür olarak ortaya çıkan kantocular ünleri arttıkça Galata’dan Şehzadebaşı’ndaki tiyatro kumpanyalarına taşındılar ve geç Osmanlı popüler kültürünün ilk yıldızları oldular.

19. yüzyılın sonlarında kantocular kendi kampanyalarını kurmuşlardır. Sahne-i Âlem, Osmanlı İmparatorluğu’nda kadınlar tarafından kurulup yönetilen ilk tiyatro kumpanyasıdır. Peruz Hanım ve çırakları tarafından Şehzadebaşı’nda kurulan tiyatro 1899’da kapatılana kadar semtin en meşhur tiyatrosuydu. Bu tiyatronun kurulmasıyla kantocular örgütlenebilmiş, kendi şarkılarını yayımlatabilmiş ve kadınlara özel oyunlar sahneleyebilmişlerdir. Tabi tüm bunlar çoğu zaman erkek yönetmenlerin ağır eleştirilerine maruz kalıyor ve hatta Sahne-i Âlem’ genelev ya da rezalethane olarak görüyorlardı. Erkek yönetmenlerin yaptığı bu eleştirilerden yana tiyatronun adı şehirde kötü anılmaya başlamış ve nihayetinde de devlet tarafından kapatılmıştır.

Tanzimat ve Cumhuriyet döneminde değişen sosyal hayattan kanto da etkilenmiştir. 20. yüzyıldan itibaren teknolojinin gelişmesiyle ses kayıtlarının yapılması ve gramafonların evlere girmesiyle kanto yıldızları müzikhollerden müzik stüdyolarına taşındılar. Diğer yandan Cumhuriyet döneminde müslüman kadınların sahneye çıkabilmesiyle Ermeni ve Rum kantocular yavaş yavaş yerlerini Türk kantoculara bırakmaya başladılar. Bir başka husus ise özellikle bu dönemde birçok şarkı sözünde kadınların daha önce yapamadığı işleri yapabilmesi, erkeklere başkaldırı ve kadınların başarıları ile ilgili ifadelere de sıkça yer verildiği görülüyor.

Cumhuriyet dönemiyle kadınlara verilen hakların artmasına ve kadınların rahatça sahneye çıkabilme özgürlüğüne sahip  olmasına rağmen kanto sanatı bu dönemde de sansürden nasibini almıştır. Osmanlı döneminde ahlaki baskıya uğrayan kanto, Cumhuriyet döneminde de ideolojik baskıya uğruyordu. Cumhuriyet döneminde ağırlıklı olarak milli türkünün ve Anadolu halk müziğinin gelişmesine katkı sağlanıyor, İstanbul’a ait  ve kentin kendisi gibi kozmopolit olan Osmanlı müziğini ise ağır bir şekilde eleştiriliyordu ve hatta engelleniyordu. 1927’de klasik monofonik müzik eğitimi yasaklanması ve 1934’te Osmanlı sanat müziğinin radyo yayınlarından kaldırılması örnek olarak verilebilir (Karatepe, 2020). Kanto bir yere kadar bu sansürlerden kaçabilse de bir yerden sonra o da benzer saldırılara maruz kaldı. Nihayetinde zaten çıkış itibariyle alt kültüre ait olan ve sonrasında devlet desteği de görmeyen, hatta yeri geldiğinde baskılanan bir tür olan kanto zamanla popülerliğini yitirmiştir. 1970’lere gelindiğinde ise yok olmaya yüz tutmuş bu sanat  Nurhan Damcıoğlu ve Huysuz Virjin (Seyfi Dursunoğlu) sayesinde biraz da olsa canlanır ve hatta Damcıoğlu’nun plakları, kasetleri ve gösterileri ile günümüze kadar devam eder.

Drag queen performansı ve kanto arasındaki sahne şovu benzerliklerden ötürü kanto bugün çağdaş Türkiye’de drag kültürün önemli köklerinden biri olarak görülüyor. İki sanatın da marjinal, hayat dolu, dokunaklı ve parlak bir sanat üslubu sahip olduklarını görebiliriz. Bu bakımdan Osmanlı dönemindeki kanto ile drag performanslar arasında önemli bir akrabalık bağı olduğu söylenebilir. Seyfi Dursunoğlu da hayat verdiği Huysuz Virjin karakteriyle bu bağın kuruluşunda ve güçlenmesinde rol oynayan önemli isimlerden biridir.

 

2. CUMHURİYET DÖNEMİ

 

2.1. Seyfi Dursunoğlu (Huysuz Virjin)

Seyfi Dursunoğlu ya da bilinen sahne ismiyle Huysuz Virjin, 1970’lerden 2000’lere kadar sürdürdüğü eğlence programlarıyla, özellikle de drag şovlarıyla ülkemizde tanınan bir eğlence figürü haline gelmiştir. 1 Ekim 1932’de Trabzon’da dünyaya gelen Seyfi Dursunoğlu 17 Temmuz 2020’de 87 yaşında aramızdan ayrılmıştır. Kısaca hayatına bakacak olursak, küçük yaşlarda ailesiyle birlikte İstanbul’a taşınıp ilkokula da İstanbul’da başlamıştır. Liseyi ailesinin isteğiyle Heybeliada Askeri Deniz Lisesi’nde yatılı olarak okumaya başlasa da daha sonra burayı bırakıp Haydarpaşa Lisesi’ne geçer ve oradan mezun olur. Liseden sonra İstanbul Üniversitesi İngiliz Filolojisi bölümüne girmiş lakin babasının iflası üzerine okulu bırakıp memuriyete atılmış ve 18 yıl bu işi yapmıştır.

Sahne hayatına 1960’lı yıllarda Beylerbeyi Kültür Cemiyeti’nde ilk olarak amatör Ramazan eğlenceleri düzenleyerek başlamıştır. Huysuz Virjin karakteri de yine bu dönemde doğmuştur. Huysuz Virjin ismini seçmesi de tesadüf değildir. Bu isim kantonun önemli yıldızlarından Küçük Virjin’e yapılan bir göndermedir. Buradan Seyfi Dursunoğlu’nun kantoya ne denli hayran olduğunu görebiliriz. 1970 yılına gelindiğinde ilk kez Huysuz Virjin karakteriyle profesyonel olarak dönemin meşhur gece kulüplerinden biri olan Kulüp 12‘de sahne almaya başlamıştır. Yedi yıl boyunca dönemin ünlü gece kulüplerinde sahne aldıktan sonra 1970’lerin sonunda şovunu televizyona taşımıştır.

Huysuz Virjin televizyon hayatına ilk kez 1970’lerin sonunda TRT kanalında başlamıştır. O yıllarda zaten binlerce kişinin ziyaret ettiği İzmir fuarında sahne almasından dolayı bilinen Seyfi Dursunoğlu, Öztürk Serengil’in sunduğu “Gülünüz Güldürünüz” programında verdiği esprili yanıtlarla iyice dikkat çekmeye başlar (Gültürk, 2011, s. 12).  Ancak yine de düzenli bir televizyon programı yapabilmek için Dursunoğlu’nun özel kanalların yaygınlaşmasını beklemesi gerekecektir. Özel kanallar yaygınlaştıktan sonra sırasıyla önce ATV’de ardından da Show TV ve Kanal D’de programlar sunmaya başlar.

Seyfi Dursunoğlu’nun hayat verdiği Huysuz Virjin karakterine bakacak olursak karşımıza dikkat çekici, süsüne ve güzelliğine önem veren, patavatsızlık derecesinde sivri dilli, cinselliğine düşkün bir kadın çıkar. Tabuları adeta yıkar, insanların çoğu zaman lafını etmeye dahi çekindikleri konuları açık açık konuşurken karşısındakini utandıracak kadar ileri gider. Seyfi Dursunoğlu, Huysuz Virjin karakteri için şöyle söylüyor “…namuslu bir kadın değil, ancak her şeyin doğrusunu söyleyen biri. İnsanların kendilerinde göremediği şeyleri rahatlıkla ikaz eden, yaptığı her ikazın da doğru olduğuna inanan biri… Tatmin olmamış, kendini beğenmiş bir kadın.” (Gültürk, 2011, s. 14).

Huysuz Virjin’in açıkça erkeklerle olan ilişkilerini dile getirmesi ya da sahnede sergilediği “rahat” tavırları ile Karagöz ve Orta oyunundaki zenne tipleri arasında bir benzerlik vardır. Zenneler de genellikle sahnede “hafifmeşrep” kadını canlandırırdı. Zenneler de tıpkı Huysuz Virjin gibi cüretkar, küfürbaz, lafını esirgemeyen hatta kocalarını aldatmak suretiyle toplumun ahlak kurallarını hiçe sayan kadınları canlandırırdı. Örneğin Karagöz ve Hacivat’taki Büyük Evlenme oyununda zennelerin açıkça “biz de aşüfteyiz” demesi ve Huysuz Virjin’in de sahne şovlarında açıkça “orospu” olduğunu dile getirmesi arasındaki ilişki gözardı edilemez (Gültürk, 2011, s. 28). Bu bakımdan Huysuz Virjin’in yalnızca kadın kılığına girmesinden dolayı değil, aynı zamanda geleneksel Türk tiyatrosundaki zennelerin karakteristik özelliklerini taşımasından ötürü de bir bakıma “zenne” olarak adlandırıldığını söyleyebiliriz. Sahnede olduğu süre boyunca ve öldükten sonra bile hala muhafazakar sayılabilecek bir halk tarafından bu denli sevilmesinin başlıca nedenlerinden biri de budur aslında. Seyfi Dursunoğlu sıfırdan yeni bir şey yaratmamış, geleneksel Türk tiyatrosunda zaten olan bir şeyi geliştirmiş ve sahneye koymuştur. Seyfi Dursunoğlu’nun kendisi de “Huysuz Virjin’i nasıl kabul ettiler?” sorusuna  “Ben orada geleneksel Türk tiyatrosuna has bir özelliği, zenneliği sahneye çıkarıyorum” diye karşılık vererek bunu doğrular (Gültürk, 2011, s. 44).

Yaklaşık 40 yıllık bir sahne ve televizyon hayatının ardından 2007’de RTÜK’ün kadın kılığına girmiş erkeklerin ve erkek kılığına girmiş kadınların televizyona çıkmasını yasaklamasının ardından biz de Huysuz Virjin’e veda etmek zorunda kaldık. O tarihten sonra Seyfi Dursunoğlu yine televizyonda birtakım programlarda konuk olarak görebildiysek de Huysuz Virjin’i bir daha görebilmemiz mümkün olmadı ne yazık ki. 2007’deki RTÜK yasağıyla veda etmek zorunda kaldığımız Huysuz Virjin’in ardından, 17 Temmuz 2020’de vefatıyla Seyfi Dursunoğlu’na veda etmiş olduk.

 

 

 

2.2. Günümüzde Drag Queenler ve Seyhan Arman (Matmazel Coco)

Seyfi Dursunoğlu bu sanatı 40 yıl boyunca sahnede ve televizyonda en iyi şekilde icra etmiştir ve canlandırdığı Huysuz Virjin karakteri Türkiye’deki drag queenlerin en büyük temsilcisi olsa da Türkiye’de bu işi uzun yıllardır yapan başka isimler de vardır. Birtakım RTÜK ve devlet politikalarından dolayı televizyonlarda pek fazla göremesek de onlar eğlence hayatının vazgeçilmez isimleri olarak sanatlarını sahnede icra etmeye devam ediyorlar. Seyhan Arman (Matmazel Coco), Onur Gökhan Gökçek (Nurtopu Saçan), Baran Yüksel, Ahsen Gönülce bugün bu sanatı başarılı bir şekilde icra eden isimlerden birkaçı. Onur Gökhan Gökçek (Nurtopu Saçan)’i ilk olarak Athena grubunun homofobiyi işledikleri “Ses Etme” şarkısının klibiyle televizyonda gördük ve bu projeden sonra tanınırlığı daha da arttı. Gökçek’in diğer sahne isimleri de Miss Börek ve Cake Mosque’dur.

Bugün şüphesiz bu isimlerden en çok bilineni Seyhan Arman’dır. Onun bu ünü Matmazel Coco’dan çok öncesine, 25 yılı aşkın süredir sahnede ve televizyonda olmasına bağlı biraz da. 26 Şubat 1980’de Adana’da dünyaya gelen Arman, 15 yaşından beri sahnede. İlk olarak Adana Sanat Tiyatrosu’nda çalışmış ve palyaçoluk yaparak sahneye adım atmıştır. Arman’a göre Palyaço Ponpon olduğu zamanlar gerçekten kendisi olabildiği ender anlardandı zira o zaman içinden geldiği gibi davranabiliyor, kendini kısıtlamak zorunda kalmıyordu. Daha sonra 17 yaşında Tıpatıp Şov yapmaya başlamış ve o dönemler henüz daha ismine drag queen demese bu şovlarla drag queenliğe ilk adımını atmıştır. Daha sonra 2000 yılında İstanbul’a gelmesiyle drag queenlik ile tanışır. İlk olarak 2009’da Cahide’de sahne alarak drag performans sergilemeye başlamıştır. Bu süre zarfında sadece sahneyle kalmamış aynı zamanda dizilerde ve filmlerde de çeşitli roller almış ve bu rollerle de ödüller kazanmıştır. 2012 yılına gelindiğinde ise artık Matmazel Coco karakteri doğmuştur. Madam Margot isimli bir projenin içinde yer aldığı dönemde çıktığı için Matmazel olması düşünülen karaktere Coco ismi de Jeyan Büyükburç’un önerisiyle eklenir. O günden bu zamana ufak tefek değişikliklere uğrayarak bugünkü Matmazel Coco ortaya çıkar. 2017 yılında ise kendi yazdığı ve oynadığı, trans bir kadının hikayesini anlattığı tek kişilik tiyatro oyunu Küründen Kabare ile sevenlerinin karşısına çıkmıştır. Şu an hala aktif bir şekilde oyunculuk hayatına devam eden Seyhan Arman’ı ve Matmazel Coco karakterini çeşitli sahnelerde ve projelerde görmek mümkün.

 

SONUÇ

Bu yazıda Osmanlı dönemi eğlence anlayışı ve geleneksel Türk sahne sanatlarının bir parçası olan zenne, köçek ve kanto kavramlarından ve bu kavramların drag queenlikle olan ilişkisinden bahsettim. Yazıda açıkça görüleceği üzere drag queen kavramı aslında hayatımıza ilk kez RuPaul’un sunduğu RuPaul’s Drag Race adlı televizyon programıyla girmemiş, çok daha öncelerden beri zaten hayatımızın ve kültürümüzün bir parçasıymış. Bununla birlikte Osmanlı dönemi eğlence anlayışı ile Orta Çağ Avrupası’ndaki eğlence anlayışı ve birtakım kültürel normlar arasındaki benzerliklere bakarak Doğu’daki ve Batı’daki halk kültürlerinin doğurduğu gösteri biçimleri arasında yakın bir bağ olduğu söylenebilir. Yine bu ilişkiler üzerinden gidilerek günümüz Türkiye’sinde drag queenliğe, bu işin önemli temsilcilerinden başta Seyfi Dursunoğlu (Huysuz Virjin) olmak üzere, Seyhan Arman (Matmazel Coco) ve diğer drag queenlere değinilmiştir. Seyfi Dursunoğlu’nun Huysuz Virjin karakterinin 40 yılı aşkın bir süre boyunca izleyiciler tarafından sevilmesi ve hatta muhafazakar diyebileceğimiz bir toplum tarafından kabul görmesi aslında yaptığı işin köklerimizden geliyor olmasından kaynaklandığını da görüyoruz. Seyfi Dursunoğlu sayesinde bugün onun açtığı bu yoldan Seyhan Arman, Onur Gökhan Gökçek, Baran Yüksel, Ahsen Gönülce, Ercan Topçu gibi yetenekli ve azimli isimler gidiyor ve sanatlarını icra ediyorlar.

 

 

AYNUR OKTAY

Toplumsal Cinsiyet Staj Programı

 

KAYNAKÇA

1: Erkan, S. (2011). Köçek Tipinin Uluslararası Kökeni Üzerine Bir Deneme. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Türkoloji Dergisi, 229. [Erişim adresi]: https://dspace.ankara.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/20.500.12575/54676/19644.pdf?sequence=1&isAllowed=y

2: Tuncel, U. (1999). Köçeklik Geleneği. (Yüksek Lisans Tezi). İstanbul Teknik Üniversitesi/Sosyal Bilimler Enstitüsü/İstanbul, 13

3: Tuncel, U. (1999). Köçeklik Geleneği. (Yüksek Lisans Tezi). İstanbul Teknik Üniversitesi/Sosyal Bilimler Enstitüsü/İstanbul, 13

4: Kurt, B. (2007). Dans Erkekliği Bozar Mı? Sinop’ta Köçeklik Geleneğine Kısa Bir Bakış. Kültür ve Siyasette Feminist Yaklaşımlar Dergisi, 81-82. [Erişim adresi]: https://www.researchgate.net/publication/265125167_Dans_Erkegi_Bozar_mi_Sinop’ta_Koceklik_Gelenegine_Kisa_Bir_Bakis_Kultur_ve_Siyasette_Feminist_Yaklasimlar_Dergisi_Sayi_3_Haziran_2007

5: Beşiroğlu, Ş. ve B. Özbilen. (2005). Osmanlı-Türk Musikisinde Kadının Değişen Müzikal Kimliği: Kantolar ve Kantocular. Müzikte Temsil/Müziksel Temsil I. Kongresi Bildirileri. 239. [Erişim adresi]: http://porteakademik.itu.edu.tr/docs/librariesprovider181/Yay%C4%B1n-Ar%C5%9Fivi/1.-say%C4%B1/porte-akademik-1-27.pdf

6: Karatepe, Ş. (2020). Kantonun Serencamı: Osmanlıdan Bugüne, Kantodan Drag Kültürüne [Erişim adresi]: https://www.5harfliler.com/kantonun-serencami-osmanlidan-bugune-kantodan-drag-kulturune/

7:  Gültürk B. (2011). Bir Sahne Fenomeni Olarak Huysuz Virjin Ve Kültürel Kaynakları (Yüksek Lisans Tezi). Ankara Üniversitesi/Sosyal Bilimler Enstitüsü Tiyatro Anabilim Dalı/Ankara, 12. [Erişim adresi]:  https://dspace.ankara.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/20.500.12575/30253/Bilge_G%25C3%25BClt%25C3%25BCrk_y%25C3%25BCkseklisanstezi.pdf?sequence=1

8:  (Alıntılayan Gültürk, B. 2011, s.14); (Aktaran Atay ve Akşit, 2004, s. 5.) Bir Sahne Fenomeni Olarak Huysuz Virjin Ve Kültürel Kaynakları (Yüksek Lisans Tezi). Ankara Üniversitesi/Sosyal Bilimler Enstitüsü Tiyatro Anabilim Dalı/Ankara, 14. [Erişim adresi]:  https://dspace.ankara.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/20.500.12575/30253/Bilge_G%25C3%25BClt%25C3%25BCrk_y%25C3%25BCkseklisanstezi.pdf?sequence=1

9: Gültürk B. (2011). Bir Sahne Fenomeni Olarak Huysuz Virjin Ve Kültürel Kaynakları (Yüksek Lisans Tezi). Ankara Üniversitesi/Sosyal Bilimler Enstitüsü Tiyatro Anabilim Dalı/Ankara, 28. [Erişim adresi]:  https://dspace.ankara.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/20.500.12575/30253/Bilge_G%25C3%25BClt%25C3%25BCrk_y%25C3%25BCkseklisanstezi.pdf?sequence=1

10: (Alıntılayan Gültürk, B. 2011, s.44); (Aktaran Atay ve Akşit, 2004, s. 259-60.) Bir Sahne Fenomeni Olarak Huysuz Virjin Ve Kültürel Kaynakları (Yüksek Lisans Tezi). Ankara Üniversitesi/Sosyal Bilimler Enstitüsü Tiyatro Anabilim Dalı/Ankara, 44. [Erişim adresi]:  https://dspace.ankara.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/20.500.12575/30253/Bilge_G%25C3%25BClt%25C3%25BCrk_y%25C3%25BCkseklisanstezi.pdf?sequence=1

 

Aynur OKTAY

TUİÇ Toplumsal Cinsiyet Stajyeri

[1] Karatepe, Ş. (2020). Kantonun Serencamı: Osmanlıdan Bugüne, Kantodan Drag Kültürüne [Erişim adresi]: https://www.5harfliler.com/kantonun-serencami-osmanlidan-bugune-kantodan-drag-kulturune/

 

Filistin’de Parçalanmışlığın İki Yüzü: FKÖ ve Hamas Rekabeti

Filistin davası, Theodor Herzl isimli genç gazetecinin zamanında “hayal ürünü ve deli saçması” olarak karşılık bulan hayallerinin, ölümünden yaklaşık yarım asır sonra gerçekleşerek İsrail devletinin kurulmasıyla başlamış ve gün geçtikçe karmaşık, çözülmesi zor ve belki de çözülmesi çeşitli nedenlerle istenemeyecek bir hal almıştır. Filistin halkı da bu karmaşıklıktan nasibini almış ve kendi içerisinde birçok farklı fraksiyona ayrılmıştır. Başta El-Fetih olmak üzere, parça parça olan Filistin örgütleri “Filistin Kurtuluş Örgütü” (FKÖ) adı altında birleşmiş ancak İslamcı gruplar bu yapının dışında kalmayı seçmiştir. Avrupa’da sağ siyasetin yeniden yükselişe geçmeye başladığı bir atmosferde, 1988 yılında ilan edilen Hamas ise FKÖ’den farklı bir tavır ortaya koymuştur. Bu süreçte her fraksiyon, ideolojik kaynağına göre bir kurtuluş reçetesi belirlemiş ve bunu uygulamaya çalışmıştır. Ancak zaman içerisinde Filistin’deki bu bölünmüşlüğün Filistin davasına zarar verdiği ve sonuca ulaşmaktan bir hayli uzaklaştırdığı görülmüştür. Zira İsrail savaş uçakları tarafından atılan bombalar Fetihli veya Hamaslı ayırt etmeksizin bütünüyle Filistin’i yok etme çabasındadır.

Gazze’de nüfusun %30’unu oluşturan gençler, maruz kaldıkları saldırıları, internette bloglar yazarak dünyaya duyurmaya çalışmaktadırlar. Ancak Gazze’de ciddi taraftar bulan Hamas, ABD ve İsrail gibi devletler tarafından terör örgütü kabul edildiği ve gayrimeşru olarak görüldüğü için, gençlerin bu taleplerine uluslararası toplum “sözde duyarlı” kalmaktadır. Bunun üstüne Gazze’de yaşayan Filistinlilerle Batı Şeria’da yaşayan Filistinlilerin Kudüs meselesine yaklaşımının çok farklı olması da eklenince, içinden çıkılamaz bir hal oluşmaktadır. Esasında Filistinliler için ortak bir davanın neferleri olarak görülen örgütler de Filistin’de çok aktörlülüğe sebep olmakta ve sorunun tek elden yürütülmesini engellemektedir. Bu çalışmada da çok aktörlülüğe sebep olan örgütlerden Hamas ve FKÖ’nün kuruluş amaçları, 2000 sonrasındaki konumları ve devletlerin bu örgütlere yönelik etkisi gibi konular üzerinde durularak, Filistin meselelerine örgütler üzerinden bir bakış sağlanacaktır.

 

  1. Filistin’in Parlayan Yıldızları Nasıl ve Ne Amaçla Örgütlendi?
    • Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ)

İngiliz sömürgesi altında kalan Filistin toprakları, 29 Kasım 1947 tarihinde Birleşmiş Milletler Genel Kurul’u tarafından, Musevi Devleti, Arap Devleti ve Kudüs olmak üzere üçe bölünmüş ve Kudüs’ün uluslararası gözetime tabii tutulacağı kararı alınmıştır. 14 Mayıs 1948 tarihine gelindiğinde Filistin’in bölünmüş toprakları üzerinde bir İsrail devleti kurulmuştur. Bu durum, İsrail ve Arap komşuları arasında sıralı savaşların yaşanmasına sebep olmuştur. Bu savaşlardan 1948 ve 1973 savaşları Arap devletleri tarafından, 1956 ve 1982 savaşları İsrail tarafından başlatıldığı öne sürülebilirken, bu savaşlar arasında en önemli etkiye haiz olan 1967 savaşının ise sorumlusunun kim olduğu net bir şekilde belirtilememektedir (Lewis, 2014: 454-457).

İsrail’in kurulmasının ardından Arap devletlerin yanı sıra işgale tepki olarak Filistin’de de çeşitli direniş hareketleri baş göstermiştir. Filistinlilerin bu direniş için örgütlenmeye başlaması özellikle 1956 tarihinde Süveyş’te yaşanan kriz sonrasında gerçekleşmiştir. Bu şekilde örgütlenen yapılardan bir tanesi ise Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) olmuştur. Bu örgüt, Nasır’ın önemli çabaları doğrultusunda, Arap Birliği’nin zirvesinde bağımsız bir Filistin Devleti kurmak amacıyla 1964 tarihinde kurulması kararlaştırılmıştır (Arı, 2017: 260). 29 maddelik “Filistin Milli Misakı” adı verilen belgeyle de örgütün anayasası şekillenmiş, Merkezi Kahire olarak belirlenen FKÖ’nün başkanlığına ise Birleşmiş Milletler (BM) Arap Birliği genel sekreteri ve Suudi Arabistan sürekli temsilcisi olan Ahmet Şukeyri getirilmiştir (Oruç, 2010: 60).

FKÖ seküler, liberal, milliyetçi, sosyalist ve birbirinden farklı pek çok ideolojik görüşe sahip siyasi parti ve bağımsız unsurları barındıran bağımsız bir Filistin Devleti kurmayı amaçlayan şemsiye niteliğinde bir organizasyondur (Ballı:2013,73). Büyük çaplı bir örgütlenmenin neticesinde Filistin de geniş bir kitleye hitap eden FKÖ, 7 Ekim 1959 tarihinde Yaser Arafat ve arkadaşları tarafından kurulan ve Filistin’in bağımsızlığını amaçlayan, Ortadoğu siyasetinin öncü aktörlerinden biri sayılabilecek El-Fetih örgütünü bünyesine katmıştır. Filistin milliyetçiliğini savunan ve ideolojik bağımsızlık iddiasında bulunan bu hareket zamanla silahlı bir direniş grubu haline gelmiştir. Yaser Arafat, FKÖ’nün en önemli organı olan Filistin Ulusal Konseyi’nin başkanlığına getirilmiş, bu durum FKÖ’nün kontrolünün Fetih Hareketi’ne geçmesine neden olmuş ve Filistin Milli Misakı 1968 Temmuz ayında yapılan Kahire Kongresi’nde Fetih’in görüşleri doğrultusunda sertleştirilerek değiştirilmiştir. Böylece başından beri Arap milliyetçiliğine karşı Filistin milliyetçiliğini savunan Arafat’ın Fetih hareketi, 1967 savaşından sonra FKÖ’nün liderliğini alarak Filistin davasının tek temsilcisi olmuştur (Oruç, 2010: 56-69).

Nasır’ın desteğiyle kurulan, Filistinli direniş örgütlerini bir araya getirmeyi ve verilen mücadeleyi uluslararası ortama taşımayı hedef alan FKÖ, 1967 yılına kadar askeri ve politik yönü etkisiz kalan bir örgüt olurken, askeri direnişi temel yöntem olarak benimseyen El-Fetih örgütünün lideri Arafat, FKÖ’yü sol ideolojinin hâkim olduğu ve askeri direnişin etkinliğini artırdığı söylemek mümkündür. Diğer yandan FKÖ, kuruluş bildirgesinde yer alan 9. ve 13. maddeleri gereğince dini ayrıma gidilmeden bir milliyetçi örgüt olarak kurulduğu anlaşılırken, Arafat’ın cihat anlayışını vurguladığı ve İslami bir direnişe destek verdiği görülmektedir. Arafat, HAMAS örgütünün önemli isimlerinden Yahya Ayyaş’ı İsrail’de tutuklu olduğu dönemde üzüntülerini dile getirmiş, öldürülmesinin üzerine de Filistin şehidi olarak tanımlamıştır. Arafat, 1990’lı yıllarda HAMAS örgütünün FKÖ içerisine dâhil edilmesi önerisinde de bulunmuş ancak HAMAS’ın İsrail’i tanımaması, Filistin’in kurtuluşu için Cihat’ı sürdürme isteği aynı zamanda %40’lık bir temsiliyet istemesi gibi durumlar birleşmeyi engellemiştir (Ayhan, 20090: 103-108).

Siyonizm, sömürü ve emperyalizmle mücadelede dünya halklarının artan direnişinin bir parçası olduğunu deklare eden Fetih, 1969’da Fas’ın başkenti Rabat’ta düzenlenen 5.Arap Birliği Zirvesi’nde destek görmüştür (Anadolu Ajansı, 2016). Fetih silahlı direnişin yanında diplomasi yürütmeye de karar vererek 1970’lerden itibaren İsrail’le diyaloğa açık ve iki devletli çözüme yeşil ışık yakan bir tutum sergilemiştir. Komuta merkezi birçok kez yer değiştiren Fetih bu yeni tutumu nedeniyle başlangıçta İsrail’in varlığına karşı olmasına rağmen sonradan, 1988 yılında, Birleşmiş Milletler (BM) Güvenlik Konseyi’nin 242 sayılı kararını kabul ederek bu görüşünü değiştirmiştir. Ancak özellikle İran İslam Devrimi’nin ardından Ortadoğu’da yükselen İslamcılık dalgası ve 1.İntifada sırasında Filistin direnişinde Hamas adıyla ortaya çıkan İslami eksen, Fetih’in önüne ideolojik bir meydan okuma olarak çıkmıştır (Sarı,2018:28). 12 Kasım 2004 tarihinde ise Filistin Devlet Başkanı ve Fetih’in lideri Yaser Arafat’ın öldürülmesi üzerine Mahmud Abbas, hem grup hem de ülke liderliğini üstlenmiştir (Yaşar-Özcan-Kor, 2010: 142).

 

  • Hamas

Hamas 1987 Aralık’ında başlayan 1.İntifada’nın ilk günlerinde Şeyh Ahmed Yasin öncülüğünde, Mısır’daki Müslüman Kardeşler örgütünün Filistin kanadı olarak kurulmuştur. Filistin’de 1930’lu yıllarda örgütlenmeye başlayan Müslüman Kardeşler hareketi Filistin’i İngilizlere ve Yahudilere karşı koruma görevinin Müslüman Kardeşler’e düştüğüne inanmıştır. Bu nedenle Müslüman Kardeşler hareketinin lideri Hasan El Benna, 1940’ların başından itibaren önde gelen Müslüman Kardeşler mensuplarını Filistin’e daha sık göndermeye başlayarak faaliyetlerin daha etkin şekilde yürümesini sağlamıştır (Mercan,2018:65,66).

Temel olarak toplumun kültürel, dini ve hayırseverlik faaliyetleriyle İslamileşmesi amacını taşıyan Hamas, 1.İntifada’ya kadar İsrail’in işgal politikasına karşı halkı bilinçlendirme çalışmaları dışında siyaset sahnesinde aktif bir görünüm sergileyememiştir (Mercan,2018:66). Bu süre zarfında FKÖ’nün kurulması ve Filistin davasının meşru savunuculuğunu üstlenmesi, Müslüman Kardeşler yapılanmasının ciddi bir krizle yüzleşmesine ve faaliyetlerinin ikincil konuma düşmesine yol açmıştır. Bunun yanı sıra FKÖ’nün benimsediği popüler mücadele tarzı ve seküler kimliği, Filistin topraklarında İslami bir düzenin tesisini amaçlayan Müslüman Kardeşler için büyük bir sorun oluşturmuştur. Tüm bu durumlar yukarıda da belirtildiği gibi 1987 Aralık ayında Hamas’ın ilanıyla sonuçlanmıştır (Asa,2020:1).

Her ne kadar FKÖ geniş bir kitle hareketi ve Filistin davasının meşru temsilcisi olsa da Filistin’in kurtuluşuyla ilgili olarak Arap milliyetçiliği ve sosyalist ideolojinin gücünü kaybetmeye başladığı 1970’lerden itibaren Filistinliler arasında giderek güçlenen İslamcılık düşüncesi Hamas’ın popüler bir karakter kazanmasını sağlamıştır (Asa, 2020:1). Hamas, sömürge karşıtı söylemlerle Batı merkezli siyasallığı reddetmiş, İslami ilkelerce şekillenen yeni bir siyasal düzen fikrini benimsemiş aynı zamanda fiili işgal statükosunu da yıkmaya dönük bir siyasal strateji izlemiştir (Mercan,2018:64). Hamas’ın ideolojik yönü ve temel hedefleri “Misak” adı verilen kuruluş tüzüğünde ortaya konulmuştur. 36 maddeden oluşan Misak Kur’an ayetlerine çokça yer vermiş ve Filistin mücadelesinin Yahudilere karşı dini bir mücadele olduğunu vurgulamıştır. Hamas’ın kendi meşruiyetini inşa ettiği temel unsurlar olarak Kur’an’ı öne çıkarması o güne kadar milliyetçi ve sosyalist hareketlerden umduğunu bulamamış Filistinliler için bir alternatif olarak değerlendirilmiştir. Ancak Hamas her ne kadar siyasi alanda bazı pragmatik açıklamalarda bulunup adımlar atsa da misakta kullanılan ideolojik dil ilerleyen süreçte örgütün “antisemitizm” gibi suçlamalarla muhatap olmasına ve hareket kabiliyetinin daralmasına neden olacaktır (Ulutaş, Salaymeh, 2017:1).

Hamas, özgür Filistin tesisinin sadece ulusal bir mesele olmadığını, hem Arap hem de İslam dünyasının özgür ve bağımsız Filistin için çaba göstermesi gerektiğini ve bu davanın tüm Müslüman dünya için bir sorumluluk olduğunu düşünen bir hareket olmuştur. Hasan el Benna’nın esas üç temel öğretisi olan “dini eğitim, uyanış ve örgütlülük” ü benimseyen Hamas, İran devriminin etkisiyle ise farklı bir tartışmanın içine sürüklenmiştir. Bu süreçte hem FKÖ üyeleri hem de eski Müslüman Kardeşler üyelerinin de içerisinde yer aldığı bir grup olan İslami Cihat tarafından pasifizm ve İsrail destekli faaliyetler yürütme suçlamalarıyla karşı karşıya kalmışlardır. FKÖ’den ziyade İslami Cihat örgütünün eleştirileri Filistinli Müslüman Kardeşleri etkilemiştir (Ayhan,2009:111). Bunun sebebi İslami Cihad örgütünün Müslüman Kardeşler’in temel politikaları aksine toplumsal dönüşüm sağlanmadan askeri direnişin başlaması gerektiğini savunması olmuştur. Başlangıçta İsrail için FKÖ’ye karşı bir denge unsuru olarak görülen Hamas, 8 Aralık 1987 günü bir İsrailli yerleşimcinin özel kamyonetiyle Filistinlileri taşıyan iki araca çarparak dört kişinin ölümüne yol açan saldırısının ardından, bazı örgütlerin eleştirilerinin de etkisiyle askeri direnişe geçme aşamasının geldiğini ilan etmişlerdir. Bu amaçla Hamas, siyasi propagandanın yanı sıra hareketin silahlı kanadı olan İzzeddin el-Kassam Tugayları’nın kurulmasıyla askeri alanda da aktif rol oynamaya başlamıştır. Zaman içerisinde Kassam Tugayları’nın gerçekleştirdiği eylemler ve işgale karşı gösterdiği direniş, Filistin topraklarında İslami siyasal perspektifin yorumlanmasına yeni bir boyut getirmiş, Hamas’ın siyasal hayattaki varlığını da pekiştirmiştir. Batı ise Hamas’ı askeri kanadın eylemleri nedeniyle bir terör örgütü gibi tasvir etmiştir. Ancak Batılı devletlerin bu tutumu, Filistin ve çevresinde İslami siyasallığı marjinalleştirme ve hareketin meşruiyetini yok etmeye dönük bir çabadan kaynaklanmaktadır (Mercan,2018:68).

 

  1. 2000’lerde FKÖ ve Hamas Filistin’deki Konumu ve Önemi

İsrail’de 1992’de sol kanadın iktidara gelmesi, Körfez Savaşı’ndan sonra konumu zayıflayan FKÖ ile çok kuvvetli bir barış sürecini başlatırken, 1996 yılında ise sağcı Binyamin Netanyahu’nun seçimi kazanmasıyla “güvenlik içinde barış” hedefli güvenliği merkeze alan bir politika izlenmeye başlamıştır. Bu zaman diliminde Şeyh Ahmed Yasin’in esas itibariyle insanı, hizmeti esas alan toplumsal bir hareket olarak adlandırdığı Hamas, hızla halk arasında taraftar bulmaya başlamış ve intifada hareketlerini tıpkı FKÖ gibi sahiplenerek, mücadelede bir aktör haline gelmiştir. Özellikle 28 Eylül 2000’de sağ görüşe sahip bir politikacı olan Ariel Şaron’un Mescid-i Aksa’nın bulunduğu kompleksi ziyaret etmesi, El Aksa intifadası diye anılan ayaklanmaya dönüşmüş ve Filistinliler   tahrik edici buldukları bu ziyareti protesto etmek için Aksa içerisinde nöbet tutmaya başlamış fakat bir süre sonra İsrail  bazı grupların nöbet tutmasını yasaklamıştır (Özdemir:2018).

2002 yılına gelindiğinde artan intihar saldırıları sonucu Filistin kentleri sık sık baskına uğramış, birbirleriyle bağlantısı kesilmiş, kuşatılmış ya da uzun süreler boyunca sokağa çıkma yasağı altında kalmıştır. İsrail güçleri ve Filistinlilerin çatışması artarak devam etmiş bunun üzerine Birleşmiş Milletler, Amerika Birleşik Devletleri, Rusya ve Avrupa Birliği’nden oluşan, “Dörtlü” Ortadoğu’da çözüme yönelik bir yol haritası ile süreci yeniden canlandırmaya çalışmıştır. 11 Kasım 2004’te ise yıllardan beri hareketin lideri konumunda olan ve bu siyasal durumunu 1996’da yapılan bir seçimle meşru hale getiren Yaser Arafat’ın ölümü Filistin mücadelesinde yeni bir sayfa açmış, Filistin halkı lidersiz kalmamak için seçime gitme kararı almıştır. 9 Ocak 2005’te yapılan Filistin Ulusal Yönetimi Başkanlık seçimini Mahmut Abbas kazanmıştır (VOA, 2015).

Mahmut Abbas, Arafat’ın izlediği politikanın tersine Batı ve İsrail ile uzlaşma politikasını tercih etmiş, bu politikasıyla da FKÖ halk nezdinde güç kaybetmiş, Hamas ise güç kazanarak 2006 seçimlerine katılma kararı almıştır. Seçim sonrasında Hamas, tek başına hükümet kurarken, AB ve ABD tarafından Filistin yardımları durdurulmuş, İsrail ise Filistin üzerindeki baskılarını artırmıştır. Bu durum, FKÖ ve Hamas arasındaki gerginliği artırsa da Filistin üzerinde kurulan baskıların azaltılması amacıyla iki örgüt 17 Mart 2007 tarihinde birlik hükümetini kurarak Filistin’e ikili bir yönetim anlayışı getirmişlerdir (Ballı, 2013: 90-91). Bu sırada İsrail, Gazze ve Batı Şeria’nın bir bölümünden çekilirken Gazze’yi denizden, karadan ve havadan abluka altında tutmaya başlamıştır. Hamas “İslami Direniş Hareketi” adıyla girdiği seçimlerde mecliste 74 sandalye kazanırken, Fetih 45 sandalye kazanmıştır. Hamas’ın bu başarısında seçim sürecinde yürüttüğü propagandanın büyük bir etkisi olmuştur. Özellikle hem Batı Şeria hem de Gazze Şeridi’nde yaşayanların ortak isteğinin istikrar, güvenlik ve iktisadi iyileşme yönünde olması nedeniyle Hamas seçim sürecinde Filistinlilerin bu taleplerini dikkate almış, İslami düzen vurgusu ve işgal karşıtı söylemin yanında Filistin toplumunun sorunlarına somut çözüm önerileri getiren bir programla yola çıkması Hamas’ı zafere götürmüştür (Mercan,2018:70).

Aynı zamanda Hamas’ın seçimleri kazanması AB ve ABD’nin Filistin’e yönelik yardımlarının durdurmalarına neden olmuştur. Nitekim seçim sonuçlarına rağmen ABD ve AB dahil olmak üzere uluslararası toplumun büyük bir kısmı Hamas’ı “terör örgütü” olarak kabul ettikleri için Hamas’la çalışmayı reddetmiştir. Bu durum Filistinli gruplar arasındaki gerginliği arttırmış ve Filistin Devlet Başkanı Mahmut Abbas liderliğindeki Fetih hareketi Batı Şeria’yı yönetimi altında tutarken, Hamas ise kontrolü sağladığı Gazze’de ikinci bir hükümet kurmuştur. FKÖ ve Hamas arasındaki siyasi mücadele 2007 yılına gelindiğinde iyice tırmanmış, Batı Şeria ve Gazze’de tarafların kendi kontrolündeki bölgeler dışında da baskı yapılmaya başlanmış, Filistin siyasetinde önemli rol oynayan aileler, FKÖ ve Hamas ikilisinden birini seçmek zorunda kalmışlardır (Ballı,2013:93). Filistin halkının kendi içerisindeki bu mücadelesi uluslararası kamuoyunda “Filistin İç Savaşı” olarak nitelendirilmiştir (Hürriyet,2007).

Kendi içerisinde bütünleşmeden, uzlaşmadan uzak olan Filistin halkı 2008, 2012 ve 2014 yıllarında İsrail’in çeşitli nedenlerle makul gördüğü ancak etkisi büyük birçok saldırısına maruz kalmıştır. 27 Aralık 2008 ve 18 Ocak 2009 tarihleri arasında 22 gün süren ve İsrail’in “Dökme Kurşun Operasyonu” olarak adlandırdığı bu saldırı sonucunda 1436 Filistinli ölmüş, 5400 Filistinli yaralanmış ve İsrail yaklaşık 1000 ton patlayıcı kullanmıştır (Anadolu Ajansı, 2016). İsrail’in bu operasyonda kullandığı orantısız güç ve derin insan hakları ihlalleri öyle bir boyuta ulaşmıştır ki normal şartlarda her daim duyarlı olamayabilen uluslararası toplum üyeleri Gazze’de yaşananlara İsrail’in önceki katliamları gibi sessiz kalamamıştır (Turhan,2009:162). 2012 yılına gelindiğinde ise ateşkese rağmen gerçekleştirilen “Bulut Sütunu Operasyonu” ve 2014 yılında son 20 yılın en ölümcül askeri çatışması olarak adlandırılan “Gazze Savaşı” 67 İsrailli’ye karşılık 2 bin 101 Filistinli’nin ölümüne neden olmuştur (Deutsche Welle, 2019). Burada dikkat edilmesi gereken nokta ise İsrail’in çeşitli bahaneler ile bölgeye kapsamlı operasyonlar düzenleyebilmesinin, Filistinlilerin kendi aralarında düştükleri meşru temsilci tartışmalarına borçlu oluşudur (P. Cankara, Y. Cankara,2019: 481). Filistinlilerin kendi aralarında birliği sağlayamamaları İsrail’in operasyon düzenleyebilmesini kolaylaştırmıştır.

İsrail’in 2008,2012 ve 2014 yıllarında gerçekleştirdiği operasyonlar her ne kadar çok sayıda insanın hayatını kaybetmesine neden olsa da netice itibariyle Hamas’ın daha çok güçlenmesine vesile olmuştur. Seçimlerin ardından yalnızlaştırılan Hamas’ı bitirmek adına gerçekleştirilen bu saldırılar, İsrail’in yayılma stratejisi açısından başarısızlıkla sonuçlanmasına, Kassam Tugayları’nın ise zaman içerisinde askeri kapasite ve yeteneğini geliştirmesine neden olmuştur (Mercan,2018: 71). İlerleyen süreçte ise İsrail’in baskısının gün geçtikçe artması ve Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas’ın Hamas’a yönelik sert politikası, Hamas’ı radikal kararlar alarak yeni stratejiler ortaya koymaya itmiştir. Bu amaçla Hamas, 2017’de yeni vizyon belgesini açıklamış, böylece direniş hareketinin yeniliklere açık olduğunu uluslararası topluma yansıtmıştır. Bu belgede en dikkat çekici nokta ise Hamas’ın fikri açıdan İhvan ekolünün bir parçası ancak bağımsız bir örgüt olarak tanımlanması, 1967 sınırları içinde Filistin devletinin kabulü gibi maddelerle birlikte çatışmanın Yahudilik ve Yahudilerle değil, Siyonist projeyle olduğu vurgusudur. Hâlihazırda “terör örgütü” ve “antisemitizm” damgası vurulan Hamas ile birçok devletin ancak gayrı resmi bir şekilde ilişkilerini sürdürdüğü düşünüldüğünde bu belgeyle Hamas’ın hem bölgesel hem de uluslararası arenada siyasi meşruiyetini artırmaya çalıştığı söylenebilir. Aynı zamanda Hamas bu belgeyle, Fetih hareketinin yaklaşık elli yıldır tekelleştirdiği Filistin siyaseti ve uluslararası arenada bir alternatif olacağına işaret etmiştir (Ulutaş, Salaymeh:2017,3).

 

  1. Filistin’de Değişen Güç Dengeleri

Ortadoğu’da ve Kuzey Afrika’da bulunan devletler için Filistin sorunu bölgede etki sahibi olmanın vesilesi niteliğindedir. Bu nedenle bölgedeki birçok devlet çeşitli şekillerde söz sahibi olmaya, aktör olmaya, rol oynamaya çalışmaktadır. Bu açıdan değerlendirilmesi gereken devletlerin başında Mısır gelmektedir.

Abluka altındaki Gazze’nin dünyaya açılmasını sağlayacak tek sınır kapısına sahip olan ve “Arap dünyasının kalbi” olarak adlandırılan Mısır için “Filistin sorunu” en temel dış politika konularının başında gelmektedir. Mısır’ın ulusal güvenliğinin sağlanmasının yanında Filistin sorununun Mısır halkının gönlünde bir değeri ve yeri olması da bu durumun bir göstergesidir (Nassar,2014). Ayrıca Filistin’de yaşanan kargaşayla ilgili olarak Mısır başından beri ya öncü rol oynamış ya da oynaması beklenilmiştir (Özkan,2009:98).Önceleri Filistin’in kurtuluşu üzerine şekillenen Mısır dış politikası, Mübarek döneminde İsrail ile aynı paralelde ilerleyecek şekilde değişime uğramıştır (Şahinoğlu, Ateş, 2017:119). Ancak “Arap Baharı” olarak adlandırılan sürecin ardından Mübarek rejiminin devrilip Mursi’nin iktidara gelmesi, çok kısa bir süre sonra gerçekleşen 3 Temmuz darbesiyle de Sisi’nin yönetimi devralması Mısır’ın Filistin’e yönelik tutumunda çok büyük değişikliklere neden olmuştur. Müslüman Kardeşler hareketine yakın olan Mursi yönetimde kaldığı süre boyunca İsrail saldırılarına karşı çıkan, siyasi ve ahlaki olarak direnişin yanında konumlanan bir politika izlemiştir. Aynı zamanda Mursi, Gazzeliler için hayati bir öneme sahip olan Refah sınır kapısını açarak Gazze’ye maddi ve manevi desteğini göstermiştir. Mursi döneminde Hamas ile ilişkilerin derinleşmeye başlaması, Hamas’ın uzun yıllardır Suriye’de olan Siyasi Bürosunun Kahire’ye taşınması gibi durumlar Mısır siyasal sistem ve dış politikası İslamlaşıyor algısını doğurmuştur (Şahinoğlu, Ateş, 2017:120). Mübarek döneminde askeri istihbaratın başkanı olan Abdülfettah Sisi’nin 3 Temmuz askeri darbesinin ardından başa geçmesiyle ise Hamas Mısır’ın güvenliğini tehdit eden düşman ve bir terör örgütü olarak görülmeye başlanmıştır. Bunun yanı sıra Gazze ve Mısır arasında ulaşımı sağlayan ve sayısı binleri bulan yer altı tünellerinin birçoğu darbe yönetimi tarafından imha edilmiş ve Refah sınır kapısı neredeyse daimi surette kapatılmıştır. Bu duruma neden olan başlıca faktör Sisi’nin Hamas hareketine olan şahsi düşmanlığı ve Hamas-İhvan ilişkisi olarak görülmektedir (Nassar,2014).

Ortadoğu’da kendi çıkarlarını korumak için İsrail’e ihtiyaç duyan ABD ise, İsrail’in güvenliğini sağlamak adına birtakım stratejiler izlemektedir. Bu amaçla ABD Mısır ile ilişkilerini geliştirmiş ve bazı dönemlerde İsrail-Mısır arasındaki çatışmaları sona erdirmek ve barışı sağlamak adına müzakere yöntemine başvurmuştur. Ancak Mısır’da Müslüman Kardeşler hareketine yakın olan Mursi’nin iktidara gelmesiyle değişen Filistin politikası, ABD’nin bölgedeki çıkarlarını tehlikeye düşüreceği endişesini doğurmuştur (Şahinoğlu, Ateş, 2017:121). 3 Temmuz 2013’te gerçekleşen askeri darbenin ardından ise hem Mısır dış politikasında bir eksen kayması gözlemlenmiş hem de ABD, İsrail ve Filistin’e yönelik daha aktif bir politika izlemeye başlamıştır. Bu bağlamda ABD, 14 Mayıs 2018 tarihinde uluslararası hukuk ve meşruiyeti açık bir şekilde ihlal ederek ve uluslararası toplumun Kudüs’e ilişkin tutumunu açık biçimde aşağılayarak Büyükelçiliğini Kudüs’te gayrı hukuki şekilde açmıştır. Bu durumu İslam İşbirliği Teşkilatı(İİT), ABD Yönetimi’nin kendi taahhütleriyle çelişerek Filistin halkının meşru haklarını ve uluslararası hukuku küçümsediğini ve bunlara saygısızlık ettiğini, İslam Ümmetinin haklarına ve dini duygularına saygı duymadığını gerekçe göstererek şiddetle kınamıştır (Dışişleri Bakanlığı, 2018). Kısa bir süre sonra 28 Ocak 2020 tarihinde ise dönemin ABD başkanı Donald Trump, İsrail başbakanı Benjamin Netanyahu ile birlikte bir Beyaz Saray basın toplantısında Trump’ın “Yüzyılın Anlaşması” adını verdiği sözde “barış planı”nı açıklamışlardır. Bu planı hazırlayan ise eski ABD Başkanı Trump’ın danışmanı aynı zamanda damadı olan ve Ortodoks Yahudi geleneklerine göre yetiştirilmiş olan Jared Kushner’dir (P. Cankara, Y. Cankara,2020:488). Filistin-İsrail ihtilafını bir “emlak anlaşmazlığı” olarak tanımlayan Kushner’in hazırladığı bu plan, Filistinlilerin işgal altındaki Doğu Kudüs’te inşaat ruhsatı almasını neredeyse imkânsız hale getirerek yeterli konut, altyapı ve geçim yollarının geliştirilmesini engellemektedir (Middle East Monitor,2021). Planın yaslandığı temel mantıksal çerçevenin, İsrail’in ilhak etmek amacıyla göz koyduğu Filistin topraklarını bütünüyle bu ülkeye bırakmak ve İsrail’in bir “Yahudi devleti” olarak elde etmek istediği tüm imtiyazları tanımak yönünde olduğu görülmektedir (Aral,2020). Uzunca bir süre birbirleriyle mücadele halinde olan Fetih ve Hamas ise bu plana başından beri karşı çıkarak belli konularda uzlaşabildiklerini dünya kamuoyuna göstermiş bulunmaktadırlar. Başta El-Aksa Camii olmak üzere, Kudüs’teki Müslümanlara ait ibadethaneleri ve kutsal mekanları İsrail’in egemenliğine bırakan bu plana karşı gösterilen net duruşta Filistin Otoritesi’nin bazı endişeleri de yatmaktadır. Özellikle bir iş birliği içerisinde hareket eden İsrail, ABD, Mısır ve Suudi Arabistan’ın istekleri üzerine, Gazze’nin Batı Şeria’dan kopartılması, Gazze’ye ekonomik kalkınma sözü verilerek burada Hamas’ın daha da güçlenmesi ve Filistin’in geleceği hususunda barış masasında bir müzakere yapma gereğinin kalmaması muhtemel sorunlar olarak görülmektedir (P. Cankara, Y. Cankara,2020:489).

Bu planın hayata geçirilebilmesi için, başta Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri olmak üzere, birçok Arap ülkesi Filistin halkına ‘rüşvet’ olarak önerilen parasal desteği yükümlenerek bu planın işbirlikçisi haline gelmişlerdir. Körfez ülkelerinin utanç verici tutumuna karşın başta Türkiye ve İran olmak üzere Müslüman ülkelerin büyük çoğunluğu bu plana karşı çıkmışlardır (Aral:2020).

El Fetih Sözcüsü Usame el-Kavasmi bu konuyla ilgili olarak yaptığı açıklamada Filistinlilerin bu durumda particilik yapmaksızın ulusal çıkarlarını öne almaları ve bölünmeyi sonlandırmaları gerektiğini vurgulamıştır. Hamas ise Yüzyılın Antlaşması’nı Filistin davasını ve Filistin halkının haklarını para ve ekonomik projeler karşılığında yapılan ucuz bir takas olarak nitelendirmiştir. Dolayısıyla ABD’nin Filistin için öngördüğü barış planı, tahmin edilenin aksine kendi içerisinde birçok gruba ayrılmış Filistin halkını plana karşı aynı noktada buluşmaya ve aralarındaki ayrılığı çözümlemeleri gerektiği sonucuna itmiştir (P. Cankara, Y. Cankara,2020:495).

Filistin davasında özellikle Hamas için değerlendirilmesi gereken bir diğer ülke de Suriye’dir. Müslüman Kardeşler hareketinden çıkan Hamas ve Suriye İhvanı “yabancı-Müslüman olmayan” hâkimiyete yönelik olarak ortak düşman üzerinden yükselmiştir. Ancak İsrail düşmanlığı ile ön plana çıkan ve tarih boyunca bu sürekliliğini koruyan Hamas’ın aksine Suriye İhvanı’nda Fransa’nın bölgeden çekilmesiyle ortak düşman algısı etkisiz hale gelmiştir. İlerleyen süreçte de Hamas Filistin halkıyla derin bağlar kurarak yükselirken, Suriye İhvanı Baas rejimi ile Suriye’den aşamalı olarak tasfiye edilmiştir (Gürpınar,2018:338). 1980’lerde Müslüman Kardeşler hareketini sert bir şekilde bastıran Suriye rejimi, geçtiğimiz yıllar içerisinde ise Hamas’la aynı referans noktalarından hareket eden Müslüman Suriye halkına uyguladığı orantısız şiddet nedeniyle Hamas’la yollarını ayırmıştır (Ballı,2013:109). 28 Ocak 2020 tarihinde eski ABD Başkanı Trump tarafından açıklanan “Yüzyılın Anlaşması”nın ise Hamas ve Suriye cephesinde yeni gelişmelere neden olacağı düşünülmektedir. Özellikle Körfez ülkelerinin ABD’nin sözde barış planına destek vermesi ve İsrail ile ilişkileri normalleştirme arzusu Hamas’ı yeniden Suriye’yle işbirliği yapmaya itebilecek bir sebep olarak görülmektedir. Hamas Siyasi Büro üyelerinden Mahmud El Zahar da bir haber sitesinde yaptığı açıklamada “Bence Esad’a sırtımızı dönmemeliydik. Daha en başından tarafsız kalsaydık daha iyi olurdu diye düşünüyorum” şeklinde konuşarak uzlaşı için atılan adımları doğrulamıştır (Melhem,2019).

Bölgede dengeleri büyük ölçüde değiştirebilecek bir güce sahip olan İran ise 1979 İran İslam Devrimi’nden sonra Tahran’daki İsrail büyükelçiliğini Filistin Kurtuluş Örgütü’ne tahsis ederek yaptığı jestten itibaren Filistin davasına ve İsrail karşıtı mücadeleye çeşitli şekillerde destek vermiş bir ülkedir. Fakat 2011’de başlayan Suriye iç savaşı İran-Filistin ilişkilerini farklı bir yöne çekmiştir. Hamas’ın Suriye iç savaşında halkın hükümete karşı gösterdiği tepkilere destek verip, Esad hükümetinin halka yönelik sert tutumunu değiştirmesi ve halka işbirliği yapması gerektiğini savunması İran-Filistin ilişkilerinin soğumasına neden olmuştur. Nitekim İran Suriye’deki ayaklanmanın ABD ve İsrail’in bir oyunu olduğunu öne sürerek buradaki gerçek amacın İran-Suriye direniş cephesini çökertmek olduğunu iddia etmektedir (Şahin,2019:1).  Ancak Hamas, 2017 yılında Müslüman Kardeşler hareketinden ayrılarak Suriye devrimine destek veren tutumundan geri adım atmış aynı zamanda bölgedeki siyasi rekabetten ayrı kalmak ve tarafsız olmak istediğini belirtmiştir (İzzeddin,2019). İsrail karşıtı İran ile ortak düşmana sahip olan Hamas Suriye politikasını değiştirmesiyle, Hamas-İran arasında ılımlı bir hava esmeye başlamıştır (Yakın Doğu Haber,2016). Mezhepçi tutumuyla bölgede sicili bozulan İran için Hamas’la ilişkileri iyileştirmek büyük bir fırsattır. Zira İran bu sayede Filistin davasına sahip çıktığını göstererek bozulan sicilini düzeltme imkânı bulacak aynı zamanda kendisine yönelik olası bir ABD-İsrail operasyonuna karşı İsrail’e güneyde yeni bir cephe açma şansı yakalayabilecektir (Şahin,2019:2).

 

Sonuç

FKÖ ve Hamas Filistin’de özgürlüğü ve kurtuluşu hedefleyen fakat bu hedefi farklı yollarla gerçekleştirmeye çalışan iki önemli güçtür. İdeolojik ve teknik açıdan farklılıklar içerseler de mücadeleye devam etmektedirler. Bu mücadelede FKÖ, Filistinlilerin ideallerini gerçekleştirmeye yetmeyen ve taviz politikasına dönüşen bir dil kullanırken Hamas kayıtsız şartsız direnişi savunan bir yol izlemektedir. Fakat bu mücadele, hem FKÖ ve Hamas arasında bir orta yolun bulunamaması hem de bazı devletlerin FKÖ ve Hamas arasındaki görüş ayrılıklarını derinleştirmesi nedeniyle kesintiye uğramakta hatta hiçbir yol kat edilememesine neden olmaktadır. Filistin topraklarının fiziksel bir bütünlüğe sahip olamaması da farklı görüşlere sahip Filistinlileri uzlaşmaktan ziyade birbirini suçlamaya ve Filistin davasına zarar vermeye itmektedir. Uzlaşmaktan uzak olan Filistin halkının bu durumu ise başta İsrail olmak üzere birçok devletin işine yaramaktadır. Devletler esasen tüm dünyanın duyarlı olması gereken bu durumu kendi politikalarına uygun düştüğü ölçüde ve zamanda önemsemektedirler. Küresel sermayenin büyük bir kısmını elinde tutan İsrail’in işgalleri uluslararası toplum tarafından sadece “kınanmakta” buna karşın Arap ülkelerinin yöneticileri Filistin meselesini kendi siyasi meşruiyetlerini sürdürebilmek için bir argüman olarak kullanmaktadır. Arap ülkelerinin somut adımdan uzak söylemlerinin yanı sıra eski ABD başkanı Donald Trump’ın açıkladığı ve Filistinlilerden çok İsrail’i öne çıkaran Yüzyılın Antlaşması’na Körfez ülkelerinin destek vermesi ise Filistin’deki mevcut kutuplaşmayı çözebilecek nitelikteki gelişmelerdir. Nitekim bu durumun farkına varan Filistinliler kısa bir süre önce, içinde bulundukları ekonomik ve siyasi krizi çözmek amacıyla seçim kararı almışlardır. Filistinli bir gazeteciye göre Türkiye ve Rusya gibi önemli aktörlerin desteklediği seçim kararı, Filistinli grupların elini hem uluslararası toplum karşısında güçlendirecek hem de kendi halkı karşısında rahatlatabilecektir. Aynı zamanda bu seçim vesilesiyle, İsrail’in her fırsatta Filistin’deki siyasi bölünmüşlüğü gerekçe göstererek barış müzakerelerine engel olmasının önüne geçilmek istenmektedir. ABD’de başkanlığı devralan Joe Biden’ın demokrasi ve insan hakları konusunda izlemeyi vadettiği politikaları da göz önünde bulunduran Filistin halkının seçimlere giderek, ABD’den FKÖ’yü terör listesinden çıkarmasını isteyeceği de son dönemde oldukça gündeme gelen bir konudur.

Uluslararası toplumun Filistin’de yapılacak seçimlere saygı duyup duymayacağı ve temel Ortadoğu politikası İsrail’in güvenliğini sağlamak olan ABD’nin başkan değişse de bu tutumun değiştirmeyeceği tartışma konusuyken, Filistinlilerin zor şartlar altında hayatta kalmaya çalışması gözle görünür bir gerçeklik olarak karşımıza çıkmaktadır. Hâlihazırda dışa bağımlılık, temel ihtiyaçlar için kontrollü kotalı enerji, üretimdeki çıkmaz, işsizlik, sosyal desteklerin dolaylı olarak zedelediği toplumsal yapı, gençlerin psikolojik sorunları hatta uluslararası yardımların Filistin iç siyasetinin dizayn edilmesi için araçsallaştırılması gibi iç içe geçmiş birçok problemle karşı karşıya kalan Filistin’in siyasi açıdan birliğini ve bağımsızlığını gerçekleştirebilir hale gelmesi, bu sorunları aşabilmek için vazgeçilemeyecek nitelikte bir koşuldur. Zira gündemde olmayanı durağan, olağan ve sıradan kabul ettiğimiz şu günlerde Filistin içerisindeki rekabet, İsrail’in derin insan hakları ihlallerini gölgelemektedir. Filistin’deki oluşumların rekabetten ziyade “birlikten kuvvet doğar” düşüncesiyle uzlaşma yolunu seçmesi, uluslararası kamuoyunun Filistin meselesine daha duyarlı olmasını ve İsrail’in işgallerinin daha fazla öne çıkmasını sağlayacaktır.

Sena Nur ŞEN

Akademi Birimi

 

Kaynakça

Amr, A. E., (2014). Hamas- İran yakınlaşma: Kazanımlar ve Bedeller. http://www.aljazeera.com.tr/gorus/hamas-iran-yakinlasmasi-kazanimlar-ve-bedeller, (Erişim Tarihi 18.03.2021)

Anadolu Ajansı, (2016). Direniş Hareketinden Filistin İktidar Partisine Fetih Hareketi. https://www.aa.com.tr/tr/dunya/direnis-hareketinden-filistin-iktidar-partisine-fetih-hareketi-/695445, (Erişim Tarihi: 15.03.2021)

Anadolu Ajansı, (2018). ABD’nin Kudüs Büyükelçiliği açıldı. https://www.aa.com.tr/tr/dunya/abdnin-kudus-buyukelciligi-acildi/1145275, (Erişim Tarihi: 18.03.2021)

Aral, B., (2020). Yüzyılın Anlaşması mı, Yüzyılın İhaneti mi?. https://www.aa.com.tr/tr/analiz/yuzyilin-anlasmasi-mi-yuzyilin-ihaneti-mi/1720064, (Erişim Tarihi: 18.03.2021)

Asa, A.F., (2020). Misak’tan Yeni Belge’ye Hamas ve Değişim. İNSAMER, Araştırma:115, Nisan,2020.

Ayhan, V. (2009). Hamas: Filistin Direnişinde Politik İslam. Ortadoğu Etütleri, Cilt:1, 99-134, Temmuz, 2009.

Ballı, S. (2013). Filistin Sorununda FKÖ ve Hamas Faktörü. https://dosyayukleme.ahievran.edu.tr/dosyalar/5-siTTiKA_BALLi.pdf, (Erişim Tarihi: 04.03.2021).

BBC News Türkçe, (2018). 1799’dan Günümüze Filistin Tarihi ve Ortadoğu Sorunu. https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-44128837.amp, (Erişim Tarihi: 17.03.2021)

Cankara, P. Ö. Cankara, Y.(2020). 2000’lerde Filistin’de Meşru Temsilcilik Tartışmaları: Hamas ile el-Fetih Arasındaki Rekabet. KAÜİİBFD, Cilt:11, Sayı: 21, 469-503, Mayıs, 2020.

Deutsche, W., (2019). İsrail- Filistin Savaşının 20 Yılı. https://amp.dw.com/tr/israil-filistin-sava%C5%9F%C4%B1n%C4%B1n-20-y%C4%B1l%C4%B1/a-48071976, (Erişim Tarihi: 15.03.2021)

Doğru Haber, (2020). Hamas Liderinin Dilinden: Geçmişten Bugüne Hamas- İran İlişkileri. https://dogruhaber.com.tr/haber/635406-hamas-liderinin-dilinden-gecmisten-bugune-hamas-iran-iliskileri/, (Erişim Tarihi: 18.03.2021)

Emre Ç., (2010). Hamas Hakkında Her Şey.  https://t24.com.tr/amp/haber/hamas-hakkinda-her-sey,86613, (Erişim Tarihi: 11.03.2021)

Gürpınar, B. (2018). Toplumsal Hareketler ve Ortak Düşman Algısı: Suriye İhvanı ve Hamas. Ege Akademik Bakış, Nisan, 2018, ss. 331-341.

İzzeddin E. A., (2019). İhvan’dan Uzaklaşan Hamas İran ve Hizbullah ile Yakınlaşıyor. https://turkish.aawsat.com/home/article/1765806/ihvandan-uzakla%C5%9Fan-hamas-iran-ve-hizbullah-ile-yak%C4%B1nla%C5%9F%C4%B1yor, (Erişim Tarihi: 19.03.2021)

Karagöl, E.T., Özdemir B.Z. (2017). Türkiye’nin Enerji Ticaret Merkezi Olmasında Doğu Akdeniz’in Rolü. SETA,2017.

Lewis B., Ortadoğu: İki Bin Yıllık Ortadoğu Tarihi. Arkadaş Yayınevi, Ankara, 2020.

Melhem, A.,  (2019). Körfez Devletlerinden Aradığını Bulamayan Hamas- Suriye’ye Yöneldi. https://www.al-monitor.com/tr/originals/2019/07/iran-hamas-resuminig-ties-syrian-crisis-strategic-vision.html?amp, (Erişim Tarihi:18.03.2021)

Mercan, M.H. (2018). Süreklilik ve Değişim Bağlamında Hamas’ın Siyasal Stratejisi. Ortadoğu Etütleri 2018, Cilt 10, 62-78, Haziran, 2018.

Mıddle East Monitor, (2021). Kushner Describes Palestine-Israel Conflict as ‘Real Estate Dispute’,(18 March 2021),       https://www.middleeastmonitor.com/20210318-kushner-describes-palestine-israel-conflict-as-real-estate-dispute/, (Erişim Tarihi: 18 .03.2021)

Nassar, C., (2014). Mısır’ın Gazze Savaşındaki Rolü. (26 Temmuz 2014), http://www.aljazeera.com.tr/gorus/misirin-gazze-savasindaki-rolu,(Erişim Tarihi:17.03.2021)

Oruç, S. (2010). Filistin Halkının Parçalanmışlığı: Hamas El-Fetih Çatışması. http://nek.istanbul.edu.tr:4444/ekos/TEZ/46019.pdf, (Erişim Tarihi:04.03.2021)

SETA, (2011). Hamas ile El- Fetih Arasındaki Çatışma ve Müzakere Süreci. (5 Mayıs 2011), https://www.setav.org/hamas-ile-el-fetih-arasindaki-catisma-ve-muzakere-sureci/, (Erişim Tarihi 23.03.2021)

Turgut A. B., (2021). Filistin’de Devlet Başkanlığı ve Milletvekilliği Seçimleri 14 Yıl Aradan Sonra Neden Şimdi Yapılıyor?. https://www.aa.com.tr/tr/dunya/filistinde-devlet-baskanligi-ve-milletvekilligi-secimleri-14-yil-aradan-sonra-neden-simdi-yapiliyor/2111948, (Erişim Tarihi: 18.03.2021)

Turhan, T. (2009). Uluslararası Hukuk ve İsrail’in Gazze Harekatı. İ.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, No:41, 161-181, Ekim, 2009.

T.C. Dışişleri Bakanlığı, http://www.mfa.gov.tr/abd-nin-kudus-te-buyukelcilik-acmasina-iliskin-iit-db-konseyi-aciklamasi.tr.mfa, (Erişim Tarihi 17.03.2021)

VOA, (2005). Filistin Seçimini Mahmud Abbas Kazanıyor. https://www.amerikaninsesi.com/a/a-17-2005-01-09-voa4-87978952/837762.html, (Erişim Tarihi:14.03.2021)

Ulutaş, U., Salaymeh, B. (2017). Hamas’ın Yeni Siyaset Belgesi. SETA Perspektif, Sayı: 173, Mayıs, 2017.

Yaşar, F.T., Özcan, S.A., Kor, Z.T. (2010). Siyonizm Düşünden İşgal Gerçeğine Filistin. İHH Yayınları, Yayın no:5, Aralık, 2010.

Özdemir İ. F., (2018). Mescid-i Aksa’ya Baskın ve Tarihçesi. https://www.gzt.com/amphtml/mecra/mescid-i-aksaya-baskin-ve-tarihcesi-3400838, (Erişim Tarihi: 16.03.2021)

Şahin, A., (2019). İran- Hamas İlişkilerinde Yeni Sayfa. İNSAMER, Ağusto,2019.

Şahinoğlu, M.C., Ateş, A. (2017). Ortadoğu’da Darbelerin Arka Planı: Mısır Örneği. TESAM Akademi Dergisi, Cilt:4, Sayı:1, Ocak,2017, ss.97-131.

 

Balkan Savaşları Öncesi Travmatik Tecrübelerin İttihat ve Terakki Üyelerinin Milliyetçilik Anlayışları Üzerindeki Etkileri

ÖZET:

On dokuzuncu yüzyılın ortalarından itibaren yeşeren ve Osmanlı içindeki aktif fikir akımlarından tarih üzerinde tartışmasız şekilde en çok izini bırakmış olan İttihatçılık, özellikle aynı yüz yılın sonlarına doğru yetişmiş ve İmparatorluğun son senelerinde en aktif rollerde oynayan elit subay ve bürokrat kadrosunun maruz kaldığı yaşanmışlıklardan oldukça etkilenmiş bir yapılanma olarak görülmelidir. Bu sebepten ötürü bahsi geçen düşünce yapısının bir parçası olan kişilerin ekseriyeti tarafından tecrübe edilmiş travmatik olayların, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin zaman içerisinde farklı noktalara evrilmiş olan milliyetçilik anlayışının üzerinde çok büyük etkisi olduğu tarih yazımı açısından çok önem teşkil eder.

Yazı boyunca incelenecek süreç, içinde gelecekteki İttihatçı kadroların bulunduğu savaş öncesi Balkanlar, Arap yarımadası ve Meşrutiyet sonrası İstanbul coğrafyaları etrafında şekillenmiştir. Buradaki dönem şartları ve yaşanan gelişmeler göz önünde bulundurularak yapılan çalışma, İttihatçı kadroların milliyetçi fikirsel evrimine ışık tutmayı hedeflemektedir. Giderek radikalleşen bir milliyetçilik anlayışının doğuş sürecini incelemek, kendi milliyetçilik ve onun tarihi üzerindeki anlayışımızı güçlendirme ve adilleştirme konusunda oldukça elzemdir.

Bu çalışma, dönemin şüphesiz en sarsıcı tecrübelerinden biri olan Balkan Savaşları öncesini mercek altına almaya çalışmaktadır. Bu kısıtlamanın sebebi ise üç bin kelime ile kısıtlı zaman şartları altında kapsanabilecek zaman aralığının sınırlı olmasıdır. Buna ek olarak birincil kaynak incelemesi miktarı yazının kaleme alındığı pandemi süreci sebebiyle kapalı olan arşiv ve kütüphanelerden ötürü istenilen miktarda yapılamamıştır. Ancak, yazılan maddelere rağmen olabildiğince geniş tutulan ikincil kaynak listesi içerisindeki kitap, makale ve araştırma yazıları içinde bulunan birincil kaynak incelemeleri, bu yazının çıkarımlarını destekler niteliktedir.

ABSTRACT:

Unionism, as one of the ideological streams of thoughts that emerged in the mid-19th century and being unarguably the most impactful one in history, should be perceived as a construct of the exposed happenings of the elite military officer and bureaucrats who had played an active role during the last years of the Empire. This is why the traumatic experiences that were experienced by the majority of these people can be said to have a great effect on the unique perception of nationalism of the Unionists and are of great importance to historiography.

The duration that will be inspected throughout the essay had predominantly shaped by three geographies of intense experience, namely pre-war Balkans, Arabian Peninsula and İstanbul following the declaration of Meşrutiyet. The work aims to shed light on the evolution of the nationalist mindset the Unionist cadre had while assessing the importance of contemporary developments and conjuncture. Analysing the birth process of a gradually-radicalised nationalist perception is quintessential in strengthening our own perception of nationalism and its history.

This paper is attempting to put the events taking place prior to one of the most traumatic experiences of the era, the Balkan Wars, under a scope. This restriction is a direct result of the three thousand word limit and the time given to undertake the given task. Additionally, the utilization of primary sources due to the extraordinary times we are going through, thus the closure of libraries and archives, couldn’t be done in a greater depth. Nevertheless, the list of used secondary sources that consists of numerous books, articles and research papers, and their own analysis of primary sources, indicate that the arguments put forward by this very paper can be supported.

1. Giriş: 

Genç Türkler on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllar arasında ortaya çıkmış olan idealist ve devrimci retoriklerden oldukça etkilenmişlerdi. Kısa yaşam süreli Genç Osmanlılar hareketinden sonra tarih sahnesine gelişleri, onların devlet işlerine yönelik ciddi vatanperver yaklaşımlarını kendi fikirlerine entegre etmelerine yol açmıştır. Bu çoğulcu ideolojik kökenleri en başlarda farklı sosyo-kültürel arkaplanlara ve değişen ideolojik yaklaşımlara sahip kişileri bir araya getirmeyi başarmıştır (Hanıoğlu, 1995: 17).  Bu, elbette ki, onlar yükselişe geçmeden önce İmparatorluğun kaderini değiştirecek yoğun olaylar başlamış olduğundan ötürü değişime mahkumdu. Her ne kadar erken yaştan itibaren Türk milliyetçiliğine olan yatkınlıkları göz önünde alınsa da İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin (İTC) üyelerinin çoğu başlarda ülkeyi dağılmaktan kurtarma çabalarına yardımcı olacağını düşündükleri Osmanlıcılığı tercih ediyorlardı (Luke, 1936: 163). Ancak İmparatorluğu bir arada tutma planlarının, en nazik şekilde söylemek gerekiyorsa, İmparatorluk etrafındaki başka menfaat gruplarının kafalarında olan imajla çatıştığından ötürü sağır kulaklara konuşmaktan daha farklı bir etki yaratmayacağını bilmiyorlardı (Jelavich, 2009: 83). Oluşumlarının varlığı boyunca onları bekleyen hızlı ve neredeyse düzenli şekilde gerçekleşecek olan travmalar, İttihatçıları geri dönüşü olmayan bir şekilde etkileyecekti. Bu çalışma öncelikle, İttihat ve Terakki’nin milliyetçiliklik yorumlamasının evrimine bir noktadan ışık tutabilme çabasıyla, çalkantılı Balkanların onların etraflarındaki dünyayı yorumlamalarına nasıl bir etkisi olduğunu inceleyecek. Ardından çeşitli çıkar gruplarının, özellikle Arapların, kendi hareket ve planlarına verdikleri iç karartıcı ve yıkıcı tepkilerin etkilerini tartışmayla devam edecek. Son olarak İttihatçıların Meşrutiyet rejimine geçiş sırasında oynadıkları aktif rolden sonra gelen hayal kırıklığı ve yalnızlık hissine değinerek kendisini sonlandıracak.

2. İttihat ve Terakki’nin Milliyetçilik Anlayışının Gelişimi 

İmparatorluğun en uzun yüzyılı, Ortaylı’nın tanımıyla, Osmanlı’nın bölgedeki varlığının bitişini sinyal eden talihsiz 1887-78 Rus-Türk Savaşı’yla ilk adımları atılmış olan Balkanlardan geri dönüşü olmayan bir geri çekilmeyle başlamıştı (Ortalı, 2009). 19. Yüzyılın son çeyreğinde İmparatorluğun başkentine şok edici haberler ardı arkası kesilmeyen bir şekilde yağmaya başlamıştı: Bosna ve Hersek’in Avusturya-Macaristan tarafından ilhak edilmesi, Bulgaristan’ın Osmanlı diplomatlarını ülkeden çıkartarak ilişkileri kesmesi ve bağımsızlığını yeni kazanmış olan Yunanistan’ın Girit’i kendilerine bağlaması birbirini takip etmişti. Bunlarla birlikte Osmanlı’nın Balkanlar üzerindeki kontrolü gün geçtikçe zayıflıyordu. Osmanlı Makedonyası, örneğin, durumu temsil etmek üzerine bir vaka çalışması olarak ele alınabilir. Birbiri üzerinde nüfussal olarak bir çoğunluk elde edemeyecek kadar etnik açıdan karışık bir topluluğa ev sahipliği yapan bu bölgede, en az sekiz farklı kültürün halkı vardı. Osmanlı Üçüncü Ordusu bölgede konuşlanmıştı ve bu birliğin subayları Sırp, Bulgar ve Arnavut “gerilla” savaşçılarına karşı de facto bir savaş yürütmekteydiler.  Aynı durum yine Balkanlar bölgesinde bulunan Osmanlı İkinci Ordusu için de geçerliydi (Ortaylı, 2009: 137). Bu iki ordu, bu süreç esnasında kendi içinde İttihat ve Terakki’nin gelecekteki çekirdek kadrosunu yetiştirmekteydi. Zürcher tarafından yapılmış analizdeki mercek altına alınmış yirmi beş İttihat ve Terakki Merkez Komitesi üyesi üzerinden yola çıkarak söyleyebiliriz ki bu kişilerin neredeyse yarısı, bürokrat veya subay olarak, Balkanlarda görev yapmıştı. Bu üyelerin on tanesi de bu coğrafyada doğmuştu (Zürcher, 2010: 84-100). Bu genç elitlerin düşünce yapılarını erken yaşta şekillendiren olaylar başlarından geçen travmatik tecrübelerdi. Bölgesel Osmanlı yönetiminin zayıflığı ve yetersizliği şaşkınlık verecek derecede yüksek seviyedeydi ve her an geniş çapta bir savaşa sebebiyet verebilirdi. Malum, Osmanlı kontrolü bu bölge üzerinde kendi güç ve nüfuzlarını arttırmak isteyen başka organizasyonlar tarafından ciddi şekilde sarsılmıştı. Aralarında en etkili olanlarından bir tanesi İç Makedon Devrimci Örgütü’ydü (İMDÖ). Osmanlı otoritelerine karşı çeşitli terörist hareketlerde bulunan bu örgütün aktiviteleri arasında insan kaçırma, kundakçılık ve isyana teşvik gibi hareketler bulunmaktaydı. Mali olarak yeterince desteklenmemiş ve isteksiz Osmanlı yöneticileri bu soruna nadiren bir çözüm arayışına giriyorlardı – girdiklerinde de bulunabilecek herhangi bir çözüm için yeterli güçte olmadıklarını fark ediyorlardı (Zürcher, 2002: 277). Bu ehliyetsizlik bahsi geçen genç elitlerin kalplerinin derinliklerinde hissediliyordu ve yerel Osmanlı liderlerinin diğer Avrupa devletlerinin temsilcilerinin, hatta ve hatta sıradan Osmanlı vatandaşı Hristiyanlarının önünde çaresiz şekilde el pençe divan durması onurlarını kırıyordu (Zürcher, 2002: 281-282). Bu dayanılması zor durum 1903’teki utanç verici İlinden İsyanı ile daha da kötü bir noktaya gelecekti. Bastırılması konusunda ciddi zorluklar yaşanan ve dış müdahelelere fırsat veren bu başkaldırı Avusturya-Macaristan ve Rusya ile Mürzsteg Anlaşması’nın imzalanmasıyla sonlanacaktı. Adı geçen anlaşma ile Osmanlı jandarma kuvvetlerinin büyük devletlerinin temsilcilerinin de danışmanlık görevi vereceği bir İtalyan general tarafından kontrol edilmesine karar verilmişti (Zürcher, 2014: 969). Bu anlaşmanın hizmet etmeye baş koydukları devletin bizzat kendisi tarafından yürürlüğe sokulması bu genç subay ve  bürokratlarda ciddi bir travma yaratmıştı. Anlatılan ve birbirini kesintisiz şekilde takip eden aşağılanmalar geleceğin İttihatçılarını izole bir pozisyona sokacak ve milliyetçi retoriğe daha sıkı sarılmalarına sebebiyet verecekti (Jelavich, 2009: 89).

Olayların bir başka etkisi de içinde bulundukları bölgeyi ve her ne kadar o anda bu bilgiye vakıf olmamış durumda olsalar da İmparatorluğun genelini çevreleyen sorunların bölgesel otoritelerin çarpık ve etkisiz yönetim metotları olmadığını anlamalarıydı. Bu durum aslında genel anlamda Osmanlı İmparatorluğu’nun zayıflığının ve kırılganlığının bir yansımasıydı. Bu farkındalıktan sonra yüksek mevkilerdekilerin nazarında radikal bir değişikliğe olan ihtiyaca inanç arttı; bu öylesine belirleyici bir değişiklik olmalıydı ki yaklaşmakta olan sondan İmparatorluğu kurtarabilmeliydi (Zürcher, 2014: 970). Radikallik seviyeleri -ki buradaki radikallik, negatif tonasyonlu aşırıcılıktan daha çok radikal bir değişim getiricilik anlamında kullanılmıştır- yükseldikçe milliyetçiliğe olan bağları da arttı. Anayasal monarşiye geçişi sağlayan Meşrutiyet sonrasında çıkan tartışma ortamının ana parçası olan İttihatçılar ve onların politik rakipleri arasındaki husumetin artması üzerine iki İttihatçı arasındaki yazışmada bu durumu kanıtlayacak bir alıntı bulunabilir. İslamcı muhalif gazete İkdam yazarlarından Ali Kemal tarafından İttihat ve Terakki destekçisi Şura-yı Ümmet gazetesinin yazarlarından Dr Bahattin Şakir’e yönelik sert eleştirilerde bulunulmasını ve meselenin mahkemeye götürülecek seviyeye gelmesini haber alan, İttihat ve Terakki’nin önde gelen figürlerinden Dr. Nazım’ın yazdığı mektupta şöyle bir kısım yer alır (Çiçek, 2007: 83):

“Sabah gazetesindeki Ahmet Rasim’in, Mahmut Sadık’ın mesleklerini beğenmiyorum. Bunlar belki idrak etmeyerek Ali Kemal’in vazifesini yapıyorlar. Korkma Baha! Yalnız Selanik Vilayeti otuz bin kahramanı gene bir hafta zarfında İstanbul’a göndermeye muktedirdir. İhtimal ki, bu milletin hür ve mesut olması için biraz daha kan almak farzdır. Şarklıyız kadere boyun eğeriz.”

İttihat ve Terakki’nin kurucu üyelerinden olan Ahmet Rıza’nın anılarında belirttiğine göre Meşrutiyet sonrası maruz bırakıldıkları travmatik derecedeki sert muamelenin ana sebebi, zamanında II. Abdülhamid’in istibdat rejiminin pasifize edilmesini desteklemiş olan farklı menfaat gruplarının gerçekçi olmayan beklentilerinden kaynaklanıyordu (Rıza & Temo, 2009: 343). Kendilerine karşı olan tonlamadaki sert değişim, İttihatçıların etrafında bulundukları politik atmosferi yorumlama biçimlerini etkileyecek ve kendilerinin içinde bulunduğu izole edilmiş durumun farkına varmalarını sağlayacaktı. Yukarıda tartışıldığı üzere, Hristiyan vatandaşların liyakatsızlığına halihazırda inanmış durumdalardı. Ancak, alacakları bir sonraki darbe ciddi bir sarsıntıya yol açacaktı. Meşrutiyetin ilanından hemen sonra görülmüş olan pozitif atmosfere karşın, daha geniş çaplı reform programları talep eden Arap entelektüeller arasındaki iyimserlik havası hızlı şekilde solmuştu. İlandan sonra yapılan 1909’daki ilk seçimler temsiliyet konusunda yaşanan problem sonucunda Arap toplumu için bir hayal kırıklığı haline dönüşmüştü (Ahmad & Rustow, 1976: 247). Sınırlar içindeki nüfusu temsil için seçilen 245 milletvekilinin 147 tanesi Türk, 60 tanesi ise Arap kökenliydi (Zeine, 1958: 142). Yaklaşık olarak 7,5 milyon Türk vatandaştan 2.5 milyon daha fazla nüfusa sahip olan Araplar dengeli şekilde temsil edilmediklerini düşünüyorlardı (Ahmad & Rustow, 1976: 247). Yeni toplanmış olan Parlemento içinde üstünlük sağlayabilme planları bu şekilde suya düşmüş olan Arap milletvekilleri karşılık olarak azınlık gruplarının temsilcileri ile işbirliği içine girip Türk vekiller tarafından sunulan hemen hemen tüm yasa tasarılarına karşı çıkıyorlardı. İki taraf arasındaki gerilim Halep ve Medine’yi birbirine bağlayan Hicaz Demiryolu inşaasının tamamlanması ile bir üst seviyeye taşınacaktı.  O tarihe dek vergi toplayıcıları ve askeri inzibat gibi devlet görevlilerinin doğal bariyerler ve altyapı eksikliğinden ötürü İmparatorluğun güneyindeki topraklara ulaşması hep zorlu olmuştu.  Demiryolu inşaası ise bu engelleri ortadan kaldırıp merkezden gelen kişilerin devlet otoritesinini daha öncesine kıyasla hiç hissedilmediği denebilecek bu noktalara erişimini sağlamıştı. Bunu doğal olarak kendi bölgesel nüfuslarına karşı bir tehdit olarak algılayan yerel Arap prensleri ve aşiret başları İstanbul hükümetine karşı olan isyanları desteklemeye ve hatta bazı durumlarda bu isyanlara önayak olmaya başladı (Ochsenwald & Fisher, 2003: 330). Elbette ki Araplardan gelen tepkilerinin tümünün mücadeleci bir yapıya dönüştüğünü idda etmek doğru olmaz, ancak bu diğer eforların İttihatçı devlet görüşüyle aynı sayfada bulunduğu da söylenemez. Meşrutiyetin ilanını takip eden aylarda İstanbul’da faaliyet gösteren çeşitli Arap grupları güçlerini ve çabalarını bir çatı altında toplamak amacıyla al-Ikha’ al-‘Arabi al-‘Uthmani (Osmanlı-Arap Kardeşiliği Cemiyeti) adı altında bir organizasyon kuracaklardı (Göçek, 2002: 51). Kullandıkları retorik ilk başta Genç Osmanlıların seneler önce geliştirdiği Osmanlıcılık argümanlarına dayanıyordu ve bunun sayesinde İttihatçıların Arap kökenli üyelerinden de destek görmüşlerdi (Göçek, 2002: 51). Ancak her ne kadar gündemlerinde ayrılıkçı bir fikir veya hareket planı olmasa da Arapçanın yaygınlaştırılması ve Arap adetlerinin İmparatorluk geneline yayılması konusunda aktif şekilde lobi faaliyetlerinde bulunuyorlardı. Bu bilgi, özellikle ibn Reşid, Şeyh Sanussi ve Hidiv İzzet gibi tesir sahibi Arap liderlerinin İstanbul hükümetini devirme ve bir Arap Halife devleti kurma çabaları hakkında toplanan istihbarat raporları gün yüzüne çıkınca, İttihatçıları sarsıntıya uğrattı (Kayalı, 1997: 126). Kendi milletleri hariç herkes tarafından ihanete uğradıklarını hisseden İttihatçılar, İmparatorluğu kurtarmak için sadece kendilerine güvenebileceklerine inandıklarından Türkler tarafından domine edilen otokratik bir devlet yönetimi fikrine daha da sarıldılar.

İttihatçı hareket İmparatorluğun bütünlüğünü koruma yolunda giriştiği bu mücadeleden yalnız olduğu düşüncesi sebebiyle ciddi bir psikolojik yük altında girmiş gibi görünüyordu. Örneğin ex parte (tek taraflı) kapitülasyonların kaldırılması konusunda adım atma derecesi tartışmalı olacak olsa da finansal özgürlüğe ulaşmayı denedikleri zaman en yakın müttefikleri gibi gözüken Alman İmparatorluğu bile diğer emperyal güçlerin safında durup bu durumu protesto etmişti (Akşin, 2011: 20). Ancak buradaki yalnızlıktan kasıt yukarıda bahsi geçmiş olan ülke içi bir yalnızlık doğrultusunda incelenmeli. Önde gelen İttihatçı kişiliklerin anılarında genel olarak Merkez Komite üyelerinin ciddi bir kısmının, özellikle Balkanlar ve civarında görev yapmış olanlarının, başkentteki durumun vahamet seviyesiyle karşılaştıklarında dehşete düştükleri not edilmiş. Osmanlı Devleti’nin özellikle manevi açıdan çöküşünü sindirebilmek bu idealist aktivistler için oldukça zorluydu (Rıza & Tema, 2009: 344). Bu durum İttihatçılar arasında zaten iyice kararmış durumdaki algılarının daha da fenalaşmasına yol açacak genel bir paniğe sebebiyet verecekti. İttihat ve Terakki’nin en ünlü üyelerinden olan Ahmet Rıza, anılarında içinde bulunulan durum üzerinde herhangi bir kontrole sahip olmadıklarını ve toplumun ruhsal durumu konusunda ihtiyaç duyulan anlayıştan yoksun olduklarını itiraf edecekti (Rıza, 1988: 41-43). Meclis-i Mebusan binbir güçlükle ayakta duran Osmanlı devleti üzerinde nüfuz savaşı vermekte olan çıkar gruplarının tartışmalarına ev sahipliği yapıyordu. İttihat ve Terakki’nin basındaki kolu olan Tanin gazetesi İttihatçılar ve işbirliği yapmakta olan muhalefet vekilleri arasında benzeri görülmemiş seviyelerde tartışmaları rapor ediyordu.  8 Nisan 1909 senesi bunların zirve yaptığı nokta olup, tüm oturumların kaotik bir düzenle zor bela devam ettirildiği bir hale bürünecekti (Tanin, 1909). İlerleyen günler İttihatçılar için çok daha travmatik bir hale bürünecek ve giderek milliyetçileşen yüzlerini ortaya çıkarmalarına yol açacaktı. 12 Nisan 1909 gününde daha önce bahsi geçmiş olan İkdam gazetesi Osmanlı iç politikaları hakkında Avrupa basını tarafından yapılmış olan bir analize yer veriyordu. Bu analizde İttihatçı vekillerin sadece Türklerin yararına bir gelecek planladıkları, yani giderek daha Türk milliyetçisi bir çerçeveye büründükleri yazılıyordu. Aynı analiz Osmanlı Liberal Partisi olarak da bilinen Ahrar Fıkrası’na katılımların gün geçtikçe arttığını da not ediyordu (İkdam, 1909). Her ne kadar muhalif bir gazetenin yazıları doğru bilgi kaynağı olarak işlev görmeyebilecek olsa da gerçekten de İttihatçılar giderek daha otoriter ve milliyetçi bir şekle bürünüyorlardı (Balcı, 2000: 77). Tüm bu gerginliklerin altında birikmekte olan esas gerilim ise bu yazının basılmasından sadece saatler sonrasında patlama noktasına gelecekti: Derviş Vahdeti isimli bir bağnaz din adamı tarafından başlatılan bir karşı-devrim, ki tarihe 31 Mart İsyanı olarak da geçmiştir, İstanbul’u 13 Nisan günü kasıp kavurmaya başlayacaktı.  Bunun üzerine İttihat ve Terakki üyeleri tarafından ikna edilen Osmanlı Üçüncü Ordusu başkomutanı Mahmut Şevket Paşa durumu kontrol altına almak için bir görev gücü oluşturmuştu. Geleceğin Atatürk’ü olacak olan Mustafa Kemal Paşa tarafından kurmay başkanlığı yapılan ve Dr Nazım’ın dediği gibi “otuz bin kahramanı […] bir hafta zarfında” (Çiçek, 2007: 83) İstanbul’a getiren Hareket Ordusu, şehri yedi gün boyunca kontrol eden isyanı bastıracaktı – ancak bu travma etkisi yaşatacak olan tecrübe, İttihatçıları geri dönüşü olmayacak bir şekilde değiştirmişti. İsyanın yargılamalarını yapması için kurulan Divan-ı Harp isimli askeri mahkemelerde yaklaşık yüz kişi asılmış ve dört yüzden fazla kişi de ömür boyu hapse makhum edilmişti. Osmanlı-Arap Kardeşliği Cemiyeti de dahil olmak üzere etnik kökenlere dayanan onlarca topluluk yasaklanmış, sayısız gazete ve dergi sert bir sansüre maruz bırakılmıştı. II. Abdülhamid tahttan indirilip daha uyumlu bir seçenek olarak görülen erkek kardeşi Mehmed Reşat sultanlığa yükseltilmişti. İronik şekilde, II. Abdülhamid’i, kendisinin tahtan indirilmesiyle alakalı bir Ermeni, bir Yahudi ve iki Müslüman Arnavut’tan oluşan bir İttihatçı grubu bilgilendirecekti Söz verildiği üzere davaları uğruna kan dökmüş olan İttihatçılar artık bilenmişlerdi. Bu baskıcı müdaheler karşısında otokratik ve milliyetçi retoriğin giderek gün yüzüne çıkacağını tahmin eden Ahmet Rıza, o zamanın İçişleri Bakanı olarak görev yapan ve İttihatçılar arasındaki en önemli figürlerden olan Talat Paşa’ya endişelerini bildirmişti. O ise cevap olarak yaptıkları şeylerin sadece değişmekte olan şartlara adapte olmak olduğunu söyleyecek, Ahmet Rıza da bunun bir noktada anlaşılabilir olacağını anılarında itiraf edecekti (Rıza & Temo, 2009: 344).

Önde gelen iki Genç Türk, Cavit Bey ve Dr Bahattin Şakir, Meşrutiyet’in ilanından aylar öncesinde zamanın sadrazamı olan İngiliz yanlısı Mehmet Kamil Paşa’ya ülkede milletlerin birliği anlamına gelen İttihad-ı Anasır’ı gerçekleştirme planlarını anlatmak için bir ziyarette bulunmuşlardı (Rıza, 1988: 43).  Heyecanlı şekilde konuşan bu iki genci tersleyen Kamil Paşa, onlardan İmparatorluğun ve tebaanın şahsına münhasır yapısına dikkatlerini çevirmelerini istiyordu. Onların bir hayal dünyasında yaşadığını belirten Kamil Paşa, Genç Türkleri bu hülyadan çıkmamakla suçluyordu (Rıza, 1988: 43). Gerçekten de Genç Türkler ve onlardan doğan düşünce gruplarının Osmanlıcılık çabaları çatırdamakta olan Osmanlı Devleti’ne karşı bir sadakat bağı oluşturma konusunda oldukça başarısız olmuştu (Yetim, 2008: 79).

3. Sonuç

Yapılan analizi daha keskin tutabilme amacıyla bu çalışma İttihatçılar üzerinde çok ciddi etkileri olduğu yadsınamayacak olan Balkan Savaşları’nın öncesini konu almıştır. Doğdukları ve atalarının yaşadıkları toprakları kaybetmelerinin onlara ciddi bir darbe vurduğu ve bundan ötürü yeni anavatanları olarak Anadolu’yu kabul ettikleri yadsınamaz bir gerçektir (Lewis, 1997: 337). Bu yorumlar İmparatorluğun her türlü trajediyi en yoğun şekilde yaşadığı Birinci Dünya Savaşı için de yapılabilir. Yine de çalışma boyunca betimlenen durumların ve zaman periyodunun İttihatçıların mentalitesinin milliyetçilik doğrultusunda evriminde yolu açtığı ve bu gelişim sürecini hızlandırdığı söylenebilir. Başlarda ırkına ve dinine bakmaksızın tüm vatandaşlara özgürlük ve adalet getirmeyi hedefleyen bu hareket, İmparatorluğun geçirmekte olduğu süreçlerin acımasız gerçekliklerine maruz kaldıktan sonra doğdukları dönemin bir ürünü olmuşlardır. Geçirdikleri travmalar onları muhafazakâr bir Osmanlıcılıktan vatanperver ve milliyetçi bir düşünce yapısına büründürmeye zorlamıştır (Bozbora, 2012: 629). Bu durumun onları nasıl bir mental hale bürüdüğünü ancak tahmin edebiliriz. Bu çalışmayı sonlandırırken zamanın Savaş Bakanı ve Üç Paşalar’dan ilki olan Enver Paşa’nın yazdığı bir mektuptan bir alıntıyı paylaşmak kanımca ancak uygun kaçacaktır (Börekçi, 1999: 1):

“… Ama içeride birbirimizi boğazlayacağız yakında. Eğer planım başarılı olursa bu ihtimali uzaklaştırırız. Aksi halde ne olur bilmem. Herkes birbirine karşı dolap çeviriyor…”

Atakan Yurdakul

Milliyetçilik Çalışmaları Staj Programı

KAYNAKÇA

Ahmad, F. & Rustow, D. A. (1976). İkinci Meşrutiyet Döneminde Meclisler: 1908-1918. Güney Doğu Avrupa Araştırmaları Dergisi, (4-5), 245-284.

Balcı, S. (2000). II. Meşrutiyet Döneminde İkdam Gazetesi, 1908-1909. YÖK Tez Merkezi.

Bozbora, N. (2012). Albanian Perception of 1908 Revolution and Its Effects on Albanian Nationalism. IBAC, 2(1), 623-644.

Börekçi, M. Ç. (1999). Anadolu’da Tanin. Türk Tarih Kurumu Yayınları.

Göçek, F. M. (2002). Decline of the Ottoman Empire and the Emergence of Greek, Armenian, Turkish and Arab Nationalisms: Social Constructions of Nationalisms in the Middle East. SUNY Press.

Hanıoğlu, M. Ş. (1995). The Young Turks in Opposition. Oxford University Press.

Jelavich, B. (2009). Balkan Tarihi-II, 20. Yüzyıl. Küre Yayınları.

Kayalı, H. (1997). Arabs and Young Turks: Ottomanism, Arabism and Islamism in the Ottoman Empire, 1908-1918. University of California Press.

Lewis, B. (1997). The Middle East: A Brief History of the Last 2,000 Years. Touchstone Books.

Luke, H. (1936). Take Making of Modern Turkey. McMillian Press.

Meto, İ. & Rıza, A (2009). Biz İttihatçılar. Örgün Yayınevi.

Ochsenwald, W. & William, F. (2003). The Middle East: A History. McGraw-Hill Inc.

Ortaylı, İ. (2009). İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı. Timaş.

Rıza, A. (1998). Meclis-i Mebusan ve Ayan Reisi Ahmet Rıza Bey’in Anıları. Arba Tanin Gazetesi, 8 Nisan 1909.

Yeşilyurt, N. (2005). Collapse of the Empire: Ottoman Turks and Arabs in The First World War. University of Cambridge Press.

Yetim, F. (2008). II. Meşrutiyet Dönemimde Türkçülüğe Geçişte Kapsayıcı Formül: Millet-i Hakime Düşüncesi ve Etkileri. Sosyal Bilimler Dergisi, 71-84.

Zeine, N. (1958). Arab-Turkish Relations and the Emergence of Arab Nationalism. Khayat’s.

Zürcher, E. J. (2002). The Young Turks – Children of the Borderlands?. Turkology Update: Leiden Project Working Papers.

Zürcher, E. J. (2010). The Young Turk Legacy and Nation Building: From the Ottoman Empire to Atatürk’s Turkey. I. B. Tauris.

Zürhcer, E. J. (2014). Macedonians in Anatolia: The Importance of the Macedonian Roots of the Unionists for their Policies in Anatolia after 1914. Middle Eastern Studies, 50(6), 960-975.

Sosyalist Feminizm ve Patriarşik Kapitalizmin Savaşı

 

                                                                Özet

Makalede, öncelikle kısaca feminizmin tanımlarından birinci, ikinci ve üçüncü dalga feminizmden bahsedilmiştir. Daha sonra sosyalist feminizm tarihsel gelişimiyle incelenmiştir, aynı zamanda patriarşik kapitalizme karşı olan görüşleri de ele alınmıştır. Bu sırada ataerkilliğin ve kapitalizmin, patriarşik kapitalizmin ne olduklarından ve ne zaman ortaya çıktığı düşünüldüğünden bahsedilmiştir. Kadınların toplum içerisindeki eşitsiz konumunu, kapitalizmi ve patriarşiyi ele alışı bakımından diğer feminizm çeşitlerinden ayrılan sosyalist feminizm kapitalist patriarşinin toplumsal cinsiyete etkisini sistemsel analizleriyle açıklamaktadır. Aynı zamanda kadının bu düşük konumu üzerinde bu ataerkil kapitalizmin ne tür etkisi olduğundan sosyalist feminizm çerçevesinde açıklanmaya çalışılmıştır. Patriarşik kapitalizmin kadınlar ve emekleri üzerindeki etkisini, onları değersizleştirmesini eleştirmiştir.

Anahtar Kelimeler: Feminizm, Sosyalist Feminizm, Patriarşik Kapitalizm, Patriarşi, Toplumsal Cinsiyet

                                                           

Abstract

  Firstly, in this article, historical process of feminism, first, second and third wave of feminism examined. And then, the historical development of Socialist Feminism, as well as its views against patriarchal capitalism were mentioned. At the same time, patriarchy, capitalism and patriarchal capitalism are tried to be defined, and when did they came up. Socialist feminism, which differs from other types of feminism in terms of addressing the unequal position of women in society, capitalism and patriarchy, explains the effect of capitalist patriarchy on gender with its systematic analysis. Also, what kind of influence this patriarchal capitalism has on this low position of women has been tried to explain in the context of socialist feminism. They also criticized patriarchal capitalism’s influence over women and their labors as well.

Keywords: Feminism, Socialist Feminism, Patriarchal Capitalism, Patriarchy, Gender

 

Giriş

Feminizm, kökenleri geçmişte bulunan fakat günümüzün gündeminde de çokça yer edinen önemli bir ideolojidir. Latince anlamı kadın olan ‘femine’ kelimesinden türeyen ‘Feminizm’ kavramı, net olarak tam çıkış tarihi bilinmese de 19. Yüzyıl sonları 20. Yüzyıl başlarında daha yaygınlaşan, kadınların erkek egemen yönetime, sosyo-ekonomik hayata ve kültüre direnme amaçlı, günümüzde hala kuvvetle etkisini sürdüren bir ideolojik akımdır. Feministler, cinsiyetler arasında doğal olarak bir eşitsizlik olduğu görüşüne, kadınların geri plana atılıp değersizleştirilmesinin doğal olduğunu savunanlara karşı çıkmışlardır. Feminizmi birkaç cümleyle anlatmak, tek bir tanıma sığdırmaya çalışmak onu çok yanlış anlamamıza sebep olacaktır, farklı perspektiflerden çok farklı tanımlar çıkarmak mümkündür. Örneğin Robert sözlüğüne baktığımızda Feminizm sözcüğü ‘kadınların toplum içindeki rolünü ve aklarını genişletmeyi öngören bir doktrin’ olarak tanımlanırken (Akgün ve Yamak 2020), Merriam-Webster sözlüğünde ise ‘Erkeklerle kadınların eşit haklara ve fırsatlara sahip olması gerektiği düşüncesi’ (alıntılayan Akgün ve Yamak, 2020); (aktaran Gaag, 2018) olarak tanımlanmıştır. Yani sadece bu iki tanıma bakılarak bile Feminizmin tanımının ne kadar çok değişebildiğini görmek mümkün oluyor.

Makalenin devamında da göreceğimiz gibi 1960’lardan sonra, İkinci Dalga Feminizm ile feminizm konusu kendi içerisinde de alanlarına ayrılmaya başladı, buradan makalemizin ana konularından olan Sosyalist Feminizm ortaya çıktı. Sosyalist feminizm, en çok radikal ve Marksist feminizm ile etkileşim içerisinde bulunmuş ve aynı zamanda onları eleştirmiştir. Ayrıca kapitalizm ve patriarşiyi kendi sistemleri içerisinde incelemiştir, bu iki sistemden de makalenin devamında bahsedilecektir. Kadınların hayatını olumsuz etkileyen koşulların doğal olmadığını savunmuşlar ve toplum içerisindeki bu ‘doğal olmayan’ eşitsizlikleri incelemişlerdir. Sosyalist feminizm, bu eşitsizlikleri, kadınların koşullarını tarihsel olarak ele alması bakımından diğer feminist akımlardan ayrılmakta ve konuya eşitsizliklerin kaynağı olarak gördüğü “ataerkil kapitalist” sistemi eleştirmekle başlamaktadır, bunları yaparken Marksist ve radikal feminizmin görüşlerinden de yardım alır (Özdemir, 2017).

Kadın sorunu, geçmişten günümüze gündemimizin ayrılmaz parçalarından olmuştur. Feminizm ideolojisi de kadınları erkeklerin gölgesinden, toplumun eşitsizliklerinden kurtarabilmek amacıyla ortaya çıkmıştır. Bu makalenin amacı da sosyalist feministlerin fikirlerini aktarmak, ataerkil kapitalizm karşısında nasıl ve neden durduğunu açıklamaktır. Sosyalist feministlerin toplumdaki kadın eşitsizlikleri konusundaki çabalarını aktarabilmektir.

 

Tarihsel Çerçevede “Feminizm’’

Temelde feminizmi üç dönemde incelememiz mümkündür. İlk olarak feminizm, ‘Birinci Dalga Feminizm’ adı altında incelenir. Bu hareket dalgasında öncelikli olarak şimdilerde kadınların oy hakkı, eğitimde eşitlik ve mülkiyet hakları gibi siyasi haklarına odaklanılır. Fransız Devrimi sırasında (1789) ilk kez kadınların siyasi hakları için talep başladı ve Mary Wollstonecraft’ın 1792’de yayımladığı ‘Kadın Haklarının Gerekçelendirilmesi’ adlı eseri de ilk sistematik feminist inceleme olarak görülmektedir (Rendall, 1982). Feminizm terimi ise ilk kez Alexandre Dumas tarafından 1972 yılında kadın hakları akımını betimlemek amacıyla kullanılmıştır (alıntılayan Akgün ve Yamak, 2020) (aktaran Yörük 2009). 19. Yüzyıl sonu 20. yüzyıl başlarındaki bu dönem Birinci Dalga Feminizm dönemi olarak adlandırılır. Amerika ve Avrupa’da yaşanmaya başlanan reformlarla birlikte kadınlar da kendi haklarını savunmaya başlarlar. Amerikan Bağımsızlık Bildirgesinde, Fransa’da Doğal Haklar Bildirisinde kadın haklarına yeterince önem verilmediğini düşünen feminist gruplar haklarını savunmaya ve talep etmeye başlamışlardır (Taş, 2016). Viktoryen sonrası dönemde[1] İngiltere’de kadınların oy hakkı için eylemler yapması buna örnek olarak gösterilebilir.

1960’ların sonunda Batı’da ise İkinci Dalga Feminizm olarak adlandırılan dönem başladı. Kadınlar birinci dalgadan sonra her ne kadar kâğıt üstünde erkeklerle eşit siyasi haklara sahiplerse de toplumsal alanda erkeklerden farklılıkları bulunmaktaydı, onları tutan toplumsal normlar bulunmaktaydı. Bu bağlamda kadınlar için emansipe[2] olduklarını söylemek daha doğru olur. Birinci dalganın ilgilendiği siyasi eşitsizliklerin yanı sıra, cinsellik, ev içi şiddet ve iş yerindeki eşitsizlikler gibi konulara ikinci dalgada odaklanılır. Aynı zamanda kadın grupları ataerkil düzenin aile içerisinde hala devam ettiğine odaklanmışlardır. Bu dönemin ortaya çıkışında Keynesyen devlet modeli[3] ve 2. Dünya savaşının etkileri yadsınamazdır (Akgün ve Yamak, 2020). Bu dönemde kadın grupları kendi ideolojileri, dünya görüşleri ve algıları bakımından kendi içerisinde de ayrışmaya başlamıştır ve bu da beraberinde kendi içerisinde tartışmaları getirdi (Taş, 2016). Bu şekilde feminizm kendi içerisinde radikal, liberal ve sosyalist feminizm gibi bölünmeler yaşadı. Liberal feministler meslek sahibi orta sınıfı burjuva kadınlarının evde ve iş hayatında karşılaştıkları ayrımcılığı ve bunların çözümüne ilişkin hukuksal önerileri tartışmışlardır. Radikal feministler cinselliğin diyalektiğini, sosyalist feministler de emekçi kadınların ücret ve çalışma koşullarını kapitalist sistem ve ataerkillik kavramları etrafında sorgulamışlardır (Sümer, 2009).

1990’lı yılların sonunda ortaya çıkıp günümüzde halen devam eden dönem ise Üçüncü Dalga Feminizm dönemi olarak adlandırılır. Bu dönemde siyasi süreç ve kanunlar daha az işlenmiş olup bireylere daha çok yer verilmiştir ve post modern, psikanalist ve varoluşçu feminizm çeşitleri ortaya çıkmıştır (Akgün ve Yamak, 2020).

 

Sosyalist Feminizm Düşüncesinin Temelleri ve Ataerkil Kapitalizm Görüşü

 Siyasal ve ekonomik bir öğreti olarak görülebilen sosyalizm, en geniş anlamıyla özel mülkiyet yerine kamu mülkiyeti anlayışını benimseyen, özel çıkar ve menfaatler yerine kamunun menfaatlerinin gözetilmesi gerektiğini savunan ideolojidir. Sosyalistler, liberalleri eleştirmiş ve özellikle Marksizm ile etkileşim içerisinde bulunmuşlardır (Sümer, 2009). Sosyalistler, kapitalist sistemin yol açtığı eşitsizlikle savaştılar. Sosyalist feminizm terimi ise 1960’ların sonu 1970’lerin başı gibi karşımıza çıktı. Sosyalist feministler, kadınların ev içi emekte erkek işçilerin yükünü hafiflettikleri, kapitalist işçi nesillerini yetiştirdikleri, eğitimlerine yardımcı oldukları ve emek ordusunun yedek kuvvetleri olarak faaliyet gösterdikleri bir yer olarak aile veya ev hayatıyla sınırlandırılmış iktisadî önemine dikkat çekerek, genellikle kadının ikinci planda olmasıyla kapitalist üretim biçimi arasındaki bağlantıya vurgu yapıyorlardı (Heywood, 2014).

İlk olarak patriarşiyi tanımlarsak, ataerkillik, erkeklerin egemen olduğu, erkeklerin yönetimde daha üst mevkilerde olduğu, kuralları bile onların koyduğu yönetim şeklidir. Bu yönetim şeklinde cinsiyetler arasındaki hiyerarşinin temel kaynağı güçtür. Bu güç sayesinde erkek kadın üzerinde baskı kurabilmekte, onları şekillendirebilmektedir. Bu tarihsel süreç içerisinde de sanki doğalmış gibi dayatılmaya çalışılmıştır. Buradan, sosyalist feministlerin de üzerinde durduğu ‘erillik’ ve ‘dişillik’ kavramları ortaya çıkmıştır, bunlar da toplum içerisinde kadın-erkek eşitsizliğinin başlıca sebeplerinden biridir (Özdemir, 2017). Bu bağlamda sosyalist feministler toplumsal cinsiyetin doğuştan geldiği bilgisini reddeder, kapitalizmin bir getirisi olduğunu savunurlar. Bunun sebebi ise kapitalizm öncesi toplumlarda, feodal dönemin sonlarında, aile ve sosyal hayatta kendiliğinden oluşmuş bir iş bölümü vardı. Kadın, erkek ve çocuklar evde ve sosyal hayatlarında işlerini ortak yaparlardı. Buna bir örnek de İslam öncesi Türk toplumlarından verilebilir. Ziya Gökalp de bu konuda araştırma yapmıştır ve İslamiyet öncesi Orta Asya Türklerinde kadınların erkeklerle eşit olduğu bilgisi ortaya çıkmıştır, hatta o “Eski Türkler hem demokratik hem feministtir, her işte kadın ve erkek aynı anda bulunmak zorundaydı, her karar hem hakan hem de hatun tarafından onaylanmak durumundaydı. Kadınlar kapanmak zorunda bırakılmamıştır ve erkeklerin sadece tek eşi olabiliyordu. Kadınlar yönetici, kumandan ve elçi olabiliyordu” kelimelerini kullanmıştır (Arat, 2016). Kapitalist sistemle birlikte ise kadın eve hapsedilmiş erkek ise çalışarak ekonomik gücü elde etmiştir.

Patriarşik kapitalizm dediğimiz sistem ise 18. Yüzyıl ortaları gibi İngiltere’de, endüstriyel kapitalizm ve patriarşinin arasındaki ilişkiyle birlikte ortaya çıkmaya başlamıştır. Kapitalist ataerkillik, tanımı gereği, sınıf ve cinsiyet, özel ve kamusal alanlar, ev içi ve ücretli emek, aile ve ekonomi, kişisel ve politik, ideoloji ve maddi koşullar ikiliklerini kırar (Eisenstein, 1979). Ataerkillik ve kapitalizm kavramları iş bölümünü, aileden çok cinsiyete göre yapar[4], bu da insanın toplum içerisindeki sosyal, biyolojik ve ekonomik durumunu etkiliyor çünkü insanların hayalleri bile bu çerçevede şekillenmeye başlıyor. Yani erkek ve kadınları kendi toplumsal cinsiyet rollerine göre ayrıştırır. Sosyalist feministlere göre kadınlar üretim, yeniden üretim ve tüketime üç şekilde katılmaktadırlar. İlki, kadınlar ücretsiz emek karşılığı ev içi işlerle meşgul olurlar ve kapitalist sistemin ihtiyacı olan yeni işçiler doğurarak yeniden üretime katkı sağlarlar. İkincisi, emek güçleriyle kapitalist sistem için çalışarak metaların üretimine katılırlar. Üçüncüsü ise, kitle iletişim araçları aracılığıyla, kadınlar hem kendileri için hem de aile üyeleri için metaları satın alma yoluyla tüketime katılmaktadırlar (Özdemir, 2017).  Aynı zamanda onlara göre göre ataerkillik kapitalizmden önce var olmasına rağmen ve kapitalizm sonrası toplumlarda devam etmesine rağmen, baskının yapısı değiştirilecek ise anlaşılması gereken onların bugünkü ilişkileridir (Eisenstein, 1979). Bu bağlamda da radikal ve Marksist feminizmden farkı gözler önüne serilmiş olur. Sosyalist feminizm ve radikal feminizm bir ortak yanı, patriarşinin kapitalizmden önce geldiğini savunmaktadırlar, fakat Marksistler kapitalizmin patriarşiden önde geldiğini savunurlar (Eisenstein, 1979). Aralarındaki bir diğer fark da sosyalist feministlerin, kadın sorununun sebebi olarak Marksistlerin sınıflı toplumu belirtmelerine karşı geldikleri gibi radikal feministlerin de ataerkil sistemi göstermelerine karşı gelmelerinde görüyoruz (Akgün ve Yamak 2020). Bir yandan sosyalist feminizmin Marksist ve radikal feminizmin odaklandığı sorunları, onların düşüncelerini bir araya getirmeye çalıştığını da söylemek mümkün. Marksist feministler kadınlara sınıf bilincini benimseyerek üretime katkıda bulunmalarını empoze etmiştir. Fakat sosyalist feministler bu benimsemeleri gereken sınıf bilincinin de ataerkilliğin bir parçası olduğunu, topluma işleyen bu sistemin de kadının ezilmesine sebep olduğunu savunmaktadır.  Hatta sosyalist feministlere göre Marksizm ile feminizmin birleşmesi ‘mutsuz bir evlilik’ gibidir, bunun sebebi ise Marksistlere göre Marksist ve feminizmin tek kaynağı yine Marksizm’in kendisidir, sosyalist feministlere göre bu düşünce çok yanlıştır (Sümer 2009). Bu durumda yapılması gereken ya mutsuz evlilikte olduğu gibi sağlıklı bir şekilde beraber olmayı öğrenmelilerdir ya da ayrılmalılardır. Marksist feministler kadın sorunlarındaki temel neden olarak sınıflı toplum yapısını gösterirken radikal feministler patriarşiyi gösterir, sosyalist feministler bu iki görüşü de savunmaz. Sosyalist feminist bakış açısından patriyarki bir maddi temel ile bir yapı olarak kavramsallaştırılırken, radikal feministler patriarşiyi bir fikir veya her gün yaşanan ve evrensel olarak kadınların daima erkeklerin baskıları altında kaldıkları bir gerçek olarak görmektedirler (alıntılayan Sümer, 2009); (aktaran Grant, 1993). Bu tarihsel akışta, kadınlar erkek egemen dünyada kontrollerini ve özgür iradelerini hayatlarındaki erkek figürünün (baba, abi, kardeş, eş) kontrolü altına bırakmışlar, buna kendi emeklerinin, iş güçlerinin kontrolü de dahildir. Kadınlar evdeki görevlerinin yanı sıra (çocuğa bakmak, temizlik yapmak, yemek gibi) iş gücündeki yerlerinde de uzun süren mesailer yapıyorlar. Emeklerinin tam karşılığını kapitalist ekonomide alamadıkları gibi bir de erkeklerden daha düşük maaş alıyorlar ve bu maaş da evdeki erkek figürünün kontrolü altında kalıyor, buradan da kapitalizmin patriarşik yapısı gözler önüne seriliyor. Sosyalist feministler işte tam da bu konuda oluşan toplumsal cinsiyet eşitsizliklerinin doğal olmadıklarını, patriarşik kapitalizmin bir getirisi olduğunu savunurlar. Onlara göre insanlara atfedilen erillik ve dişillik anlamları kapitalizmin burjuva erkeğinin çıkarına hizmet etmektedir (alıntılayan Özdemir, 2017); (aktaran Fiske, 1996). Yani sosyalist feministler kadının toplum içindeki yerini, hayatlarındaki konumunu açıklamak için cinsiyet algısının yanı sıra kadınların sınıfsal durumlarını ve içinde bulundukları ekonomik koşulları da göz önünde bulundururlar. Bu durumda sosyalist feministler toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin doğuştan gelmediğini, zamanla geliştiğini iddia etmektedir. Sosyalist feministler mevcut cinsiyet tartışmalarını doğru bulmamaktadırlar çünkü ‘kadın’ ve ‘erkek’ olarak ayırıp tartışmaları yürütmek onlara göre tekrar bir güç illüzyonuna sebep olmaktadır onların sloganıysa “önce insan sonra kadınız” şeklindedir (Altınbaş, 2006). Yani yapmak istedikleri planları ve sağlamak istedikleri faydanın cinsiyet fark etmeksizin herkesi ilgilendirdiğini düşünmektedirler. Sosyalist feminizm aynı zamanda kapitalist sistemde kadının ücretli iş olgusuyla ilişkisini hem ücretli hem de ücretsiz emek olmak üzere ikiye ayırmaktadır. Kadını, ücretli iş olgusu dışında, genelde tüketici olarak ve ev işlerinde işinin ücreti ödenmeyen işçi olarak tanımlar (alıntılayan Özdemir, 2017); (aktaran Vogel, 2003). Kapitalist sistemde işçinin emeği sömürülür, kadının da bedeni sömürülür, ondan koparılır, kendi bedenlerinde kendilerinin kontrolü yoktur. Kadın objeleştirilmiştir, güzelleşmek, zayıflamak zorunda bırakılmıştır. Hayatlarını başkalarının istediği ölçüde, başkaları gibi yaşamaya başlamışlardır.

 

Sosyalist Feminizmin Sistem Analizi

Sosyalist feminizm, kadının toplum içerisindeki konumunun tek bir sistem ile açıklanmasını yanlış bulmuştur. Bu eleştirisinin kökenleri de Marksist ve radikal feminizmden gelmektedir. Marksist feminizm kadınların toplum içerisinde ikinci planda kalmasını sınıflı toplum yapısına bağlamış, radikal feminizm ise bu durumu patriarşik sisteme bağlamıştır. Sosyalist feministler ise bu iki durumu da göz önünde bulundurarak iki sistem oluşturmuştur: birisi İkili sistemler kuramı ve diğeri Birleşik sistemler kuramı (Sümer, 2009).

İkili sistemler kuramı kapitalizm ve patriarşinin farklı sosyal ilişki biçimleri ve farklı çıkar kümeleri olduğunu ileri sürmektedir (Sümer, 2009). Buna göre, kadının ezilmesini anlayabilmek için önce kapitalizm ve patriyarkinin ayrı birer olgu olarak çözümlenmesi, ardından da bu ikisi arasındaki diyalektik ilişkinin ortaya konulması gerekmektedir (alıntılayan Sümer, 2009); (aktaran Tong, 1989). Yani bu kuramı savunanlara göre, patriarşinin oluşmasına ortam sağlayan unsurlar tek bir konuya indirgenerek açıklanamaz. Örneğin aile kurumu, bir yandan ekonomik ihtiyaçların giderilmesi anlamında ekonomik bir birim iken, diğer yandan da kadın biyolojisi ile sosyal çevre arasındaki etkileşimin bir sonucu olması anlamında biyo-sosyal, dahası kadın ve erkeğin birbiriyle nasıl bir ilişki içinde bulunması gerektiğine dair yerleşik anlayışların bir sonucu olması anlamında da ideolojik bir birimdir (Sümer, 2009). Bu biyo-sosyal ve patriarşik olaylar değişmedikçe kadının durumunun değişmesi de beklenemez. Hartmann, ikili sistemler kuramını savunan bir feminist, ailenin reisi olan erkek hem kadının hem de çocuğun emeğini kontrol etmeyi öğrendiği zaman ataerkil yapının kapitalizm öncesi oluştuğunu ve zamanla hiyerarşik bir yapı kazandığını belirtmektedir, yani yazara göre erkeğin kadının emeğini kontrol etmesinin sorun olarak ortaya çıkması iki şekilde olmuştur: ilki, devletin gelişmesiyle birlikte ayrılan özel ve kamusal alan, ikincisi, ekonomik sistemin geliştirdiği geniş çaplı üretimdir (Özdemir, 2017). Bu durumda kadının emeği, erkeğin kontrol ve yönetim mekanizmasında olması dolayısıyla baskı altına girmiştir. Aynı zamanda bu feministler patriarşiyi, erkeklerin kadınların işgücü ile cinselliklerini denetlemek ve üzerinde baskı ve etkinlik kurmak için aralarında oluşturdukları dayanışma ve yardımlaşma sonucu meydana gelen sosyal ilişkiler kümesi olarak tanımlanmaktadırlar (Sümer, 2009). Bu durumda sadece kapitalizmin ortadan kalkmasıyla toplumdaki kadın-erkek eşitsizliğinin biteceğini düşünmek yanlış olur, bunun sona erebilmesi için erkeklerin kadınları denetlemekten vazgeçmeleri gerekmektedir. Diğer bir ikili sistemler teorisini savunan sosyalist feminist, Juliett Mitchell kapitalizmin maddi tarafı ile ataerkil sistemin maddi olmayan tarafı birleştirildiğinde kadınların sosyal pozisyonlarının anlaşılabileceğini ileri sürmüştür, bu toplumsal yapıdaki ataerkilliğe ve kadınlara yapılan baskıya ‘cinsel politika’ adını vermiştir (Akgün ve Yamak, 2020). Bu ataerkil yapının aynı zamanda evrensel ve ideolojik olduğu fikrini savunmaktadır (Özdemir, 2017). Bu duruma örnek olarak aile kurumu verilebilir. Bir yandan ekonomik ihtiyaçların giderilmesi anlamında ekonomik bir birim iken, diğer yandan da kadın biyolojisi ile sosyal çevre arasındaki etkileşimin bir sonucu olması anlamında biyo-sosyal, dahası kadın ve erkeğin birbiriyle nasıl bir ilişki içinde bulunması gerektiğine dair yerleşik anlayışların bir sonucu olması anlamında da ideolojik bir birimdir (Sümer, 2009)

Birleşik sistemler kuramını savunan sosyalist feministlere geldiğimizde ise, ikili sistemlerin tam tersi olarak, kapitalizm ve patriarşiyi ayrı ayrı ele almanın beraberinde daha fazla sorun getirebileceğini düşünmektedirler, bunun sebebinin de patriarşik olan olayların birçoğunun kapitalizmin getirisi olduğunu düşünmeleridir. Marksist kuramdaki sınıf çözümlemesinin merkeze konulması durumunda, kadınların ezilmesi ve ikincilleştirilmesi sorununun açıklanabileceği düşünülmektedir (Sümer, 2009). Einsenstein, Young ve Jaggar bu birleşik sistemler kuramını savunan sosyalist feministlere örnek olarak gösterilebilirler. Young’a göre kapitalist sistem temelinde patriarşiktir. Bu nedenle de kadınlar baskı ve kontrol altında kalır, bu sayede de kadının emeği değersizleşmiş olur, yani bu ataerkil kapitalist yapıda kadın hem sınıf bazında sömürülürken, diğer taraftan da ataerkil yapı tarafından baskı altında tutulur (Özdemir, 2017). Aynı zamanda kapitalizmin ve ataerkilliğin temelinde cinsiyetle ilgili iş bölümünün olduğunu savunmuştur (Akgün ve Yamak, 2020). Bu sistemdeki sosyalist feministler, bu bağlamda kapitalist yapı ve patriarşiyi ayrı ayrı incelemenin doğru olmadığını düşünürler. Bu sisteme göre, kadının iş gücü hem ev içinde hem de ücretli işçi ve tüketici olarak kapitalizmin yarattığı sınıflı toplum yapısında ekonomik açıdan da sömürülmeye devam etmektedir (Eisenstein, 1979). Jaggar ise yabancılaşmanın farklı bir yorumuyla kadınların ikincil konumunu ortaya koymanın mümkün olduğunu savunmuştur, entelektüel, annelik ve cinsellik alanlarında oluşan yabancılaşma, kadın sorununu oluşturmaktadır (Akgün ve Yamak, 2020). Bu bağlamda, toplum içinde kadının yerini anladığımızda, kadının yabancılaşma durumunu da anlamış oluyoruz. Sonuç olarak kadın sorununa getirilecek çözüm de ilk olarak bu yabancılaşmayı anlayarak, daha sonra da bu yabancılaşmayı bulunduğu kültürden uzaklaştırarak sağlanabilir. Yani kadınların varlığı, egemen ideolojileri ve kurumları aracılığıyla kapitalizm ve ataerkillik tarafından tanımlanıyorsa, o zaman tek başına bir kapitalizm anlayışı (ya da tek başına ataerkillik) kadınların ezilmesi sorununu çözmeyecektir (Eisenstein, 1979).

 

Sonuç

Feminizm, kadınların ikinci planda olmasın, ezilmesinden ve ötekileştirilmesinden dolayı ortaya çıkmış olan bir ideolojidir. İlk olarak 18. Yüzyılda çıkan feminizm hareketi, yavaş yavaş tüm dünyada yayılmaya başlamıştır ve tarih geçtikçe, toplumlar değiştikçe kendi içerisinde dönemlere ayrılmıştır. İkinci dalga feminizm ile de feminizm fikri kendi içerisinde farklı düşünceler dahilinde alanlara ayrılmıştır, bu makalede de bunun bir alanı olan sosyalist feminizmi ve onun ataerkil kapitalizme karşı düşüncelerini işledik. Ataerkil kapitalizmi tarihsel bakımdan incelemesinden dolayı diğer düşünce akımlarından ayrılıyor sosyalist feminizm ve tek bir sistemde işlemeyi doğru bulmuyorlar, buradan da ikili sistemler ve birleşik sistemler kuramları ortaya çıkıyor. Bir toplum içerisinde kadın olma problemi, geçmişten günümüze çokça tartışılmıştır ve üzerine çokça farklı yorum yapılmıştır. Her ne kadar bir hayatta erkek ve kadın aynı oranda var olsalar da tarihi yazan erkekler, kendilerini hep daha üstün yazmışlardır, kadının yerini kendilerine göre şekillendirmişlerdir. Erkeklere koruma, kollama, para getirme, güçlü olmak gibi görevler atfedilirken kadınlara evde kalıp ev işi yapma, çocuğa bakmak, seks objeliği gibi görevler bırakılmıştır. Sosyalist feministler ataerkilliğin kapitalizmden önce de var olduğunu savunmuş, kapitalizm ile kadının emeği de değersizleştirilmeye başlamıştır. Uzun saatler az maaşa çalıştığı yetmezmiş gibi bir de erkeklerden düşük maaş almaları büyük tepkiler toplamıştır. Bu eşitsizliğin kapitalizm ile başladığını da savunmuşlardır sosyalist feministler, çünkü kapitalizm öncesi, eski Türk devletlerinde gördüğümüz gibi, kadın ve erkek rolleri arasında çok ciddi çizgiler yoktu. Kadınlar yabancılaştırılmaya ve ötekileştirilmeye çalışılmıştır. Sosyalist feministlerin diğer feministlerden bir diğer farkı da kadının bu ötekileştirilmesini sınıf temelli de açıklamaya çalışmıştır fakat bu eşitsizliği anlamak için kapitalizm ve ataerkilliğin üzerine odaklanmıştır. Erkeğin, kadının iş gücü üzerindeki egemenliğini sosyalist feministler patriarşinin kaynağı olarak göstermektedir. Kadın, emeğini ücretli olarak kapitalist sisteme satar, yeni işçiler doğurarak sisteme emek gücü katar ve kapitalist ideolojinin benimsettiği dişilik rolüyle ev halkının mutluluğu için metalar satın alarak sistemin kendini yeniden üretmesini sağlar (Özdemir, 2017). Bunun karşılığında ise toplum içerisindeki konumu erkeklerden çok daha düşüktür, değersizleştirilmiştir.

 

 

Fatmanur YAZĞAN

Feminizm Okumaları Staj Programı

 

 

 

Notlar: 

[1] Büyük Britanya kraliçesi Viktorya’nın (1837-1901) ölümünden sonraki dönem.

 

[2] Tam olarak özgür sayılmıyorlar, bazı toplumsal normların yaptırımları altındalar.

 

[3] John Keynes’in teorilerinden meydana gelmiş bir makroekonomi terimidir.

 

[4] Doktorların erkek, hemşirelerin kadın olması gibi.

                                                           

KAYNAKÇA

Akgün, E. ve Yamak, S. (2020), Türkiye’de Sosyalist Feminizm: Sosyalist Feminist Kolektif Örneği, Karabük Üniversitesi Kamu Yönetimi Yüksek Lisans Tezi

Altınbaş, D. (2006), Feminist Tartışmalarda Liberal Feminizm

Arat, Y. (2016), From Emancipation to Liberation: The Changing Role of Women in Turkey’s Public Realm, Journal of International Affairs Vol:54 No:1, 107-123

Eisenstein, R. Z. (1979), Capitalist Patriarchy and the Case for Socialist Feminism, New York ve Londra: Monthly Review Press

Heywood, A. (2014) Siyaset, Adres Yayınları

Özdemir, Ö. (2017), İki Sistemli Kuram Olarak Sosyalist Feminizm, Karadeniz Sosyal Bilimler Dergisi y:9 c:9 s:2, 395-414

Sümer, S. Z. (2009), Tarih İçinde Görünürlükten, Kadınların Tarihine: Amerikan Kadın Romanında Feminist Bilinç ve Politika, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü

Taş, G. (2016), Feminizm Üzerine Genel Bir Değerlendirme: Kavramsal Analizi, Tarihsel Süreçleri ve Dönüşümleri

 

 

 

Kadınlara Yönelik Şiddet ve 6284 Sayılı Kanun

Bu röportaj Av. Selin Nakıpoğlu ile “Kadına Yönelik Şiddet ve 6284 Sayılı Kanun” üzerine yapılmıştır.

 

1. Şiddete maruz kalan kadınların başvurabilecekleri en önemli düzenlemelerden biri olan 6284 sayılı kanun ve önemi hakkında bilgi verebilir misiniz?

6284 sayılı yasa m.4’te kişinin şiddete uğraması veya şiddete uğrama tehlikesi altında bulunması halinde herkes durumu yazılı, sözlü veya başka bir suretle ilgili makam ve mercilere ihbar edebileceği hüküm altına alınmıştır.

 

2. Kadınların güvenliğini sağlamaya yönelik olan bu kanundan hangi durumlarda yararlanılabilir ve bu kanun kapsamındaki haklar nelerdir?

6284 sayılı kanunun sağladığı haklar şöyle sıralanabilir: sığınak talep etme, şiddet gören ya da tehdit altında olan kadınlar için geçici koruma (yakın koruma) talep etme; şiddete uğrayan ya da tehlikede olan kadının şiddet uygulayanın evden uzaklaştırılmasını, kendisine yaklaşmasının engellenmesini, adresinin gizlenmesini, kimlik ve ilgili diğer bilgilerin değiştirilmesini istemesi; şiddet uygulayanın silahını polise teslim etmesi, geçici velayet ve tedbir nafakası, geçici maddi yardım, oturduğu eve aile konutu şerhi konulmasını talep etme, bir kişi herhangi birinin şiddete maruz kaldığına tanık olursa 6284 sayılı kanuna göre durumu 155’i veya 183’ü arayarak şikayet ya da ihbar etme.

 

3. Sizce 6284 sayılı kanunun eksiklikleri var mıdır? Varsa bu eksiklikler nelerdir?

Bu oldukça derinlemesine ele alınması gereken bir soru. Özetle yanıtlarsam kolluğa verilen birtakım yetki ve kararların Cumhuriyet Savcısı’na tanınmaması çok büyük bir eksikliktir. Tedbir kararlarına aykırılık sonucu verilen zorlama hapsi kararlarında delil şartına bağlanması yanlıştır. Kolluğa kanun hakkında eğitim verilmesi gerekmektedir, son derece bilgisiz ve hak kaybına yol açan durumlarla sık karşılaşılmaktadır.

 

4. 6284 sayılı kanunun etkin bir şekilde uygulandığını düşünüyor musunuz?

Hayır.

 

5. Kadına yönelik şiddet haberlerinin ele alınış şeklini ve eyleme gerekçe üreten bir dil kullanılmasını nasıl karşılıyorsunuz?

Kadına yönelik erkek şiddeti haberleri verilirken olması gereken haberlerin fotoğrafsız ya da buzlu fotoğrafla, spot şekilde, şiddete maruz kalana ait ayrıntılı ve özel yaşamına dair bilgilerden veya sıfatlardan arındırılmış bir biçimde sunulması ve nötr başlıklar kullanılmasıdır. Olan ise şu: basın mensupları haberin dikkat çeken yönüne odaklanıyor ve haberin toplum üzerinde yaratacağı farklı sonuçları düşünmeden hareket ediyor. Şiddetin pornografisine varan haber dilleri ile karşılaşıyoruz.

 

6. Son yıllarda kadına yönelik şiddet konusunun medyada sıkça yer alması ile birlikte kamuoyunun adaletin sağlanması hususunda bir baskı unsuru olduğunu düşünüyor musunuz? Zaman zaman şiddet failleri yeterli kanıt olduğu takdirde bile serbest bırakılabilmekte, fakat sonrasında twitter gibi sosyal medya hesaplarında bu konu hakkında paylaşımlar yapılması üzerine tutuklanmaktadırlar. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Sosyal medyadan yükselen tepkilerle yargı kararlarının şekillenmesi sağlıklı bir yargı sisteminin işlediği bir durum değildir. İçinde bulunduğumuz durum yargının, yargıya yakışır bir halde olmadığını göstermektedir.

 

7. Sizce toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanmasında ve kadına yönelik şiddetin önlenmesinde kamu kuruluşları ile sivil toplum arasında yeterli iş birliği sağlanabiliyor mu?

Hayır, yeterli değil. Neredeyse hiçbir iş birliği söz konusu değil desek mübalağa etmiş olmayız.

 

 

CEREN ŞAHİN

Toplumsal Cinsiyet Staj Programı

 

 

 

 

 

 

For Sama (2019)

0

The movie “For Sama”, directed by Waad Al-Kateab and Edward Watts, was released in 2019, and received documentary and independent film awards in many categories, especially BAFTA and International Emmy. Waad Al-Kateab, who shot the documentary and also directed it, discusses the “inner” face of the Syrian civil war, which Turkey has also witnessed closely as a neighbor, as a mother who gave birth to a baby named Sama amongst the bombs, as well as a woman and a journalist. In addition to its historical dimension, the documentary, in which you will encounter quite striking images in psychological terms, reveals the war in all its realities and also it highlights the process that went through until the forced migration process and how insecure they feel in their country.

In the documentary, starting from Waad’s university years, a chronological order was provided by dividing the months into the surrounding months of the Assad regime. Although these timeframes mentioned at the beginning seem like only chapter titles, it is impressive to see how much the people wear out emotionally and psychologically in the process and still struggle for their country as you continue to watch.

The film consists of recordings taken by Waad, a university student in Aleppo, which started with the revolutionary movements against the Assad regime in 2010 in Syria and then covered the Syrian civil war. While Waad recorded the footage she took, in order to voice the activities of the Assad regime, which she saw as corrupt and unjust, and the peaceful actions of the revolutionary groups against them; since she learned that she was pregnant, she dedicated her struggle to her daughter Sama and voiced her experiences in a style as if talking to her daughter. Throughout the documentary, she sometimes found herself explaining why she stayed and struggled, and sometimes apologizing for her failures and what she had done to her daughter. It would not be wrong to say that this situation, by including the audience in the family, created an effect on the audience as if they experienced the war themself, with the sincerity of Waad’s words to his daughter.

Waad, who has recorded the torture and massacres committed by the Assad regime to the activists in order to stay in power since 2010, has repeatedly stated in the records that people cannot express their opinions freely and her steadiness against the regime that supports this tyranny. She thought that quitting and immigration would not bring any solution, on the contrary, it would benefit Assad to win, and that it was the most honorable and right act to stay and fight for the country she lived in and the people she loved. In the documentary, the struggle for life of people who did not want to leave their country and the city they live in, despite the despair, is reflected in all its reality on the cameras.

Waad, with her friends who became a student before the revolution and then voluntarily worked like herself as a nurse, tried to heal war wounds by building hospitals for buildings that remained solid. Hamza, one of Waad’s friends and voluntarily worked as a doctor, got close to Waad and decided to marry while fighting shoulder to shoulder in this painful process, they found strength from each other in this process and the dream of being happy together in the future instilled in them the hope that the current civil war will end.

Waad, who recorded the siege of Aleppo by the Syrian regime in July 2016 and the 6-month siege process after that, shows the audience that the people living in Aleppo do not have life safety, the violation of basic human rights and freedoms and the crime against humanity. The audience can clearly see the Assad regime, which targeted its own civilian population to prevent anti-regime movements, brutally bombing cities, and then the people being carried to hospitals covered in blood, the fear, sadness and fatigue on the faces of their relatives not only in Waad’s voice but also in the recordings. Waad and Hamza, who lost many of their friends in this process, tried to stay strong and did not give up for their lost friends.

The Syrian Regime, which intensified its actions with the capture of some parts of the city by the Free Syrian Army, started to keep the sounds of bombs from the city, and people tragically took this as a part of their lives. They know that one day bombs could hit them and their house, yet they didn’t even consider the option of escape. The idea of leaving their country behind was hurting them all.

The transitions in the documentary are very successful in creating a shock effect on people. Like, while explaining that Waad named “Sama”, which means sky, to her daughter because she wanted a clean, airless and bomb-free sky, Russian planes interrupt her speech with bomb sounds. Waad, who loved her daughter Sama while sleeping peacefully in her bed in their room in the building where they sheltered, telling her about her concerns about the events outside, later we found her perspective when a bomb hit the building in a few minutes as left her child in the lap of a familiar person, see her descend the stairs in fear and find herself in dead children and seriously injured people. We witness these chaos-filled moments not only for Waad, but for everyone there, over and over, even in just one and a half hour documentary.

While these sudden changes of emotion in the movie catch the audience in a situation where they are not even ready, you cannot stop trying to guess the psychology of the people living in that moment. Children whose parents have already died, bringing their injured siblings to the hospital, cries of parents whose children died, witnessing the birth of a pregnant woman who was injured while Waad was still pregnant, or a father telling his little daughter about the sounds of bombs outside as a game to prevent her from being afraid. These are all effects that will leave deep psychological wounds on individuals. The facial expression that can be seen as common even in children in the film is weariness, fear and miserableness.

Complaining that they cannot receive support in the international arena, Waad thinks that the only way of liberation depends on them. During this period, many people decided to emigrate from the country, sometimes Waad blamed and judged them, and sometimes she asked forgiveness for not immigrating from Sama like others. At the end of the documentary, we see the internal judgment of the people when the UN conveyed Russia’s demand for surrender and the exile condition to Hamza after all the struggles. While people are upset that what they lost will be in vain, on the other hand, they are in a situation that they cannot end by running away or healing wounds, and that they should do this for the children of future generations. Ultimately, they are accepted this forced migration by accepting this offer, which they see as the best choice among bad options.

As it will be open to criticism, Waad’s recording of the people who were injured and lost their lives in the film as they were, in my opinion, the naked display of the facts reveals the reality of the lives left under those buildings, passing what happened there beyond just what is shown in the news and the destroyed buildings. At the end of the documentary, it is quite possible that you will suddenly question yourself, your country and international organizations about how sensitive they are to this issue.

Ayça Sıla AYDOĞDU

Migration Studies Internship Programme

Haftalık Balkan Bülteni / 19-26 Mart

0

 

Ekonomik Fırsat, Demokrasi ve Hukukun Üstünlüğünün Eksikliği Arnavutluk’taki Şiddet Aşırılığında Güvenlik Açığı Meydana Getiriyor

Sosyoekonomik fırsatlar konusundaki eksiklikler, demokrasi ve hukukun üstünlüğü gibi konulardaki eksiklikler Arnavutluk’ta şiddet içeren aşırılara karşı bir savunmasızlık yaratıyor. Demokrasi ve Arabuluculuk Enstitüsü (IDM) son olarak çarşamba günü yayınladığı 2021 yılına dair raporu da bununla ilgilidir. Şiddet ve aşırılığın itici güçleri olan milliyetçilik, din, siyaset gibi konuları ele almıştır. Raporda Suriye’ye ve Irak’a giden 114 Arnavutluk vatandaşının Arnavutluk’tan ayrılmasının üzerinden 6 yıl geçtiği ve yasal olarak aşırılıkla ilgili çalışmaların bulunmasına rağmen hala da aşırılığın ülkede var olduğu söyleniyor.

Rapora göre bu aşırılaşmanın ve radikalleşmenin sebepleri ve itici güçlerinde önemli değişiklikler vardır. Kurumların istismar edilmeden çalışması, vatandaşların haklarına ve özgürlüklerine olan duyarlılığı, iyi iş fırsatları, silahlı çatışmalara özendirmede azalış gibi konularda yaşanan gelişmeler olarak sayılabilir. Bunların yanı sıra halkın şiddet içeren aşırılıklar konusunda bilinçlenmesi ve geriye dönük tavırlarda bulunanların da toplumda istenilmemesi de oldukça etkilidir.

Yine de aşırılığa karşı dezavantajlı kesimler de vardır. Raporda bahsedildiğine göre genç işsiz veya izole bireyler bu aşırılıklara daha duyarlı olabiliyorlar. Daha düşük eğitim düzeyine sahip insanlar veya siyasi konularda fanatik sayılabileceklerin bu şiddet içeren aşırılıklara başvurabileceği görülüyor. Var olan sorunlar şiddet yanlılarına kendilerini bir çözüm gibi sunmalarına sebep olabildiği görülüyor. Bu noktada da Arnavutların önemli bir kısmı dine ile bütünleşmeye gidildiğinde bu aşırılıkların azalacağına inanıyorlar. IDM’nin öndeki yıllardaki raporuna göre ise aşırılıklar yalnızca din ile bağlantılı değil, siyasi aşırılıklar konusunda da önemli bir oran vardır.

Kaynak: exitnews

Tarih: 25.03.2021

 

Başkent Saraybosna’da Şehir Konseyi Toplantısı bugün yapıldı

Saraybosna Şehir Konseyi Başkanı Igor Gavric, Bosna-Hersek’in başkentinin geçen yılki seçimlerin ardından yeni belediye başkanına karar vermesi gereken konseyin kurucu oturumunu 24 Mart tarihinde topladı.

Bosna Hersek Merkez Seçim Komisyonu tarafından yetki verilen belediye meclis üyeleri, Saraybosna Şehir Meclisi içtüzüğüne uygun bir şekilde resmi açıklama yaparak ve imza vererek belediye meclis üyeliği görevini üstlendiler. Ayrıca toplantıda bir Belediye Meclisi başkanı, iki başkan yardımcısı ve yeni bir Saraybosna Belediye Başkanı ve belediye başkan yardımcılarının seçileceği de beklenen gelişmeler içerisinde idi.

Saraybosna Belediye Başkanlığı için tek aday, Sosyal Demokrat Parti’nin (SDP) önerisi üzerine Bogić Bogićević olurken, Nasa Stranka Partisi ise Anja Margetic’i belediye başkan yardımcılığına aday gösterdi ve Narod i Pravda ise, Haris Basic’i ikinci belediye başkan yardımcısı olarak öne çıkardı.

 

Kaynak: Sarajevo Times

Tarih: 24.03.2021

 

Dodik: ‘‘Sırbistan’ın Sırp Cumhuriyeti Vatandaşlarına ve Belediyelerine Yaptığı Yardımdan Oldukça Memnunuz’’

Sırbistan Cumhurbaşkanı Aleksandar Vucic ile Bosna Hersek Cumhurbaşkanlığı Başkanı Milorad Dodik Belgrad’da biraraya geldi. Vucic ile Dodik’in ortak düzenlediği konferansta, Sırbistan’ın Sırp Cumhuriyeti’ne yardımlarından bahsedildi.

 

Dünya genelinde koronavirüse yakalananların sayısı günden güne artarken Sırp Cumhuriyeti’nde de vaka sayıları istikrarlı bir şekilde artmaktadır. Bu zorlu günlerde Sırbistan hükümeti, Sırp Cumhuriyeti’ne yardım eli uzatmıştır. Vucic, Sırbistan’da bulunan hastanelerin mevcut kapasitelerini Sırp Cumhuriyeti halkı için kullanıma sunduğunu açıklamıştır. Bunun yanı sıra, tıbbi ekipman ve solunum maskesi bağışı da yapılmıştır. Sırp Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Milorad Dodik, yapılan bu yardımlardan dolayı Sırbistan ve Vucic’e teşekkür etti.

 

Kaynak: The Srpska Times & Nezavisne

Tarih: 20.03.2021

 

Milorad Dodik: Sırp Cumhuriyeti ve Sırbistan İş Birliği Yapmaya Devam Ediyor

Bosna Hersek Devlet Başkanlığı Konseyi Başkanı ve Sırp Cumhuriyeti partisi SNSD lideri Milorad Dodik ile Sırbistan Cumhurbaşkanı Aleksandar Vucic birlikte Balkan TV’ye röportaj verdi.

Dodik, Sırbistan ile ortaklık temelli ve itaatkar olmayan bir ilişki kurmaya çalıştıklarını belirtti. Milorad Dodik aynı zamanda, Sırbistan Cumhurbaşkanı’nın burada bulunma amacının Sırp Cumhuriyeti’ndeki halka liderlik etme amacı taşımadığını vurguladı.

Dodik ve Vucic yaptığı açıklamalarda, geçmişten günümüze kadar olan en iyi ilişkilere sahip olduklarını ve bu ilişkilerin Sırp halkı açısından oldukça iyi olduğunu ifade ettiler.

 

Kaynak: Rtrs

Tarih: 21.03.2021

 

Sırp Cumhuriyeti Başkanlık Sarayı, 25 Mart Yunanistan Bağımsızlık Günü Nedeniyle Mavi ve Beyaza Boyandı

Yunanistan’ın Osmanlı İmparatorluğu’ndan bağımsızlığını kazanmasının iki yüzüncü yıl dönümü Sırp Cumhuriyeti’nin fiili başkenti Banja Luka’da da kutlandı. Sırp Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Zeljka Cvijanovic, Yunan halkını tebrik etti ve sözlerine şu şekilde devam etti: ‘‘Başkanlık Sarayı’nın Yunan bayrağının renkleriyle aydınlatılması, yıldönümü için sembolik bir kutlamadır. Sırp Cumhuriyeti, dost Yunan halkını, ülkenin yakın tarihindeki en önemli olay için kutluyor ve bu yıl dönümünün kutlanmasına Yunan halkı ile birlikte katılıyoruz.’’ dedi.

Zeljka Cvijanovic’in yanı sıra Bosna Hersek Cumhurbaşkanlığı Konseyi Başkanı Milorad Dodik de Yunan mevkidaşı Katerina Sakellaropoulou’ya resmi bir mektup göndererek Yunan halkını tebrik etti.

Banja Luka’daki Başkanlık Sarayı’na ek olarak Trebinje, Zvornik ve Doboj’da da kamu binalarına Yunanistan bayrağının renkleri yansıtıldı.

 

Kaynak: Greek City Times

Tarih: 26.03.2021

 

Milorad Dodik: Sırp Cumhuriyeti, Yüksek Temsilcinin Belirlenmesinde Rol Oynamalıdır

Bağımsız Sosyal Demokratlar İttifakı (SNSD) Başkanı Milorad Dodik ile Demokratik Birlik Partisi (DEMOS) lideri Nedeljko Cubrilovic bir araya geldi. Yapılan görüşmede, Bosna Hersek’te faaliyet gösteren Yüksek Temsilcilik Dairesi’nde gerçekleşen yüksek temsilci değişimlerinde Sırp Cumhuriyeti’nin de rol oynaması gerektiği konuşuldu.

Dodik sözlerine, “Rus Büyükelçiliği adına konuşamam ama Rusya’nın Yüksek Temsilcilik Dairesi’nin kaldırılmasından yana olduğunu söyleyebilirim.’’ diyerek devam etti.

 

Kaynak: Rtrs

Tarih: 27.03.2021

 

Bulgaristan Dışişleri Bakanlığı, Casusluk Suçlamaları Nedeniyle İki Rus Diplomatı İstenmeyen Kişi Olarak Açıkladı

Bulgaristan Dışişleri Bakanlığı’nın yaptığı açıklamaya göre, iki Rus diplomat ülkede istenmeyen kişi ilan edilmiş ve 72 saat süre içerisinde ülkeyi terk etmeleri istenmiştir.

2019 yılından beri sekiz Rus diplomatın casusluk nedeni ile sınır dışı eden Bulgaristan’da cuma günü 5 Savunma Bakanlığı yetkilisi tutuklandı. Askeri mahkemede yargılanan sanıkların casusluk yaptığı kesinleşti ve bu kişileri Bulgaristan, AB, NATO ve ABD’nin güvenliğini ihlal eden bilgileri almaya başardıklarına inanılıyor.

 

Kaynak: Sofia News Agency

Tarih: 23.03.2021

 

Yıllar Sonra Edirne’de Ünlü Bulgar Rahibin Mezarı Bulundu

Fener Rum Patrikhanesi ile Bulgar dini otoriteleri arasında çıkan çekişmeler devam ederken Edirne’de Bulgar rahibin mezarı ortaya çıkarıldı. Trakya tarihi üzerine çalışan Mustafa Gültekin, Edirne Karaağaç’ta Katolik Mezarlığı’nda araştırma yaparken, rahibin mezarını  buldu. Daha sonra yapılan araştırmalarda, mezar taşının sahibi üst düzey bir Bulgar din adamı Rafael Popov’a aile olduğu belirlendi.

Fener Rum Patrikhanesi aleyhine başlatılan Bağımsız Bulgar kilisesi hareketinin önemli ismi olan Popov’un mezarının keşfi, Patrikhane ve Bulgar dini otoriteleri arasında çatışma dönemine rastladı. İstanbul’da bulunan Fener Rum Patrikhane’si, yakın bir zamanda Bulgar kilisesine itaatsizlikten dolayı aforoz edilen Haralambi Nichev’i atadı. İstanbul’da yaşayan Bulgar halkı bu durumu bir yaptırım olarak değerlendiriyor.

 

Kaynak: Hürriyet Daily News

Tarih:23.03.2021

 

Bulgaristan Dışişleri Bakanı Kuzey Makedonya Büyükelçisini Görüşmeye Davet Etti

Bulgaristan, Üsküp’ün her vatandaşın kendi kimliğini serbest bırakma hakkını korumasını bekliyor. Bulgaristan Dışişleri Bakanlığı’nın, Kuzey Makedonya’da Bulgar öz bilincini ilan edilmesini talep ederken, bu tutumun  Bulgaristan ve halkına sempati duymaya cüret eden vatandaşları hedef alan nefret söylemleri ve ayrımcılık olaylarının neden olduğu bildiriyorlar.

Bulgaristan Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Ekaterina Zaharieva, Kuzey Makedonya Cumhuriyet’ini bir toplantıya davet etti. 2021 Eurovision yarışmasında Bulgaristan ve Kuzey Makedonya arasındaki gerginlikten dolayı Bulgar diplomatlar şaşkınlık ve üzgünlük duyduklarını belirttiler. Dışişleri Bakanlığı, dünyanın her yerinde yaşayan Bulgar vatandaşlarının haklarının korunması için uluslararası hukuk kuralları çerçevesinde gerekli olan tüm çabaların yapılmasını talep ediyorlar.

 

Kaynak: Sofia News Agency

Tarih:23.03.2021

 

Rus Senatör: Moskova, Diplomatların Bulgaristan’dan Sınır Dışı Edilmesine Karşılıklı Yanıt Verecek

Bulgaristan’da casusluk yaptıkları belirlenen Rus diplomatların, ülkeyi terkedilmesi talep edilmişti. Rus Senatör Konstantin Kosaçev yaptığı açıklamada, Bulgaristan’ın diplomatları sınır dışı etmesine, karşılıklılık ilkesine uygun olarak cevap verileceğini söyledi. Kosachev, “Karşılıklılık ilkesi bu gibi durumlarda en uygun yanıt olmaya devam ediyor. Öyle olacağına inanıyorum.” dedi.

Daha önce de aynı durumların yaşanmasından dolayı Bulgaristan Başbakanı Boyko Borisov, bu dava nedeniyle Rus diplomatlarını sınır dışı etmek zorunda kalacaklarını dile getirdi. Bulgaristan’daki Rusya Büyükelçiliği, duruşma yapılana kadar bu davayla ilgili tüm spekülasyonların durdurulmasını talep etti. Heyet, “mahkeme işlemlerinin siyasetten arındırılmış, tarafsız ve nesnel bir temelde ve Bulgar ve uluslararası hukuka sıkı sıkıya bağlı olarak gerçekleşeceğini umduklarını” ifade ettiler.

 

Kaynak: Sofia News Agency

Tarih: 23.03.2021

 

Bulgaristan’ın 2021 Seçimleri: 87 Aday Milletvekili Komünist Dönem Gizli Servisi için Çalıştı

23 Mart’ta yayınlanan listeye göre, Bulgaristan’da 4 Nisan 2021 seçimlerinde 87 milletvekili adayının komünist dönemden kalma gizli servis, devlet güvenliği için personel, ajan veya iş birlikçi olarak çalıştı.

 

 

Bulgar Sosyalist Partisi, Haklar ve Özgürlükler Hareketi, Bulgar Ulusal Hareketi ve Anavatan’ın Dirilişi Partisi’nin aday listelerinde çok sayıda kişi bulunuyor. Ayrıca Rus yanlısı partiler Ataka ve Vuzhrazhdane de temsil ediliyor. Tsvetan Tsvetanov’un, Bulgaristan için Cumhuriyetçiler partisi listesinde Devlet Güvenliği için çalışan bir aday var. Bulgaristan’da devlet güvenliği için çalışmak şu an da seçimde aday olmak için bir engel teşkil etmiyor.

 

Kaynak: The Sofia Globe

Tarih: 23.03.2021

 

Hırvatistan’ın Sıcak Gündem Konusu: Euro Bölgesi Üyeliği

Hırvatistan’ın Euro Bölgesi’ne katılması konusu, Covid-19 salgınının tüm dünyaya yayılmasından beri, halkın gözünde arka plana itilmiş bir vaziyette. Fakat Hırvatistan’ın Euro Bölgesi üyeliği konusu hala çok sıcak bir konudur.

 

 

Hırvatistan’ın Euro Bölgesi’ne üyeliği kuvvetle muhtemel 1 Ocak ‘ta 2023 başlayabilir ve ortak Avrupa para birimini kabul etmesi sebebiyle büyük avantajların içinde yer alabilir. Hırvatistan Ulusal Bankası (HNB / CNB) Başkanı Boris Vujciç, “Hırvatistan’ın 1 Ocak 2023’te veya bir-iki yıl sonra Euro bölgesine girip girmeyeceği konusu, nominal yakınsama kriterlerini ne zaman karşılayacağımıza bağlı.” dedi. Hırvatistan’ın geçen yaz Avrupa Döviz Kuru Mekanizması 2’ye (ERM2) başarıyla katıldığını hatırlatarak, AB üye devletlerinin, genellikle Euro bölgesinin ‘bekleme odası’ olarak bilinen mekanizma içinde en az iki yıl geçirmelerini gerektirdiğini belirtti.

Ekonomi Bakanı Tomislav Coric ise, herhangi bir kur riskinin ortadan kalkması göz önüne alındığında, ülkenin Euro’ya geçmesinin potansiyel olarak en büyük kazananlarının Hırvatistan’ın ihracatçıları olabileceğini söyledi. Hırvatistan’ın Euro Bölgesi üyeliğinin yalnızca kendi başına bir amaç olmadığını, bunun yerine uzun vadeli ekonomik büyüme, istikrar ve kalkınma için çok iyi bir araç olduğuna işaret etti.

 

Kaynak: Total Croatia News

Tarih: 24.03.2021

 

Aşılama Süreci Yavaşken AB Dijital Yeşil Sertifika Fikri Erken Mi?

AB dijital yeşil sertifika önerisi çoğu insanın ilgisini çekti, ancak tartışmalı ‘Covid Pasaport’ yakıştırması ile birlikte konu için hala birçok soru işareti olduğu aşikâr bir durumdur.

 

 

Hırvatistan’daki Avrupa Parlamentosu Ofisi tarafından geçen hafta sonunda düzenlenen “Dijital Sertifikalar ve COVID-19 virüsü” adlı çevrimiçi konferanstan alınan ana sonuç şöyledir;

“AB yeşil dijital sertifikası, seyahat özgürlüğü ve sürmekte olan Covid-19 salgınına karşı koruma kapsamında ortaya çıkacak. Son derece spesifik sorunların tümünü çözmeyecek ancak bunu yapacak bir model sunulmaktadır. Amaç AB vatandaşlarının hareketliliğini sağlamak ve AB kurallarına aykırı mevcut ayrımcılığı ortadan kaldırmak.”

Hırvat Milletvekili Valter Flego, geçen yılın oldukça kolay bir şekilde ortaya çıkabilecek kaosu gösterdiğini ve bu yıl her ne pahasına olursa olsun tekrar olmasını önlemek için elden gelenin en iyisinin yapılması gerektiğini belirtti.

Flego yaz mevsiminin yaklaşması ile bu sertifikayı turistler kapsamında değerlendirerek şu cümle ile uyarıda bulundu: “Turist personelleri şu an çeşitli fuarlarda olacak, bu sezon için her şeyi bitirecek ve bir sonraki için hazırlıklara başlayacaktı. Ama bunların hiçbiri olmadı. Geçen hafta, Avrupa Komisyonu, AB dijital yeşil sertifikasının tanıtımı için bir öneri kabul etti ancak gerçek şu ki, bürokratik ve teknik nedenlerden dolayı, bu hareket bundan sadece iki ila üç ay sonra hayata geçecek.”

Flego AB dijital yeşil sertifikasının önemini basit bir örnekle de açıkladı: “Dört kişilik bir aile şimdi tatilde Almanya’dan Hırvatistan’a gitmek ve eve dönmek istiyorsa, test için 600 Euro ayırmaları gerekiyor ki bu çok saçma ve herhangi bir yere gitme zahmetine girmesini engellemek için yeterli.”

Flego’ya göre analizler, Covid-19 salgınından ekonomik toparlanmanın, 2009 ekonomik krizi sonrasındaki durumdan 10-12 kat daha uzun ve daha pahalı olacağını gösteriyor.

 

Kaynak: Total Croatia News

Tarih: 25.03.2021

 

NATO Önderliğinde Krivokapiç

Karadağ Hükümeti, Başbakan Zdravko Krivokapiç’in başkanlık edeceği NATO Konseyi’nin kurulması konusunda bir karar aldı. Hükümet, NATO Konseyi Başkan Yardımcısının Başbakan Yardımcısı Dritan Abazoviç olduğunu açıkladı. Konseyin görevleri, Karadağ devlet organlarının NATO üyeleri olarak siyasi, askeri, hukuki, mali ve diğer mesleki faaliyetlerini değerlendirmek, önermek ve koordine etmektir.  Yapılan oturumda Hükümet, İçişleri Kanunu Önerisi ile uyum sağlamak amacıyla hazırlanan Kara Paranın Aklanmasının ve Terörün Finansmanının Önlenmesine Dair Kanun’da Değişiklik Önerisi’ni onayladı. Oturum sonrası yapılan açıklamada, “Kara Para Aklamanın ve Terörün Finansmanının Önlenmesine Dair Kanun, diğer şeylerin yanı sıra, mali istihbarat biriminin çalışmalarında operasyonel bağımsızlığı ve özerkliği düzenlemektedir.” denildi.

“Kara para aklanmasının ve terörün finansmanının önlenmesi alanında uluslararası standartların gerektirdiği bu birimin işlevliğini ve bağımsızlığını korumak için, malzeme ve teknik araçlarının kullanım ve imha şekli İçişleri Bakanlığı’nın bir eylemi olarak görülecektir.” şeklinde duyuruda bahsedildi. Hükümet, Karadağ vatandaşlığına ilişkin yasal çerçeve ve içtihat analizinin sonuçlarına ilişkin bilgileri kabul etti.

 

Kaynak: Mina News

Tarih: 26.03.2021

 

AB, Bölge Ülkeleri için 650 Bin Aşı Hazırladı

Avrupa Birliği’nin (AB) Batı Balkan ülkeleri için 650 bin aşı hazırladığını söyleyen Başbakan Zdravko Krivokapiç, bu aşıların ilk dozunun Karadağ’a Nisan ayında ulaşacağını belirtti. Krivokapiç, Twitter’da Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Layen ile anlamlı bir görüşme yaptığını duyurdu.

 

Krivokapiç, “Bu bana, AB’nin Batı Balkan ülkeleri için hazırladığı 650.000 aşı teslimatıyla ilgili harika bir haber verdi. Bu aşıların ilk miktarı Nisan ayında Karadağ’a ulaşacak” dedi. Görüldüğü gibi Avrupa Komisyonu, gelecekteki bir AB üyesi olarak Karadağ’a yardım etmek istiyor. “Bayan von der Layen, epidemiyolojik durum izin verir vermez beni Brüksel’e davet etti. Davetiyeyi geri verdim ve AK başkanı ülkemizi hiç ziyaret etmediği için memnuniyetle Karadağ’a geleceğini söyledi.” dedi.

 

Kaynak: Mina News

Tarih: 27.03.2021

 

Gazetecilere Yapılan Saldırı Devlet Yetkilisine Yapılmıştır

Karadağ Başbakan Yardımcısı Dritan Abazoviç, geçtiğimiz günlerde Karadağ’da  gazetecilere yönelik gerçekleştirilen saldırı hakkında konuştu. Abazoviç bu saldırıyı bir devlet yetkilisine yapılmış bir saldırı olarak standartlaştırmak için Karadağ Ceza Kanunu’nda değişiklik yapma girişimini desteklediğini söyledi. Abazoviç kişisel Twitter hesabında; “Monitor” yazı işleri müdürü Esad Koçan’a yapılan saldırıyı kınadı. “Gazetecilere yönelik saldırının devamı, devlete yönelik saldırının devamı niteliğindedir. Tüm bunlara cevap vereceğiz, “dedi. Devlet, araştırmacı gazetecilerin yarattığı uzun soluklu ortamı değiştirme kararlılığını göstermelidir.  Abazoviç, gazetecilere yönelik saldırıyı bir yetkiliye saldırı olarak standartlaştırmak amacıyla Güneydoğu Avrupa Medya Derneği’nin Karadağ Ceza Kanunu’nda değişiklik yapma girişimini de desteklediğini söyledi. “Daha önce olduğu gibi, hiç şüphesiz, hükümette bunu yapacak bir irade var. Gerçek anlamda demokratik bir topluma giden tek yol budur. “dedi.

 

Kaynak: Mina News

Tarih: 28.03.2021

 

Ulusal Meclis’in Yeni Başkanı

Kosova yasama meclisinin sekizinci dönem oturumu, Millet Meclisi yeter sayısının denetlenmesi için geçici komisyonun oluşturulması ve meclis görev sürelerinin güncellenmesi ve ardından milletvekillerinin yemin etmesiyle başladı. Kosova Meclisi milletvekilleri  Vetvendosje Hareketi sıralarından aday olarak önerilen Glaıuk Konjufca’yı Meclis Başkanı olarak seçti. Toplam 69 evet, 33 ret ve çekimser oy ile göreve gelmiş oldu. Kosova cumhurbaşkanlığını Vjosa Osmani’den devraldı. Konjufca dışındaki adaylar; Saranda Bogujevci, Bedri Hamza ve Kujtim Shala’ydı. Sırp Listesi’nden ise Slavko Simiç’i Meclis Başkan Yardımcılığına aday gösterirken, diğer azınlık partileri Bekim Arif’i aday gösterdi. Her iki aday 91 lehte, 6 aleyhte, 10 çekimser oyla seçildi. Kosova’nın yeni Ulusal Meclis Başkanı Glauk Konjufca, seçildikten sonra görevini onur ve sorumlulukla yerine getireceğini açıkladı.

 

Kaynak: Aljazeera

Tarih: 22.03.2021

 

Parlamento Kurti’yi Başbakan Olarak Seçti

Kosova Meclisi’nin oturumunda, ‘Kendi Kaderini Tayin’ Hareketi lideri Albin Kurti başkanlığındaki yeni bir Kosova Hükümeti seçildi. Meclisteki 120 milletvekilinin 67’si Kurti’nin adaylığını desteklerken, 30’u aleyhte oy kullandı. Kendi Kaderini Tayin Hareketi, 2011’den bu yana seçimlerde daha iyi sonuçlar kaydediyor bu nedenle geçen yılki en güçlü parti olarak seçilmişti. Kurti, ülkeyi Kosova’nın iyiliği için inanç ve ilkelerle yönetecek bir sonraki başbakan olma sözü verdi. Eski Başbakan Avdullah Hoti, yeni Meclis Başkanı ve Başbakan Albin Kurti’yi göreve geldikleri için tebrik etti ve görevini devredeceğini duyurdu.  Görev devri teslim töreni, devlet gündemiyle ve Kosova Güvenlik Gücü tören kıtası ve Milli Marşla gerçekleşti. Devir teslim töreninde yeni Başbakan Albin Kurti eski Başbakan Avdullah Hoti’den,  çalışma raporu ve dosyasını da teslim aldı.

 

Kaynak: Balkan Insight

Tarih: 23.03.2021

 

Arnavutluk Başbakanı’ndan Mektup

Arnavutluk Başbakanı Edi Rama, seçim sonrası Kosova Başbakanı Albin Kurti’ye bir mektup gönderdi. Tebrik mektubunda, iki ülke arasındaki ilişkilerin gelişmesini umarak, “çoğu sektördeki önemli girişimler ve cesur projeler için tüm fırsat ve potansiyellerin heyecan verici olduğunu” belirtti. Bağımsızlık ilanından sonra göreve gelen Kosova Başbakanları, Arnavutluk’a ilk ziyaretlerini yapmayı bir gelenek haline getirmişlerdi. Bu nedenle Arnavutluk Başbakanı, Kurti’yi resmi bir ziyaret için Tiran’a davet etti ve Kosova hükümetinin başkanı uygun gördüğü zaman kapıyı açık tuttuğunu söyledi.

Kaynak: Panorama.al

Tarih: 24.03.2021

 

Kurti’ye Tebrik Mesajları Yağdı

Kosova’nın yeni Başbakanı Albin Kurti, ülkelerin Cumhurbaşkanları ve başbakanlarından tebrikler almaya devam ediyor. Alınan bilgilere göre Kurti’yi yeni görevi için tebrik eden kişiler Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, İtalya  Başbakanı Mario Draghi, Hırvatistan Başbakanı Andrej Plenkoviç,  Çek Cumhuriyeti Başbakanı Andrej Babiş ve Macaristan Başbakanı Viktor Orban oldu. Gönderilen mektuplarda ortak temenni aynıydı: Kosova Cumhuriyeti Hükümeti’nin başında görevine başlaması tebrik edildi ve devletlerarası iş birliği önerildi. Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın göndermiş olduğu mektupta Kurti’yi görevi için kutlamanın yanı sıra Kudüs’te Kosova Büyükelçiliği’nin açılmasıyla ilgili endişelerini de dile getirdi. “Diğer yandan, sizin de endişelerinizin bulunduğunu bildiğim, Kudüs’te açıldığı duyurulan Kosova Büyükelçiliği konusunun Hükümetiniz tarafından ilgili BM Kararları ve Uluslararası Hukuk çerçevesinde gözden geçirilmesinin faydalı olacağı kanaatindeyim.” sözleri mektubunda yer aldı.

 

Kaynak: Kosova Haber

Tarih: 25.03.2021

 

Kurti-Vuçiç Görüşmesinin Olası Tarihi

Avrupa Birliği’nin Kosova-Sırbistan diyalogunun özel temsilcisi Miroslav Lajçak, Başbakan Albin Kurti ve Sırbistan Başkanı Aleksandar Vuciç’in diyalog için hazırlık gösterdiklerini bildirdi. İlişkileri normalleştirmek için bir anlaşmaya varmanın birkaç ay içinde mümkün olabileceğini söylerken diyalogun her iki taşıyıcısının şimdi artık çok güçlü bir yetkiye sahip olduklarını ekledi. Avrupa Parlamentosu Milletvekili Viola von Cramon da “Diyalog ve görüşme, Avrupa Birliği yolunun ön şartıdır.” diyerek durumun önemli oluşuna dikkat çekti. Lajcak ise sözlerini, biz de Sırbistan ve Kosova’nın karar vermesine yardım etmek için buradayız diyerek bitirdi.

 

Kaynak: Aljazeera

Tarih: 26.03.2021

 

Zaev: Çin Savunma Bakanı 30 Mart’ta ülkeye gelecek ve aşıların ülkemize ne zaman geleceğini söyleyecek

Başbakan Zoran Zaev, ülkede toplu aşılamanın bu ayın sonlarında veya Nisan başında başlamasını bekliyor. Çarşamba günü belirttiği gibi, Covax programı aracılığıyla ilk miktarların ülkeye bu ayın sonunda ulaşması ve sağlık çalışanlarının aşılanacağı Rus aşısının ikinci dozlarının önümüzdeki hafta gelmesi bekleniyor. Zaev’e göre, Çin Savunma Bakanı 30 Mart’ta ülkeyi ziyaret edecek ve muhtemelen Çin aşılarının ne zaman geleceği konusunda daha kesin bilgi verecek.

Tüm bilgilerden edinilen, mart ayı sonunda Covax sisteminden gelecek ilk miktarların beklendiğidir. Çin Savunma Bakanı 30 Mart’ta geliyor ve Çin aşılarının ne zaman geleceği konusunda daha kesin bilgiler getireceğine inanılıyor. Zaev, Veles’deki ‘Brako’ fabrikasını ziyaret ettikten sonra, “sağlık çalışanlarına verilen ikinci doz ‘Sputnik’ in önümüzdeki hafta başında geleceğini düşünüyorum” ifadelerini kullandı.

 

Kaynak: Republika.mk

Tarih: 24.03.2021

 

Brüksel’deki üst düzey yetkililer: Bulgaristan ile anlaşmazlıklar AB üyelik müzakerelerinin başlaması için şart olmaya devam ediyor

Avrupa Parlamentosu’nun Makedonya raportörü İlhan Kyuchyuk, hükümet ve muhalefetin Avrupa gündemine dair iş birliği yapması gerektiğini söyledi. Ülkeyle ilgili 2019-2020 kararının sunumu sırasında, sürekli reformlara ve ikili anlaşmaların uygulanmasına duyulan ihtiyacı vurguladı.

Makedonya’ya AB yanlısı reformlara ihtiyaç olduğuna dair güçlü bir sinyal gönderiliyor. Kyuchyuk, muhalefeti ve hükümeti AB gündemine olan bağlılıklarını sürdürmeye çağırdı. Çünkü Kyuchyuk’a göre genişleme sadece iktidarın kim olduğu ile ilgili değil, aynı zamanda muhalefetteki siyasi partiler için de ciddi bir role sahip.

Genişlemeden Sorumlu Komisyon Üyesi Várhelyi, üyelik müzakerelerini başlatmak için Sofya ile arasındaki anlaşmazlığı çözmek için daha fazla çaba gösterilmesi çağrısında bulundu. Várhelyi, “bu kritik anda, Üsküp ve Sofya’yı ikili sorunlara ortak çözümler bulma çabalarını ikiye katlamaya davet ediyorum” ifadelerini kullandı ve Parlamento’nun raporunun üzerinde derinlemesine düşünerek, tüm tarafları yapıcı davranmaya ve AB çıkarlarını baltalayan ifadelerden veya adımlardan kaçınmaya teşvik edeceğini söyledi.

 

Kaynak: Republika.mk

Tarih: 25.03.2021

 

Mickoski-Bomgartner toplantısı: Fransa’nın desteği Kuzey Makedonya için büyük öneme sahip

VMRO-DPMNE lideri Hristijan Mickoski, VMRO-DPMNE Başkan Yardımcısı Aleksandar Nikoloski ve Uluslararası İş Birliği Sekreteri Timco Mucunski ile Fransa’nın Kuzey Makedonya Büyükelçisi Cyril Bomgartner 25 Mart’ta bir araya geldi. Görüşmede, Makedonya ile Fransa arasındaki iyi ikili ilişkileri ve bunları daha da geliştirme kararlılığını teyit ettiler.

Mickoski, Covid-19’dan kaynaklanan zorlukların üstesinden gelmeyi amaçlayan somut adımlara olan bağlılığını ve Hükümetin bu yönde somut sonuçlar vermemesinden duyduğu hayal kırıklığını dile getirdi. Mickoski, VMRO-DPMNE’nin yolsuzlukla mücadele, yargı ve idare reformlarının yanı sıra kaliteli ekonomi politikalarına yönelik reform süreçlerine güçlü bir şekilde bağlılığını sürdürdüğünü belirtti ve bu bağlamda Fransa’nın desteğinin Makedonya için büyük önem taşıdığını söyledi.

 

Kaynak: Republika.mk

Tarih: 25.03.2021

 

Zaev ve Dimitrov Avrupa Parlamentosu’nda yenilgiye uğradı: Yıllık rapor Bulgaristan’ı eleştirmek yerine Makedonya’yı eleştiriyor

Zoran Zaev’in SDSM partisinin Avrupa Parlamentosu’ndaki müttefiklerini Makedonya’ya karşı milliyetçi talepleri nedeniyle Bulgaristan’ı kınamaya ikna etme hamlesi başarısız oldu.

Fakat Avrupa Parlamentosu’nun sosyalist ve yeşil üyeleri tarafından desteklenen, Bulgaristan’ı eleştiren ve Makedonya’yı kısıtlamasından ötürü Bulgaristan’ı öven değişiklikler yıllık raporun son versiyonunda kabul edilmedi. Rapor Bulgar milletvekili İlhan Kyuchyuk tarafından hazırlandı. Bulgar sağ ve milliyetçi partileri, siyasi müttefikleri tarafından Brüksel’de sunulan değişiklikten Bulgar sosyalistlerini ve liberallerini sorumlu tuttu. Değişiklik sonunda ortaya atılsa da sağcı milletvekiller tarafından önerilen diğer iki değişiklik kabul edildi. Değişiklik, Makedonya’yı Bulgar mirasını ifade edenlere karşı ayrımcılığa son vermeye çağırıyor ve Makedonya’yı ortak Bulgar tarihi temelinde Bulgaristan ile uzlaşma sağlanması için teşvik etmeye çalışıyor. Makedonya Başbakan Yardımcısı Nikola Dimitrov oylamada aldığı yenilgi ışığında, EPP (European People’s Party) grubunun önerdiği bu iki değişikliğin kabul edildiğini ve Belka, Picula, Fajon ve Shilder tarafından önerilen değişikliğin desteklenmediğini söyledi.

 

Kaynak: Republika.mk

Tarih: 26.03.2021

 

Sırbistan’a Yeni Parti Rus Sputnik V Aşısı Teslim Edildi

Tanjug’un 23 Mart’ta bildirdiğine göre, koronavirüs enfeksiyonu Sputnik V’e karşı yeni bir Rus aşısı partisi Sırbistan’a teslim edildi.

Aşı bulunan uçak, şu anda boşaltılmakta olan Belgrad’daki Nikola Tesla havaalanına ulaştı. Yakın gelecekte yeni ilaç partilerinin aşılama noktalarına dağıtılması beklenmektedir.

En son resmi verilere göre, Sırbistan’da yaklaşık 2,2 milyon kişi, ülke nüfusunun yaklaşık üçte biri olan en az bir doz koronavirüs aşısı yaptırdı. 865 binden fazla kişiye aşının her iki bileşeni de aşılanmıştır.

Sputnik V’e ek olarak, Pfizer / BioNTech, AstraZeneca ve Sinopharm da Sırbistan’da aşılama için mevcuttur. Aynı zamanda, Rusya’nın Belgrad büyükelçisi Miroslav Lazanski’nin verdiği bilgiye göre, cumhuriyet sakinlerinin yaklaşık %85’i Rus aşısını tercih ediyor.

 

Kaynak: Regnum.ru

Tarih:23.03.2021

 

Sırp Parlamentosu, Yugoslavya’daki NATO Saldırganlığının Kurbanlarını Anıyor

24 Mart’ta, Sırbistan Parlamentosu milletvekilleri, 1999’da Yugoslavya Federal Cumhuriyeti’nde NATO saldırısının tüm kurbanlarının anısına bir dakikalık saygı duruşunda bulundular. Bu, Sırp haber ajansı Srbija Danas tarafından bildirildi.

Sırbistan Meclis Başkanı Ivica Daciç, milletvekillerini 24 Mart 1999’daki NATO bombalama kampanyasının başlamasının 22. yıldönümünde yapılan toplantının başında saldırının şehitlerini anmaya çağırdı.

Dacic, “Affedebiliriz ama unutamayız.” dedi.

NATO güçlerinin Yugoslavya’yı bombalamasının 24 Mart’ta başladığını ve 10 Haziran 1999’da bittiğini hatırlayalım. Hem askeri tesisler hem de sivil altyapı saldırı altındaydı. FRY yetkililerine göre, bombalama sırasında, öldürülen toplam sivil sayısı yaklaşık 400’ü çocuk olmak üzere 1.700’ü aştı, yaklaşık 10.000’i ağır şekilde yaralandı.

 

Kaynak: Regnum.ru

Tarih:24.03.2021

 

Sputnik V Sırbistan’da Üretilecek

Rusya Doğrudan Yatırım Fonu (RDIF), Sırbistan’da COVID-19’a karşı Rus Sputnik V aşısının üretimi konusunda Torlak Enstitüsü ile anlaşmaya vardı. Bu, 25 Mart’ta RDIF’in basın servisi tarafından bildirildi.

Açıklamada, “RDIF ve Torlak Viroloji, Aşı ve Serumlar Enstitüsü, dünyanın ilk tescilli Sputnik V koronavirüs aşısını Sırbistan’da üretme anlaşmasını duyurdu” denildi.

Rusya’nın ilacının üretileceği Güney Avrupa’da Sırbistan’ın ilk olacağı, Rus aşısının bölgedeki diğer ülkelere de gelecekte ihraç edilebileceği açıklandı.

Ayrıca, devlet üreticisi ve Sırbistan’daki tıp kurumlarına aşı tedarikçisi olan Torlak Enstitüsü tesislerinde Sputnik V üretimine bu yılın mayıs ayında başlanması gerektiği kaydedildi.

Rus Sputnik V aşısının şu anda toplam nüfusu 1,5 milyardan fazla olan 56 ülkede kullanım için kayıtlı olduğuna dikkat edin.

 

Kaynak: Regnum.ru

Tarih: 25.03.2021

 

Rusya Dışişleri Bakanlığı: NATO’nun Yugoslavya’yı bombalaması konusu henüz kapanmadı

Kosova sorunu çözülmedi ve NATO’nun eski Yugoslavya’yı bombalamadaki sorumluluğu sorunu bugüne kadar açık. Rusya Dışişleri Bakanlığı resmi temsilcisi Maria Zakharova 26 Mart’ta bir brifingde, bunların ittifakın 20 yıldan uzun bir süre önce gerçekleştirilen silahlı operasyonunun sonuçları olduğunu söyledi.

Ona göre, 20 yıldan fazla bir süre önce Balkanlar’da sonuçları hala hissedilen bir trajedi meydana geldi. Bu nedenle, Kosova sorununun çözümü kronik olarak takılıp kalmıştır, çünkü kanunsuzluk ve keyfilik problemlerin hiçbirini çözmez, sadece durumu daha da kötüleştirir.

Zakharova, 24 Mart 1999’da NATO güçleri tarafından Yugoslavya’nın bombalanmasının başlamasının yıldönümüyle ilgili olarak, “Kuzey Atlantik müttefiklerinin uluslararası ilişkilere ve belirli bir ülkeye verdikleri zararın sorumluluğu hala açık.” dedi.

O zaman, meşru mekanizmaların yerini neredeyse alaycı bir keyfilikle ikame etmenin uluslararası ilişkilerde başladığını ekledi. Sırbistan’ın Kosova Özerk Eyaletindeki sözde insani felaket hakkındaki yalanla örtülmüştü.

IA REGNUM tarafından bildirildiği üzere, 1999’da NATO kuvvetleri Yugoslavya’yı 78 gün boyunca bombaladı ve bunu ‘Kosova’daki Arnavut nüfusunun soykırımını önleyerek’ açıkladı. Sırp verilerine göre bombalama olayında 4 bine yakın kişi kurban olurken, 100 milyar dolarlık maddi hasar meydana geldi.

 

Kaynak: Regnum.ru

Tarih: 26.03.2021

 

Yunanistan, Devrim’in 200’üncü Yıldönümünü Kutladı

Yunanistan’ın 25 Mart Perşembe günü Yunan Bağımsızlık Savaşı’nın başlamasının iki yüzüncü yıl dönümünü kutlarken yabancı liderler ve ileri gelenler Atina’ya geldi. Ünlüler arasında Galler Prensi ve Cornwall Düşesi, Fransız Savunma Bakanı Florence Parly ve modern Yunan’ın ortaya çıkmasına yol açan Osmanlı Türklerine karşı kazanılan zaferde belirleyici bir rol oynayan üç ülkeyi temsil eden Rusya Federasyonu Başbakanı Mikhail Mişustin bulunmaktadır. Videoya kaydedilen bir mesajda Yunanistan Cumhurbaşkanı Katerina Sakellaropoulo, “Devrimden iki yüzyıl sonra, 1821 ulusal mirasının güçlü kaldığını” kaydetti. “Anayasamızın temel değer ve ilkeleri teorik beyanlar veya kağıt üzerinde alıştırmalar değildir. Anayasal ve demokratik deneyimimize dönüştüler ”dedi. Çarşamba gecesi Başbakan Kyriakos Mitsotakis ve eşi Mareva Grabowski-Mitsotakis, Prens Charles ve Cornwall Düşesi Camilla’yı yakın zamanda yenilenen Ulusal Galeri’de karşılamalarıyla kutlamalar başladı. Daha geniş kutlamaların bir parçası olarak, uluslararası üne sahip soprano Anastasia Zannis, silahlı kuvvetlerin her üç kolundan en iyi müzisyenlerden oluşan Yunan Milli Savunma Genelkurmay Bandosu eşliğinde, perşembe günü saat 8’de Akropolis’te Yunan milli marşını seslendirecek ve Zannis, sembolik bir eylemle antik anıtta Yunan bayrağının dikilmesine eşlik edecek.

 

Kaynak: Ekathimerini

Tarih: 25.03.2021

 

Yunan Başbakan’ı Mitsotakis ile Prens Charles Görüşmesi

Bay Mitsotakis: Bizim neslimizin iddiası, “Ulusal Diriliş Devrimi” neden 200 yıl sonra “Ulusal Uyanış Devrimi” olacaktır.

Başbakan , Galler Prensi ile yaptığı görüşmede Yunanistan ile Birleşik Krallık arasındaki güçlü dostluk bağlarından bahsetti. Başbakan Kyriakos Mitsotakis ve İngiliz tahtının varisi Prens Charles, Yunanistan ile Birleşik Krallık arasındaki yakın ve tarihi bağları teyit etme fırsatı buldular. Başbakan, Yunanistan devletinin kurulmasına yol açan olaylarda kilit rol oynayan ülkesini temsil etmenin özel önemine dikkat çekerek ülkemiz için bu sembolik etkinlikte yer aldığı için Galler Prensi’ne teşekkür etti. Başbakanlıktan yapılan bir duyuruya göre  ikili ilişkilerin çok iyi düzeyde olduğunu teyit ederken, ilişkilerin daha da güçlendirilmesi ve derinleştirilmesinin önemini vurguladı. Toplantıda ayrıca, genç nesiller için eğitim ve destek gibi sosyal meselelerin yanı sıra pandemi ile mücadele ve çevrenin korunması gibi küresel zorluklar ele alındı.

 

Kaynak: Atina Makedon Haber Ajansı

Tarih: 25.03.2021

 

Yunan Hükümeti Mitsotakis-Biden Görüşmelerinden Memnun

Başbakan Kyriakos Mitsotakis ve ABD Başkanı Joe Biden 25 Mart Perşembe günü geç saatlerde yaptıkları bir telefon görüşmesinde, daha geniş Doğu Akdeniz bölgesinde güvenlik ve refah için Yunan-ABD işbirliğinin stratejik doğasını yineledi. Kaynaklara göre Biden, bugün Yunanistan’ın Doğu Akdeniz, Karadeniz ve Batı Balkanlarda barış ve refah için aktif eylemlerle NATO’da kritik bir müttefik olduğunu vurgulayarak, iki ülke arasındaki savunma işbirliğinin önemini vurguladı. Souda’daki ABD güçlerine atıfta bulunarak Mitsotakis, Biden’i seçildiği için tebrik etti. Yunanistan’ın uluslararası forumlarda ABD ile yakın işbirliğine hazır olduğunu ifade ederek, insan hakları ve iklim değişikliğiyle mücadele vurgusuyla her iki ülkenin ortak değerlerini savunmayı amaçladı. Başbakan, destek için ABD Başkanı’na şahsen teşekkür ederek, iki ülke arasında uzun süredir devam eden ilişkilerde Yunan-Amerikan toplumunun bir köprü görevi gördüğünü de sözlerine ekledi.

Kaynak:  Ekathimerini

Tarih: 26.03.2021

 

Doğu Akdeniz’de Güvenlik ve Refahta Yunanistan ve ABD’nin Stratejik Ortakları

Başbakan Kyriakos Mitsotakis ve ABD Başkanı Joe Biden 25 Mart Perşembe günü geç saatlerde yaptıkları bir telefon görüşmesi sırasında daha geniş Doğu Akdeniz bölgesinde güvenlik ve refah için Yunan-ABD iş birliğinin stratejik doğasını yeniden doğruladılar. Başbakanlıktan kaynaklara göre Biden, bugün Yunanistan’ın Doğu Akdeniz, Karadeniz ve Batı Balkanlarda barış ve refah için aktif eylemlerle NATO’da kritik bir müttefik olduğunu vurguladı. Mitsotakis, Yunanistan’ın uluslararası forumlarda ABD ile yakın iş birliğine hazır olduğunu ifade ederek Biden’i kendi adına tebrik etti ve insan hakları ve iklim değişikliğiyle mücadele vurgusuyla her iki ülkenin ortak değerlerini savunmayı hedefliyor .

 

Kaynak: Atina Makedon Haber Ajansı

Tarih: 26.03.2021

 

AB’nin Göçmenler İçin Yunanistan’a Giden Fonları Kesmesi Bekleniyor

Göç Bakanlığı kaynaklarına göre, göçmen akışındaki önemli düşüş göz önüne alındığında, Avrupa Birliği’nin Yunanistan’a fonları önceki dönemde 3,5 milyar avrodan 2020-27 için 1 milyar avroya düşürmesi bekleniyor. Bakanlık Kaynakları, “Elbette daha fazla para talep edeceğiz, ancak acil durumlarla başa çıkmak için daha fazla fon yok, ancak barındırdığımız göçmenlerin nüfusu önemli ölçüde azaldı ve dolayısıyla ihtiyaçlar da azaldı” dedi. “Artık yeni bir gerçekliğe sahibiz, ancak altyapıyı geliştirmek ve sürdürmek, aynı zamanda geleceğe hazırlıklı olmak da önemli” diye ekledi. Bakanlık verileri şu anda ülke genelindeki yapılarda 58.831 kişinin yaşadığını gösteriyor.

 

Kaynak: Ekathimerini

Tarih:  28.03.2021

 

Yüksek Temsilci Josip Borell: AB Batı Balkanları Tartışacak

Hırvatistan ve Romanya Dışişleri Bakanları Gordan Grlic Radman ve Bogdan Auresku, Birliğin Avrupa ülkeleriyle olan ilişkilerini güçlendirmek amacıyla bir sonraki bakanlar toplantısında Batı Balkanlar hakkında kapsamlı bir stratejik tartışma için dokuz AB üye ülkesi adına bir talepte bulundular. Bölge hakkında bir tartışma fikri, bölge ülkelerindeki dinamik iç siyasi gelişmeler nedeniyle başlangıçta dokuz dışişleri bakanının 5 Mart’ta Borrell’e gönderdiği bir mektupla başlatıldı.

Yüksek Temsilci Josep Borrell, Brüksel’deki AB dışişleri bakanları toplantısı sonrasında yaptığı açıklamada, bölgenin AB için bir öncelik olmaya devam ettiğini söyledi. Özel temsilcisi Miroslav Lajcak’ın Batı Balkanlar’daki gelişmeler ve Belgrad, Priştine ve Podgorica’ya yaptığı son ziyaretlerle ilgili raporunu sundu.

Avrupa Birliği’nin baş diplomatı 22 Mart Pazartesi günü yaptığı açıklamada, Birlik dışişleri bakanlarının bir sonraki toplantılarında Batı Balkanlar hakkında ‘kapsamlı bir tartışma’ yapacaklarını söyledi.

 

Kaynak: N1

Tarih: 22.03.2021

 

AB, Sırp Turizm Endüstrisine 660.000 Euro’dan Fazla Ekipman Sağladı

Avrupa Birliği 23 Mart Salı günü Sırp turizm endüstrisine 662.000 Euro değerinde dezenfektan ve ekipman hibe etti. AB Delegasyonu başkanı Sem Fabrizi devir teslim töreninde yaptığı açıklamada, turistik tesislerin EuforYou –  Kültürel Miras ve Turizm için AB projesi aracılığıyla Temiz ve Güvenli sertifikası alacağını söyledi. Sertifikalar, koronavirüs salgını sırasında hijyen açısından güvenliği garanti edecek. AB’nin, pandemiden önce ülkenin kültürel mirasını tanıtmak için Sırp turizm endüstrisine yardım sağladığını hatırlattı.

Almanya Büyükelçisi Thomas Schieb, amacın Sırbistan’ın mirasını halka açık hale getirmek olduğunu söylerken, Sırbistan Avrupa Entegrasyon Bakanı Jadranka Joksimoviç, Avrupa Komisyonu ile programı uygulamak için yedi milyon Euro daha hibe sağlama kararı aldığını söyledi.

AB’nin 600 turizm sektörü girişimcisine sağladığı en son yardım, dezenfeksiyon bariyerleri ve dezenfektanlar, UV lambaları, spreyler, maskeler ve eldivenleri içeriyor. İlk birlik Kladovo, Donji Milanovac ve Majdanpek merkezlerine gönderildi ve geri kalan ekipman ve dezenfektanlar önümüzdeki iki hafta içinde Clear and Safe program katılımcılarına teslim edilecek.

EuforYou – Kültürel Miras ve Turizm için AB projesi, aşağı Tuna bölgesinde turizm endüstrisinin yenilenmesine yardımcı olmak için 16,6 milyon Euro hibe değerinde.

 

Kaynak: N1

Tarih: 23.03.2021

 

BM Mahkemesi Bosnalı Hırvat Liderin Erken Tahliyesini Reddetti

Lahey’deki BM mahkemesi, eski Bosnalı Hırvat siyasi lideri Jadranko Prliç’in 25 yıllık savaş suçları cezasının üçte ikisini henüz çekmediği için erken tahliye talebini reddetti.

Lahey’deki Uluslararası Ceza Mahkemeleri Mekanizması 26 Mart Salı günü, tanınmayan Hırvat liderliğindeki Hersek-Bosna eyaletinin savaş zamanı başbakanı olan Jadranko Prlic’in erken tahliye talebini geri çevirdi.

BM mahkemesi başkanı Carmel Agius, Prlic’in 25 yıllık hapis cezasının üçte ikisini Nisan 2024’e kadar çekemeyeceği için, henüz erken tahliye için değerlendirilmeye uygun olmadığını ayrıca, Prlic’in başvurusunun erken tahliyeyi garanti edecek zorlayıcı veya istisnai koşullar ortaya koymadığını ifade etti.

Kasım 2017’de, Lahey Mahkemesinin temyiz mahkemesi, tanınmayan Hırvatistan-Bosna-Hersek Cumhuriyeti’nden beş diğer üst düzey yetkiliyle birlikte Prlic’i 25 yıl hapse mahkum etmişti. Prlic, Slobodan Praljak, Bruno Stojic, Milivoj Petkoviç, Valentin Coric ve Berislav Pusic, Hersek-Bosna devletinin üst düzey siyasi ve askeri yetkilileri iken Boşnaklara karşı işlenen insanlığa karşı işlenen suçlardan ve diğer suçlardan suçlu bulunmuştu.

 

Kaynak: Balkan Insight

Tarih: 24.03.2021

 

Yunanistan ile Türkiye Arasında Direkt Hat

İki ülke arasında diyalog kanallarının harekete geçirilmesinin ardından son olarak sürekli iletişim için direkt hat kuruldu. Doğu Akdeniz ve Ege’de gerilimi düşürmek adına Türkiye ile Yunanistan arasında istişari görüşmeler başlamış, son temas Atina’da gerçekleştirilmişti. Bu gelişmeler ışığında Dışişleri Bakanı Nikos Dendias, 14 Nisan’da Türkiye’ye gidecek.

Türkiye Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, Dendias’ın ziyaretine ilişkin, “Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Yunanistan Başbakanı Miçotakis görüşmesini ele alacağız.” ifadesini kullanmıştı. Yunan medyası, Türkiye ile Yunanistan arasında 7/24 iletişimin kurulabilmesi için telefon hattının devreye alındığını yazdı. To Vima gazetesi, iki ülkenin savunma bakanlıklarına bağlı harekât daireleri arasında sürekli irtibat kurulabilmesi için “kırmızı telefon hattı” kurulduğunu bildirdi. Bu hat sayesinde olası bir kriz durumunda sağlıklı iletişimin sağlanması hedefleniyor.

Geçtiğimiz hafta konunun, Dışişleri Bakanı Nikos Dendias ile NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg arasında görüşüldüğü, Dendias’ın direkt iletişim hattı durumunu Stoltenberg’e aktardığı kaydedildi. Stoltenberg’in, söz konusu yöntem sayesinde Ege ve Doğu Akdeniz’de olası gerginliklerin önüne geçilebileceğini düşündüğü belirtildi.

Kaynak: Time Balkan

Tarih: 24.03.2021

 

AB, Sırbistan’ın Arnavut Adreslerini Silip Silmediğini İnceleyecek

Kosova ve Sırbistan raportörleri 25 Mart Perşembe günü, AB’nin Sırbistan’ın yurtdışında yaşayan Arnavutların adreslerini “etkin olmayan” olarak sınıflandırıp sınıflandırmadığını araştıracağını söyledi.

Avrupa Parlamentosu perşembe günü, AB’nin Sırbistan hakkındaki raporunda değişiklik yapma ve Sırbistan’ın bu adreslerde artık yaşamadığı varsayılan etnik Arnavutların adreslerini “pasif” olarak sınıflandırdığı yönündeki iddiaları soruşturma amaçlı bir kararı kabul etti.

Perşembe günü düzenlenen ortak basın toplantısında, Sırbistan Daimi Raportörü Vladimir Bilcik ve Kosovalı mevkidaşı Viola von Cramon-Taubadel, AB’nin bununla ilgileneceği ve çok daha derin inceleme yapacağı, ancak bölgeden konuyla ilgili ampirik veri toplamak için daha fazla zamana ihtiyaç olduğu açıklaması yapıldı.

Von Cramon “Bu Avrupa Komisyonu ve Konseyi’nde ele almamız gereken bir şey” derken, soruşturmanın Sırbistan’ı bu süreci kesintiye uğratması için hangi kararların ve uluslararası anlaşmaların bağlayıcı olduğunu kontrol edeceğini de sözlerine ekledi.

Bilcik ise “Bu topraklarda yaşayan tüm insanların statüsünün düzenlenmesi önemlidir” diyerek sorunun, ilişkilerin normalleşmesi konusunda AB liderliğindeki Kosova-Sırbistan diyaloğuna dahil edilebileceğini ima etti.

Daha önce Sırp makamların bölgede periyodik olarak Arnavutların adreslerini haber verilmeksizin sessizce ‘pasif’ olarak sınıflandırdıkları dile getirilmişti. Seçmen verilerinin analizi ve siyasi ve sivil toplum temsilcilerinin açıklamaları, bunun Sırbistan’ın güney Presevo Vadisi bölgesinde birkaç bin Arnavut vatandaşını etkilemiş olabileceğini göstermekte. Bu kişiler, adresleri resmi olarak pasif olarak sınıflandırılırsa temel haklarını kaybetme riskiyle karşı karşıya olacaklar.

 

Kaynak: Balkan Insight

Tarih: 25.03.2021

 

Avrupa Parlamentosu Kosova Raportörü Cramon: Kosova’ya Derhal Vize Serbestisi Verilmelidir

Avrupa Parlamentosu Kosova raportörü Viola Von Cramon, bugün genel oturumda vize serbestisi konusunda bir konuşma yaptı. Cramon, yaptığı konuşmada Kosova için vizeleri kaldırmamız gerekiyor aksi takdirde Kosova halkının güvenini kaybediyoruz ifadelerinin ardından, ”Eğer verdiğimiz sözleri yerine getirmezsek biz olan inanç ve güveni yitireceğiz. Artık komisyon vize serbestisi konusunda verdiği sözünü yerine getirmesinin zamanıdır. Ben Kosova halkının olan öfkesine katılıyorum, Avrupa Parlamentosu bu konuda artık kararını vermelidir”, ifadelerini kullandı. Cramon’un raporu aynı zaman da Kosova’nın da iç reformları yerine getirmesi gerektiğini de vurguluyor.

Cramon, Twitter hesabından, “Rapor Kosova’nın değişik alanlarda içte ve yerelde daha fazla reform için çalışması gerektiğini belirtiyor. Bu konular arasında iklim değişikliği, siyasi eğitim, cinsiyetçi şiddet de mevcut. Kosova hükümeti reformları devamlı bir şekilde yapmalıdır” açıklamasında bulundu.

Kaynak: Balkan Postası

Tarih: 25.03.2021

Arnavutluk, İstanbul’dan 192 Bin Doz Çin Aşısı Aldı

Arnavutluk Başbakanı Edi Rama, İstanbul’dan 192 bin doz Çin aşısı ile ülkesine döneceğini açıkladı. Rama, sosyal medya hesabı üzerinden İstanbul’dan yaptığı canlı yayın ile 192 bin doz Çin aşısının Air Albania uçağına yüklendiği görüntüleri paylaştı.

Toplamda 1 milyon aşı temin ettiklerini kaydeden Rama, “Şu anda 60 gün içinde yarım milyon doz için sözleşme yaptık.” ifadelerine yer verdi. Birkaç saat içinde aşıların Arnavutluk’a varacağını belirten Rama, “başaracağımızı söylediğimde, başaracağımızdan şüphe duymayın.” dedi.

Kaynak: Time Balkan

Tarih: 25.03.2021

 

Rusya Adına Çalışan Casusların Bulgaristan’da NATO ve AB’ye Ait Gizli Bilgileri Çaldığı Ortaya Çıktı

Rus casusların Bulgaristan’da NATO ve Avrupa Birliği’ne ait gizli bilgileri çaldığı ortaya çıktı.

Bulgaristan’daki savcılar aralarında Savunma Bakanlığı’nda çalışan üst düzey yetkililerin de olduğu 6 Bulgar vatandaşını Rusya lehine casusluk yapmakla suçladı. Savcılığın yayınladığı bazı görüntülerde söz konusu kişilerin Rus büyükelçiliği ile bağlantıları ve yaptıkları işlerin karşılığında aldığı paralar görülüyor.

Savcılar grubu zanlıları, Bulgaristan, NATO ve Avrupa Birliği’ne ait devlet sırlarını yabancı bir ülkeye vererek ulusal güvenlik için ciddi bir tehdit olmakla suçluyor. Yayınlanan belgeler arasında bulunan ve grubun lideri tarafından yazıldığı iddia edilen ve yarı Bulgarca yarı Rusça bilgi notunda NATO toplantıları, AB’nin Rusya politikası, Ukrayna ve Belarus’la ilgili istihbarat bilgileri gibi öncelikler sıralanıyor. Savcılara göre casuslar kısa bir süre önce Karadeniz kıyısındaki Varna şehrinde kurulan NATO Deniz Koordinasyon Merkezi’ne özel bir ilgi göstermiş.

Grubun ortaya çıkarılması Amerika Birleşik Devletleri’nin yeni Dışişleri Bakanı Anthony Blinken’in de katıldığı NATO toplantısı öncesine denk geldi.

Kaynak: Euronews

Tarih: 25.03.2021

 

Avrupa Parlamentosu Kosova’ya Vize Muafiyeti Verilmesini Destekledi

 Avrupa Parlamentosu bugünkü oturumda ezici bir çoğunlukla Kosova’ya yönelik  vize muafiyeti verilmesi  yönünde oy kullandı. Avrupa Parlamentosu’ndaki  Kosova Raportörü Viola Von Cramon, Kosova’ya uygulanan  vize rejimin kaldırılmasının  472 milletvekili tarafından desteklendiğini duyurdu.

“Kosova raporu üzerine yapılan genel oylamada, büyük çoğunluk vize muafiyetini  destekledi.” ifadesini kullanan Cramon ayrıca AB Konseyi’ni de  destek vermeye  çağırdı.

Kosova raporu 2021 Şubat ayında AP Dış Politika Komitesi tarafından onaylandı ve Kosova’yı tanımayan 5 AB devletini Kosova’yı tanıması çağrısını yineledi.

İspanya, Slovakya, Romanya, Kuzey Kıbrıs ve Yunanistan, Kosova’nın bağımsızlığını tanımayan 5 AB üye ülkesidir.

Kaynak: Time Balkan

Tarih: 25.03.2021

 

Avrupa Parlamentosu Sırbistan İlerleme Raporunu Onayladı

Avrupa Parlamentosu 25 Mart Perşembe günü, Sırbistan ile ilgili olarak Belgrad ile Priştine arasındaki ilişkilerin normalleşmesinin ve ülkenin temel haklarına saygının katılım müzakerelerinin hızının belirlenmesinde çok önemli olduğunun altını çizen bir ilerleme raporunu onayladı.

Raporda Sırbistan’ı adalet, basın özgürlüğü ve yolsuzlukla mücadelede somut sonuçlar elde etmeye, ekonomik göstergeleri memnuniyetle karşılamaya ve bölgesel işbirliğine katılmaya çağırıyor.

Avrupa Parlamentosu’nun web sitesinde yayınlanan bir açıklamaya göre raporda, Sırbistan’ın işleyen bir piyasa ekonomisi geliştirmedeki ilerlemesini kabul etti ve Sırp hükümetini bu alandaki yapısal reformları uygulamaya devam etmeye teşvik etti.

Rapor ayrıca, AB üyeliğinin Sırbistan’ın stratejik hedefi olmaya devam etmesini ve tüm parlamento partilerinin Sırbistan’ın AB’ye katılım sürecini desteklemesini memnuniyetle karşılarken, aynı zamanda Sırp makamlarını Avrupa değerlerine bağlılıklarını kamusal alanda daha aktif ve kararlı bir şekilde göstermeye teşvik etmekte. Sırbistan’ın AB üyeliğine yönelik yükümlülüklerini görünür ve doğrulanabilir bir şekilde yerine getirmek için hem sözde hem de eylemde açık ve kesin bir taahhüdü bekleniyor.

Parlamento üyeleri, Sırbistan’ın şu anda bölgedeki en düşük uyum oranına dikkat çekerek, AB’nin dış ve güvenlik politikasına uyum sağlamanın önemini yinelediler. Raporda, Sırbistan’dan yargı, ifade özgürlüğü ve özellikle Krusik, Jovanjica ve Telekom Srbija gibi kamu yararının yüksek olduğu davalarda yolsuzluk ve organize suçla mücadelede sonuç alınması yönünde çağrıda bulunuluyor. Ayrıca, Sırbistan’da adalet çağrısını yineleyerek, üst düzey yolsuzluk davalarında soruşturma, suçlama ve mahkumiyetlerde daha iyi sonuçlar talep edilmekte.

Tüm bunların anı sıra raporda, Sırbistan’ın işleyen bir pazar ekonomisi geliştirmedeki ilerlemesini gözetilmekte ve Belgrad yapısal reformlar yoluyla rekabet gücünü ve uzun vadeli, sürdürülebilir ve kapsayıcı büyümeyi artırma çabalarını sürdürmeye çağrılmakta. Raporda ayrıca, Sırbistan’ın Nis-Merdare-Priştine otoyolunun inşaatı da dahil olmak üzere ulaşım ve trans-Avrupa ağ projelerine aktif katılımı da memnuniyetle karşılanıyor.

105 maddelik rapor 538’e karşı 69 oyla 79 çekimser oyla kabul edildi.

 

Kaynak: Independent Balkan News Agency

Tarih: 26.03.2021

 

Tanja Fajon: “Sırbistan’ın AB Yolunda Yapacak Çok İşi Var”

Avrupa Parlamentosu üyesi Tanja Fajon, AP’nin Sırbistan hakkındaki son raporunu kabul etmesinden bir gün sonra yaptığı açıklamada, Sırbistan’ın Avrupa Birliği’ne katılmadan önce pek çok işle karşı karşıya olduğunu belirtti.

Raporla ilgili yorum yapan Fajon, “Sırbistan’ın AB üyeliği yolunda, özellikle yolsuzlukla, yargı ve ifade özgürlüğüne saygı ile mücadele konusunda yapacak çok işi var. Bu sadece benim veya siyasi grubumun görüşü değil” ifadelerini kullandı. Ayrıca söz konusu yolsuzluk vakaların büyük önem taşıdığını, bu nedenle de rapora dahil edildiğini sözlerine ekledi.

Fajon, “Bu, Sırbistan yetkililerine şeffaf soruşturmaları güvence altına almak ve her şekilde yolsuzluğu önlemek için bir mesaj oldu. Sırbistan’ın nihai hedefinin AB’ye katılmak olduğuna kesin olarak inanıyorum, ancak birçok kez söylendiği gibi ön koşullar biliniyor- özellikle yüksek yerlerde organize suç ve yolsuzluğun yeri yoktur ve kınanmalıdır. Kimse buna göz yummamalı” dedi.

Nova S televizyonuna yaptığı açıklamada devlet yetkililerinin medyaya ve STK’lara saldırılarından söz ederek, bu tür şeylere hiçbir demokraside izin verilmemesi gerektiğini söyledi. “Ne yazık ki, bazı AB üye devletlerinde benzer girişimler görülebilir. AB, Birlik içinde ve aday ülkelerde demokrasiyi baltalayan hükümetler konusunda daha katı ve acımasız olmalı” sözlerine yer verdi.

 

Kaynak: N1

Tarih: 26.03.2021

 

Bulgaristan 48 Göçmeni Türkiye’ye Geri Gönderdi İddiası

Bulgaristan’a kaçak yollarla geçen 48 göçmen, Bulgar polisi tarafından değerli eşyaları alınıp zorla Türkiye’ye geri gönderildiklerini iddia etti.Uluslararası anlaşmalara aykırı olmasına rağmen Türkiye’ye ‘geri itilen’ 48 göçmen Kırklareli Pehlivanköy Geri Gönderme Merkezi’ne gönderildi.

Kırklareli Jandarma Komutanlığı ekipleri Demirköy ve Kofçaz ilçelerinde yabancı uyruklu şahısların olduğu ihbarı aldı. İhbarı değerlendiren ekipler Bulgaristan’a sınır,  Dereköy ilçe merkezi ve Kofçaz ilçesine bağlı, Beyci, Yukarıkanara ile Çağlayık köylerinde, 29 Afganistan, 12 Pakistan, 1 Filistin, 1 Tunus ve 5 Suriye uyruklu göçmen olmak üzere toplam 48 göçmen yakaladı.

Uluslararası anlaşmalara göre geri itmenin hukuka aykırı olduğu açıklanmasına rağmen  Bulgar polisinin göçmenlerin verdiği ifadelere göre zorla Türkiye’ye geri itildikleri iddia edildi.

Kaynak: Time Balkan

Tarih: 27.03.2021

 

AB Batı Balkanlar’a 650 Bin Pfizer Aşısı Bağışlayacak

Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen, Bosna Bakanlar Kurulu Başkanı ile yaptığı telefon görüşmesinde, Avrupa Birliği tarafından bağışlanan 650.000 Pfizer aşısının Batı Balkanlar’da teslimatının Nisan ayının ilk yarısında başlayacağını bildirdi.

650 bin aşı kontenjanının dağıtımı konusunda Batı Balkan ülkelerinin her biriyle ayrı ayrı kararlaştırılacak.

Yapılan telefon görüşmesinde Bosna Hersek Bakanlar Kurulu Başkanı Zoran Tegeltija, Von Der Leyen ile salgınla ilgili durumu tartıştı ve ona Bosna Hersek’in virüsün yayılmasıyla mücadele etmek için gerçekleştirdiği faaliyetleri anlattı. Aşıların üretimini ve eşit ve adil küresel dağıtımını hızlandırmanın ve tüm ülkeler arasında daha fazla dayanışmanın, istikrar ve iyileşmenin yanı sıra pandeminin neden olduğu sorunların üstesinden gelmenin anahtarı olduğu konusunda karşılıklı anlaşma sağlandı.

Toplantının ardından tweet atan Von Der Leyen, “Batı Balkanlar’daki ortaklarımızın yanındayız,” diyerek mesajını “Salgını birlikte yeneceğiz” sözleriyle bitirdi.

 

Kaynak: N1

Tarih: 28.03.2021

 

 

HAZIRLAYANLAR:

Aybüke Koçak, Didem Şimşek, Dilara Nesrin Bulut, Dilek Keçeci, Ece Sumru Güvemli, Elifnur Ayhan, Hatice Deniz Hızal, Hilal Yel, İleyna Savuk, Rümeysa Güner, Şamil Orhan, Taha Yüceses

TUİÇ Balkan Stajyerleri

 

 

 

 

 

 

Haftalık Göç Bülteni / 22-27 Mart

0

 

IOM’dan Müjde: Yeni Bir Proje Geliyor

Uluslararası Göç Örgütü, AB tarafından finanse edilen yeni bir projenin müjdesini verdi. Türkiye’nin düzensiz göç sorununa yönelik sınırlarımızın yönetimi konusunda özenle çalışılacağına inanılan bu proje kapsamında belgede sahtecilik ve sahte pasaport ile göç etme girişiminde bulunan kişilerin tespit edilmesi ve göç ile ilgili olarak risk analizi yapılması hedefliyor.

AB’nin cömert fon desteği sayesinde sağlanan proje kapsamında, sınır geçiş noktalarının yönetimine ek olarak iş birliği halinde olacak kurumlar aracılığıyla yetkililere göç ile ilgili risk analizi eğitiminin de verileceği duyuruldu.

 

Kaynak: IOM Turkey

Tarih: 26.03.2021

 

Mültecilerin Avrupa’daki İş Gücü Eksikliğinin Giderilmesindeki Etkisi Artıyor

Mülteciler genellikle yerel halkın yapmak istemediği ağır ve düşük maaşlı işleri yaparak yaşamını sürdürüyor. Fransa’da Pauillac Belediyesi’nin pandemi nedeniyle daha da zorlaşan hayat koşullarını göz önünde bulundurarak oluşturdukları ‘Tarlada Bırak’ projesi ile mültecilere mevsimlik işçi olarak çalışma teklif edildi.

2017 yılında mülteci statüsünü alan Zakaria, bağ işçilerinden biri olarak bu sayede çocuklarını okutabileceğini ve bu haberi aldığında çok mutlu olduğunu belirtti.

 

Kaynak: UNHCR

Tarih: 25.03.2021

 

Dünyanın En Büyük Mülteci Kampı Alevler İçinde Kaldı

 

Yaklaşık 700.000 mülteciye ev sahipliği yapan Kutupalong ‘un büyük bir kısmı alevler içinde kaldı. Sığınma evlerinin yanı sıra, sağlık merkezlerinin de yanması sonucu Arakanlı mülteciler çaresizce yardım bekliyor. Tahribatın ardından 11 kişinin öldüğü ve yüzlerce kişinin kaybolduğu bildirildi. Çocuğunu arayan annelerden biri olan Halima, “Üzerimize gelen alevleri görünce hayatımın paramparça olduğunu hissettim” dedi.

 

Kaynak: UNHCR

Tarih: 26.03.2021

 

Mülteciler Seslerini Duyurmak İçin Paris’te Kamp Kurdu

Fransa’daki mülteci bir grup, seslerini duyurmak için Paris meydanında kamp kurdu. Çoğunluğunu Afgan kadın ve çocukların oluşturduğu eylemcilerin tek dileği bulundukları kötü şartları hükümete duyurabilmek.

Kamp kuran eylemcilere destek vermek üzere birçok mülteci derneği ve insan hakları aktivisti de bir araya gelerek ‘Dayanışma Gecesi’ oluşturdular ve hükümetin göç politikalarını eleştirdiler.

Afganistan Çocukları Derneği Başkanı Jafari, mültecilerin barınma hakkının layığıyla sağlanmadığını ve köprü altlarında yaşam mücadelesi verdiklerini söyledi.

 

Kaynak: Evrensel Gazetesi

Tarih: 26.03.2021

 

Van’da İnsan Kaçakçıları Yakalandı

Van’ın Muradiye ilçesinde sabah saatlerinde jandarmanın aramaları üzerine bir kamyonun arkasında, batı illere götürülmek üzere 112 düzensiz göçmenin bulunduğu tespit edildi.

Kamyon kasasında taşınan göçmenler, insan kaçakçılarının göz altına alınması ile geri gönderilmek üzere İl Göç İdaresi’ne sevk edildi.

Haberi yayımlayan gazetelerde düzensiz göçmenler için ‘kaçak’, göz altına alınan kamyon şoförü için ise ‘göçmen kaçakçısı’ ifadelerinin kullanıldığı da dikkatleri çekti.

 

Kaynak: Hürriyet

Tarih: 27.03.2021

 

Mülteciyi Darp Eden Saldırganlar Serbest Bırakıldı

Antalya’da kağıt toplayıp hurdacılık yapan Suriyeli genç, 3 kişi tarafından acımasızca darp edildi ve ardından mültecinin motosikleti saldırganlar tarafından yakıldı.

Suriyeli genç, akşam saatlerinde çalışmaya devam etmek üzere motosikleti ile çöp konteynerine doğru yaklaştığı sırada darp edildi ancak hâkim karşısına çıkan saldırganlar ne yazık ki serbest bırakıldı.

 

Kaynak: Evrensel

Tarih: 24.03.2021

 

Uluslararası Af Örgütü: Suriyeli Mülteciler İşkence Görüyor

Uluslararası Af Örgütü raporu ile Lübnan’daki Suriyeli mültecilerin işkence gördüğü belgelendi.

Örgüt, Lübnan’daki mültecilere uygulanan keyfi suçlamalar nedeniyle hapsedildiklerine ve daha sonra işkenceye maruz kaldıklarına dair belgeleri yayımladı. Rapora göre, göz altına alınan Suriyeliler metal sopalar, elektrik kabloları gibi tehlikeli araçlar ile şiddete uğruyor. İşkence mağdurları arasında henüz 14-15 yaşlarında olan çocukların bile olduğu da tespit edildi.

Lübnan’dan Af Örgütü raporuna gelecek cevap bekleniyor.

 

Kaynak: AA& Mülteci Medyası

Tarih: 23.03.2021

 

Hazırlayan: Yağmur BAŞ

 

Terörle Mücadelede İstihbarat

ÖZET

Küreselleşen modern dünyanın bir sonucu olarak görülen terörle mücadele, değişen uluslararası konjonktürde farklı politika ve yöntemlere başvurmayı gerekli kılmıştır. Konvansiyonel silahların artması devletleri doğrudan savaşmaktan caydırırken, vesayet savaşlarının önünü açmış ve dünyadaki çatışmaların asimetrik bir hal almasına sebep olmuştur. Bu mücadelede uluslararası barış ve güvenliğin sadece sert güç kullanılarak değil, çeşitli istihbarat yöntemleri, propaganda, algı yönetimi ve yumuşak güç unsurları ile sağlanabileceği hemen hemen tüm devletler tarafından kabul görmüştür. Bu unsurları kullanarak, terörle silahlı mücadelenin yanında, terör örgütlerine verilen maddi ve manevi destek engellenmeye çalışılmaktadır. Özellikle, 11 Eylül 2001 tarihinden sonra terörle mücadelede istihbarat kavramı daha çok önem kazanmış ve farklı istihbarat metotlarının oluşturulmasına zemin hazırlamıştır. Bu çalışmada, gelecekteki fırsat ve tehditleri öngörebilmek ve bu doğrultuda başarılı politikalar elde edebilmek için, terörle mücadele kapsamında en çok başvurulan istihbarat yöntemlerinden olan teknik, kültürel ve psikolojik istihbarat yöntemleri incelenecektir.

Anahtar Kelimeler: Terörle Mücadele, İstihbarat, Teknik İstihbarat, Kültürel İstihbarat, Psikolojik İstihbarat.

Abstract

The fight against terrorism, which is seen as a result of the globalized modern world, has made it necessary to resort to different policies and methods in the changing international conjuncture. While the increase in conventional weapons discouraged states from fighting directly, it paved the way for proxy wars and led to an asymmetric state of conflicts around the world. In this struggle, it has been recognized by almost all states that international peace and security can be achieved not only by using hard power, but also by various methods of intelligence, propaganda, perception management and elements of soft power. By using these elements, besides the armed struggle against terrorism, material and moral support given to terrorist organizations are tried to be prevented as well. Especially after September 11, 2001, the concept of intelligence became more important in the fight against terrorism and laid the foundation for the creation of different intelligence methods. In this study, technical, cultural and psychological intelligence methods, which are one of the most commonly used intelligence methods in the fight against terrorism, will be examined in order to predict future opportunities and threats and to achieve successful policies in this direction.

Keywords: Counter Terrorism, Intelligence, Technical Intelligence, Cultural Intelligence, Psychological Intelligence.

1. Giriş

Günümüzde, yoğun korku temalı kuralsız şiddet olarak tanımlanan terör, birçok ülkenin güvenliğine tehdit oluşturarak küresel bir sorun haline gelmiştir. Örgütler ya da gruplar, genellikle siyasi bir dava adına, kendi davranış ve ideolojilerini yaymak, uygulatmak ve hayata geçirmek için çeşitli şiddet eylemlerine başvurmaktadırlar. Bu şiddet eylemleri sadece organize terör gruplarıyla değil, devlet terörü ile de yapılmaktadır. Bu nedenle, devletler, ulusal güvenliklerini sağlamak ve bu güvenliği tehdit eden varlıkları ortadan kaldırmak adına bazı yöntemler uygulamaktadır. Bu bağlamda, geçmişten günümüze devletlerin başvurduğu başlıca terörle mücadele yöntemi istihbarat olmuştur. İstihbarat, gelişmeler karşısında akıl yoluyla uyum sağlama, bilgiyi edinme ve tecrübeler ışığında uygulama yeteneğini ifade etmektedir (Ataç, 2019: 1). Ulusal güvenliği sağlamak, terör tehdidi ile mücadele edebilmek ve yaşanabilecek gelişmeleri öngörmek adına, devletler, istihbarat teşkilatları ile ihtiyaç duydukları bilgileri toplar, analiz eder ve karar alıcılar aracılığıyla uygular. Terörle mücadelede, sadece askeri güç alanındaki istihbarat verilerinin yeterli olmadığı bilinmektedir. Bunun yanı sıra ekonomik, kültürel, politik ve sosyal güçleri içeren milli güç unsurlarının geniş katılımı bir başka ifadeyle kapsamlı çözümlerin üretilmesi terörizmle mücadelenin başarısı adına oldukça önemlidir (Özer, 2015: 58). Bu bağlamda, farklı alanlarda, farklı amaçlar için çeşitli istihbarat yöntemleri bulunmaktadır. Devletlerin ve orduların yeni silah ve donanmaları ile birlikte askeri etkinliklerini inceleyen Teknik İstihbarat; önleyici tedbir istihbaratı olarak da sınıflandırılan, teröre maruz kalan ve terör gruplarıyla iç içe yaşayan halkı bu gruplardan ayırmak amacında olan Kültürel İstihbarat; topyekûn bir istihbarat olan ve amacı, hedef devletin ya da topluluğun bütün toplumsal özelliklerine nüfuz ederek, güçlü ve güçsüz yanlarını anlamak (Özdağ, 2014: 209) olan Psikolojik İstihbarat gibi önemli istihbarat çeşitleri bu yazıda incelenmiştir.

2. Teknik İstihbarat

Teknik istihbarat, belirli teknik yöntemler kullanılarak, tehdit oluşturan ya da tehdit oluşturması muhtemel olan yapının silah sistemlerini ve savunma teknolojilerini analiz etmeyi ve raporlamayı amaçlar. Aynı zamanda, olabilecek teknolojik sürprizleri önlemek, hedef grubun ya da devletin bilimsel ve teknik yeteneklerini değerlendirmek, düşmanın teknolojik avantajlarını etkisiz hale getirmek için tasarlanmış karşı tedbirler geliştirmek ve yabancı ekipmanlar ve malzemeler ile ilgili verilerin ve bilgilerin toplanması, işlenmesi, analizi ve kullanılması amacıyla teknik istihbarat yöntemleri yaygın olarak kullanılmaktadır. Bu yöntemlerden bazıları; Sinyal İstihbaratı, Fotoğraf İstihbaratı ve Uydu İstihbaratıdır. Devletler, terörle mücadelede bu yöntemlere sıkça başvurmaktadır. Sinyal istihbaratı, 19. yüzyılda şifreli yazılımların çözülmesi sonucunda ortaya çıkmış, 20. yüzyılda telefon ve telgraf gibi iletişim cihazlarının gelişimiyle aşama kaydetmiştir (Bulut, 2019: 46). Özellikle dünya savaşları sırasında büyük gelişme kat eden sinyal istihbaratı, Soğuk Savaş dönemi doğu-batı bloğu çekişmeleri arasında da en önde gelen istihbarat toplama yöntemlerinden biri olmuştur. Günümüzde ise, sinyal istihbaratının etkin olarak kullanıldığını gösteren bazı örnekler bulunmaktadır. Bu örnekler içerisinde en başarılı ve önemli olan, ABD, İngiltere, Yeni Zelanda, Kanada ve Avustralya’nın ortak yürüttüğü ECHELON operasyonudur. Bu operasyon ile dev bir dinleme sistemi kurulmuştur. Aralarında Türkiye’nin de bulunduğu çeşitli ülkelerde ECHELON üsleri kurulmuş ve tüm dünyadaki telefon konuşmalarından internet yazışmalarına kadar geniş çapta tüm iletişimsel ve iletişimsel olmayan sinyaller yakalanmıştır (Çıtak, 2015: 761). Bunların yanında, kurulan bu dinleme sistemiyle dünyadaki bütün sivil telefon, faks, teleks ve e-posta trafiğini dinlenmektedir. Tüm bunları göz önünde bulundurduğumuzda, devletlerin söz konusu kendi güvenlikleri ve olması muhtemel terör tehditleriyle mücadeleleri kapsamında, ne denli büyük çapta hamlelerde bulunduklarını görmekteyiz. Bir diğer sıkça kullanılan istihbarat çeşidi olan fotoğraf (görüntü) istihbaratı, geçmişte uçaklardan çekilen basit fotoğraf yöntemleriyle başlamış, günümüzde termal kameralar, drone ve İHA’lar gibi profesyonel yöntemlerle devam etmektedir. Sürekli hareketlilik içerisinde olan terörizm ile mücadele kapsamında fotoğraf istihbaratının önemli bir yere sahip olduğu söylenebilir. Hedef grubun ya da devletin askeri yapısı, konuşlanışı ve bu hedeflerin takibi ile tespiti bu yöntem sayesinde yapılmaktadır. Devletlerin sanayi tesisleri ve orduların çıkarma yapacakları konumlar gibi bilgiler hava fotoğrafları yoluyla tespit edilmektedir. Özellikle 2. Dünya Savaşı’nda fotoğraf istihbaratı aracılığıyla önemli faaliyetler yürütülmüştür. Örneğin, Japonya’da hangi kentlere atom bombası atılacağı kararı fotoğraf istihbaratı ile verilmiştir (Özdağ, 2014: 126). Bu bilgilerden de anlaşılacağı üzere, fotoğraf istihbaratı karar alıcılara çok kritik ve önemli bilgiler iletmektedir. Uçaklardan alınan fotoğraf istihbaratının yanında, aslında yine bu istihbarat türü içerisinde yer alan uydu istihbaratına da devletler sıkça başvurmaktadır. Bu noktada diğer önemli istihbarat çeşidi olan uydu istihbaratına da değinmek gerekecektir. Uydu istihbaratı, istihbarat teknolojisinde önemli bir gelişme olarak görülmektedir. Bu istihbarat ile hedef yapının denizlerdeki hareketinin tespiti, konumlarının takibi, kullanılan yolların izlenmesi, hava üslerindeki hareketliliğin görüntülenmesi ve hedef yapının havadan gözlemlenmesi gibi faaliyetler yürütülerek bilgiler toplanmaktadır. Amerikan ordusu, 2001’de Afganistan’a saldırmadan önce istihbarat ve sinyal uçakları dışında Afganistan’a odaklanan 50 uydu ile bilgi topladığı öğrenilmiştir (Özdağ, 2014: 127). Terörle mücadele kapsamında geliştirilen yeni teknolojiler ile balistik füze tehditlerinin önlenmesi için uydu istihbaratından gelen bilgiler kullanılmaktadır.

Yukarıda genel kullanım alanlarıyla açıklanan teknik istihbarat, devletlerin hedef yapılarla ilgili bilgi toplamalarında ve bu bilgilere karşı önlem almalarında büyük öneme sahiptir. Diğer istihbarat yöntemlerine kıyasla daha maliyetli olmasına rağmen, ulaşılması zor ve riskli olan bölgelere ulaşım sağlaması, hızlı ve güvenilir olması sebebiyle sık uygulanan bir yöntemdir. Terörle mücadele kapsamında, tehditleri önceden öngörmek ve engellemek adına bu alana yatırım yapan devletler, teknik istihbaratın yetersiz kaldığı durumlarda diğer çok önemli istihbarat yöntemlerine başvurmaktadırlar. Hedef yapının toplumsal ve psikolojik çözümlemesini yaparak tehdidi ortadan kaldırmak ya da hedefin düşüncelerini değiştirmek adına, kültürel istihbarat ve psikolojik istihbarat yöntemleri de sıklıkla kullanılan yöntemler olarak karşımıza çıkmaktadır.

3. Terörle Mücadelede Kültürel İstihbarat

Kültürel istihbarat kavramı, operasyon düzenlenecek bölgede, harekât öncesinde veya esnasında bölge halkının kültürel değerlerinin, dilinin, dininin, etnik yapısının anlaşılması, bu alanda toplanan bilgilerin tasnif edilmesi, daha sonra değerlendirilmesi ve analiz edilmesi sonucunda elde edilen bir çıktıdır. Sürekli değişen uluslararası dengelerin bir sonucu olarak dünyanın farklı alanlarında meydana gelen çatışmaların büyük bir çoğunluğu günümüz şartlarında asimetrik bir hal almıştır. Bu sebeple kültürel istihbaratın ana kullanım hedefi askeri açıdan bir hazırlık değil bölgenin insan ve kültür haritasını çıkarmaktır (Öğreten, 2014: 71).

Terörle mücadelede kültürel istihbarat sayesinde önemli başarıların elde edilmesi, ABD tarafından Irak ve Afganistan savaşlarında yürütülen çalışmalarla başlamıştır. Bu savaşlarda ortaya çıkan ihtiyaçlar ve değerlendirmeler sonucunda kültürel istihbaratın terörle mücadelede kullanılması konusunda çalışmalara başlanmış ve bu doğrultuda ekipler ve kurumlar kurulmuştur. Duyvestein’e göre kültürel istihbarat, insan istihbaratı vasıtasıyla en doğru ve hızlı şekilde elde edilip kazanç sağlamaktadır. (Ayaz, 2019: 44). ABD’nin kültürel istihbarat bünyesinde yürüttüğü faaliyetlerden biri kilit lider iş birliği ekipleridir. Bu ekibin oluşturulmasının amacı Afganistan ve Irak’ta operasyon bölgesinde bulunan halkın kolay bir şekilde yönlendirilmesi için halkın kilit ve lider isimleriyle iletişime geçmektir. Halk içinde saygı duyulan ve sözü geçen kişilerle kurulan iletişim sayesinde özellikle genç nüfusun çeşitli terör örgütlerine katılması büyük ölçüde önlenmiştir. Buna ek olarak, ABD bu kilit isimler üzerinden bölge kültürüne daha hâkim olmakta ve kilit liderlerin halk ve bölge dinamikleriyle ilgili yaptığı tespitlerden yararlanmaktadır. Hiç şüphesiz bu tip istihbarat faaliyetleri harekâtın gidişatını olumlu etkilemekte ve hem askeri hem de siyasi alanda ABD’nin kazanç elde etmesini sağlamaktadır (Özer, 2014: 122).

Afganistan’a gönderilmeden önce bölgenin dini, kültürü, coğrafyası konusunda yeterli eğitim almayan ya da aldığı eğitimi uygulamayan askerler, bu alanda yaptıkları hataları bazen canlarıyla ödemektedir. Yani ABD ordusunun, askeri teçhizat ya da asker eksiğinden değil kültürel hassasiyetleri dikkate almamaları ve toplumsal değerlerin etkisini görmezden gelmeleri sebebiyle kayıplar verdiği yönünde bir değerlendirme yapılabilir. Askerlerin yaşadıkları kültür şoku sebebiyle içinde bulundukları durum onların bölgede taktiksel hatalar yapmalarına ve hatta geniş ölçekte etki eden stratejik hatalar yapmalarına sebep olmaktadır. Taktiksel seviyede kültürel istihbarat faaliyetlerinin kültürlerarası iletişimde ne kadar önemli olduğunun anlaşılması için ABD ve NATO askerlerinin Afganistan’daki faaliyetleri örnek olarak verilebilir: ABD ordusuna mensup birkaç askerin, esir alınan Taliban askerlerine ve ölülerine kötü bir muamelede bulunması ve bunun medyaya düşmesi Obama’nın 2009’da Kahire’de Kuran’dan ayetler okuyarak yaptığı konuşmasıyla Müslüman halk üzerinde oluşturduğu etkiyi olumsuz etkilemiş ve Müslüman kültürlerin tepkilerine sebep olmuş, Müslüman müttefiklerle ilişkileri kötüleştirmiştir. Bu örnek üzerinden de anlaşılabileceği gibi lider, kültürel istihbarat konusunda son derece donanımlı olup bu doğrultuda kararlar alsa da bu düşünceyi tam olarak kavrayamamış birkaç asker yaratılan olumlu algıyı bir anda yok edebilir. Neticede, kültürel istihbaratın stratejik, operasyonel ve taktiksel aşamalarda gerçekleştirilen yumuşak güç ve istihbarat faaliyetlerinin temel unsurları arasında olduğu söylenebilir (Öğreten, 2014: 75).

Özel kuvvetlerin kültürel istihbarata katkısının yadsınamayacak derecede olduğu söylenebilir. Çünkü özel kuvvetler personeli, kültürel farkındalık ve kültürel istihbarat elde etme konularında eğitilmiş ve bu konuda donanımlı hale getirilmişlerdir. Afganistan’da düzenlenen sürekli özgürlük harekâtı kapsamında elde edilen ilk başarı kültürel istihbarat unsurunu kullanmaları sebebiyle özel kuvvetlerden gelmiştir. ABD özel kuvvetleri El Kaide‘ye karşı direnen güçlerle işbirliği içine girerek bazı stratejik açıdan önem arz eden noktaları ele geçirmişlerdir. Bu başarının elde edilmesindeki ana sebebin yerel halkın ve direnişçi örgütlerin dini, etnik ve kültürel analizini iyi yapmak ve bu doğrultuda bilgiler edinme stratejisi olduğu belirtilmiştir (Ayaz, 2019: 60).

4. Terörle Mücadelede Kamu Diplomasisi

Günümüzde devletlerin elindeki nükleer silahlar sebebiyle geleneksel savaşların yerini vesayet savaşları ve bununla bağlantılı olarak terör faaliyetleri almıştır. Devletler, bu terör ortamıyla baş etmek için aktif olarak sert güç kaynaklarını, üstü kapalı bir şekilde ise yumuşak güç kaynaklarını kullanmaktadır. Başlıca sert güç kaynaklarını teknoloji ve ağır silahlar oluştururken, yumuşak gücün temelini ise kültürel faaliyetler üzerinden yapılan algı operasyonları oluşturmaktadır. Yumuşak güç kavramı ilk kez Joseph Nye tarafından kullanılmış ve en açık haliyle iş birliği ve cazibe yöntemleri ile karşı tarafın istenilen doğrultuda ikna edilmesi olarak tanımlanmıştır. Bir ülkenin kültürü, dili, siyaseti ve gelenekleri ne kadar ilgi çekici olursa yumuşak gücün diğer ülkelerde etkisinin de o kadar kuvvetli olacağı söylenebilir. Bu perspektiften bakıldığında yumuşak güç devletlerin içindeki terörist oluşumların engellenmesi ve dış politika kararlarının yönlendirilmesinde önemli bir yere sahiptir (Arpacıoğlu, 2012: 65).

İlk kez 1965 yılında ortaya çıkan bir alan olan kamu diplomasisinin terörle mücadele konusunda bir araç olarak kullanılması özellikle 2001 sonrasına tekabül etmektedir. Bu tarihten sonra kamu diplomasisi, etkilenmek istenen bölge halkına yönelik iletişim aracı olarak etkinliğini arttırmıştır. Kamu diplomasisine en çok başvuran devletlerin genel olarak ABD ve batılı devletler olması sebebiyle, verilen örnekler de batı temellidir. Fakat bu durum terör örgütlerinin de bu yola başvurmayacağı anlamına gelmemektedir. Devletler gibi terör örgütleri de kendi cephelerine adam kazandırmak ve kitleleri etki altına almak için teknolojiye başvurmaktadırlar. Bu araçlar bazen bir Tweet bazen de Youtube’dan paylaşılan bir video olabilir. Bilgi ve teknoloji çağında yaşamamız ve küreselleşmenin hat safhaya ulaşması sebebiyle terörle mücadele ile baş etme konusunda “kamuoyu” unsuru önem kazanmıştır. Çünkü halkın olayları, tarafların davranışlarını, bakış açılarını nasıl algıladıkları, terörle mücadele konusunda atılan adımların başarıya ulaşmasını doğrudan etkilemektedir ( Özer, 2014: 137).

Terörle mücadelede yumuşak güç ve kamu diplomasisi unsuruna örnek olarak İngiltere’nin IRA ile olan mücadelesini de vermek gerekir. 2001 yılında İngiltere terörün tanımını genişleterek terör örgütlerinin yeni bir listesini oluşturmuştur. Bu bağlamda İngiltere IRA konusundaki başarısının büyük çoğunluğu sert güç yöntemleri yerine terörle mücadele kapsamında aldığı yeni sosyal ve kültürel önlemlerdir. Bu yeni teknikle birlikte IRA silah bırakmış ve IRA ile mücadele sona ermiştir. İngiliz Büyükelçi Reddaway’e göre İngiltere’nin bu başarısının iki önemli dayanağı vardır. İlki terör gruplarının kamuoyundan aldıkları gücü ve desteği engellemek, ikincisi ise teröristlere silah bıraktırmaya çalışarak siyasi sürece dâhil etmek ve demokratik yöntemlere yönlendirmek. Büyükelçinin yaptığı bu tespit, yumuşak güç ve kamu diplomasisi politikalarının etkinliğini anlatmak için çok önemli bir yere sahiptir. Teröristlerin halkla olan bağlarını kesmek ciddi bir kamu diplomasisi çalışmasını da beraberinde getirmiştir. Çünkü kalp kazanmak ve ikna kabiliyeti burada devreye girmektedir. Bu başarısına rağmen İngiltere kamu diplomasisi ve yumuşak gücü uzun süre etkili bir araç olarak görmemiş ve bu alana yönelik çalışmalara geç başlamıştır (Öğreten, 2014: 80). Terörle mücadelede bu unsurları kullanmak zaman ve güç gerektirir. Süreçle ilgili halkın bilgilendirilmesi, ikna edilmesi, etki altına alınması büyük önem arz eder. Aksi takdirde toplumun değerleri ve hassasiyetleri göz önünde bulundurulmadan ortaya atılan her çözüm önerisi halkın diğer tarafa yakınlığının artmasına sebep olur. Bu sebeple kamu diplomasisi ve yumuşak güç unsurları beraber kullanılması gereken en etkili araçlar arasındadır.

1965’ten beri ABD kamu diplomasisine başvuran ABD‘nin bu konudaki ana eylem alanın güvenlik politikaları olduğu görülmektedir. Sadece 2001 sonrasında değil hem soğuk savaş döneminde hem de soğuk savaş dönemi sonrasında bu alanda uyguladığı faaliyetler etki altına aldığı kitlelerin sayısının artmasını sağlamıştır. Ayrıca soğuk savaş döneminde stratejik açıdan öneme sahip olan bölgelerde yürüttüğü propagandalar, ABD’nin ideolojik açıdan öne geçmesini sağlamıştır. Glasmann’ın şu sözünün kamu diplomasisinin ve yumuşak gücün önemini en iyi vurgulayan ifade olduğu söylenebilir: “Uzun vadede terörle mücadeleyi kazanmak demek, fikirler savaşını kazanmak demektir.” Glasmann’ın bu sözünden kültürel istihbaratın, uluslararası basın-yayın kuruluşlarının önemli bir role sahip olduğu sonucunu çıkarabiliriz. Kitlelerin gönlünü kazanmak olarak nitelendirebileceğimiz bu süreç, operasyonların hatta belki savaşların kazanılmasını sağlayabilir ve daha fazla kan dökülmesinin önüne geçebilir (Arpacıoğlu, 2012: 116).

5. Psikolojik Savaş

Öncelikle psikolojik savaş istihbaratını anlayabilmek için, bu istihbarat türünün nerede veya hangi savaş türü içerisinde kullanıldığına dair bir bilgiye sahip olunmalıdır. Bu yüzden anlam bütünlüğünü bozmamak adına psikolojik savaş istihbaratının hangi savaş türünde kullanıldığına dair bilgilere yer vermek gerekmektedir.

Savaşlar, insanlığın oluşumu ve kendi benliğini bulma süreci ile beraber geçen süre boyunca politika ile çözümleyemedikleri sorunları bu yol ile çözme araçları olmuştur. Eski savaşlar insanları kontrol etme ve yönetme üzerine yapılırken şimdiki savaşlar ise devletlerin doğal kaynaklarını tamamını veya bir kısmını elde etmeye yöneliktir. Geçen dönemler itibariyle teknolojik çalışmalardaki hızlı dönüşüm paralelliğinde savaşların hedefleri değiştikçe bu savaşlarda kullanılan yöntem ve teknikler de aynı doğrultuda değişkenlik göstermektedir.

Terörle mücadele yönteminde de etkili olan bu savaş stratejisi geçmişten günümüze kadar süreklilik ve artış göstermekte olan terör olaylarının devletler tarafından kontrol altına alınmasını sağlayacak yöntemleri de içerisinde barındırmaktadır. Aynı durumun tam tersi doğrultusunda terör örgütleri de devletlere karşı kendi istediklerini kabul ettirebilme adına psikolojik savaştan yararlanmıştır.

Psikolojik savaş, bir devletin veya devletler topluluğunun, kendi özel veya genel menfaatleri doğrultusunda başka devlet veya devletler topluluğu içerisinde belirlediği hedef kitle üzerinde uyguladığı ekonomik, sosyo-kültürel ve teknolojik alanda gerçekleştirdiği uygulamaların bütününü kapsar (Yıldırım, 2007: 129). Psikolojik savaşlar hedef ülke toplumlarının duygu, düşünce ve zihinlerini kontrol altına alarak olayları farklı algılamalarına sebep olurlar ve yine, moral ve motivasyonlarını düşerek düşmanın siyasi, ekonomik, kültürel alanda zayıf noktalarını bularak onun savaşma arzusunu tamamen ortadan kaldırmaktadır. Buradaki ana hedef ülkenin ulusu ve zihinleridir. Bu savaşta diğer savaşlarda olduğu gibi bir cephane de yoktur, bu savaşın silahı görülmez nitelik taşır ve insanları bilinçaltına verilen mesajlar aracılığıyla etkilediğinden her daim uyarıcılara açık olmak gerekir. Medya organlarının tamamı, televizyon, gazete gibi kitle iletişim araçlarının olduğu her yer birer cephe görevi görür. (Yıldırım, 2007: 129).

Örneğin, Türkiye’de PKK, psikolojik olarak genellikle medyayı kullanmaya çalışmıştır. Çünkü medya kanalları herkesin ulaşabileceği bir konuma sahiptir. Hatta medyanın bunu görmezden geldiği noktada, görülmesini sağlayabilmek, eylemlerin daha da infial yaratabilmesini sağlamak ve medyada daha çok konuşulmasını sağlamak için gerçekleştirdiği eylemin daha büyüğünü gerçekleştirmekteydi. Görüldüğü üzere buradaki asıl hedef ülke halkıdır ve topluma korku, yılgınlık, umutsuzluk, panik, güvensizlik gibi duyguları aşılamaktır. Ancak, ülke içerisindeki medya kanalları da özellikle örgüt içerisindeki çözülme haberleri yaparak ve eski örgüt üyelerinin yaşadığı durumları televizyonlarda anlatılmasını yaptıkları röportajlar vasıtasıyla göstermesi örgütün ele geçirmeye çalıştığı psikolojik üstünlüğü bertaraf etmeye çalışmaktadır. Keza, yine 2005 ve 2008 yılları arasında Adalet Bakanlığı’nın etkin pişmanlık yasasının yeniden düzenlemesiyle beraber özellikle kandırılarak ya da kaçırılarak dağa götürülen ve kendi isteğiyle dağa çıkmış ancak pişman olmuş kişilerin, terör örgütlerinin çözülmesi, amaç ve eylemlerinin deşifre edilmesini sağlayacak kadar bilgi veren örgüt üyelerine yönelik almış olduğu bu karar o dönemde örgüte karşı büyük bir psikolojik darbe unsuru olmuştur.

Psikolojik savaşın başka bir boyutu ise hedefin liderleri üzerinden verilen mesajlardır. Örneğin, Türkiye, 1999’da terör örgütü elebaşını yakaladığında yine örgüt açısından büyük bir psikolojik üstünlüğü eline alarak örgüte PKK’nın eski gücünde olamayacağına yönelik mesajını açık ve net bir şekilde vermekteydi.

Eski dönemlerde Haşhaşiler de gerçekleştirdikleri suikastların etkilerini daha da kuvvetlendirebilmek adına hançer kullanır ve Hasan Sabbah, suikastlarını genellikle halka açık yerlerde gerçekleştirerek düşmanlarının üzerinde baskı ve korku oluşmasına sebep olurdu. Sabbah, halk üzerinde Haşhaşilerin her yerde olduğunu ve her an her yerden çıkabilir izlenimini oluşturmak istiyordu (Karaağaç, 2020: 3).

Başka bir örnek ise ABD-IRAK savaşı döneminde Saddam’ın yakalanması sırasında onun pis bir çukurdan çıkarılması, yargılanması ve yargılandıktan sonraki idam cezası görüntülerinin kamuoyunda paylaşılması bütünüyle psikolojik savaşı niteleyecek örneklerdir. Irak halkına teslim olun çağrısı bu şekilde bir dramın altında yatıyordu. (Yıldırım, 2007: 129).

Hükümetler veya Hükümet dışı aktörler, hedeflerini kontrol altına alabilmek adına günümüz şartları itibariyle ellerindeki tüm imkânları seferber etmiş durumdadır. Bu değişim ve dönüşüm terör örgütlerinin de karakter değiştirmesine neden olmuş ve devletler de bu doğrultuda onlara karşı önlem almada onların hedefleri ve bu hedeflere ulaşmadaki stratejilerine yönelik planlar yapmaya gayret etmişlerdir. “Bu tarz bir düşmanla mücadele edebilmek için taktik olarak galip gelmek, katılımları engellemek, hareket kabiliyetlerini sınırlamak, onların galip gelmelerini engellemekle olur” (Mutlu, 2009: 13).

6. Psikolojik İstihbarat

Psikolojik savaşın harekât alanı psikolojik istihbarattır. İstihbarat çalışmalarının etkisi altına giren ve istihbarat birimlerince araştırılan ve değerlendirilen konular psikolojik istihbaratın da etki alanına girmektedir. Psikolojik savaşlarda, diğer savaşlarda olduğu gibi başarılı olmanın tek anahtarı güçlü ve sağlam kaynaklarla zenginleştirilmiş ve değerlendirilmiş bilgiye ihtiyaç duyulmasıdır. Terörle mücadelede etkili olan bu yöntem, özellikle dünyada etki alanını ve eylemlerini sıklaştıran örgütlerin kolluk birimlerinin geleneksel istihbarat faaliyetlerinden yararlanması durumu onlara karşı önlem alma zorunluluğu duyan devletleri bu alanda yeni uygulamalarla kendi yapılarını güçlendirme gayretine sokmuştur. Burada önemli olan bu tarz terör yapılarının tanınması ve onlara karşı alınacak istihbarat önlemlerinin geliştirilmesi hedefini doğurmaktadır (Mutlu, 2009:1).

Psikolojik savaş istihbaratı; Bir ülkenin, milli çıkarları doğrultusunda başka bir ülke üzerinde gerçekleştirmek istediği ve psikolojik harpte kullanmak durumunda kalacağı siyasi, askeri, ekonomik, sosyal, ideolojik, teknolojik vb. alanlarındaki zayıflıkların ve hassasiyetlerin öğrenilmesiyle belirli bir tahlil sürecinin ardından analiz edilip toplu bir istihbarat haline getirilmesine denir (Oğuz, 2002: 1).

En büyük amaç hedef ülkenin (dost veya düşman olması önemli değil) toplumsal alanına dâhil olarak, o alanın güçlü ve güçsüz yanlarını derinlemesine anlayabilmektir. Etkili ve zamanında yapılan sosyolojik istihbarat çalışmaları sayesinde karşı toplum tanınabilir ve istenilen doğrultuda ikna edici mesajlar yine o topluma uygun kitle iletişim araçları vasıtasıyla yayılabilir.

Devletler psikolojik istihbaratı, hedef kitlenin mevcut durumda yer alan karar alıcılarına yönelik tutumundan, şikâyet ve mutsuzluklarından, farklı etnik yapılar üzerinde ki diyalogların analiz edilmesinden, yine toplumun sinir uçları ve hassasiyetlerinden, din, eğitim, küçük düşürücü olaylar, siyaset vb. konulara bakış açıları, ekonomik gelir seviyelerinin eşitsizliği neticesinde, zengin-fakir uçurumundan, sosyal yapı içerisinde ortak paydaların olup olmadığı yine kişiler arasındaki saygı ve tahammülün seviyesi, medyanın hedef kitle üzerindeki etkilerini incelemeye kadar gidebilecek bir analiz çeşitliliğine sahiptir (Ateş, 2021: 1).

Örneğin, çokça alıntılanan bir hikâye olan Yunanlı bir psikolojik istihbaratçının yazmış olduğu “Yunanistan Uyan” kitabı içerisinde yer alan ifadelerde, kendi ülkesinin Türkiye ile savaşabilecek askeri ve ekonomik yeterliliğe sahip olamadığını ancak böyle bir mücadeleye girilecekse daha farklı bir stratejini izlenmesi gerektiğine dair bir kitap kaleme almıştır. Kitapta yine psikolojik istihbarattan bahseden yazar, Türkiye içerisindeki sosyal analizden yararlanması gerektiğini ima ederek ülke üzerindeki hassasiyetlerin ve zayıflıkların ele alınması gerektiğini ifade etmiştir ardından, Türkiye’nin Kürt-Türk çatışmalarından, ülke içerisindeki dini hassasiyetlerin titizlikle incelenmesi gerektiğini ve ekonomik ve siyasal alanlardaki zayıflıkların derinlemesine analiz edilerek bu doğrultular üzerinde bir taktiğin oluşması gerektiğini savunmuştur (Oğuz, 2002: 2).

Terörle mücadelede kullanılacak Psikolojik istihbaratın temelinde ise, “ Teröristlerin yaptıkları propagandaların en detayına kadar bilinmesi ve karşı propaganda olarak nelerin yapılabileceği konusunda devletlerin kendi psikolojik savaşlarını yürütebilmeleri anlamına gelmektedir. Örnek olarak organizasyonda liderlerin rolünün bilinmesi, eleman kazanma yöntemlerinin ve bunları yaparken kullandıkları propagandanın bilinmesi verilebilir” (Mutlu, 2009: 9). Özellikle terör örgütleriyle iç içe yaşamak durumunda kalan halkın otoriteler tarafından kazanılmasına ve teröristlerle olan iletişimin mümkün olduğunca kısıtlayıcı önlemler almak örgüt elemanlarının bünyelerine katacakları eleman sayılarını minimum seviyeye çekecektir.

Psikolojik istihbarat, terörle mücadelede özellikle ABD, İngiltere, Rusya Federasyonu gibi ülkelerde kurmuş oldukları birimlerce çokça kullanılan bir istihbarat türüdür. Amerikan ordusunun bünyesinde “Birleşik Devletler Ordusu Sivil İşleri ve Psikolojik Operasyonlar Komutanlığı” adı altında çalışmalar yapmaktadır. İngiltere’de ise “Ortak İstihbarat Eğitim Grubu” altında diğer istihbarat birimlerince ortak psikolojik istihbarat toplamaktadırlar (Işık, 2017: 97). Öte yandan Türkiye’de, psikolojik savunma yapan kurumlar 2004 ve 2011 yılları arasında kapatılmıştır. 2009 yılında MİT’e bağlı “Psikolojik İstihbarat Başkanlığı”, 2010’da ise TSK’ya ait “Genel Kurmay Psikolojik Harekât Dairesi” kapatılmıştır. (Işık, 2017: 97.)

Sonuç olarak devletler arasındaki silahsız mücadeleler terör örgütleriyle mücadelede de aynı yönteme doğru kaymıştır. İnsan zihni üzerinden gerçekleştirilen bu mücadeleler savaş maliyetinin azaltılması faydasının yanında, istihbarat birimine de duyulan ihtiyacı iyice artırmıştır.

7. Sonuç

21.yüzyıl itibariyle savaşların değişen koşulları bu alanda onlara karşı alınan önlemlerin de değişmesine neden olmuştur. Ancak değişmeyen tek şey geçmişten günümüze kadar gelen dönem itibariyle, terör ve terörizmin egemen uluslar için hala ciddi bir güvenlik sorunu oluşturmasıydı. Yeni savaş tanımlamalarıyla beraber terör örgütleri de kendi iç yapılarında farklı bir evrim sürecine ve farklı bir motivasyon kaynağı arayışı içerisine girmiştir. Bu motivasyon kaynaklarını sağlam bir zemine oturtturabilen örgütler, eylemlerinin şiddetlerini arttırarak toplum üzerinde korku ve endişe kat sayısını artırarak uluslararası barış ve güvenliği tehdit eden bir boyuta gelmiştir. Özellikle, devletlerin de askeri anlamda almış oldukları önlemlerin dönem itibariyle yetersiz kalması, egemenlerin terörün verdiği büyük yıkımların üstesinden gelmesine neden olmuş ve bu durum da egemenlerin, istihbarat faaliyetlerindeki eksikliğin fark edilmesine imkân sağlayarak eski istihbarat yöntemlerinin yanında yeni istihbarat türlerinin eklenmesine olanak sağlamıştır.

Etnik yapı ve ideolojik düşünce sistemi içerisinde uluslararası gücü tehdit eden terör yapıları ile mücadelenin temel dayanağı sahip olunan istihbaratın boyutudur. Zamanında elde edilen ve analiz edilen bu bilginin kümülatifi olmadan mücadeleden başarı ile çıkmanın mümkünatı yoktur. Yenileşen istihbarat türleri ile beraber mücadele edilen tarafla ilgili sadece teknik ve taktik istihbaratın yanında psikolojik ve kültür istihbaratları ile mücadelede çeşitlilik ve başarı artmıştır. Örgüt kadrolarının ve yaptıkları propaganda faaliyetlerinin zamanında ve doğru yapılmış bir psikolojik istihbaratla düşünsel olarak hedefin kontrolünün tamamen size geçmesine neden olacaktır.

Son olarak, istihbarat çalışmaları devletlerin güvenliklerini korumada ve varlıklarını devam ettirebilme noktasında ihtiyaç duydukları en önemli bilgiyi sağlama süreçleridir. Bu yüzden bu alandaki her sürecin titizlikle yönetilmesi ve devam ettirilmesi gerekmektedir. İstihbarat birimleri, yeni teknolojik varyasyonlara daima açık olmalı ve hedefleri doğrultusunda yeni bilgi işlem süreçleriyle hedefleri ile mücadele içerisinde kararlı duruşa sahip olmalıdır.

Esma Batmaca

Gözde Egem Ceylan

Yasemin Çolak

İstihbarat Çalışmaları Staj Programı

Kaynakça

Arpacıoğlu, K. (2012). Bir Yumuşak Güç Aracı Olarak Kamu Diplomasisinin Terörle Mücadelede Kullanılması. Polis Akademisi Güvenlik Bilimleri Enstitüsü, 65-116.

Ataç, K. (2019). Güvenlik Portalı. Güvenlik Portalı. Erişim adresi: https://trguvenlikportali.com/wp-content/uploads/2019/12/Istihbarat_KKAtac_v.2.pdf

Ateş, H. (2021). Toplumun Analizinde Psikolojik İstihbarat ve Pratik. Global Savunma.

Australian Government: Department of Defence. (2021, February 20). Defence.gov. Erişim adresi: https://www.defence.gov.au/dio/technical-intelligence.shtml

Ayaz, Y. (2019). Terörizmle Mücadelenin İstihbarat Topluluğunun Dönüşümüne Etkisi: ABD Örneği. Milli Savunma Üniversitesi Alparslan Savunma Bilimleri Enstitüsü, 44-60.

Bulut, A. (2019). Terörizm ve İstihbarat: Etkileşimsel Dönüşüm. (Yayımlanmamış yüksek lisans tezi). Hasan Kalyoncu Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı, Gaziantep.

Çıtak, E. (2015). Çağımızın Gerekliliği Olarak Sinyal İstihbaratı. Hitit Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 8(2), 751-770.

Dağdeviren, I. (2017). İstihbarat Ve Türkiye’de Terörizm İle Mücadelede İstihbaratın Önemi. Karabük Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yüksek Lisans Programı.

Öğreten, Y. (2014). Terörizmle Mücadelede İnsana Dayalı İstihbaratın Rolü ve Önemi. Polis Akademisi Güvenlik Bilimleri Enstitüsü, 71-80.

Özdağ, Ü. (2014). İstihbarat Teorisi. Ankara: Kripto.

Özer, Y. (2014). Nato Harekâtlarında İstihbaratın Yeri: Afganistan’da Kültürel İstihbarat. Kara Harp Okulu Savunma Bilimleri Enstitüsü, 122-137.

Özer, Y. (2015). Terörizmle Mücadelede İstihbaratın Rolü: Kültürel İstihbarat Konsepti. İGÜSBD, 58-59.

Kalelioğlu, O. (2002). Psikolojik Harp İstihbaratı. Avrasya Dosyası, İstihbarat Özel, 8(2), 100-108.

Karaağaç, Y. (2020). Terör ve Terörizmle Mücadelede İstihbaratın Önemi. Erişim adresi: https://www.teram.org/Icerik/teror-ve-terorizmle-mucadeledeistihbaratin-onemi-99

Köseli, M. (2009). Terörle Mücadelede İstihbaratın Rolü. Polis Bilimleri Dergisi, 11(2).

Yıldırım, N. (2007). Psikolojik Savaş Teknikleri (Kore-Irak Örneği). İstanbul: IQ Kültür Sanat Yayıncılık.

Uluslararası Hukukta İnsancıl Müdahale

Bu röportaj, Ankara Üniversitesi – Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr.  Funda Keskin Ata ile “Uluslararası Hukukta İnsancıl Müdahale” üzerine yapılmıştır.

 

 

1- Soğuk Savaş dönemine, sömürgeciliğin bitiminden itibaren gelişen self – determinasyon, bağımsızlık ve egemenlik kavramları hâkim olmuştur. Bu dönemde cereyan eden ve genellikle dolaylı insancıl müdahale olarak adlandırılan uluslararası müdahaleler nelerdir?

Bu ifadeyi pek anlayamadım. Dolaylı insancıl müdahale derken kastedilen silahlı olmayan müdahaleler ise, bunlar daha çok egemenlik ve ulusal yetki kavramları çerçevesinde anlamlandırılabilir. Yani devletin kendi ulusal yetkisindeki konularda başka devletlerin yorumlarını müdahale olarak değerlendirmesi söz konusu olabilir. Ancak bu, çok geri kalmış bir egemenlik ve ulusal yetki anlayışıdır. İnsan hakları alanındaki gelişmeler artık böyle bir yoruma olanak bırakmamaktadır.

 

2- Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle Ortadoğu, Balkanlar ve Afrika gibi dışarıdan empoze edilmiş yapay sınırların bulunduğu bölgelerde, etnik, ulusal veya dinsel kimlikler farklılıklara neden olmuştur. Bu durumun uluslararası müdahaleye etkisi nedir?

Afrika’da bu sınırlar 1960-70’lerde oluştu. Çatışmaya dönüşmeleri 1990’larla birlikte ideolojik rekabetin sona ermesiyle ortaya çıktı. Doğal olarak üçüncü tarafların müdahalesine açık bir ortam doğdu. Ancak bu, açık silahlı müdahaleden çok taraflara çeşitli düzeylerde yardım etme biçiminde gerçekleşti. Orta Doğu’da bu nitelikte çok az sınır vardır. Çatışmaya neden olan da sınırların yapay olması değildir. Daha çok Filistin Sorunu, Arap-İsrail çatışmasıdır. Bunun da sınırlarla pek ilgisi yoktur. Balkanlarda doğal sınırlar vardır. Eski Yugoslavya’nın dağılmasıyla ortaya çıkan sınırlar da onu oluşturan federe devletlerin sınırlarıdır. Yani orada yapay sınır olduğu söylenemez.

 

3- İnsancıl müdahale kavramını, Kosova Sorunu bağlamında ve uluslararası hukuk açısından açıklar mısınız?

İnsancıl müdahale, bir devletin kendi vatandaşlarına yönelik insan vicdanını sarsacak biçimde katliam yapmasına karşılık uluslararası toplumun müdahalesidir.  NATO’nun üye devletlerinin kararıyla Kosova’ya bir müdahalesi olmuştur. Ancak yapan devletler bunu BM Güvenlik Konseyi kararına dayandırmışlardır ve başka yerlerde örnek olmaması gerektiğini ileri sürmüşlerdir. İnsancıl müdahale yorumu dışarıdan bakanların yaptığı bir yorumdur.

 

4- İnsancıl müdahale ile egemenlik, insancıl müdahale önleyici müdahale ilişkisi tartışmaları çalışmanın teorik çerçevenin önemi nedir ?

Egemenlik, yani uluslararası hukukun kuralları dışında bağımsız olmak zaten devletin kurucu unsurudur. Önleyici müdahale ise temeli olmayan bir yaklaşımdır. Ancak önleyici meşru savunma hakkı diye savunanlar mevcuttur. Her ikisinde de uluslararası hukukun temel kuralları açısından bir tartışma olduğu kuşkusuzdur. Bu nedenle elbette bu teorik çerçeve gereklidir.

 

5- Bugün geriye baktığımızda, insan haklarının evrenselleşmesi açısından son yıllarda önemli gelişmeler yaşanmaktadır. 11 Eylül 2001 terör olayları sonrasında ABD yönetimi, Afganistan ve Irak’a yönelik askeri müdahalelerin temelinde insani gerekçeler olduğu savını ileri sürmüştür. Bu olguyu nasıl değerlendirebiliriz?

ABD Afganistan’a insani gerekçelerle değil, 11 Eylül saldırıları sonrası meşru savunma hakkını ileri sürerek ve hem BM’nin hem de NATO’nun desteğini alarak müdahalede bulundu. Irak’ta ise Irak yönetiminin kitle imha silahları bulundurduğu ve böylelikle 1991’de kabul ettiği 687 sayılı Güvenlik Konseyi Ateşkes Kararı’nı ihlal ettiği gerekçesiyle 2003 yılında müdahale etmişti. Yani her ikisinde de insancıl nedenler gerekçe değildi. Belki bu algının nasıl oluştuğunu tartışmak lazım, çünkü böyle bir olgu yok.

 

6- Uluslararası hukuk doktrininde, günümüze kadar insancıl müdahale ile ilgili ortaya pek çok çelişkili fikir konulmuş olmasına rağmen kavramla ilgili üzerinde uzlaşılan veya pek çok kaynakta benzer şekilde yer alan belli başlı temel unsurlar nelerdir?

Meşru savunmayla pek ilgili olmasa da en temel ihlaller olan soykırım, sivillere yönelik katliamlar ve toplu öldürmeler durumunda insancıl müdahalenin ileri sürülebileceği uzlaşılmış olan noktalardandır. Ancak Güvenlik Konseyi kararıyla uygulanması dışında uygulama biçimi üzerinde hiçbir uzlaşma bulunmuyor.

 

7- İnsancıl müdahalenin yalnızca uluslararası toplumda tanınmış olan devlet, bölgesel organizasyon aracılığıyla veya geçici olarak bir araya gelmiş birkaç devlet tarafından uygulanabilir bir eylem olduğunu göstermektedir. Bu belirleme, uluslararası toplum tarafından tanınmayan insan topluluklarının veya hükümet dışı çeşitli oluşumların bu tarz eylemleri insancıl müdahale tanımın dışında mı kalır?

Devlet, bölgesel örgüt ya da geçici koalisyon tarafından uygulanması bile meşruiyet tartışması içerir. Kosova müdahalesinde bu tartışma olmuştu, ki NATO bunun insancıl müdahale olduğunu ileri sürmemişti bile. Müdahale sadece Güvenlik Konseyi kararıyla ve/veya yetkilendirmesiyle yapılırsa tartışma yok. Bunun dışındaki her durum yetki ve meşruiyet tartışması içeriyor. Bu durumda, diğer birimlerce uygulanması düşünülemez bile. Zaten tanınmayan insan toplulukları ya da hükümet dışı oluşumlar nasıl kuvvet kullanma içeren bir insancıl müdahalede bulunabilir? Burada akla bir tek ulusal kurtuluş mücadeleleri geliyor. Onlar da bu çerçeveden çok self-determinasyon hakkını ileri sürüyorlar.

 

8- İnsancıl müdahaleyi, diğer müdahale veya kuvvet kullanma yöntemlerinden ayıran en temel özelliği insancıl amaçlar için gerçekleştirilmesidir. İnsancıl nedenlerle müdahale edilebilmesi için öncelikle bir devletin kendi egemenlik sınırları içinde geniş çaplı şiddet eylemlerinin ve beraberinde insan hakları ihlallerinin gerçekleştiğine dair bir kanı mı oluşturur?

Devletin ya kendi güçleriyle ya da bunu yapan güçlere göz yummasıyla soykırım, sivillere yönelik katliamlar ve toplu öldürmeler olması gerekir. Kosova’da kendi güçleriyle sivil Kosovalıları öldüren Yugoslavya vardı. Darfur’da Afrika kökenli sivil Sudanlıları öldüren devlet destekli militan bir grup mevcuttu. Devletin buna engel olamaması ya da isteyerek olmaması gerekir. İnsan hakları ihlalleri deyince, yaşam hakkı ve etnik temizlik gibi soykırım eylemleri söz konusu olmalıdır. Buna dair kanıdan çok somut verilerle hareket edilmesi gerekir. Bunu da sahadan gelen bilgi akışı, BM gibi uluslararası örgütlerin ve Oxfam ya da Uluslararası Af Örgütü gibi sivil toplum örgütlerinin gözlem ve raporları ortaya koyar.

 

9- İnsan hakları kavramı dar bir şekilde ele alınacak olursa, bu tanıma yalnızca yaşama hakkı, vücut dokunulmazlığı, vücut bütünlüğü gibi çok temel hakların girdiğini kabul etmek gerekir. Ancak, insan hakları geniş bir şekilde ele alınırsa sosyal, siyasal haklar da bu tanımda kabul edilecek. Bu durumda bir devletin diktatörlükle yönetiliyor olması bile müdahale için yeterli bir zemin oluşturur mu?

Hayır. İnsancıl müdahalenin ancak yaşam hakkı, soykırım yasağı, insanlığa karşı suçlar ve silahlı çatışma sırasında sivillere karşı işlenen suçlar durumunda söz konusu olabileceği kesindir. Bunlar artık insancıl müdahale yaklaşımının yerini alan “koruma sorumluluğu” kavramı içinde (saldırı suçunun eklenmesiyle) kabul edilmiştir.

 

10- İnsan hakları ihlallerinin gerçekleştiğine dair kanıtlar olmalıdır. Uluslararası toplum bunu bir gerçek olarak kabullenmiş olmalıdır. Kanıtlar yalnızca yorum niteliği taşımamalı, belgelere dayandırılabilmelidir. Edinilen kaynaklar nasıl değerlendirilmelidir?

Yukarıda belirttiğim gibi, uluslararası örgütlerin raporları burada önemlidir. Bu raporlar, sahaya gidip gözlem yaparak ve taraflarla görüşerek oluşturulur. İkincisi, ülke içinde bireylerden veri akışı olabilir. Ayrıca ulusal sivil toplum kuruluşlarının veri ve raporları da bu çerçevede ele alınır. Üçüncü olarak da uluslararası sivil toplum kuruluşları da önemli bilgi kaynaklarıdır. BM bu örgütlerle ECOSOC üzerinden bir iletişim yürütmektedir. Tüm bunları değerlendirerek bir sonuca varılması gerekir.

 

11- Uluslararası toplumda kuvvet kullanma tehdidinin de kuvvet kullanma kadar zorlayıcı olabileceğini düşünebilir miyiz?

İnsancıl müdahale açısından belirleyici olamaz. Zorlayıcı olabilir ancak böyle bir müdahale için elde somut veri olması gerektiğinden, katliam ya da soykırım tehdidinin olması silahlı müdahalenin temelini oluşturamaz. Fakat diğer tür yaptırımlar için dikkate alınabilir.

 

12- Eğer devletler, bir grup halinde veya bir uluslararası örgüt çatısı altında karar alarak hedef devlete karşı ekonomik ambargo uygular, devletin gündelik hayatını idame ettirmesini veya hayati kaynaklara ulaşmasını engeller ve bu eylemleri o devlette yaşanan insan hakları ihlallerini engellemek amacıyla gerçekleştirirse bunun da bir insancıl müdahale sayılabileceğine ilişkin görüşler var mıdır?

İnsancıl müdahale kavramı, kuvvet kullanılan müdahaleler için kullanılır. Diğer tür yaptırımlar insancıl nedenlerle konulabilir. Söz konusu devletin davranış biçimini değiştirmesi için bir tür zorlama oluşturabilirler. Bunun Güvenlik Konseyi tarafından yapılmış birçok uygulaması var. Ancak bu, “müdahale” kavramının taşıdığı ağırlığı haklı çıkaracak bir tanımlama olmaz. İnsancıl müdahale kavramını kullandığımızda, silahlı bir müdahaleyi anlıyoruz.

 

13- Westphalia’nın da pratikte devletlerin uygulamaları bakımından, müdahaleyi engellemediği, aksine öngördüğü, egemenlik anlayışı dâhilinde dış müdahaleye zemin yarattığı görülmekte midir?

Bunun temelini anlayamadım. Westphalia, devlet egemenliğini yücelten bir düzenlemedir. Müdahale durumlarını da mümkün olduğu kadar daraltır. Zaten o dönemde devletler birbirlerine karşı gerekli gördükleri yerde silahlı güce başvurabildiğinden müdahale için özel gerekçeler aramalarına da gerek yoktu.

 

14- Westphalia Anlaşması’nın asıl etkisi, kabul ettiği egemenlik anlayışı nedeniyle meşruiyet konusunda yeni bir sorunu gündeme getirmiş̧ olmasıdır. Anlaşma ile kabul edilen devlet egemenliğinin değeri nedir?

Devlet egemenliği, uluslararası sistemin temelinde yer alır. Westphalia, silahlı çatışmaları düzene sokmak, azaltmak, sınırlandırmak gibi amaçlar için bunu sistemin temeli olarak adlandırıyor. Değeri artık bir antlaşma hükmü olmasından gelmiyor. Yani antlaşmalarda yazılı diye oradan doğmuyor. Antlaşmalar artık malumu beyan ediyor. BM Antlaşmasında da 2/4 bunu söylüyor ama egemenlik 2/4 böyle diyor diye var olmuyor. Sistem zaten o.

 

15- Temel norm olan egemenliği zorunlu olarak ihlal eden bir müdahaleyi meşrulaştırma gereği doğar mı?

Elbette. Zaten bütün tartışma da bu. Temel normu ihlal ediyorsa genel biçimde tanımlanamaz, ne zaman hukuka uygun hale geldiğini gösterecek ölçütler açıkça belirlenmeli, uygulayacaklar saptanmalı, hangi ölçütler çerçevesinde sona ereceği de belirlenmiş olmalı.

 

16- BM Antlaşması’nın yürürlüğe girdiği andan itibaren insancıl müdahale bağlamında bir kuvvet kullanımının hukuka uygunluğu tartışması nasıl başlamıştır?

1970’lerde yapılan bir tartışmadır. Önce 2/4’ün genel bir kural olarak geçerliliğinin ortadan kalktığı, çünkü buna uyulmadığı tartışması ortaya çıktı. Sonra 1970’lerde Tanzanya’nın Uganda’ya, Vietnam’ın Kamboçya’ya ve Hindistan’ın Bangladeş’in bağımsızlığı sürecinde Pakistan’a müdahaleleri söz konusu oldu. Bunların üçü de devletlerce insancıl müdahale olarak adlandırılmadıysa da sonraki yorumlar bu çerçevede yapıldı.

 

17- İnsancıl müdahale tartışmasının Fransa tarafından uluslararası arenaya taşınması Soğuk Savaş’ın bittiği döneme denk gelmiştir. Dünyanın çeşitli yerlerinde patlak veren ve insancıl müdahaleye yol açan çatışmalar nelerdir?

1990’lardaki tartışma 1970’lerden sonraki ikinci dalgadır. Fransa’nın 1992’de Ruanda’daki Güvenlik Konseyi yetkilendirmesine dayanan müdahalesi pek de düşünüldüğü gibi işlemediğinden tartışılmıştı. Bunu Fransa taşıdı diye yorumlayamam. Asıl 1999 Kosova müdahalesiyle gündeme geldi. 2000’de BM Genel Sekreteri, bu gibi durumlarda uluslararası toplumun sessiz kalamayacağını, müdahalesinin nasıl olması gerektiğinin tartışılması ihtiyacını dile getirdi. Yani 1990’larda tartışma böyle başladı.

 

18- Eğer insancıl müdahale gerçekten egemenliğe karşı kabul edilemez bir saldırı oluşturuyorsa, Ruanda ve Srebrenica’da tanık olduğumuz olaylar karşısında nasıl davranmalıyız? İnsan olarak var oluşumuzun dayandığı tüm ilkeleri çiğneyen ağır ve sistematik insan hakları ihlallerine karşı ne yapmalıyız?

İnsancıl müdahale, müdahale eden için bir hak olarak tartışıldığından tepki gösterenler çoğunluktaydı. BM Genel Sekreteri’nin yukarıda söylediğim isteği üzerine 2001’de koruma sorumluluğunu ortaya atan ve Kanada tarafından kurulmuş olan Uluslararası Komisyon (ICISS) bu soruya yanıt vermeye çalıştı. Bunu da doğru neden, doğru niyet, son çare olması ve makul bir başarı şansı biçiminde kimi kriterlere bağladı. BM 2005 Dünya Zirvesi de bunu kabul etti, ancak uygulanmasını Güvenlik Konseyi kararına bağladı. Aslında 2001 ICISS raporunda başka örgüt ya da devletler koalisyonları tarafından başvurulmasının önü kapatılmamıştı. Güvenlik Konseyi bu kavramı ilk kez Libya’daki müdahalede uyguladı.

 

19- Günümüzde insan hakları kavramı, hukuki, siyasi ve felsefi tartışmaların merkezinde yer almakta; devletlerin iç ve dış politikalarının meşruiyetinin sorgulanmasında kullanılmaktadır. Artık evrensel insan hakları ile uyumlu olmayan siyasal ve hukuki rejimlerin, meşruluk sıfatını kazanmaları mümkün müdür?

İnsan hakları ile insancıl müdahale kesişmekle birlikte tam olarak aynı şey değildir. İnsancıl müdahaleyi insan hakları çerçevesinde ifade edeceksek sadece yaşam hakkı söz konusudur. Yaşam hakkının kitlesel biçimde ihlali durumunda söz konusu olabilir. İnsan hakları alanı ise en az 3 kuşak haklarıyla çok geniş bir alana yayılır. Uluslararası sistem, devletin kendi iç hukukunda nasıl bir ekonomik ve siyasal sistem kurguladığı ile ilgilenmez. Zaten bunun adı iç self-determinasyondur. Ancak BM Antlaşması insan haklarını tüm üyeleri için amaç olarak belirlediğine göre, bunu sağlamak için üyelerini izlemekte ve ihlal edenleri uymaya zorlamaktadır. Dolayısıyla bu soruya yanıt vermek için evrensel insan haklarını da bununla uyumlu olup olmamayı da tanımlamak lazım. Bu hakları çeşitli düzeylerde çiğneyen çok sayıda devlet var. Bunları meşru değil diye ilan etmek de kimsenin görevi ya da yetkisi değil. Ancak bu durumun uluslararası barış ve güvenliği tehdit eder ya da bozar duruma gelmesi durumunda Güvenlik Konseyi askeri müdahaleye kadar gidecek kararlar verebilir. Yani bu soruya böyle genel bir yanıtın verilebilmesi pek mümkün değil.

 

20- Devletin egemenliği, yüzyıllardır uluslararası ilişkilerin temel kurallarının, uygulamalarının belirleyicisidir ve uzun zamandır uluslararası hukukun üstün normatif temeli olarak algılanmaktadır. Bu nedenle devletin egemenliği konusunda mutlak bir tanım yapılabilir mi?

Uluslararası hukuk devlet egemenliğini tanımlıyor. Bu tanıma göre devlet egemenliği, uluslararası hukukun koyduğu genel sınırlamalar dışında hiçbir sınırlamaya tabi olmamaktır. Yani hukuksal egemenlik mutlak değildir, siyaset biliminde tartışılan siyasi egemenlikten farklıdır ve canının her istediğini yapmak anlamına gelmez. Devlet kendi iradesiyle bir sözleşme imzalamışsa buna uymak zorundadır. Bu zorunluluk egemenliğinin ihlali demek değildir.

 

21- İnsancıl müdahalenin siyasi amaçlara alet edilmesi siyasallaşma konusunda ne gibi sorunsallar teşkil etmektedir?

İnsancıl müdahale kavramının en büyük eleştiri aldığı nokta zaten buydu. Bu müdahalede bulunacak tarafların kendi siyasi çıkarları için seçici bir şekilde hareket etmeleriydi. Zaten bu sebeple çok az sayıda askeri kapasitesi yüksek devletin savunduğu bir yaklaşım olmuştur. Devletlerin büyük kısmı bunu reddetmiştir.

 

22- Hukuki gerçekçilerin, bu görüşün aksine, BM Antlaşması sonrasında girişilen müdahalelerin böyle bir teamülün devamına işaret ettiğini vurgulamalarına karşın klasikçiler bunun bağlayıcı bir uluslararası hukuk normu olabilmesi için geniş biçimde uygulanması ve doğruluğunun uluslararası düzeyde nasıl ifade edilmiştir?

Bir uluslararası hukuk kuralı ya teamülle (yapılageliş, örf ve âdet hukuku) ya da antlaşmayla oluşur. İnsancıl müdahale için antlaşma yoktur. Teamül hukuku için ise ancak belirli bir süre içinde, istikrarlı ve hukuk kuralı olduğu inancıyla yapılan uygulama gerekir. Yani bir uluslararası hukuk kuralı haline gelmediğinde kuşku yoktur.

 

23- Geçtiğimiz elli yıl içerisinde, iki önemli tarihsel gelişme insancıl müdahalenin etik, siyasi ve işlevsel yönlerini derinden etkilemiştir. Bunlardan birincisi 1950 ve 60’larda sömürgeciliğin sona ermesi, diğeri ise 1990’larda Komünist Bloku’nun dağılmasıdır. Bunların sonucunda ortaya çıkan etkiler nelerdir?

Asıl etkili olan 1990’lardaki süreç olmuştur. Çünkü ideolojik rekabet sürdüğü müddetçe donmuş halde kalan iç çatışmalar kendilerine alan bulmuş, bu durum dışarıdan karışmak isteyenlere de alan açmıştır. Ancak insancıl müdahale daha açık, doğrudan, askeri güçle müdahale anlamına geldiğinden, devletler bunu pek istememişlerdir. 1999 Kosova müdahalesi bunun tartışılmasının vesilesi olmuştur. Aslında hem ondan önce hem de sonra pek çok yerde benzer koşullar ortaya çıktı, müdahale de edilmedi.

 

24- Vietnam’ın Kamboçya’ya müdahalesini tetikleyen nedenlere bakıldığında insancıl müdahale savını ileri sürmek zordur. Fakat diğer yandan, gerek soykırım veya ağır insan hakları ihlallerinin varlığı, gerek barışçıl çözüm çabalarının sarf edilmiş olması, gerekse bölgesel istikrarsızlığın önlenmiş olması müdahalenin insani boyutunu yansıtmaktadır. Tüm bunlara rağmen dönemin siyasi konjonktürü, müdahalenin insancıl boyutu gerek müdahale edenler gerekse uluslararası aktörler tarafından neden göz ardı edilmiştir?

Vietnam’ın kendisi zaten çok istikrarlı koşullarda değildi. Kamboçya’daki durum onu da etkiliyordu. Yani insancıl müdahale savından önde gelen endişeleri vardı. İkinci olarak ise insancıl müdahale sömürgeci, güçlü Batı’nın bir kavramı olarak görüldüğünden bunu ileri sürmeyi istememiş de olabilir. Uluslararası düzeyde ise yalnız bir devletti. Buradaki ABD müdahalesi yeni sona ermişken, yanında pek fazla devlet olmaması ve kendisinin de buna enerji harcamak istememesi doğaldır.

 

25- Somali’de meşru bir hükümet olsa idi yine de müdahalede bulunulur muydu?

Somali’den kasıt 1992 müdahalesi olsa gerek. Spekülatif bir şeyler söylenebilir. Meşru hükümet derken herhalde ülke üzerinde kontrolü olan bir hükümet kastediliyor. Yoksa kendisini meşru hükümet ilan eden ve bunu tanıyanlar vardı. Buna bir yanıt verilemez. Kurguya girer, akademik bir görüş olmaz.

 

26- Başlangıçta bir iç sorun olan “Kosova Sorunu”, Güvenlik Konseyi’nin gündemine girerek neden uluslararası bir soruna dönüşmüştür?

Eski Yugoslavya’nın dağılması sürecindeki tüm sorunlar bu niteliğe sahip oldular. Yani bu durum Kosova’ya özgü değil. Kosova’ya iç sorun diyen zaten Sırbistan-Karadağ’dan ibaret kalmış Miloseviç Yugoslavya’sıydı. Kosovalılar kendilerinin 6 Yugoslavya Cumhuriyeti gibi muamele görmeleri gerektiğini, çünkü Yugoslav anayasasına göre Sırbistan’a değil, Yugoslavya Federal Devleti’ne bağlı bir özerk devlet olduklarını, yani aslında 6 cumhuriyetle eşit olduklarını savunuyorlardı.

 

27- İnsancıl müdahale açısından değerlendirildiğinde, NATO tarafından insancıl savaş olarak nitelendirilen bu müdahale uluslararası ortak kuvvet kullanımı tekelini nasıl göstermiştir?

NATO müdahalesini Güvenlik Konseyi’nin buradaki durumu “uluslararası barış ve güvenliğe yönelik tehdit” olarak belirleyen kararına dayandırdı, asla resmen insancıl müdahale demedi. Ancak Güvenlik Konseyi bu yetkiyi ona vermemişti. Harekete geçme saiki(?) biraz da tüm Yugoslavya dağılma sürecinde Avrupalı devletlerin pasif kaldıkları, buradaki insancıl felaketi görmelerine karşın müdahale etmek için hiçbir şey yapmadıkları eleştirisinden etkilenmelerinden kaynaklandı. ABD Kosova’daki sivil halka yönelik saldırıların kabul edilemez boyuta geldiğine karar verince müdahale geldi. Yani Avrupa devletleri hala pek de istekli değildi. ABD’nin bu tutumu da Avrupa’da böyle olayların gerçekleşiyor olmasını NATO’nun ve kendisinin konumu açısından kabul edilemez görmesinden kaynaklandı. Yoksa hiç kimse bir silahlı müdahaleye hevesli değildi. Zaten bu durum, asıl olarak hava bombardımanı olmasından da anlaşılabilir.

 

28- İnsancıl müdahale, asil ve masum bir kuvvet kullanma yöntemi olarak görünse de uluslararası politika ve devlet çıkarları ile beraber düşündüğümüzde nasıl bir kavramdır?

İnsancıl müdahale asil ve masum bir kuvvet kullanma yöntemi olarak sunulmak istenmiş olabilir. Ancak askeri olarak daha zayıf olan orta ve küçük devletler bunu zaten her zaman sömürgeci güçlü Batı’nın bir aracı olarak gördüler ve bir hukuk kuralı olarak kabul etmediler. Bunun sonucunda da koruma sorumluluğu kavramı geliştirildi. Onda da insancıl müdahaleye yöneltilen eleştiriler var. Yani aslında hiçbir zaman asil ve masum olarak görülmedi. Zaten böyle olması için koşulları belirlenmiş olmalıydı ve her bu koşullar oluştuğunda uygulanmalıydı. Öyle olmadığını ise herkes görüyor ve biliyordu.

 

Teşekkürler…

 

 

 

 

ESMA DİDEM ŞİMŞEK

Uluslararası Hukuk Staj Programı