Home Blog Page 69

Nükleer Enerji Politikalarının İran-ABD İlişkilerine Yansıması

Sanayi devriminden sonra devletlerin giderek artan enerji ihtiyacı ve küreselleşen dünyada bu etkinin daha da artacağı görülmektedir. Bu durum ise devletlerin, nükleer enerji gibi alternatif enerjiye yönelmelerine sebep olmaktadır. Atom çekirdeğinin parçalanmasıyla birlikte ortaya çıkan ısının teknoloji aracılığıyla meydana getirdiği enerji türü nükleer enerjidir. Çoğunlukla elektrik üretimi için kullanılan nükleer enerjinin, reaktörler özelinde doğal ya da zenginleştirilmiş uranyumla beraber ‘toryum yakıt’ olarak kullanımı da ortaya çıkmaktadır. Nükleer enerji, barışçıl amaçlar veya silah üretimi amacıyla kullanılabilmektedir. Bu doğrultuda uranyumun %2 oranlarında zenginleştirilmesi elektrik enerjisi, %20 civarında zenginleştirilmesi tıbbi ihtiyaçlarının karşılanması için yeterliyken; %90 oranında zenginleştirilmesi ise nükleer silah üretiminin gerçekleşmesi için uygundur (Akbaş ve Baş, 2013: 22). Dolayısıyla nükleer enerji reaktöründe uranyumun %20 oranından fazla zenginleştirilmesinin, barışçıl amaçlar doğrultusunda gerçekleştirilmediği söylenebilir. Günümüzde İran’ın uranyum zenginleştirmesinin %20 oranını geçtiği göz önüne alındığında, İran’ın nükleer enerji politikasının temelinde yatan etkenlerin araştırılmasının önem arz ettiği ve bu durum başta ABD olmak üzere İran’ın Batılı devletler ile ilişkilerini ve başta İsrail olmak üzere bölgesel devletler ile ilişkilerini olumsuz etkilediği söylenebilir.

Dünyanın nükleer silahlar ile tanışması, ABD’nin 1942 yılında ortaya koyduğu Manhattan Projesi ile başlamıştır. Söz konusu proje kapsamında New Mexico’da ilk nükleer silah denemesi yapılmıştır. Nükleer silahların tam olarak kullanılması ise Japonya’ya karşı gerçekleştirilmiştir. ABD’nin 6 Ağustos 1945’te Hiroşima’ya attığı 20.000 ton TNT’ye eşit (Trinitrotoluen) atom bombasının ardından üç gün sonra, 9 Ağustos’ta Nagazaki’ye atom bombası atması, özellikle Japon halkı olmak üzere insanların ve devletlerin büyük bir facia ile tanışmasına neden olmuştur. Yaşanan facialardan dolayı Hiroşima’da 70-80.000 insan hayatını kaybederken; Nagazaki’de 40-75.000 insan olayın yaşandığı an hayatını kaybetmiştir. Patlamanın ardından 5 yıl içerisinde 200.000 insan daha yaşamını yitirmiştir. Yüz binlerce insanın ölmesinin akabinde trajikomik olarak adlandırılabilecek şekilde ABD’de nükleer enerjinin kontrolünü ve barışçıl amaçlarla kullanılmasını sağlamak amacıyla 1946 yılında Atom Enerjisi Kanunu çıkarılmıştır. Bununla birlikte Avrupa’da birçok ülke nükleer enerjiden vazgeçmiş, yeni santrallerin açılmasını ve mevcut olanların kullanımını yasaklamıştır (Pamir, 2017: 122-131).

Birçok devlet yaşanan olaylar sonucu nükleer çalışmalarını askıya alma veya tamamen durdurma yoluna başvursa bile İran, bunun tam tersi bir yaklaşımda bulunarak nükleer çalışmalar gerçekleştirmek için harekete geçmiş ve ülkesinde nükleer tesisler inşa etmeye başlamıştır. Bu hareketi bölge ve bölge dışı devletlerin endişelerine yol açmakla birlikte çalışmalarına karşı durmasına neden olmuş, ancak İran hepsini göz ardı ederek çalışmalarını sürdürmeye devam etmiştir. Nükleer enerji konusu dünya gündeminde önem arz etmektedir. Yanlış amaçla kullanımı geçmişte de görüldüğü üzere birçok insanın hayatını kaybetmesine ve devletlerin büyük oranda olumsuz etkilenmesine neden olabilir. Nükleer enerjinin bilinmesi, risklerinin anlaşılması ve kullanılacaksa da bu kullanımın doğru bir amaçla gerçekleştirilmesi gerekmektedir. Aksi takdirde, dünyanın yeni bir facia ile karşı karşıya kalma ihtimali bulunmaktadır.

 

1.İran’ın Nükleer Enerji Politikalarının Gelişimi

İran’ın nükleer enerjiye yönelmesi çok eski bir tarihe dayanmakla birlikte; ABD aracılığıyla gerçekleşmiştir. ABD, 8 Aralık 1953’te yaptığı, herkesin nükleer teknolojiyi barışçıl kullanım hakkına sahip olabileceğini içeren konuşmasının akabinde İran ile nükleer anlaşma imzalamıştır (Kibaroğlu, 2013: 2). İran, 15 Nisan 1957 tarihinde ABD ile ‘Atomun Sivil Kullanımına Dair İş Birliği Anlaşması’nı imzalamıştır. 1958 yılına gelindiğinde İran, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’na (UAEA) üye olmuştur. Bu doğrultuda 1959 yılında bir nükleer araştırma merkezini, 1967 yılında da ilk nükleer araştırma reaktörünü Tahran’da kurmuştur. 1970’de Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşması’nı (Non Proliferation Treaty-NPT) imzalayan İran, bu yıldan itibaren birçok farklı Batı ülkesiyle reaktörlük anlaşmaları imzalamaya başlamıştır (Jane, 2017: 266-267). Böylece İran, nükleer enerjiye yönelik çalışmalarına Batı aracılığıyla başlamış ve kısa bir süre içerisinde önemli gelişmeler kat edebilmiştir.

Nükleer çalışmalarını geliştirmek isteyen İran, uranyumun zenginleştirilmesine önem vermiştir. Bu doğrultuda İran’ın Pakistanlı bilim adamı Dr. Abdulkadir Han’dan destek alarak amacına ulaştığı söylenebilir. Şah Rıza Pehlevi döneminde İran, 1973 yılında yaptığı bir açıklamada amaçlarının yirmi yıl içerisinde 20 bin megavat nükleer enerji elde etmek olduğunu ifade etmiştir (Akbaş ve Baş, 2013: 26-27).  İran, 1974 yılında Dr. Ekber İtimad önderliğinde İran Atom Enerjisi Kurumu’nu kurmuştur (Köse, 2008: 85). Aynı yıl içerisinde Buşehr’de santral kurmak için Almanya ile anlaşma yapan İran, Fransa ile de Benderabbas’da bir santral için anlaşmıştır. Ayrıca Belçikalılar tarafından Karj’da Nükleer Tıp Merkezi kurulmuştur. Bunun yanı sıra İran; Arjantin, Çin, Kuzey Kore, Pakistan ve İspanya ile iş birliği gerçekleştirmiştir (Uşaklı, 2009: 111).

İran, nükleer politikasındaki ilk dönüşümü 1979 İslam Devrimi ile birlikte yaşamıştır. Başlangıçta nükleer enerji konusunda ABD’nin desteğini alan İran, önce İslam Devrimi’nin yaşanması ve daha sonra İranlı bir grup öğrencinin Amerikan Büyükelçiliği’ndeki 52 kişiyi 444 gün boyunca esir tutmasıyla yaşanan Rehineler Krizi, ABD ile İran arasında gerilim yaratmıştır. Bu olayın sonucunda Amerikan yaptırımlarına maruz kalan İran, destek bulamayacak bir konuma gelmiştir (Akbaş ve Baş, 2013: 27). Devrim ile birlikte Ayetullah Humeyni tarafından söz konusu çalışmaların İslam’a uygun bulunmaması sonucunda nükleer çalışmalarına ara vermeyi kararlaştıran İran, bir yıl sonrasında Irak ile bir savaş sürecine girmiştir. Sekiz yıl boyunca süren bu savaşın dördüncü yılında, bir diğer ifadeyle 1984’te Irak’ın Buşehr’deki nükleer tesisi bombalaması ve kimyasal silahlar kullanması sonucunda, nükleer çalışmalarına yeniden başlama kararı almıştır (Köse, 2008: 85).

1989’dan sonra nükleer politikalarını yeniden şekillendiren İran, kendisine destek verecek devletler aramaya başlamıştır. İslam Devrimi ve Rehineler Krizi dolayısıyla İran ile arası açılan ABD’nin, Bill Clinton dönemiyle birlikte uyguladığı yaptırımlar ve Çifte Çevreleme’ politikası; ardından George W. Bush’un İran’ı ‘Şer Ekseni’ içerisine dâhil etmesi, İran’ın ilk dönemde aldığı desteği alamayıp yalnız kalmasına neden olmuştur (Jane, 2017: 272). İran’ın ‘Şer Ekseni’ olarak ilan edilmesinin sebebi olan 11 Eylül 2001 saldırısından sonra Ağustos 2002 tarihinde Ulusal Direniş Konseyi’nin eski üyelerinden biri olan Ali Rıza Caferzade, Natanz ve Arak’ta gizli nükleer tesislerin olduğunu açıklamıştır. Akabinde İran, ABD ve diğer ülkeler tarafından NPT’yi ihlal etmek ve nükleer enerji geliştirmekle suçlanmıştır (Akbaş ve Baş, 2013: 25). Ancak İran, bu süreç içerisinde AB Troykası adı verilen İngiltere, Fransa ve Almanya ile iyi ilişkiler geliştirmeye çalışmıştır. Bu ilişkiler neticesinde İran, 21 Ekim 2003 tarihinde Tahran Deklarasyonu’nu yayınlanmıştır. UAEA’nın talepleri doğrultusunda uranyum zenginleştirme çalışmalarına ara veren İran, 18 Aralık 2003 tarihinde de NPT Ek Protokolü’nü imzalamıştır (Jane, 2017: 274).

2004 yılına gelindiğinde ise İran hakkında yeni bir iddia ortaya atılmıştır. Söz konusu iddia, İran’ın, nükleer bomba için kullanılan materyaller üzerine deney yaptığı yönünde olmuştur. İran, bu duruma karşı sessizliğini koruyup uranyum zenginleştirme programını durduracağını açıklamıştır, ancak ilerleyen dönemde çalışmaların durdurulduğuna dair bir bulguya rastlanmamıştır. İddiaların üzerine UAEA, İran’dan nükleer çalışmalarını açıklamasını istemiş ve İran istenilen açıklamayı bir rapor üzerinden sunmuştur. Birkaç ay sonra İran’ın geniş ölçekli uranyum zenginleştirme çalışmalarına başlamasının ardından UAEA, İran’dan çalışmaları durdurmasını istemiştir. UAEA ve AB Troykası ile görüşmelerde bulunan İran, bu yıl içerisinde çalışmalarını yeniden askıya almayı kabul etmiştir (Köse, 2008: 87-88).

İran’ın nükleer enerjiye sahip olması diğer devletler açısından her daim tehdit olarak görülmüştür. Bunun nedeni İran’ın zengin enerji kaynaklarına sahip olmasına rağmen nükleer enerji konusunda attığı adımlardır. İran daima nükleer enerjiye sahip olmanın bir hak olduğunu ve barışçıl amaçlarla kullanılabileceğini savunmuştur (Uşaklı, 2009: 112). Bu kapsamda gerçekleştirdiği çalışmaların sonucunda önemli nükleer tesislerin oluşmasını sağlamıştır. Bu tesislerden ilki, 1962 yılında Tahran Üniversitesi’ne bağlı olarak kurulmuştur. Ardından 2000’de yapımına başlanan Natanz Nükleer Tesisi önem arz eden tesislerden biri haline gelmiştir. Söz konusu tesis uranyum zenginleştirme çalışmalarında kullanılmıştır. Ayrıca, Arak Ağır Su Üretim Tesisi, 2006’da faaliyete geçmiştir. Tesislerin biri, 2009’da UAEA’na bildirilen Fordo Nükleer Tesisi’dir. Bu tesis yer altında inşa edilmiştir. İran’ın önemli tesislerinden biri ise Buşehr Nükleer Santrali’dir. Santral, 2012 yılında tam kapasite ile faaliyetlerine başlamıştır (Ahıshalı, 2019). Denebilir ki İran, tüm karşı çıkmalara rağmen, birçok bölgede nükleer tesis kurabilmiştir.

Nükleer çalışmalar konusunda yaptığı ısrar İran’ın yalnız kalmasına, İsrail ve ABD başta olmak üzere diğer devletler tarafından riskli konumda olmasına sebep olmuştur.  Ancak İran, süreç içerisinde UAEA ile sürekli iletişimde olmuştur. Gerekli durumlarda, İran’ın da izin verdiği müddetçe tesislerde incelemeler yapan UAEA, raporlarını yayınlayarak bilgilendirmelerde bulunmuştur. 2005 yılı itibariyle UAEA, ABD, Birleşmiş Milletler (BM), Avrupa Birliği (AB) ve 5+1 devletleri (ABD, Rusya, Fransa, İngiltere, Almanya) ile görüşmelerde bulunmuş ve belirli dönemlerde sorunlar yaşamıştır. Tüm sorunlara ve yaptırımlara karşı yetkililer tarafından aralıklarla yapılan açıklamalarda nükleer çalışmalara devam edileceği görülmektedir.

 

2.1900-2016 tarihleri Arasında İran-ABD ilişkileri

İran ve ABD’nin nükleer enerji kapsamındaki ikili ilişkileri, 64 yıllık bir tarihe dayanmaktadır. İran’ın ABD ile nükleer ilişkileri 1957 yılında, nükleer politikaların İran özelinde geliştirilmesiyle başlamıştır. 1959’da İran’da ilk nükleer merkez kurulduktan sonra ABD, Tahran için hafif su reaktörü temin etmiştir. 1970’lerden itibaren ikili anlaşmalar gerçekleştiren iki devletin ilişkisi, 1979 İran İslam Devrimi ve Rehineler Krizi ile bozulmaya başlamıştır. Ayrıca İran’ın 1983’te Beyrut’ta, 1996’da Suudi Arabistan’da gerçekleştirilen Amerikan ordusuna yönelik saldırılara yardım ettiği ve farklı ülkelerdeki terörist gruplara destek verdiği söylemleri bulunmaktadır (Telatar, 2012: 55). Söylemlerin ABD-İran ilişkisini olumsuz etkilediği söylenebilir.

1995 yılında ABD Başkanı Bill Clinton’ın İran’a karşı uyguladığı yaptırımlar, gerginliğin İran tarafında artmasına neden olmuştur. Ayrıca Clinton, İran’ın bölgedeki barışı bozarak nükleer silah elde etmek istediğini savunmuştur. 1996’da gerçekleşen Amerikan Kongresi’nde İran-Libya Yaptırım Bildirisi açıklanmıştır (Köse, 2008: 85-86). Clinton döneminde ABD, İran karşısında sert tutumunu sürdürmüştür.

Söz konusu ‘Şer Ekseni’ deyimi, Bush tarafından Ocak 2002’de ortaya atılmıştır. İran’ın Şer Ekseni ülkelerinden biri olarak ilan edilmesinin ardından Aralık ayında ABD, İran’ı nükleer silah konusunda bir kez daha suçlamıştır. Ayrıca, UAEA’nın hazırladığı raporda, gerçekleştirilen nükleer faaliyetlerin sivil amaçlar için olduğunu açıklanmıştır. 2003’e gelindiğinde ABD tarafından yapılan suçlama bu kez İran’ın NPT hükümlerine uymadığı noktasında olmuştur. Bununla birlikte UAEA, çalışmalarını denetlemek üzere aralıklarla tesislerde incelemelerde bulunmuştur. ABD, kendisinin uyguladığı yaptırımlara ek olarak 2004 yılında BM Güvenlik Konseyi’nden de İran’a karşı yaptırım gerçekleştirmesini istemiştir. UAEA’nın tavrı bu dönemde İran’ın faaliyetlerinin açıklanması gerekliliği yönünde olmuştur. Ajansın bu isteği üzerine İran, Mayıs ayında 1000 sayfalık bir dosya sunmuştur. Bir ay sonra İran Dışişleri Bakanı Kemal Harrazi, İran’ın nükleer enerji hakkı olduğunu ve bu hakkın uluslararası toplum tarafından kabulünün gerekli olduğunu açıklamıştır. 2005’ten itibaren nükleer silah konusunu açmaya devam eden ABD, yaptığı ilk açıklamada 5 yıl, ikinci açıklamada 10 yıl içerisinde İran’ın nükleer silahları üretebilecek kapasitede olduğunu ifade etmiştir. Basına sızan bir BM raporunda İran’da nükleer silah programına dair bir bulguya rastlanmadığı ifade edilmiştir. Bu belirsizliklerin sonucunda UAEA yaptığı bir açıklamada İran’ın nükleer çalışmalar konusunda kaçınılmaz bir şekilde şeffaf olması gerektiğini vurgulamıştır. 2006 yılından itibaren ABD’nin İran konusundaki açıklamalarında bir artış söz konusudur. İran’ın nükleer politikalarını barışçıl bulmayan ABD, İran’ı kitle imha silahlarının kullanımını arttırmakla itham etmiş, daima ‘tehlike’ olarak tanımlamış ve mevcut yaptırımlarına yenilerini eklemeye devam etmiştir (Köse, 2008: 86-96). Yönetimdeki kişi değişse bile ABD’nin asıl amacı İran’ın nükleer silah üretme olasılığının engellenmesi yönünde olmuştur (Telatar, 2012: 56). 2009 yılı Barack Obama dönemine kadar söz konusu engellemenin sert yaklaşımlarla gerçekleştirilmeye çalışıldığı söylenebilir.

Obama döneminde ise mevcut yaklaşım yerine diplomasi yolu uygulanmaya çalışılmıştır. Başkan Obama, Bush’un politikalarını eleştirerek ABD’nin diplomatik araçları tercih etmesi gerektiğine inanmıştır (Sinkaya, 2009: 42). Bu konu hakkında, başkanlık koltuğuna oturduğu ilk zamanlarda yaptığı bir konuşmada İran tarafından bir istek söz konusu olursa bu isteğe kendilerinin karşılık vereceğini dile getirmiştir. Hatta Beyaz Saray’da gerçekleştirilen ilk basın toplantısında Obama, İran ile doğrudan görüşmelerde bulunulabileceğinden söz etmiştir (Telatar, 2012: 62). Nükleer silah noktasında İran’ın bölgede bir güvenlik ikilemi’ yaratacağından ve bölge ülkelerinin silahlanma yarışına gireceklerinden endişe eden ABD, söz konusu endişesini 2009 yılında ABD eski güvenlik danışmanı Brent Scowcroft ve dönemin Dışişleri Bakanı Hillary Clinton aracılığıyla aktarmıştır (Uzun, 2019: 245). İran tüm yaklaşımlara ve itirazlara rağmen kendi istediklerini yapmaya devam etmiştir. UAEA’nın tüm eleştirilerine rağmen on adet yeni uranyum zenginleştirme tesisi açmasının yanı sıra ilk kendi yapımı uyduyu yörüngesine yerleştirmiştir (Heywood, 2018: 375).

Diplomatik ilişkiler çerçevesinde ilerlemeye çalışan Obama yönetimi, ilişkilerin sonuçsuz kalması ile birlikte yeniden yaptırım uygulama yoluna gitmiştir. Bu karar kapsamında 1 Temmuz 2010 tarihinde Kapsamlı İran Yaptırımları, Sorumluluk ve Mahremiyet Yasası’nı yürürlüğe koymuştur. Söz konusu yaptırımlar sonucunda İran’ın tepkisi Hürmüz Boğazı’nı kapatmakla devletleri tehdit etme şeklinde gerçekleşmiştir. Obama, Hürmüz Boğazı’nın ‘kırmızı çizgisi’ olduğunu belirten bir mektup yollayarak İran’ı bu karardan vazgeçirmeye çalışmış, bununla birlikte böyle bir durumun olması karşısında karşılığının verileceğini de mektup yoluyla bildirmiştir (Telatar, 2012: 62-72). Obama yönetiminin bu dönemdeki başarısı olarak 2015 yılında ABD’nin de aralarında bulunduğu 5+1 devletler ile İran arasında yapılan nükleer anlaşma söylenebilir. 14 Temmuz tarihli anlaşmaya göre İran’a yönelik yaptırımlar kaldırılırken zenginleştirilmiş uranyum üretme noktasında kısıtlamalar getirilmiştir (Çam, 2018). Bu anlaşma her iki tarafın diplomasi ile anlaşabileceğinin tek göstergesi olmuştur.

 

3.2016’dan Günümüze İran-ABD İlişkileri

İran-ABD diyaloğunun yakın tarihi ele alındığında iki devletin ılımlı bir şekilde ilişki kurmaya çalışması, Donald Trump’ın başa gelmesiyle birlikte son bulmuştur. Trump’ın sert söylemlerinin en büyük sonucu Obama döneminde yapılan anlaşmadan ABD’nin geri çekilmesi olmuştur. Trump, 8 Mayıs 2018’de anlaşmadan çekilmiş ve Ağustos 2018 tarihinden itibaren yaptırımları yeniden yürürlüğe koymuştur (Aygün, 2019: 43). İran, Mayıs 2019’da anlaşmadan kademeli olarak çekilmeye başlamıştır. İlişkilerin kopmaya başladığı bu noktada İran, uranyum zenginleştirme konusundaki kısıtlayıcı taahhütleri askıya aldığını bildirmiştir. 2020 yılında İranlı nükleer fizikçi Muhsin Fahrizade’nin öldürülmesi de ilişkilere etki eden bir unsur olmuştur (Şen, 2021: 3-6). Trump’ın açıklamaları ve eylemleri göz önüne alındığında, İran’ın nükleer enerji politikalarının sertliği konusunda geri adım atmama kararlılığı sergilediği söylenebilir. Ancak sert tutumunun ve yıldırmaya yönelik hareketlerinin İran’ın kararlılığını etkilemediği ve sonuçsuz kaldığı da ifade edilebilir.

Trump’ın anlaşmadan çekilmesiyle birlikte İran’ın da sınırlamalara uymamaya başlaması sonucunda UAEA’nın yaptığı bir açıklamaya göre İran’ın izin verilen uranyum zenginleştirme miktarının yaklaşık 12 katı kadar bir stoklama yaptığı belirtilmiştir (Adams, 2020). Anlaşma geçerliyken bile yükümlülüklerini tam olarak yerine getirmeyen İran’ın, anlaşmanın etkisini yitirmesi ile birlikte çalışmalarına büyük hız verdiği anlaşılabilir.

Söz konusu sınırlandırmalar ve yaptırımlar İran ekonomisini büyük oranda etkilemektedir. Nükleer anlaşmanın gerçekleştirildiği 2015 yılından bir yıl sonra İran ekonomisinde %12.3’lük bir büyüme görülürken; Trump’ın 2018 yılında anlaşmadan çekilmesiyle beraber yıl içerisinde ekonomide %3’ten fazla bir daralma olmuştur. 2019 yılına gelindiğinde ise söz konusu daralma %9’lara kadar çıkmıştır (BBC, 2019). Dolayısıyla nükleer enerji üretiminin kontrolünün sağlanmasında ekonominin önemli bir etken olduğu ve ekonomik yaptırımların uluslararası ilişkilerde en etkili yöntem olarak görüldüğü söylenebilir. Bu doğrultuda İran’ın nükleer enerji alanındaki çalışmalarının engellenmesi için Batılı devletler ekonomik yaptırımlar gerçekleştirmekte ve bu politikanın da başarılı olduğu görülmektedir.

Nükleer çalışmaların etkilenmesinin bir sebebi de Fahrizade suikastidir. Fahrizade’nin öldürülmesinin asıl sorumlusu olarak İsrail görülmüştür. İki devletin sorunlu olan ilişkisi, söz konusu suikast ile daha gerginleşmiştir. İsrail, faaliyetlerinden dolayı İran’ı her zaman bölge için büyük bir tehdit olarak görmüştür (Çiçekçi, 2015: 44). İran, 27 Kasım 2020 tarihinde gerçekleşen nükleer fizikçi Muhsin Fahrizade suikastının özel yöntemler kullanılarak uzak bir mesafeden gerçekleştirildiğini açıklamıştır. Bazı analistler, İsrail’in bu saldırıyla birlikte asıl amacının başkanlık koltuğuna oturacak olan Joe Biden’ın yeniden anlaşmaya dönmesini engellemek olduğunu söylemiştir ancak İsrail saldırı hakkında herhangi bir onay veya ret açıklamasında bulunmamıştır (Kleinman, 2020). Sonuçlanamayan bu olayın sorumlusu bulunduğunda, İsrail olsun veya olmasın İran’ın karşılık vermekte çekinmeyeceği yetkililerin açıklamalarından anlaşılabilir.

İran için önemli olaylardan birisi de 2020 yılında Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn, Sudan, Fas, ABD ve İsrail arasında imzalanan Abraham Anlaşmaları’dır. Abraham Anlaşmaları’nın amacı Ortadoğu’da barışın ve din özgürlüğünün sağlanmasıdır (www.state.gov, 2021). Söz konusu anlaşma amacında barış ifadelerini barındırsa bile, Körfez ülkelerinin Amerikan silahlarını almalarına ve İsrail’in ülkelere silah satışına olanak tanımıştır ve böylece İran güvenlik endişesine maruz bırakılmıştır (Kuo, 2021). İran’ın yaşandığı güvenlik endişesi sonucunda hareket edebileceği ve bunun sonucunda hızlı olan çalışmalarını artırabileceği ihtimali bulunmaktadır.

2021 yılına gelindiğinde, ABD’nin yeni başkanı Joe Biden’ın nükleer anlaşmaya geri dönme noktasındaki açıklamaları İran-ABD ilişkilerinde yeniden diplomasi olabilir mi sorusunu gündeme getirmiştir. Ancak Biden yönetimi, İran’ı sınırlamak ve üzerinde baskı kurmak isterse Abraham Antlaşmaları aracılığıyla bölgede kendisini destekleyecek ülkeleri bulacaktır (Kuo, 2021). Biden, anlaşmaya hemen dönmekten ziyade İran’da oluşan değişimleri görmek istediğini açıklamıştır. İran ise, yaptırımlar kaldırılmadan herhangi bir hareketi reddederek cevap vermeyi tercih etmiştir (Turak, 2021). Bakıldığında, iki tarafın sürekli olarak karşılıklı beklenti içerisine girmesinin günümüzde halen bir anlaşmaya varılamamasına neden olduğu ifade edilebilir.

Biden, sadece İran ile görüşme düşüncesiyle sınırlı kalmamış, aynı zamanda İsrail ile de İran nükleer politikalarını incelemek için görüşmelerde bulunmuştur. Netanyahu yaptığı bir konuşmasında İran’ın nükleer silah elde etmemesi için anlaşmalı veya anlaşmasız her şeyi yapacaklarını dile getirmiştir. Biden’ın diplomasi yanlısı tutumu çerçevesinde iki devletin ulusal güvenlik danışmanları tarafından gerçekleştirilen görüşmelerin sonucunda İsrail’in diplomasiye olan karşıtlığının yumuşadığı açıklamalarda yer almıştır (Al Jazeera, 2021).

ABD’nin bölgede büyük bir etkinliği ve destekçileri bulunmaktadır. Diplomasi yolunu tercih etsin veya etmesin İran ile mücadele edeceği bir gerçektir. Ancak İran’ın, karşısında hangi devlet olursa olsun kendi istediği gibi davranmakta kararlı olduğu bellidir ve nükleer çalışmalarından yakın gelecekte vazgeçmeyeceği söylenebilir. Biden’ın diplomasi için uğraşacağı açıklamalarından anlaşılsa da İran tarafından beklenilen hareketin sonuçsuz kalmasıyla birlikte Obama döneminde olduğu gibi diplomasi tutumunun değişmesine neden olabilir. İran’ın, kendi istekleri doğrultusunda gerçekleştirdiği çalışmalardan kaynaklı olarak yaşayacağı sorunların ABD tarafından yaptırımlarla sınırlı kalacağı düşünülmektedir. Asıl mücadele açıklamalarından anlaşılacağı üzere şu an için İsrail ile verilebilir. Bununla birlikte liderlerin değişmesiyle ülkelerin bazı politikalarının da değişebileceği göz önünde bulundurulursa Mart ayı içerisinde İsrail seçimlerinin olacağı da hesaba katılmalıdır. Ayrıca yıl içerisinde sadece İsrail’in seçimleri olmayacak, Haziran ayında İran’da da bir seçim gerçekleştirilecektir. Biden ile birlikte ABD politikalarında değişim olduğu gibi ciddi bir dönüşüm olmasa bile İran seçimlerinden sonra açıklamalar ve eylemler boyutunda farklılıkların olma ihtimali bulunmaktadır.

 

Sonuç

Nükleer enerji, dünya gündeminde önem arz etmektedir. Çünkü nükleer enerji, başta güç unsuru olmakla birlikte uluslararası alanda güç dengelerini değiştirebilecek ve caydırıcılık unsuru oluşturabilecek bir etken olmakla birlikte, diğer taraftan artan enerji arzı karşısında devletlerin enerji ihtiyaçlarını karşılayabilmek amacıyla sıklıkla başvurduğu alternatif enerji kaynakları arasında görülmektedir. İran, nükleer enerjiyi her iki amaçla da kullanmak istemektedir. Bölgede kendine tehdit olarak gördüğü İsrail başta olmak üzere bölge devletleri ve bölge dışı devletlere karşı nükleer enerjiyi bir koz olarak kullanmaktadır. Diğer yandan enerji kaynakları açısından dünyada önde gelen ülkelerden biri olan İran, nükleer enerjiyi üreterek kendi enerji ihtiyacını karşılayabilecek, sahip olduğu enerji kaynaklarını da ihraç ederek ekonomisini güçlendirebilecek, enerji piyasasını yönetebilecek ve piyasaya olan bağımlılığını daha kırılgan hale getirebilecektir.

İran, nükleer enerji ve uranyum zenginleştirme çalışmalarını 1957 yılından beri sürdürmektedir. Başlangıçta destek gördüğü projede İslam Devrimi’nden itibaren desteği kesilmiş ve yalnız kalmasıyla beraber farklı ve zorlu yaptırımlara maruz bırakılmıştır. Ancak söz konusu yaptırımlar nükleer enerji planlarının kaldırılmasına neden olmamış ve İran, tek başına olsa da çalışmalarına devam etmiştir. Günümüzde İran’ın kararlılığı halen devam etmektedir ve çalışmalarının durdurulmasına dair herhangi bir açıklamanın dile getirileceği görülmemektedir. Ayrıca İran amacının barışçıl olduğuna dair açıklamalarda bulunsa bile nükleer enerjinin olduğu bir ortamda risk her zaman mevcuttur ve bu risk birçok devleti endişeye sürüklemektedir. Nükleer enerji çalışmalarına hızla devam ettiği ve herhangi bir sınırlama uygulamadığı sürece İran, bölgede tehlike olarak anılmaya devam edecektir.

Asıl amacı yaptırımlardan kurtulmak olan İran’ın, Biden’ın 2015 yılındaki nükleer anlaşmaya geri dönmeye yönelik açıklamalarından yararlanarak yaptırımların durdurulmasını sağlamaya çalışmakta olduğu söylenebilir. Ancak elinde kozu olan ve bundan yararlanmak isteyen tek devlet İran değildir. ABD, her ne kadar diplomasiye ve karşılıklı iletişime dayalı açıklamalarda bulunsa da, yaptırımları uygulayan ülke olması bakımından İran üzerinde etkili olmakta ve etkisini İran’ın kurallara uymasına mecbur bırakmak açısından kullanmaktadır. Yaptırımların İran’ın ekonomisi üzerindeki küçümsenmeyecek derecedeki olumsuz etkisi göz önünde bulundurulursa ve ABD antlaşma konusunda ılımlı davranmaya, diplomatik yollar konusunda açıklamalar yapmaya devam ederse İran, Biden hükümetine olumlu bir karşılık verebilir. Ancak İran’ın şimdiye kadar sergilediği ve halen sergilemekte olduğu inatçı yaklaşımının da devam etme ihtimali bulunmaktadır. İran’ın Biden’ın dediği gibi anlaşma hükümlerine uymak yerine farklı bir yaklaşımı ılımlı söylemleri yok edebilir ve yaptırımların devamına neden olabilir. Ancak Biden hükümeti şu an için harekete geçmemiştir. Ayrıca ABD, bölgede İsrail ile ortak çalışmalar da gerçekleştirmektedir ve İsrail’in gündeminde yeni bir seçim bulunmaktadır. Seçim sonucunda gelen yeni bir İsrail lideri hem ABD-İsrail ilişkilerini az olsa bile etkileyebilir hem de iki devletin İran politikasında bazı farklılıkların yaşanmasına neden olabilir. Aynı zamanda İran’ın Haziran ayında seçimleri bulunmaktadır. İran seçimleri sonucunda nükleer enerji çalışmalarında ve ABD, İsrail gibi devletlerle ilişkilerinde farklı bir tutum izlenebilir.

 

Beyza TÜKENMEZ

Akademi Birimi

 

 

Kaynakça

Ahıshalı, M. M., (2019). İran’ın Batı’yı kaygılandıran nükleer tesisleri. (11.07.2019), https://www.aa.com.tr/tr/dunya/iranin-batiyi-kaygilandiran-nukleer-tesisleri-/1529098 (Erişim Tarihi 14.03.2021).

Adams, P., (2020). After Trump, what will Biden do about Iran?. (18.11.2020), https://www.bbc.com/news/world-middle-east-54958361 (Erişim Tarihi 18.03.2021).

Akbaş, Z., Baş, A. (2013). İran’ın Nükleer Enerji Politikası ve Yansımaları. History Studies, Cilt: 5 Sayı: 2, Mart, 2013, ss.21-44.

Al Jazeera, (2021). US, Israel hold talks on Iran nuclear diplomacy, security threats. (11.03.2021), https://www.aljazeera.com/news/2021/3/11/xx-hold-us-israel-meeting-thursday (Erişim Tarihi 19.03.2021).

Aygün, F. T. (2019). ABD-İran Geriliminin Irak’a Yansımaları ve Siyasi Kutuplaşma. Ortadoğu Analiz, Cilt: 10 Sayı: 88, Temmuz-Ağustos, 2019, ss.42-45.

BBC, (2019). Six charts that show how hard US sanctions have hit Iran. (09.12.2019),  https://www.bbc.com/news/world-middle-east-48119109 (Erişim Tarihi 19.03.2021).

Çam, T., (2018). Dünden bugüne İran nükleer anlaşması. (09.05.2018), https://www.aa.com.tr/tr/dunya/dunden-bugune-iran-nukleer-anlasmasi/1139503 (Erişim Tarihi 15.03.2021).

Çiçekçi, C. (2015). Bir ‘Faydalı Tehdit’ Hikayesi: İsrail’in ‘İran Tehdidi’ Söyleminin İşlevselliği. Ortadoğu Analiz, Cilt: 7 Sayı: 70, 44-45, Eylül-Ekim, 2015.

Heywood, A. (2018). Küresel Siyaset. Ankara: BB101 Yayınları, 2018.

Jane, M. (2017). İran’ın Nükleer Politikasının Gelişimi ve Uygulanan Ambargo ve Yaptırımların Dış Politikasına Etkilerinin Analizi. Bölgesel Araştırmalar Dergisi, Cilt: 1 Sayı: 2, 264-314, Ekim, 2017.

Kibaroğlu, M. (2013). İran’ın Nükleer Programı ve Türkiye. Bilge Strateji, Cilt: 5 Sayı: 9, 1-8, Güz, 2013.

Kleinman, Z., (2020). Mohsen Fakhrizadeh: ‘Machine-gun with AI’ used to kill Iran scientist. (07.12.2020),  https://www.bbc.com/news/world-middle-east-55214359 (Erişim Tarihi 18.03.2021).

Köse, T. (2008). İran Nükleer Programı ve Ortadoğu Siyaseti: Güç Dengeleri ve Diplomasinin İmkanları. Ankara: SETA Yayınları, 2008.

Kuo, M. A., (2021). Israel, Iran, and China: US-Middle East Relations. (10.03.2021),  https://thediplomat.com/2021/03/israel-iran-and-china-us-middle-east-relations/ (Erişim Tarihi 19.03.2021).

Pamir, N. (2017). Enerjinin İktidarı. İstanbul: Hayy Kitap, 2017.

Sinkaya, B. (2009). Obama Döneminde ABD-İran İlişkileri ve Değişim Seansı. Ortadoğu Analiz, Cilt: 1 Sayı: 1, 41-49, Ocak, 2009.

Şen, G. (2021). Trump Dönemi ve Sonrasında İran’ın Nükleer Programı Üzerine Bir İnceleme. Güvenlik Yazıları Serisi, No: 55, 1-9, Haziran, 2021.

Telatar, G. (2012). Barack Obama Yönetiminin İran’ın Nükleer Faaliyetlerine Yönelik Politikası. Akademik ORTA DOĞU, Cilt: 7 Sayı: 1, 53-78, 2012.

Turak, N. (2021). Biden team takes a major step in offering to start talks with Iran as Tehran’s sanctions deadline approaches. (19.02.2021), https://www.cnbc.com/2021/02/19/jcpoa-bidens-return-to-the-iran-nuclear-deal-is-getting-harder.html (Erişim Tarihi 16.03.2021).

Uşaklı, A. B. (2009). Nükleer Güç Olarak İran’ın Uluslararası Sistemdeki Yeni Konumu ve Konunun Türkiye Açısından Değerlendirilmesi. Stratejik Araştırmalar Dergisi, Cilt: 7 Sayı: 13, 108-123, Mayıs, 2009.

www.state.gov, (2021). The Abraham Accords. https://www.state.gov/the-abraham-accords/ (Erişim Tarihi 20.03.2021).

Uzun, Ö. S. (2019). İran Nükleer Programıyla İlgili Güncel Tartışmalar. Erol, M. S., Ekşi, M., Uluslararası İlişkilerde Güncel Sorunlar, Ankara: Akçağ Yayınları, 243-261.

20. Yüzyıl Britanya Tiyatrosunda İkinci Dalga Feminizmin Etkileri

 

Özet 

1960’lı yıllar ile birlikte tiyatro geleneğinin içinde yer almaya başlayan feminist tiyatro, 20. yüzyıl Britanya tiyatrosunun geleneksel, erkek-merkezci yapısına karşıt bir görüş olarak gelişmiştir. İkinci dalga feminizmin etkilerinin hissedildiği feminist tiyatro ile kadınlar, arka plana atılan ve görmezden gelinen yaşamlarını ve deneyimlerini kaleme alma fırsatı edinmenin yanı sıra ataerkil ideoloji ve toplumsal cinsiyet rollerini de eleştirmeyi ihmal etmemişlerdir. Feminizm ve tiyatro arasında gelişen bu yakın ilişki, tiyatro geleneğine farklı içerik ve söylemler katmakla kalmayıp aynı zamanda hem sahnede hem de sahne arkasında kadın varlığının artmasına olanak vermiştir. Bu araştırma yazısında ikinci feminist dalga ile feminist tiyatro arasındaki ilişki, feminist tiyatronun gelişimi ve tiyatro geleneğine kattığı yenilikler ele alınırken aynı zamanda geleneksel tiyatro ile bir karşılaştırmasının yapılması amaçlanmaktadır. Bu bağlamda, ilk olarak feminizm ve feminizmin tarihsel süreçlerine değinilecektir. Ardından geçmişten günümüze Batı’nın geleneksel tiyatrosunun kadınlara karşı tutumu incelenecektir ve son bölümde ise, feminist tiyatro detaylı bir şekilde ele alınacaktır.

 

Anahtar Kelimeler: Feminizm, Britanya, Tiyatro, Feminist Tiyatro, İkinci Dalga Feminizm

 

Abstract 

Feminist theater, which started to take place in the theater tradition in the 1960s, has developed as a counter-view to the traditional, male-centric structure of 20th century British theater. With the feminist theater, where the effects of second wave feminism were felt, women didn’t neglect to criticize the patriarchal ideology and gender roles, as well as having the opportunity to write about their lives and experiences that were thrown into the background. This close relationship between feminism and theater not only added different content and discourses to the theatrical tradition, but also enabled the presence of women both on the stage and behind the stage to increase. In this context, firstly, feminism and the historical processes of feminism will be touched upon. Then, the attitude of the western traditional theater towards women from the past to the present will be examined and in the last section, feminist theater will be discussed in detail.

Keywords: Feminism, Britain, Theater, feminist Theater, Second-wave Feminism

 

Giriş

Tiyatro, tarihin en eski sahne sanatlarından biri olmakla beraber, Batı’nın geleneksel tiyatro tarihinin başlangıcı kabul edilen Antik Yunan döneminden itibaren değişerek ve gelişerek günümüze kadar ulaşmıştır. Tiyatro, her sınıftan insanın kendisini ifade ettiği ve gerektiğinde araç olarak kullandığı bir sanat dalı olmuştur. Ancak Antik Yunan döneminden beri benimsenmiş olan cinsiyet temelli kamusal alan-özel alan ayrımı, kadının tiyatro geleneğinde yer edinememesine sebep olmuştur. Kadının ve kadın tarihinin görünmez sayılmasının sebebi ise kadının özel alana ait olduğu veya yeterli niteliklere sahip olmadığı iddiası ile gerçekleşmiştir. 20. yüzyıl Britanya tiyatrosuna bakıldığında ise bu geleneğin, biraz gelişim gösterse dahi, aynı şekilde devam ettiğini söylemek mümkündür. Ancak 1960’lı yıllara gelindiğinde feminist tiyatro kendini göstermeye başlamış ve bu sayede kadınlar, tiyatroda kendilerine yer açmanın bir yolunu bulabilmişlerdir.

Toplumun her alanında cinsiyetler arasında eşitliği savunan feminizm, 18. yüzyılda kadınların özgürlük hareketi ile başlamıştır ve günümüze kadar üç dalga halinde seyretmiştir. Bu dalgalardan biri olan ikinci feminist dalga ile feminist tiyatronun yakın tarihlerde ortaya çıkması bir tesadüf değildir. Kadınların kendi bedenleri üzerinde hak talebinde bulundukları ve kamusal-özel alan ayrımına karşı çıktıkları ikinci dalga feminizmin bir yansıması olarak ortaya çıkan feminist tiyatro, kadınların mücadelelerinin sahnede yansımasını bulmasını sağlamıştır. Ataerkil sistemin benimsendiği geleneksel tiyatro anlayışına karşıt bir duruş sergileyen feminist tiyatro, konu içerikleri, söylemler ve kullanılan teknikler bakımından geleneksel tiyatrodan farklılık göstermiştir.

 

1. Feminizm ve Feminizmin Tarihsel Süreçleri

Feminizm, ataerkil düşünce sistemine karşı, cinsiyetlerin her türlü siyasal, sosyal, ekonomik ve toplumsal eşitliğini savunmaktadır. Bunun yanı sıra, kadınlara yüzyıllarca dayatılan toplumsal cinsiyet rollerine karşı çıkmaktadır ve kadınların toplumsal cinsiyet rollerinin baskısı olmadan özgürce kendi seçimlerini yapabilmesi gerektiğini savunmaktadır.

Feminizmin birçok tanımı bulunmaktadır. Bunun sebebi, tarihsel süreç içerisinde değişim geçirmesi, tarih ilerledikçe farklı amaçların, yaklaşımların ve bakış açılarının gelişmesi ve böylece kapsamının gün geçtikçe genişlemesi şeklinde yorumlanabilir. Ancak geniş kapsamlı bir tanım yapmak gerekirse feminizm, ataerkil ideolojiye karşı çıkan, kadınların hem özel hem de kamusal alanda maruz kaldıkları baskıyı sona erdirmeyi amaçlayan ve cinsiyetlerin her alanda eşitliği ve özgürlüğü için mücadele eden bir yaklaşımdır (Taş, 2016).

Feminizmin akademik alandaki ilk çalışması olarak görülen, Mary Wallstonecraft’ın 1792’de yazdığı “A Vindication of the Rights of Women” (Kadın Haklarının Savunusu) isimli eser tarihte oldukça önemli bir yere sahiptir (Donovan, 2014, s. 22). Kadınların mülkiyet ve miras hakkının olmadığı ve çocukları üzerinde de hak talebinde bulunamadığı 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarında tarih sahnesinde yerini alan birinci dalga feminizm ile birlikte kadınlar, Wallstonecraft’ın eserinde sunduğu talepler doğrultusunda oy hakkı, eğitimde fırsat eşitliği ve mülkiyet hakkı gibi temel hak taleplerinde bulunmuşlardır ve bu hakları kazanabilmek adına bir mücadele içerisinde olmuşlardır. “Cinsel Devrim” olarak da adlandırılan birinci dalganın sonucunda, Birinci Dünya Savaşı’nın ardından, ABD, Rusya, İngiltere ve Almanya gibi birçok ülkede kadınlar, erkekler ile aynı oy hakkına kavuşabilmiştir.

1960’lı yıllarda ortaya çıkan ikinci dalga feminizm ise, gebelik ve doğum kontrol yöntemleri ile ilgili teknolojilerin gelişmesi ile ortaya çıkmıştır. Bu dalgada kadınların mücadelesi siyasi ve ekonomik alanın yanı sıra, toplumsal alanda da kendisini göstermiştir. Bununla birlikte o dönemde Simone de Beauvoir’in “Kadın olunmaz, kadın doğulur.” sözü bir slogan haline gelmiştir. Böylece kadınlar, kendi bedenleri üzerinde karar alma yetkisine sahip olabilmek adına bir mücadele göstermiş ve toplum tarafından dayatılan cinsiyet rollerine karşı çıkmışlardır. Annelik ve eş tanımlamalarıyla özel alana kapatılan kadınlar, kamusal alanda elde ettikleri hakları özel alanda da talep etmişlerdir. “Kişisel olan politiktir.” sözü kapsamında, kamusal ve özel alan arasındaki ayrımın ortadan kalkmasını ve aile içindeki rollerin de kamusal alandaki eşitlik düzeyine oturtulması gerektiğini savunmuşlardır.

Yine bu dönemde feminizm, burjuva kadınların kapsamından çıkmış ve belli bir grup kadın için değil, tüm kadınlar için bir mücadele haline gelmiştir. Bu bağlamda ortak sorunlar için ortak bir mücadele içerisinde olan kadınları birleştirici bir ideoloji olarak “kız kardeşlik” argümanı ortaya çıkmıştır. Feminizmin bütün kadınlara hitap etmesinin sonucu olarak, farklı hayat tarzlarına sahip kadınlar, farklı ideolojiler benimsemiştir. Bu durum ise, feminizmin içerisindeki yaklaşımların çeşitlenmesine ve ayrılıkçı düşüncelerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur.

1980’lerin sonlarında ortaya çıkan ve günümüze kadar gelmiş olan üçüncü dalga ile birlikte, kadınların özgürlük hareketi daha geniş bir çerçeveye yayılma imkânı elde etmiştir. Postmodern teorinin etkili olduğu üçüncü dalga, birinci ve ikinci dalgaya bir eleştiri getirerek bütün kadınların evrensel olarak ele alınamayacağını belirtmiş ve her kadının bireysel düzlemde değerlendirilmesi gerektiğini savunmuştur.

 

2. Geleneksel Tiyatro Kültürüne Bir Bakış

Tiyatro, tarihin en eski sanatlarından biri olmakla beraber tarihin her anında, her türlü hayata ve bakış açısına göre şekillenen, bu hayatlara uyum sağlamayı başarabilen bir sanattır. Gerektiğinde üst sınıfların araç olarak kullandığı tiyatro, gerektiğinde de alt sınıfların sesi haline gelmiştir. Ancak kadınların üzerindeki ataerkil ideoloji kaynaklı toplumsal baskı, onların yıllarca tiyatro geleneğinde yer edinmesini engellemiştir.

Geçmişten günümüze Batı’da gelişen tiyatro kültürüne bakıldığında ataerkil ideolojinin baskın olduğunu görmek mümkündür. Tiyatro oyunlarının konuları hep ataerkil sistem kapsamında belirlenmiştir ve geçmişe bakıldığında kadınların Antik Yunan, Roma ve Elizabeth Dönemi gibi dönemlerde sahneye çıkmasına dahi engel olunmuştur (Case, 2010, s. 43).  Kadınların yerine kadın rollerini oynamak için sahneye çıkan erkekler ise, kadınları kendi gözlerinden canlandırmışlardır. Oyunlarda hep erkeklerin tarihi söz konusu olmuştur ve kadınlar görmezden gelindiği gibi kadınların tarihi de yok sayılmıştır. 1960’lı yıllarda ortaya çıkan feminist tiyatronun amaçlarından biri bir nevi bilinen tarihi yeniden yazmak, kadınların gizli tarihini ortaya çıkartmak olmuştur.

Feminist tiyatrocular, tarihte ortaya koyulmuş tiyatro oyunlarını incelerken kadınların bu oyunlar içerisindeki yokluğunu sorgulamışlardır. Bu sorgulamaya cevap olarak her dönem için farklı yorumlar yapmak mümkün olsa da genel olarak ortaya çıkan sonuç, cinsiyetlerin tanımlanmış olduğu kamusal alan-özel alan ayrımından kaynaklanmaktadır. Tiyatrolarda da çoğunlukla kamusal alan ve bu nedenle erkek temsili söz konusu olmaktadır. Görünmez olarak kabul edilen özel alanla birlikte ise, kadın da görünmez olmuştur. Bu dönemlerde oyunlarda kadın karakterler yer alsa da sahnedeki bu kadınlar aslında “ataerkil ideolojiyi temsil eden bir kadın” olarak kabul edilmektedir (Case, 2010, s. 37). Bu kadın, daha önce de değinildiği üzere, erkekler tarafından canlandırılan ve erkeğin bakış açısı ile oluşan bir kadındır. Bu yüzden kadınların gerçek deneyimlerini ve düşüncelerini ortaya koyamamaktadır. Bu bağlamda, Aristoteles tarafından yazılan ve klasik tiyatronun tanımını yapan ilk eserlerden biri olarak günümüze ulaşan “Poetika” ile bir örneklendirme sunmak, dönemin daha iyi anlaşılmasına istinaden yerinde olacaktır (Case, 2010, s. 47). Aristoteles bu eserinde, sınıf ayrımını cinsiyet temelinde ele almaktadır. Eserde, en üst konuma erkeği yerleştirirken kadını erkeğe tabi bir varlık olarak kabul etmektedir. Eserinde belirttiği “uygunluk” ilkesi de karakterleri canlandırmada belirlediği şartlar arasından verilebilecek yerinde bir örnektir. Bu ilkeye göre kadın, erkeğin sahip olduğu cesur veya zeki olmak gibi sıfatlara sahip olmadığı için bu sıfatlara sahip karakterlere bürünebilecek kapasitede değildir. Bu düşünce sisteminden yola çıkarak alt tabaka olarak görülen kadının hem sahnede hem de seyirciler arasında bulunmadığını söylemek mümkündür. Böyle bir sistemin içinde yer alan kadınların da 17. yüzyıla kadar oldukça az sayıda eser üretmeleri şaşırtıcı bir durum değildir. Yakın geçmişe bakıldığında ise, bahsedilen dönemlere göre kadınların tiyatrodaki yeri büyüse de yine de hiçbir zaman ne erkeklerle eşit ne de onlardan daha fazla yere sahip olabilmişlerdir.

1960’lı yıllarda Avrupa ve ABD’de kendini gösteren feminist tiyatro ile kadınlar, konuşulmayan kadın sorunlarını, görmezden gelinen kadın tarihini ve politik kabul edilmediği için tiyatroya dâhil edilmeyen özel alanı açığa çıkartma çabası içine girmişlerdir. Ancak feminist tiyatro bölgeden bölgeye farklılıklar içermektedir. Buna göre, ABD’de orta-sınıf kadınların dâhil olduğu radikalizm bağlamında bir gelenek benimsenmişken, İngiltere’de daha çok işçi sınıfı kadınların yer aldığı materyalist bakış açısı etkili olmuştur. Feminist tiyatronun Britanya özelinde gelişimi ise, üçüncü bölümde ele alınacaktır.

 

3. İkinci Feminist Dalga ile Britanya Özelinde Feminist Tiyatro

Britanya’da feminist tiyatronun ortaya çıkışı 1960’lı yıllara dayanmaktadır. Toplumun giderek sanayileşmesi ve yaşanılan dünya savaşlarının ardından azalan erkek nüfusunun sonucu olarak kadınların iş ve toplum hayatında daha görünür hale gelmesiyle bu görünürlük kısa bir süre içerisinde sanatsal yaşamda da belirmeye başlamıştır. Tiyatro oyunlarının kendi yaşadıkları hayata ne kadar az değindiğini fark eden kadınlar, hayatlarını kaleme almak ve bunu sergilemek istemişlerdir. 1968 yılında sansürün ortadan kalkmasıyla birlikte hem oyunlarda ele alınacak konularda hem de kullanılacak biçimlerde güncel, siyasal ve sosyal fikirlerin kullanılabilmesi mümkün olmuştur. Böylece feminist tiyatronun sanat dünyasına kazandırılmasıyla toplumda ötekileştirilen her türlü durumun aktarılabilmesi mümkün olmuştur.

Birinci dalga feminizm hareketiyle temel haklara sahip olan kadınların, kendi bedenleri üzerindeki hak talebi ve özgürlük arayışı 1960’larda ortaya çıkan ikinci feminist dalgayı oluşturmuştur. Kadınlar bu özgürlük arayışını kendi deneyimleri ile harmanlayarak tiyatro sahnelerine de yansıtmış ve sahnede var olan eril bakış açısını sorgulamışlardır. Bunun yanı sıra ikinci dalga ile birlikte yaşamlarına giren “özel olan politiktir” sloganını benimseyen kadınlar, özel alandaki hayatlarını politik olan tiyatro sahnesine yansıtarak bu slogana daha fazla vurgu yapmaktadırlar. Bu bağlamda özel alanı tartışmaya açma ve ataerkil ideolojinin toplumsal hayata olan olumsuz etkisini her yönden öne çıkarma amacı benimsenmiştir. Böylece tiyatroda önyargıların kırıldığı ve kadınlara özgürlük temelinde güvenli bir alanın sunulduğu bir ortam oluşturulmaya çalışılmıştır.

Tiyatronun feminizmin içerisinde bir araç haline gelmesi ise, hem birinci hem de ikinci dalgada kadınlar tarafından yapılan gösteriler ile söz konusu olmuştur. Sanat, bu gösterilerde renklendirici bir faktör olarak yer edinmiştir ve duyurulmak istenen amaç kurulan küçük sokak tiyatroları ile halka aktarılmıştır.  Bu bağlamda 1970’li yılların başında, “Dünya Güzeli” yarışmalarına karşı yapılan gösterilerde en çok bilinen sokak tiyatrolarından biri olan “The Women’s Street Theatre Group” tarafından sahnelenen eleştirel oyunlar verilebilecek örneklerden biridir (Aston, 1994).

Feminizm ve kadının, tiyatronun bir parçası haline gelmesiyle birçok değişiklik de meydana gelmiştir. Bunlara değinmeden önce bu dönemde Britanya’da benimsenmiş olan ana akım tiyatro geleneğine bir göz atmak gerekirse, cinsiyetçi bir hiyerarşi ile yönetildiğini ve erkek-merkezci bir sahne anlayışını benimsendiğini söylemek mümkündür. Kadın yazar ve yönetmenlerin bu tiyatrolarda nadiren yer alması ya da hiçbir şekilde yer alamaması, erkek-merkezli ana akım tiyatrosunun mevcut halinden memnun bir tutum sergilediğini ve kadınların bu dönemde de görmezden gelindiğini göstermektedir. Bu bağlamda dönemin Britanya’sında önemli bir pozisyonda yer alan Royal Court’da 1956-1975 yılları arasında sergilenen 250 oyundan sadece 17’si kadınlar tarafından yazılmış ya da yönetilmiştir (Aston, 1994). Bunun yanı sıra, İkinci dalga feminizmin erkek yazarlar üzerinde nasıl bir etkisi olduğu sorusuna bir cevap vermek gerekirse, bu cevabın hiç de tatmin edici olmayacağı ileri sürülebilmektedir. Geleneksel tiyatro ve ataerkil ideolojiden vazgeçmeye niyeti olmayan bu kişilerin çok az bir kısmının feminist akımdan etkilendiği bir gerçektir. Sahneye yansıtılan oyunlarda yine erkek gözünden bir bakış mevcuttur ve kadınlar yan unsur olarak görülmeye devam edilmiştir.

Mevcut ana akım tiyatro geleneğine bir karşıt görüş olarak yeşeren feminist tiyatroya ilk olarak konu bakımından meydana gelen değişikliklerle değinmek doğru olacaktır. İkinci dalga feminizmin de katkısıyla kamusal alan-özel alan ayrımına karşı gelişen başkaldırı ile birlikte kadının özel alanda yaşadığı her deneyim tiyatronun konusu olabilecek bir hale gelmiştir. Kadınların yaşamları ve sorunlarına inilmiştir, üzerindeki toplumsal baskının eleştirel bir yorumla sahneye taşınması söz konusu olmuştur. Britanya’da feminizmin materyalist bir yaklaşımla ele alınmasından dolayı cinsiyet eşitsizliğinin yanı sıra birçok oyunda kadınlar arasındaki sınıf çatışması da ihmal edilmemiştir (Reinelt, 1990). Ayrıca bilinen tarihte kadının yokluğunu eleştiren kadınlar, tarihi saklı yönleriyle tekrar ele almıştır ve kadınların tarihini ortaya çıkarmayı amaçlamıştır. Bu bağlamda mevcut tarih anlayışında yer edinmemiş olan yazarların oyunlarının sahnelenmesi ya da tarihte görünmez olan kadın kahramanların güncel oyunlarda yer edinmesi, feminist tiyatro açısından önemli bir hale gelmiştir. Ayrıca geleneksel tiyatroda benimsenmiş olan soyut konular yerine somut konuların işlenmesinden dolayı daha gerçekçi eserler ortaya çıkmıştır. Yazılan oyunlar kurmaca da olsa neredeyse hepsinin kaynağını öz yaşam hikâyeleri oluşturmaktadır (Gül, 2009). Ek olarak, ataerkil sistemin dışında veya içinde olan, bu sisteme uyum sağlayan veya sağlamayan her türlü kadın, feminist tiyatronun konusu olurken, kadın söylem ve kültürünün de oluşturulması amacıyla kadın-merkezci oyunların, kadın bakış açısıyla üretildiğini belirtmek gerekmektedir.

Değişen ve çeşitlenen konu içeriği ile birlikte kullanılan dil ve hitap edilen seyirci kitlesi de aynı şekilde çeşitlenmiştir. Kadın yazarların koltuğa oturmasıyla birlikte ana akım tiyatroda kullanılan eril dil değişikliğe uğramaya başlamıştır. Genel olarak, kadın yazarlar eril bir dilin oluşmasına neden olan alt söylemleri ve kalıplaşmış ifadeleri kullanmaktan kaçınmıştır ve “yeni bir dil kurma” amacı ile hareket etmiştir (Gül, 2009). Ayrıca kadınlar tarafından yazılan oyunların kadınlar tarafından sahnelenmesinden dolayı seyirci kitlesindeki kadın sayısında da artış yaşanmıştır. Tiyatroyu binalardan çıkarıp yaşamın her alanına taşıma arzusuyla hareket eden kadınlar, tiyatroya gitmeyen seyirci kitlesine ulaşmak amacıyla oyunlarını okul, kütüphane ve toplum merkezi gibi mekânlarda da gerçekleştirmişlerdir. Çocuk bakımından dolayı tiyatroya vakit ayıramayan kadınlar için özel organizasyonlar yapılmıştır ve kreş desteği de ihmal edilmemiştir (Aston, 1994). Buna ek olarak, oyunların ardından seyirci ile oyun üzerine yapılan tartışmalar seyircinin sahnelenen oyunla daha çok bütünleşmesini sağlamıştır. Bu bakımdan feminist tiyatronun önemli bir özelliği haline gelen “kadınlar arasında dayanışma” bu şekilde sağlanabilmiştir. Dayanışmanın sağlanması, oyunun yazım ve sahneleme aşamasında da olabildiğince benimsenmiştir. Bu bağlamda, geleneksel tiyatro tarafından uygulanan hiyerarşik yapı reddedilmiştir. Bahsi geçen yapı, yazarın merkeze alınıp sadece onun bakış açısından yazılan ve onun isteği üzerine şekillenerek sahnelenen oyunlardan oluşmaktadır. Feminist tiyatroda ise, daha demokratik ve dayanışma esaslı bir yapım aşaması izlenmektedir. Buna göre, sahnede ya da sahne arkasında yer alacak herkesin fikrinin dâhil edildiği kolektif bir yol tercih edilmektedir. Her çalışanın aktif olarak yer aldığı bu kolektif anlayış ile birlikte belirlenen konuların her yönüyle ele alınması amaçlanmaktadır. Bu anlayış ile birlikte kapitalist kültürün benimsendiği sanat camiasındaki hırs ve rekabet duygusundan uzaklaşılması ve bütünleşmiş bir grup bilinci ile hareket edilmesi amaçlanmıştır (Gül, 2009). Özellikle 1970 sonrası, feminizmi benimsemiş tiyatro kuruluşları bu kolektif yapının sağlanmasında önemli bir yere sahip olmuştur. Bu bağlamda verilebilecek bir örnek ise, ünlü feminist yazarlardan biri olan Carly Churchill’in “Cloud Nine” oyununu “Joint Stock” isimli bir kuruluşun bünyesinde gerçekleştirdiği atölye çalışmalarıyla oluşturmasıdır (Şentürk, 2020).

“Women’s Theatre Group” ve “Monstrous Regiment” 1970 sonrası kurulan tiyatro kuruluşlarının en çok bilinenlerindendir (Ponnuswami, 1995). Women’s Theatre Group, kadın istihdamını sağlamak amacıyla, sadece kadınlardan oluşmaktadır. Kendi bünyesinde oluşturduğu kolektif oyunların yanı sıra serbest yazarların oyunları da zaman zaman sahnelenmiştir. Women’s Theatre Group, benzeri birçok kuruluşla ortak noktalara sahip olsa da sadece kadınlardan oluşan bir kuruluş olarak gerçekleştirdiği turneler ile kadınları tiyatro oyunlarında sıklıkla görmeye alışkın olmayan geleneksel düşünceye sahip seyircilere meydan okuması, onu farklı bir konuma getirmektedir (Wandor, 1984). Monstrous Regiment ise, Women’s Theatre Group’dan farklı olarak, karma bir yapıya sahiptir. Amaçları, tiyatronun her alanında azınlık halde bulunan kadınları çoğunluk haline getirerek kadın-merkezli oyunlar sahnelemektir. Monstrous Regiment belirlediği bu amaca ulaşmaya çalışırken bünyesinde barındırdığı erkekleri kuruluşun bir parçası haline getirmeye çalışmıştır ve erkeklerin üzerinde bir baskı kurmamıştır (Wandor, 1984). Bunların yanı sıra “The Red Ladder”, “Gay Sweatshop” ve “Women’s Playhouse Trust” gibi daha birçok kuruluş, kadınların tiyatro geleneğine dâhil edilmesi amacıyla çalışmalar gerçekleştirmiştir.

Bunlara ek olarak, feminist tiyatronun kullandığı biçim ve tekniklere bakılacak olursa, kadınların ya eleştirel biçimlere yöneldiğini ya da ana akım tiyatronun tekniklerini değiştirerek kullandığını söylemek mümkündür. Britanya’da feminist tiyatroyu benimsenmiş kadınlar geleneksel tiyatroda rağbet gören natüralist ve realist geleneğin aksine politik içeriğin söz konusu ve benimsenen ideolojinin görünür olmasını amaçlayan epik tiyatroyu tercih etmiştir (Reinelt, 1990). Epik tiyatronun amacı, seyircinin oyuna eleştirel bir şekilde bakabilmesidir. Seyircinin, sahnede olup bitenle özdeşleşmesinin aksine toplumu ve toplumsal ilişkileri eleştirel bir dille ele alarak seyircinin de eleştirel gözle bakabilmesini ve üzerinde düşünerek bilinçlenmesini sağlamaktır (Arıcı, 2006). Bu bağlamda kullanılan tekniklerden bazıları ise, tarihselleştirme, yabancılaştırma etkisi ve gestus’dur (Şentürk, 2020). Bu tekniklerle toplumsal cinsiyet birçok yönden eleştiri konusu olarak ele alınmıştır.

Tarihselleştirmeyle birlikte, geçmiş ile yakın zaman arasında bağlantı kurulmakta, tarihsel gerçekler ele alınarak insanlığın tarih içindeki değişimi gözler önüne serilmektedir (Şener, 2006, s. 273). Bu şekilde, değişimin olasılığı ve gerekliliği vurgulanmaktadır. Tarihselleştirme tekniğiyle, ataerkil sistemin bir sonucu haline gelen toplumsal cinsiyetin tarihsel süreçte oluşan nedenleri ve kadın-erkek ilişkileri arasındaki çelişkileri seyirciye sunmak amaçlanmaktadır. Carly Churchill’in “Top Girls” isimli oyununda, farklı dönemlerden kurgusal kadın karakterlerin bir araya toplandığı bir akşam yemeğinde, farklı tarihlerde yaşamış bu kadınların benzer baskılara uğraması üzerinden ataerkil ideolojinin bir eleştirisi yapılmaktadır (Şentürk, 2020).

Yabancılaştırma etkisi tekniği ise, bir olayın alışılmışın dışında, beklenmedik ve merak uyandıracak bir şekilde sunulmasıdır (Çelik, 2000). Bu teknik, ataerkil ideolojinin benimsendiği toplumlarda normal kabul edilen öğeleri alışılagelmemiş yollarla sahneye koymaktadır. Amaç, toplumsal cinsiyet rollerinin ve kalıplaşmış değerlerin sonradan öğrenildiğini anlatmaktır. Yabancılaştırma tekniği birçok şekilde sahnede kendini gösterebilir; oyunculara birden fazla rol verilmesi, oyuncuların karşı cins rolleri oynaması ve oyunlar içinde şarkıların kullanılması bunlardan bazılarıdır (Şentürk, 2020). The Red Ladder adlı kuruluş tarafından sergilenen ve toplumsal cinsiyet ile sınıf çatışmasının beraber ele alındığı “Strike While The Iron is Hot” oyununda baş karakterlerden biri olan Helen, kocasının evdeki işlere yardım etmesini sağlamaya çalışırken söylemek istediklerini bir şarkı aracılığıyla dile getirmiştir: “Ben senin küçük kadının, senin sevgilin. Maaşı olmayan ücretli bir köleyim. Bir bakım mühendisiyim” (Reinelt, 1990).

Son olarak gestus, oyuncunun tavrıyla davranışlarının ve oyunda benimsenen tavır üzerinden seyirciye verilmek istenen görüşün yansıtılmasıdır. Bu yöntem ile “ataerkil düzenin topluma dayattığı davranış kalıplarının altındaki gizli anlamları seyirciye iletmek” amaçlanmaktadır (Şentürk, 2020). Yukarıda bahsedilen “Strike While The Iron is Hot” adlı oyunda geçen bir bar sahnesinde barda oturan erkeklerin bir bardak dolusu bira içerken, kadınların yarım bardak bira içtiğini fark eden Helen’in kendisine bir sonraki sefere bardağını tam dolduracağını söylemesiyle toplumsal cinsiyet eşitsizliği bira bardağı üzerinden seyirciye aktarılmak istenmiştir (Reinelt, 1990).

 

Sonuç

Feminizm, toplumsal cinsiyet eşitsizliği temelli ataerkil kültürde, kadınların maruz kaldığı her türlü ayrımcılığa karşı ortaya çıkmış bir akımdır. 19. yüzyıl sonunda baş gösteren birinci feminist dalga içinde kadınlar oy ve mülkiyet hakkı gibi temel ve kamusal hak talebinde bulunurken 1930’lu yıllara gelindiğinde Avrupa’nın birçok ülkesinde bu hakka kavuşulmuştur. Ancak kamusal haklarını elde eden kadınlar, 1960’lı yıllarda özel alanın da tartışmaya açılmasını dile getirmiştir. İkinci dalga feminizmin içerisine dâhil edilerek kadınların hayatına yerleşen “özel olan politiktir” sloganı ile birlikte kadınlar, aile ve toplum içindeki rollerini eleştirirken aynı zamanda kendi bedenleri üzerinde de karar verme yetkisine sahip olmayı arzulamışlardır. Ek olarak, ikinci dalga feminizm döneminde feminizmin burjuva tekelinden çıkarılmaya başlanmasıyla birlikte farklı bakış açıları ve yaklaşımlar türemiştir. Son olarak, 1980’lerin sonunda dünya sahnesinde yerini alan üçüncü dalga feminizm ile birinci ve ikinci dalgaya yönelik eleştirel bir bakış açısı yakalanmıştır. Üçüncü dalga ile birlikte feminizmin daha geniş bir düzlemde devamlılık göstermesi, kadınların evrensel değil, bireysel bir şekilde ele alınması bilincini oluşturmuştur.

Bilinen en eski sanat dallarından biri olan tiyatro, ataerkil sistemin benimsendiği Batı’nın geleneksel tiyatro kültüründe kadının dışlandığı bir alan olmuştur. Tarih süresince kadınların hiç eser yazmadığını dile getirmek doğru değildir; ancak bu eserlerin görünmez sayıldığı ileri sürülebilmektedir. Antik Yunan Döneminden bu yana kamusal alan-özel alan ayrımının özümsendiği tiyatro geleneği ancak 1960’lı yıllarda ortaya çıkan feminist tiyatro ile kadınlara yer açabilmiştir. Feminist tiyatro geleneğini benimseyen kadınlar, özel alanın ve kadınların deneyimlerinin konu alındığı oyunlar yazmışlardır ve bu oyunlar da çoğunluğu kadınlardan oluşan oyuncular tarafından sahnelenmiştir. Bunun yanı sıra bilinen tarihin görünmez kıldığı kadın kahramanlar sahnede gösterilmiştir. Kadın yazarların artmasıyla birlikte değişen konu içerikleri de kalıplaşmış alt söylemlere sahip eril dilin değiştirilmesine ve seyirci kitlesindeki kadın sayısının artmasına olanak sağlamıştır. Buna ek olarak, ana akım tiyatro geleneği tarafından benimsenmiş natüralist ve realist kuramlar yerine, eleştirel bir kuram olan epik tiyatronun kadın yazarlar tarafından rağbet gördüğünü belirtmek mümkündür. Epik tiyatronun tekniklerinden faydalanan kadınlar, birçok yönden ataerkil sistemi eleştirme fırsatı bulmuşlardır.

Sonuç olarak, 1960’lı yıllarda Britanya’da kendini gösteren feminist tiyatro, kadınların toplumsal alandaki görünürlüğünün artmasına ve hak taleplerini daha yüksek bir sesle dile getirmesine olanak sağlamıştır. İkinci dalga feminizmin de birçok etkisinin görülebildiği feminist tiyatronun, Batı’nın geleneksel tiyatro kültüründe kadınlara yer açmayı başardığını söylemek mümkündür. 1960’lı yıllarda başlayan bu yeni gelenek, yakın zamanda yaşayan kadınları etkilemenin yanı sıra, tarih boyunca görünmez kılınan kadınlara da dikkat çekmiştir. Kısacası, ne kadar özel alana hapsedilmeye çalışılsa da feminist tiyatro ile birlikte kadınların her zaman tarihin bir parçası olduğunun ve bundan sonra da olacağının ispat edildiği görülmektedir.

 

TUBA TUTOĞLU 

Feminizm Okumaları Staj Programı

 

KAYNAKÇA

Arıcı, O. (2006). Epik Tiyatro ve Gestus Kavramı Üzerine. Alman Dili ve Edebiyatı Dergisi, 18, 87–104.

Aston, E. (1994). Finding a Voice: Feminism and The Theatre in The 1970s. In B. Moore-Gilbert (Ed.), The Arts in the 1970s (pp. 99–128). Routledge.

Baştan, A. (2015). Feminizm ve İngiliz Feminist Tiyatro. Akademik Sosyal Araştırmalar Dergisi, 21, 173–185.

Çakmak, B. (2013a). Batı’da Çağdaş Feminist Tiyatronun Gelişimi. Yedi: Sanat ve Bilim Dergisi, 10, 1–14.

Çakmak, B. (2013b). Batı’da Feminist Tiyatronun Oluşum Süreci. Yedi: Sanat ve Bilim Dergisi, 9, 23–33.

Case, S.-E. (2010). Feminizm ve Tiyatro. Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi.

Çelik, Y. (2000). Epik Tiyatro Neden ve Nasıl Yabancılaştırır? Sanat Dergisi, 2.

Donovan, J. (2014). Feminist Teori. İletişim Yayınları.

Gül, S. (2009). Feminist Tiyatro Metninin Nitelikleri ve Model Oyunlara Yansıması. Dokuz Eylül Üniversitesi.

Parrish, S. (n.d.). Feminist Theatre: Putting Women Centre Stage. In The Palgrave Handbook of the History of Women on Stage (pp. 507–529).

Ponnuswami, M. (1995). Feminist History in Contemporary British Theatre. Women & Performance: A Journal of Feminist Theory, 287–310.

Reinelt, J. (1990). Beyond Brecht: Britain’s New Feminist Drama. In S.-E. Case (Ed.), Performing Feminisms: Feminist Critical Theory and Theatre (pp. 150–159).

Şener, M., & Zengin, O. (2020). Feminist Kuram: Tarihsel gelişim, Ana Akımlar ve Sosyal Hizmet. In Sosyal ve Beşeri Bilimlerde Teori ve Araştırmalar II (pp. 137–159).

Şener, S. (2006). Dünden Bugüne Tiyatro Düşüncesi. Dost Kitabevi Yayınları.

Şentürk, G. (2020). Çağdaş İngiliz Tiyatrosunda Başvurulan Feminist Stratejiler. Ankara Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, 64, 311–325.

Taş, G. (2016). Feminizm Üzerine Genel Bir Değerlendirme: Kavramsal Analizi, Tarihsel süreçleri ve Dönüşümleri. Akademik Hassasiyetler, 3(5), 163–175.

Tür, Ö., & Aydın Koyuncu, Ç. (2010). Feminist Uluslararası İlişkiler Yaklaşımı: Temelleri, Gelişimi, Katkı ve Sorunları. Uluslararası İlişkiler, 7(26), 3–24.

Wandor, M. (1984). The Impact of Feminism on The Theatre. Feminist Review, 18, 76–92.

 

 

Haftalık Balkan Bülteni / 29-31 Mart

0

 

Zaev Kurti’yi Seçimlerdeki Başarısından Dolayı Kutladı

Kuzey Makedonya Başbakanı Zoran Zaev, son yaptığı basın toplantısında Kosova ve Kuzey Makedonya arasındaki ikili ilişkileri ve gelinen noktayı överken Kosova Başbakanı Albin Kurti’yi yeni hükümetin oluşturulması ve Kurti’nin tekrardan göreve seçilmesinden dolayı tebrik etti.

Zaev verdiği demeçte aynı zamanda iki ülke arasında ileride yapılması planlanan gelişmelerin ortak hedeflerin gerçekleşmesi için bir teminat olacağını ifade etti. Kurti ile mümkün olan en yakın zamanda temasa geçeceklerini söyledi. Başbakan Zaev iki ülke arasında yoğun ekonomik ve ticari iş birliğinin sağladığı faydalar üzerinde dururken bu işbirliğinin  yakın gelecekte aynı enerjiyle devam edeceğini ve çok çeşitli alanlarda da bu ortaklığın süreceğini dile getirdi.

 

Kaynak: Albanian Daily News

Tarih: 31.03.2021

 

Dzaferoviç, Romanya büyükelçisini kabul etti: NATO ve BH’nin AB perspektiflerinin önemi vurgulandı.

BH Cumhurbaşkanlığı Üyesi Šefik Džaferović, Romanya’nın BH Büyükelçisi Anton Pacuretu’nun açılış ziyaretini kabul etti. Bosna Hersek ile Romanya arasındaki ikili ilişkilerin açık meseleler olmaksızın iyi olduğu, ekonomik ve kültürel alanda iş birliğinin geliştirilerek önümüzdeki dönemde daha da üst düzeye çıkarılması gerektiği belirtildi.

Bosna Hersek ve Batı Balkanlar’ın tüm bölgesindeki siyasi durum tartışıldı ve tüm bölgenin güvenliği ve istikrarı için Bosna Hersek’in Avrupa ve NATO perspektifinin önemi vurgulandı.

BH Cumhurbaşkanlığı Üyesi Džaferović, Büyükelçi Pacuretu’yu Bosna-Hersek’te karşıladı ve kendisine gelecek dönemin başarılı olmasını diledi.

 

Kaynak: klix.ba

Tarih: 29.03.2021

 

Onları Affetme Bogic!

Boşnak siyasetçi Bogic Bogiceviç, kirli siyasi çatışmalar nedeniyle gücünü kötüye kullanmayı reddederek karakterini tekrar gösterdi.

Saraybosna Belediye Başkanı seçilmesine rağmen Bogiceviç adaylığını geri çektikten sonra seçilmesini hala kabul etmiyor.

Bosna Hersek’te kurulan “Dörtlü” koalisyonu 2020’nin Kasım ayında Saraybosna şehrinde yapılan seçimlerde bir zafer elde etmesiyle vatandaşlar tarafından büyük bir coşkuyla karşılanan ve günümüz Saraybosna’da belki de en saygın vatandaşı olarak kabul edilen Bogiceviç’i Belediye Başkanı adayı ilan etti. Ancak, Bay Bogiceviç’in Belediye Başkanı olarak onaylanacağı rutin ve resmi bir prosedür yerine, partinin diğer üyeleri bambaşka bir siyasi oyun hazırladı.

Her şeyden önce, Naša stranka, adında “Dörtlü” koalisyon içerisindeki partinin belediye başkan yardımcısı adayı Ivana Marić, adaylığından vazgeçti. Daha sonra Dino Konaković, açıkça Demokratik Eylem Partisi(SDA)’nin duruma el atmasının çok zor olmadığını göstererek, Narod i Pravda adındaki diğer koalisyondaki partiden, Konaković’in vaftiz oğlu Jasmin Ademović’i Şehir Konseyi Başkanı olarak atamaya karar verdi.

Bu durumda İbrahim Hadžibajrić ise, “Dörtlü”ye verdiği sadakatinden açıkça vazgeçerek, Bogiceviç’in seçilmesini, yeni bir çoğunluk için meclis üyelerini satın alma girişiminde bulunulana kadar engelledi.

Böylece, Saraybosna geleneğine göre Bogiceviç’in Belediye Başkanı olarak kabul edileceği rutin prosedür yerine, yolsuzluk, adam kayırma ve siyasi sahtekarlıktan oluşan bir karmaşanın oluştuğunu gören ve başkanlıktan çekilen Bogiceviç, halk tarafından tam olarak neden takdir edildiğini ve saygı duyulduğunu bir kez daha gösterdi.

Son 30 yıldır Bosna-Hersek’in kirli siyasi çatışmaları ve küçük çıkarları için karakterinin istismar edilmesini reddeden Bogiseviç kesin bir şekilde tutumunu gösterdi.

 

Kaynak: Dnevni Avaz

Tarih: 29.03.2021

 

Bosna-Hersek Başkanlık üyeleri, İtalya’nın devam eden desteği için Bakan Di Maio’ya teşekkür ediyor

Bosna-Hersek (BH) Başkanlık üyeleri, bugün (30 Mart 2021) İtalya’nın devam eden desteği için İtalya Dışişleri ve Uluslararası İş birliği Bakanı Luigi Di Maio’ya teşekkür ederek toplantıya başladılar ve pandeminin neden olduğu siyasi süreçler ve COVID-19’un yayılmasıyla mücadele yolları hakkında bilgi alışverişinde bulundular. Ayrıca koronavirüs salgınının ağırlaştırdığı koşullara rağmen ikili ziyarette bulunduğu için kendisine teşekkür ettiler.

Başkanlık üyeleri, İtalya’nın BH ile iyi ve dostane ilişkiler geliştirmeye devam etmesine şükranlarını ifade ettiler. Bu özveri aynı zamanda Büyükelçi Nicola Minasi ve bugünkü heyetin bir parçası olan BH’deki İtalyan Büyükelçiliği’nin özverili angajmanlarından da kaynaklanmaktadır.

Ayrıca, salgına karşı mücadelede Bosna Hersek ve Batı Balkanlar’a sadece insani ve sağlık krizine yanıt olarak değil, aynı zamanda sosyo-ekonomik sonuçların hafifletilmesi için AB desteğinin gerekliliği tartışıldı. İtalya Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı, bu konuda İtalya’nın AB’nin Batı Balkanlar’a genişlemesini ve reform süreci ile BH’nin Avrupa entegrasyonunun devam etmesini savunduğunu söyledi.

Bosna Hersek’in AB’ye katılımının sonraki adımlarında İtalya Cumhuriyeti’nin AB içinde sürekli desteğinin ve Avrupa Komisyonu görüşünden 14 temel önceliğin yerine getirilmesinin devamının önemini vurguladılar.

Başkanlık üyeleri, BH’nin bir deniz ülkesi olarak Adriyatik Denizi’nin ortak bir mal olarak korunmasına ilişkin tüm süreçlere yapıcı bir katkı yapmak istediğini söyledi.

İki taraf da İtalya’nın ekonomik iş birliği ve dış ticaret çerçevesinde BH’nin en önemli ortaklarından biri olduğuna dikkat çekti. AB’nin ve AB’nin entegre bir parçası olarak Batı Balkanlar’ın geleceğini ilgilendiren AB içindeki süreçlere BH ve Batı Balkanlar’dan gençlerin katılımına özel bir vurgu yapıldı.

BH Başkanlığı, göçmen krizi ve güvenlik unsurunun yanı sıra göç süreçlerinin koordinasyonu için şartların sağlanmasının da görüşüldüğünü belirtti.

 

Kaynak: Dnevni Avaz

Tarih: 30.03.2021

 

Çin, Bosna-Hersek(BH)’in Silahlı Kuvvetleri’ne kamyon, ekskavatör ve buldezer bağışladı

Bugün BH Savunma Bakanı Sifet Podzic ve Çin’in BH Büyükelçisi Yi Ping, Saray Bosna’nın Railovac semtinde bulunan kışlada, Çin Savunma Bakanlığı tarafından BH Silahlı Kuvvetleri’ne, mühendislik fonlarının devredilmesi üzerine sertifikalar imzalandı.

Çin’in Silahlı Kuvvetlere bağışladıkları fonlar içerisinde  altı boşaltma kamyonu, üç bekolu yükleyici, alçak yükleyici-yarı römorklu iki traktör, yükleme vinçli kamyon, buldozör ve kompakt ekskavatörler bulunmaktadır.

Bakan Podzic, bağışın geri ödemesiz bir yardım olduğunu ve sosyal inşaat ile sivil koruma-kurtarma açısından da önemli bir rolü olacaklarını vurgulayarak, bağışı devraldı ve sertifikayı imzaladı.

Bu ekipmanların öncelikli olarak sivil otoritelere, doğal afetler gibi diğer felaketlere ve kazalara müdahale etmede yardımcı olarak kullanılmasının büyük önem taşıdığını söyleyen Popdzic, Çin’in BH vatandaşlarına daha parlak bir gelecek sağlama çabasına sonsuz şükranlarını sunduğunu da ekledi.

Silah Kuvvetlerin Kaynaklardan Sorumlu Ortak Kurmay Başkan Yardımcısı Gojko Knezevic, mühendislik fonu sayesinde bu alanın kapasiteleri açısından operasyonel kabiliyetlerin artacağını ve 2011 ile 2015 yıllarından sonra Çin’den gelen en büyük üçüncü bağış olduğunu da vurguladı.

Çin’in BH Silahlı Kuvvetleri’ne bağışladıkları fonlar içerisinde altı boşaltma kamyonu, üç bekolu yükleyici, alçak yükleyici-yarı römorklu iki traktör, yükleme vinçli kamyon, buldozör ve kompakt ekskavatörler bulunmaktadır.

 

Kaynak: Dnevni Avaz

Tarih: 31.03.2021

 

Kuzey Makedonya’nın Kitap Bağışına Yönelik Ablukası

Kuzey Makedonya, Sofya Dışişleri Bakanlığı’nın Bulgaristan’a karşı kampanyanın bir parça olduğunu iddia ettiği bir kültür merkezine yönelik Bulgar kitaplarının girişini kasten engellediğini yalanladı. Bulgaristan’ın Pazar günü protesto notu göndermesi üzerine Kuzey Makedonya, Üsküp’teki Bulgar kültür merkezine yönelik Bulgar kitaplarının geçişine izin verilmemesi sonucu iki ülke arasındaki Deve Bair sınır kapısında kaldı. Kuzey Makedonya Gümrük Dairesi, kitapların vergi ödemekten muaf tutulması için gereken iki imzadan birinin eksik olduğunu söyledi.

“Vergilerden muafiyet talebine, kitapların göndericisi olan tek bir tarafın imzaladığı bir bağış anlaşması eşlik ediyordu, ancak alıcı (Üsküp’teki Bulgar Kültür ve Bilgi Merkezi) tarafından imzalanmamış ve anlaşmayı yasal olarak geçersiz kılmıştır. Aynı günün erken saatlerinde, Üsküp’teki Bulgaristan Büyükelçiliği Kuzey Makedonya Dışişleri Bakanlığı’na bir protesto notu gönderdi. Aynı günün erken saatlerinde, Üsküp’teki Bulgaristan Büyükelçiliği Kuzey Makedonya Dışişleri Bakanlığı’na bir protesto notu gönderdi. Bu kitapların orada olmasını ve insanların onları okumasını istemiyorlar.” dedi ve ekledi: “Bulgaristan’a karşı kampanyayı durdurmalılar.”

 

Kaynak: Balkan Insight

Tarih: 29.03.2021

 

Bulgaristan 4 Nisan Parlamento Anketlerine Hız Verdi

Komünist diktatör Todor Jivkov’un 1989’da devrilmesinden bu yana Bulgaristan’da 11. Parlamento seçimleri için Bulgar vatandaşları 4 Nisan’da sandığa gidiyorlar. Yaklaşık 850.000 Türk ve Müslüman olmak üzere 6.3 milyon seçmen, 240 sandalyeli Ulusal Meclis’e 22 siyasi parti ve sekiz koalisyon arasından üye seçecek.

2009 yılından bu yana ilk defa olağan seçimlere giden Bulgaristan’da merkezci Hak ve Özgürlükler Hareketi (HÖH) Partisi’nin yeniden iktidara gelmesi için seçimler Bulgaristan’ın Müslüman ve Türk nüfusu için özel önem taşımaktadır. Türkler’in çoğunluğuna sahip ve otuz yılı aşkındır siyaset sahnesinde olan HÖH, Bulgaristan’da kilit bir role sahip bir parti.

 

Kaynak: AA

Tarih: 30.03.2021

 

AKPM, 4 Nisan’da Bulgaristan’daki Genel Seçimleri İzlemek için Gözlemciler Gönderdi

Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi (AKPM), Alfred Heer liderliğindeki 18 üyeli bir heyet ile Bulgaristan’daki parlamento seçimlerinin gidişatını izleyecek. Heyet, AGİT Parlamenterler Meclisi ve AGİT Demokratik Kurumlar ve İnsan Hakları Dairesi’nden (ODIHR) gözlemcilerle birlikte çalışacak. Özellikle siyasi partilerin ve koalisyonların liderleri ve temsilcileriyle uzaktan toplantılar yapacak. Merkez Seçim Komisyonu Başkanı, sivil toplum ve medya temsilcileriyle birlikte,  4 Nisan’daki seçimleri gözlemlemek için Bulgaristan’a gidiyor.

 

Kaynak: Sofia News Agency

Tarih: 30.03.2021

 

Bulgaristan-Romanya Sınırında Beş Afgan Yakalandı

Agence France-Presse’nin haberine göre, Negru Voda bölgesinde Bulgaristan-Romanya sınırını yasadışı bir şekilde geçmeye çalışırken beş Afgan yakalandı. Dün, 56 yaşındaki Moldova vatandaşı tarafından kullanılan Moldova siciline sahip bir kamyonun yarı römorkunda iki Afgan bulundu. Kamyon, Türkiye’den Moldova’ya mobilya, tekstil ve mutfak eşyaları taşıyordu. Rumen yetkililer bugün yaptığı açıklamada, Rumen sınır polisinin yarı römorkun brandasında bir yarık tespit ettiğini ve sırasıyla 15 ve 16 yaşında iki erkeğin Afgan vatandaşı olduklarını söyleyen ayrıntılı bir arama yaptığını söylediler. Afgan vatandaşları Almanya’ya ulaşmak istiyordu. Şoförün bilgisi olmadan yarı treylere bindiler.

Agence France-Presse’nin bildirdiğine göre, diğer üç Afgan sınırı yürüyerek geçmeye çalışırken yakalandı. Negru Voda köyü bölgesinde, Rumen sınır polisi kişisel belgeleri taşımayan 16 yaşında üç erkek buldu. Afganistan vatandaşı olduklarını söylediler. Soruşturmada, üçlünün Almanya’ya ulaşmak amacıyla Bulgaristan-Romanya sınırını yasadışı olarak geçtiği ortaya çıktı. Agence France-Presse’nin bildirdiğine göre, beş Afgan devlet sınırını yasadışı olarak geçtikleri için soruşturuluyor ve Romanya ile Bulgaristan arasında imzalanan bir geri kabul anlaşması temelinde Bulgar sınır makamları tarafından ele geçirildiler.

 

Kaynak: Trud

Tarih: 31.03.2021

 

2020 Verilerine göre AB’deki En Düşük Saatlik İş Gücü Maliyetleri Bulgaristan’da

AB İstatistik Ajansı Eurostat tarafından 31 Mart’ta yayınlanan rakamlara göre, Bulgaristan 2020’de Avrupa Birliği’nde en düşük saatlik işgücü maliyetine sahip ülke oldu.

 

Ortalama saatlik iş gücü maliyetleri, Bulgaristan (6,5 euro), Romanya (8,1 euro) ve Macaristan’da (9,9 euro) kaydedilen en düşük saatlik işçilik maliyetleri ve en yüksek Danimarka (45,8 euro), Lüksemburg’da kaydedilen AB üye ülkeleri arasındaki önemli boşlukları maskelemekte. İş gücü maliyetlerinin iki ana bileşeni, ücretler ve maaşlar ve ücret dışı maliyetlerdir (örneğin, işverenlerin sosyal katkıları). Eurostat, ücret dışı maliyetlerin tüm ekonomi için toplam işgücü maliyetlerindeki payının AB’de yüzde 24,5 ve avro bölgesinde yüzde 25 olduğunu söyledi.

Eurostat, “genel olarak, fiilen çalışılan saat sayısı ücretlerden daha fazla azalırken, vergiler eksi sübvansiyonlara düştü, bu da saatlik işgücü maliyetleri üzerindeki etkiyi sınırladı.” açıklamasına yer verdi.

 

Kaynak: Sofia Globe

Tarih: 31.03.2021

 

Başbakan Plenkovic, Cumhurbaşkanı Milanovic’in İfadelerini Siyasi Barbarlık Olarak Tanımladı

Başbakan Andrej Plenkovic 26 Mart Pazartesi günü Cumhurbaşkanı’nın anayasal yetkisinden çekildiğini söyledi ve Cumhurbaşkanı Zoran Milanovic’in, Yüksek Mahkeme başkanının seçimi bağlamındaki açıklamalarını da kabul edilemez siyasi barbarlık olarak nitelendirdi.

Plenkovic, “herkese hakaret etmenin” normal olmadığının altını çizdi. Daha sonra Plenkovic, “Medya ve toplum ise buna sanki normal bir şeymiş gibi alışıyor” dedi.

Plenkovic gazetecilere verdiği demeçte, “Bu, prosedürlere kin gütmek ve ardından farklı düşünen herkese hakaret etme metodolojisini kullanmaktır. Aynı şekilde iletişimin haysiyetinin altındaki siyasi bir barbarlıktır ve bu kabul edilemez” dedi.

 

Kaynak: Total Croatia News

Tarih: 29.03.2021

 

Bulgaristan Büyükelçiliği, Srebrenica Soykırımının İnkar Edilmesini Kınadı

Avrupa Birliği’nin (AB) Srebrenica soykırımı hakkındaki her türlü inkar, göreceleştirilme veya yanlış yorumlanmasını neden olan; soykırımı reddeden veya kınayan verileri reddettiğini söylemişti. Karadağ’daki Bulgaristan Büyükelçiliği, AB’nin bu tutumuna katıldığını açıkladı.

Büyükelçilik yaptığı açıklamada, “AB’nin köklü değerlere sahip olduğu, savaş suçları veya revizyonizm dahil olmak üzere savaş olaylarıyla ilgili iyi belgelenmiş ve doğrulanmış gerçeklerin reddedilmesi, bu değerlerin en temeliyle çelişiyor.” dedi. Büyükelçi Meglena Plugtschieva. Büyükelçilik, AB’ye katılmak isteyen her ülkenin AB hoşgörü ve adalet değerlerine bağlı kalmasını ve teşvik etmesini beklediklerini söyledi. Bildiride, “Bölgesel düzeyde de, Batı Balkanlar’ın refahı ve refahı için gerçeğe saygı şarttır.” sözlerine yer verildi.

 

Kaynak: Mina News

Tarih: 29.03.2021

 

AB, Karadağ’ın Çin’e Olan Borcunu Ödemeye Hazır

Avrupa Komisyonu (AK) sözcüsü Ana Pisonero, Avrupa Birliği’nin (AB) Karadağ’ın, devletin altyapı projelerini finanse etmek için aldığı Çin bankalarına olan borcunu geri ödemesi için bir çözüm bulmasına yardım etmeye hazır olduğunu söyledi. Karadağ Başbakan Yardımcısı Dritan Abazoviç 17 Mart’ta Brüksel’e yaptığı ilk ziyarette AB üyelerinden Avrupa Parlamentosu’ndan yardım istedi ve Çin’in Bar-Boljare otoyol kesimi için verilen kredi yoluyla nüfuz kullandığını belirtti. Pisonero, Radio Free Europe’a verdiği demeçte “Avrupa Komisyonu, Karadağ’ı AB üyeliği yolunda desteklemeye devam edecek. Bu bağlamda yatırım projelerine mali çözümler bulma ve kamu borcunun sürdürülebilirliğini sağlama konusunda devletle iş birliği yapacak” dedi. Her ülkenin yatırım hedefleri belirlemekte özgür olduğunu da sözlerine ekledi.

 

Kaynak: Mina News

Tarih: 31.03.2021

 

Abazovic: Devlet Aleyhine Hiçbir Şey Yapılmadı

Başbakan Yardımcısı Dritan Abazoviç, NATO üyesi bir ülkenin yabancı bir istihbarat teşkilatı tarafından verilerinin ifşa edilmesi sırasında; devletin aleyhine olacak şeyler yapmanın gerekli olmadığını söyledi. Bugün (31.03.2021), Karadağ Güvenlik ve Savunma Komitesi, Abazoviç ve Ulusal Güvenlik Ajansı’nın vekili direktörü Dejan Vuksiç’in, Veri Gizliliği Yasası’nın olası bir ihlali ile ilgili olarak bir kontrol duruşması gerçekleştirdi.

Komite oturumunun ardından Abazoviç, herkesin daha dikkatli olması ve daha fazla sorumluluk alması gerektiğini söyledi. Abazoviç, “Bırakın devlet yetkilileri işlerini yapsınlar, Teşkilat işini bitirecek ve tabii ki Kurul işini bitirecek. Aşırı endişeye gerek yok.” Komite Başkanı Milan Knezeviç, Abazoviç ve Vuksic’in söylediklerine göre, 19 Mart’ta yaşananların NATO üyelerinin ortak hizmetleriyle olan çalışmalarını ve iletişimi etkilemediğini söyledi.

 

Kaynak: Mina News

Tarih: 31.03.2021

 

Abbott ile Görüşmeler

Başbakan Albin Kurti, İngiltere’nin Priştine Büyükelçisi Nicholas Abbott ile görüştü. Görüşmeyi onaylayan Abbott, iki devlet arasındaki (Birleşik Krallık-Kosova) ortaklığın gelişmesini ve büyümesini beklediğini söyledi.  Yapılan görüşmeden memnuniyet duyduğunu da sözlerine ekledi.

Meclis Başkanı Glauk Konjufca da Nicholas Abott ile bir görüşme gerçekleştirdi. Abbott, yeni görevi için Konjufca’yı tebrik ettikten sonra iş birliğine devam edeceğini vurguladı. Bu sözleri ile birlikte Kosova Meclisi’nin çalışmalarına destek vereceği kesinleşmiş oldu. Glauk Konjufca ise Kosova’nın geçtiği ve geçmeye devam ettiği tüm aşamalar için İngiltere’ye teşekkür etti. Görüşmede ekstra olarak mevcut siyasi durum, ülkenin cumhurbaşkanının seçilmesiyle ilgili sürecin sonuçlanması ve pandemi durumunun yönetimi de ele alındı ve değerlendirmeye tabi tutuldu.

 

Kaynak: Kosova Haber

Tarih: 30.03.2021

 

Kurti’ye Gelen Tebrikler Devam Ediyor

Yeni görevi nedeni ile birçok ülkeden kutlama mektubu alan Kosova Başbakanı Albin Kurti, Japon mevkidaşı Yoshihide Suga’dan da kutlama mektubu aldı. Mektupta çoğunlukla Japonya-Kosova ilişkilerine değiniliyor. Kosova’nın, Batı Balkanlar bölgesinde ve Avrupa’da kilit bir rol oynadığını söyleyen Suga, Kosova’nın kalkınması için katkıda bulunmaya kararlı olduğunu söyledi. Başbakan Kurti’nin ülkede sosyal reformları ve ekonomiyi teşvik etme konusunda güçlü bir liderlik göstereceğine olan inancının da tam olduğunu ve COVID-19 salgını için verilen mücadelede Japonya’dan destek almaya devam edeceğini sözlerine ekledi. Kuzey Makedonya Başbakanı Zoran Zaev de Kosova Başbakanı görevine seçilmesi nedeniyle Albin Kurti’yi tebrik edenler arasında yer aldı. Başbakanlık ofisinden yayınladığı kutlama mektubunda en kısa zamanda bir görüşme gerçekleştirmek istediğini dile getirdi.

 

Kaynak: Kosova Haber

Tarih: 31.03.2021

 

Yunan Göç Bakanı Notis Mitarakis, Göçmenlerin Aşılanmasına Mayıs Ayında Başlanacağını Duyurdu

Göç Bakanı Notis Mitarakis, pazar günü (28 Mart) devlet haber ajansı ANA’ya verdiği röportajda, Doğu Ege adalarındaki kamplarda kalan göçmen ve mültecilerin aşılanmaya Mayıs ayında başlayacağını belirterek, bunu daha önce yapmak için “hiçbir neden görmediğini” sözlerine ekledi. Mitarakis, aşı olma hakkına sahip göçmen sayısının “hala az” olduğunu, çünkü kamplarda yaşayanların çoğunluğunun genç ya da orta yaşlı olduğunu söyledi. “Veriler, göç kamplarının Covid-19 hastalığı veya yayılması sorunu ile karşı karşıya olmadığını ve dolayısıyla herhangi bir özel kategoriye girmediğini gösteriyor. Bu, genel nüfusa ve yaşa göre aşılanacak olan bu yapıların hem çalışanlarını hem de sakinlerini ilgilendirir”  dedi. Ayrıca Samos, Leros, Kos’taki yeni kampların 2021 yazında tamamlanacağını söyledi.

 

Kaynak: Ekathimerini

Tarih: 29.03.2021

 

AB Aracı, Yunan KOBİ’lerinin Bloğun Ticaret Anlaşmalarından Yararlanmasına Yardımcı Oluyor

Yunan çay üreticisi Anassa Organics, AB ticaret anlaşmalarından yararlanan birçok Avrupalı şirketten biridir. Şirket, ürünlerinin yarısını  özellikle Kanada, Güney Kore, Japonya ve Singapur’a – ihraç etmektedir ve AB’nin ticaret anlaşmaları, satışlar ve yerel istihdam yaratma üzerinde gerçek ve olumlu bir etkiye sahiptir.

Anassa Organics gibi küçük şirketler, ihracatları yoluyla Avrupa’da 13 milyondan fazla işi destekliyor ve bu nedenle AB’nin Covid-19 salgınından ekonomik iyileşmesinde önemli bir rol oynuyorlar. Ancak, çok az sayıda KOBİ ticaret anlaşmalarımızın faydalarından yararlanmaktadır. Avrupa Birliği’ndeki 25 milyon küçük şirketin yalnızca %26’sı 2019’da mal veya hizmetlerini ihraç etti ve çoğu Avrupa pazarlarında kaldı. Avrupa Komisyonu ve Avrupa Parlamentosu, bu nedenle, farkındalığı artırmayı ve AB şirketlerine, özellikle küçük şirketlere, ticaret anlaşmalarımızdan yararlanmaları konusunda yardımcı olmayı bir öncelik haline getirdi.

 

Kaynak: Ekathimerini

Tarih: 29.03.2021

 

Ulusal Kurtarma Planı Sunan İlk Ülkelerden Biri Yunanistan – Kabinede Neler Tartışılacak

Kabine bugün zengin bir gündemle toplanıyor ve odak noktası Ulusal Kurtarma Planı, dış ticaretle ilgili yasa tasarısının yanı sıra ülke ekonomisi için genel öneme sahip projeler için gayrimenkullerin zorla kamulaştırılmasının dahil edilmesi üzerinde olacak. Özellikle saat 12: 00’de kabine, Başbakan Kyriakos Mitsotakis başkanlığında telekonferans aracılığıyla toplanacak. Ulusal Kurtarma Planının kabine tarafından onaylandıktan sonra kısa süre içinde yayınlanacağı ve ay içinde mümkün olan en kısa sürede Avrupa Komisyonuna sunulması amacıyla Parlamentoda tartışılacağı hatırlatmalıdır. Hükümet yetkililerine göre Yunanistan, Ulusal İyileştirme Planını onaylanacak ve %13 peşinatını yaz içinde alacak ilk ülkelerden biri olacak. Plan sunulur sunulmaz Avrupa Komisyonu’nun bunu değerlendirmesi için iki aya ve Konsey tarafından onaylanması için bir aya ihtiyacı olacaktır. Hükümetin planına göre, Planın üç önemli noktası var: Tüm projeler ve yatırımlar, stratejik yatırımlar için özel kaynaklardan en iyi şekilde yararlanmak ve yatırım ve reformları birleştirmek için reformların 2026 sonuna kadar tamamlanması gerekiyor.

Kaynak : Atina Makedon Haber Ajansı

Tarih :29.03.2021

 

Yunanistan ve Sırbistan, Ülkeler Arası Seyahati Yeniden Başlatmak için Anlaşma İmzaladı

Yunanistan Turizm Bakanı Harry Theoharis ve Sırp mevkidaşı Tatjana Matiç pazartesi günü (29 Mart) turizmin yeniden başlamasıyla ilgili ortak bir bildiri imzaladılar.

 

 

Theocharis, “Sırbistan ziyareti, Turizm Bakanlığı’nın Yunanistan’ın Turizmini 2021’de açmaya yönelik planının bir parçası ve ilk aşamada Balkan ülkelerinden gelen ziyaretçileri çekmeye özel önem veriyor” dedi. Matic, “Ortak bildiride Covid-19’un neden olduğu sorunlara çözüm bulmak için her türlü çabayı göstereceğimize söz verdik” dedi. Theoharis, Yunanistan ile Sırbistan arasındaki “normale dönüş mücadelesinde” iş birliğini alkışlayarak, ortak bildirgenin iki ülke arasındaki “dostluğu ve anlayışı mühürlediğinin” altını çizdi. “Normalliğe dönüşün insanların seyahat etme, istedikleri yerde güvenli ve güzel tatiller geçirme olasılığı ile bağlantılı olduğu konusunda anlaştık” diyerek sözlerine devam etti.

Kaynak: Greek City Times

Tarih: 30.03.2021

 

Yunanistan’ın Destek Tedbirleri 2021’de 14 Milyar Avroyu Aşacak

Bu yıl pandemi krizin ekonomik sonuçlarıyla başa çıkmaya yönelik hükümet destek tedbirlerinin maliyeti, Nisan ayı için 1,0 milyar Euro değerinde ek bir tedbir paketiyle birlikte, devlet bütçesinin öngördüğü 7,5 milyar Euro tutarının neredeyse iki katı olan 14 milyar Euro’yu aşacak. , Maliye Bakanı Christos Staikouras 26 Mart Pazartesi günü söyledi.

Önlemleri sunan Staikouras, bunların operasyonların zorunlu olarak askıya alınması altındaki işletmeleri kapsayacağını söyledi (vergi ödemelerinin askıya alınması, ticari kiralar için kira ödemelerinin Nisan ayında yüzde 100 azaltılması ve zorunlu iş durdurma altındaki işçiler için kira ödemelerinde yüzde 40 indirim). Maliye bakanlığı mülk sahiplerine kira kayıplarının tazminatı olarak 180 milyon Euro ödedi. Ayrıca bakanlık, banka faturalarının ve çeklerinin 30 gün askıya alınmasını ve bu işlemler için KDV ödemesinin 30 gün askıya alınmasını teklif ediyor. Yunan FinMin, hükümetin ekonomiyi ve toplumu desteklemeye devam edeceğini söyledi.

 

Kaynak: Greek Reporter

Tarih: 30.03.2021

 

Bilčík: Sırbistan’da Partiler Arası Diyalog Nisan Başında Yeniden Başlayacak

Avrupa Parlamentosu’nun Sırbistan partiler arası diyaloğu baş müzakerecisi Vladimir Bilčík 29 Mart günü yaptığı açıklamada, ülkenin iktidar ve muhalefet partileri arasında seçimlerin tüm siyasi örgütlerin 2022 oylamasına katılımını güvence altına alma koşulları hakkında müzakerelerin önümüzdeki günlerde yeniden başlayacağını beklediğini söyledi.

Aynı zamanda AP Sırbistan Raportörü olan Bilčík, pandemi sürecini de ele alarak aşılama hızlandığında mümkün olduğunca erken harekete geçip Belgrad’da olacaklarını, seçim kampanyasının başlangıcında harekete geçeceklerine değindi. Partiler arası diyaloğun AB yolunda Sırbistan’ın temel önceliklerinden biri olduğunu da sözlerine ekledi.

Açıklamasını, “Sırbistan’daki tüm politikacıların diyaloğu ciddiye aldığına inanıyorum. Umarım son seçimlere katılmayanlar, demokratik kurumlar aracılığıyla ülke siyasetine dahil olma imkanını aktif olarak kullanırlar. Ayrıca, iktidardakilerin Sırbistan’daki siyasi bir rekabet için durumu iyileştirme sorumluluğu var” sözleri ile noktaladı.

 

Kaynak: N1

Tarih: 29.03.2021

 

AB, Karadağ Adalet Bakanı’nın Srebrenica Soykırımını Reddetmesini Kınadı

Avrupa Komisyonu sözcüsü Ana Pisonero 29 Mart’ta yaptığı açıklamada, Avrupa Birliği’nin Srebrenica’daki soykırımın her türlü inkar, göreceleştirilmesi veya yanlış yorumlanmasını reddettiğini ve kınadığını söyledi.

Pisonero’nun açıklaması Karadağ’ın Adalet, İnsan ve Azınlık Hakları Bakanı Vladimir Leposaviç’in geçen hafta ülke Parlamentosuna “1995’te Srebrenitsa’da soykırım kasıtının” olup olmadığını bilmediğini, yalnızca Lahey mahkemesinin kararına inanabileceğini fakat mahkemenin artık meşruiyetini yitirdiğini söylemesinin ardından geldi.

Pisonero yaptığı açıklamada, “Geçen yıl, modern Avrupa tarihinin en karanlık bölümlerinden biri olan Srebrenica’da soykırımın 25. yıldönümüydü. Bölgedeki tüm siyasi liderlerin kurbanlara saygı duyma ve uzlaşmayı teşvik etme konusunda öncülük etmelerinin tam zamanı” ifadesini kullandı.

Açıklamasına Avrupa Birliği’nin bir değerler birliği olduğunu eklerken, savaş suçları veya revizyonizm dahil olmak üzere savaş olayları hakkında iyi belgelenmiş gerçeklerin reddedilmesi, bu değerlerin en temeliyle çeliştiğini belirtti.

“AB’ye katılmak isteyen her ülkeden AB’nin demokrasi, insan hakları, hoşgörü ve adalet değerlerine saygı duyması ve bunları desteklemesi beklenir. Bu, soykırım kurbanlarına azami saygı ve haysiyetle muamele etmeyi de içeriyor” uyarısında bulundu.

 

Kaynak: N1

Tarih: 29.03.2021

 

ABD Elçisi: Morava Koridoru Sırbistan’ı Balkanlar’da Önemli Bir Aktör Yapacak

ABD’nin Sırbistan Büyükelçisi Antony Godfrey 29 Mart günü yaptığı açıklamada, Morava Koridoru’nun inşasının ülkenin Balkanlar ve Avrupa’da önemli bir aktör haline gelmesine yardımcı olacağını söyledi.

Amerikalı ve Türk şirketler tarafından orta Sırbistan’da Güney Morava Nehri boyunca inşa edilen gelinin şantiyesini gezen Godfrey, koridorun yarım milyondan fazla insanı birbirine bağlama görevi göreceğini söyledi. Büyükelçi Godfrey, “Sırbistan’ın ekonomisi salgının başlangıcında güçlüydü ve bundan sonra da güçlü kalacaktır” ifadelerini kullandı.

İngiltere’nin Belgrad Büyükelçisi Sian MacLeod ise ülkesinin Sırbistan’ın altyapı gelişimini desteklediğini söyledi. MacLeod, “Büyük Britanya ve Sırbistan ekonomik bağların güçlendirilmesi için birlikte çalışıyor ve gelecekte daha güçlü bir iş birliği umuyorum” açıklamasını yaptı.

Büyükelçiler şantiyeyi gezerken, Sırbistan Cumhurbaşkanı Aleksandar Vuciç, çalışmaların 2024 Mart ayı sonuna kadar biteceğini ifade etti.

 

Kaynak: N1

Tarih: 29.03.2021

 

Johansson Yunan Adaları’ndaki Göçmen Merkezleri Yetkililerini Uyardı

Avrupa Birliği daha iyi ve kalıcı kabul merkezleri inşa etmek için Yunanistan’a önemli meblağlar tahsis ettikten sonra, İçişleri Komiseri Ylva Johansson ilerlemeyi kontrol etmek için ülkeyi ziyaret ediyor.

Avrupa İçişleri Komiseri Ylva Johansson, yeni göçmen kabul tesislerinin inşası için Yunan devletine çeyrek milyar avronun üzerinde AB fonu tahsis edildiğini işaret ederek, Yunanistan’ın Sisam ve Midilli adalarına iki günlük bir ziyarette bulunacağını belirtti.

Johansson, Midilli ve Sakız Adası’ndaki kabul merkezleri inşa etmek için 155 milyon avronun üzerinde tahsis edilirken, Samos, İstanköy ve Leros’taki daha küçük merkezler için 121 milyon avro verileceğini söyledi. “Bu, makul bir zaman çizelgesinde kabul edilebilir standartlar için yeterli finansman” açıklamasını yaptı.

Komiserin ziyareti sırasında Midilli ve Samos’taki geçici kampları ziyaret etmesi, yeni tesislerin yapımındaki ilerlemeyi değerlendirmesi ve Yunanistan Göç ve İltica Bakanı Notis Mitarachi de dahil olmak üzere yerel yetkililerle görüşmesi bekleniyor.

Johansson, 30 Mart günü Atina’da Başbakan Kiriakos Miçotakis ve diğer bakanlarla bir araya gelecek. Bakan Mitarachi, Johansson’un ziyaretini göçmenlik konusunda kaydedilen ilerlemeyi görmesi için büyük bir şans, ancak esas olarak ada sakinleriyle krizin sonuçlarını ve endişelerini tartışmak için büyük bir fırsat olarak nitelendirdi.

 

Kaynak: Independent Balkan News Agency

Tarih: 29.03.2021

 

ABD Büyükelçisi: “Sırbistan’da tehditsiz bir ortam yaratın”

ABD Büyükelçisi Anthony Godfrey 31 Mart günü yaptığı açıklamada, Sırp makamlarının gazeteciler ve sivil toplum örgütü liderlerinin tehdit edilmediği bir ortam yaratmaları gerektiğini söyledi.

Avrupa Birliği heyeti başkanı Sem Fabrizi ve Başbakan Ana Branbiç ile bir araya gelen Godfrey, “Başbakan, Sırbistan’ın Avrupa entegrasyon sürecinin bir parçası olarak hukukun üstünlüğündeki sorunlara odaklanarak reformlarda ilerleme kaydetme çabaları hakkında bizi bilgilendirdi” açıklamasında bulundu.

Medyadaki durumla ilgili endişeler üzerine hükümetin gazetecilere ve sivil toplum örgütü liderlerine karşı hiçbir tehdidin olmayacağı bir ortam yaratmak için çalışması gerektiğinin önerildiğini ifade eden Godfrey, pratik adımların önemi ve hükümetin medya stratejisinin uygulanmasının Sırbistan’da medyanın durumunu iyileştirmek için iyi bir temel olduğu konusunda anlaştıklarını belirtti.

 

Kaynak: N1

Tarih: 31.03.2021

 

ABD Güneydoğu Avrupa’da Devam Eden Hak İhlallerinden Endişeli

ABD Dışişleri Bakanlığı’nın yeni bir raporuna göre, medya özgürlüğüne getirilen kısıtlamalar, yetkililer tarafından cezalandırılmamış ihlaller ve polisin şiddet uyguladığı iddiaları, 2020’de Güneydoğu Avrupa ülkelerinde sorun olmaya devam etti.

ABD Dışişleri Bakanlığı’nın 30 Mart’ta yayınlanan 2020 İnsan Hakları Uygulamaları Ülke Raporları, Balkanlar ve Güneydoğu Avrupa ülkelerinin basın özgürlüğü, sansür ve gazetecilere yönelik şiddet konusunda devam eden sorunları olduğu, yetkililerin ise yaptırım uygulamadığı uyarısında bulundu.

Bosna Hersek ülke raporu, “Gazetecilere ve medya kuruluşlarına yönelik bir dizi ölüm tehdidi de dahil olmak üzere gözdağı, taciz ve tehditler, sistematik bir kurumsal yanıt olmadan yıl boyunca devam etti” dedi. “COVID-19 salgınıyla başa çıkmak için getirilen çok sayıda kısıtlayıcı önlem, bazı durumlarda bilgiye erişimi sınırlamak için kötüye kullanıldı” diye ekledi.

Sırbistan ile ilgili ülke raporu, Temmuz 2020’de 11 STK’nın BM özel raportörüne acil bir başvuruda bulunduğunu ve ondan ülke çapındaki hükümet karşıtı protestolar sırasında polis şiddetini araştırmasını istediğini belirtti.

Dışişleri Bakanlığı, hem Sırbistan hem de Bosna-Hersek’te 1990’larda işlenen savaş suçlarının kovuşturulması ve cezalandırılmasında hâlâ sorunlar olduğunu söyledi.

Mayıs 2020’de Tiran’daki Ulusal Tiyatro’nun yıkılmasıyla ilgili bir protesto sırasında çıkan çatışmaların ardından Arnavutluk hakkındaki ülke raporunda polis şiddetine de dikkat çekildi.

Raporda, protestolar sırasında aşırı güç kullanımı ve göz yaşartıcı gaz nedeniyle yaralanmalara ilişkin çok sayıda şikayet olduğunun altı çizildi.

Bulgaristan hakkındaki ülke raporumda ise yetkililer internetteki ifade özgürlüğüne müdahale ettikleri iddiası ile eleştirildi. “Hükümetin özel çevrimiçi iletişimleri izlemede yasal yetkisini aştığına ve güvenlik hizmetlerinin rutin olarak bireyleri sosyal medya davranışları hakkında sorguladığına dair raporlar vardı” ifadeleri kullanıldı.

Karadağ hakkındaki ülke raporu, gazetecilere yönelik çözülmemiş saldırıların, hükümet yanlısı yayın organlarının karalama kampanyalarının, bağımsız ve muhalefet yanlısı medyaya karşı hükümetten gelen haksız muamelenin ve ekonomik baskının önemli bir sorun olmaya devam ettiğini belirtti. Raporda ayrıca, Karadağ polisi ve savcılığının çevrimiçi gönderiler aracılığıyla paniğe neden olma veya kamu düzenini bozma şüphesiyle en az bir düzine kişiyi hedef aldığı da belirtildi.

Kuzey Makedonya ile ilgili ülke raporu, anayasa ve hukukun adil yargılanma hakkı sağlaması ve yargının genel olarak bu hakkı uygulamasına rağmen, savcıların genellikle 6 veya bazı durumlarda 12 aylık süreleri aştığı yönündeki endişelerini dile getirdi. Soruşturmaların tamamlanması için gereken sürenin kullanılmadığından olumsuz sonuçlara maruz kalındığı ifade edildi.

Ülke raporuna göre, Kosova’daki yüksek düzeydeki yolsuzluk hâlâ büyük bir sorun. Raporda, birçok görevlinin görevden alınmasına veya yargılanmasına rağmen, yolsuzluk yapan görevlilerin kamu sektöründe hala yer almaya devam ettiği belirtildi.

Ayrıca, önde gelen siyasetçilerin ve sivil toplum liderlerinin, özellikle Kosova Kurtuluş Ordusu gazi örgütlerinin eski gerillaları savaş suçlarından yargılamak için kurulan Lahey merkezli Kosova Uzman Odalarını kınadıklarını ve zayıflatmaya çalıştıklarını da kaydetti.

Raporda bu çabalar arasında halk protestoları, mahkemeyi feshetmek için bir dilekçe kampanyası ve eski cumhurbaşkanı Haşim Taçi tarafından önerilen ve Kosova Uzman Odalarının görevini zayıflatabilecek bir yasama girişimi yer aldığı belirtiliyor.

Hırvatistan ile ilgili ülke raporunda, Sırbistan veya Bosna’dan AB sınır devletine girmeye çalışan göçmen ve mültecilere yönelik polis şiddeti iddiası konusu gündeme geldi. Hırvatistan’da etnik ayrımcılığın, özellikle Sırplara ve Romanlara karşı en yaygın ayrımcılık biçimi olduğu da belirtildi.

 

Kaynak: Balkan Insight

Tarih: 31.03.2021

 

Kosova Başbakanı Kurti, BM Ajansları Temsilcileri ile Bir Araya Geldi

Kosova Başbakanı Albin Kurti, Sağlık Bakanı Arben Vitia ile birlikte,  Kosova’da faaliyet gösteren Birleşmiş Milletler (BM) kurumlarının temsilcileri ile  bir araya geldi. Kurti, Kosova’nın yeniden inşası ve kalkınmasındaki katkılarından ve Covid-19 salgınına  karşı aşıların ilk kontenjanını  sağlamalarından dolayı teşekkürlerini dile getirdi. Başbakan Kurti, dünya çapında salgın nedeniyle  yaşanan kriz hakkında konuşurken, Kosova’daki bu krizin geçen yıl hükümetin haksız yere devrilmesiyle daha da derinleştiğini söyledi. Başbakan, şu anda Kosova’da günde ortalama 10 ölüm olduğunu, solunum cihazına bağlanan koronavirüslü hiçbir hastanın hayata tutunamadığını vurguladı.

Aşının ilk kontenjanıyla ilgili katkılarından dolayı kendilerine teşekkür eden Sağlık Bakanı Arben Vitia da virüs krizinin aşılmasında BM kurumları ile daha fazla iş birliği yapılmasını umduğunu söyledi. Görüşmede  hazır bulunan BM kurumlarının temsilcileri, Başbakan Kurti ve Bakan Vitia’yı seçim zaferleri ve hükümetin kurulması nedeniyle tebrik ettiler.

BM Kalkınma Koordinatörü Ulrika Richardson, yeni hükümetin, BM  kurumlarının  yardım ve desteğine güvenebileceğini, ancak aynı zamanda hükümetten  iş birliği ve koordinasyon beklediğini söyledi.

 

Kaynak: Time Balkan

Tarih: 31.03.2021

 

ABD Dışişleri Bakanı Blinken’den Vuçiç’e Karşılıklı Tanıma Mesajı

ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken, Sırbistan Cumhurbaşkanı Aleksandar Vuçiç’e gönderdiği mektupta, Kosova ile diyalog sürecinin nihai anlaşma ile sonuçlanması gerektiğine vurgu yaptı.

ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken’in, Sırbistan Cumhurbaşkanı Aleksandar Vuçiç’e gönderdiği mektupta, Kosova ile diyalog sürecinin nihai anlaşma ile sonuçlanması gerektiğini belirtti. Blinken mektubunun bir bölümünde, “ABD, Sırbistan ile uzun süreli ilişkilerin devamı konusnda kararlıdır. AB üyeliği yolunda demokratik, istikrarlı ve müreffeh bir Sırbistan vizyonunu destekliyoruz. ABD’nin uzun vadeli hedefi, Sırbistan ve Kosova’nın karşılıklı tanımaya odaklanan kapsamlı bir anlaşmaya varmasını sağlamaktır” ifadelerine yer verdi. Blinden ayrıca, tüm protokollerin dışına çıkarak, mektubunun sonuna el yazısıyla, “güzel sohbetlerimiz aklımda ve tekrarlanmasını sabırsızlıkla bekliyorum” notunu düştü.

 

Kaynak: Time Balkan

Tarih:  31.03.2021

 

HAZIRLAYANLAR:

Aybüke Koçak, Didem Şimşek, Dilara Nesrin Bulut, Dilek Keçeci, Ece Sumru Güvemli, Elifnur Ayhan, Hatice Deniz Hızal, Hilal Yel, İleyna Savuk, Melisa Agoviç, Rümeysa Güner, Şamil Orhan, Taha Yüceses

TUİÇ Balkan Stajyerleri

11 Eylül Sonrası Amerikan Milliyetçiliğinin Dönüşümü ve İslamofobi

ÖZET

Bu yazının amacı, milliyetçilik kavramını açıklamak ve Amerikan milliyetçiliğinin geçmişten bu güne seyrini incelemektir. Amerikan ulusu kavramını anlamak, ABD’nin açık kader misyonu ile emperyalizm süreçlerini kavraya bilmek adına kısa tarihi giriş anlatıldı. Açık kader anlayışı, milliyetçilik, Amerikan milliyetçiliği kavramları açıklandı, ardından 11 Eylül süreci sonrası Müslümanları ötekileştirme durumuna nasıl bir geçiş yaşandığı anlatıldı. Makro ve mikro ölçekli küreselleşme anlayışının Amerikan milliyetçiliğindeki tezahürü tanımlandı.11 Eylül olaylarının sebepleri ve sonrasında yaşanan gelişmelerin Amerikan toplumundaki yansımalarına değinildi ve nelerin nasıl değiştiği tartışıldı.

Anahtar Kelimeler: Milliyetçilik, Amerikan Milliyetçiliği, 11 Eylül Olayları

ABSTRACT

The purpose of this article is to explain the concept of nationalism and to examine the course of American nationalism from past to present. A brief historical introduction was given in order to understand the concept of the American nation, to understand the ‘’manifest destiny’’ mission of the USA and the processes of imperialism. The concepts of manifest destiny, nationalism, and American nationalism were explained, and then the transition to marginalizing Muslims after September 11 was explained. The manifestation of the understanding of macro and micro globalization in American nationalism has been defined.

Keywords: Nationalism, American Nationalism, The September 11 Events

1. Giriş

ABD’nin, kuruluşundan itibaren göçler ülkesi olduğunu söylemek yanlış olmaz. Buna rağmen beyaz, Anglo-Sakson, Protestan Amerikan ulusu olduklarını her fırsatta dile getirirler. Kıtanın kuzeyine yerleştikleri andan itibaren yerlileri yok etme ya da köleleştirme faaliyetleri, kıtanın güneyinden kuzeyine siyahi köle ticaretleri gibi olaylar ırkçılık algılarını gözler önüne serer. Milliyetçilik hatta daha dar anlamda ırkçılık, ABD toplumunun yadsınamaz gerçekliğidir. 11 Eylül olaylarından sonra bu durum Kızılderili ve siyahi insanlarla birlikte Müslüman insanları da kapsayacak şekilde genişledi. Terör saldırıları sonrasında ötekini/şeytanını bulan Birleşik Devletler, tüm dünyayı yanına alabileceğini düşündü. Bazı liberal toplumlarda İslam karşıtlığı ya da islamofobi olarak bildiğimiz durum artma eğilimi gösterdi. Ancak küreselleşmeyi batılılaşma dolayısıyla Amerikalaşma olarak algılayan doğu toplumlarınca yükselen Amerika karşıtlığını da besledi.

11 Eylül 2001, kapitalizmin merkezi olarak görülen ABD’ye, biri ikiz kuleler diğeri Birleşik devletler savunma bakanlığı binası pentagon olmak üzere terör saldırısı düzenlendiği tarihtir. Böylece yenidünya düzeninin çehresi değişti. Saldırıların temelindeki en önemli sebep küreselleşmenin yarattığı sermaye, insan ve dolayısıyla kültürün dolaşım serbestisi idi. Bilindiği üzere saldırıyı gerçekleştirenler El- Kaide örgütü militanlarıydı. Ancak kullandıkları uçaklar ABD’ye ait yolcu uçaklarıydı. Söz konusu teröristler uçakları kullanabilmek için eğitimlerini yine Birleşik Devletler sınırları içinde almışlardı. Birçok insan hayatını kaybetti ve yaralandı. Bununla birlikte ABD toplumunda derin bir psikolojik iz bıraktı. Olaylar öncesinde ülkenin dış askeri müdahalelerine taraf olmayan halk, saldırı olayından sonra söz konusu zedelenen ulus güvenliği olunca Afganistan ve Irak müdahalelerine tepkisiz kaldı.

2. ABD’nin Kuruluşuna Kısa Bir Bakış

Amerikan ulusunun oluşma serüveni, bugünü anlamak açısından önemlidir. Çünkü Amerika kendi ideallerini kuruluş biçim ve seyrinden aldı. Önce kendi kıtasında Amerikalılaşma, daha sonra bunu bütün dünyaya yayma misyonu olan “açık kader” politikasını yarattı. Soğuk Savaş sonrası tek kutuplu dünya düzeninde liberalizmin temsilcisi olan ABD, bugün küresel hegemonya haline geldi.

ABD, Birleşik Krallık’tan sürülmüş / göç etmiş kolonilerce (13 koloni) kuruldu. Koloniler, Britanya’nın kendilerinden aldıkları savaş vergilerini sorguladıkları için hain ilan edildiler, böylece yurtlarından gönderildiler. Beklenti, bu bilinmeyen kıtaya göç edenlerin o topraklara sürgün edilerek cezalandırılmalarıydı ancak sonuç beklendiği gibi olmadı. Geri dönmemek üzere göç ettikleri için aileleri ile kıtanın kuzeyine yerleştiler. Kuzey Amerika yerlileri ile kaynaşmadıkları için bütünlüklerini korudular. Aristokrasinin olmayışı, bağlı oldukları Birleşik Krallık ile aralarındaki uzak mesafe nedeniyle monarşinin gücü etkisizdi. Sürgün edilenler de hem dini hem ekonomik baskılardan yılmışlardı. Bu durum esasında Kuzey Amerika’ya yerleşen kolonilerin Avrupa içindeki savaşlardan uzak kalmaları anlamına geliyordu. Ancak yerleştikleri topraklarda başka bir düşmanları daha vardı, Kızılderililer. Buna karşın üreyip çoğalmaya ve yerlileri köleleştirmeye hatta öldürmeye başladılar.

18. yüzyılda Avrupa’da devam eden dini temelli yedi yıl savaşları İngiliz galibiyetiyle sonuçlandı. Savaş sebebiyle ortaya çıkan ekonomik sorunları 13 koloniyi vergiye bağlayarak çözmeye çalışan Britanya, direnişle karşılaştı. 7 yıl savaşlarından yenik çıkan Fransa’nın da desteği ile Amerikan Bağımsızlık Mücadelesi 1774’te resmen başladı. 1776 yılında resmen bağımsızlığını ilan etti. George Washington önderliğinde kurulmuş olan ABD, 1782 yılında İngiltere tarafından da tanındı. Bağımsızlıktan sonra kıtadaki sınırsız doğal kaynaklar, coğrafi konumun gibi özellikleriyle 1867’de bugünkü sınırlarını ulaşmış bir ABD ile beraberiz.

13 koloni ile başlayan kuzey Amerika bağımsızlık mücadelesi Avrupalı devletlere örnek teşkil etti. Kurulan ABD diğer Avrupalı devletler gibi süreçlerden geçerek değil, planlı bir şekilde doğrudan devletleşerek oluşturuldu. Hak ve özgürlükler bakımından halka oldukça geniş yetki verilmesi, yasama- yürütme- yargı organlarının varlığı ve birbirini denetlemesi Avrupa devletlerinin ulaşmaya çalıştıkları yönetim modeli haline geldi.

Tanrı tarafından seçilmiş Amerikan ulusu sahip olduğu istisnai tarihsel rolle geleceğin mükemmel evrensel ulusunu inşa etme yolunda ilerledi. “Amerika kıtası, Amerikalılarındır” açık kader anlayışı ile tanrının Amerikan halkını demokrasiyi yayma konusunda görevlendirdiğine inandılar. Açık kader anlayışını savunanlar; ülke ve halkın erdemi, Tanrı’nın isteğini yerine getirme kaderi ve Amerikan kültürünü ve yaşam biçimini ülkenin batı bölgesine yayma misyonu unsurlarıyla kendine destekçi sağlamaya çalışıyordu. Önce Amerika kıtasından başlayan yayılma, zamanla dünyanın tamamına uygulanan politikalarla hayata geçirilmeye çalışıldı. I. Dünya Savaşına demokrasiyi yaymak için Wilson desteği, ardından II. Dünya Savaşı’nda faşizme karşı savaşan ülkelere desteğinde açıkça görüldü. Yakın tarihte Afganistan ve Irak müdahalelerini de aynı saiklerle yani demokrasiyi yaymanın birleşik devletlerin tanrı tarafından yazılmış kaderi olmasıyla açıklamışlardı (Tatlısu, 2017; Sander, 1994).

3. Milliyetçilik

Milliyetçilik, belirli bir çıkara hizmet eden ideolojidir. Bir kişi ya da grubu milliyetçi yapan şey, ait olduğu milliyetin çıkarlarını en iyi kendisinin savunacağına olan tutkusudur. Bu çıkarlar kendini millet olarak tanımlayan grupların aidiyet hissettikleri kavramlara yöneliktir. Örneğin bir kişi kendini Amerikalı olarak tanımladığında Amerikalı olmaya dair tüm hisler, duygular, yapılar, mekanlar, bağlı olduğu devlet, din ve daha birçok millet nesnesine bağlılık hisseder. Sayılan bu nesneleri korumak, savunmak, kültürel dilsel mevcudiyetini yok olma tehdidine karşı kollamak arzusuyla doludur.

4. Amerikan Milliyetçiliği

Amerikan milliyetçiliği saiklerini kuruluşundaki biriciklikten alır. Tanrının “Yahudi” halkı gibi kutsadığı Amerikan halkı, dünyaya barış ve istikrar getirmek üzere görevlendirildi. Liberalizm, aydınlanma ve en önemlisi demokratik cumhuriyetin temsilcileri Amerikan ulusunun ta kendisidir. Amerikan ulusu ortak etnik köken, ortak tarih, ortak kültürden ziyade ortak bir ideoloji kavramında birleşmektedir. Tarihsel bölümde değinildiği gibi Amerika ulusunu oluşturanlar, göç vasıtasıyla kıtaya yerleşmiş topluluklardan oluşmaktadır. Dolayısıyla ortak siyasi ideoloji Amerikan ruhunu ve seçkinliğini oluşturur. Bu ruh, Amerikalılar için Amerikan modelini dünyaya yayma misyonuna hizmet eder.

Amerikan milliyetçiliğini incelerken iki kavramsal ayrıma değinmek gerekir. Etnik ve sivil milliyetçilik kavramları, Amerikan milliyetçiliğinde iki karşıt kavram gibi görünebilir. Sivil milliyetçilik; vatandaşlık anlayışı temeline dayanan demokratik, bireyselci, bir ideoloji olarak ifade edilebilir. Dini- etnik milliyetçilik ise; belirli bir etnik grubun hakimiyetinde ve o etnik gruba mensup kişilerin anayasal haklarında ayrımcılığın olduğu ideoloji olarak tanımlanabilir. Amerika kendi milliyetçiliğini sivil milliyetçilik tanıma oturtur. Dolayısıyla Amerika’yı incelerken, izledikleri politikalar ile söylemlerindeki politikaların çeliştiğini söylemek mümkün. Zira beyaz olmak, anglosakson kökenli olmak, protestan olmak gibi özelliklerle Amerikalı olmak nitelendirilebilmektedir (Tüter, 2009).

İdeolojik olarak Amerikan milliyetçiliği ulusal bağlılık (sivil milliyetçilik) bazında düşünüldüğünde göçmenliği destekleyici pozisyonda olması beklenir. Bahsettiğimiz tarihsel bağlamdan yola çıkılarak çok etnikli ABD ulusu için yurttaşlık bazında milliyetçilikten söz edilmesi beklenirken, bugün bile şiddetli örneklerini gördüğümüz Amerikan ulusu anlayışı ile etnik milliyetçilik (ırkçılık) oldukça yüksektir. Bu milliyetçi ideoloji kuruluşu aşamasında yerlilere (Kızılderililer) bugün ise siyahiler üzerindeki etkileriyle kendisini oldukça net biçimde gösterdi. Etnik milliyetçi yaklaşımlara ek olarak 11 Eylül 2001 terör olaylarının etkisiyle yükselen islamofobi, ideolojik anlamda milliyetçiliğin farklı bir türünü kapsar. Bu çerçevede yurttaşlık yapısını anayasaya bağlılık üzerinden açıklayan ABD, reel politik alanda kendi içinde Amerikalı bir etnik grubun varlığını kabul üzerinden şekillendi. Karşılaştığımız yaklaşımlar iddia edildiği gibi ulus temelli demokrasi ve anayasal bağlamından koparak, ötekileştirme- şeytanlaştırma siyasetiyle var oldu (Bellamy, 2007).

11 Eylül sonrası yabancı düşmanlığı, İslam- Müslüman karşıtlığının kolaylıkla nasıl kabul edildiğinin anlaşılabilmesi için, Amerikan milliyetçiliğinin kısa tanımının yapılması uygun görüldü (Tatlısu, 2017).

5. 11 Eylül Öncesi Durum ve Yaratan Sebepler

Soğuk savaşın kendi içindeki istikrarlı durumu, Sovyetler birliğinin yıkılmasının ardından biçim değiştirdi. Soğuk savaş dönemi iki süper gücünün kendi blokları üzerindeki hegemonyaları, sistemin ön görülebilir olduğu anlamına gelmekteydi. Soğuk savaş sonrası uluslararası sistemin yapısı çift kutupluluktan tek kutuplu sisteme dönüştü. Bu dönüşümün diğer bir karşılığı ABD’nin tek kutuplu düzende hegemonya olması demekti. Aynı zamanda belirsizlik manası taşıyordu. Dolayısıyla bu durum dönüşen sisteme karşı meydan okumalara yol açtı. Günümüzde uluslararası ilişkiler çalışmaları, sistemin kutuplu yapısı hakkında farklı görüşlere sahip olsalar da görünen o ki ABD hem ticari açıdan hem de kültürel açıdan tek kutbun hegemon lideri konumundadır (Ozan, 2019).

Tarihinde sömürge karşıtlığı bir devrimle kurulan ABD, günümüze çoğu doğu toplumu ve küreselleşme karşıtı tarafından dünyanın en büyük sömürge devleti olarak algılanmaktadır. Küreselleşme sermaye, insan, hizmet, teknolojinin serbest dolaşımı olmakla birlikte aynı zamanda kültürlerin de dolaşımı anlamına gelmektedir. Küreselleşme ve kültür ilişkisinden söz ederken kültür ayağını iki kısma ayırabiliriz. İlki üretim kültürünün tüm dünyada dolaşımı olarak açıklanabilir. Ancak dolaşan kültür, en etkili küresel güç olarak görülen ABD’nin hegemonyası yani sömürüsü olarak algılanmaktadır. En ünlü fastfood restoranları, en meşhur kola markasının dünyanın tüm kültürlerine entegre olması gibi unsurlar bu savı oldukça desteklemektedir. Dolayısıyla bu koşullar doğu toplumlarınca kendi kültür ve inanışlarına saldırı olarak algılanmaktadır.

İkincisi, mikro milliyetçiliği tezahür eder. En belirgin örneklerini Ortadoğu’daki siyasal gelişmelerle gözlenmektedir. İran İslam Devrimi, Filistin sorunu ve El- Kaide’yi yaratan Sovyetlerin Afganistan işgali küresel ölçekli radikal İslam terör örgütlerinin doğmasına sebep oldu. (Karakaya, 2019)

6. 11 Eylül Saldırısı

CNN’nin “dünyanın değiştiği gün” başlığı ile andığı 11 Eylül olayları, El- Kaide örgütünün, ABD savunma bakanlığı binasına ve dünya ticaret merkezine saldırı düzenlemesi olayıdır. Birleşik devletler, tarihinde böyle bir olaya tanık olmadığı için olayın görüntülerini izleyenler ilk başta gerçek olduğuna inanamadılar. Ancak 2 saat içinde dünya ticaret merkezi olarak bilinen ikiz kuleler çöktü. Kaçırılan 4 uçaktan biri de ABD savunma bakanlığı binası Pentagon’un batı cephesinin bir kısmını yıktı. 2 bin 966 kişi hayatını kaybetti ve çok sayıda kişi yaralandı.

7. 11 Eylül Neleri Değiştirdi?

ABD tarihi boyunca etrafı denizlerle çevrili olması, hakimiyet alanı olmayan diğer karalara uzak olmasının avantajını kullanmış, dolayısıyla kendini hep güvende hissetti. Ancak 11 Eylül güvenli olduğu düşünülen sınırların ne kadar kolay geçilebileceğini kanıtladı. Küreselleşmenin geçirgenliği bu kez en büyük küresel güç olan ABD’yi kendi içinde vurdu.11 Eylül olayları dünyayı küresel ölçekli terörizm kavramıyla tanıştırdı. Bu tarihten sonra Amerikalı olmak ve Amerikan milliyetçiliği şekil değiştirdi.

11 Eylül, aynı zamanda tarihten bu güne yaratılmış olan Amerikan ulusu algısı için de dönüştürücü oldu. Tanrı tarafından seçilmiş olan dolayısıyla tanrı tarafından korunan ulus miti yıkıldı. Artık korunmasız ve her an saldırıya açık bir ülkeye dönüştüğü algısı, halkı psikolojik bunalıma sokmuştur. Amerikan ulusunun kutsal dokunulmazlığı artık bozuldu.

Olayların akabinde ABD yönetimi, ülke dışı askeri müdahaleler halkın desteğini alabildi. Netice de şeytanını yaratan bu vahim olay ulusal güvenlik sorunu haline gelmiştir. El- kaide örgütünün lideri, Usame bin ladin Afganistan’da tutulduğu gerekçesiyle işgal edildi. Bu işgal neticesinde ülke ve halkı istikrarsızlık, yoksulluk, açlıkla mücadele etmek zorunda bırakıldı (CNN, 2020).

Bu tarihten sonra dünyanın gündemine kitle imha silahları sorunları yerleşmiştir. 2 büyük dünya savaşı, nükleer tehdidin doruk yaptığı soğuk Savaş’tan sonra dünya radikal İslami olarak anılan bir terör örgütünün düzenlediği saldırıyla yeniden silahlar konuşulmaya başlandı. Ardından Irak işgali tüm dünya da karşıt seslerin yükselmesine aldırış edilmeden gerçekleştirildi. Çünkü İslam ve terör birlikte anılmaya başlandı. Yaşanan bu gelişmeler hem küreselleşme karşıtlarının hem de Amerika düşmanlarının anti duruşunu arttırdı. Aynı zamanda İslam ve terör kavramlarının neredeyse eşit iki kavram gibi kullanılmış olması, islamofobi kavramının iyiden iyiye zihinlere yerleşmesine yol açtı.

11 Eylül olaylarının dünyadaki yansımaları yükselen Amerikan düşmanlığı olarak tezahür etmekle birlikte Birleşik Devletler içinde ayrımcılık şiddete varan boyutlarda yükselişe geçti. Olaylardan sonra, Birleşik Devletler’ de yaşayan Müslümanlar çeşitli şekillerde toplum içi dışlanmaya hatta şiddete maruz kaldı.

Hem içerde hem ülke sınırları dışında İslam dinine mensup ve/veya doğu kökenli insanlara doğrudan terörist gözüyle bakılmaya başlandı. Bu ötekileştirmiş gruba mensup çocukları Amerikalı/beyaz çocukların okullarında, oyun alanlarında olmasından rahatsızlık duyuldu. Toplu taşımalarda o insanlarla birlikte seyahat etmek tabiri caizse aynı havayı solumak bile istemediler.

Netice de hem Birleşik Devletler içindeki göçmen aileler halk tarafından tacize uğradılar hem de suçun kaynağı olarak görülen ülkelerdeki Müslümanlar, ABD’nin işgalleri sonrasında açlığa, yoksulluğa mahkûm edildi.

8. Sonuç

ABD, kuruluşundan bu güne liberal ekonominin, demokrasinin, barışın temsilcisi olduğu algısı yarattı. Başta kıtaya göç eden İngiliz kolonilerce kuruldu. Demokrasinin doğrudan kurulması, doğal kaynaklarının zenginliği, izlediği ekonomi politikalarıyla çok kısa sürede rüyalar ülkesine dönüşmeyi başardı. Göçle kurulmuş ülke, yaşam koşullarından memnun olmayanlar tarafından göç almaya devam eden ülke oldu. 2. Dünya savaşından sonra hız kazanan küreselleşme Soğuk Savaş döneminden sonra kabuk değiştirdi. Teknolojinin hızla ilerlemesi, ulaşımın aşırı kolaylaşması, dünya devi olan ABD’yi cazibe merkezi haline getirdi. Bu durum aynı zamanda küreselleşme karşıtları tarafından -özellikle doğulu İslam toplumlarınca- kültürlerine tehdit olarak algılandı. 11 Eylül olayları, radikal İslam terör örgütü olarak anılan El-Kaide tarafından gerçekleştirilmiş olmasıyla somutluk kazandı. Ancak bu saldırıların sosyal hayattaki yansımalarının bedelini, göçler ülkesi olan ABD’de yaşan Müslüman insanlar ödemek zorunda kaldı. Yalnızca ülke içinde değil, olaylar sonrası işgal edilen Afgan Halkı ve daha sonra Irak halkı da bedel ödeyenler oldular. 11 Eylül yalnızca Amerikan ulusu için değil, diğer batılı liberal devletler açısından da İslami unsurların tehdit olarak algılanması anlamına geldi.

Neticede, bireysel özgürlük mottosuyla varlığını oluşturan Amerika, Amerikan ulusu mitini tarihinden bugüne dek çeşitli koşullar ve şekillerde ayakta tutmaya devam ediyor. Tarihinin yüz karası olarak bilinen yerlilerin katli, siyahilere yapılan ırkçılık, 11 Eylül sonrası Müslüman / doğu kökenli insanlara uygulanan siyasal ya da sosyal baskılar aslında sürekli vurgulanan “özgürlükler ülkesi” kavramının hayal kırıklığı olduğunun göstergesidir. Tarihinden bugüne, Amerikan milliyetçiliği ve tanrı tarafından kutsanmış Amerikan Ulusu miti yaşamaya devam ediyor.

Şeyma Nur ZEYREK

Milliyetçilik Çalışmaları Staj Programı

Kaynakça: 

Bellamy, E. (2007). Progress of Nationalism in the United States. University of Northern Iowa Publication, s. 96-102.

Dünyanın değiştiği gün” 11 Eylül saldırılarının üzerinden 19 yıl geçti. (2020, 9 11). CNN, s. https://www.cnnturk.com/video/dunya/dunyanin-degistigi-gun-11-eylul-saldirilarinin-uzerinden-19-yil-gecti-video.

Karakaya, İ. (2019). Terörizm Kavramı,Nedenleri,Çeşitleri ve Tarihsel Gelişimi Bağlamında El-Kaide ve Işid Örnekleri. D. E. Prf. Dr. Mehmet Seyfettin Erol içinde, Uluslararası İlişkilerde Güncel Sorunlar (s. 148-152). Ankara: Akçağ Yayınları.

Ozan, E. (2019). Tek Kutupludan Çok Kutupluya Uluslararası Sistemin Dönüşümü. D. E. Prof. Dr. Mehmet Seyfettin Erol içinde, Uluslararsı İlişkilerde Güncel Sorunlar (s. 18-24). Ankara: Akçağ.

Sander, O. (1994). Devrimler Dönemi, Amerikan Devrimi. O. SANDER içinde, Siyasi Tarih (s. 111-116). Ankara: İmge Kitapevi.

Tüter, M. (2009). Amerikadaki Milliyetçilik; Amerikan Misyonundan Beyaz Ulusalcılığa. İstanbul Bilgi Üniversitesi, 1-93.

Tatlısu, İ. M. (26.11.2017). Amerikan Milliyetçiliği ile Irkçılık Arasındaki İlişki: Etnik. 34-40.

 

Kitap Analizi: Savaşı Yapmak ve Barışı İnşa Etmek

Making War and Building Peace: United Nations Peace Operations (Savaş Yapmak ve Barışı İnşa Etmek: Birleşmiş Milletlerin Barış Operasyonları), Michael W. Doyle, Nicholas Sambanis, 2006 Princeton Üniversitesi Yayınları, Sayfa Sayısı: 421 (e-kitap)

Sunuş

Kitap asıl olarak 2000 yılında American Political Science Review dergisinin 94. sayısında “Uluslararası Barış İnşası: Teorik ve Nicel Bir Analiz” adlı çalışmanın genişletilmiş versiyonudur. Yazarlar bahsi geçen dergi makalesindeki tezlerini bu kitapta örnekler üzerinden incelemiş ve argümanlarını güçlendirmişlerdir. Yazarlar BM”nin savaş ve barış misyonlarını tartışmaya açmışlardır. Özellikle barış yapma konusundaki başarılarına atıf yapılmasına rağmen BM”nin daha verimli ve çok fonksiyonlu müdahalelerinin nasıl olabileceği/olması gerektiği araştırılmıştır. İçeriğin ağır olmasına rağmen yazarlar sade bir dil ile konuyu işleyebilmişlerdir. Yazarların tecrübelerinden hareketle sık sık örneklere atıfta bulunması da kitabın teori odaklı, sıkıcı ve okunması güç bir kaynak haline gelmesini engellemiştir. Barış İnşa Etme Üçgeni teorisinin ve parametrelerinin örnekler üzerinde test edilmesi de okuyucunun odağının dağılmasını engellediği söylenebilir. Ek olarak, konuların eklektik bir biçimde kitabın ana temasını beslemesi de okunması kolay bir çalışmanın ortaya çıkmasını sağlamıştır.

Kitabın dikkat çeken yönlerinden birisi yazarlardan M. W. Doyle”un BM”de Asistan Sekreter ve BM Genel Sekreteri Kofi Annan”a özel danışmanlık görevleri yapmış olmasıdır. Her ne kadar yazarların iddiası araştırmaların bu görevlerden önce tamamlandığı yönünde olsa bile, yazarın deneyimleri kitapta kendisini hissettirmektedir. Öncelikle sunulan tezler öyle ya da böyle bir örneğe dayandırılabilmiştir. Bu örneklerin hem ulusal hem bölgesel hem de uluslararası ölçekte detay bilgiler içermesi ve birinci gözden gözlemleri kapsaması yazarın tecrübelerinden tamamıyla bağımsız olmadığını düşündürmektedir. Yazarlardan Doyle ise kitabın “BM”nin resmi görüşlerini yansıtmadığının” altını çizmiştir. Öte yandan, BM”nin savaş ve barış misyonlarında görev alan yerel görevlilerin, BM tarafından görevlendirilen askerlerin/sivillerin ve bölge vatandaşlarının kendi kavrayış ve paylaştıkları bilgileri içerdiği de kabul edilmektedir. Özetle yazarın deneyimleri kitabı aynı konuda diğer yapılan çalışmalardan farklılaştırmaktadır.

Kitabın bir diğer önemli özelliği ise, kitap her ne kadar BM”nin resmi görüşlerini yansıtmasa bile, BM”nin perspektifinden de argümanlar sunulmuştur. BM”nin başarı veya başarısızlıkları hem “içeriden” gelen bir özeleştiri hem de “dışarıdan” bir eleştiri ile incelendiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Eleştirilere ek olarak yazarlar BM için yeni öneriler ve barış ve savaş misyonları için yeni projeksiyonlar ortaya koymuşlardır.

Yazarlara göre kitap üç kesime hitap etmektedir: politika yapıcılar, siyaset bilimciler ve öğrenciler. Kitabın profesyonellerin ve birçok akademisyenin de görüşlerini içermesi dolayısıyla yine aynı iki kesime hitap etmesi kaçınılmazdır. Öte yandan, kitabın, BM”yi, savaş ve barış kavramlarını inceleyerek başlaması ve ardından yazarların tezlerini incelemesi öğrenciler için de kitabın bir kaynak olarak kullanılmasını ve anlaşılabilmesini sağlayabilmiştir.

Yazarlar problematik bir bakış ile konuları incelemişlerdir. Öncelikle teorilerden yola çıkarak iç savaş kavramı incelenmiş ardından BM”nin iç savaşlara müdahalelerinin bir araştırması yapılmıştır. Daha sonra barışın tesisi ve sürdürülmesi için argümanlar ortaya atılmıştır. Bunu takiben örnekler üzerinden argümanların incelenmesi ile hem eleştiri hem de öneriler sentezlenmiştir. Ana temanın barış operasyonları üzerinden projeksiyonu sunulmasına rağmen öncelikle iç savaşın neden ve nasıl olduğunun anlaşılması barış operasyonlarının niceliksel olarak geliştirilmesinde önemli bir faktör olarak anlaşılmaktadır.

Birinci bölümde yeni yapısalcı teoriden yola çıkarak bir başlangıç yapılmıştır. BM”nin operasyonların şekillenmesindeki süreç incelenmiş ardından da kitabın genel bir planına yer verilmiştir. İkinci bölüm ile iç savaş teorileri verilmiş, ardından BM müdahalelerine etkilerine değinilmiştir. Bu bölümde son olarak “Barış İnşa Etme Üçgeni” tezine yer verilmiştir. Üçüncü bölüm ile birlikte barış inşa etmede stratejilerin “test edilmesi” aşamasına geçilmiştir. Dördüncü bölümde ise BM”nin savaş operasyonlarının incelenmesi yer almıştır. Beşinci bölüm ile kitabın asıl iddiası olan BM”nin barış operasyonları incelenmeye başlanmıştır. Zira yazarlara göre BM”nin savaş yapmak konusunda birçok eksiklikleri bulunmaktadır. İlk olarak “başarılı” operasyonlara yer verilmiştir. Bu bölümde asıl olarak BM”nin barışı sağlama ve sürdürülmesindeki etkileri incelenmiştir. Altıncı bölümde ise başarısız barış misyonları incelenmiş ve sebeplerine yer verilmiştir. Yedinci bölümde ise geçiş stratejileri ile birlikte barışın sürdürülmesi ve demokratik kurumların tesisi için önemi haiz olan “geçiş hükümeti” üzerinde durulmuştur. Sekizinci bölümde ise kitabın genel bir incelemesi yapılarak, “7 Adımlı Plan” incelenmiştir. Yine bu bölümde çok sık eleştiriye maruz kalan bir soru cevaplanmaya çalışılmıştır: BM operasyonların ardından bölgede kalmalı mı yoksa çekilmeli mi? Son olarak ise alternatiflerin ne olabileceği ile kitap sonlandırılmıştır.

Ahmet Can Yıldıztekin (Editör)

Editör Notları

İncelemeye konu olan kitabın Türkçe çevirisi halen yapılmamıştır. Daha önce de herhangi bir kitap analizine konu edilmemiştir. Bu sebeple kitabın incelenmesine katkıda bulunan stajyerler ile bu incelemeyi uluslararası ilişkiler literatürüne kazandıran TUİÇ Akademi ekibine teşekkür ederim.

Bölüm 1: Savaş Yapma, Barışın İnşası ve Birleşmiş Milletler

“Bizim işimiz müdahale etmek: Çatışmayı yapabildiğimiz yerde önlemek, patlak verdiğinde durdurmak veya bunların hiçbiri mümkün olmadığında en azından onu kontrol altına almak ve yayılmasını önlemek.” (Annan, 1999: 4)

Kitabın ilk bölümü olan giriş bölümü Birleşmiş Milletlerin kuruluş yılından itibaren Soğuk Savaş sonrası dönem başlıca olmak üzere günümüze kadarki süreçte yaşanan çatışmaları ve bu çatışmaların barışın inşası için hangi yollarla çözüldüğünü, barışın sürekliliği ve kalıcılığı için hangi yollarla çözülmesi gerektiğini, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi başta olmak üzere uluslararası toplumun barış inşa sürecinde üstlendiği rol ve sorumluluk ile kolektif barışın önemine vurgu yaparken kitabın tamamına dair geniş bir bakış açısı sunuyor.

Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle Birleşmiş Milletler (BM) üye devletleri, devlet egemenliğinin meşru alanı ile meşru uluslararası müdahale arasındaki ilişkiyi tanımlayarak gündemlerini genişletti. Üye devletler böylece dünya çapında bir dizi etnik ve iç savaş patlak verirken toplu müdahale kapsamında radikal bir genişlemeyi onayladılar. Yazarların da eleştirdiği gibi, kuruluşundan Soğuk Savaş dönemine kadar olan dönemde uluslararası toplumun dünyada yaşanan iç savaş gibi acil durumlara tepkileri, bazen büyük çabalara rağmen, en iyi ihtimalle meşru ve etkili bir hükümeti yeniden kurmada ara sıra elde edilen başarılar ve bunu yaparken karşılaşılan çarpıcı başarısızlıklardan oluşmaktaydı. Soğuk Savaş sonrası dönemde yaşanan Bosna ve Somali örnekleriyle bu başarısızlığın devam ettiğine dikkat çeken yazarlar, kitabın başından itibaren hiçbir iddialarının ya da eleştirilerinin temelsiz olmadığını okuyucuya kanıtlamaktadır. Yine bu örneklerden yola çıkarak yazarlar, Birleşmiş Milletlerin kuruluş yılı olan 1945″ten Soğuk Savaş dönemine kadar dünya üzerindeki çatışma dinamiklerinin devletlerarası savaşlardan iç savaşlara evirildiğini, çatışmaların barışla sonuçlandırılmasında tökezleyen noktanın da tam olarak bu olduğunu iddia ediyor.

Kitabın zaman çizelgesi Soğuk Savaş sonrası dönemde ilerlediğinde değerlendirilen tüm olaylar, sunulan argümanlar ve eleştiriler kaynağını bu dönemden alıyor. Bu durum kitabın günümüz çatışmalarına da ışık tutmasını sağlarken uzak bir dönemi işaret etmemesinin avantajıyla okuyucuya güncel bir bakış açısı sunuyor.

Giriş bölümünde bahsi geçen en çarpıcı noktalardan biri olan “Barış İnşa Etme Üçgeni (Peacebuilding Triangle)” teorisi kitabın bel kemiğidir. Yazarların en temel argümanlarından biri olan sürdürülebilir barışın başarılı barış inşasının ölçüsü olduğu iddiasını destekleyen bu önemli teori, iç savaşları çözmek için başarılı veya başarısız tüm çabaların, savaş sonrası iç barış ortamını karakterize eden üç temel faktörden etkilendiği iddiasına dayanmaktadır: “Düşmanlık ne kadar derin olursa, yerel kapasiteler ne kadar fazla yıkıma uğrarsa, istikrarlı bir barışın kurulmasında başarılı olmak için uluslararası yardıma o kadar çok ihtiyaç duyulur.” İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana çoğu iç savaşın askeri zaferle çözüldüğünü ve bir barış harekâtı yoluyla uygulanan kapsamlı bir barış anlaşmasının başarı oranının daha yüksek olduğuna dikkat çeken yazarlar buradan yola çıkarak kitapta Birleşmiş Milletlerin bunu neden başarması gerektiğini ve nasıl başarabileceğini açıklıyor. “Neden” sorusunu yanıtlarken yazarlar çok taraflı bir kuruluş olarak Birleşmiş Milletlerin gücü gerektiği kadar rasyonel bir şekilde yönetemeyeceğini, ancak meşru uluslararası yardıma aracılık etmek, harekete geçirmek ve yönetmek için çok uygun olduğunu savunuyorlar; “nasıl” sorusunu cevaplarken ise Birleşmiş Milletlerin barış inşası operasyonlarında yerleşik otoritenin karşılaştıkları koşullara göre nasıl uyarlanması gerektiğini açıklıyorlar.

1987 ile 1994 arasında çıkardığı kararların sayısını dört katına çıkaran Güvenlik Konseyi, yetkilendirdiği barışı koruma operasyonlarını üç katına, her yıl uyguladığı ekonomik yaptırım

sayısını yedi katına çıkardı. Barışı koruma operasyonlarında konuşlandırılan askeri kuvvetler 10.000’in altından 70.000’in üzerine çıktı. Yıllık barışı koruma bütçesi aynı dönemde 230 milyon dolardan 3,6 milyar dolara fırladı ve böylelikle BM’nin 1,2 milyar dolarlık normal işletme bütçesinin yaklaşık üç katına ulaştı (Boutros-Ghali, 1992). Bu istatistiklerden yola çıkan yazarlar, “önleyici diplomasi” kavramının uluslararası toplumda ne denli ön plana çıktığını ve devletlerin barışı koruma çabasında Birleşmiş Milletler ya da herhangi bir aktörün adım atıp kontrolü ele alması isteğine sahip oldukları iddiasını ortaya atıyorlar. Yine aynı noktadan yola çıkan başka bir iddiaya göre devletlerin Birleşmiş Milletlerin küresel bir parlamento ya da jüri rolünü oynamasını istemelerinin tek sebebi barışın muhafazası ya da uygulanması değil, müşterek ve tarafsız bir girişimle dürüst ve hilesiz bir biçimde ortak faydanın sağlanmasıdır. Bu açıklamadan yola çıkarak denilebilir ki kitabın en dikkat çekici yanlarından biri de yazarların kendi iddialarını tartışmalı bir biçimde okuyucuya sunmasıdır. Örneğin, yukarıda değinilen sürdürülebilir barışın sağlanması hususunda yazarların hem kendi iddialarını hem de uluslararası toplumun yerel nüfusun önemli bir çoğunluğunun desteğini alan ve insan haklarının temel ilkelerini somutlaştıran sürdürülebilir barışı teşvik etmenin bir yolunu bulmaya hâlâ ihtiyaç duyduğu iddiasını bir arada ele alması konuya olan tarafsız yaklaşımlarını destekler niteliktedir.

Birleşmiş Milletler Barış Operasyonlarının literatürde kabul görmüş üç jenerasyonunu ve sonradan ortaya çıkan dördüncü jenerasyonunu ele alan kitap, “An Agenda for Peace” raporunu temel alarak açıklıyor (Boutros-Ghali, 1992). Bu dört farklı nesil Barış Operasyonunun karakteristik özelliklerini, artı ve eksilerini, tarihteki örneklerini giriş niteliğinde özet olarak açıklayan yazarlar, bu operasyonlar sırasında Birleşmiş Milletlerin üstlendiği rolün tarafsızlığının (neutrality/impartiality) tercih edilen kelimeye göre aslında ne anlam ifade ettiğini açıklığa kavuşturur.

Kitabın giriş bölümünün “Barış Yapmanın Zorluğu” adlı son başlığında yazarlar bu başlığa dek ortaya koydukları iddiaların bir özetini sunuyorlar. Uluslararası toplumun Birleşmiş Milletler Barış Operasyonlarına olan eleştirileriyle birlikte kendi eleştirilerini de dile getiren yazarlar günümüze dek barışın sağlanması ve korunabilmesi için ortaya konulan tüm çabaları da göz ardı etmiyor. Birleşmiş Milletlerin başarılarının ve başarısızlıklarının barış operasyonlarında etkili olduğunu ve olmaya devam edebileceğini, bu zorlu görevde barışı ölçmenin karmaşık bir temel metodolojik mesele olduğunu da inkâr etmeyen yazarlar, son olarak kitabın ileriki bölümlerinde Birleşmiş Milletlerin savaş ve barış yapma konusundaki dört başarısızlık vakasına (Somali, Bosna, Ruanda ve Kıbrıs) ve altı başarı vakasına (Kongo, El Salvador, Kamboçya, Hırvatistan”da Doğu Slavonya, Kuzey Bosna’da Brcko ve Doğu Timor) odaklanacağını belirtiyor. Sonuç olarak, yazarlar giriş bölümünde barış operasyonlarının devam eden zorluklarını anlamak için geçmişten çıkarılacak dersleri vurgulayarak ideal bir perspektif sunmayı vadediyor.

Aybüke Beyza Kerimoğlu

Bölüm 2: Teorik Perspektifler

Kitabın ikinci bölümü olan “Teorik Perspektifler” başlığı altında yazarlar iç savaşların genel tanımı, açıklayıcı teorileri ve bu teorilerin Birleşmiş Milletler”in barışı koruma ve barış inşası operasyonlarında nasıl pratik bir şekilde hayata geçirildiğini açıklamaktadır. Michael Doyle ve Nicholas Sambanis”in bu konudaki hipotezleri ise “Barış İnşası Üçgeni” olarak adlandırdıkları, aslen yerel kapasiteler, uluslararası kapasiteler ve düşmanlıklar olarak ele aldıkları faktörlerin ölçümlerinin ve birbirleriyle olan etkileşim düzeylerinin sürdürülebilir barış için gerekli olan politik boşluklar yarattığına dayanmaktadır. Bu bölümün özeti ise, öne sürülen hipotezin, verilen örneklerin ve iç savaşın kendisini ve doğasını tanımlayan teorilerin eleştirel bir incelemesi olarak yapılacaktır.

Ayrıntılı bir incelemeden önce, yazarlar tarafından sıkça kullanılan ve vurgulanan genel konsept ver terimlerin ufak bir özetini yapmak faydalı olacaktır. Bu konsept ve terimlerden en çok öne çıkanlarsa giriş kısmında da belirtilen yerel kapasiteler, uluslararası kapasiteler ve düşmanlıklardır. Belirtilen terimlerin vurgulanmasını ve analizlerini bu denli önemli kılan sebep ise, yazarların sürdürülebilir barışı sağlamak için bu unsurların birbirleriyle olan etkileşimlerini ön plana çıkarmak istemelerinden kaynaklanmaktadır. Bu terimlerden ilki olan yerel kapasiteler, ülkenin sürdürülebilir barışa ulaşmak için elinde olan siyasi, ekonomik ve toplumsal kaynakları inceler. Uluslararası kapasite ise, içinde Birleşmiş Milletlerin, yerel veya global uluslararası örgütlerin ve sivil toplum kuruluşlarının da bulunduğu uluslararası toplumun reaksiyonunu ve barışın sağlanması için gerekli olan müzakerelere katılma istekliliğini inceler. Son terimimiz olan düşmanlıkların odak noktası ise, iç savaşın taraflarının çatıştıkları unsurları -etnik, ekonomik, dini vb.- ele almaktadır. Buradan hareketle, yazarların yoğunlaşmış oldukları araştırma sorusu “Yerel kapasite, uluslararası kapasite ve düşmanlıkların nitel ve nicel bir incelemesi yapıldığında, sürdürülebilir barışın inşası için uluslararası yardımın1 sınırları ve çerçevesi nasıl olmalıdır?” şeklinde özetlenebilir.

İç Savaş Teorilerinin Ekonomik ve Politik Boyutları

Araştırma sorusunu yanıtlamadan önce yazarlar, iç savaşın genel tanımını, iç savaş teorilerini ve bu teorilerin uluslararası kapasitelerine olan ilişkisini açıklamak istemiş ve bu teorileri ekonomik ve politik iç savaş teorileri olarak iki farklı kategoride ele almışlardır. İç savaşı ekonomik yönden ele alan teoriler, tarafların amaçlarının, devletin yıpranmış yapısını sömürerek kazançlarını maksimize etmek olduğunu öne sürmüşlerdir. Bu amaç doğrultusunda şiddet ve ayaklanmayı tarafların kullandıkları bir araç olarak incelemişlerdir. Bahsedilen şiddet ve ayaklanma eylemleri, rasyonel bir karar olarak lanse edilmektedir. Bu açıdan bakıldığında ekonomik teoriler, ideoloji, etnisite ve din gibi politik ve toplumsal unsurları teorik çerçevelerinin dışında bırakmıştır. İç savaşı politik olarak ele alan teoriler ise, devlet rejiminin karakteristik özelliklerini ve politik istikrarsızlığı teorilerinin merkezine koyarlar. Doyle ve Sambanis bu iki farklı görüşten ekonomik teorileri “açgözlülük”, politik teorileri ise “kindarlık veya ihtilaf” olarak görmüşleridir. Yazarlar bu noktada Gurr ve Hegre”nin çalışmasına atıfta bulunarak, toplumsal ve politik olarak tarafların birbirlerine besledikleri “kindarlığın” ayaklanmaların ve şiddetin en önemli mimarı olduğunun altını çizmiş ve bir bakıma ekonomik teorilerin konunun dışında kaldığına işaret etmişlerdir (Gurr, 2000; Hegre vd., 2001). Buna bağlı olarak, politik teorilerin içinde bulunan etnik kimlik sorununu iç savaşlar özelinde öne çıkarıp incelemişlerdir.

Kitabın genel konusu, özellikle Birleşmiş Milletler operasyonları üzerinden uluslararası etkiyi iç savaşlar ekseninde tanımlamak üzerine yoğunlaşmış olduğundan, yazarların uluslararası ilişkiler teorilerine değinmeleri de sürpriz olmamıştır. Başlangıç noktalarını neorealizm ve neoliberalizm olarak alan Doyle ve Sambanis, bu iki ana görüşün iç savaşları açıklamakta eksikliklerini göz önüne sermiştir. Bu noktada yazarların neorealizme olan eleştirileri, bahsi geçen teorinin devleti uluslararası sahnede üniter bir birim olarak ele alması ve uluslararası sistemi makro yapılar üzerinden incelemesinin, iç savaşların ve iç politikanın dinamik yapısını açıklamakta yetersiz kaldığını öne sürmüştür. Buna ek olarak, iç savaşların oluşturduğu devlet içindeki anarşik yapının, neorealizmin temel taşlarından olan uluslararası anarşiye paralel olmasını da yerel anarşinin yapısal bir bütünlüğü olmaması ve sürekli değişime maruz kalmasından dolayı iç savaşları açıklamada yetersiz kalacağına vurgu yapmışlardır. Neoliberalizme baktığımızda da karşıt görüşünün kaderini paylaştığını söylemek mümkündür. Her ne kadar neoliberalizm, yerel kurumlara ve devlet dışı aktörlere verdiği önemle neorealizmden göreceli olarak iç savaşları anlamak adına daha açıklayıcı bir perspektif sunsa da iç savaşlarla birlikte gelen yerel kurumların değişimlerini, etnik çatışmalarda kullanılan şiddeti ve kurulan müttefiklik ilişkilerini anlamak hususunda eksik kalmıştır. Ancak yazarlar bu eksikliklerin yalnızca iç savaşları makro sistemik bir pencereden incelendiğinde eksiklik olarak değerlendirebileceğimizi de belirtmişlerdir. Ayrıca, uluslararası ilişkiler teorilerinin değerinin, daha dar ve bölgesel bağlamda incelendiği takdirde, iç savaşların nasıl uluslararası bir boyuta taşındığını daha somut deliller ortaya koyarak anlatmışlardır. Bu duruma örnek teşkil etmesi açısından “komşuluk” adlı örneği veren Doyle ve Sambanis, kullandıkları bu terimle iç savaşların şiddet içeren eylemlerinin, bir ülkeden komşu bir ülkeye rahatça sıçrayabileceğini ve bu durumun büyüklüğünün, bölge ülkelerin daha önce de bahsedilen “açgözlülük” ve “düşmanlık” oranlarıyla doğru orantılı olduğu vurgusu yapılmıştır.

Uluslararası Boyutta İç Savaşlar

Daha sonraki bölümde yazarlar, iç savaşların uzunluk, sona erme ve tekrar etme olasılıklarını Birleşmiş Milletlerin operasyonları üzerinden örneklendirmişlerdir. Teorilerini dayandırdıkları noktayı ise şu şekilde açıklamışlardır; “… bu teorinin temel prensibi ise uluslararası barış inşası operasyonlarının, taraflar arasındaki bilgi akışını sağlayarak aralarındaki uyuşmazlıkları ve karşılıklı güvensizliği çözmek, bununla beraber sürdürülebilir barış için ortam yaratıp iç savaş sonrası durumun yeni bir düşmanlık düzeni içine girmesini önlemektir.” Teorilerine destek olarak yazarlar, Birleşmiş Milletler barış operasyonlarının iç savaş bölgelerinde sürdürülebilir barış için olumlu bir siyasi ve toplumsal ortam yaratmaktaki işlevlerini ve bununla beraber Birleşmiş Milletler”in yetki alanı dışındaki bölgesel örgütlerin çok taraflı operasyonlarının çatışan taraflar üzerindeki baskıyı arttırıp, barışı riske atacak aksiyonların sonuçlarını ağırlaştırma bakımından yardımcı olacaklarını vurgulamışlardır. Doyle ve Sambanis”in bir başka örnekleri ise, belirtilen çok taraflı barış operasyonlarının barışa tehdit olarak algılanan agresif partilerin yeni aktörlerle dengeleneceğini5 öne sürmüştür.

İç Savaş Teorisi”nin Etkenleri ve Birleşmiş Milletler Müdahalesi

İç savaşa dair teorik açıklamaların ardından yazarlar, barış inşası sürecinin stratejilerinden ve sürecin nasıl gerçekleşmesi gerektiğinden bahsetmektedirler. Bu doğrultuda ilk soruları, barış operasyonlarını ve yapılacak müdahalenin stratejik altyapısını hazırlarken arabulucuların en önemli görevinin iç savaşın altında yatan nedenlerin doğru bir analizini yapmak olduğudur. Yazarlar bu paratik kaygının tam anlamıyla anlaşılabilmesi üç ana akım uluslararası ilişkiler teorilerinden-neorealizm, neoliberalizm ve yapısalcılık- yararlanmışlardır. İç savaşın taraflarını birer “rasyonel oyuncu” olarak gören neorealizm, iç savaşları, pratik alanda “güvenlik” ve “göreceli kazanç” konuları üzerinden işlerken, neoliberal teoriler pratik açıklamalarını realist bakış açısı olan güvenlik ikileminden kurtararak, tarafların mutlak kazançlarına odaklanır. Ancak bu noktada neoliberal teorilerin de çatışan tarafları rasyonel aktörler olarak gördüklerini vurgulamak yanlış olmayacaktır. Yapısalcı yaklaşımlar ise, iç savaşları oluşturan etkenlerin daha önceden belirli yapılar üzerinde kurulu olduğu hipotezini esneterek kimliklerin ve çıkarların daha dinamik sosyal ve politik temeller üzerinden oluştuğu görüşü ile neoliberal ve neorealist teorilerden ayrılır. Bu üç ana teorinin iç savaşların yapısı ve doğası hakkındaki çıkarımları, kitabın ileri bölümlerindeki vaka çalışmaları için de ayrıca önem teşkil etmektedir.

Yazarlar uluslararası aktörlerin operasyonlarında kullandıkları, ana akım uluslararası ilişkiler teorilerine dayanan gelenekselci yaklaşımlarından olan devlet içi eski aktörlerin değiştirilmesi, yeni aktörlerin siyasi sahnede öne çıkarılması ve kimlik inşası gibi faktörlerin önemi vurgulamak ile beraber, “koordinasyon” ve “işbirliği” kavramlarını da teorik alt yapıyı güçlendirmek için öne sürmüşlerdir. Basit anlamda bu iki kavramın iç savaşın dinamiklerini anlamada ve uluslararası müdahalenin stratejik olarak hazırlanmasında kilit rol oynadıklarını belirtmişlerdir. Bu bağlamda uluslararası ilişkiler teorilerinin, iç savaşın doğasını ve sebeplerini açıklayan, koordinasyon ve işbirliğini ise sahada uygulanacak olan pratikleri ve stratejileri belirleyen etkenler olarak tanımlamak doğru olacaktır.

Bu bağlamda Doyle ve Sambanis, iç savaşta yaşanan koordinasyon ve işbirliği problemlerinin, oyun teorisinin basit bir şekilde taraflar üzerine uygulanması ile çözülebileceğini öne sürmüşlerdir. İki problemi basit olarak açıklamak gerekirse, koordinasyon iç savaşın tarafları arasında karşılıklı bir çıkar ilişkisi oluşturarak, bir partinin tek taraflı olarak barış dengesini bozması şeklinde açıklanabilecek iken, iş birliği ise tarafların bir güvenlik ikilemine düşerek uzun vadeli kazanımlardan çok kısa vadeli çıkarları öne koyup barış sürecini olumsuz etkilemeleri olarak özetlenebilir. İki kavram arasındaki yapısal farklılıklar, farklı iç savaş vakalarında farklı müdahale stratejileri uygulanması gerektiği tezini de kanıtlar niteliktedir. Örnek olarak, iş birliği problemini çözebilmek için çok yönlü bir arabuluculuk ve uluslararası bir otoritenin yaptırım gücü olarak da tanımlanabilir dönüştürücü bir uluslararası müdahale stratejisi gerekirken, koordinasyon problemi için uluslararası gözlem ve geleneksel bir arabuluculuk stratejisi yeterli olacaktır.

Osman Ekin Cengiz

Bölüm 3: Barış İnşası Stratejilerinin Test Edilmesi

Yazarlara göre, iç savaşın meşru devlet otoritesinin başarısızlıkları ile alakalı olması gibi, barış da yine bu otoritelerin tekrardan başarılı bir inşası ile alakalıdır. Barış yapımı stratejisi ise bu sürecin ortasında yer almaktadır. Bu sebeple başarılı bir barış inşası için duruma uyacak stratejilerin tasarlanması gerekir. Kitabın bu bölümünde yerel düşmanlıklar, yerel kapasiteler ve uluslararası kapasiteler üçgeninin sürdürülebilir barışa olumlu ve olumsuz etkilerine değinilmiştir.

Kitabın bu bölümünün ana amacı, barış inşası üçgeninin mantığının ampirik kayıtlarla tutarlı olduğunu göstermektir. Bu sebeple yazarlar, bu bölümde üçgen teorisini birkaç farkı “sağlamlık” testine tabi tutmuşlardır. Böylelikle okuyucunun da tatmin edilmesi ve daha sonraki bölümlere bir hazırlık yapılması sağlanmaya çalışılmıştır. Ayrıca, barış üçgeni teorisinin değişkenlerinin yanı sıra bu değişkenler arasındaki etkileşimin muhtemel çıktıklarını da gözler önüne sermek istemişlerdir. Bu bölümdeki tezlerin çoğu iç savaştan sonraki iki yıllık süreç içerisindeki sürece odaklanmıştır. Öte yandan BM misyonlarının uzun vadede etkilerinin bir analizi yapılmış ve ana bulgular özetlenmiştir. Ek olarak barışın tesisinin karmaşık bir süreç olması, öne sürülen üçgen teorisinin değişkenleri ile de okuyucuya anlatılmak istenmiştir.

Yazarlar, barış nirengi başlığı altında, modellerini üç kavram değişkeninin farklı ölçülerini kullanarak test etmişlerdir. Bu üç değişken: düşmanlık, yerel kapasiteler ve uluslararası kapasiteler. Bu bölümde he bu üç değişkenin üçgen teorisindeki etkileşimi ve bu etkileşimin barış üzerindeki olumlu veya olumsuz etkilerini incelemişler hem de her bir değişkenin ayrı ayrı neden ve nasıl bir etkide bulunacağına değinmişlerdir. Bir önceki bölümde iç savaş teorilerinin verilmiş olması da bu bölüm için bir temel atılmasına destek olmuştur. Yazarlar, kitabın tamamında da olduğu gibi her bir bölümü bir önceki bölümün devamı veya o bölümle ilişkili olarak ortaya koyduklarından ortaya atılan tezlerin taze tutulmasını sağlamışlardır.

Böylelikle ortaya atılan tezlerin bir teste tabi tutulması için okuyucuda bir zemin hazırlanması amaçlanmıştır. Yazarlara göre bir barışın başarıya ulaşma olasılığı, ülkenin barış kapasitesine, mevcut uluslararası yardıma ve savaşla ilgili düşmanlığın derinliğine bağlıdır.

Yazarların ortaya koyduğu argümana göre, barış inşa sürecini, genel hatlarıyla, “barış inşası üçgeni” şekli ile incelemek mümkündür. Bu şekil süreci incelemek için verimlidir çünkü ilk olarak yerel kapasiteleri, bu yerel kapasiteyi azaltın çatışan taraflar arasındaki düşmanlığın derinliği ve uluslararası kapasiteyi aynı anda gözler önünde sermektedir. Bahsi geçen üç faktör, rekabet- uluslararası ve ulusal kapasitelerin düşmanlığın derinliğine karşı- ve işbirliği -ulusal ve uluslararası kapasiteler arası- sonucunda barış için bir alan oluşturmak için etkileşimde bulunurlar. Bu noktada da barış inşası üçgeni görselleşmiş olmaktadır.

Yazarlara göre uluslararası kapasiteler ne kadar büyükse, düşmanlık ve yerel kapasiteler de göz önüne alındığında, barışın inşasında başarı olasılığı daha yüksek olmaktadır. Ek olarak yerel kapasiteler ne kadar büyükse, düşmanlığın derinliği ve uluslararası kapasite göz önünde tutularak, olasılık da o kadar büyük olmaktadır. Öte yandan düşmanlık ne kadar büyük ve derin olduğuna bağlı olarak, yerel ve uluslararası kapasiteler göz önünde bulundurularak, başarı şansı o kadar düşük olmaktadır.

Yazarların veri kümesi 1945 yılından 1999 yılının sonuna kadar meydana gelen iç savaş sonrası barış süreçlerini içermektedir. Bu süre zarfında meydana gelen 151 sivil savaşlardan 121 tanesi istatiksel analizde kullanılmıştır. Bağımlı değişken olarak barışı inşa etme başarısı kullanılmıştır. Başarının açıklanması ve ölçülmesi için çeşitli yollar bulunmasına rağmen, yazarlar, istatiksel analizlerinde kısa vadeli operasyonları esas almışlardır. Bu kısa vade ile kastedilen ise savaşın bitmesinden sonraki iki yıllık süreç olarak temellendirilmiştir. İç savaşın bitiminden iki yıl sonra kısa vadeli sonuçlar ikili değişkenle ifade edilmiştir: 1 (başarı) ve 0 (başarısızlık). Ayrıca kitabın bu bölümünde barış hem yumuşak, negatif –egemen barış tanımıyla, hem de pozitif, katı -katılımcı barış- tanımıyla incelenmiştir. Bu incelemenin önemi ise özellikle BM müdahalelerinin etkileri incelenirken göze çarpmaktadır. Egemen barış olumsuz bir barış standardıdır çünkü büyük ölçekli şiddetin yokluğuna odaklanır. Bu sebeple egemen barış, iç savaşın sonlanması, egemenliğin bölünmemesi, devlete meydan okuyan küçük veya orta ölçekli şiddetin ortadan kaldırılmış olması ve insan haklarının ihlal edilmemesi gibi pariteler barındırır. Katılımcı barış ise egemen barışa ek olarak düşük bir düzeyde de olsa politik açıklık gerektirir. Fakat unutulmamalıdır ki ülkenin demokratik olması gerekmez, onun yerine en baskıcı rejimlerin saf dışı bırakılması da yeterli sayılmıştır.

Yazarların barış inşa üçgeni teorisinin üç unsuru – yerel kapasite, uluslararası kapasite ve düşmanlık- “kavram” değişkenlerini de temsil etmektedir. Bu sebeple, teorinin ampirik olarak test edilmesi için ölçülebilir “vekil değişkenler” kullanılmıştır. Bu vekil değişkenler de ikinci bölümde yer alan iç savaş teorilerinden ve literatürdeki mevcut göstergelerden hareketle oluşturulmuştur. Düşmanlık düzeyi için birkaç vekil değişken kullanılması mümkündür. Bu sebeple yazarlar, ölen ve yerinden edilen insan sayısını anahtar değişken olarak kullanmışlardır. Ayrıca, savaşın türü de düşmanlık düzeyi için önemli bir gösterge olarak sunulmuştur. Özellikle etnik-dini savaşların çözümünün zorluğuna yer verilmiştir. Çünkü bu tür savaşlarda nefret ve kızgınlığın daha yoğun olabildiğine vurgu yapılmıştır. Düşmanlığın düzeyinin bir diğer göstergesi de çatışmaya doğrudan dahil olan fraksiyonların- uluslararası

aktörler de dahil edilmiştir- sayısıdır. Yazarların üçgen teorisine göre barış yapım sürecinin ekolojisi sürecin başarılı olmasında bir işleve sahip olduğu kabul edilmiştir. Yine ikinci bölüme atıfta bulunularak, fazla sayıda düşman fraksiyonların süreci daha zor bir duruma soktuğu yönünde bir sonuca ulaşılmıştır. Ek olarak bir ülkenin etnik fraksiyonları da etkili bir göstergedir. Bir başka gösterge ise savaşın sonucudur. Bir iç uzlaşma/anlaşma ile bitebileceği gibi bir tarafın askeri zaferi ile de sonuçlanmış olabilir. Son olarak savaşın süresi de düşmanlık düzeyi üzerinde bir etkide bulunmaktadır. Uzun süreli savaşların daha derin sorunlara yol açacağı yönünde bir tez ortaya atılmıştır.

Yerel kapasitelerin değişkenleri için ise ülke düzeyinde sosyo-ekonomik göstergelere yer verilmiştir. Gelişmişlik düzeyine bağlı olarak barışın tesis edilme olasılığı daha yüksektir. Bunun sebeplerinden en önemlisi gelişmiş ekonomilerde refah seviyesinin de aynı oranda gelişmiş olması gösterilmiştir. Yazarların öncelikle elektrik tüketiminin daha sonradan da kişi başına düşen geliri kullanarak açıklamaya çalışmaları oldukça dikkat çekicidir. Yazarların iddiasına göre kişi başına düşen elektrik tüketimi barışın tesisinde olumlu ve önemli sonuçlar yaratmıştır. Fakat yine de bunun tek bir gösterge olarak kabul edilemeyeceğini, bu sebeple, kişi başına düşen gelirin de önemine vurgu yapılmıştır. Bir diğer yerel kapasite değişkeni olarak doğal kaynak bağımlılığıdır. Doğal kaynakların kıt olması dolayısıyla savaşın tekrardan ateşlenmesi ihtimalinin daha yüksek olduğu çıkarımı yapılmıştır. Özetle, ekonomik faaliyetler için fırsatlar ne kadar büyük olursa, barış tesisi ve fraksiyonların savaş dönme ihtimalleri de o kadar düşük olacağı iddia edilmiştir.

Uluslararası kapasitelerin değişkenleri ise ekonomik transferler ve BM müdahaleleri olarak iki başlık altında incelenmiştir. Ekonomik yardımlar barış tesisinde önemli bir unsurdur. Bu yardımlar ne kadar yüksek olursa barışın tesisinde o kadar etkili oldukları gözlemlenmiştir. Kitabın ana teması olan BM, müdahaleleri ile çeşitli yollardan bu süreci etkilemektedir. Misyon gücünün görev süresi, teknik ve askeri yetenekleri, görev süresinin uzunluğu gibi faktörler bu çeşitliliği açıklamaktadır. BM barış operasyonları süreleri ile birbirlerinden farklılık göstermektedir. Fakat barış misyonunu süresinin tek başına etkili olmadığı iddia edilmiştir. Uzun veya kısa dönemli BM misyonları, müdahaleye sebep olan olayların altında yatan sebeplere veya burada misyonun görev türüne göre başarılı olabileceği iddia edilmiştir. Ayrıca, BM misyonlarında görev yapan personelin azlığı veya çokluğu, BM’nin uluslararası kapasite değişkeni olması için yeterli bir kaynak olarak görülmemiştir. Yazarların iddiasına göre en önemli etken BM’nin misyonunun kapsamı/içeriğidir. Öncelikle bu müdahale geleneksel bir müdahale mi yoksa çok fonksiyonlu ve manda yetkisini içeren bir misyon olduğu önem taşımaktadır. Çok fonksiyonlu misyonların kısa vadede –hatta uzun vadede- daha etkili olduğu sonucuna ulaşılmıştır. Barışın sürdürülebilir olması için gerekli kurumların da oluşabilmesi ve işlev kazanması gerekmektedir. Yani demokratikleştirme aşamasının da ancak BM’nin çok fonksiyonlu misyonları ile mümkün olabilmektedir. Fakat yine de çok fonksiyonel işlev kazanması için BM’nin manda yetkisi olması, gerektiği takdirde savaşan taraflara baskı kurabilmesine ihtiyaç duyulmaktadır. BM’nin misyonlarındaki başarısı hem kısa vadede hem de uzun vadede etkili olabilmektedir. Öncelikle barışın sürdürülmesini sağlamak için çatışan grupların uzlaşmasının sağlanması ve demokratikleşme için gerekli kurumların oluşturulması ve bazı hallerde çatışmanın ana kaynağına yönelik çözüm çabaları uzun vadeli bir sürecinde başlangıcını oluşturmaktadır.

Yazarlar, sonuç olarak, barış üçgeni modelinin işlerliğine vurgu yapmışlardır. Bunu okuyucuya kanıtlamak için çeşitli testler kullanmışlar ve bunların her birini istatiksel analizler ve grafiklerle okuyucuya sunmuşlardır. Barış inşa teorisinin üç asıl değişkenin- düşmanlık düzeyi, yerel kapasiteler ve uluslararası kapasiteler- ve bu değişkenlere vekillik eden alt değişkenlerin başarılı bir barış sürecini nasıl etkilediklerinin istatiksel analizler ve ampirik gözlemler sunulması gelecek bölümlerde yer alan örnek misyonların başarılarının veya başarısızlıklarının nedenleri için bir temel atılmıştır.

Ahmet Can Yıldıztekin

Bölüm 4: Savaş Yapmak

İncelenen kitapta, 1945’ten günümüze kadar olan bütün iç savaşlar istatistiksel olarak analiz edilmiş, iç savaş sonrasında BM barışı koruma amaçlarının ne kadar iyi uygulandığı incelenmiştir. Ayrıca barış süreçleri için BM’nin katılım sağlayıp sağlamadığı zamanlar kıyaslanmıştır. Doyle ve Sambanis’in görüşüne göre her amaç çatışmaya uyum sağlayacak şekilde doğru ve yeterli kaynaklarla tasarlanmalıdır. BM amaçlarının etkili olabilmesi için barış hedefli aktörler desteklenmeli, barış anlaşmalarının uygulanması denetlenmeli ve yönetim kurumları kurulmalıdır. Bir çatışma, yağmacılar veya durumu berbat edenler liderliğinde kontrol ediliyorsa ya da taraflar barış sürecine hazır değilse, BM etkin bir yaptırım uygulayamaz. Bu yüzden BM, süregelen savaşlar için müdahale etme konusunda çok da iyi değildir. Ayrıca BM, bazı devletlerin sorumluluğunda olan yaptırım görevlerini izleyen çok boyutlu barışı koruma harekatlarındaki teknik uzmanlığını sergileyebilir. Savaşın bitiminden itibaren ilk birkaç yıl, BM amaçlarının en etkili olduğu zamandır ve uzun vadede ekonomik kalkınma, yeni savaş çıkma ihtimalini azaltacak en iyi yoldur. Buna ek olarak yazarlar iç savaş sonrası kalkınma projelerinin başlatmasında BM’nin rolünün genişletilmesi gerektiğini düşünmüşlerdir.

Dördüncü bölümde BM’nin savaşta başarısız olma eğiliminde olmasına karşın, Somali ve Bosna örneklerinden atıflarla mikro açıdan bir vaka analizi sunulmuş ve nedenler incelenmiştir. Ayrıca bu duruma istisna olarak BM’nin Kongo’da barışı sağlamayı başardığı, 1960-65 dönemindeki durumda tartışılmıştır.

Somali

Ortak bir dil, din ve etnik geçmişi olan göçebelerin oluşturduğu Somali halkı, Somali tarihini ve politikasını etkileyen önemli unsurlar olmuştur. Bariz sınırları çizilmemiş olan Somali ve halkının kabileleri tarih boyunca sömürgeciler tarafından politikalarında kullanılmıştır. II. Dünya Savaşından sonra bağımsızlığını kazanan Somali halkının oldukça büyük bir kısmı Etiyopya, Kenya ve Cibuti sınırlarının içerisinde bırakılmıştır ve bu devletler 1960 sonrası yıllarda Somali’nin iç sorunlarını daha da kötüleştirmişlerdir. Büyük bir Somali nüfusunun

yaşadığı Ogaden bölgesi, Etiyopya ile 1978’de çatışmaya neden olmuştur. Ancak Somali için bu savaş başarısız olmuştur. SSCB’nin düşmana yardımları ile ABD’ye yönelinmiş ve Barre rejimine tepkiler yağmıştır. Barre rejiminin de Soğuk Savaş etkilerine, batı için stratejik önemini yitiren Somali’den yardımların da kesilmesiyle ve askeri darbelere dayanamayıp 1991 yılında yıkılması ile Somali’nin içinde bulunduğu durum yıllar içerisinde insani boyutlar taşıyan bir sorun haline gelmiştir. Hatta 2011 yılında BM tarafından dünyanın en kötü insanlık krizi addedilmiştir. Yaşanan iç savaş ile devlet ile halk arasındaki bağlar kopmuş, dışarıdan alınan yardımlar ise ekonomiye daha çok zarar vermiş ve Somali’yi dışarıya bağımlı bir ülke haline getirmiştir. İç savaş haricinde tecavüzler, devlet kurumlarına işgaller yaşanmıştır. 1991 yılında dışarıdan müdahaleler başlamıştır. BM’nin ilk müdahalesi UNOSOM-I 1992 yılında başlamış, 1993 yılında UNOSOM-II olarak devam etmiştir. Başlangıçta ABD liderliğinde olan UNITAF ismi ile 30000 kişiden oluşan bir kuvvetin ülkenin güneyini etkileyen açlığa son vererek insani yardım yapmak amacıyla müdahale edilmiştir, ancak 1993 yılında operasyon BM’ye devredilmiştir. Müdahaleler ile silahlı çatışmalar duraklamış ve Adis Ababa Bildirisi imzalanmıştır, ancak General Aideed’in BM personellerini öldürmesi ile BM 1995 yılında Somali’yi anarşiye bırakarak bölgeden ayrılmıştır ve BM’nin müdahalesi başarısız olmuştur. Sodere ve Kahire Konferansı gibi bölgede uzlaşmayı sağlayacak birçok konferans düzenlenmiş, uzlaşma çabaları devam etmiştir. Bu müdahaleler ise ekonominin canlanmaya başlaması ve dolayısıyla çatışmaların süre içerisinde azalmaya başlaması gibi küçük bile olsa olumlu bir etki bırakabilmiştir. Dönemin ABD başkanı Bush ise müdahale etmesi göze daha zor görünen Yugoslavya sorunu yerine Somali’ye müdahale etmeyi tercih etmiştir. BM misyonlarının ilk başta Somali’de barışı arttırdığı düşünebilmektedir, ancak kitapta Barış Yaratma Üçgeni analizinde bunun tam tersi bir sonuç yer almıştır. Somali’de asıl ihtiyaç duyulan şeyin, siyasi kurumların yeniden inşa edilmesi ve bu geçiş sürecinde barışı korumak için barış antlaşmaları sağlanması olduğu ancak BM müdahalelerinin yüzeysel kaldığı açıklanmıştır. Somali’ye milyar dolarlık kaynaklar aktarılmış ancak yine de sömürgecilik, kabilecilik, uluslararası müdahaleler gibi birçok aktörün daha da kötüleştirdiği çok boyutlu ve köklü sorunlarını çözmeye yeterli olmamış, sürdürülebilir barışı sağlayamamıştır. Çünkü Somali’nin sorununın uzun dönemli yardımlar ile sağlanabileceği belirtilmiştir. Ayrıca uluslararası aktörler aralarında amaç birliği sağlayamadığı belirtilmiştir.

Eski Yugoslavya

1990’ların başında Tito’nun ölümü ile de dağılma sürecine giren Yugoslavya ve Bosna Hersek çatışması 2.Dünya Savaşından sonraki en kötü olay olarak anılmaktadır ve Sırpların kendilerinden yani Sırp olmayanlardan temizlenmiş bir Bosna yaratmayı amaçlayan “Büyük Sırbistan” hayaline balta vuran, Slovenya ve Hırvatistan’ın bağımsızlığı sonrası Bosna Hersek bağımsızlığının alınması çatışmaya ve daha sonra soykırıma dönen bir felaket olmuştur. Somali’de yaşanan kriz ile aynı dönemde yani 1993 yılında Bosna Krizi daha da kötü hale gelmiştir. İlk müdahale Avrupa’nın bu sorunun kendi iç sorunu olduğunu ve kuvvet kullanmaya gerek olmadığını belirtmesi ancak daha sonra bu sorumluluğu BM’ye bırakması ile gelmiştir. BM de Avrupa gibi kuvvete gerek olmadığını düşünmüş ancak NATO’ya havadan müdahale yetkisi verilmiştir. İnsani yardım dağıtmak için ise UNPROFOR yani barış gücü

askerleri gönderilmiş, askerler kuvvet kullanma ile yetkilendirmiş, tüm Yugoslavya’da silah ambargosu uygulanması ve BM’nin Müslümanlar için güvenli bölge yaratması planlanmış ancak barış gücü askerleri yalnızca kendilerine karşı olan saldırılara müdahale etmiş, Güvenlik Konseyi kararları ile uçuş yasağı olan bölgelere Sırp uçakları girmiş, silah ambargosuna rağmen Sırplara silah yardımı gelmiş ve güvenli bölge ilan edilen bölgelere saldırılar düzenlenmiştir. Dolayısıyla ilk müdahalenin başarısız olduğu ve hatta başarısız şekilde uygulanan silah ambargosunun soykırıma yardımcı olduğu ve hukuken meşru müdafaa hakkının Müslüman Boşnakların elinden alındığı belirtilmiştir. 1995 yılının seyrinde ABD ise bu sırada Yugoslavya sorunu yerine Somali Krizi ile ilgilenmekte idi. Ta ki, 3 Amerikan diplomatı öldürülene kadar. Bu olaydan sonra NATO hava saldırısı planlanmıştır. Yugoslavya Krizi’nde asıl sorunun müdahalede ve korumada ikilemde kalınması olduğu söylenebilir. BM Genel Sekreteri Butros Butros Gali, bu krizin “zengin insanların savaşı” olarak görmesi, müdahalelerin ciddi ve etkili kararlar olmaması, NATO gibi yaptırım gücüne sahip bir örgütten tam olarak yararlanılamaması, ABD’nin müdahale için oldukça geç kalmış olması, Üç Bölgeli Planın kabul edilmemesi ile binlerce insan vefat etmiş ya da mülteci durumuna düşmüş, kriz çözülememiştir. Müdahalelerin de bu sonuçta bir sorumluluğu olmuştur; krizi önleyici ciddi planlar yapılmamış, kriz önemli görülmemiş, savaşı bitirecek politikalar uygulanmamış ve doğru tespitler yapılamamıştır. BM’nin, bu krizin başarısız ama en azından gayret gösteren bir aktörü olduğu belirtilmiştir. Bu krizin ve savaşın sonunu ise ABD önderliğinde yapılan 1995 Dayton Antlaşması getirilmiştir.

Kongo

1960 yılından bağımsızlığını kazanan Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nin içerisinde çatışmalar zengin doğal kaynaklarına dış ülkelerin müdahalesi, etnik yapısının karışıklığı, Afrika’nın tam ortasında büyük yüzölçümüne sahip olması, sömürgeden kalan askerlerin ülkede halen bulunması, eğitim oranının oldukça düşük olması gibi birçok nedenden dolayı hiçbir zaman bitmemiştir ve dönemin başbakanı Lumumba’nın talebiyle BM müdahaleleri gelmeye başlamıştır. Ancak BM müdahalesi, Sovyetlerin sosyalist rejim kurma talebi, Belçika’nın askeri gücünü çekmesi, ABD’nin komünizmin yayılmasını durdurma talebi, eski sömürgeci Belçika’nın komşu ülkelere bu sorunun yayılmasından korkması, Sovyetlerin Lumumba’yı desteklemesi, federalist Kasavubu ve Lumumba arasındaki çatışmalar sonrasında 1960 yılında Mobutu güçlerinin darbesi ile Lumumba’nın öldürülmesi ile Kongo Krizi uluslararası bir hale dönüşmüştür. Lumumba’nın ölümünden sonra Sovyetlerin bölgedeki gücünü kaybettiği, BM’nin müdahalesinin yetersiz olduğunu belirterek dönemin BM Genel Sekreteri olan Hammerskjöld’e suçu atması ile işlerin iyice kızıştığı belirtilmiştir. ABD ve Sovyetlerin bölge üzerinde yarattığı güç çatışmalarının henüz yeni bağımsızlığını ilan eden ve yönetimi zayıf olan Kongo’yu çatışmalara sürüklediği anlatılmıştır. İlk BM müdahalesinin barışı kontrol etme amacında olduğunu ancak çatışmaların devam ettiğini ve müdahalenin başarısız olduğu belirtilmiştir. Kongo Krizi’nin iç savaşa dönüştüğünü ancak yeteri kadar müdahalede bulunulmadığı gözlemlenmiştir. Kuvvet içeren müdahalelerin gerektiği görülmüştür. Kitapta yer alan Barış Yaratma Üçgeni analizinde ise eğer amaç ülkeyi bir arada tutmak olsaydı, BM uygulamalarının başarılı olduğunun söylenebileceği ancak Kongo’da sürdürülebilir bir barış sağlanamadığından bahsedilmiştir. Yine de Bosna ve Somali Krizlerine oranla Kongo’da az da olsa başarı sağlanabildiği belirtilmiştir.

Clausewitz ve Barış Koruma

Bu bölümde Somali ve Bosna operasyonlarının sürdürülebilir olmasa da birçok hayatı kurtardığını, UNITAF ve UNOSOM-II’nin olumlu etkilerinin olduğunu, müdahaleler olmasaydı Somali’de açlığın uzun yıllar daha devam edeceğini ve daha birçok insanın ölümüne neden olacağını söylemektedir. Kongo Krizi’nde müdahalelerin sınırlı bir başarıya ulaştığını söylemenin mümkün olduğu görülmektedir. BM müdahalelerinin Kongo’da siyasi bağımsızlığına katkıda bulunduğu görülmüştür. Srebrenitsa raporunda belirtildiği gibi çatışmalarda tarafların hareketleri ve sonuçları suçun büyük payını oluştursa da BM ve barış operasyonlarının yetersizliği de bu suçta paya sahip olduğu belirtilmiştir.

Fantastik boşluk bölümünde ise BM’nin bazı durumlarda suç ortağı olduğunu ve kuvvet kullanma konusunda yetersizliğini göstermesinden bahsedilmiştir. Taktikler bölümünde, BM güçlerinin ağır ekipmanlar konusunda yetersizliğini gözler önüne sermektedir. Strateji bölümünde ise, müdahalede komut ve kontrolün sağlanamaması, amaç birliğinin olmaması konusundan bahsedilmiştir. Büyük Strateji bölümünde ise, büyük ya da genel strateji adı ile anılan bu kavramın politik kararlar olduğundan ve BM’nin Güvenlik Konseyi ile sahadaki BM operasyonları arasındaki ayrımdan bahsedilmiştir. BM’nin savaş yapıcı olarak başarısızlığının derinliklerinde kendi içinde çok taraflı karakter barındırması olduğundan bahsedilmiştir.

Sonuç

Kitap, krizleri ve müdahaleleri detaylı şekilde işlerken aynı zamanda bu müdahalelerin yararlı olup olmadığını, hatta nerede ne kadar yararlı ve etkili olduğunu da tartışıyor. Uluslararası topluluğun artılarını ve eksilerini gözler önüne seriyor. Sadece tartışmak ile kalınmamış, vaka analizleri ile de desteklenmiş bilgilerin olmasının oldukça etkileyici olduğunu düşünüyorum. İlgilenenlerin kesinlikle okuması gereken bir kitap olduğunu ve detaylar içinde zevkle kaybolmasını tavsiye ettiğim bir kitap olduğunu söyleyebilirim. Kitap zengin bir bilgiye ve anlatıya sahip.

Zeynep Üstkanat

Bölüm 5: Barış Yapmak: Başarılar

“Eğer insanlar melek olsaydı, hiçbir hükümete gerek kalmazdı. Eğer melekler insanları yönetecek olsaydı, hükümet üzerinde ne dış ne de iç kontroller gerekli olmazdı…” (Madison, 1788)

Michael Doyle ve Nicholas Sambanis, kitabın bu bölümünde Birleşmiş Milletlerin barış misyonlarının başarılarını, bu başarıya sebep oluşturan bölgesel ve uluslararası aktörleri ve faktörleri incelemişlerdir. Bu incelemeleri yaparken 3. bölümde yer verdikleri parametreleri kullanmışlardır. Yazarların iddiasına göre sürdürülebilir bir barış yapmak anayasa yapmaktan farklı değildir. BM, barış antlaşmalarının sürdürülebilir hale getiren; anayasal, iç ve dış kontrolleri sağlayabilmiştir. Bu iç kontroller güç paylaşımı, yargı reformu vb. denetim faaliyetlerini içerirken; dış kontroller ise demokrasi ve hukukun üstünlüğü gibi denetimleri içermektedir. Yazarlar, BM’nin savaş yapmada eksikliklerine rağmen, barış yapmak konusunda büyük ölçüde başarıya ulaşabildikleri sonucuna varmışlardır. BM hukuk, düzen ve insan haklarının yeniden tesis edilmesi için uzlaşmacı bir temelde müzakere ettiği operasyonlarda başarılara ulaşmıştır.

Çalışmada BM’nin operasyonları farklı fonksiyonları dolayısıyla üç ayrı nesil olarak belirtilmiştir. Yazarlara göre BM, Namibya (UNTAG), El Salvador (ONUSAL), Kamboçya (UNTAC), Mozambik (ONUMOZ) ve Doğu Slovenya, Hırvatistan (UNTAES) ve en son Doğu Timor (UNTAET) gibi ikinci nesil, çeşitli ve çok boyutlu barış koruma operasyonlarında övgüye değer bir başarı siciline sahiptir. Başarıların ilk sebepleri arasında, özellikle koordinasyon problemleri ile karşılaşıldığında, tarafların BM’nin çözümlerine rıza göstermesi olarak sunulmuştur. Ancak burada bahse konu rızanın niteliği ve amacı geleneksel barış korumadan farklılıklar barındırır. Rıza gösterecek grupların belirlenmesinde veya bu grupların genişletilmesinde BM belirleyici olabilmektedir. Bu operasyonlarda BM, istikrarlı ve meşru bir hükümet için uzun vadeli bir temel oluşturan ve sorunların kökenine çözüm bulmayı amaçlayan barışın sağlanmasında geçiş yetkisini kullanmaktadır. Buradan hareketle söyleyebiliriz ki yazarlar sadece barışın yapılması sürecinde değil, barışın korunması sürecinde de BM’nin rolünün devam edeceğine inanmaktadırlar. Bu sebeple barışın sağlandığı süreçte BM’nin güçlü ve etkin kurumların temellerinin atılmasında rol alması da gerekmektedir. Yazarlar bu savlarını Doğu Timor incelenirken kanıtlamaya çalışmışlardır.

Fakat yine de unutulmamalıdır ki her operasyonda rıza ve koordinasyon aynı şekilde veya aynı derecede sağlanamamaktadır. Bu sebeple, pratikte her ne kadar rıza bulunsa bile sahada atılan adımların tam olarak uyumlu olduklarını söylemek zordur. Yazarlar bu konu hakkında, “Rıza; güvenli ve kabul edilebilir olanı, tehlikeli ve gayrimeşru olandan ayıran basit bir ‘parlak çizgi’ değildir.” diyerek belirtmektedir. Bu noktada rıza ile baskının birlikte kullanılması gereği ortaya çıkmaktadır. Rıza, direniş ile karşılaşmamak ve BM’nin sahip olduğu kaynakları doğru kullanabilmesini sağlamak için zorunludur. Günümüzde barış operasyonlarının maliyetlerini üstlenecek büyük güçler bulmanın zorluğu dolayısıyla sınırlı kaynaklar akıllıca kullanılmak zorundadır. Öte yandan savaşın istikrarsızlığa sebep olması, tarafların acımasız davranış sergilemeleri ve barış yapmak istemedikleri durumlarda ise baskı yolunu kullanmak bir zorunluluk olarak belirtilmiştir.

Bu bölümde yazarlar BM’nin fonksiyonlarına da değinmişlerdir. BM’yi operasyonlarda taraflar arasında barışı kolaylaştıran, silahsızlandırmayı sağlayan ve bu süreci takip eden, geri dönmek isteyen mültecilerin dönüşünü gerçekleştiren ve geçici sivil otoriteleri denetleyen bir barış koruma görevlisi olarak tasvir etmişlerdir. Demokratik kurumların oluşturulması, insan haklarının garanti altına alınması ve hatta demokratik seçimlerin gerçekleştirilmesi gibi çeşitli fonksiyonlarından da bahsedilmiştir. Bu rollerin/fonksiyonların sonucu olarak ise BM’nin yetkilerinde yeni boyutların oluştuğu iddia edilmiştir. Zira “izleme ve kolaylaştırma” fonksiyonlarından “idari kontrol, yürütme yetkisi ve yarı egemen denetim yetkisi” gibi çeşitli roller de ortaya çıkmıştır.

El Salvador’da İzleme ve Kolaylaştırma

Bölümün bu alt başlığında öncelikle El Salvador’da ortaya çıkan karışıklığın ve daha sonra silahlanma ile gerçekleşen iç savaşın sebeplerinden bahsedilmiştir. Bunun sebebi BM’nin başarıya ulaşmasında rol alan iç ve dış faktörlerin anlaşılması amaçlanmıştır. 11 yıl süren iç savaşın aslen bir önceki yüzyıldan beri devam eden karışıklıkların eklektik bir sonucu olduğuna karar verilmiştir. Yazarların 3. bölümde değindikleri, “Barış Üçgeni” modeline göre iç savaşın sonlandırılması ve barışın tesisi mümkündür. Zira diğer operasyonlara göre El Salvador Operasyonu; ulusal ve uluslararası etkilerden dolayı, yüksek bir başarı olasılığına sahiptir. Öncelikle taraflar askeri bir zafere ulaşamamışlar ve uzlaşmak zorunda kalmışlardı. Bu sebeple BM ile iş birliği ve koordinasyon konusunda isteklilerdi. Ayrıca iç savaşın nedeni etnik gruplar veya din de değildi. Öte yandan BM çok fonksiyonlu ve katmanlı ONUSAL ile iç ve dış denetimi de sağlamıştı. BM, en son 16 Ocak 1992’de Mexico City’de imzalanan Chapultepec Anlaşması ile sonuçlanan, altı anlaşmanın hayata geçirilmesini kolaylaştırmıştı. Altı anlaşmanın kümülatif etkileri BM’nin arabuluculuk yapması ile sağlanan barış ve silahsızlandırma ve demokratik kurumların ve reformların hayat geçirilmesi olmuştur. Bu sebeplerden, ötürü yazarlara göre; ONUSAL Soğuk Savaşın ardından gerçekleştirilen en başarılı barış operasyonu olmuştur. Sosyal ve ekonomik reformlar tam anlamıyla gerçekleştirilememiş olmasına rağmen çatışmaların durdurulması ve barışın sürdürebilir olmasını sağladığına dikkat çekilmiştir.

Doğu Slovenya’da Barışın Yerine Getirilmesi

Her ne kadar BM’nin barışı tesis etmek konusunda verimliliği tartışılıyor olsa bile, yazarlara göre Dayton Anlaşması tam olarak BM’nin ne kadar başarılı olduğunu gösteren bir örnektir. Arka planda Dayton Anlaşması’nın oluşmasında büyük çaba sarf etmiş olan BM, bütün zor koşullara rağmen Doğu Slovenya’nın Hırvat bölgesinde barışı tesis edebilmiştir. Dahası, Doğu Slovenya’daki deneyim BM’nin travma geçirmiş mültecilerin geri dönüşünü nasıl sağlayabileceği ve savaştan zarar gören bir toplumdan barışçıl ve sivil bir topluma geçişin nasıl başarabileceği konusunda okuyucuya birkaç ipucu sunmaktadır. Doğu Slovenya, 1996-1998 yılları arasında BM’nin, “yürütme” yetkisini kullandığı bir bölgeydi. Bu bölge 1995’te Sırplar için bir sığınak haline gelmişti. Hırvatların rızası ile ve ABD’nin ısrarı sonucunda, BM, Sırp azınlıkların haklara sahip olduğu fakat Hırvatistan’ın egemenliği altında bulunan bir bölge oluşturulması görevini üstlendi O halde, yazarların, BM’nin değişen rolleri/fonksiyonları iddiasını bu başlık altında teoriden pratiğe yansıtmak istediklerini söyleyebiliriz.

Yazarların yine 3. Bölümde bahsettikleri “Barış Üçgeni” modeline göre, bölgede BM’nin başarıya ulaşma olasılığı yüksekti. Bunun ilk sebebi, 1991’deki ilk savaştan farklı olarak, yerel kapasitelerin iyi düzeyde olması gösterilmiştir. Hırvat otoritelerle ve Sırp azınlık liderleri ile koordineli çalışmak mümkün olmuştur. Dahası savaştan önce Yugoslavya’nın dağılması ile birlikte “yerel ölçek” küçülmüştü bu sebeple yerel ölçek hesaplanırken daha dar bir alandaki kapasiteler göz önünde bulundurulmuş, taraflar ve kaynaklar verimli bir şekilde kullanılmıştır. Ek olarak, barışın uygulanması ve yürütülmesi sürecinde BM yürütme yetkisini üstlenmiştir. Bu sebeple kararlar ve uygulamaların uyumunu sağlamak kolay olmuştur. Öte yandan BM misyonuna ABD’nin de destek vermesi ile bir süper gücün kaynaklarının da kullanılması mümkün olmuştur. Hatta bölgedeki Amerikan delegesinin genel olarak denetlenmemesi ve bürokratik izin süreçlerine tabi tutulmaması da BM’nin işini kolaylaştırmıştır. Hem otoriteyi hem de koordinasyonu sağlayabilen BM, savaş suçlularının tutuklanması ve Sırplar’ın silahsızlandırılmasını sağlayabilmiştir. UNTAES hem barışın tesisinde hem de barışın korunması ile demokratik kurumların oluşturulması, insan haklarının tesisi ve azınlık haklarının işletilmesi gibi meselelerden dolayı başarılı olarak kabul edilmiştir.

Dayton’un Düello Yapan Görevleri ve Brcko—Dayton’un Denetleyici Dipnotu

Yazarlar bu başlık altında diğer başlıklardan farklı olarak başarılı bir BM barış misyonundan değil, başarılı bir misyonun eksikliklerine ve başarısızlıklarına değinmişlerdir. Dayton Anlaşması başarılıdır çünkü silahlı çatışmayı engellemiştir ama sürdürülebilir bir barışı sağlamak konusunda çeşitli eksiklikleri bulunmaktadır. Yazarlara göre; Dayton Anlaşması çerçevesinde barışı yönetmek zordur ve çok boyutlu ikinci nesil operasyonlara göre daha az tutarlı olmuştur. Buna sebep olarak, Dayton Anlaşması’nın görünüşünden farklı olarak tek değil, iki farklı barış anlaşmasını içeriyor olması gerekçe gösterilmiştir. İlk barış planı; çatışmaların engellenmesi ve askeri destek ile bölgenin istikrara kavuşmasıdır. İkinci plan ise, yazarlara göre; barış koruma planları arasından yeni bir Bosna Anayasası içermesi nedeniyle de en detaylı ve çok geniş fonksiyonlu olanıdır. İnsan haklarından demokratik kurumlara, mülkiyet anlaşmalarından polis kurumuna, tarihi eserlerin korunmasından otoyol yapımına kadar çok çeşitli politikalar içermektedir. Yazarlar ilk olarak, askeri müdahale planının uygulanması gerektiğini kabul etmektedirler. Öncelikli olarak çatışmaların engellenmesi barışın sürdürülebilir olması için gereklidir. Daha sonra sivil misyonun başlatılabilmesi için bir zemin yaratılmış olacaktır. Fakat ABD’nin bu dar askeri misyonu uluslararası kamuoyuna “satmaya” odaklanması barışın kalıcılığı için gerekli sivil misyonlara desteği azaltmaktaydı. Bir diğer sorun ise, Dayton Anlaşması’nda askeri ve sivil yetkililer arasında komuta ve kontrol arasında hiçbir bağlantıya yer verilmemesidir. Askeri yetkililer tamamıyla NATO komuta zincirine göre faaliyet gösteriyordu. Sivil uygulamalar ise BM ve AGİT’in iş birliği içerisinde atanacak olan Yüksek Temsilci tarafından üstlenilmiştir. Bu belirsiz komuta zinciri ve BM’nin rolünün dar bir anlamda tutulması yazarlar tarafından eleştirilmiştir. Bu bölüme yazalar, “Brcko’da Kısmi Barış” başlığı ile devam etmişlerdir. Bu başlık altında kısmi barışın sağlanmasının beklendiği gibi Sırpları ekonomik yaptırımlara uğratmak ile gelmediğinin altı çizilmiştir. Yazarlara göre buradaki kısmi barışın sağlanması yalnızca NATO, Yüksek Temsilci Ofisi (OHR) ve BM’nin bir araya gelmesiyle sağlanabilmiştir. Bu üç aktör de yakın ve koordineli ilişkiler kurarak barışın teminini sağlayabilmişlerdir.

Doğu Timor

Doğu Timor misyonu bu bölümün en dikkat çeken alt başlığı olmuştur. İstatiksel bir analiz mümkün olmamasına rağmen, yazarlara göre 3. bölümde ortaya attıkları model ile çok uyumlu bir misyon olarak sonuçlanmıştır. Doğu Timor’un bağımsız bir devlete giden sürecin tamamında BM aktif olarak görev yapmıştır. Yazarların iddiası da işte tam da BM’nin aktif ve geniş tanımlı bir görev misyonu olduğunda ne kadar başarılı olduğudur. İlk olarak BM, UNAMET misyonu ile, çatışmaların durdurulması ve tarafların uzlaşması için gerekli zemini hazırlamıştır. Çatışmaların tekrardan patlak vermesi ile BM görevlileri bölgede sıkışmıştı. Bu olaylara karşılık BMGK, Endonezya’nın da rızası ve BM anlaşmasının 7. kısmında gösterilen yetkilere dayanarak, “Gerekli tüm önlemleri almak” üzere BM personelinin kurtarılması, barışın ve güvenliğin tekrardan sağlanması ve insani müdahalelerin yapılması için çok fonksiyonlu INTERFET misyonunu başlatmıştır. Yazarların modeline göre, en başta Doğu Timor için barış olasılığı çok düşük gösterilmiştir. Fakat BM’nin Endonezya hükümetini de barış ve istikrar için ikna edebilmiş olması bu orana rağmen başarının kilidi olmuştur. Ek olarak yerel kapasiteler de çok düşüktür-ekonomik bir darboğaz vardı, sağlık sistemi neredeyse yoktur-. Bu durumda BM ve IMF iş birliği yapmış ve ekonomik olarak acil ihtiyaçların giderilmesi için plan hazırlanmıştı. Ayrıca yüksek düzeyde uluslararası ekonomik yardım ve transferler de bu operasyonun başarıya ulaşmasında etkili olmuştur. INTERFET’in başarısı, Güvenlik Konseyi’nin Doğu Timor’da (UNTAET) BM Geçiş Hükümeti’nin kurulmasına olanak verdi. UNTAET çok boyutlu bir barışı koruma operasyonu olarak tasarlandı. Tipik barışı koruma operasyonunun çok ötesinde bir yetkiyle, UNTAET, Doğu Timor resmen bağımsız hale gelene kadar Doğu Timor’daki yönetimin tüm yönlerinden sorumluydu. BM’nin planlama, yürütme, denetleme ve değerlendirme yetkilerinin tamamına sahip olduğunda barış operasyonlarının ne kadar verimli olabileceği gösterilmeye çalışılmıştır.

Ahmet Can Yıldıztekin

Bölüm 6: Barış Yapmak: Başarısızlıklar

Birleşmiş Milletler Barış Gücü, temel amacı savaşların getirmiş olduğu olumsuzluklara maruz kalmış yerlerde barışın ve huzurun kalıcı olarak sağlanması olan, Birleşmiş Milletler kuruluşu bir yapılanmadır. Çeşitli ülkelerin askeri birliklerinden oluşan barış gücü temel amaçlarından biri de ateşkes anlaşmasının yapılması ve sürdürülebilmesini sağlamaktır. Uluslararası barışı ve güvenliği sağlama misyonu ile hareket eden Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi himayesinde ve kararlarıyla görev yapmaktadır. Günümüzde, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin bu doğrultuda vermiş olduğu kararlar sorgulanmaktadır. Bu bölümde ise barışı koruma misyonu doğrultusunda vermiş olduğu başarısız kararlar, örnekler üzerinden incelenecektir. Bunun yanında bir yerde barışı yapmak için bir barış anlaşması veya ateşkes yapılması tek başına yeterli değildir. Konu başlığının altında inceleyeceğimiz örnekler olan Kıbrıs ve Ruanda da yapılan barış müdahalelerine bakıldığında, askeri barışı koruma ve bazı sivil barış inşası içinde faaliyetlerde bulundular fakat bu iki operasyon içinde Birleşmiş Milletler’in başarısız olduğu söylenebilir. Bu başarısızlıkların en önemli sebeplerinden biri de operasyonların nasıl tasarlandığı, yönetildiği ve uygulanmasıyla ilgili temel sorunlardı. Barış operasyonlarının nasıl başarısız olduğunu anlamak bilim insanları içinde hayati önem taşıyan bilgi ve görevdir. Kıbrıs ve Ruanda örneğine baktığımızda genel olarak varılan kanı şu şekildedir ki; Kıbrıs’ta 2003’te yapılan Barış Anlaşması geçerliliğini koruyamadı ve başarısızlıkla sonuçlandı, bunun sonucunda uzun bir süre bölünmüş bir vatan içerisinde yaşandı. Ruanda örneğinde ise, durum çok daha içler acısı bir haldeydi. Birleşmiş Milletler yapmış olduğu müdahalelerde oldukça yetersiz kaldı ve tarihte Holocaust’tan sonra dünyanın görmüş olduğu en büyük soykırım yaşandı.

Kıbrıs

Kıbrıs örneğini incelediğimizde, 1960 yılında bağımsızlığını kazanana kadar, %80’i Rum, %20’sini Türklerin oluşturduğu bir İngiltere kolonisiydi. Bağımsızlığının kazanılmasından kısa bir süre sonra da bölgede etnik iç savaş patlak vermiştir. Rumların ve Kıbrıs Türklerini 1960″ta kurulan ortaklık devletinde istememesi, Ada”da birlikte yaşama ve adayı yönetme durumunu terk etmesiyle mesele haline gelmiş ve 1960″lar dan beri uluslararası toplumun gündeminde yer almaktadır.

Ortaklık devleti olan Kıbrıs Cumhuriyeti, Rumların 1963″te tek taraflı olarak güç kullanmasıyla anayasayı feshetmelerinden sonra ortadan kalkmıştır. Kıbrıslı Türklerin 1960 yıllarında kurulan devletin eşit ortakları olarak haklarını kullanamaması neden olan bu yasa dışı durumu hiçbir zaman kabul etmemiştir. Neticesinde, 1974 yılında düzenlenen Kıbrıs Askeri Harekâtı ile beraber bölge de sorunlar giderek artmaya devam etmiştir. Bölge de artan sorunlar nedeni ile uluslararası güvenliği ve barışı tehdit etmesi sonucuna varılarak, BM Güvenlik Konseyi adaya uluslararası barış gücü UNFICYP görevlendirilmiştir. Yapılan müzakereler kapsamlı bir anayasal ve bölgesel sorunların çözümüne yönelikti. Zaten sorunun temelini toprak meselesi ve güvenlik sorunu oluşturuyordu. Fakat yapılan müzakereler 6 yılın sonunda sonuçsuz kalmıştır. Yunanistan da yönetime yapılan askeri darbe yapılan müzakereleri sekteye uğratan bir diğer neden olmuştur. Yapılan müzakerelerin temel amaçlarından biri de siyasi eşitsizlik ve eşit statüde iki kurucu devlet odaklı yeni bir ortaklık kurulması amacıyla yürütülmüştür. Müzakereler genel olarak yerleşik BM parametreleri olan iki toplumlu, siyasi eşitliğe dayalı ve iki kurucu devleti olan federal bir çözüme ulaşma öngörüsüyle yürütülmüştür. Temel konu başlıkları ise yönetim ve güç paylaşımı, Avrupa Birliği, güvenlik, ekonomi ve toprak düzenlemeleri olmuştur. BM tarafından yapılan önerilere olumlu bakan taraf Kıbrıs Türk tarafı olmuş, Rum tarafı anlaşmaya yanaşmaktan çekinmiş ve ortak bir geleceği paylaşmayı reddeden bir politika izlemiştir. Rum kesimi egemenliğini kuzeye yaymaya çalışan bir politika izlemiş ve müzakerelerde devlet yapısını bu amaca yönelik olarak şekillendirmeye çalışmıştır. Adanın yeniden entegrasyonu -son yıllarda Nisan 2003″te kararlaştırılan Kıbrıs”ın Avrupa Birliği entegrasyonuna ilişkin tartışmalar kapsamında yeniden canlanmış olsa da- şimdilik için imkânsız görünmektedir. 1968-73 uluslararası yapılmış görüşmeler, resmi bir barış anlaşması için en iyi belki de son fırsatı temsil ediyordu. Görüşmeler başarısızlıkla sonuçlandı ve görünüşte istikrarlı bir bölünmeye yol açtı, ancak bölünmüş egemenlik ve barış güçlerinin ilk konuşlandırılmasından bu yana neredeyse 30 yıl devam eden varlığı, Kıbrıs”ta barış inşasının başarısından bahsetmeyi mümkün kılmamaktadır.

İnceleme sonucunda, Kıbrıs”ta bir barış inşası başarısızlığını doğru bir şekilde ortaya koymuştur. Barış inşası alanı, kısmen yüksek düzeyde düşmanlığın bir sonucu ve kısmen de yetersiz uluslararası kapasitelerin bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Kıbrıs meselesine bakıldığında, Yunanlılar ve Kıbrıs Türkler arasında süregelen etnik bir çatışmanın yaşandığı görülüyor. Özellikle, 1974″teki etnik savaş ve bölünmeden sonraki kitlesel mülteci hareketlerine bakıldığında. Düşmanlık seviyeleri, Kıbrıs”taki yerel kapasite seviyeleri ile en azından kısmen dengelenmeliydi. Bir bölgede süregelen bir etnik düşmanlık olması ve yönetimdeki kapasite yetersizliği bir iç savaşa yol açar, barış inşası da bu durumlar da etkin rol oynamalıdır fakat Kıbrıs örneğinde oldukça yetersiz kalmıştır.

Müzakerelerde Kıbrıs Türkleri adına kurucu Cumhurbaşkanı Denktaş, 52 yıl süren görüşmelerin 36 yılında süreci yürüten kişi olarak karşımıza çıkmaktadır. Rum kesimin de ise müzakere süreçlerinde Makarious etkin rol oynamıştır. Müzakere süreçlerinde bazı dönemlerde atılan adımlar ve ortaya konulan çözümler anlaşmaya varılma umudunu arttırmıştır. Bunlardan biri de Annan planıdır. Annan Planı, olası bir çözüme ulaşmanın en yoğun yaşandığı dönemlerden biri olarak görülür. “Kıbrıs Sorununa Kapsamlı Çözüm Temeli” belgesi ortaya konuldu BM genel sekreteri tarafından. Bu belge referanduma sunuldu ve kararı doğrudan iki topluma bırakıldı. Plandan, yeni ortaklığın iki kişi olacağı, iki tarafın birbirinden ayrı kimliği ve birbirlerinin bütünlüğünü tanıyacağı ve tarafların karşılıklı olarak kültüre, dini, siyasi kimliklerine saygı duyulacağı ibareleri yer almaktaydı. Denktaş, Kuzey Kıbrıs”ın sınırlarını açtı ve sınır ötesi ziyaretlere izin verdi, bu hareket entegrasyon umutlarını yeniden canlandırdı ve Annan Planı Kıbrıs”ın AB katılım anlaşmasına ek olarak ekleme çabalarını canlandırdı.Böylelikle Kıbrıs Sorunu çözülürse, ada ve adadaki insanlar AB”nin bir parçası olacaktı. 2004 yılında yapılan referandum sonuçlarıyla Rum kesimi referandumu reddederken Kıbrıs Türk kesimi referanduma evet dedi ve 2004 yılında adadaki diğer ortak yok sayılarak “Kıbrıs Cumhuriyeti” adı altında AB” ye tam üye yapıldı. Birleşmiş Milletler ise Kıbrıs Cumhuriyeti’ni adanın tek hâkimi olarak kabul etmektedir ve Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, Türkiye hariç hiçbir BM üyesi ülke tarafından tanınmamıştır çünkü yapılan müdahaleyi işgal olarak tanımlamışlardır. Bu tartışmaların hiçbir yerinde UNFICYP ön plana çıkılmadığı görülmektedir. UNFICYP”nin barışı koruma konusundaki başarısızlığı, almış olduğu kararların yetersizliği, zayıflığı ve aynı zamanda tarafsızlığı konusundaki tartışmalar konusunda bırakmış olduğu izlenim ile de bugün barışı katkısı konusunda daha çok sembolik bir değere sahip olduğu gözlemleniyor. Kıbrıs meselesinde eğer 1974″te yaşanan etnik savaştan önce daha etkin bir rol ve kararlar alsaydı, daha az hasara veya hiçbir hasara yol açılmayabilirdi. Fakat uluslararası arenadaki pasifliği barışa olumlu bir katkı sağlamasını engellemiştir. Birçok uluslararası topluluğu ilgisizlikle ve yetersizlikle bahsedildiği Kıbrıs meselesinin yanı sıra -ki nüfusun %30″u mülteci konumuna düşmüştür- diğer incelenecek olan Ruanda konusunda durum çok daha içler acısıdır ve daha büyük can, mal ve insanlık dramlarına sahne olmuştur.

Ruanda

Ruanda örneğini incelediğimizde, yaşanan soykırım Kıbrıs”ta barışı sağlamaktaki başarısızlıklara çok az benzemektedir. Fakat bazı özellikleri benzerlik göstermektedir. Bunlar;

yüksek düzeyde yaşanan etnik düşmanlık, yetersiz devlet otoritesi ve en önemlisi olayların sonucunda zayıf uygulamayla ortaya çıkan uluslararası kapasite ve uluslararası örgütlerin yetersizliğidir. Kıbrıs örneğinde gördüğümüz gibi Ruanda”da da iki etnik grubun hâkim olduğu düşmanca bir toplumu daha da kutuplaşmasını sağlayan etnik bir savaşa girmesiydi. Kutuplaşma iç savaş riskini arttıran bir unsurdur ve Ruanda etnik çatışmasında taraf olan Hutu ve Tutsi etnik grupları arasında süregelen bir kutuplaşma söz konusudur. Ruanda”nın tarihsel sürecine bakıldığında, yabancı misyonlar tarafından sömürge politikası ile yönetilmiştir. Sömürgecilik yıllarında toplumun etnik bölünmeler temelinde şekillenmesi Ruanda”yı felakete sürükleyen ana faktördü çünkü sömürge yönetimi Ruanda”ya bırakmış olduğu miras ayrılıkçı ve ırkçı siyasal anlayıştan başka bir şey değildi. Belçika sömürgesinin Tutsilere ayrıcalıklı haklar tanıması kanlı çatışmaların yolunu açmıştır. Etnik ayrım ve etnik sınıflandırma gibi ayrıcalıklı politikalar tarafları düşmanlaştırdı. Bütün olayların başlangıç noktası ise Ruanda devlet başkanının uçağının düşürülmesiyle Hutu”ların bu olayın sonucunda Tutsileri suçlamasıyla, bununla birlikte Tutsilere yapılan sistematik saldırılar başlamıştır. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararı ile bölgede barışı, güvenliği sağlama ve iç savaş mağdurlarına insani yardım amacı ile UNAMIR kuruldu. Fakat UNAMIR”e verilen yetki çatışmayı ele almak ve görevleri yerine getirmek konusunda çok az şey yapmıştır. Taraflar bu doğrultuda, zayıf yönetilen barış gücü operasyonlarını yeniden toparlanma ve yeniden savaşı başlatma fırsatı olarak görmüşlerdir. Tarafların şiddet tercihlerinin yoğunluğu için çok daha güçlü bir müdahale gerekmekteydi.Ancak, Güvenlik Konseyi ve bölgede kendi çıkarları doğrultusunda hareket eden Fransa bu konuda kayıtsız kalmıştır ve barış güçleri ellerinde bulunan tüm araçları kullanmamıştır. Ülkede çok sayıda kanlı olaylar yaşanırken barışı koruma misyonu ile hareket eden BM oldukça pasif bir tavır sergilemiştir ve Ruanda”yı kendi kaderine bıraktığı gözlemleniyor. BM ise yaklaşık 800 bin kişi yaşamını yitirdikten sonrasında gerekli müdahaleleri yaparak bölgedeki personel sayısını arttırdı. Uluslararası toplum, Ruanda”nın yeniden inşasına yardım ederek, soykırım sonra suçunu hafifletmek amacı doğrultusunda kalkınma yardımlarını arttırmıştır ve 1994 yılında Fransa kuvvetlerinin geri çekilmesiyle UNAMIR bölgede korumasını devam ettirmiştir.

BM Barış Operasyonları, uluslararası yetkiler yeterince sağlam olduğunda ve düşmanlığın, tutarlı organizasyon eksikliğinin, yoksulluğun ve savaştan barışa geçişte belirli bir ülkeyi karakterize eden kurumsal kapasiteye sahip olduğunda başarılı olur. Aynı zamanda ülkenin önemli kurumsal ve alt yapısal kapasitesine sahip olduğu durumlarda başarılı olur. Ruanda da olduğu gibi başarısız devlet, tutarsız ve etnik temelli çatışmalarla başa çıkmak için çok daha fazlasına ihtiyacı vardır. UNAMIR”in ağır basan başarısızlıkları, kaynakların yetersizliği ve taahhüt eksikliği konunun kötü anlaşmasıyla birleşti. Bütün bunlar, Ruanda’da birleşik bir barışı koruma ve barışı sağlama başarısızlıkları döngüsüne işaret ediyor. Başarısızlıklar planlama aşamasında başladı ve ciddi dış kısıtlamaları ortaya çıkardı ve barışı koruyanların gerçekçi bir şekilde başarabilecekleri işlevleri sınırladı. İş birliği yapmamanın kanıtları arttıkça yani soykırım nedeniyle ölümler arttıkça uluslararası toplum UNAMIR”deki hükümdarlığı daha da sıkılaştırdı ve gücün kapasitesini daha da azalttı. Kısıtlamaların ve barışı koruma davranışının bu dinamik evrimi, Ruanda’da barış inşasında başarısızlığı neredeyse kaçınılmaz hale getirdi. Sonuç olarak, Ruanda örneği 20. yüzyılın önemli derslerinden biridir. İnsan haklarının ihlali durumunda Birleşmiş Milletler”in barış operasyonu hareketlerinin yetersizliği Ruanda için de geçerlidir; ayrımcılık ve etnik siyasetin ne tür kanlı olaylara yol açabileceğinin en açık göstergesidir. Sömürgeciliğin tasarlamış olduğu etnik siyaset, küçük bir Afrika ülkesini kaosa sürüklerken, küresel aktörlerin ilgi göstermediği yerlerde insan hakları ihlallerinin sessiz kaldığını da bize gösterdi.

İrem Bilgin

7.Bölüm: Geçiş Stratejileri

Bu bölüm kapsamında Geçiş Stratejileri konusunu ele alan Amerikan asıllı Michael W. Doyle ve Nicholas Sambanis daimî barışın sağlanması ile ilgili olarak BM ve diğer barışı koruma operasyonlarının ilk olarak doğru yetkiye sahip olunup olunmadığına daha sonra ise bu yetkinin iyi uygulanıp uygulanmadığına bağlı olarak başarılı veya başarısız olma eğiliminde olduğunu belirtmiştir. Burada değinilen 4 strateji ise; “Peacemaking” “Peacebuilding Reconstruction” “Multidimensional Peacekeeping” “Peace Enforcing” olarak belirlemişlerdir. Bunları sırasıyla şu şekilde sıralayabiliriz: Barışı sağlama, barışın yeniden inşası, çok boyutlu barışın korunması ve barışın uygulanması şeklinde açıklanabilir.

Barışın sağlanmasında BM”nin yetkili olarak barışı güvenli şekilde sağlayabilmesi açısından hem devletlerin bu konuda istekli olmaları hem de yaşanacak kayıpların bilincinde olmaları gerektiği belirtilmiştir. Barışın inşasının çaba gerektirdiği kaçınılmaz bir durum olduğunu savunan yazarlarımız, BM”nin uzlaşmaya dayalı olarak geliştirdiği yeniliklerden bahsederken verdiği bir tanım mevcuttur, “Friends of the Secretary General” yani Genel Sekreterin Dostları mottosu ile birlikte bu durum BM”nin çok uluslu gücünü ortaya koyan bir terim olarak düşünülmüştür. BM beşlisi olarak adlandırılan Temas Grubu sayesinde Bosna için Dayton Antlaşmasının imzalanmasında etkili olduklarını dile getirmiş olmasının yanında etkisiz kaldığı konulardan örneğin Kıbrıs’ta Türkiye ve Yunanistan”ın 1970’lerin başlarında barış görüşmelerinin çöküşü ve henüz çözüm için sağlam ve güvenilir bir koalisyon kuramamaları yorumu ile aslında genel olarak olumlu yönünden baktığı gibi Kıbrıs örneğinde de eksi yönlerini de ekleyerek objektif baktığı söylenebilir. Fakat şu da bir gerçektir ki Dostlar”ın, tek bir BM arabulucusunun sağlayabileceğinden daha esnek iletişim kanalı açabileceği aşikârdır. Burada bu grupların görevinin ve amaçlarının barışın sağlanması olması ile hizmet ettikleri işlevleri; BM”nin sınırlı olan etkisi dostların diplomasi, finansman gibi desteğiyle kullanılabileceğini, meşrulaştırabileceğini, koordinasyon sağlanacağını ve son olarak dostlar mekanizmasının iç savaşların müzakere yoluyla çözümüne dengeli bir yaklaşım sağlayacağını söylemiş olsa da Birleşmiş Milletler’in Dostlara ihtiyacı olduğu kadar çok kolay bir şekilde riayet edebileceğini dile getirmiştir. Buna örnek olarak; Bosna, Somali ve Ruanda”da olduğu gibi BM”nin süper güçler tarafından suistimal edilmesi ile bu operasyonlar başarısız ya da geç kalınmış olabilir. Aslında anlatılmak istenen bui “Dostlar” mekanizması değerli olsa dahi Birleşmiş Milletlerin barışı sağlamada çabasını bozabileceği ve farklı amaçlarla kullanılabileceğidir.

Çok boyutlu barışı korumanın çeşitliliği aynı zamanda barış olasılığını da artırmaktadır. Barışı koruma stratejisinin bir unsuru başarısız olabilir: silahsızlanma, seçimler, yargı reformu, polis veya askeri reform, başarısız olabilir. Ancak diğerlerinin önemli bir karışımı başarılı olursa, barış ilerlemeye devam edecektir.”

Genel olarak bakıldığında, Aslında Doyle ve Sambanis 1945’ten bu yana iç savaşları istatistiksel olarak bu kitapta anlattığı görülmüştür ve Birleşmiş Milletler “in katılımı dâhilinde olan barış süreçleri ile olmayanları kıyaslar nitelikte bir anlatım mevcut diyebiliriz. Tarafların barış için istekli olmaları dâhilinde BM”nin etkili bir görev yürüteceğini dile getirmiştir. Ama asıl önemli olanın BM”nin üstlendiği görevin sonraki dönemlerde meyvelerini vermesiyle birlikte önem kazanacağını yani savaşın sona ermesinden sonraki ilk birkaç yılda en etkili dönem olduğunu ve savaş riskini azaltmanın en önemli zaman olduğunu savunmuşlardır. Barışın yeniden inşasında da BM”nin barışa giden bu yolu tarafların tahammül edeceği şekilde tasarlaması gerektiği vurgulanmıştır. Burada bazı sorunlar çıkabilir;seçimler istikrarı bozabilir, demokratik geçişler sivil toplumu veya demokrasinin getirdiği yeni özgürlükleri yönetebilecek hiçbir kurumu olmayan ülkelerde iç savaşın başlama veya tekrarlama riskini artırabilir. UNTAC Başkanı Akashi”nin barışı kabul etmesinden itibaren 1992 yılının başlarında zaman geçtikçe Kamboçya halkının ve grupların beklentileri hayal kırıklığına uğradığında, otoritede büyük bir düşüş yaşaması örnek olarak verilebilir.

Yazarlar daha sonra geçiş yetkisinden bahsederler. “Bölgesel komşular ve diğer önemli uluslararası aktörler savaşı desteklemekten vazgeçip barışı desteklemeye başlamadıkça çok az barış inşası planı işe yarıyor ve Soğuk Savaş’ın sona ermesi bu nedenle, 1990’ların başındaki barış inşası operasyonlarının patlaması için önemli bir ön koşuldu.“” Daha önce de değinilen barış inşasının çaba gerektiren bir durum olmasından kaynaklı bu yorumun yapılması çok yerinde olmuştur. Başarılı olunması için öncelikle geçiş otoritesinin çatışmanın koşullarını, nedenlerini, barış müzakereleri sırasındaki düzenlemenin kalitesini karşılaması gerektiği düşünülmüştür. Yani bu taraftan bakıldığında kurallara uygun şekilde tasarlanmamış bir yetkiden barış inşası için olumlu bir sonuç beklememek yerinde olacaktır.

Öte yandan bakıldığında, geçiş dönemi barış harekâtları genellikle bir uluslararası diğeri ise yerli olacak şekilde iki yetkiye ihtiyaç duymaktadırlar ve genellikle barışın korunmasında ve tesisini yöneten geçiş otoritesinin bunu duruma uygun olarak iyi tasarlaması gerektiğinden bahsedilmiştir. Aslında anlatılmak istenen etkili bir geçiş otoritesinin tarafların düşmanlık seviyelerini ve grupların kapasitelerini hesaba katarak stratejik şekilde hareket etmesi gerektiğidir. Otoritenin asıl amacı olarak istikrarsız gruplar üzerinde yoğunlaşarak bunları tutarlı ya da tutarsız, uyumlu ya da uyumsuz olduklarına göre ayırarak sınıflandırmasıyla birlikte bunlar üzerinde yoğunlaşmasıdır. Burada yazarlarımız bu grupları 5 tane farklı ekoloji olarak açıklamışlardır. Bir tanesine örnek verecek olursak, tarafların “az sayıda, düşmanca ve tutarlı” olduğu üçüncü bir barış inşası ekolojisinden bahsederler. Ya da beşinci ekoloji olan Somali”de de olduğu gibi, “çok sayıda, tutarsız ve düşmanca” grupların olması ile birlikte etkili bir barış inşası için olasılıkların daha zor göründüğü aşikardır. Yerel kapasitelerin düşük olması buna Kamboçya”yı örnek verebiliriz. Bu ekolojide barış inşasının başarı şansı çok düşük olmasından bahsedilmiştir. Bu nedenle kapsamlı uluslararası kapasiteler kullanılması gerektiği belirtilmiştir. Yazarlarımız her ekoloji için de farklı ya da aynı örneklerin devamı şeklinde açıklayıcı anlatımlarda bulunmuşlardır. Kamboçya, Somali ya da Bosna örnekleri ile orada olan sorunlara bu konular nezdinde değinilmiş ve açıklanmıştır.

Genel olarak bölümün analizinden sonra son olarak ise yazım diline bakıldığında anlatılan her bir konu başlığında örneklerle anlatımını desteklemiş ve özellikle BM için devletler nezdinde olması gerekenden bahsetmiştir. Anlatımı bu bağlamda akıcı sayılsa da çok fazla kısaltmalardan bahsettiğini görmekteyiz; UNTAC gibi. Bu okuyucunun o konuda merakını uyandıracağı gibi aksi şekilde kötü bir izlenim de bırakabilir. Ayrıca anlatımını tablolarlar ile görselleştirmiş olması değinilen konunun ilgi çekici olmasını sağlamıştır. Sonuç olarak sorunları konu dâhilinde ana hatlarıyla ele almaya çalışmış ve bunda başarılı olmuş diyebiliriz.

Ebru Akyol

Bölüm 8: Sonuç

Etkili bir barış inşası, iyi stratejiye ve yeterli kaynakların kullanılabilirliğine bağlıdır. Barış için bir çözüm yoktur, düzenli olarak yeniden ortaya çıkan zorluklar vardır. Sürdürülebilir barışın sağlanması için bunun üstesinden gelmek gerekir. Önemli olan yaşanan krizlerin çoğunluğunda ortaya çıkmıştır.

Micheal W. Doyle ve Nicholas Sambanis sonuç kısmı dört alt başlık altında (Barış İnşası Rekoru, 7 Adımlı Plan, Kursta Kalma Kalmama Maliyetleri ve Alternatifler) değerlendirilmiştir. Barış, güç ve güvenlik kavramlarının uluslararası ilişkilere yaklaşımları açısından karşılaştırmaktadır. Savaş ve barış kavramlarının birbirlerine karşı barındırdıkları zıtlıklar, sundukları sınırlı ve dar görüşler dolayısıyla güvenlik kavramına ihtiyaç duyulmaktadır. Sonuç kısmında Birleşmiş Milletler’in silahlanmanın zarar verme ve anarşi faktörlerini ne kadar dikkate alındığını, barışın inşasındaki başarısı ölçülmektedir.

Barış İnşası Rekoru

Herhangi bir barış inşası girişimini üç kritik durumu dikkate alarak değerlendirmiştir. Birincisi: BM’nin yararlanabileceği kaynaklar var mı? Bu kaynakları kalıcı barış inşa etmek için kullanılabilir mi? Ölümler yeniden devam edebilir mi? Barış yapmak için tutarsızlık var mı? Uzlaşmak için ülkede etnik, dini ve ideolojik olarak bölünmüş mü? Önceden demokratik anayasal yönetim deneyimine sahip mi? Düzen sağlayabilen meşru geleneksel otorite barış gücü ne zaman ayrıldı? Soruları etrafında değerlendirmiştir ve iç savaşın, yarattığı düzensizliği ortadan kaldırmak için barış görüşmesi yapmak, yoğun bir şekilde bölünmüş topraklarda barışı inşa etmenin daha zor olduğunu açıklamıştır.

İkinci olarak: Ülkenin kendi başına yetecek, sürdürecek endüstriyel bölge veya diğer ekonomik faaliyetler dış yardım olmadan devam edebilir mi? Ancak barışı koruma görevlileri ülkeden ayrıldığında ekonomik temellerin olduğu yerlerde barış inşa etmek daha kolaydır. Beşerî sermaye, ekonomik altyapı ve doğal kaynaklar, kiraların alımı önemlidir.

Üçüncü olarak: Uluslararası toplum arabuluculuk yapmak için yeterince çaba sarf etti mi? Barış antlaşması ve telafi etmek için yeterli uluslararası kapasite iç savaş sonrası ülkede birlik ve kapasite bakımından eksik olan nedir? Sivil ve askeri kurumsal ve ekonomik yardım, anlaşmanın uygulanabilir olmasına yardımcı olur mu? Soruları sorulmuştur, barış odaklı görüş devlet çıkarlarını önemsemediği için silahların kendilerinin uluslararası sistemde çatışmaya neden olduğunu söyleyebilecek kadar abartmaya meyillidir ve böylelikle çatışmanın kaynağı olarak politik anlaşmazlıkların derinliğini ve etkisini küçümsemektedir. Bu bakış açısı savaş korkusunun yenilme korkusundan ağır bastığını var saymaya ve bu nedenle bir taraftan silahlanmanın kontrolü ve silahsızlanma gibi uluslararası güvenlik önlemleri alarak sağlanabilecek asayişin kolaylığını abartırken diğer taraftan ulusal güvenlik ihtiyacını hafife alan siyasi öneriler sunmaya yönlendirmektedir.

Barış odaklı görüşe göre, silahlar savaşta öncü rol oynadıklarından ve savaşların bertaraf edilmesi barışın amaçlarının merkezinde yer aldığından silahsızlanma ve silahların kontrolü doğal olarak barış politikalarının temel özellikleridir. Barış politikaları bu tip süreçlerde toplu çıkarlara çok fazla önem vermekte ve devletin çıkarlarına gereken dikkati vermemektedir. Önemli olan BM misyonları çatışmanın pozitif barışı teşvik etmeye ve savaşın tekrarını önlemeye yardımcı olmalarıdır. Devletler kendi kendine sürdüren ekonomik büyümede hızlı bir başlangıç yapamazsa başarısız olurlar. Ekonomik büyüme ve daha yüksek kalkınma seviyeleri bu süreçte kritiktir. Barışı destekleme, sürdürülebilir demokrasi BM barış inşası için ekonomik reformun rolünü arttıran yararlanılan barış inşasının temel bir bileşenidir. Etnik olarak bölünmüş toplumların başka bir savaşı deneyimleme olasılığı daha yüksektir ve etnik ve dini savaşları çözmek ideolojik savaşlardan çok daha zordur. Ancak çok yüksek ölüm ve yerinden edilme seviyeleri savaş türü önemlidir. Kişi başına düşen gelir artış hızı uzlaşılmış bir başarı kolaylaştırır, özellikle iki taraf karşılıklı şiddetin en kötü biçimlerin kaçındıysalar. Ruanda’da ve Bosna’da gerçekleşen büyük cinayetler ve yerinden edilmelerde BM başarılı olamamıştır. Anlaşma olmadan BM misyonunun başarı olasılığı düşmektedir.

7 Adımlı Plan

Başarıya yönelik kısıtlamalar ve fırsatlar göz önüne alındığında; bir iç savaş toplumu, yönetimi ekonomi ve kültürü yok edebilir. Savaşçılar ve suçlular ekonomik saldırılarla belirli hiyerarşi yaratırlar. Bu nefret biçimlerini kendi kendine yeten bir barış inşası için tüm bunlar tersine çevrilmelidir. Eğer yoksa iç savaşın açık galibi veya Batı’dan uluslararası yardım veya BM çağrılacaksa, yönetimin katılımcı olması gerekir önce savaşta olan tarafların siyasi partilere dönüşmesi yeterlidir.

Birinci Adım: İç savaşın yol açtığı birçok ihlalin faillerini cezalandırarak onları ortadan kaldırılması gerekir. Masum sivillere yönelik şiddet durdurulmalıdır. Barış sağlandıktan sonra sürdürülebilirlik önemlidir. Ekonomik ve politik olarak yeniden yapılanma Kamboçya ve Bosna’da zaman almıştır.

İkinci Adım: Güvenilir bir ortam olmazsa olmazdır. İnsan hakları, yasalar demokrasi olması gerekir. Bosna’da süren isteksizlik ve etnik parçalanma uzun vadeli barış için önemlidir. Afganistan’daki sivil ölümler başka yerlerden yönetilen savaşlar barıştan uzak kalmıştır. Taliban’a karşı savaşta eğitimli ulusal bir orduyla hareket etmek için uluslararası ekonomi yardımcı olması gerekmektedir. Güvenlik insanların yeniden geri kalanını yeniden yapılandırmaya başlamasına izin veren şeydir. Bir devlet kurmanın ilk adımıdır. Saddam Hüseyin’in rejiminin düşüşünden sonra Irak’ta ulusal güvenlik tamamlanmalıdır.

Üçüncü Adım: Komşuların müdahaleyi bırakması barışın sağlanmasında önemli bir teşkildir. Devletler belirli bir mekanizmada ve barışı sağlamak için bölgesel iş birliğinin sağlanması gerekir. Yeni yönetimler güvenlik yardımından daha fazla ihtiyaç duydukları için tek başına kalıcı bir barış inşası başarısının temellerini atamadı.

Dördüncü Adım: Hukukun üstünlüğü anayasal rızanın temelidir, meşru bir devlet inşa etmek ve mahkemeler kurmak ve polisin karar vermesi için yerel ve ulusal meşru delegelere ihtiyaçlarının olmasıdır. Çünkü vatandaşların görevlerini yerine getirmesi aynı zamanda etkili bir yönetimi ve koalisyonu destekler.

Beşinci Adım: Yoksulların zenginden daha çok ihtiyaç duyduğu ve eksik olanları tamamlamak, pazar üretimin çeşitlendirilmesi için uzun vadede barışın sağlanabilir olması gerekmektedir. ABD’nin Irak’a karşı savaşta geçici rejime geçişte BM yardımcı olmuştur.

Altıncı Adım: Savaş suçluların yargılamaları yapıldıktan sonra uzlaşma komisyonları oluşturulması ve tüm çocukların eğitim alabileceği bir eğitim sistemi kurulması gerekmektedir. Her barış inşasının çabasının farklı olduğunu kabul ederken bile, ne kadar zor olduğunu küçümsemek zordur.

Yedinci Adım: Barış inşası çabalarında Irak, Afganistan, Kongo, Liberya ve Burundi çok zor aşamalardan geçmektedir. Bunun için uluslararası toplulukların ülkeleri yeniden inşa etmeye yardım etme kararlılığı önemlidir.

Kursta Kalma ve Kalmama Maliyetleri

El Salvador’da barış yapmanın maliyeti yaklaşık 111 milyon dolar tutmuştur. 1991-94 yılları arasında üç buçuk yıl için yılda 28,9 milyon dolar, personel için 35 milyon dolar 1993 yılı da dahildir. Kamboçya’da tahminler en az bir milyar dolarlık ek maliyetin oluşmuş olması ekonomik rehabilitasyon planları ise 1,5 milyar dolarlık resmi bütçe uygulanmıştır.

Nisan 1993 NATO tahminleri Bosna’da mutabık kalınan barış bir barışın uygulamanın maliyeti bir yılda 50.000 askere yılda 10 milyar dolar sivil barışın maliyetidir. Bosna’da bulunan BM konseyinde görevlendirilen NATO barış gücünün bir yıllık maliyeti 3,5 milyar dolardır. Açıkçası sürdürülebilir barış için daha fazlasına ihtiyaç vardır. Savaş sonrası yeniden yapılanma savaşçılar ve mağdurlar için ekonomik büyüme, güvenli demokrasi ve kalkınma birlikte ilerler.

BM ağırlıklı olarak iyi stratejiler belirlenmesinde barışı sağlamasında, siyasi analiz ve arabuluculuklarda diplomatlar önemli bir rol oynarlar. Barışın sürdürülebilir barış için BMGK ile IMF’nin koordineli bir şekilde hareket etmiştir. Barışı geliştirmek için barış inşası destek

ofisi hizmeti vermiştir. Barış inşasının gösterdiği yönetimi iyileştirmek ve daha iyi barış inşası için karşılaştırmalı perspektifle değerlendirilmelidir. ABD ulusal çıkarları açısından Kamboçya veya El Salvador Amerika’nın tarafında iken barışın sağlanması kalkınması daha kolay gerçekleşmiştir.

Alternatifler

BM barış müzakeresi yapamazsa, uluslararası toplum destekler mi? Irak’ın Kuveyt’i işgali saldırıları eylemleri veya 1992’de Bosna ve Somali’de ortaya çıkan insani felaketler veya 1994 baharında Ruanda mı? Sorusuna, BM’nin geleneksel sorunlarını çözmede (UNITAF) Birleşik Görev Gücü insani yardım çabalarını BM’ye devredene kadar ülkede güvenliği sağlıyor. Gürcistan’dan Rusya’ya, Ruanda’da Fransa’ya, Haiti’de ABD’ye ve Doğu Timor’daki Avustralya’ya BM katkıda bulanan devletlerin sayısı artmıştır. Fakat Somali’deki BM operasyonunda (UNOSOM II) ülkenin 1991’de iç savaşa girmesinden sonra 1993’de BM’nin Somali müdahalesinde barış inşası durduğu için başarısız kalmıştır. Bölgesel barışı korumada yük paylaşımında AGİT himayesi anlamında BM onayıyla 1995’te NATO hariç İtalya, Arnavutluk’taki geçiş için güvenliğin sağlanmasında önemli bir rol oynamıştır. NATO önemli bir sorun teşkil ettiği başarılı olamadığını açıklamıştır.

Tırmanan krizleri hızlı erken müdahale olsaydı Somali’de veya Ruanda’da barış daha belirleyici olurdu. Sudan’da insani yardım koridorları kurmak için çabalamak ve gerekli insani yardımları gerçekleştirmek için çaba göstermeleri gerekir. Sivil toplum kuruluşları anca denediği zaman değerli bir fark yaratabilir. Somali’de ve Bosna’da barışı koruma yeterince BM müzakere masasında yaşadığı zıtlıklar, etkinliler BM’nin algılanan başarısızlarını vurgulamıştır. Fakat, Soğuk Savaş sona ermesiyle birlikte abartılan güç ve kolektif savunma BM örgütünü aşırı derecede zorlamıştır.

1988 ile 2000 yılları arasında, dünyadaki her çatışmayı çözme acelesinde BMGK büyük bir hata yapmıştır. Somali’de barışın inşası için ABD’nin BM komutasından bağımsız olarak hareket etmesi çatışmayla sonuçlanan bir süreç gerçekleşmiştir. ABD’nin BM’nin belirli konularda zorluklar yaşadığının göstergesidir. Haiti’deki operasyonlarda demokratik yollarla seçilmiş devlet adamların geri dönüşüne yardımcı olunmuş fakat barışın derinleştirilmesinde yaşayabilir ekonomiye, tarafsız yargı ve polis gücünün yeniden yapılandırılmasında Haiti’yi başka bir darbe ile savunmasız bırakılmıştır. Bu başarısız operasyonlar, BM’nin en büyük sorunudur.

Sonuç olarak, BM kapasiteleri ve gelenekleri dahilinde 1992’deki stratejik belgesi ile yeni stratejiler geliştirmiştir. BM diplomasisini her yerde meşruluğunu devam ettirmek için kurumlarla iletişime geçmeyi sağlamalıdır. BM parçalanmış sosyal toplumlarla uzlaşmayı sağlamak teşvik etmeye çalışmak ve insan hakları ihlalini araştırarak, ulusal polis gücünü ve ekonomiyi kalkındırmak için daha çok çaba sarf etmelidir. BM’nin kusurları hakkında birkaç gerçek barışı korumaya yönelik asker göndermek istemiyorsa Ruanda veya kimse liderlik sağlamaya istekli değilse hiçbir şeyde başarılı olamaz. Sonuçta BM’nin bir ordusu yoktur. BMGK’de (İngiltere, Fransa, Çin, ABD ve Rusya) devletlerin herhangi biri BM’nin müdahale etmesine izin vermezse, hiçbir şey olmaz. Ancak bu beş ülke diplomasi yoluyla hareket etmezsebarışı çözemezler. BM barışın inşasında dünyanın her yerinde yeniden yapıcı rol oynaması gerekir. Tehlikeden kaçmak, silahlı dayatmanın yarattığı riskleri ters etki yaratması gerekir. Çok taraflı olarak BM, barış inşasında insan hakları ve siyasi katılımcılar için meşru araç olabilir.

Mert Özsen

Uluslarararası Örgütler Staj Programı

Kaynakça

Boutros-Ghali, B. (1992). An Agenda for Peace. Birleşmiş Milletler, New York.

Gurr, T. R. (2000). Peoples versus states: Minorities at risk in the new century. US Institute of Peace Press.

Hegre, H., Ellingsen, T., Gates, S., & Gleditsch, N. P. (2001). Toward a democratic civil peace? Democracy, political change, and civil war, 1816-1992. American political science review, ss. 33-48.

Kofi A. Annan (1999). “Reflections on Intervention,” Ditchley Park”ta yaptığı konuşma (the Ditchley Foundation), Oxfordshire, Birleşik Krallık, Haziran 26, 1998. The Question of Intervention: Statements by the Secretary-General (yeniden basım), Birleşmiş Milletler, ss. 4- 7.

Madison, J. (1788). Federalist no. 51. Lillian Goldman Law Library, New York.

Altı Üstü Kazdağları

0

KAZDAĞLARI- BİR YOK OLUŞ

 

Özet

“Tamir edebilecekleri bir şey değil, bir yok oluş bu!” İnsanların tepkilerinin ötesinde , kişilerin veya şirketlerin çıkarlarının doğa ile savaşı bu durumun oluşum nedenidir. Daha en başından söylenilen her şeyin sıradan masumane kamuflajlar içermesiyle akıllara kazınan ve kimsenin dilinden düşüremediği o ifadeyle , “çok büyük oyunlar oynanıyor!” . Bu basit anlatımların tamamı durumdan etkilenmesi kaçınılmaz olan kimselerin ağızlarından çıkan ifadeler. Öbür taraftan da etkilenmekten kurtuluşu olmayanların hayat şartlarıyla verdikleri savaşın sadece görünen yüzü… Tarafların dahi belli olmadığı bu savaş,  çıkarların çatışmasının yani sermaye – çevre hukuku ilişkisinin somut hali, asla kazananı olmayacak olan bu savaşın tek kurbanı ise dünya sakinleri olarak bizler en büyük rolü oynamakla mükellefiz.

 

Değerlendirme

Kazdağları olarak ifade edilen bu bölgenin önemi doğal olarak var olan yeterli miktarda yağış almasından  ve yeraltı suları bakımından zengin olmasından kaynaklanır.  Bu ekolojik dengenin korunması kadar aslında kullanılması çok önemli olmakla birlikte Kazdağları’nın iklimi çeşitli tarım ürünlerinin yetiştirilmesi açısından da uygun bir yapıya sahiptir. Diğer bir taraftan oluşan toprak üstü tahriplerin daha kolay yenilendiği bilgisi Kazdağları Ulusal Çalıştayı’nda da belirtilmiş ve şirketler için de yapılan projeleri meşrulaştıran bir bilgi olarak yer almaktadır. Buradan hareketle söylenebilir ki bu eşsiz özelliklere ve konuma sahip olan Kazdağları “altı ve üstü” ile devletler, şirketler, insanlar için gözde bir konumdadır.  En başta kişilerin yani orda yaşayan “köylünün” düşüncelerini ifade etmek gerekirse karşımıza iki farklı etken çıkmaktadır.  Bu etkenler, ekonomik durumdan kaynaklanan zorundalık neticesinde maden şirketlerinin verdiği imtiyazlardan yararlanarak bunun doğru olduğunu düşünen insanlar ve çevre hakkı bağlamında su üzerinden haklarını savunmaya çalışarak bunun karşı duran insanlardır.

Belgeseli baştan sona izlerken aniden kendimi her iki tarafı savunabilecek argümanlar üretirken bulmamın ana nedeni de tarafların gerçekten de farklı açılardan haklı olduklarını düşünmem oldu. Burada en çok dikkat çekilmesi gereken noktalardan birinin şirketin izlediği politikalar olduğu kanısındayım. Yapılan projenin meşruluğunu toplum nezdinde sağlamak bir bakıma kanunlar önünde sağlamaktan daha zor ve uzun bir süreçtir. Bu yüzden de şirketin işçi olarak adlandırdığımız kadroyu köyden insanlarla dolduracağını söyleyerek farklı hakları da beraberinde sunması bu konuda köylülerin sempatisini kazanmakla birlikte proje için hem ham madde hem insan gücü hem de taraftar sağlamak açısından oldukça kritik bir konumda yer alıyor.  Bu desteğin alınmasından sonra ortaya çıkan farklı olgulardan en önemlisi ise köydeki ayrışmanın ortaya çıkması ve oldukça etkleyici  olan şu söz akıllara geliyor: “İnsan burada öleceğini bile bile neden çalışsın ki ?”. İşte böyle bir ikilemde insanlardan beklenen şirketin projesinin çevreye olan zararından önce ekonomik bağlamda yeterli olmayan hayat şartlarını iyileştirmesi yani burada birincil şekilde nitelendirilen “yaşam hakkı” devreye giriyor.  İnsanların bunu öncelemelerinin belgesel çerçevesinde haklı kılınmaya çalışıldığını gördükçe farklı noktalara değinmeden de geçilemeyeceğini fark ediyoruz.

Devlerin rolünün önemi de burada ortaya çıkıyor ve köydeki istihdamın aslında tarımla ya da hayvancılıkla sağlanabileceği de ekleniyor. Burada bahsedilen teşvikler bir bakıma ülkedeki istihdam sorununa da parmak basıyor ve ithal etmek yerine neden üretime geçilmediğinden dem vurarak bu özel şirketlerin yaptıklarının aslında devlet eliyle yapılması veya yapılabilecek yolun gösterilmesinin de mümkün olduğu gözler önüne seriliyor. Ülkedeki yatırımların arttırılması bunun da en azından ulusal bir sermaye ile yapılmasının hem köylü hem de devlet açısından kazançlı olacağı çok açık bir durumdur.

Belgesel de ele alınan diğer bir konu ise Alamos Gold adlı şirkettir. Ağaç kesimlerinin ya da kazının yapılabilmesinin de uyulması gereken kurallar çerçevesinde gerçekleştiği oldukça açık bir şekilde çevre hukukunda belirtilmiştir. Ancak burada şirketin projesinin dayandığı argümanın bu kadar desteksiz oluşu gerçekten hayret vericidir. Yetkililerin iddia ettiği üzere şirketin bu yaptığı ağaç kesimlerinin ya da siyanür kullanımının etkileri geçici ve yerine konulabilir şeklinde nitelendirilmiş durumdadır. Gerçeğin pek böyle olmadığı önceki yıllarda yapılan 1996 tarihli Bergama madeninde açıkça görülmüştür.  Hatta  Kazdağları’nda yapılan bu haklı protestoların yıllar öncesinde Bergama’da yaşanmış bir olayın tekrarı olduğu söylenilmektedir.  Yıllar sonra yer altı suyuna karışan siyanürün Bergama halkındaki kanser oranındaki artışı tetiklemiş olması da istatiksel bir gerçektir. Çıkarılamayan derslerin ya da alınamayan önlemlerin kurbanının bu sefer de Kazdağları olduğu oldukça net biçimde görülebilmektedir.

Sonuçlarından ders çıkarılamayan bu olaylardan sonra yaşanan çevre protestolarındaki meşruluğun üstünün kapatılmaya çalışılması ise bu çalışmaların devletin ekonomik çıkarları üzerindeki etkisinden kaynaklanmaktadır. Protestolara karşı köylünün tutumuyla ilgili belgeselde gösterilen kısmı için eyleme geçirilmeyen sözlerden ve sadece protestolarla kalmanın hak kazanımına yol açmayacağı yönünde görüş bildirilmektedir. Bu konudaki köylünün haklılığı ve çaresizliği oldukça net bir şekilde gözükmekte ve bunun için yine tek çözümün yasal düzenlemelerin sıkılaştırılması, yerel halkın istihdamının arttırılması için hayvancılığa ve tarıma destek verilmesinin gerektiği oldukça açıktır.

 

Sonuç

Çevre hakkı için başlatılan bu mücadelelerin tümünün bir sonuca varması gerektiği ve bu sonucunda özellikle yasal düzenlemelerde değişiklik yapılmasıyla elde edilebileceği açıkça görülmektedir. Burada devletin ekonomik çıkarlarının ya da sermayenin  çevre hakkıyla  karşı karşıya kalması durumunun çözülmesi için öncelememiz gereken hakkın kişilerin hayatındaki değişiklik olduğunu hesaplamak zorundayız. Ana meselenin şirketlerin istihdam yaratmasındaki açık olduğu düşünülürse halkın bilinçlendirilerek bu duruma karşı devlet teşviklerinin arttırılması kaçınılmazdır. Kazdağları’na sadece birkaç parça toprak, ağaç olarak değil de Türkiye ekosisteminin en nadide parçalarından biri olarak bakılırsa maden faaliyetinden önce planların turizm artırmak yönünde veyahut tarım- hayvancılık destekleriyle köylünün kalkındırılması gerektiği çok açık bir durum olarak görülmektedir.  Haklarını aramak her vatandaşın göreviyken devletin de bu hakları gözeterek belirli düzenlemeler getirmesi gerekmektedir. Çevresel etki bakımından kıyasın katılım hakkı ile beraber değerlendirilmesi devlet- birey ilişkisi açısından da çok önemli bir konumda yer almaktadır. Kazdağları’nda çokça söylenen şu cümle tüm savaşın neden verildiği özetler nitelikte: “ Suyumuzu feda etmek istemiyoruz!”

 

 

 

CEYDA ÇIĞIR 

Çevre Hukuku Staj Programı

 

 

TUİÇ DERNEĞİ EKİP BAŞVURULARI AÇILDI!

0

TUİÇ Derneği Koordinatörlükleri olarak gönüllü ekip üyeleri aramaktayız. Aşağıdaki bilgileri doldurup girmek istediğiniz ekibi seçerek başvurunuzu tamamlayabilirsiniz. Başvurulara mail hesabımız üzerinden dönüş sağlanacaktır. Başvuru yapabileceğiniz departmanlar, görev tanımları ve alınacak kişi sayısı şu şekildedir:

 

Proje ve İşbirliği Koordinatörlüğü ( 2 Kişi)

  • Üniversitelerin sosyal bilimler bölümlerinde lisans öğrencisi olmak, (tercih nedenidir.)
  • Okuma-yazma-konuşma düzeyinde iyi derecede İngilizce bilmek Gençlik alanında gönüllü çalışma deneyimine sahip olmak,
  • Proje yönetimi, Erasmus+ gençlik projeleri yazma deneyimine sahip olmak (tercih nedenidir)
  • MS Office programlarını, interneti ve dijital medyayı etkili bir şekilde kullanabilmek,
  • Proje ekibi ile ekip çalışması içerisinde uyumlu çalışabilmek,
  • STK deneyimine sahip olmak (tercih nedenidir),
  • Yaygın Eğitim modelleri hakkında bilgi sahibi olmak (tercih nedenidir)

 

Editör Ekibi (YouTube Koordinatörlüğü)  (1 Kişi)

  • OBS Sistemine hakim, Video editi yapabilen 1 ekip arkadaşı

 

Tasarım ve Dijital Pazarlama Koordinatörlüğü (2 Kişi)

TASARIM İÇİN:

  • İyi derecede Canva veya Adobe Photoshop kullanabilen,
  • Takım çalışması ve bireysel çalışmaya uyumlu,
  • Sosyal Medya araçlarını kullanabilen,
  • Yaratıcı ve istekli ekip arkadaşlarımızı arıyoruz!

 

 

İletişim ve sorular için [email protected] mail adresimize ulaşabilirsiniz.

 

Başvuru Formu:https://forms.gle/RbGwdouMFi5iCNLo6

 

 

 

Ölümün Öldüğü Diyar: Doğu Türkistan

Bu röportaj, Doğu Türkistan Milli Meclis Başkanı Seyit TÜMTÜRK ile ‘‘Çin’in Uygur Türkleri üzerindeki asimilasyon çalışmaları’’ üzerine yapılmıştır.

1. Seyit Tümtürk kimdir?

Seyit TÜMTÜRK, Doğu Türkistan’a 1949 yılında Komünist Çin işgalinden sonra uygulanan asimilasyon ve zulümler neticesinde 1961 yılında vatanı için vatanlarından hicret ederek Afganistan’ın başkenti Kabil’e gelen ve geçici olarak orada bir süre kalan bir gurup Doğu Türkistanlılardan oluşan kafiledeki bir ailenin ilk çocuğu olarak 1964 yılında Kabil’de dünyaya geldi. Daha sonraki yıllarda üç yüz elli civarındaki bu gurup 1965 te B.M. Mülteciler Yüksek Komiserliğinin aracılığı ve T.C. Bakanlar kurulu kararı ile iskânlı göçmen olarak Kayseri’ye yerleştirildi. Tahsilini Kayseri’de tamamladı. 1989 yılında Kayseri’de kurulan Doğu Türkistan Kültür ve Dayanışma Derneğinin kurucu üyesi, 1993 te genel sekreter yardımcılığına seçildi. Şu anda Dünya Uygur Kongresi olarak faaliyet göstermekte olan teşkilatın temelini oluşturan, 1992 de İstanbul’da Doğu Türkistan Milli Kurultayı’nın kurucu üyeliği ve 2000 yılında merkezi Kayseri’de olan Doğu Türkistan Kültür ve Dayanışma Derneğinin genel sekreterliğine ve 2002 yılında da Derneğin genel başkanlığına seçildi. 2002 yılında Merkezi Almanya’da olan Doğu Türkistan Uyguristan Kurultayı ile Dünya Uygur Gençleri Kurultayının birleştirilmesi ile oluşan Dünya Uygur Kongresinin kuruluşunda (D.U.K) Türkiye sorumlusu seçildi. 2005 yılında İstanbul’da kurulan Doğu Türkistan Maarif ve Dayanışma Derneğinin kurucular kurulunda yer almıştır. 2006 yılında Almanya’nın Münih şehrinde 18 ülkeden 26 teşkilatın bir araya gelerek oluşturduğu en yetkili organ olan Dünya Uygur Kongresinin başkan yardımcılığı ve D.U.K. un Türkiye sorumluluğu görevlerine seçildi. Evli ve 5 çocuk sahibi olan Seyit Tümtürk halen Türkiye’de devlet dairesinde kamu görevlisi olarak çalışmaktadır.

2. Doğu Türkistan’da Çin hükümeti tarafından asimilasyon politikalarını başarılı şekilde uygulamak adına asimilasyon politikalarından “önce” bu meseleye zemin hazırlamış mıdır? Yoksa baskılar direk tepeden inme şekilde mi uygulanmıştır?

1949 yılındaki Mao’nun işgali ile birlikte bölgede sinsi bir plan uygulanmaya başlandı. Uygur Türklerine size bir kısım kolaylıklar sağlayacağız, yardımlarda bulunacağız, ekonomik, sosyal, kültürel kalkınmanıza destek vereceğiz biz Çin Halk Cumhuriyeti olarak yanınızdayız şeklinde. Başlıca bölgenin kanaat önderleri, iş insanları, siyasiler ve eğitimli insanlar çeşitli yaftalarla hapse atıldılar veya yok edildiler böylelikle toplum başsız bırakılmış oldu. Bunlarla beraber dinimiz, dilimiz, kültürel eserlerimiz, milli kimliğimiz hepsi yok edilmek istendi.1949 yılında Doğu Türkistan işgal edildiğinde %2-3 Çinli nüfusa sahipken Çinli devlet yöneticilerinin politikaları ile nüfus Çin’den Doğu Türkistan’a kaydırılmıştır. Günümüzde Urumçi 15-20 milyon nüfusa sahiptir ve bu nüfusun yaklaşık %95’i Çinlidir. Çin nüfus avantajını çok iyi kullanarak Kaşgar, Hoten, Aksu, Yarkent gibi bölgelerde de demografik yapıyı değiştirmiştir yani durum Urumçi’den çok da farklı değildir.

3. Doğu Türkistan da uygulanan asimilasyon politikaları başlangıcından itibaren günümüzde yaşanan şekliyle midir? Yoksa Çin giderek baskıları ve şiddeti arttırmış mıdır?

Kısmen benzerlikler arz etse de günümüzde yaşanılanlar tarihte görülmemiştir. Çin Doğu Türkistan’ı işgal ettiği günden itibaren zaten asimilasyon ve sistematik imha politikası uyguluyordu. Bugün Doğu Türkistan’da Birleşmiş Milletler (BM) 2019 raporuna göre 2 milyona yakın Uygur Türkü toplama kamplarında her türlü insan hakkından mahrum bırakılmıştır. Bizim raporlarımıza göre bugün Çin’in inkâr ettiği toplama kamplarında 5-6 milyon Uygur Türkü vardır. Aileleri toplama kamplarında tutulan milyonlarca çocuğun sahipsiz ve kimsesiz olarak Çin ıslah evlerinde komünist ideoloji ile fikirlerinin yok edildiği mankurtlaştırıldığını söyleyebiliriz. Sonuç olarak geçmişte başlayan uygulamalar hiçbir kanun tanımadan uygulanmaktadır.

4. Doğu Türkistan’da yaşanan olaylar bir hukuken soykırım olarak nitelendirilebilir mi?

Bugün birçok dünya devleti Çin’in uygulamalarını soykırım olarak nitelendirmektedir. Çok yakın zamanda Kanada ve Hollanda Çin’in uygulamalarını soykırım olarak kabul etti. İngiltere geçtiğimiz aylarda benzer bir uygulamada bulundu. Finlandiya Başbakanı Sanna Marin: “Dünyada ekonomiden, ticari menfaatten daha önemli şeyler var bu da; insan haklarıdır. Çin İnsan haklarını ihlal ediyor” diyerek dikkat çekmiştir. Önümüzde ki süreçte birçok devlet Çin’in Doğu Türkistan politikasını soykırım olarak nitelendirecek ve Çin’in geri adım atması için siyasi, ekonomik en son olarak da askeri anlamda yaptırım uygulayacaktır.

5. Doğu Türkistan’da yaşanılan asimilasyon politikaları nelerdir?

İnsan Hakları Evrensel beyannamesinde belirlenmiş olan haklar vardır. Bu haklar ihlal edildiği zaman çeşitli kategorilerle değerlendirilerek sınıflandırılır. Bugün Doğu Türkistan’da Seyahat Hakkı, Din ve Vicdan Hürriyeti insanların kendi dilinde eğitim alma hakkı, üreme ve neslini devam ettirme hakkı engelleniyor. Günümüzde Uygur Türklerinin mahalleden mahalleye geçiş hakları bile engelleniyor. Uygur Türklerine verilen kartlarla bütün hareketleri takip ediliyor. Uygurlar, Çin Hükümeti tarafından yerleştirilen binlerce kameranın yüz tanıma sistemi sayesinde bütün hayatını kayıt altına alınıyor ve izleniyor. Çin Devleti, Uygur Türklerinin bir bağımsızlık mücadelesine kalkışacağını bildiğinden dolayı Doğu Türkistanlıların evlerinde, lokantalarında, kasap ve manavlarda kesici ve delici aletler zincir ile bağlı hatta hane halkına barkod ile zimmetlenmiş durumdadır. Çift dilli eğitim adı altında Uygur Türkçesinin yasaklandığını biliyoruz. Uygur’da ramazanda su içirilerek, yemek ikram edilerek oruçlu olup olmadığımız test edilmekte ve geceleri insanların sahura kalkıp kalkmadıkları kontrol edilmektedir. Uygur’da insanların cep telefonlarına bakılarak telefonlarında İslami bir ses (ezan, ilahi, Kuran-ı Kerim dinletisi), görüntü (cami resmi, ayet/hadis resmi) veya obje (tesbih, seccade, Kuran-ı kerim) olup olmadığı kontrol edilmektedir. Ayrıca Doğu Türkistan’da ayyıldızlı kolye, bileklik, T-shirt giymek dahi yasaktır. Telefonda dâhi İslami selamlaşmalar terörizmi çağrıştırdığı gerekçesiyle yasaklanmıştır.

İnsan Hakları İzleme örgütü (Human Right Watch) gibi dünya çapında birçok kuruluşun Çin’in insan hakları ihlalleri konusunda dünyada lider olduğunu doğruluyor. Ayrıca Doğu Türkistan’daki yargılamalar uluslararası hukuk normlarına göre uygulanmamakta, Çin Komünist Partisi’nin (ÇKP) sözde halk mahkemelerinde merkezi yönetim tarafından daha önceden belirlenmiş olan suç ve ceza kişiye tebliğ edilmekte ve ceza uygulanmakta, o şahsın temyize gitme veya isnat edilen suça itiraz etme hakkı dahi bulunmuyor. Hatta birçoğunun avukat dahi tutmasına müsaade edilmiyor. Böyle bir ortamda din ve vicdan hürriyetlerine yapılan engelleme ve baskılardan dolayı sokağa dökülen ve hak arayışına giren 197 Doğu Türkistanlı öldürülmüştür. Toplama kamplarında tutulan Kazakistan uyruklu dört kadın kardeşimiz Kazakistan hükümetinin çabaları ile serbest bırakıldılar. Daha sonra Çin’in cezaevlerinde toplu tecavüzlerin nasıl yaşanıldığını BBC’ye röportaj verdiler. Çin bunun üzerine apar topar BBC’nin bütün faaliyetlerini ülkesinde engelledi ve yasakladı.

6. Toplama kamplarının etkileri nedir?

Çin 2016’da yüzlerce kamp inşa etmeye başladı. Biz bu verilere önceden de sahiptik fakat dünya kamuoyunu inandıramadık. Biz bunları insanlara anlattığımız zaman bunlar kendilerini acındırıyor ya da Uygur meselesi Çin’i parçalamak için manipüle ediliyor gibi tepkiler aldık. Doğu Türkistan’da bugün bir soykırım var ve bu soykırım ABD’nin veya bir başkasının entrikası değil. Bugün elimizde kampların varlığına dair resim, video, uydu görüntüleri, toplama kampı mağdurları gibi deliller var. Çin inşa ettiği toplama kampları ile bugün milyonlarca insanımızı toplama kampına aldı. Milli ve manevi değerlerimize düşman şekilde Uygurların fikirleri değiştirilmeye çalışılıyor.

7. Doğu Türkistan’da milli hafızayı yok etmek adına uygulanılan yöntemler nelerdir?

Bugün Doğu Türkistan’daki yüzlerce tarihi eserlerimiz; camilerimiz, hamamlarımız, hanlarımız, türbelerimiz, medreselerimiz yok oldu. Yüzbinlerce insanın bayram namazı cuma namazı kıldığı Kaşgarın tarihi İdgah Camî bugün yıkılmış durumdadır. Sokaklara, caddelere ve şehirlere Çince isimler verilmektedir. Kaşgarlı Mahmut’un türbesi ve heykeli yıkılmış/tahrif olmuş durumda. Bizim Türklük ve İslam’la ilgili olan yüzlerce hafıza mekânlarımız yıkıldı. Ayrıca restorasyon çalışmalarına izin verilmemekte. Çin iki-üç asır önce terk etmiş olduğu giyim, örf, adet, gelenek, kültür ve sanatlarını bugün Doğu Türkistanlı çocukları ıslah evlerine, yetimhanelere, kreşlere alarak dayatmakta. Bizim çocuklarımızı Çinli gibi eğitilmeye çalışılıyor. İsmi Ayşe, Fatma, Muhammed ama bütün hal ve davranışlarıyla Çinli bir nesil yetiştiriliyor. Bu durumu asla tedavisi olmayacak bir kayıp olarak değerlendiriyorum.

8. Doğu Türkistan yapılan insan hakları ihlalleri Birleşmiş Milletlerin gündeminde midir?

Doğu Türkistan’daki insan hakları ihlalleri maalesef Birleşmiş Milletler doğ(BM) gündemine girememektedir. İnsan hakları oturumlarında Doğu Türkistan’ı gündeme getiriyoruz. 2019 yılında Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonunda 14. oturumda başarılı bir oturum gerçekleştirdik. Çin’in orada işgalcı olduğunu, “Doğu Türkistan” isminin ecdadımız tarafından verildiğini ifade ettik. “Sincan Otonom Rayonu” ismini asla kabul etmediğimizi, Doğu Türkistan’ın yetmiş yıldır işgal altında olduğunu, Doğu Türkistan’daki insan haklarının çiğnenmesini yaklaşık 55 ülkenin delagasyonuna, diplomatlarına anlattık. Bağımsızlık talebimizin de Birleşmiş milletler insan hakları kürsüsünden yineledik. Fakat Çin, Birleşmiş Milletlerin veto hakkına sahip beş daimi üyesinden biri olduğundan Doğu Türkistan’daki hiçbir yasa tasarısı hatta kınama metni dahi Çin’e rağmen geçirilmesi mümkün değildir. Özellikle 2019-2020 yıllarında ABD ve batılı ülkeler Çin’in Doğu Türkistan da ki uygulamalarına dair bir rapor yayınladılar ve Birleşmiş Milletlerde o raporlar gündeme geldi. Çin’in kınanması için çalışma başlatıldı ve 25 ülke kınadı. Hem Çin Doğu Türkistan’da de insan haklarına aykırı hareket ediyor diyerek Uluslararası Adalet Divanı’nda yargılanması gereken bir konudur hem de Çin’in iç mevzuatına aykırıdır diyerek gündem oluşturdular. Fakat bu ülkelerin arasında hiçbir Türk ve İslam ülkesi yoktur. Birleşmiş Milletlerde Doğu Türkistan meselesinin gündeme gelmesinden bir hafta sonra Çin ve Çin destekçisi 35 ülkenin arasında bulunduğu bir rapor yayınladı. Bu raporda Çin’in Doğu Türkistan’daki katliam ve soykırım gibi uygulamaları Çin’in meşru hakkıdır Çin Doğu Türkistan’da terör ile mücadele ediyor diyerek Çin’i akladılar. Bu 35 ülkenin arasında Türk ve İslam dünyasından ülkelerde var. Nerede hani bizim İslam kardeşliğimiz? Nerede bizim Türk kardeşliğimiz?

9. Doğu Türkistan’da yaşanılan mağduriyete birçok ülkenin tepkisi oldu peki bu tepkilerden sonra Çin hükümetinin baskılarında azalma olmuş mudur? Eğer olmuşsa nelerdir?

Hayır, Çin artık kimseyi dikkate almıyor. 2020 yılında ABD kongresi Çin’in Doğu Türkistan da ki uygulamalarını yanlış bularak Uygur insan hakları tasarısını kongresinden geçirdi. Büyük bir çoğunlukla tasarı kabul gördü ardından Başkan Donald Trump tasarıyı imzalayarak yürürlüğe koydu. Bu yaşanılanların hemen ardından ABD dört Çinli siyasetçi ve politikacının Uygur da ki insan hakları ihlallerinin uygulayıcıları konumunda olduğundan mal varlıklarını dondurdu ve vizelerini iptal etti. Dış İşleri Bakanı Pompeo görevini devretmeden bir gün önce: “Çin Doğu Türkistan’da soykırım uyguluyor biz bunun hesabını soracağız” dedi. Biden iktidarı Diş İşleri Bakanı Antony Blinken da: “Geçmiş Amerikan hükümetinin aldığı karara katılıyoruz Doğu Türkistan da soykırım var Çin’in uygulamalarını asla tasvip etmiyoruz ve Trump yönetiminin aldığı kararları destekliyoruz” dedi. Ayrıca Jopanya’nın 12 uluslararası firması Çin’in kamp ve cezaevindeki köle işçi olarak çalıştırdığı Uygurları gerekçe göstererek Çin’e karşı boykot kararı aldı.

Ghalibiyet marshini éytmey turup, (Galibiyet marşını söylemeden )

Wetinimdin bu zulum ketmey turup, (Vatanımdan bu zulüm gitmeden )

Pütün dunya Uyghurni bilmey turup, (Bütün dünya Uyguru bilmeden )

Meni öldi démengler hey ademler, (Bana öldü demeyin ey insanlar)

Men ölmidim, ölmeymen yaq ölmeymen. (Ben ölmedim, ölmem, yok ölmem)

– Abdurehim Heyet

Erdem SEVİL

Milliyetçilik Çalışmaları Staj Programı

Türk Dış Politikası’nda Sosyal Medya ve Dijital Platformların Kullanımı: Karabağ (44 Gün) Savaşı Örneği

ÖZET

Günümüzde teknolojik gelişmelerin de etkisiyle bireylerin sosyal ve politik süreçlere katılımı fazlasıyla artmıştır. Bu minvalde kamu diplomasisi, gerek iç politikada gerek dış politikada ülkeler için vazgeçilmez bir araç haline gelmiştir. Türkiye Cumhuriyeti de bu gelişmelerin ışığında 2018 yılında ‘Dijital Diplomasi’ inisiyatifini ortaya koymuştur. Ancak ne yazık ki, 2020 yılındaki 44 Gün Savaşı örneğinde de görüldüğü gibi, bu konuda halen yapılması gereken belirli düzenlemeler vardır. Bu durum, Türkiye’nin yumuşak güç açısından elde ettiği kazanımlara gölge düşürmektedir.

Anahtar Kelimeler: Yumuşak Güç, Kamu Diplomasisi, Dijital Diplomasi, Sosyal Medya, Propaganda

ABSTRACT

Today, thanks to the technological developments, individual participation to social and political processes increased. In this regard, Turkey introduced it’s digital diplomacy enterpreise in 2018. However, as it was seen in the 44 Days War in 2020, there should be some arrangements to be done in this subject. This situation overshadow Turkey’s success in soft power initiative, gathered in the last decade.

Key Words: Soft Power, Public Diplomacy, Digital Diplomacy, Social Media, Propaganda

 1. Giriş

Devlet olma olgusunun en önemli ögelerinden biri olan dış politika, en temel ifadesi ile ‘uluslararası ilişkilerde bağımsız bir aktör tarafından yürütülen resmi nitelikli dış ilişkiler’ (Hill, 2003: 3) şeklinde tanımlanmaktadır. Diplomasi ise dış politikanın icrasındaki en temel araçtır. En basit manasıyla diplomasi, dış politika dâhilindeki hedef ve amaçlara ulaşmak üzere kullanılan, ağırlıklı olarak müzakere ve antlaşmalardan oluşan bir sanat ve beceridir. Robert Putnam’a (1988) göre, diplomasi eşzamanlı olarak izlenen iki oyundan oluşmaktadır. Yani, bürokratlar uygulanması planlanan politikaları hem vatandaşlara açıklamak hem de yabancı mevkidaşları ile müzakerede ve mücadelede bulunmak durumundadır. Bu iki düzeyli oyunlar, ancak ulusal (iç politik) ve uluslararası (hükümetler) nezdinde yapılan görüşmelerle aktörlerin çıkarlarının örtüşmesi durumunda başarılı atfedilmektedir. Zira bürokratları yöneticilerin ve yöneticileri de halkın ve farklı çıkar gruplarının göreve getirdiği düşünüldüğünde (Turan, 2012), karar vericilerin tek taraflı karar alması ve hesap verme zorunluluğu olmaması beklenemez. Özellikle Milenyumun başında adını sık sık duyduğumuz Demokratik Barış Teorisi (Democratic Peace Theory) de bu durumu perçinleyen bir diğer ögedir. Buna göre, Liberal demokrasilerde iktidarın halka/parlamentoya karşı sorumlu olması, icraatlarından ötürü halka hesap vermesi gerekmesi dolayısıyla herhangi agresif bir karar almaktan kaçınması yönündeki eğilim ile, uluslararası arenada demokratik yönetimlerin sayısının artırılması neticesinde küresel barışa katkı sağlanacağını ön görülmektedir.

Halkın karar alma süreçlerine katılımını ve etkinliğini artıran bir diğer sebep de teknolojik gelişmelerdir. Örneğin; radyo, telefon, televizyon gibi kitle iletişim araçlarının ve internetin yaygınlaşması ile Dünya’da geniş bir haber alma ağı oluşmuş bilginin hızlı yayılımı, politika oluşturma ve halkın tepki verme süresini kısaltmıştır. Örneğin, bilhassa Körfez Savaşı (1991) sonrası literatüre giren CNN Etkisi’ne göre, bir ülkede yaşanan herhangi bir olayın küresel ölçekteki medya şirketlerinin çalışmaları ile tüm dünyaya duyurulması, yönetim üzerindeki ulusal ve uluslararası baskının artması, insani motivasyonlarla (Denk, 2009) mevcut durumun tartışılması, dolayısıyla yabancı politika yapıcıların da ilgili olaya değinmesine neden olmaktadır. Kısaca, gerçek zamanlı iletişim teknolojilerinin yerel olaylarda izleyiciyi, küresel politik olaylarda ise politik ve yetkin kesimi provoke etmektedir (Robinson, 2005). Tabiri caizse, artık hiçbir şeyin gizli kal(a)madığı bu dünyada, bireylerin hassasiyetlerinin dış politika ajandasına yansıması veya belirli çıkarlar doğrultusunda yansıtılması kaçınılmaz hale gelmiştir. Bu gelişmelerin ışığında dış politika yapıcıların, uluslararası kamuoyunu da dikkate alması gerekmektedir.

Uluslararası kamuoyunu dikkate alan bir diğer fikir de Joseph Nye’ın (2004) ortaya attığı Yumuşak Güç’tür. Buna göre, bir ülkenin askeri güç kullanmadan, çeşitli sosyo-kültürel metotlarla ikna edilip, etki altına alınabileceğini savunan temel görüştür. Zira Soğuk Savaş döneminde, Hollywood’un Amerika’nın Vietnam Savaşı’ndaki ‘haklı’ duruşunu akıllara kazıyan Rambo filmleri örneğinde olduğu gibi pek çok konuda Beyaz Saray’ın uzun zamandır başvurduğu bir yöntem olarak kabul edilmektedir. Burada önemli olan bir diğer husus da yabancı ülke vatandaşları ile olan iletişimin sağlam tutulmasıdır. Bu minvalde, klasik diplomasi anlayışındaki hükümetler ve bürokratlar arası, tek yönlü, asimetrik iletişim yerine hükümet dışı, sivil otoritelerin de katılımının sağlandığı, kamunun aktif rol aldığı, simetrik bir iletişim sistematiğinde gerçekleştirilen bir etki alanı yaratma, propaganda, prestij artırımını, ulus markalaşmasını sağlamaya yönelik çalışmaların bütününü oluşturan Kamu Diplomasisi’dir (Aydemir, 2016). Kamu diplomasisi araçları çerçevesinde ise aralarında sosyal medya propagandasının da bulunduğu pek çok farkı metot bulunmaktadır.

2. Sosyal Medya’nın Politik Bir Araç Olarak Yükselişi

Medyanın bilinmeyenleri duyuran, sistemdeki mevcut kontrol ve denge önlemlerine ek olarak, hükümeti halka ek açıklama yapmak zorunda bırakan, Watergate Skandalı’nın patlak vermesi ile ‘Demokrasi’nin dördüncü gücü’ olarak anılmaya başlanan yapısı, sosyal medyanın yaygınlaşması ile bambaşka bir hale dönüşmüştür. Öyle ki, en demokratik sayılan ülkelerde dahi medyanın ticari kaygılarla oto-sansür uygulaması, farklı görüşlerin sözcülüğünü yapan yayın organlarının yaygınlaşması, karşıt görüşteki yayın organları arasındaki çekişmenin artması ile yine belirli ellere ve taktiklere hapsolan medya, haber alma ve daha da önemlisi politik katılım, sosyal medya ile bambaşka bir düzeye erişmiştir. Buna göre pratikte bireylerin kendi fikirlerini veya herhangi bir olay hakkındaki görüntü ve verileri sansürsüzce duyurabilmeleri, başlangıçta ulusal medya organlarının yapması gereken ama özellikle Neo-liberal dalganın yaygınlaştığı ve küresel manada, ‘istikrarın sağlanması adına’ daha tek tipçi politik yaklaşımların sergilendiği 1970-80’li yıllardan itibaren yapamamaya başladığını, sosyal medyanın yapabilmesi anlamına geliyordu. Bilhassa demokrasinin dört-beş yılda bir yapılan düzenli seçimlerden, popüler ifadesi ile ‘demokrasinin sandıktan ibaret olmaması gerektiği’ şeklindeki argümanların küresel düzeyde popülerleştiği yıllarda, bu durum çok daha çarpıcı hale gelmekteydi. İnsanların en ufak bir konu hakkında dahi fikirlerini rahatlıkla, maliyetsiz ve kolay bir şekilde söyleyebilmeleri en başta yerel yönetimler için oldukça büyük bir avantaj sağlamakta, kişilerin politik süreçlere katılımının artması ile de psikolojik tatmin seviyeleri yükselmektedir.

Sosyal medya, internet ağında (World Wide Web), olabilecek en yüksek seviyedeki, en hızlı ve daha özgür veri akışını sağlayan mecralardan biridir. Özellikle Twitter, bu konuda diğerlerinden ayrışmaktadır. Bu durum bireyleri katılım göstermek ve katkı yapmak konusunda daha cesaretlendirmektedir. İlgili uygulamaların yazılımlarının da doğası gereği benzer görüşlere, beğenilere sahip kişilerin, kendisini gibi düşünen insanlarla (Homophily) daha kolay etkileşime girmesi, gönderiler aracılığıyla daha fazla sayıda insanın gruplaşması, mobilize olması kolaylaşmaktadır ve toplumsal kutuplaşmaya yol açmaktadır (Jansen & Zhang & Sobel & Chowdury, 2009; Handy, 2010).

Ancak bu sürecin bir diğer yanı, herhangi bir görece küçük, ulusal sorunun saniyesinde uluslararası nitelik kazandırması ve adeta kelebek etkisi ile sonuç vermektedir. Özellikle 2002 – 2003 yıllarında Afganistan ve Irak’a sadece terör bağlantılı isimler ve kitle imha silahları için değil de bahsi geçen ülkelere ‘demokrasi getirmek’ ve insan haklarını güvence altına almak adına dış müdahalelerin yapıldığı düşünüldüğünde bu durum başta uzun soluklu, sınır ötesi askeri müdahale yapma kapasitesi yüksek devletlerin düşman gördüğü otokratik yönetimler, hibrit rejimler, daha sonra diğer pek çok devlet için bir egemenlik riski haline gelmiştir. Örneğin Rusya Federasyonu, 2003, 2004 ve 2005 yıllarında dış kaynaklı ve bilfiil yabancı aktivistlerin katılımıyla, çeşitli sivil toplum örgütleri önderliğinde yapılan, Rus etki alanı (Russian Sphere of Influence) dâhilinde olduğu kabul edilen Gürcistan, Ukrayna ve Kırgızistan gibi eski Sovyet ülkelerinde peş peşe gerçekleştirilen devrimleri, Batı tarafından kendisine karşı kullanılan yeni bir çeşit çevreleme politikasının neticesi olarak değerlendirmekte ve 2014 yılında Ukrayna’da başlayan EuroMaidan olaylarını ise daha evvel kontrol altına alınan sivil toplum örgütlerinin yerine sosyal medya üzerinden düzenlenen benzer bir “saldırı” olarak nitelendirmektedir. Buradan hareketle yapılması planlanan herhangi bir toplumsal harekette, insanların sosyal medya üzerinden örgütlenmesini ifade eden ‘Clicktivism’ (Kliktivizm) olgusu doğmuştur (Yegen, 2015). Bu konuda bir diğer önemli örnek ise Arap Baharı olaylarıdır. Hatta belirli kaynaklar milyonlarca kişinin göç etmesine, devletlerin yok olmasına neden olan eylemleri bir çeşit ‘Twitter Devrimi’ olarak görmektedir (Jones & Mattiacci, 2019). Bu durum pek çok ülkede iç politikada, benzer düşünen insanların yine kendileri gibi insanlar ve kendi görüşlerini destekleyen paylaşımlarla, adeta bir paralel evrene itilmesi, kişilerin muhalif olma konumunun fiilen ortadan kalkmasına (Aydın & Büdün, 2018), yönetimin meşruiyeti üzerine artan tartışmalara ve hatta sivil-anarşist hareketlere, dış politikada da bağlantılı olarak bir egemenlik ve otoritesizlik sorununa ve hatta güvenlik zaaflarına neden olabilmektedir.

Son olarak, sosyal medyanın temel bir diplomatik ve provokatif araç haline gelmesi, 2016-2020 yılları arasında ABD Başkanı olan Donald Trump’ın kritik mesajları Twitter hesabı üzerinden duyurması ile olmuştur. Buradan hareketle ‘Twiplomacy’ (Twitter Diplomacy) terimi literatüre girmiştir. Donald Trump’ın başkanlığı döneminde Amerika’da kullanılan, Amerikan diplomasi geleneği ve dış işleri bakanlığı teşkilatında yarattığı değişim ile akıllara kazınan liderlerin şahsi sosyal medya hesaplarından hem ilgili resmi mercilere hem de dünya çapındaki kullanıcılara direk seslenmesi adeta çığır açmıştır. Örnek vermek gerekirse 2018’deki Rahip Branson Krizi’nde olduğu gibi Türkiye-ABD ilişkilerinin lider tekelinden yapılan sosyal medya paylaşımları ile olumsuz etkilendiği de gözlenmiştir. Bu minvalde, sosyal medyanın yarattığı siyasi, psikolojik ve sosyolojik değişimlere ek olarak, diplomasi kurumu dahilinde de biçimsel bir değişim yaşanmıştır. Trump’ın halefi Joe Biden’ın da, ABD dış politikasında kurumsal yönetim yapısını koruma ve geliştirme iddiası olsa da, kısa süre önce önemli halk hareketlerine sahne olmuş ülkede, vatandaşlar ile kolay yoldan iletişim kurabilmek için bu araçtan vazgeçmesi pek de kolay görünmemektedir.

Yukarıda bahsi geçen konular göz önüne alındığında, bir yandan uluslararası propaganda ve atılan adımların haklılığının duyurulması diğer yandan iç politikada istikrarın korunması adına çeşitli kazanımlar elde etmek için sosyal medyanın kullanılması kaçınılmaz bir hale gelmiştir.

3. Türkiye Cumhuriyeti ve Bir Dış Politika Aracı Olarak Sosyal Medya

Başlangıçta, bilindiği üzere sosyal medya sadece resmi kurum ve kişilerin yayın organı olmaktan çok sıradan vatandaşlara hizmet etmekte idi. Buradan hareketle, nispeten daha küçük çapta gözlemlenen 2008 Occupy Wall Street (Wall Street’i İşgal Et) protestoları, 2010 yılında başlayan Arap Baharı olayları, 2013 Gezi Protestoları, 2014 EuroMaidan Olayları, 2019’dan bu yana Fransa’da sahada olan Sarı Yelekliler’in Eylemleri ve en son 6 Ocak 2021’de yaşanan Amerikan Kongre Baskını’nda sosyal medyanın, sivil halk ve hatta devlet dışı aktörlerin mobilizasyonunda hayati öneme sahip olduğu gözlemlenmektedir.

Türkiye örneğine odaklanacak olursak, 2013 yılında yaşanan Gezi Protestoları kimine göre ortak kamusal alana, kamusal kültüre müdahaleye karşı adil bir hak arayışı kimine göre bir dış destekli kalkışma olarak anılmakta iken kesin olan katılımcıların büyük bir çoğunluğunun sosyal medya üzerinden örgütlenmiş olmalarıdır (Gül & Sezer & İzam, 2016). Diğer taraftan, 15 Temmuz Darbe Girişimi’nin önlenmesinde de sokağa çıkan büyük halk kitleleri yine sosyal medya aracılığıyla örgütlenmişlerdir. Temmuz 2016’da, normal bir günde atılan tweet sayısı yaklaşık 16.500 iken, 15 Temmuz gecesi bu sayı 71.938’e ve 16 Temmuz günü ise 495.000’e çıkmıştır (Devran & Özcan, 2016). Bahsi geçen dönemde, en çok tweet atılan konular ise TBMM’nin bombalanması, Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar’ın rehin alınması, Erdoğan’ın Hande Fırat ile Facetime uygulaması üzerinden yaptığı konuşmada ‘milleti sokağa davet etmesi’ ve Boğaziçi Köprüsü’nün trafiğe kapatılmasıdır (Demir, 2016). Son dönemde, pek çok farklı ülkede gerçekleşen sosyal ve siyasi olaylarda sosyal medyanın kitleleri mobilize etmesi hakkında başını Kremlin’in çektiği bir şüpheci kitle olduğunu hatırlayacak olursak, açıkçası kimler tarafından hangi amaçlarla kullanılacağı pek de kestirilemeyen bu aygıta yönelik Türk yönetiminin de bazı soru işaretleri olduğunu söylemek yanlış olmaz.

Bu gelişmelerin ışığında, Türkiye Cumhuriyeti’nin bir yandan gelişmekte olan yumuşak güç inisiyatifini desteklemek, uluslararası arenada atılan adımları meşru gerekçeleri ile tüm dünya vatandaşlarına filtresiz – sansürsüz bir şekilde aktarmak (haklılığını duyurmak) ve doğru bilgi vermek amaçlı, diğer yandan yukarıda da bahsedilen çekinceleri gidermek ve ülkedeki düzen ve istikrarı korumak gerekçesi ile çift yönlü, pro-aktif bir girişim başlatması kaçınılmazdır.

Hanson’ın (2012) savına göre, devletlerin sosyal medya propagandalarını da içeren dijital diplomasinin amaçları arasında; ulusal çıkarlar temelinde, uluslararası arenada kullanılmak üzere bilgi yönetimi ve aktarımı, sanal platformlarda faaliyet gösteren vatandaşlara ulaşmak adına yürütülen kamu diplomasisi, internetteki enformasyon yığınını etkili bir şekilde analiz etmek ve karar alma süreçlerine katkı sağlamak adına enformasyon yönetimi, dış dijital kaynaklardan faydalanma, politika planlama, yurtdışında bulunan/yaşayan tüm vatandaşların yaşayabileceği muhtemel sorunlara hızlı bir şekilde cevap verebilmek adına etkili konsolosluk iletişimi ve internet özgürlüğünün garanti altına alınması gibi sekiz farklı alan bulunmaktadır. Manor ve Segev’e (2015) göre ise dijital diplomasi inisiyatifleri dahilinde, ülkelerin dış politika hedefleri doğrultusunda proaktif yöntemlerle ülke prestijinin dünya kamuoyun nezdinde artırılmasına çalışılmaktadır. Ayrıca diplomatların sosyal medya hesaplarını takip ederek dünya çapında ‘trend’ (eğilim) araştırma ve analizi yapılması, olaylara hızlı bir reaksiyon gösterilmesi ve kamuoyunu tercih edilen yönde etkilenmesi de dijital diplomasi inisiyatifinin bir parçası olarak nitelendirilmektedir (Zhang 2013: 1325).

Türkiye, emsallerinden biraz daha geç bir şekilde, T.C. Dışişleri Bakanlığı 2019 yılında, T.C. Dışişleri Bakanlığı, XI. Büyükelçiler Konferansı’nda ilk ‘Dijital Diplomasi’ inisiyatifini oluşturmuştur. Bu çerçevede, sosyal medyadan ve gelişen teknolojilerden etkin bir şekilde istifade etmek üzere diplomatları çağın gereksinimlerine uygun araçlarla donatmak, elektronik vize, e-nota, Konsolosluk.net gibi hizmetlere ek olarak, konsolosluk hizmetlerini teknolojinin yardımıyla daha verimli kılmaya yönelik mevcut çabalarını bir üst düzeye çıkarmak, yeni teknolojinin dış politika üzerindeki etkilerini araştırmak, küresel eğilimlerin daha etkin bir şekilde takip edilebileceği ve erken uyarı sistemleriyle krizlerin önceden tespit edilebileceği bir sistem kurmak ve ülke çapında diğer kurumlarla dijital alanda da işbirliği yapmak amaçlanmaktadır[1].

Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı sitesi 11 dilde hizmet vermekte, 246 diplomatik temsilciliğin her birinin ayrı sosyal medya hesabı bulunmakta ve Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı Twitter’daki İngilizce sayfasının (MFA Turkey) 89,2 bin, Arapça sayfasının (MFA Turkey Arabic) yaklaşık 37 bin, Fransızca sayfasının yaklaşık 8 bin ve Türkçe sayfasının ise bir buçuk milyon takipçisi bulunmaktadır. Bunlara ek olarak, 2019 yılında ‘#GirişimciveİnsaniDışPolitika’ etiketi kullanılarak Bakanlık ve dış temsilcilikler dâhilinde sosyal medyada toplamda 9.500 civarında paylaşım yapılmıştır. Ancak ilerleyen süreçte, Covid-19 krizinin de etkisiyle benzer bir adım atılmamıştır. Türkiye’nin sosyal medyadaki aktiviteleri genellikle ilgili kurumların internet sitelerindeki genel duyuruların yeniden paylaşılması veya liderlerin ve üst düzey bürokratların şahsi hesaplarından yaptığı demeçlerin tekrar paylaşılması ile ilerlemektedir. Bireysel söylevlerin açıklayıcı olarak kullanımın daha yaygın olduğu sistemde ise şahsi hesaplar daha büyük önem arz etmektedir. Bu minvalde Sayın Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Twitter’da 17 milyon, Sayın Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun Twitter’da 1,8 milyon, bir nevi Türkiye’nin dış propagandasından mesul Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı Fahrettin Altun’un ise 957.500 takipçisi bulunmaktadır.

Çoğu dış politika çalışmasında olduğu gibi, bu çalışmada da yoğunlukla Türk dijital diplomasi inisiyatifi dâhilinde küresel trendlerin erkenden fark edilip, gerekli mesajların uluslararası kamuoyu ile gerektiği şekilde paylaşılması, işin püf noktasıdır. Birinci Dünya Savaşı esnasında, halihazırda önemli bir üstünlük elde etmiş olan İngiltere’nin dahi Osmanlı’ya karşı Mavi Kitap gibi kitaplarla, Ermeni Soykırımı Yalanı üzerinden İstanbul’a karşı bir kara propaganda başlatma gereği duyduğu (esas hedef ABD’nin savaşa çekilmesi idi), her ne kadar Malta Adası’nda yapılan yargılamalarda Osmanlı’nın suçsuzluğu kanıtlanmışsa da bu durumun Osmanlı için önemli bir prestij ve nihayetinde destek kaybına yol açması ve izlerinin halen Türkiye Cumhuriyeti’ni olumsuz etkilediği düşünülürse, bir de buna çağımızın hızlı iletişim teknolojilerinin etkisi eklendiğinde durumun vahameti anlaşılacaktır. Her şeyin markalaşma ve prestij üzerinden yürüdüğü, yaklaşık seksen yıldır yumuşak güç ve kamu diplomasisinin bu denli önem kazandığı bir ortamda, bu asla es geçilemez bir noktadır. Bu çalışmanın sınırları dâhilinde, Karabağ’daki 44 Gün Savaşı (2020) ve devamındaki süreçte, Twitter’da yapılan resmi paylaşımlar ve Türkiye aleyhtarı paylaşımlar üzerinden kısa bir analiz yapılacaktır.

4. 44 Gün Savaşı ve Sosyal Medya’daki Yansımaları

1923 yılında Dağlık Karabağ, Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin (ASSR) bir Oblast’ı (özerk bölgesi) olarak tanımlanmıştır. Soğuk Savaş’ın sonlarına doğru azalan gelirler, artan sosyal adaletsizlik, yolsuzluk iddiaları, 1979 yılındaki Afganistan İşgali gibi sorunların etkilerinden kurtulamayan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) kuvvet kaybetmiş, etnik ve milliyetçi hareketler 15 devlet bünyesinde hız kazanmıştır. 1987 yılında Karabağ’da yaşayan Ermeniler, Azeri yönetimi aleyhinde hareketler başlatmış, Türk köylerine saldırmıştır. 1989 yılında Kızıl Ordu olaya müdahale etmiş ve Karabağ’ın özerk niteliğini ortadan kaldırıp onu direkt olarak Bakü’ye bağlamıştır. Aynı yılın Aralık ayında Ermenistan Sovyet Cumhuriyeti Yüksek Sovyeti ile Karabağ Ulusal Konseyi ortak bir oturum gerçekleştirmiş, Moskova’nın kararı geçersiz sayılarak Dağlık Karabağ Özerk Oblastı’nın Ermenistan ile birleşmesine karar verilmiştir. 1991 yılında Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra Azerbaycan bağımsızlığını ilan etmiş, Birleşmiş Milletler (BM) Karabağ’ın Azerbaycan sınırları içinde kalmasını onaylamıştır. Devam eden süreçte Ermenistan, sadece Karabağ’ı değil, Azerbaycan’ın Karabağ yakınlarındaki yedi ilini (rayon) (Kelbecer, Laçin, Gubatlı, Zengilan, Cebrayıl, Fizuli, Ağdam) işgal etmiştir. Bahsi geçen bölgeler ile Azeri topraklarının yaklaşık 1/5’i Ermeni işgaline uğramıştır.

Yaklaşık 20 yıllık uluslararası arabuluculuk, müzakereler (MINSK Grubu) ve çözümsüzlük, Temmuz 2020’den itibaren Ermeni tarafının başlattığı saldırılar ile yeniden sıcak temasa dönüşmüş, Kasım 2020’de ise Ermeni tarafının yenilgisi ile sonuçlanmıştır. Bu süreçte Türkiye’nin, Türk silahlı ve silahsız insansız hava araçlarının, askeri birikimi ve teçhizatının Azeri tarafına sağladığı avantaj yadsınamaz. Eşzamanlı olarak, halihazırda Yunanistan’ın gerek Ege’deki deniz yetki alanını tek taraflı olarak 6 deniz milinden 12 deniz miline çıkarma kararı, 12 Adalar için anakara kadar geniş (40 deniz mili) Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) talep etmesi, Türkiye’yi Antalya Körfezi’ne kıstırma amaçlı maksimalist hareketlerde bulunmasına karşı Türkiye’nin yaptığı haklı itirazlar, Libya’daki ulusal Mutabakat Hükümeti (UMH) ile yaptığı deniz yetki alanı antlaşması gibi gelişmeler, Irak ve Suriye’deki terörle mücadele operasyonları itibarsızlaştırılıp, Türkiye’nin kendi bölgesinde başkalarının haklarını gasp edip, etki alanını artırmak istediğine dair sosyal medyada kara propaganda başlatılmıştır. Bu duruma bir de asıl saldırgan olan Ermeni yönetiminin, Azeri ve Türk ‘saldırganlığına’ karşı, Orta Asya Türk devletleri ve Anadolu arasında Kafkasya’daki yegâne ‘tampon bölge’ (bufferzone) olduğu şeklinde propaganda yapması eklendiğinde, Türkiye’nin dünya kamuoyundaki görünümü ciddi oranda baskılanmaya çalışılmıştır.

Bu minvalde, twitter ve facebook’ta savearmenians, savegreeks şeklinde hashtag’ler açılmış, bir arada paylaşılmış, Türkiye’yi terörist devlet olarak gösteren paylaşımlar yapılmış, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı saldırgan gösteren paylaşımlar yapılmış. Bu durum ilerleyen süreçte, adeta bir yarışa dönüşmüş, Mart 2021′ de peş peşe gelen Newyork’taki Times Meydanı, Bosna Hersek’in başkenti Saray Bosna ve Diyarbakır’daki billboard ve posterler ile devam etmiştir ve hatta 30 Ekim 2020’de İzmir’de gerçekleşen deprem ve mini tsunami, pek çok kullanıcı tarafından bir nevi ‘ilahi adalet’ ya da ‘Allah’ın Gazabı’ olarak tanıtılmıştır. Ayrıca hâlihazırda, Kasım 2020’den önce var olan Türkiye’yi ‘terörist devlet’ olarak ilan edilmesini isteyen, boykot edilmesini isteyen boycottturkeyUK[2] gibi popüler yapılanmalar da bunlara katılmış ve sürece destek sağlamıştır.

İlgili sayfanın Twitter’da 3003 takipçisi bulunmakla beraber, başta Avrupa Birliği ülkeleri olmak üzere Türkiye’den Batı’ya yapılan tekstil ihracatlarının azaltılması, bu konuda HM, Adidas gibi uluslararası firmaların caydırılması adına change.org sitesinde kampanya başlatılmış ve ilgili sayfa Twitter’da paylaşılmış (Görsel III) ve ülkenin turizm gelirlerinin azaltılması adına yabancı turistlerin Türkiye’yi seçmemesi için propaganda çalışmaları yapılmaktadır.

Buna karşın Türkiye tarafından genel olarak üst düzey yetkililerin basın açıklamalarının sosyal medyada paylaşılması şeklinde devam eden karşı propaganda çalışmaları yapılmış fakat ilgili yapılanmalar görece geri kalmaktadır. Şayet çok daha az nüfusa sahip olmasına rağmen Ermenistan Dışişleri Bakanlığının İngilizce Twitter sayfasının Türkiye’den sadece yedi bin daha az, yaklaşık 82 bin takipçisi bulunmaktadır. Geri paylaşım ve retweet sirkülasyonunda üst düzey bürokratlar ve Sayın Cumhurbaşkanı’nın hesabı daha başarılı iken, beğeni sayılarında kurumsal bazda nispeten geri kalınmaktadır. Ayrıca sivillerin yaptığı paylaşım ve propaganda konusunda Türkiye görece geri planda kalmakta, resmî açıklamalar ise geri tepmektedir.

Örneğin, Twitter’da rastgele dolaşan bir kullanıcı Yavuz Selim Kıran’ın BM 46. İnsan Hakları Komisyonu toplantısına katılımı ile ilgili yaptığı paylaşıma denk gelmiş, bu konuda Twitter yazılımını da eleştirip, turkeyisaterroriststate, sanctionturkey şeklindeki hashtagler ekli yeni bir paylaşım yapmıştır (Görsel V). İlgili paylaşımların beğeni ve retweet sayıları 50 ila 200 arasında değişmekle beraber samimiyet bağlamında daha etkili olduğu varsayılabilir.

5. Sonuç

Kuruluşunu altı devlete karşı savaşarak başarabilmiş ancak ne yazık ki adeta kuruluşundan 1980’lere dek Ermeni, 1984 yılından itibaren PKK, DHKP-C gibi farklı, ayrılıkçı, dış destekli terörist grupların saldırısı altında olan, öte yandan çeşitli yumuşak güç unsurları, Kızılay, AFAD, Türk Diyanet Vakfı (TDV) gibi insani yardım kuruluşları ve direkt yardımlarla, ‘İnsani ve Girişimci’ dış politikası çerçevesinde etki alanını artırmak isteyen Türkiye gibi bir ülke için küresel sosyal ağ ve uygulamalarda prestij artırıcı propaganda çalışmaları yapmak, küresel eğilimleri takip etmek hayati öneme haizdir. Bu noktada, ABD (özellikle terörle mücadele temelinde 2002 yılında), Rusya (2008) gibi ülkelere kıyasla geç de olsa, Türkiye Cumhuriyeti’nin attığı adımlar son derece kıymetlidir. Türkiye’de yapılan saldırılara karşı birebir yahut alenen belirli söylemlerin hedef seçilmesi yerine Covid-19 sürecinde Türkiye’nin güçlü ve yetkin sağlık sistemi ve hijyen sertifikalı otelleri bulunduğuna dair yabancı bakanlıklara mektup yazılması, ilgili uluslararası konferans ve toplantılarda boy gösterilmesi, dış yardımlar gibi yollarla markalaşma ve prestij artırımına çalışılması gibi örnekler oldukça güzel gelişmelerdir. Zira Türkiye Cumhuriyeti 2018 yılında Gayrı Safi Milli Hasılası’nın (GSMH) yaklaşık %0,89’unu insani yardıma ayırarak Dünya’nın ‘en cömert ülkesi seçilmiş’, 2019 yılında bu konumunu korumuş ve bilhassa 2011 yılında başlayan Suriye İç Savaşı’nı takiben, artan sayılarda yaklaşık (3,5 milyon) Suriyeli mültecinin de eklenmesi ile yaklaşık 5,5 milyon mülteciye ev sahipliği yaparak, gelişmiş insani ve vicdani yönünü gözler önüne sermiştir. Pratikteki tüm bu emeklere rağmen sosyal medyadaki kara propagandaya karşı ise daha yoğun bir mücadele yapılması gerekmektedir. Ne yazık ki, bilinen çerçevede editöryel bir propaganda mücadelesinin yapılmadığı (ilgili haber ve görsellerin SEO dâhilinde hazırlanarak yaygınlaşmasını sağlamak) ve bürokratik veya bireysel şekilde ilerletilen çabaların yetersiz kaldığı söylenebilir. Türk vatandaşlarının Türkiye karşıtı paylaşımlara yaptığı yorum ve şikâyetler ise hem sayıca eksik ve gayrı-profesyonel kalmakta hem de Twitter’ın Haziran 2020’de yaptığı üzere olaya hakkaniyetsiz bir biçimde müdahale edip yaklaşık 7,200 hesabı, ‘partizanlık’ gerekçesiyle kapatması örneğinde olduğu gibi kolaylıkla sonlandırılabilmektedir. Bu konuda daha profesyonel ve ilgi çekici, özel içeriklerin hazırlanması ve uygun sosyal medya yönetim teknikleriyle ilerlenmesi daha makul ve etkili olacaktır.

İlknur Şebnem ÖZTEMEL

Siber Güvenlik Staj Programı

Kaynakça:

Aydemir, E. (2016). Dış Politikada Yumuşak Güç ve Medya. Kalkedon Yayınları.

Aydın, A., & Büdün, E. (2018). Kamu Diplomasisi Açısından Türk Dış İşlerinin Sosyal Medya Kullanımı: Twitter Örneği. International Balkan and Near Eastern Social Sciences Congress Series IX. IBANESS Congress Series.

Demir, S. T. (2016). 15 Temmuz Darbe Girişiminde Medya. İstanbul: SETA

Denk, E. (2009). Türk Basınında Dış Politika. Akademik Orta Dogu, 4(1).

Devran, Y., & Özcan, Ö. F. (2016). 15 Temmuz Darbe Girişimi: Gelenekselden Yeniye Medya Araçlarının KullanımıAJIT-e: Online Academic Journal of Information Technology7(25), 71-91.

Gül, S. S., Sezer, M., & İzam, Ö. K. (2015). Eylemcilerin Gözünden Bir Sosyal Hareket ve Kent Hakkı Talebi Olarak Taksim Gezi Parkı Eylemleri. Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, (22), 1-28.

Hamdy, N. (2010). Arab media adopt citizen journalism to change the dynamics of conflict coverage. Global Media Journal: Arabian Edition, 1(1), 3-15.

Hanson, F. (2012, October 25). Baked in and wired: eDiplomacy@State. Foreign Policy Paper Series, no 30: (pp. 1–41), Washington, DC: Brookings Institution.

Hill, C. (2003). The changing politics of foreign policy. Palgrave Macmillan.

Jansen, B. J., Zhang, M., Sobel, K., & Chowdury, A. (2009). Twitter power: Tweets as electronic word of mouth. Journal of the American society for information science and technology, 60(11), 2169-2188.

Jones, B. T., & Mattiacci, E. (2019). A manifesto, in 140 characters or fewer: Social media as a tool of rebel diplomacy. British Journal of Political Science, 49(2), 739-761.

Manor, I., Segev. C. (2015). America’s selfie: How the US portrays itself on its social media accounts. In C. Bjola & M. Holmes (Eds.), Digital diplomacy: Theory and practice. (pp. 89–108). New York, NY: Routledge.

Nye, J. S. (2004). Soft Power: the Means to Success in World Politics. Public affairs.

Putnam, R. D. (1988). Diplomacy and domestic politics: the logic of two-level games. International organization, 427-460.

Robinson, P. (2005). The CNN effect revisited. Critical studies in media communication22(4), 344-349.

Turan, K. (2012). Changes in Turkish Foreign Policy: A Shift or a Passing Interest?. Gazi Akademik Bakış, (11), 65-84.

Yeğen, M. (2015). The Kurdish peace process in Turkey: Genesis, evolution and prospects. Global Turkey in Europe III: Democracy, trade, and the Kurdish question in Turkey-EU relations, 19, 157.

Zhang, J. (2013). A strategic issue management (SIM) approach to social media use in public diplomacy. American Behavioral Scientist. 57(9), 1312-1331.

[1] Daha detaylı bilgi için T.C. Dışişleri Bakanlığı 2020 Yılına Girerken İnsani ve Girişimci Dış Politikaız isimli belgeyi bakanlık sayfasından inceleyebilirsiniz. Aynı belgenin 2021 yılı için hazırlanan versiyonu da bulunmaktadır.

[2] Daha detaylı bilgi için: https://twitter.com/BoycottTurkeyUK

Tek Parti Döneminde Değişen Kadın Rolleri ve Kadın Hareketleri

ÖZET:

Geçmişten günümüze Türk toplumu içerisinde kadının konumu sürekli olarak sorgulanmıştır. Süreç içerisinde çeşitli atılımların, düzenlemelerin ve mücadelelerin var olduğu gözlemlenmiştir. Türk kadını için en önemli adımların atılması, dönem olarak bakıldığında Cumhuriyetin ilanı ile başladığı söylenebilir. Bu dönemle birlikte pek çok alanda yenilikler yaşanmıştır. Özellikle Medeni Kanun ile kadınlar oldukça önemli haklar elde etmiştir. Örneğin; mirasta eşitlik, boşanma hakkı, seçme ve seçilme hakkı bu kanunla sağlanmıştır (Kartal, 2005). Atatürk, ülkenin erkek kadın bütün vatandaşları arasında ayrım yapılmadan çağdaşlaşması ve kalkınması gerektiği düşüncesinde olmuş, bu düşünceye bağlı kalınarak kadının sosyal; siyasal ve ekonomik konumunu daha iyi seviyeye getirecek adımlar atılması gerektiğini vurgulamıştır. Bundan sonraki süreçte, tek parti dönemi içerisinde yaşanan yenilikler oldukça önem arz etmektedir. Bu çalışmanın amacı tek parti döneminde kadının toplum nezdinde ne ifade ettiği, dönemde yaşanan kadın hareketleri, eğitim hayatını, iş hayatındaki rolünü, kadının kazandığı siyasi ve toplumsal haklarını aktarmaktır. Tek parti döneminde gerçekleşen yeniliklerin kadının hem aile hayatına hem de toplum içerisindeki konumuna ne yönde etkiler yaptığı, kadının kamu ve sosyal hayatta sahip olduğu statüsü incelenmiştir.

Anahtar sözcükler: kadın, tek parti dönemi, kadın hakları, eşitlik.

ABSTRACT

From the past to the present, the position of women in Turkish society has been constantly questioned. It has been observed that various breakthroughs, regulations, and struggles exist in the process. Can be said that taking the most important steps for the Turkish woman began with the proclamation of the Republic when viewed as a period. With this period, novelties took place in many areas. Especially with the code of civil law, women have gained very important rights. For instance, equality in inheritance, the right to divorce, the right to choose and be elected are provided for by this law (Kartal, 2005). Atatürk believed that the country should be modernized and developed without distinction between all citizens of men and women, and emphasized that steps should be taken to improve the social, political and economic position of women by adhering to this idea. In the next process, the innovations experienced during the one-party period are very important. The aim of this study is to deliver what women express in society during the one-party period, women’s movements during the period, educational life, their role in business life, and the political and social rights gained by women. In the direction in which novelties that took place during the one-party period affected both the family life and the position of the woman in society, the status of the woman in public and social life was examined.

Key words: women, single-party period, women’s rights, equality.

1. Giriş

Cumhuriyetin ilanından önce, Osmanlı toplumunun aile bünyesine bakıldığında ataerkil yapının baskın olduğu görülmektedir. Dönem içerisinde yürürlükte olan yasalara bakıldığında kadın-erkek eşitliğinin olmaması ve aile içerisinde alınan kararların erkek baskınlığında verilmesi söz konusudur (Metintaş, 2018). Özetle, kadın siyasi, sosyal ve ekonomik alanlarda geri plana atılmıştır. Cumhuriyetin ilanıyla birlikte ise kadın farklı alanlarda ön plana çıkmış, devam eden süreçte kadınlara kademeli olarak çeşitli haklar sağlanmıştır. Kadınların sahip olduğu haklarda en etkin unsurun Mustafa Kemal Atatürk olduğu söylenebilir. O dönemde Mustafa Kemal Atatürk, kadın-erkek eşitliği sağlanabilecek ve toplumun her alanında kadın gücünün (siyasi, sosyal, ekonomik) varlığını sürdürülebilecek bir düzeni ön görmüştür. Atatürk kadının değerini şu sözleri ile ifade etmektedir:

‘‘Bizim toplumumuzun başarı gösterememesinin sebebi kadınlarımıza karşı gösterdiğimiz ilgisizlik ve kusurdan doğmaktadır… Yaşamak demek faaliyet demektir. Bir toplumun bir organı faaliyette bulunurken diğer organı işlemezse o toplum felç olmuştur… Bizim toplumumuz için ilim ve teknik gerekli ise bunları aynı derecede hem erkek hem de kadınlarımızın edinmeleri lazımdır. Malumdur ki, her safhada olduğu gibi sosyal hayatta dahi iş bölümü vardır… Bugünün gereklerinden biri kadınlarımızın her hususta yükselmelerini temindir’’ (İçli, 1998: 93).

Atatürk’ün düşüncelerini yansıttığı bu sözler ile kadının tabiri yerindeyse eklem görevini üstlendiği görülmektedir. Eklemi olmayan bir vücudun, hareket sisteminin çalışamayacağı gibi kadının aktif olmadığı bir toplum da ilerleme gösteremez. Bu düşünce ışığında 1926 yılında Medeni Kanun’un kabulü ile farklı alanlarda kadınlara haklar sağlanmıştır. Örnek vermek gerekirse, aile ve sosyal hayat içerisinde kadın-erkek eşitliği sağlanmaya çalışılmış, boşanma ve mirasta eşit pay hakkı verilmiş, tek eşli evlilik ve resmi nikah zorunlu hale getirilmiştir (Yüksel, 2014).

Kadına çeşitli hakların sağlandığı cumhuriyet, kuvvetini halktan alan devlet biçimini ifade etmektedir. Dolayısıyla milletten beslenen bir sistem olarak karşımıza çıkmaktadır. Cumhuriyet elitizm yapılanmasına karşıt olarak; toplumun tüm kesimlerine ulaşan, bireyler arası hiçbir ayrım gütmeden ülkeyi çağdaş bir seviyeye getiren, toplumu her alanda kalkındırmayı hedefleyen bir devlet biçimidir. Türkiye’de 1923 yılında cumhuriyetin ilanından 1945 yılları arasındaki süreçte tek parti sisteminin hâkim olduğu görülmektedir. Bu zaman aralığında çeşitli yeni parti açma girişimleri ve çok partili sisteme geçiş çabaları var olsa da başarıyla sonuçlanmamıştır. Yirmi iki yıllık zaman diliminde Cumhuriyet Halk Fırkası (CHF) egemen olmuştur (Hamzaoğlu, 2017).

Tek parti dönemi sadece siyasal alandaki düzen ve iktidar değişikliğini ifade etmemektedir. Yaşanan değişim sadece siyasi alan baz alınarak değil sosyal, ekonomik ve kültürel alandaki hareketler de göz önünde bulundurularak yürütülmek istenmiştir. Türkiye’de yaşanan siyasi değişim, batının gelişmişlik düzeyine Türk kültürüyle harmanlanarak erişmeyi hedeflemiş ve toplumun her kesimini etkisi altına almıştır. Bu duruma paralel olarak köktenci bir değişim anlayışıyla hareket edilmiş, yapılması düşünülen yenilikler için de uygun ortam ve zaman yaratılmak istenmiştir. Mustafa Kemal Atatürk, Batı’da var olan yaşam tarzını, düşünce yapısını, sosyal alanda uygulanan politikaları, medeniyet ve yenilik gibi kavramları Türk Milletinin benimseyeceği şekilde ve dönemin şartlarına uygun bir biçimde topluma uyarlamıştır (Zafer, 2013). Kadınların nezdinde yapılan yenilikler incelendiğinde bu çalışmanın temel tezi, tek parti döneminde gelişen kadın rolleri ve hareketlerini dönemin şartları çerçevesinde incelemeye çalışmaktadır.

2. Tek Partili Dönemde Kadının Aile ve Sosyal Hayatı

Cumhuriyet’in ilanından sonra aile yapısı ve sosyal hayat üzerinde önemli değişimler meydana gelmiştir. Mustafa Kemal Atatürk, erkeklerin her alanda özgür olduğu gibi kadınların da özgür olması gerektiğini vurgulamıştır. Türkiye’de Medeni Kanun’un esas aldığı nokta ailenin demokratik seviyeye ulaşmasına yardımcı olmaktır. Büyük ölçekli değişimler çekirdekten başladığı için ailenin önemine dikkat çekilmiştir. Bu noktada yapılan yenilikler modern çekirdek aile yapısını topluma entegre etme yolunda önem arz etmektedir. Aile içerisinde paylaşılan sorumluluklar; rol dağılımı, anne ve eş kimliği, kadının toplum hayatındaki işlevi yeni anlamlar kazanmıştır (Yüksel, 2014).

Aile hayatını kapsayan yenilikler şu şekilde sıralanabilir:

  • Boşanma hakkı: Osmanlı’da boşanma hakkı erkeğe aitken ve yalnızca söz ile bildirmesi yeterli görülüyorken cumhuriyetle birlikte kadına resmi bir şekilde boşanma hakkı tanınmıştır.
  • Velayet hakkı: Medeni kanunla kadın, çocuğunu kendi himayesi altına alması, koruması ve temsil etmesi hakkına erişebilmiştir.
  • Miras hakkı: Daha önceki dönemlerde miras payı konusunda eşitlik görülmezken 1926’dan sonra kadın-erkek arasında miras eşit bölüştürülmüş, adaletsizlik ortadan kaldırılmıştır (Yüksel, 2014).

2.1. Basın Faaliyetleri

Tanzimat ile başlayan gazetecilik faaliyetlerinde kadın haklarını savunan yazılara kısıtlı olsa da yer verilmiştir. Meşrutiyet döneminde bahsedilmesi mümkün olmayan konular cumhuriyetin ilanıyla birlikte yazılı basında yer bulmaya başlamıştır. Tek partili dönemde kadın hareketleri ve kadın gelişimi yazılı basın tarafından da desteklenmiştir. Dönem içerisinde çıkarılan dergilere bakıldığında kadınlara yönelik hakların, atılımların ön plana çıkması göze çarpan bir noktadır. 1930 yılından 1950 yılına kadar kadına yönelik yirmi dokuz tane dergi çıkarılmıştır. Bu dergilerin genel yayın yönetmeni çoğunlukla kadındır. Belkıs Zincirkıran’ın 1940 tarihinde “Sesimiz” dergisinin genel yayın yönetmen koltuğuna oturduğu, İffet Halim Oruz (Kadın Gazetesi) ve Nezihe Sahim Güngör’ün (Güngör Gazetesi) gazete sahibi ve baş yazar olarak basın hayatında yer aldıkları görülmektedir. Bu dergiler; kadınların kendilerini ifade etmesi, kamuoyu oluşturması, birlik-beraberlik bilinciyle faaliyet göstermesiyle kadın hareketlerine katkı sağlanmıştır. Kadının toplumdaki konumu; çalışma hayatı, sosyal hayata sağladığı katkılar, annelik, moda, eğitim gibi farklı alanlarda işlenen konularda batılılaşma ve kadını daha iyi seviyeye taşıma fikri ortaya çıkmıştır (Yıldız, 2019). Basında yayımlanan yazıların amacı, kadınları her konuda bilgilendirmek ve bilinçlendirmektir. Tek parti döneminde kadınlara sağlanan haklar çerçevesinde basında kadınlara yönelik dergi ve gazete sayısında ciddi artış gözlemlenmiştir. Bunlardan önemli olanlar “Türk Kadın Yolu”, “Türk Kadını” “Ev-İş”, “Kadın Dünyası”, “Cumhuriyet Kadını”, “Kadın Dünyası”, “Moda Albümü”, “Kadınlar Alemi”, “Asrın Kadını”, olarak sıralanabilir. Bu yazılardaki temel amaç kadının sosyal yaşamda aktif varlık göstermesidir (Kılıç ve Yılmaz, 2019). 1934 senesinde çıkan ‘‘Cumhuriyet Kadını’’ adlı dergide şu ifadelere yer verilmiştir:

“Cumhuriyet devrinde yaşayan kadın bir cepheli kadın değildir. Bütün manası ile iş hayatında olduğu kadar eğlenceli cemiyet hayatında da kendisini gösteren kadındır. Fikir mücadelelerine, edebiyat hareketlerine, spora ve aynı zamanda ev kadınlığına, anneliğine ve zevceliğine merbut mükemmel bir kadındır”. (Karabulut, 2011: 89).

Kadın Gazetesi 1947 yılı itibariyle faaliyet göstermiş olup sloganında ise yuvayı dişi kuşun yaptığından, toplumsal ve ekonomik konularda kadının her türlü desteğine muhtaç olunduğundan bahsetmişlerdir. Kadın Gazetesi yayımlanan diğer gazete ve dergilerden farklı olarak sosyal ve siyasi konuları odak noktası haline getirmiştir. Bilhassa, Türk kadınının toplum içerisindeki yerini daha etkin hale getirme gayesi ile hareket etmiştir. Sosyal hayat içerisinde var olan durumlar karşısında kadınlara ithafen mühim bilgiler sunulmuştur. Kadın atılımlarına destek veren ilk kadın pilot olan Sabiha Gökçen, bu desteğiyle Kadın Gazetesi’nde yer almıştır (Karabulut, 2011).

Türk Kadın Yolu ise Türk Kadınlar Birliği tarafından kadın hareketleri tarihine mühim katkılar sağlaması amacıyla çıkartılmış bir dergidir. Türk Kadınlar Birliği, bu dergiyi yayımlamanın yanı sıra Anadolulu kadınlara eğitim hayatlarında yardımcı olmak, kadının siyasal hakları için mücadele etmek gayesi içerisinde olmuştur (Metintaş, 2018). Türk Kadınlar Birliği’nin kurucusu olan Nezihe Muhiddin bir Türk düşünür, yazar, gazeteci ve kadın hakları savunucusudur. Cumhuriyet Halk Fırkası bile kurulmamışken, Kadınlar Halk Fırkası (KHF) isimli siyasi partinin kuruculuğunu üstlenmiş ve Türkiye’deki ilk siyasi partinin kurulmasına öncülük etmiştir. Kendisinin üç yüz kadar öyküsü, yirmi adet romanı, senaryoları, piyesleri ve operetleri vardır. Nezihe Muhiddin; Almanca, Arapça ve Fransızca dillerine hâkim olmuş, jimnastik; piyano, dikiş-nakış ve dil hocalığı yapmıştır. Edgar Allen Poe, Goethe gibi yazarların çevirilerini yapmıştır. “Türk Hanımları Esirgeme Derneği” isimli hayır kurumunun kuruluşunda görev almıştır ve derneğin sekreterliğini de üstlenmiştir (Balcı, 2017).

2.2. 1923-1947 Yıllarındaki Sanatsal Gelişmeler

a. Tiyatro

Tek partili dönem ele alındığında toplumda batılılaşma algısı doğru bir şekilde yerleşmemiş olup, bu durum tiyatro oyunlarına konu edilmiştir. Yazarlar, yanlış batılılaşmanın temelde aile sorunlarına sebep olduğu ve toplumu yozlaştırdığı konusunda hemfikir olmuştur. Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın 1933 yılında kaleme aldığı “Kadın Erkekleşince” adlı edebi eseri tiyatroya uyarlanmış ve Nebahat karakteriyle güçlü, idealist, eşitliği savunan, ekonomik bağımsızlığını elde etmiş batılı kadın tipi temsil edilmiştir. Aynı zamanda ev içerisinde iş bölümünün ve çocuk bakımının ortak olmasının altı çizilmiştir. Yeni sistemin sağlamış olduğu olanaklar sonucunda ekonomik özgürlüğünü elde etmiş olan karakter Nebahat, ev içerisindeki işlerin sadece kadınlara ait bir sorumluluk olmadığını, erkeklerin de kadınlar kadar sorumlu olduğunu vurgulamıştır. Bu açıdan bakıldığında Nebahat karakteri, dönemin kadınlarının baş ettiği sorunların sesi olmuştur (Karaca, 2006).

Ahmet Muhip Dranas ise 1947 tarihli “Gölgeler” adlı oyununda modernleşmenin karşısında yok olan alışageldik ataerkil değerleri işlemiştir. Kadın figürü, oyunun merkezinde konumlanmasa da ailenin dönüşüm aşamasında önemli unsur olarak yer almıştır. Oyunda öne çıkarılan noktalardan bir tanesi de kadının modern ve geleneksel yaşam arasında sıkışıp kalması durumudur. Kadının toplum içerisindeki konumunun modernleşmeyle beraber daha iyi seviyeye gelmesi beklenirken, geleneksel çizgilerin varlığını sürdürdüğü görülmektedir. Bu sebeple kadın, kendine atfedilen roller arasında kaybolmaktadır. Diğer bir öne çıkarılan nokta ise kadının aile ve iş hayatında aynı ölçüde etkin rol alması vaziyetidir. Tiyatro oyunlarındaki konular ise toplumsal gerçekçi bakış açısıyla aktarılmıştır. Tiyatro-toplum ilişkisinin ise realist bir çizgide ilerlediği söylenilebilir (Coşkun, Yurt, 2016).

Modernleşmenin olumlu etkilerinden ziyade olumsuz yönlerini ele alan yazarlar da bulunmaktadır. Örneğin, Cevat Fehmi Başkut’un “Paydos” adlı oyununda bu negatif etkiler gözlemlenmektedir. Oyunda kadının modernize olmuş hayatının aile yapısına temelden zarar verdiği ileri sürülmüştür. Buradaki kadın karakteriyle hiçbir şeyden memnun olmayan; hep daha fazlasını isteyen, doyumsuz, modern ve lüks bir yaşam arzusu içinde olan, batı normlarını bütünüyle benimseyip kendi kültürünün değerlerinden uzaklaşmış bir kadın portresi çizilmiştir (Coşkun ve Yurt, 2016).

b. Kılık-Kıyafet ve Güzellik-Moda

25 Aralık 1925 tarihinde çıkan kanunla kılık kıyafet alanında pek çok yenilik gerçekleşmiştir. Fes, peçe, çarşaf, kalpak gibi çağa uygun görülmeyen parçalar yasaklanmış, bunun nedeni olarak da çağdaş bir seviyeye ulaşmanın önünde engel teşkil etmesi öne sürülmüştür. Bu noktada batılı ülkelerin giyim tarzlarını benimsenme yoluna gidilmiştir. Diğer alanlarda olduğu gibi bu konuda da kadınları çağdaş bir düzeye getirmek hedeflenmiştir. Yeni sistemin takdiminde kadınlara sembolik bir anlam da yüklenmiştir. Resmî törenlerde atlet ve şortla yürüyen kız öğrenciler, devlet kurumlarında tesettür zorunluluğu olmadan çalışan kadın kamu personelleri, özel davet ve balolara şık giyimleriyle katılan kadınlar modern kadın imgelerini temsil etmektedir. Ayrıca tek parti döneminde düzenlenen güzellik yarışmalarında kadınlar, dış görünümleriyle ve çağdaş tutumlarıyla cumhuriyetin modern kadın kesimini temsil etmektedirler. Cumhuriyet döneminde güzellik yarışmaları yeni bir uygulama olarak sosyal hayatta yerini almıştır. Bu güzellik yarışmalarıyla Türk kadınının güzelliğini dünyaya ispatlama ve küresel ölçekte aktif kılma çabası söz konusudur. Cumhuriyet Gazetesi’nin atılımlarıyla ilki 1929 yılında gerçekleşmiştir. 1932 senesinde Türkiye’yi temsil eden Keriman Halis Ece dünya güzeli seçilmiştir (Yıldız, 2019).

3. Kadının Eğitim Hayatı

Eğitim gerek bireysel gerek toplumsal olarak hayati bir değere sahiptir. Bireyin bilinçlenmesi ve üretime katkıda bulunması ülkelerin kalkınması bazında bakıldığında altı çizilmesi gereken konulardan bir tanesidir. Toplum içerisinde bulunan ve dünya nüfusunun yarısını oluşturan kadın eğitimi ise oldukça önem taşımaktadır. Devlet ve halk, kadın eğitiminin eksikliği ve eğitilmiş kadın gücünün azlığının negatif etkilerini trajik bir şekilde yaşamıştır. Halbuki kadın, dönüştürücü gücünü mevcut gücüne ek olarak annelik kimliğinden de almaktadır. Eğer anne eğitim alırsa, bilinçlenirse çocuğuna da edimlerini aktarır. Dolayısıyla kültür ve nesil yaratma yetisi daha çok kadına ait olmaktadır.

Tek parti döneminde okuryazarlık oranının cinsiyete göre dağılımı arasında fazlaca farkın olduğu, kadının eğitim alanında geri kalmışlığı yıllara nazaran iyileştirme ve geliştirme politikalarıyla kadınlardaki okuryazarlık oranının artmakta olduğu gözlemlenmektedir (Kırkpınar, 1998). Aşağıdaki tabloda yıllara göre ayrıştığında okuma-yazma oranının ne denli değişim gösterdiği fark edilebilir.

Tablo 1: Cinsiyete Göre Okuryazarlık Oranı

Sayım
Yılı
Okuryazarlık Durumunun Toplam içindeki
Oranı (%)
Okuryazarlık Durumunun
Kendi İçindeki Oranı (%)
Okuma Yazma BilmeyenOkuma Yazma BilenOkuma Yazma
Bilmeyen
Okuma Yazma
Bilen
ToplamErkekKadınToplamErkekKadınErkekKadınErkekKadın
193580,7570.6590,1919.2529.359.8142.2657.7473.6526.35
1940 (1)75,4563,8087,0824.5536.2012.9242.2257.7873.6426.36
1945 (2)69,7856,3383,1630.2243.6716.8440.2759.7372.0827.92
1950 (3)67,1854,2680,1532.3745.3419.3540.4559.5570.1629.84
195558,8343,9474,1440.8755.7925.5237.8762.1369.2230.78
196060,4446,3375.1139.4953.5924.8339.0860.9269.1830.82

Kaynak: DİE, 1990 Nüfus Sayımı İstatistikleri

Bir ülkenin her alanda kalkınabilmesi ve çağdaşlarıyla yarışabilir pozisyonda olması için eğitimde cinsiyet eşitliğinin sağlanması gerekir. Tek parti dönemine baktığımızda da Mustafa Kemal Atatürk mevcut süreci ele aldığında eğitim alanında bir reformun yapılması gerektiğini düşünüyordu ve bunu gerçekleştirmek için uygun zeminin oluşmasını bekliyordu. Bu konuya verilen önem şu sözlerle ifade edilmiştir:

“Milletimiz güçlü bir millet olmaya azmetmiştir. Bunun gereklerinden biri de kadınlarımızın her konuda yükselmelerini sağlamaktır. Bundan dolayı kadınlarımız ilim ve fen sahibi olacaklar ve erkeklerin geçtikleri bütün öğretim basamaklarından geçeceklerdir.” (Cöhce, 2014: 4).

Atatürk’ün bu sözlerinin de ışığında 1924 yılında Tevhid-i Tedrisat Kanunu çıkarılmıştır. Bu kanunda tüm eğitim kurumları tek bir elden yönetilme amacıyla Millî Eğitim Bakanlığı’na bağlanmıştır. Aynı dönemde ilköğretim, devlet okullarında zorunlu ve ücretsiz hale getirilmiştir. 1925 yılında ise toplanan Üçüncü Heyet-i İlmiye’de kızların eğitimine ilişkin olarak karma eğitim modeline geçilmesi, tek okul düzeninin kurulması, kızların eğitimdeki noksanlarının tamamlanması, üretim ağırlıklı eğitim ilkelerine önem verilmesi uygun görülmüştür. 1924 yılı itibariyle ortaöğretim; üç yıl ortaokul, üç yıl lise haline geldi. Liselerde edebiyat ve fen bölümleri Cumhuriyetin ilk zamanlarında açılmıştır. Eğitimciler bir taraftan kız öğrencileri hayata hazırlarken, diğer taraftan büyük bir çoğunluk için ümitsiz bakmışlardır. Bu sebeple “Aile Bilgisi” dersleri verilerek bilinçli ev kadını yetiştirme gayesinde bulunmuşlardır. Faal, haklarının bilincinde, meslek sahibi, eğitimli bir kadın profili hedefiyle toplumsal yaşamda varlık göstermesi beklenen kadının, toplumun mevcut koşulları gereğince buna kolay ulaşılamayacağı da göz önünde bulundurulmuştur. Sonuç olarak o zamanlarda kız çocuklarından “Cumhuriyet kadını” inşa edilmek istenmiştir. Varoluşunu bu yönde anlamlandıramayanlar ise “Cumhuriyet ev kadını” olmalıydı. Ortaöğretim ölçeğinde bakacak olursak, teknik eğitim alan erkek öğrenci sayısı yıldan yıla azalırken, kız öğrencilerin nüfusu artış göstermiştir. 1927 yılında yalnızca iki adet bulunan kız sanat okulları 1938 yılında yedi kat artarak on dördü buldu ve bu okulların öğretmen eksiğini giderme amaçlı 1935 senesinde, Ankara’da Kız Sanat Öğretmen Okulu açılmıştır (Çetin, 2003).

4. Tek Parti Döneminde Kadının Siyasal Hayatı

Erk zihniyetinin ürünü olan kadınların arka planda olması gerektiği düşüncesi, kadının sosyal hayattan uzak tutulması ve kültürel baskının söz konusu olması, kadının siyasi arenada ses çıkarması ve varlık göstermesi ihtiyacını doğurmuştur. Velhasıl, kadınların siyasal alanda yer alması kademe kademe gerçekleşmiştir. Cumhuriyetin ilanıyla kadınların siyasi varlığına yönelik çeşitli haklar sağlanmıştır. Ülkede söz sahibi olan zümre, toplum içerisindeki bireyler arasında herhangi bir ayrımın olmaması neticesinde ülkenin kalkınmasının kolaylaşacağı fikrindeydi. Millî Mücadele’de kadın-erkek birlikte savaşılması, mücadelenin herkesin ortak seferberliğiyle kazanılmış olması durumu kadınlara yönelik bazı kanuni düzenlemelerin yapılmasının temelini atmıştır (Demir, 2015).

Kısaca kadınların zamanla kazanmış olduğu siyasi hakların kronolojik sıraya koyacak olursak:

1926: Türk Medeni Kanunu kabul edilmiştir. Kadınlara velayet hakkı, boşanma ve mallarda tasarruf hakkı tanınmıştır.

1928: İlk defa kadınlar mahkemelerde avukat olarak görev almışlardır.

1930: Belediye seçimlerinde kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanınmıştır.

1933: Köy Kanunu’nda değişiklik yapılarak kadınlara köylerde muhtar olma ve ihtiyar meclisine seçilme hakları verilmiştir. 12 Kasım 1933 yılında yapılan muhtarlık seçiminde aday olan Gül Esin ilk kadın muhtar olarak seçilmiştir.

1934: Anayasa değişikliği ile kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanınmıştır. Ayrıca Türkiye bu hakkı kadınlara tanıyan ilk Avrupa ülkesi olmuştur. Kadınlara tanınan bu hak, birçok ülkede yankı uyandırmış ve öncülük etmiştir.

1935: Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) ilk kez 18 kadın milletvekili almıştır.

1950: İlk kadın belediye başkanı olan Müfide İlhan, Mersin ilinden seçilmiştir (Demir, 2015).

Tüm bu kazanılan haklar (seçme ve seçilme, meslek tercihi, kamu görevleri yapma vs.) Türk Medeni Kanunu ile yürürlüğe girmiştir. Ancak Medeni Kanun, genel olarak kadına yönelik eşitlikçi bir yaklaşım izlemesine rağmen 132. maddesi aynı çizgide değildir. Bu madde ile kadının boşanmasından sonra üç yüz günlük bekleme süresi olarak adlandırılan ‘‘iddet’’ yasa haline getirilmiştir (Yıldız, 2015).

Tek partili dönem içerisinde kadınlara atfedilen siyasi yöndeki haklar Cumhuriyetçilik ve Halkçılık ilkeleriyle doğrudan ilişkilidir. Eşitlik kavramı bazında bakıldığında bu süreçte ses getirecek atılımların var olması Türkiye’nin muasır medeniyetler seviyesine yakınsama sürecini hızlandırmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin reformist yapısı sayesinde sürekli olarak gelişmiş ve günümüze kadar olan süreçte anayasal değişikliklere gidilmiştir.

5. Tek Parti Döneminde Kadının İş Hayatı

Osmanlı döneminde kadının başlıca çalışma alanı tarımdır. Diğer önemli çalışma alanları ev ortamında kurulan tezgahlarda üretilen faaliyetleri; halıcılık, dokumacılık olarak görülmektedir. Kadınların çalışma hayatlarının evden dışarı çıkması ise 1860’lı yıllardan sonra Bursa fabrikalarında çalışmaya başlamaları ile gerçekleşmiştir. Ücretli kadın emeğine ihtiyaç duyulmasının ana nedenlerinden biri, erkeklerin savaşa gitmesiyle oluşan iş gücü boşluğudur. Yani, kadının iş hayatında varlık göstermesi niyeti güdülerek yapılmış bir atılım söz konusu değildir. Bütünüyle gereksinim sonucu ortaya çıkmış bir gelişmedir. Bu dönemde fabrika işçiliği, yol yapımı, sokak temizliği gibi pek çok alanda kadın emeği kullanılmaya başlanmış, kamu kurum ve kuruluşlarında memur olarak da çalıştırılmıştır. Bu sebeple, erkeklerin savaştan dönmesiyle işten çıkarmalar başlamıştır. Bunların yanı sıra kız çocuklarının günlük ücretleri erkek çocuklardan yarı yarıya daha düşüktür. Günde on dört saate varan çalışma koşulları söz konusudur (Makal, 2010).

Tablo 2: İş Kanunu Kapsamına Giren Ücretliler İçerisinde Kadın ve Çocuk Çalışanlar (1937-1947)

193719431947
Sayı%Sayı%Sayı%
Çocuk (12-18 yaş)23 3478.8051 87118.8620 8457.21
Kadın50 13118.8956 93720.7050 85117.59
Erkek191 86372.11166 27560.45217 45175.20
Toplam265 341100.00275 083100.00289 147100.00

 Kaynak: Başbakanlık İstatistik Genel Müdürlüğü, 1945: 7; Çalışma Dergisi, 1978: 146’daki verilerden düzenlenmiştir.

Tabloda göze çarpan bulgu 1937-1943 yılları aralığında kadın istihdamında bir artış gözlemlenmiş olması ve asıl artışın ise çocuk ve genç istihdamında görülmesidir.

Tek parti dönemine bakıldığında ise ilginç veriler karşımıza çıkmaktadır. Örneğin, işçiler arasında yabancı asıllı kadınların oranı bir hayli düşükken, patronlar arasında bu oranın oldukça yüksek olduğu görülmektedir. 1940 yılında savaş şartlarında çıkarılan Milli Koruma Kanunu’nun amacı, olağan dışı dönemlerde ürünlere el koymada, fiyatları saptama konusunda ve zorunlu çalışma mecburiyeti getirmede birtakım izinler veren hükümlerken, kadın ve çocuk işçilerle ilgili düzenlemeler askıya alındığı için daha geniş çalışma alanlarına yayılmalarına olanak sağlamıştır. Bir başka çarpıcı nokta ise Çukurova bölgesinde resmi verilere göre kadın ve erkek çalışanların ücretleri arasında fark görülmezken, ücretlerin dağıtımını yapan aracının işverenden tam para alıp kadın ve çocuk işçilere pay edeceğini beyan ettiği halde etik olmayan bir davranış sergileyerek buradan kazanç sağladıkları görülmektedir (Boykoy, 2013).

Çalışma alanlarına dönecek olursak Osmanlı dönemindeki gibi kadın işçiler ağırlıklı olarak dokumacılık ve tarımsal ürünler veren endüstrilerde çalışmaktadırlar. Aynı zamanda içki, tütün, gıda ve tekstil sektörlerinde de varlık göstermektedirler. Kadın işçilerin büyük bir çoğunluğunun İstanbul ve İzmir’de istihdam edildiği görülmektedir.

Cinsiyete bağlı ücret değişiklikleri ise 1936 yılında çıkarılan İş Kanunu’na göre işveren kişi aracılığıyla yapılması zorunlu “dahili talimatnamelerde” bulmak mümkündür. Örnek vermek gerekirse, çakmak ve kibrit tekeli elinde olan bir Amerikan şirketinin cinsiyete ve yaşa dayalı saatlik ücretleri şu şekildeydi:

  • On üç ve on altı yaş aralığındaki çocuk çalışanlar: 6 kuruş,
  • On yedi ve on sekiz yaşındaki kadın ve erkek çalışanlar: 7 kuruş,
  • On dokuz yaş üstü erkek çalışanlar: 8 kuruş,
  • On dokuz yaş üstü kadın çalışanlar: 7 kuruş almaktadır.

Osmanlı Dönemi’nde kadını koruyan hiçbir sosyal politika bulunmazken, cumhuriyetle beraber kadının iş hayatına yönelik kanunlar çıkarılmaya başlanmıştır. Bu kanunların en önemli ve kapsayıcı olanı 1936 tarihli İş Kanunu’dur. Devamında gelen sürece bakıldığında 1940 senesinde çıkarılan Milli Korunma Kanunu’na göre yapılan çalışmalar kadınların çalışma alanları, süreçleri ve onları korumaya yönelik politikalar göz ardı edilmiştir. Çalışan kadınların çalışma koşulları ve iş güvenliği bazında olumlu gelişmelerin uzun süre devam etmediği de görülmektedir. Tek parti döneminde Osmanlı Devleti’nde olduğu gibi kadın işçi ücretlerinin düşük olduğu fark edilmektedir. Ayrıca işçi ücretlerinde cinsiyete dayalı bir eşitsizlik durumunun devam ettiği de söylenebilir. (Makal, 2010).

6. Sonuç

Tek parti döneminde kadın hareketleri ele alınan bu makalede kadının sosyal hayatından iş hayatına, eğitim hayatından siyasal hayatına parmak basılmış ve bunlara alt başlık olarak ise basın, moda, tiyatro, kılık-kıyafet gibi alanlardan bahsedilmiştir. Bu incelemeler ışığında bakılacak olduğunda, kadının bazı alanlarda Osmanlı’dan Cumhuriyetin ilanından sonraki tek partili döneme geçildiğinde fazlasıyla radikal değişimler yaşandığı görülürken, bazı alanlarda ise yok denecek kadar az değişimin yaşandığı gözlemlenmiştir. İş hayatında kadın ve erkek arasındaki ücret eşitsizliği ve kadının adalet şiarıyla değil, ekonomik kaygılardan ötürü iş hayatına katılmış olduğu gerçeğine karşılık kılık-kıyafet alanında köklü ve büyük çaplı devrimler yaşandığı görülmektedir. Tek Partili dönem, kadının yaşam koşullarını iyileştiren bir dönem özelliği taşımasına rağmen tüm sorunlara tam anlamıyla çözüm sunduğu, cevap verdiği söylenemez. O dönemde kadın, değişen dünya dengelerinin Türkiye’ye yansımalarına göre belli bir yol katetmişse de bu değişimin halk tarafından içselleştirilmesi, kitlesel düşünce sisteminde yer bulması, ortak kültüre nüfuz etmesi için zamana ihtiyaç duyulmuştur. Ayrıca toplumsal cinsiyet eşitliği, kadın hakları ve kadın özgürlüğü gibi kavramlar günümüzdeki anlamıyla yer edinmemiştir. Günümüz dünyasında da kadına yönelik süregelen ayrımcılık, eşitsizlik, adaletsizlik her alanda farklı şekillerde gün yüzüne çıkmaktadır. Bu makalede Cumhuriyet’in ilk günlerinden yüzüncü yılına yaklaştığımız bu zaman diliminde kadının varlık mücadelesi süreci konusunda farkındalık yaratılmak istenmiştir.

Ecem AYBEY

Esra GÖRGÜLÜ

Sıla BAYRAKTAR

Zeynep Buse CANDEMİR

Sivil Toplum Çalışmaları Staj Programı

KAYNAKÇA

Balcı, M, & Tuzak, M. (2017). Cumhuriyet’in İlk Yıllarında Nezihe Muhiddin Özelinde Türk Kadınlarının Siyasi Hakları İçin Mücadelesi. Marmara Üniversitesi Kadın ve Toplumsal Cinsiyet Araştırmaları Dergisi, 1(1), 43-51.

Bilge Zafer, A. (2013). Cumhuriyet ile Birlikte Değişen Türk Aile Yapısı ve Kadının Durumu. Uludağ Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, 14(24), 121-134.

Boykoy, S. (2013). 1908-1923 Sürecinde Bursa’da Koza Üreticiliği ve İpekli Dokumacılık Sektörü. Uludağ Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, 14(24), 19-44.

Cöhce, S. (2014). İnsan Atatürk. International Periodical for the Languages, Literature and History of Turkiç. 9(4), 225-234.

Çetin, F. (2003). Cumhuriyet Dönemi’nde kadın eğitimi. Milli Eğitim Dergisi, (160).

Demir, Z. (2015). Kadınların Siyasete Katılımı ve Katılımı Artırmaya Yönelik Stratejiler. KADEM Kadın Araştırmaları Dergisi, 1(2), 35-47.

Hamzaoğlu, M. (2018). Tanzimat’tan Erken Cumhuriyet Dönemine Türk Sosyopolitik Yaşamında Öne Çıkan Kadınlar. Lectio Socialis, 2(1), 74-92.

İçli, T. (1998). Cumhuriyet döneminde kadının sosyal konumu. Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, 15, Özel Sayı, 93-103.

Karabulut, S. (2011). 1950’lerde Kadının Sosyalleşmesinde Basının Önemi: “Kadın Gazetesi Örneği”. Belgi Dergisi, (1), 87-97.

Karaca, Ş. (2006). Tanzimat’tan Cumhuriyete Türk Tiyatro Edebiyatı Literatürü. Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi, (7), 143-173.

Kartal, C. (2016). Türkiye’de Kadınların İlk Defa Oy Kullandığı 1930 Belediye Seçimlerinde Türk Kadınlar Birliği’nin Faaliyetleri. Üsküdar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 0(3), 165-197.

Kırkpınar, L. (1998). Cumhuriyet ve Kadın. Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, 3(8), 93-114.

Koçak, D. (2019). 17 Şubat 1926’da kabul edilen Türk Medeni Kanunu’na göre Türk kadınının hak ve özgürlükleri. Atatürk Dergisi, Erzurum Kongresi’nin 100.Yıl Özel Sayısı, 79-98.

Makal, A. (2010). Türkiye’de Erken Cumhuriyet Döneminde Kadın Emeği. Çalışma ve Toplum Ekonomi ve Hukuk Dergisi. 2(25). 13-40.

Malkoç Kılıç, S, Vefikuluçay Yılmaz, D. (2019). Cumhuriyet Dönemi Kadın Dergileri (1923-1992). OPUS Uluslararası Toplum Araştırmaları Dergisi, 10(17), 2139-2156.

Meti̇ntaş, M (2018). Erken cumhuriyet döneminde feminizm hareketlerinin ilerleyen dönemde Türk sosyolojisine yansımaları. Türk Dünyası Uygulama ve Araştırma Merkezi Yakın Tarih Dergisi, 2(3), 109-117.

Yıldız, F. (2019). Türkiye’de İlk Güzellik Yarışmaları ve Basının Öncü Rolü: Genç Cumhuriyet’in Asri Güzelleri. Üsküdar Üniversitesi İletişim Fakültesi Akademik Dergisi Etkileşim, (4), 66-87.

Yıldız, F. (2019). Türkiye’de İlk Güzellik Yarışmaları ve Basının Öncü Rolü: Genç Cumhuriyet’in Asri Güzelleri. Üsküdar Üniversitesi İletişim Fakültesi Akademik Dergisi Etkileşim, (4), 66-87.

Yurt, G, Coşkun, S (2016). Batılılaşma Meselesi Bağlamında Tek Parti Dönemi Tiyatro Eserlerinde Yeni Kadın Tipi ve Aile. Journal of International Social Research, 9(44), 325-336.

Yüksel, S. (2014). Türk Medenî Kanunu Bakımından Kadın-Erkek Eşitliği. Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 18(2), 175-200.

1990 Genel Nüfus Sayımı İdari Bölünüş (Rep. No. 1458). (1991). Ankara: T.C. Başbakanlık Devlet İstatistik Enstitüsü.

Yıldız, H. (2015). Türkiye’de kadınların Siyasi Haklar Mücadelesi ve Nakiye Elgün (Master’s thesis, Ankara Üniversitesi). Ankara.