Home Blog Page 68

Haftalık Göç Bülteni / 29 Mart-4 Nisan

0

 

BMMYK, Mozambik İçin Büyük Endişe Duyuyor

BMMYK sözcüsü Andrej Mahecic, son zamanlarda Mozambik’te yaşanan trajik olaylar nedeniyle çok endişeli olduğunu belirtti.

Palma bölgesinde silahlı bir grubun acımasız saldırıları nedeniyle yerinden edilen yüzden fazla insana yenileri ekleniyor. Çatışmadan saklanan ve kaçan ailelerin çocukları ise büyük travmalara şahit oluyor ve bitkin düşüp sağlıklarından oluyor.

 

Kaynak: UNHCR

Tarih: 30.03.2021

 

Myanmar’da Şiddetten Kaçan İnsanlar Koruma Bekliyor

Myanmar ordusu ve bölgesel silahlı örgütler arasındaki çatışmanın gölgesinde yaşayan herkes sınırların ötesine kaçmaya çalışıyor. Ülke içindeki şiddet yerel halkı yerinden ettiği gibi sivillere yönelik uygulanan baskı ve tehdit de giderek artıyor.

 

Güvenliği tehlikede olan insanlar, sığınmak için komşu ülkelerden yardım bekliyor. UNHCR da bölgedeki ülkeleri yardım etmeye davet ettiğini duyurdu.

 

Kaynak: UNHCR

Tarih: 31.03.2021

 

Suriye’nin İnsani Yardım İhtiyacı 4 Milyon Arttı

Suriye’deki çatışma başladığından bu yana halk gıda, sağlık hizmetleri, eğitim ve barınma gibi temel ihtiyaçlardan mahrum kaldı. 2021’de iyileşen koşullar umut edilirken maalesef beklenen olmadı.

Covid-19 etkisi ile açlık ve yoksulluk giderek artarken ev sahipliği yapan komşu ülkelerde yaşanan bu sosyo-ekonomik değişim ‘mülteci krizi’ olarak addediliyor.

Bugün itibariyle 24 milyon insanın Suriye’de yardıma ihtiyacı var. Bu sayı, geçen sene olduğundan 4 milyon daha fazla.

BM Mülteci Ajansı, bu yardımı finanse edebilmek üzere komşu ülkelerden rekor bağış bekliyor.

 

Kaynak: UNHCR

Tarih: 29.03.2021

 

ILO, İşverenler ve Sosyal Güvenlik Programlarının Yönetişimini Talep Ediyor

Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO), Pakistan şubesinde farkındalık arttırma oturumları gerçekleştirdi. Oturumda başlıca ele alınan konular işçi mültecilerin haklarının korunması ve şeffaflık oldu.

Oturum sonucuna göre, işverenler işçilerini kaydetmeye ve aralarında imzalanan sözleşmenin mülteciler tarafından anlaşıldığına emin olmak zorunda olacaktır.

 

Kaynak: ILO

Tarih: 31.03.2021

 

Suriyeli Mültecinin Evine Saldırdılar

Antep’te yaşayan ve geçici koruma statüsüne sahip Suriyeli aile, evlerinde saldırıya uğradı.

Saldırı sonrasında şikâyette bulunmak isteyen aile polise gittiklerinde kendilerine saldırganı da karakola getirmeleri ya da telefon numarası gibi kişisel bilgileri sunmak zorunda oldukları söylendi. Saldırganı tanımadığını söyleyen Emine Hanım’a, polis “O halde o evden taşının.” dedi.

Emine Hanım, ırkçı saldırı mağduru bir anne olarak kendini güvende hissetmediğini belirtti.

 

Kaynak: Evrensel Gazetesi

Tarih: 2.04.2021

 

Mülteci Kadın Gözaltına Alınırken Öldürdü

Meksika’da polis, iki çocuğu olan bir anneyi gözaltına alırken uyguladığı şiddet sebebiyle öldürdü. Olay ardından birçok insan hakları aktivisti ve kadın El Salvador sokaklarında toplanarak eylem yaptı.

Salvadorlu Victoria Salaza’yı gözaltına alırken boynunu kırarak onun can vermesine sebep olan polise, cinayetin ardından soruşturma başlatıldı.

 

Kaynak: BBC

Tarih: 31.03.2021

 

Irkçılık Sebebiyle Milletvekilliği Adaylığından Çekildi

Almanya Federal Meclis seçimleri için hazırlanırken, Yeşiller Partisinin milletvekili aday adayı olan Tarık Alaows, bir Suriyeli olarak, mültecilerin neler başarabileceğini göstermek ve ırkçı söylemlere karşı gelebilmek için büyük heyecan duyuyor ve ilgi görüyordu. Ancak adaylık sürecinde uğradığı ırkçılığın tahmin ettiğinden bile büyük ve korkunç bir seviyeye ulaştığını belirten Alaows, aldığı tehditler nedeniyle adaylıktan çekilmek zorunda kaldı.

 

Kaynak: Euronews Türkçe

Tarih: 31.03.2021

 

Afrikalı Mültecilerin Avrupa’ya Geçiş Noktası: Libya

IOM verileri gösteriyor ki, açlıktan ve savaştan kaçan Afrikalılar için Libya daha da önemli hâle geliyor.

Libya Sahil Güvenliği, yalnızca iki gün içerisinde bine yakın mültecinin iltica etmesini engellemek için çalıştığını duyurdu.

Libya sınırında 48 saatte durdurulan 1000 mülteci gözaltı merkezlerine gönderildi ancak bu merkezlerin halihazırda çok dolu, yoğun ve kötü koşullarda varlığını devam ettirdiği biliniyor.

 

Kaynak: IOM& Mülteci Medyası

Tarih: 29.03.2021

 

Hazırlayan: Yağmur BAŞ

 

Birleşmiş Milletler’in Ekonomik Etkileri Röportajı

Bu röportaj, Doç. Dr. Burcu Türkcan ile “Birleşmiş Milletler’in ekonomik etkileri” üzerine yapılmıştır. 

1-Öncelikle merhaba. Kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Merhaba ben Doç. Dr. Burcu Türkcan. Ege Üniversitesi İİBF İktisat Bölümü öğretim üyesiyim. 2005 yılında Ege Üniversitesi İktisat bölümünden mezun oldum. 2006-2008 yılları arasında üniversitemizde yüksek lisans eğitimimi alırken İzmir Ekonomi Üniversitesi Ekonomi Bölümü’nde araştırma görevlisi olarak çalıştım. 2008 yılında yine Ege Üniversitesi’nde İktisat doktorasına başladım ve aynı yıl Ege Üniversitesi’nde araştırma görevlisi olarak da göreve başladım. Doktora sürecimde Tübitak bursiyeri olarak araştırmalarımın bir bölümünü İtalya’da University of Turin’de yürüttüm. 2012 yılında doktoramı tamamladıktan sonra 2013 yılında yardımcı doçent olarak bölümümde dersler vermeye başladım. 2018 yılında Üniversiteler Arası Kurul’dan doçentliğimi aldım ve halen bölümümde lisans düzeyinde İstatistik, Turizm Ekonomisi ve Ağ Ekonomisi gibi dersler; lisansüstü düzeyde ise Uluslararası İktisadi Kuruluşlar ve Ekonomik Karmaşıklık Teorisi gibi dersler veriyorum.

2- BM’nin savaş ve çatışma alanlarında ne kadar etkili olduğu birçok kez tartışmalara ve tepkilere sebep oldu. Peki siz BM’ye bağlı kuruluşlardan ILO, IMF ve Dünya Bankası’nın etkinliği hakkında ne düşünüyorsunuz? Sizce ekonomik kalkınmaya, ekonomik ve kültürel iş birliği amaçlarına karşı etkin çalışıyorlar mı?

Birleşmiş Milletlere bağlı kuruluşların ağırlıklı olarak gelişmiş ülkelerin ihtiyaç ve isteklerine hitap ettiğini bugün artık hepimiz açıkça biliyoruz. Bu açıdan bakıldığında evet ekonomik kalkınmaya, ekonomik ve kültürel işbirliğine yönelik etkin çalışıyorlar ancak gelişmiş ülkelerin ekonomik kalkınmasına, ekonomik ve kültürel işbirliğine yönelik daha etkin çalışıyorlar diyebiliriz. Bu konuda en açık eleştiri bir dönem Dünya Bankası başekonomisti olarak da çalışmış olan Joseph E. Stiglitz’den gelmişti. Stiglitz, Dünya Bankası’nın giriş katında büyük bir levhada açıkça yazan az gelişmiş ülkelerin kalkındırılması hedefinin, uygulamada hiç de etkin işlemediğini, “Küreselleşme Büyük Hayal Kırıklığı” kitabında kendi tecrübe ve gözlemleriyle anlatmaktadır. Dünya Bankası’nın günümüzde deklare edilmiş temel amacı “yoksul ülkelerde yoksulluğun azaltılması, sürdürülebilir büyümenin sağlanması ve üye ülkeler arası işbirliğinin desteklenmesi”dir. IMF ve Dünya Bankası’nın az gelişmiş ülkelere yönelik verdikleri krediler, yardımlar ve beraberinde dayattıkları kalkınma politikalarının özellikle bu ülkeleri uzun vadede nasıl gelişmiş ülkelere bağımlı hale getirdiği kitapta örnekleriyle açıklanmaktadır. Bu uluslararası iktisadi kuruluşların işleyiş yapılanmaları da zaten bu yönde oluşturulmuştur. Örneğin, IMF’ye üye ülkeler IMF sermayesine farklı oranlarda katkı vermektedir. Üye ülkelerin katılım paylarına kota adı verilmektedir. Bu kota, üye ülkenin ekonomik büyüklüğüne göre değişmektedir. Kritik olan nokta, bu kotanın üye ülkenin oy gücünü de belirliyor olmasıdır. Aynı zamanda kotanın yüksekliğine göre ülkenin ihtiyaç halinde alabileceği finansal destek miktarı da artış göstermektedir. Dolayısıyla ekonomileri zaten istikrarsız olan, sık sık krizlerle karşılaşan ve bu krizlerden derin yaralar alan özellikle az gelişmiş ülkelerin alabilecekleri kredi miktarı da hem nispeten az olmakta hem de bu ülkelerin kaderini belirleyen kredi oylamalarında gelişmiş ülkeler belirleyici rol oynamaktadır. Belki çok ufak bir ayrıntı gibi düşünülebilir ancak Dünya Bankası başkanının daima ABD vatandaşı olması kuralı bulunmakta ve aday, daima ABD tarafından gösterilmekte. Bu bile kanımca kurumun yanlılığı açısından önemli bir gösterge.

3- BM, Türkiye ve Libya arasında 27 Kasım 2019’da imzalanan ve iki ülkenin Akdeniz’deki deniz yetki alanlarını belirleyen anlaşmasını kayıtlara geçirdiğini duyurmuştu. Doğu Akdeniz enerji jeopolitiğini değiştiren, Türkiye için stratejik bir şah mat hamlesi olarak görülen bu durum hakkında siz ne düşünüyorsunuz? Bu olaylar Türkiye ekonomisini nasıl etkiler?

Biliyorsunuz bu anlaşma özellikle Güney Kıbrıs Rum Kesimi ve Yunanistan’ın büyük tepkisini aldı. Hatta Yunanistan bir misilleme niteliğinde Mısır ile anlaşma yapma yoluna gitti. Ancak uluslararası arenada hedeflediği etkiyi yaratamadığını söyleyebiliriz. Zira Birleşmiş Milletler Türkiye ve Libya arasında 2019 yılında imzalanan anlaşmayı kayda geçirdiğini açıkladı ve dolayısıyla da Akdeniz’deki dengeler hem Türkiye hem de Libya lehine değişim gösterdi. İmzalanan anlaşma şüphesiz sadece Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Kesimi’nin tepkisini çekmedi aynı zamanda Fransa ile de gerginlik yaşandı. Ayrıca İsrail’in de üyesi olduğu Doğu Akdeniz Doğalgaz Forumu’na Türkiye davet edilmedi ve o tarafta da bir gerginlik hâsıl oldu. Öte yandan Türkiye’nin Libya ile yaptığı anlaşma sizin de tabir ettiğiniz gibi şah-mat niteliğinde bir anlaşmaydı ve yıllardır Güney Kıbrıs’ın ve Yunanistan’ın deniz yetki alanlarında keyfi dayatmalarına da uluslararası arenadan aldığı destekle bir son verme özelliğine sahip. Biliyorsunuz bölge özellikle gaz hidrat yatakları açısından kritik bir bölge. Deniz yetki alanı ise doğalgaz arama çalışmaları açısından özel önem arz ediyor. Doğu Akdeniz’deki hidrokarbon rezervinin Türkiye’nin yaklaşık 572 yıllık doğalgaz ihtiyacını karşılayabilecek seviyede olduğu düşünülüyor1. Bu rezervlerden sondaj çalışmaları ile doğalgaz çıkarılması durumunda Türkiye’de doğalgaz fiyatlarında bir düşüş yaşanması ve dışa bağımlılığın da azalması söz konusu olacaktır. Bu ise ekonomik büyüme ve kalkınmaya şüphesiz katkıda bulunacaktır.

4-BM Ticaret ve Kalkınma Konferansı yani UNCTAD’ın açıkladığı 2020 yılının “En Az Gelişmiş Ülkeler Raporu”na göre 32 milyon insanın aşırı yoksulluğa sürüklenebileceği uyarısında bulunuyor. Bu durumun işsizliğin artmasına, cari açığın artmasına ve gelirlerin azalmasına sebep olacağı söylendi. Cenevre’de açıklanan raporda salgın sonrası dünyadaki en fakir ülkelerin ekonomilerini yeniden inşa etme çabalarının, üretim kapasiteleri büyük ölçüde iyileştirilmediği sürece yetersiz kalacağına dikkat çekiyor. Raporda uluslararası topluma, En Az Gelişmiş Ülkelere finansal destek sağlanması çağrısından bulunuldu. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Günümüzde pandemi ile birlikte dünyada küreselleşmenin sınırlarına varıp varmadığımız tartışılıyor. Zira Covid-19 salgını gösterdi ki insan dolaşımı yoğunluğu salgının seyrini olumsuz etkiledi ve dolayısıyla ülkelerin neredeyse tümü yurtdışı seyahat yasakları ve turist kabulüne kısıtlamalar getirdiler. Bu kısıtlamalar dünyanın en büyük sektörlerinden biri olan turizm sektörünü de derinden etkiledi. Dünya Turizm Örgütü’nün 2020 yılında yayınladığı rapora göre 2020 sonu itibariyle turizm sektörü turist sayısı açısından 30 sene önceki düzeyine geri dönmüş durumda2. Ocak – Ekim 2020 döneminde bir önceki yılın aynı dönemine göre uluslararası turist sayısı küresel çapta %72 düşüş gösterdi. Bu düşüş, 935 milyar ABD doları tutarında olup küresel finans krizinin ardından 2009 yılında yaşanmış olan düşüşten 10 kat daha fazla. Yalnızca turizm sektöründe değil ürün ticaretinde de 2020 yılında ciddi daralma yaşandı ki Dünya Ticaret Örgütü genel sekreteri pandeminin ilk aylarında yaptığı açıklamada sene sonunda pandemi nedeniyle ticaretin %70 civarı azalacağını beklediklerini ifade etmişti. Ticaret ve turizmdeki bu daralmalar dünyayı yepyeni bir küresel krize sürükledi. Turizm sektöründeki daralma işten çıkarmaları beraberinde getirdi. Özellikle ekonomisi turizm gelirlerine dayalı az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler ağır yara aldılar. Kriz şüphesiz sadece turizm ve ticareti etkilemedi. Karantina ve kapanmalardan tüm sektörler payını aldı.

Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO)’nün verilerine göre Asya ve Pasifik bölgesinde 81 milyon kişinin işini kaybettiği tahmin ediliyor3. Birleşmiş Milletler Kadın Çalışmaları Birimi (UN WOMEN) ise özellikle az gelişmiş ülkelerde kayıtdışı işlerde çalışan kadınlara dikkat çekiyor ve salgının Dünya Sağlık Örgütü tarafından pandemi olarak ilan edildiği Mart ayından itibaren sadece 1 ayda kayıtdışı işlerde çalışan kadınların gelirlerinde %60 oranında düşüş yaşandığını tahmin ettiklerini ifade ediyor4. Alt Sahra Afrikası için Dünya Bankası’nın yaptığı bir araştırma gösteriyor ki, Malawi, Nijerya ve Uganda’da ailelerin yaklaşık %80’inin bütçeleri kriz nedeniyle daralmış5. Bunun temel sebebi ise pandemi nedeniyle kapatılan işyerleri ve artan işsizlik. Birçok ülkede birbiri peşi sıra yaşanan karantina ve kapanma dönemleri, özellikle KOBİ statüsündeki firmalar için zorlayıcı oldu. Birçok ülke bu noktada çeşitli destekler sunarak özel sektöre yardımcı olmaya çalıştılar. Kimi ülkeler salgın sürecinde bazı sektörlerde alınan vergileri düşürdü veya erteledi, kimi ülkeler doğrudan kredi ve sübvansiyonlar ile firmalara destek olmaya çalıştılar. Ancak Dünya Ticaret Örgütü Genel Direktörü Roberto Azevedo’nun Mart sonunda yaptığı konuşmasında6 da ifade etmiş olduğu üzere hiçbir ülke bu krizden tek başına çıkabilecek durumda değil. Ne kadar zengin ya da gelişmiş olursa olsun her ülkenin ihtiyacı olan şey şu anda işbirliği. Dolayısıyla ben de UNCTAD’ın en az gelişmiş ülkelere finansman çağrısını çok yerinde bir çağrı olarak görüyorum. Küresel krizin yaraları ancak küresel işbirliği ile sarılabilir. Ayrıca az gelişmiş ülkelerin gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler için de ciddi bir pazar ve girdi kaynağı olduğunu unutmayalım. Az gelişmiş ülkelerin tecrübe ettiği krizin derinleşmesi ve uzaması küresel krizin de süresinin ve etkisinin uzamasına yol açacaktır. Bu bağlamda az gelişmiş ülkelere yapılacak yardımlar yine gelişmiş ülkelerin de orta ve uzun vadede yararına olacaktır.

5-BM, çoğu Afrika’da bulunan 47 ülkeyi dünyadaki en az gelişmiş ülkeler olarak sınıflandırıyor. Aralarında Mali, Sudan ve Etiyopya’nın yer aldığı en az gelişmiş ülkelerin nüfusunun 1.06 milyar olduğu belirtiliyor. UNCTAD Afrika Bölgesi Direktörü Paul Akiwumi ise bu ülkelerin yatırımları arttırması ve istihdam yaratması gerektiğini belirtti. Afrika’da salgının ekonomik etkisi kıta için çok yıkıcı oldu. Dünya Bankası salgın nedeniyle Afrika’da 25 yıldır ilk kez resesyon bekliyor. Sizce bu ülkeler yatırımlarını nasıl arttırabilir? Bir ekonomist olarak bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu ülkelerin kendi başlarına yatırım düzeylerini arttırmaları pandeminin yol açtığı küresel kriz koşullarında maalesef mümkün görünmüyor. Pandemi öncesinde de bu ülkeler Dünya Bankası’ndan kalkınma yardımları alan ülkelerdi. Mevcut koşullarda bu ülkelerin yatırım düzeylerini arttırmalarının en hızlı yolu yabancı yatırım çekmek olabilir ki, bu da salgının bölgedeki seyri açısından çok mümkün görünmüyor. Bölge sağlık sistemi ve mevcut sağlık koşulları açısından yabancı yatırımcılar için pandemi koşullarında çok elverişsiz. Ayrıca bu ülkeler uzun yıllardır güvenlik sorununu da çözebilmiş değiller ki bu durum da yabancı yatırımcıları bölgeden uzak tutan nedenlerden biri. Bu noktada Dünya Bankası’nın 2021 yılında bölgeye verdiği yardımları arttırması gerekiyor. Ayrıca verilen yardımların yerli yatırımları arttıracak kalkınma programları çerçevesinde kurgulanması gerekiyor. Bu ülkelerde verilen yardımların önemli bir kısmının altyapının geliştirilmesine aktarıldığını görüyoruz. Şüphesiz kalkınma açısından az gelişmiş ülkelerde altyapı yatırımları çok önemli. Ancak bu aşamada elde edilecek her türlü yardımın ve kredinin imalat yatırımlarına dönüştürülerek hem üretimin hem de istihdamın bölgede artırılması gerektiği de aşikar.

6-2012’de Rio De Janeiro’da BM Sürdürülebilir Kalkınma Konferansında ortaya çıkan Sürdürülebilir Kalkınma Hedeflerinin amacı dünyamızın karşı karşıya olduğu acil çevresel, siyasi ve ekonomik sorunları ele alan evrensel hedefler kümesidir. BM’nin öncü kalkınma ajansı olan UNDP (BM Kalkınma Programı) bunların politikası ve finansmanına rehberlik ediyor. Açıklanan 7 hedef birbirine bağlıdır. Birindeki başarı diğerlerini etkileyecektir. Örneğin, barışın ve kapsayıcı toplum yapılarının desteklenmesi eşitsizlikleri azaltır ve ekonomik refahın artmasını sağlar. UNDP, hükümetlerin Sürdürülebilir Kalkınma Hedeflerini kendi ulusal kalkınma planları ve politikalarına entegre etmelerine destek sağlamaktadır. Hedef, bu amaçların hepsine 2030’a kadar ulaşmaktır. Yapılan çalışmaları yeterli görüyor musunuz? Sizce 2030’a kadar bu amaçlara ulaşılabilir mi?

Günümüzde 17 adet sürdürülebilir kalkınma amacı tanımlanmakta. Bunlar: yoksulluğa son vermek, açlığa son vermek, sağlık ve kaliteli yaşam, nitelikli eğitim, toplumsal cinsiyet eşitliği, temiz su ve sanitasyon, erişilebilir ve temiz enerji, insan onuruna yakışır iş ve ekonomik büyüme, sanayi-yenilikçilik ve altyapı, eşitsizliklerin azaltılması, sürdürülebilir şehirler ve topluluklar, sorumlu üretim ve tüketim, iklim eylemi, sudaki yaşam, karasal yaşam, barış-adalet ve güçlü kurumlar ile amaçlar için ortaklıklar şeklinde sıralanmakta7. UNDP sürekli bu amaçlar doğrultusunda çalışmalar yürütüyor. Birleşmiş Milletler alt organları ve kurumları da bu amaçlar doğrultusunda eşgüdümlü olarak çalışmalarını sürdürüyorlar. Ancak UNDP’nin sürekli vurgu yaptığı üzere ülkelerin de kendi kalkınma planları çerçevesinde etkin uygulamalar ile bu amaçlar doğrultusunda çalışmaları gerekiyor. Günümüzde yaşadığımız Covid-19 salgını gösterdi ki maalesef bu amaçları gerçekleştirmekten henüz çok uzağız. Zararlı gazların aşırı salınımı ozon tabakasındaki hasarı arttırarak küresel ısınma sürecini hızlandırdı. Bazı kıtalarda yaşanan büyük yangınlar, kontrolsüz avlanma ve toplu hayvan itlafları, aşırı plastik üretimi ve tüketimi, yenilenemeyen enerji kaynaklarının yoğun kullanımı ve kullanılabilir su kaynaklarının hızla kirlenmesi ve tükenmesi biyoçeşitliliğe ciddi zarar verdi. Bazı ara türlerin neslinin tükenmeye başlaması ise doğanın dengesini bozarak Covid-19 salgınında gördüğümüz üzere ölümcül salgın hastalıklara dair riski en üst düzeye çıkardı. Pandeminin sadece ilk birkaç ayında insanların evlerine kapanması, üretimin yavaşlaması ve küresel çapta araç trafiğinin azalması ile sera gazı emisyonunun ciddi anlamda düştüğü, okyanusların ve denizlerin daha temiz hale geldiği, bazı bölgelerde artık çok nadir görülen bazı canlı türlerinin yeniden görülmeye başladığı tespit edildi. Bu durum, insanın kendi eliyle, üzerinde yaşadığı Küre’ye nasıl ciddi zararlar verdiğini açıkça gözler önüne serdi. Bugün biyoçeşitliliğin korunması, sürdürülebilir tarım, kuraklıkla mücadele ve gıda güvenliği konularını tartışıyoruz. İnsan türü bu gezegen üzerinde türünün devamlılığını ancak sürdürülebilir kalkınma amaçlarını yerine getirerek sağlayabilir. Gelecek kuşakların ihtiyaçlarından ödün vermeden bugünkü kuşağın istek ve ihtiyaçlarını karşılamak olarak tanımlıyoruz hep sürdürülebilir kalkınmayı. Ama insanoğlunun bugüne kadar bu konuda çok da başarılı olduğunu söyleyemeyiz. Covid-19 pandemisinin sürdürülebilir kalkınmanın önemi ve amaçları konusunda farkındalığı arttırdığını düşünüyorum. Şimdiye dek sürdürülebilir kalkınma amaçlarını gözardı etmiş ülkelerin dahi bundan sonra bunları gözardı etme şansı olmayacak. Bu nedenle bu alandaki çalışmaların yoğunlaşacağını düşünüyorum. Ancak 2030 yılına kadar hedeflerin tümüne ulaşılabileceğini de sanmıyorum. Özellikle cinsiyet eşitliği, güvenlik, adalet gibi sosyal boyutlu hedeflerin, Covid 19 pandemisinin yol açtığı küresel kriz ortamında az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler açısından daha zorlayıcı hedefler olacağı görünüyor. Bu tür toplumsal hedeflerin gerçekleştirilmesi için eğitim ve sosyal hizmet politikalarının birçok ülkede iyileştirilmesi gerekiyor ki içinde bulunduğumuz dönemde görünen o ki öncelikler daha çok yatırımın ve istihdamın yeniden canlandırılması olacak. Dünya reel Gayri Safi Yurtiçi Hasılası (GSYİH) geçtiğimiz yıl %4.2 oranında daraldı8. Bu ortamda sürdürülebilir kalkınma hedeflerinde ekonomik boyutu ağır basan hedefler şüphesiz öncelikli olacaktır.

Zeynep Üstkanat

Uluslararası Örgütler Staj Programı

Dipnotlar: 

1 https://bau.edu.tr/haber/15966-dogu-akdeniz%E2%80%99deki-hidrokarbon-rezervleri turkiye%E2%80%99nin-572-yillik-ihtiyacini-karsiliyor

2 UNWTO. (2020). World Tourism Barometer. 18(6), 1-36. https://www.e unwto.org/doi/epdf/10.18111/wtobarometereng.2020.18.1.7

3ILO. (2020b). Asia-Pacific Employment and Social Outlook 2020 – Navigating the Crisis Towards a Human-Centred Future of Work. https://www.ilo.org/

4 UN WOMEN. (2020). Will the Pandemic Derail Hard-Won Progress on Gender Equality? – Spotlight on Gender, Covid-19 and the SDGS. Ed. Catharine Way. https://www.unwomen.org/en/digital-library/publications/2020/07/spotlight-on-gender-covid 19-and-the-sdgs

5 https://blogs.worldbank.org/opendata/labor-market-impacts-covid-19-four-african-countries 6 https://www.youtube.com/watch?v=v_-ZY1QAr2g

7 https://www.tr.undp.org/content/turkey/tr/home/sustainable-development-goals.html

8 OECD. (2020). OECD Economic Outlook – December 2020. No.108. http://www.oecd.org

Avrupa Birliği Göç Politikaları ve Göçün Güvenlikleşmesi

0

Özet

Avrupa göç politikalarının ve bu politikaların sonuçlarını içerecek olan çalışma kapsamında ilk bölümde göçün nedenleri, etkenleri ve çeşitleri incelenecektir. İkinci bölümde Avrupa Birliği’nin göç konusunda aldığı hukuki kararlar incelenecektir. Son bölümde ise göçün Avrupa Birliği’nde güvenlikleşme nedenleri ve alınan kararların sonuçları değerlendirilecektir. Avrupa Birliği’nde yıllar içinde artan kendinden olmayanı dışlama ve milliyetçilik fikirleri ve siyasilerin bu konulardaki politikaları sonucunda göç konusu, ülke vatandaşları arasında istenmeyen bir durum haline gelmiştir. Ayrıca ülkelerin aldığı tedbirler neticesinde göç konusunun güvenlik boyutunu da önemli bir hale getirmiştir. Bu değerlendirmeler kapsamında göç konusunun neden ve hangi koşullarda güvenlik konusuna dahil olduğu değerlendirilecektir.

Anahtar Kelimeler: Göç, Avrupa Birliği Göç Politikası, Göçün Güvenlikleşmesi.

Abstract

In the first part, the reasons, factors and types of migration will be examined in the scope of the study which will include the European migration policies and the results of these policies. In the second part, the legal decisions taken by the European Union on migration will be examined. In the last section, the reasons for the security of migration in the European Union and the results of the decisions taken will be evaluated. As a result of the ideas of self-exclusion and nationalism that have increased in the European Union over the years and the politicians make these issues a policy, the issue of migration has become an undesirable situation for the citizens of the country. In addition, as a result of the measures taken by the countries, the security dimension of the issue of migration has become important. Within the scope of these assessments, the reasons and the conditions under which migration is included in security will be evaluated.

Key Words: Migration, European Union, Migration Policy, Security of Migration.

 

Giriş

Göç temel anlamda düşünüldüğünde ‘taşınma’ kelimesiyle açıklanabilen bir kavram olsa da etkileri bakımından incelendiğinde bu tanım yetersiz kalmaktadır. Dünya üzerinde yaşayan insanların genel olarak istekleri kendilerinin daha iyi şartlarda yaşaması olmuştur. Avrupa Birliği ülkelerine yönelik göç isteğinin fazla olmasında gelişmişlik seviyesinin yüksek olması temel etkenlerden birisidir. İnsanlar göç ederken şartların daha iyi olduğu bölgeleri tercih ettiği için AB bu bölgelerin başında gelmektedir. AB ülkelerinin refah seviyesini yüksek olması, demokratik değerlere önem vermesi, özgürlük ortamının sağlanması gibi konular, göç edenler tarafından tercih edilmesinin başlıca nedenlerindendir.

Avrupa Birliği başta kendi nüfus gücü yetersiz olduğu için kolaylaştırdığı göç politikalarını farklı kültürden insanların bölgede artması sonucunda zorlaştırmaya yönelik kararlar almaya başlamıştır. İnsani boyutla değerlendirildiğinde kişilerin göç etmelerine izin veren AB, aldığı kararlar neticesinde göçü zor hale getirmiştir. Avrupa Birliği ülkelerine artan göçler sonrasında göç konusu da Birlik bünyesinde önemini artırmaya başlamıştır. Göç konusu Avrupa Birliği’nin temel konularını oluşturan ve Birliği bir arada tutan sütunlu yapının Adalet ve İçişlerinde İşbirliği bölümüne dahil edilmiştir. Göç konusu zamanla Avrupa Birliği içinde güvenlik konusunun temel maddelerinden birisi haline gelmiştir.

AB’de geçen yıllar içinde göç konusu güvenlikleşmeye başlamıştır. AB sınır güvenliğini korumak adına kurumların desteğini almıştır. Sınır güvenliğini yetersiz gördüğü konularda da yeni kurumları etkin hale getirmiştir. Sınırını korumak için sadece kara yoluyla gelen göçmenleri değil, deniz yoluyla gelen göçmenleri de kontrol altına almaya özen göstermiştir.

 

Avrupa Birliği Göç Politikaları

Göç politikaları AB’nin üçüncü sütun konusu olan Adalet ve İçişlerinde İşbirliği konusunun içeresinde ele alınmaktadır. Bu konu AB üyesi olan ve olmayan ülke vatandaşlarının Birliğe girişini, ikamet sorununu, çalışma izinleri gibi vatandaşlık haklarını düzenlemektedir. Adalet ve İçişleri konusu AB için önemli bir konu olduğunda, dolaylı olarak göç konusu da AB için oldukça önemli bir konu haline gelmiştir (Sönmez, 2015,s.206).

Avrupa toprakları tarihin her döneminde özellikle göçmenler için ilgi çeken bir bölge olmuştur. Ancak özellikle 20. Yüzyıl, Avrupa için göç konusunun en önemli politikalardan birisi haline geldiği dönem olmuştur. Bu yüzyıl içinde Avrupa için üç önemli göç aşamasından bahsetmek mümkündür. İlk aşamada İkinci Dünya Savaşı sonunda bölgenin yeniden gücünü kazanmasını isteyen Avrupalı ülkeler kendi nüfus güçleri yetersiz kaldığı için diğer ülkelerden misafir işçi göçlerine izin vermişlerdir. Göçün ikinci aşamasında da daha önceden giden işçilerin aileleri Avrupa’ya göç etmeye başlamış ve bu şekilde Avrupa ülkelerinde yaşayan göçmenlerin sayısı artmaya devam etmiştir. Avrupa’ya yaşanan göçün son aşaması da 20. yüzyılın sonlarına doğru olmuştur. Soğuk Savaş sonunda dağılan Doğu bloku ülkelerinde yaşayan insanlar Avrupa’ya iltica etmiş be şekilde de Avrupa farklı etnik köken ve kültürden insanların bir arada yaşadığı bir ülke olmuştur (Orsam, 2012, s.11-12).

Uluslararası göç kavramı, yeni bir olgu olmamakla birlikte nedenlerinin ve göçmen sayılarının değişmesi dolayısıyla her dönemde devletler için önemli bir konu haline gelmiştir. AB açısından da göç önemli bir politika olmuştur. İkinci Dünya Savaşı sonunda Avrupa’nın yeniden inşası konusunda etkin olan göçmenler, zamanla Avrupalı vatandaşlar tarafından tehdit olarak algılanmaya başlanmıştır. Halk için kültürel, toplumsal ve emek gücü bakımından tehdit olarak algılanan göçmenler, yöneticiler tarafından da sınır güvenliğine tehdit olarak görülmüştür. Son dönemlerde yaşanan göçler sonucunda yasadışı göçler artmıştır. Özellikle insan kaçaklığı ve insan ticaretinin artması, devletler tarafından tehdit olarak algılanmış ve bu konuda önlemler almak için devletler polis gücüne ağırlık vermeye başlamıştır (Özer, 2016, s.125-126).

Avrupa ülkeleri, hem konumu hem de yapısı ve değerleri itibariyle göçmenler açısından ilgi çekici bir bölge olarak değerlendirilmiştir. Zaman içinde yapılan anlaşmalar ve alınan kararlar doğrultusunda Avrupa Birliği içindeki sınırlar ortadan kaldırılmış ve Avrupa sınırsız bir bölge haline gelmeye başlamıştır. Bu doğrultuda dışarıdan gelecek olan tehdit ve tehlikelere karşı Avrupa Birliği ülkeleri mülteci ve göçmenlerin kontrolünü sağlamaya yönelik ortak tutum belirlemek zorunda kalmışlardır (Koçak ve Gündüz, 2016, s.70).

AB ülkeleri içinde yasal ve yasal olmayan göçü kontrole yönelik ilk düzenleme 1972 yılında Fransa tarafından ortaya konulmuştur. 1973 yılında işverenler ucuz işgücü nedeniyle bu düzenlemelere karşı çıksa da bu düzenlemeler 1974 yılı itibariyle giderek katı hale gelmiştir. Fransa’dan sonra İsveç ve Hollanda da göçü kontrol altına almaya yönelik hareket etmeye başlamıştır. İngiltere ise 1962 yılında itibaren Commonwealth ülkelerinden kaynaklı olarak göçü azaltmaya başlatmış ve 1971 yılından itibaren de göçü sınırlamaya başlamıştır. Göçün yasaklanmasıyla birlikte işçi sayılarında düşüşler meydana gelmiştir. Sadece AB ülkeleri değil, Avrupa’nın diğer ülkeleri de 1970’li yıllardan itibaren göçü kısıtlayıcı yönde düzenlemeler yapmış ve göç zorlaşan bir olgu olmuştur (Gençler, 2005, s.176-177).

Avrupa ülkeleri tarafından 1970’li yıllardan itibaren ülkedeki göçmenlere karşı bakış açısı değişmeye başlamıştır. Olası göçlerinde engellenmesi istenmiştir. Avrupa’da yaşayan insanların göçe karşı bakış açılarının kötüleşmesinin sebepleri ise sadece politik ve kültürel nedenlerle açıklanamaz. 1973 yılında yaşanan ve bütün dünyayı etkisi altına alan Petrol Krizi ve sonrasında yaşanan ekonomik kriz bu nedenlerin temelini oluşturur. Bu dönemde artan işsizlik oranlarının sebebi olarak göçmenler görülmeye başlanmıştır (Zenginoğlu, 2019, s.45). Bu kapsamda bu yıllardan itibaren Avrupa Birliği içerisinde oluşabilecek göç ve sığınma politikalarına yönelik kararlar alınmaya başlanmıştır. Göç konusu, Avrupa Birliği politikalarına göre iç güvenlik alanını oluşturmaktadır ve ülkeler karar alırken buna göre birçok konuyu kapsayacak şekilde hareket etmektedir. Bu alınan kararlardan ilki 1975 Roma Zirvesi ile oluşturulan Trevi Grubu’dur. Bu grup sivil havacılık güvenliği, terörizm, nükleer güvenlik ve göç gibi Avrupa Birliği’nin iç işlerini oluşturan konular yönelmiş ve 1976 yılında etkinlik kazanmaya başlamıştır (Güleç, 2015, s.84-85).

28 Temmuz 1951 tarihli Cenevre Sözleşmesi ve bu sözleşmeyi tamamlayıcı nitelikte olan 31 Ocak 1967 tarihli New York Protokolü ile uluslararası alanda mülteci hukuku düzenlenmiştir. Mülteci ve sığınmacıların tanımı ve sahip olacağı hakları belirlenmiştir. Cenevre Sözleşmesi, Avrupa Birliği ülkeleri açısından sığınmacılar konusunda bağlayıcılığı olan ilk metindir. Sözleşme ile mültecilerin geri gönderilmemesi konusuna vurgu yapılmış ve AB’de bunu kabul etmiştir. Uluslararası alanda geçerliliği olan bu sözleşme protokol dışında AB kendi içinde hazırladığı belgelerle göç konusuna bağlayıcılık kazandırmıştır. Bu belgelerden birisi de 1985 tarihli Schengen Anlaşması’dır (Akdoğan, 2018, s.52-53).

Avrupa Birliği fikri sonrasında ortaya çıkan serbest dolaşım hakkının sınırlarını silik hale getirmesinin ardından Birlik vatandaşlarının sorunsuz seyahatini sağlarken bir yandan da sınır güvenliğinin sağlanması için başta Almanya ve Fransa olmak üzere girişimlerde bulunmuştur. Bu iki öncü ülkenin serbest dolaşımı güvence altına alma fikrinin ardından düzenlemeler yapılmış ve serbest dolaşım sağlanmıştır. Bu kararın ardından iç sınırları kaldırmak ve dış sınırların güvenliğinin genişletilmesi için Fransa, Almanya, Belçika, Lüksemburg ve Hollanda öncülüğünde 1985 yılında Schengen Anlaşması imzalanmıştır. 1990 yılında Dublin Zirvesi neticesinde Trevi Grubu Bakanları bir Eylem Programı yayınladılar. Bu programa göre, güvenliğin sağlanması için bir takım öncelikler belirlendi. Terörizm, göçmen kaçakçılığı, uyuşturucu kaçakçılığı ve organize suçlarla mücadele için personel ve bilgi değişiminin artırılması, hava ve deniz limanları, tren istasyonları gibi sınır noktalarında görev yapan polis birimlerinin düzenli olarak toplanmaları önerildi (Akgün, 2011, s.82).

Avrupa Birliği’nin kurucu anlaşmaları olan 1992 yılında imzalanan Maastricht ve 1997 yılında imzalanan Amsterdam Anlaşmaları sonucunda göç konusu önemini artırmaya devam etmiştir. 1998 yılında imzalanan Viyana Zirvesi’nde de özgürlük, güvenlik ve adalet alanını oluşturan konuların en iyi şekilde uygulanmaya çalışılması desteklenmiştir. Bu zirvede alınan kararlara göre, göç kaynağı ülkeler ile transit ülkeler arasında işbirliğine gidilerek yasa dışı göçle mücadele edilmesi ve yasa dışı göçmenlerin geri gönderilmeleri amacıyla AB bünyesinde ortak politikalar geliştirilmesi öngörülmüştür (Akçadağ, 2012, s.16).

Göçmen ve mülteci politikaları devletler için oldukça önemli konular olmuştur. Avrupa Birliği ülkeleri, AB’de alınan kararların dışında Birleşmiş Milletler tarafından alınan kararlara da taraf olmuşlardır. AB üyesi ülkelerde bu kapsamda 1951 tarihinde Mültecilerin Hukuki Durumuna Dair Cenevre Sözleşmesi’ne taraf olmuştur. Bu sözleşmeyle mültecilere yönelik ortak hukuk ve politika ortaya koyulmaya çalışılmıştır. 1999 yılında Ortak Avrupa İltica Sistemi oluşturulmaya çalışılmıştır. 2001 yılında Geçici Koruma Konsey Yönergesi çerçevesinde Birlik ülkeleri göç akınlarına karşı ortak hareket etme kararı almıştır (Şimşek, 2016, s.148-149).

 

Yasadışı Göç Politikalarının Avrupa Birliği Güvenliğindeki Etkisi

Soğuk Savaş sonunda oluşan yeni dünya düzeninin de etkisiyle güvenlik konusu da değişmeye başlamıştır. Geleneksel güvenlik anlayışının içinde var olan devlet merkezli ve askeri güvenlik konuları sorgulanmaya başlanmıştır. Güvenlik konusu bu sorgulanma sonucunda çok boyutlu ve çok kapsamlı bir hale gelmiştir. Bu çok kapsamlılık sonucunda 1990’lı yıllara kadar insani bir olgu olarak değerlendirilen göç konusu da güvenlik konusu ile bağlanmıştır (Mandacı ve Özerim, 2013, s.107,109).

Yasadışı olmanın ötesinde göç ve göçmenlik olgusu şu konularla güvenlik konusuyla ilişkilendirilir. Alıcı ülkelerde oluşan yabancı düşmanlığı, ırkçılık, dışlama ve milliyetçi söylemlerin toplumsal alanda yaygınlaşması, insan ticareti yapılması ve göçmenlerin gittikleri ülkelere entegre olamaması gibi nedenlerin ortaya çıkması sonucunda göçün güvenlikleştirilmesi ortaya çıkmıştır. Uluslararası göç olgusu güvenlik olgusunu üç önemli açıdan etkilemektedir. Birincisi, uluslararası göç güvenliğin tehdit edildiği konuların bir sonucudur. Başka bir deyimle insan hakları ihlali, çatışma ve iç savaşlar göçe neden olan en önemli sebeplerdir. İkinci olarak, kontrol edilmeyen ve yoğunlaşan güvenlik tedbirleri de göçe neden olan sebeplerdendir. Son olarak da göçün sonucunda oluşabilecek olan yabancı korkusu ve şiddet gibi olaylarda güvenlik için tehdit oluşturabilir (Birdişli, 2012, s181).

Avrupa Birliği içinde uluslararası göç ve göçün güvenlikleştirilmesi, önemi gittikçe artan bir politika haline gelmiştir. Bu kapsamda göçün güvenli hale getirilmesi konusu zamanla dış politikayı olduğu kadar iç politikayı da etkilemiştir. Artışa geçen sağ partiler özellikle göç konusuna vurgu yaparak seçmenleri etkilemiştir. Avrupa yükselen ve gittikçe artan radikal sağ partiler hem seçim söylemlerinde hem de sonrası dönemlerde sıkça göç ve güvenlik konusuna vurgu yaparlar. Ulusal güvenlik konusunu göç ile bağlayan sağ partiler, göç karşıtı hareketlerin temelini de oluşturmaktadır. Sağ partiler tarafından iltica taleplerinin kabul edilmesi, vatandaşlık hakkının sağlanması, çalışma izni verilmesi, yabancıların ülkelerde varlık göstermesi gibi durumlar ulusal güvenlik konusuna tehdit olarak değerlendirilmektedir. Bu kapsamda göç konusunu sadece sınır güvenliğini sağlamakla ilişkili şekilde düşünmek yanlış olacaktır. Ulusal güvenlik, sınır güvenliği dışında göçün sınırlanmasıyla sağlanmalıdır (Mandacı ve Özerim, 2013, s.112).

Avrupa Birliği’nde yasadışı göçle mücadele etmek amacıyla çeşitli birimler oluşturulmuştur.  Bu kapsamda AB’nin sınır korumasıyla görevli olan FRONTEX (Avrupa Sınır ve Sahil Güvenlik Ajansı) ve iltica makamı olan EASO (Avrupa Mülteci Destek Ofisi) kurulmuştur. Bu sayede AB sınır güvenliğini sadece kara da değil denizde de artırmıştır. AB sınır güvenliğini sağlamak için üçüncü ülkelerden gelen kişileri ya kabul eder ya da reddeder. Bunu gerçekleştiren kurum olan FRONTEX, göçmenlerle mücadele kapsamında AB tarafından kullanılan ateşli olmayan silahların kullanımına ve bu kapsamda yeni teknolojilerin üretilmesine maddi açıdan yardım etmektedir. Bu şekilde de AB’nin sınır güvenliğinde sert politikalar artmaktadır. Ancak AB’nin kendi sınır güvenliğini sağlamak için aldığı kararlar göçmenlerin güvensiz olmasına ve göçmenlere karşı kullanılan polis gücünün meşruluk kazanmasına neden olmaktadır (Özer, 2016, s.137-141).

Avrupa Birliği’nin yasadışı göçle mücadelesinde önem arz eden birimlerden birisi de Eurodac yani veri tabanı sistemidir. 15 Ocak 2003 tarihinden itibaren etkinlik kazanan Eurodac, parmak izlerinin toplandığı bir sistemdir. Bu sistem sayesinde iltica talepleri söz konusu olduğunda ülkeler ve sistem arasında elektronik veri alışverişi sağlanmaktadır. Bu sayede de iltica talep eden kişilerin başka ülkelere göç talep edip etmediğini veya yasadışı göçmen olup olmadığı saptanır ve kişiler hakkında bu değerlendirme neticesinde karar alınır. Ayrıca, yasa dışı göçle ilgili bilgileri toplayabilmek ve ilgili birimler arasında irtibat kurmak amacıyla üye devletlerin katılımıyla Göç Servisi Birimleri oluşturulmuştur (Akçadağ, 2012, s.20).

Bir devletin toprağından diğer devletin toprağına geçişi ifade eden uluslararası göç, sınırlardan geçişte izin olup olmaması durumuna göre yasal ve yasadışı olarak ikiye ayrılmaktadır. Bu ayrım nedeniyle AB’nin göç ve göçmen politikası önemli bir konu haline gelmiştir. Birçok AB Bakanı ve halkı göçmenler ve mültecilere karşı çıkmaktadır. Sebep olarak başta ekonomik konular öne sürülse de Avrupalılar kültürlerinin ve toplumlarının değişmesini istememektedir. Özellikle son yıllarda artış gösteren Avrupa’ya göçen Ortadoğulu vatandaşlar nedeniyle Avrupa Birliği daha korumacı ve sınırlayıcı kararlar almaya başlamıştır. Avrupa Birliği içinde göç karşıtlığının çeşitli nedenleri vardır ve bu nedenler göç politikalarının daha da sertleşmesine neden olmaktadır.

Avrupa Birliği içinde de kuvvetlenen aşırı sağ partiler genel olarak çok-kültürlülüğe karşıdırlar. Çok-kültürlülük eşit ve bir arada yaşayan ancak etkileşimin az olduğu kendi değer ve geleneklerin korunduğu toplumları ifade eder. Ancak etkileşim azlığı zamanla yabancılaşmaya yol açabilmektedir. Aşırı sağ partilerde bunun aksine çok-kültürlülüğün ulusların dağılmasına yol açtığını ve milliyetçilik bilincinin kaybolduğuna vurgu yapmaktadır. Bu nedenle aşırı sağ partiler sıkı göçmen politikalarını savunmaktadır. Göçmenlerin var olan her hakkı elde etmesine karşı çıkan aşırı sağ partiler homojen bir toplum istemektedirler. Göçmenleri “öteki” ilan eden aşırı sağ partiler, sosyo-ekonomik sorunların bu şekilde çözüleceğini iddia ederler (Öner, 2014, s. 168-169).

 

Sonuç

Göç için geçmişten bu yana en çok tercih edilen bölgelerden birisi Avrupa olmuştur. Avrupa’nın gerek coğrafi konumu gerekse gelişmişlik düzeyi göç için tercih olmasında bir etken haline gelmiştir. Avrupa ülkelerine olan göç, tarihsel süreç içinde bakıldığında üç aşamalı bir süreç olmuştur. Göçün ilk aşaması Avrupa ülkelerinin istekleri doğrultusunda gerçekleşmiştir. İkinci Dünya Savaş sonunda nüfus gücü azalan Avrupa ülkeleri, maddi desteği ABD’den sağladıktan sonra insan gücü ihtiyacını da farklı ülkelerden sağlamaya başlamıştır. Yaşanan işçi göçü Avrupa’da farklı kültürlerin bir araya gelmesinin de ilk aşaması olmuştur. Avrupa’ya yaşanan göçün ikinci aşamasını da daha önceden giden işçilerin ailelerini yanlarına almasıyla yaşanmıştır. Avrupa’ya olan göçün son aşamasını da Soğuk Savaş sonrasında çatışmalar ve ekonomik istikrarsızlıklar yaşayan başta Sovyetler olmak üzere mağduriyet yaşayan ülke vatandaşları oluşturmuştur. Bu göçler neticesinde Avrupa Birliği ülkeleri çok-kültürlü bir hale gelmiştir.

Günümüzde Avrupa Birliği ülkelerinin sahip olduğu Avrupa değerleri de bu ülkeleri daha cazip hale getiren nedenlerin başında yer almaktadır. Özgürlükçü, insan haklarına önem veren, ekonomik olarak gelişmiş olan Avrupa ülkeleri, özellikle gelişmekte olan ve az gelişmiş ülkelerden sürekli artan bir göç talebiyle karşı karşıyadır. Artan talepler karşısında Avrupa Birliği, göçü güvenlikleştirmeye yönelik kararlar almıştır. Bu kapsamda göç konusunda çeşitli zirveler düzenlenmiş ve özellikle yasadışı göçün önüne geçilmeye çalışılmıştır. Avrupa Birliği’nin kurucu anlaşmalarında da göç konusu önemini artırmaya başlamıştır. Göç konusu bu kapsamda Üçüncü Sütun olan Adalet ve İçişlerinde İşbirliği içinde değerlendirilmektedir.

Göçün güvenlikleştirilmesinin nedenleri çeşitlilik göstermektedir. Bu sebeplerden birisi ekonomidir. Avrupa’ya yaşanan işçi göçlerinden sonra Avrupalı vatandaşlar kendi istihdam alanlarının gelen işçiler tarafından doldurulduğunu düşünmekte ve işçilerin ülkelerine geri dönmesini ve yeni gelecek işçilerin alınmamasını talep etmişlerdir. Göçün güvenlikleşmesinin diğer bir nedeni de askeri güvenliğin sağlanma isteğidir. Dışarıdan gelen vatandaşlar ülke güvenliği açısından tehlikeli olarak değerlendirilmektedir. Avrupalı vatandaşların göçmenleri istememesindeki bir diğer nedende göçmenlerin Avrupa’ya entegre olmakta gelişme gösterememesidir. Yıllar önce göçen vatandaşlar bile Avrupalı değerleri kabullenememiş, dil konusunda uyum sağlamakta güçlükler yaşamıştır.

Göç konusunda yaşanan en büyük problem ve engellerden bir diğeri de artan milliyetçilik ideolojisidir. Avrupalı vatandaşlarda başlayan kendinden olmayanı dışlama düşüncesi ‘öteki’ kavramını ve milliyetçilik fikirlerini artırmıştır. Toplumda artan yabancı düşmanlığı ırkçılık konusunda da artışa neden olmuştur. Avrupa ülkelerinde son yıllarda artış gösteren aşırı sağ partiler, seçim propagandası olarak yabancı düşmanlığını da kullandığı için ırkçılık ve milliyetçilik fikirleri her geçen gün biraz daha artmaktadır. Göçle ilgili insani boyutu da ilgilendiren en önemli konulardan birisi yasadışı göçmenlerin varlığı ve yapılan insan kaçakçılığıdır. İnsanları, daha iyi bir yaşam vaadiyle kandırarak yapılan kaçakçılık sonucunda genç ve çocukların fuhuşa zorlanması gibi konularda da artış söz konusu olmaktadır.

Tüm bu değerlendirmeler sonucunda Avrupa vatandaşlar açısından göçün istenmemesinde haklı noktalar söz konusu olsa dahi asıl sorun göçün nereden olduğuna yönelik yapılan ayrımcılıktır. Gelen vatandaşlar gelişmiş ülkelerden olunca daha rahat kabul edilen kişiler, gelişmekte olan veya az gelişmiş ülkelerden gelen vatandaşlar olunca büyük sıkıntılarla karşı karşıya gelmektedir. Alınan kararlar neticesinde bir kale gibi korunaklı hale gelen Avrupa Birliği ülkeleri, temelde kültürel ayrımcılığa daha fazla sahne olmaktadır. Avrupa Birliği ülkeleri açısından göçün istenmeme sebepleri sadece ekonomik ve askeri boyutlarla açıklamak yeterli olmayacaktır. Bunlar göstermelik neden olsa da temelinde kendinden olmayanı dışlamak, öteki kavramını toplumda yaygın hale getirmek gibi ayrımcı faaliyetler yatmaktadır.

 

Yağmur ARDIÇ

Akademi Birimi

 

Kaynakça

Akçadağ, E. (2012).  “Yasa Dışı Göç ve Türkiye”, Bilgesam Raporu No:42, İstanbul.

Akdoğan, M. (2018). “Avrupa Birliği’nin Sınırlarına Dayanan Mülteci Krizi ve Yönetimi”, Uluslararası İlişkiler ve Diplomasi Dergisi, C:1, S:1, s.48-74.

Akgün, E. (2011) “Yasa Dışı Göç Çerçevesinde Türkiye-Avrupa Birliği İlişkileri”, İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, (Doktora Tezi), İstanbul.

Birdişli, F. (2016) Teori ve Pratikte Uluslararası Güvenlik, 2. Baskı, Seçkin Yayıncılık, Ankara.

Gençler, A. (2005) “Avrupa Birliği’nin Göç Politikası”, Sosyal Siyaset Konferansları Dergisi, S:49.

Güleç, C. (2015). “Avrupa Birliği’nin Göç Politikaları ve Türkiye’ye Yansımaları”, Tesam Akademi Dergisi, C:2, S:2, s.81-100.

Koçak, O. ve Gündüz, D. (2016) “Avrupa Birliği Göç Politikaları ve Göçmenlerin Sosyal Olarak İçerilmelerine Etkisi”, Yalova Sosyal Bilimler Dergisi, C:7, S:12.

Mandacı, N. ve Özerim, G. (2013) “Uluslararası Göçlerin Bir Güvenlik Konusuna Dönüşümü: Avrupa’da Radikal Sağ Partiler ve Göçün Güvenlikleştirilmesi”, Uluslararası İlişkiler Dergisi, C:10, S:39, s.105-130.

Orsam, (2012). “Küresel Göç ve Avrupa Birliği ile Türkiye’nin Göç Politikalarının Gelişimi”, The Black Sea International Rapor No: 22.

Öner, S. (2014). “Avrupa’da Yükselen Aşırı Sağ, Yeni ‘Öteki’ler ve Türkiye’nin AB Üyeliği”, Ankara Avrupa Çalışmaları Dergisi, C:13, S:1, s.163-184.

Özer, S. (2016). “Avrupa’da Yeniden Güvenlikleşen Göç, Sınır Kontrolü ve Güç Kullanımı”, 21. Yüzyılda Avrupa Riskler, Fırsatlar, Yeni Politik Tartışmalar, (ed. Ramazan İzol, Senem Atvur, Tolga Öztürk), 1. Baskı, Seçkin Yayıncılık, Ankara.

Schengen Anlaşması, https://www.schengenvisainfo.com/tr/schengen-anlasmasi/, Erişim Tarihi: 27.11.2019.

Sönmez, P. (2015). “Avrupa Birliği’nde Yeni Dönem Postkolonyal İlişkiler ve Göç Politikaları Diyaloğu”, Avrupa Birliği Bakanlığı Akademik Araştırmalar Serisi-4, Doktora Tezi.

Şimşek, A. (2016). “Avrupa Birliği Sınır Güvenliği Politikası Kapsamında Türkiye ile İmzalanan Geri Kabul Antlaşması”, 21. Yüzyılda Avrupa Riskler, Fırsatlar, Yeni Politik Tartışmalar, (ed. Ramazan İzol, Senem Atvur, Tolga Öztürk), 1. Baskı, Seçkin Yayıncılık, Ankara.

Zenginoğlu, S. (2019). “Avrupa ve Göç: “Tehdit” Olgusuna Yönelik Teorik ve Politik Bir Analiz”, Gümüşhane Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Elektronik Dergisi, C:10, S:1, s.42-49.

Kitap Analizi: Migration Theory Talking Across Disciplines

Editörler: Caroline B. Brettell, James F. Hollifield

Yıl: 2014

Yayıncı: Routledge

Yayım Yeri: New York

Sayfa Sayısı: 356

ISBN: 9781315814933

Günümüzde göç olgusunun sıklıkla tartışılan, üzerine geniş ölçüde araştırma yapılan bir alan olduğu aşikardır. Savaş, ekonomik imkansızlıklar, toplum huzurunun bozulması gibi siyasi, sosyal, dini veya ekonomik sebeplerden ileri gelen insan veya insan topluluklarının yer değiştirme hareketine göç denir. Aslında göç kavramı kelime tanımının ötesinde çok boyutlu ve derin bir olgudur. Küreselleşmenin ışığında, dünyada olup bitenlere dair farkındalığı yüksek olan nesillerin içinde hareketlilik isteğinin oluşması veya şartlarından memnun olmayan insanların daha iyiye ulaşma arzusuyla harekete geçtiği gönüllü göçler; diğer yandan dünya üzerinde giderek artan huzursuzluk ve çatışmalar sebebiyle kitlesel akın olarak yaşanan zorunlu göçler olarak göç olgusunu çeşitli başlıklarla ele alabiliriz. Bunlara ek olarak başka göç türleri de vardır; düzenli göç, düzensiz göç, işçi göçü, beyin göçü, kalıcı göç vb. gibi.

İnsanlar, tarih boyunca, çeşitli sebeplerden ötürü yaşadıkları yerleri terk etmek zorunda kalmıştır. Göç kavramı altında ortaya koyulabilecek bu yer değiştirme durumu, insan ve mekan üzerinde farklı açılardan etki sahibi olmuştur. Özellikle son on yılı ele alacak olursak, göç olgusunun dünya devletleri arasında sürekli çatışma yaratan evrensel bir fenomene dönüştüğünü söyleyebiliriz. Devletler artık göçe sırtlarını dönebilecek durumda değildir ve dünyanın en güçlü devletleri için dahi olsa göç, korkutucu gözükmektedir.

Birçok açıdan değerlendirilip titizlikle ele alınması gereken bu konu hakkında son derece düzenli hazırlanmış, sosyal bilimler alanında çalışan çoğu kişi için yol gösterici nitelikte olabilecek bir eser olan Migration Theory: Talking Across Disciplines kitabının bölümleri TUİÇ Akademi Aralık-Ocak dönemi o-staj öğrencileri tarafından ortak bir çalışma altında incelenmiştir.

Kitabın bölümleri farklı yazarlar tarafından yazılmış makalelerden oluşmaktadır, kitap Caroline B. Brettell ve James F. Hollifield tarafından derlenip yine onlar tarafından Introduction (Giriş) kısmı yazılmıştır.

Bu eserin en belirgin özelliği, başlığından da anlaşılacağı üzere, disiplinler arası bir çalışma olmasıdır. Sosyal bilimler alanında çalışan herkes için kıymetli bir kaynak olduğunu söyleyebiliriz. Bu eser hem göçün kavramsal çerçevesinin çizilmesinde hem de göçün neden ve türlerinin daha açık biçimde anlaşılmasında önemli rol oynamaktadır. Bu da göç kavramının kısa, orta ve uzun vadedeki etkilerinin anlaşılmasında önem teşkil etmektedir.

Birkaç örnek ile anlatacak olursak, 1. kısımda tarihçi Gabaccia göçün ve göç tarihinin kaydını önümüze sererken aynı zamanda muazzam bir literatür taraması ortaya koymaktadır. Diğer kısımlarda ise örneğin 2. bölümde ekonomi profesörü Philip Martin göçün ülke ekonomileri, göç alan ülkedeki insanlar ve göçmenler üzerindeki etkilerini incelemektedir. Konuyu sosyoloji üzerinden ele alan 4. bölümde örneğin sosyolog David Scott FitzGerald, diğer disiplinlerin yardımıyla daha farklı perspektifler edinerek uluslararası göçü anlamaya çalışmaktadır. Son örnek olarak ise yine Caroline B. Brettell tarafından yazılmış olan bölüm 5’te antropolojide göçün teorileştirilmesini ve neden teorileştirilmesi gerektiğini yapılan farklı çalışmalardan örnekler göstererek açıklamak amaçlanmıştır.

Kitabı oluşturan Caroline B. Brettell ve James F. Hollifield, farklı disiplinlerden yazarları bir araya getirmişlerdir. Yazarlar her bölümde hem kendi disiplinleriyle ilgili hem de hareketliliğin disiplinler arası boyutunu da kapsayan çalışmalar yürütmüşlerdir. Eseri bu yaklaşımla ortaya koymalarının amacını ise editörlerimiz Introduction kısmında şöyle vurgulamaktadır diyebiliriz: “Eğer göç çalışmaları kendi başına, teorisi ve metodolojisi ile birlikte disiplinler arası bir sosyal bilim olarak ortaya çıkarsa, bu kitap amacını yerine getirmiştir.”

Introduction – Ozan Koparan

Bu bölümün yazarlarına göre, sosyal bilimlerde ulusal göçe olan ilginin farklı göç hareketleriyle ilgisi vardır. Örneğin 2025 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nde toplumun %36,9’unu göçmenlerin oluşturacağı öngörülmektedir. Avrupa’da ise 2011 yılında toplam nüfusun %9,7’si oranında göçmen bulunmaktadır ve bu sayının 2021’e geldiğimiz zaman arttığını söylememiz yanlış olmaz. Aynı şekilde Kanada ve Avustralya gibi ülkelerde hem göçmen sayısı artmakta hem de göçmenlerin demografisi çeşitlenmektedir. Hatta 80’li ve 90’lı yıllara kadar sert göçmen politikalarına sahip olan Japonya ve Güney Kore’de bile göçmen sayısı giderek artmaktadır. Sonuç olarak tüm bunlar araştırmacıları bu konuda çalışmaya itmiştir. Ancak her ne kadar “göçler çağında” yaşasak ve göç gibi karmaşık fenomenler üzerine çalışmalar artsa da her akademik alan kendi içinde çalışmalar yürütmüş ve disiplinler arası bir çalışma üretme konusunda başarısız olunmuştur. Bunun sonucu olarak verimsiz ya da başkalarını tekrarlayan çalışmalar ortaya çıkmıştır. Tüm bunların ötesinde şu ana kadar yapılmış çalışmalar ya yukarıdan aşağı, pazar hareketlerine ve/veya göç politikalarına odaklanan ya da aşağıdan yukarı, bireysel göç tecrübesine ve/veya göçmen ailesine odaklanan çalışmalar olmuştur. Bunun dışında bir ayrım ise “eskiden ve şimdi” ve “eskiden şimdiye” çerçevelerini kullanan araştırmalardır.

Yukarıda görüldüğü üzere, çalışmalar farklı eksenler üzerinden yapılmaktadır. Yazarlar hareketliliğin tüm boyutlarını kapsayan teorik bir yaklaşımın zor olduğunu kabul etseler de bu kitapta disiplinler arası bir yaklaşımı geliştirmeyi hedeflemişlerdir. Hatta açıkça belirtmişlerdir ki eğer göç çalışmaları kendi başına, teorisi ve metodolojisi ile birlikte disiplinler arası bir sosyal bilim olarak ortaya çıkarsa, bu kitap amacını yerine getirmiş olur. Dolayısıyla birçok farklı alandan (sosyoloji, demografi, antropoloji vb.) bir araya gelen araştırmacılar, her bölümde hem kendi disipliniyle ilgili hem de hareketliliğin disiplinler arası boyutunu kapsayan bir çalışma yürütmüştür.

Çerçeveyi Oluşturmak

Bilindiği üzere, sosyal bilimlerde araştırmaya başlarken bir soru sorulması, sorunsal oluşturulması beklenir. Doğal olarak her disiplinin sorduğu sorular, kullandığı teorik çerçeve, hipotezlerini oluşturma şekli ve metodolojisi birbirinden farklı olacaktır. Örneğin, tarihçiler için odak noktası zaman, zamanlama ve zamansallık olacaktır. Sosyal bilimcilere yakın bir biçimde argümanlarını test etmek için ve sorunsallarını bir çerçeveye oturturken teorilerden yaralanırlar. Örneğin zaman içerisinde göç modellerinin nasıl değiştiğini ve bunun sebepleri ile ilgilenirler. Ancak sosyal bilimcilerin aksine farklı metodolojiler kullanırlar.

İnsan hareketliliğin bir başka boyutu ile ilgilenen alan ise antropolojidir. Antropologlar kültürlerin karşılıklı analizini yaparak evrensel bir teori oluşturmaya çalışır. Dolayısıyla antropologlar göçmen için göçmen olmanın ne anlama geldiğini ve hareketliliğe yol açan kültürel ve sosyal sebepleri anlamaya çalışır. Veri olarak ise tüm kaynakları kullanmalarının dışında katılımcı gözlemci olarak da veri toplarlar.

Coğrafyacılar ise özellikle insan hareketinin mekansal boyutu ile ilgilenir. Örneğin istihdam modelleri ve yerleşim modelleri arasındaki ilişkiyi incelerler.

Sosyologlar ve antropologların her ne kadar çalışma alanları ve teorik çerçeveleri birbirine yakın olsa da sosyologlar daha çok hedef ülke ve uyum üzerine çalışırken, antropologlar daha çok köken ülke üzerine çalışmışlardır.

Demograflar insan hareketliliği ile ilgilenen başka bir gruptur. Çünkü nüfusun değişiminde rol oynayan en önemli etkenlerden bir tanesi doğum ve ölüm ile birlikte göçtür. Demograflar ise genellikle ikincil verileri kullanırlar. Bununla birlikte demograflar teorik modeller kullanarak gelecekle ilgili projeksiyon yapabilirler. Ancak projeksiyon yapan tek disiplin demografi değildir. Ekonomide özellikle rasyonel davranış teorisine dayanarak projeksiyonlar yapılabilir. Genellikle talepten ve malların kısıtlı olduğu varsayımından yola çıkarlar. Kendilerinin oluşturdukları verileri ya da ikincil kaynaklı verileri kullanabilirler.

Siyaset bilimciler ise ulus devletler dolayısıyla sınırlar, egemenlik ve vatandaşlık gibi konular üzerine yoğunlaşırlar. Araştırmalarında yasa yapıcılarla yapılan görüşmeler ve istatistiksel veriler yer alır. Aynı zamanda kurumlarla ilgilenirler. Kurumlarla ilgilenen bir diğer disiplin ise hukuktur. Ancak kimi hukukçular bunun bir araştırma alanından çok bir nizam aracı olduğunu düşünür. Siyaset bilimciler gibi yasa yapıcılar ya da politikacılar ile yapılan görüşmeler araştırma yöntemleri arasında bulunur.

Disiplinler Arası Köprüler Kurmak

Yazarlar yukarıda değinildiği üzere, disiplinler arasında bir köprü kurmayı önermektedir. Bunu yaparken de daha önce yapılmış disiplinler arası çalışmaları örnek göstermektedirler. Örneğin tarihçiler, sosyologlar tarafından yapılmış çalışmaları kullanırken, demografların sosyoloji ve ekonomi gibi alanlardan yararlandığından bahsetmektedirler. Ancak disiplinler arası yaklaşımın içindeki zorunlu şeylerden bir tanesi de hangi disiplinin hangi bağımlı veya bağımsız değişkenle ilgileneceğidir. Kitaptaki bölümde, yukarıda sayılan 8 farklı disiplin için yazarlar tarafından bir model önerilmiştir. Bu model örneğin antropoloji için göçmen davranışı ve kimliği, cinsiyet ilişkileri gibi konuları bağımlı değişken, sosyal ve kültürel bağlam ile birlikte, ulus ötesi ağları bağımsız değişken olarak vermiş. Örnekten de anlaşılabileceği üzere, yazarlar bütünleşik bir teori sunma konusunda ısrarcı ancak bunu savunurken dayandıkları tek argüman bütüncül olmayan teorilerin etkili olmadığı ve birbirini tekrar ettiğidir. Ancak bunu gösteren bir örnek sunulmamış, bu da akla Bourdieu’nün “objectivation participante” yöntemini getirmiştir. Bundan dolayı belki de bu çabanın gerçekten etkili olup olmadığı sorusundan önce, araştırmacılar, onların çıkarları, kendi bilimsel alanları içerisindeki pozisyonları ve tüm sosyal koşullar değerlendirilmelidir.

Chapter 1: Time and Temporality in Migration Studies – Büşra Seray Düzyol

Kitabın ilk bölümü olan “Göç Çalışmalarında Zaman ve Zamansallık” (Time and Temporality in Migration Studies) bölümünün yazarı Donna R. Gabaccia’dır. Gabaccia bu bölümü yazarken yaklaşık 200 kaynak kullanmış ve bir nevi eleştirel literatür taraması yapmıştır. Hem siyaset bilimcilerin hem de tarihçilerin okumalarını yürüten yazar, aslında tarihin ve tarih çalışmalarının göç alanındaki yerini incelemiştir. Bu bölümde değinilen konular, göç çalışmaları gibi disiplinler arası bir alanda tarihçilerin katkıları ve bu alanda eser veren diğer disiplinlerin tarih alanına ne kadar atıfta bulunduğudur.

Gabaccia’ya göre tarihçilerin bu alana en önemli temel teorik katkısı zaman, zamansallık ve dönemlemedir (periyodizasyon). Yazarın vurgusu ayrıca göç çalışmalarının içkin zamansallığı ve sosyal bilimlerle tarihin daha önceki işbirliklerinden doğan bilgi türleri üzerinedir. Gabaccia yazısında göçün etimolojik kökeninden, göç çalışmalarının kurucularından, belli dönemlerde göçün kimler tarafından ve ne şekilde çalışıldığından, hatta göçle ilgili negatif kavramların ne zaman ve hangi toplumlarda ortaya çıktığından bahsetmiştir. Belirtildiği gibi, bu bölüm adeta göçün ve göç tarihinin bir şeceresidir. Ravenstein, Hoerder, Massey, Şikago ekolünün kadın ve erkek kolları, FitzGerald ve daha nice göç alanında çalışan uzmanlar bu metinde hem eleştirilmiş hem de alana yaptıkları katkılardan detaylı şekilde bahsedilmiştir. Fakat asıl odak tarihçilerdir. Yazarın iddiası odur ki tarihçiler, genel geçer bir kural olmasa bile, insan hareketliliğinin normal olduğunu öne sürmektedirler. Yazar ise insanların “yerinde” kalmasının doğal, normal ve hatta arzu edilen bir olgu olduğu varsayımına şiddetle karşı çıkmaktadır. Tarihçilerin iddiasına göre, tarihin uzun periyodizasyonunda göç, nadiren çözüm ihtiyacı olan bir sorun olarak ortaya çıkmaktadır. Bu ve diğer göç alt-alanlarında yazar, tarihçiler ve sosyal bilimciler arasında farklılıklar olduğunu öne sürmektedir. Bu farklılıklara daha iyi işaret edebilmek için iki sosyal bilimci tarafından yazılan (Castles ve Miller) Age of Migration (Göç Çağı) kitabı ile iki tarihçi tarafından yazılan (Harzig ve Hoeder) What is Migration History? (Göç Tarihi Nedir?) kitabını karşılaştırma yoluna gitmektedir. Yazarın çıkarımlarına göre sosyal bilimciler bu çağda görülen göçlerin daha önce eşi benzeri görülmemiş bir ölçekte ve kapsamda olduğunu ifade ederken aslında zamansallığı dikkate almaz ve zaten kitapta da çağdaş tarihçilerin bulgularına yer vermez. Buna karşı yazar, her iki kitapta da aslında disiplinler arası diyaloğun ve bilgi akımının teori temelinde gerçekleştiğini gözlemlemiştir. Neticede, tarihçiler eserlerinde sosyal bilimcilere büyük oranda referans verirken sosyal bilimciler tarihçilere ancak her on makalede bir referans vermiştir.

Özet olarak, Gabbacia’nın bu eseri başlangıç seviyesinde göç okur-yazarlığı bulunan ve literatürü daha yakından tanımak isteyen okurlar için bulunmaz bir kaynaktır. Hatta bu makalenin kaynakçası yeni başlayanlar tarafından bir okuma listesi olarak kullanılabilir. Yazar 200’den fazla kaynağı gözden geçirip değerlendirerek literatürü son derece kapsamlı bir şekilde taramış ve belki de alandaki en geniş çalışmalardan birini yürütmüştür. Bu açıdan alana ciddi bir katkısı vardır. Yazar ne kadar bu eserinde göç çalışmalarında tarihin, zamanın ve zamansallığın yerini araştırmış olsa da, sosyal bilimcilerin eserlerine de aynı oranda değinmiş ve karşılaştırmalı bir çalışma yürütmüştür.

Chapter 2: Demographic Analyses of Immigration – Pamir Tanrıkulu

İkinci bölüm, göç olgusunu daha iyi anlayabilmemiz için göç çalışmalarında gittikçe daha çok yer edinen nüfus biliminden yararlanmamız gerektiğine vurgu yapmaktadır. Demografiyi tanımlamak için nüfus bilimcilerin ne yaptığından yola çıkarak geniş çaplı bir tanım sunmuştur. Bu tanıma göre, demografi, doğum, ölüm ve göçün belirleyici faktör ve sonuçlarına dair disiplinler arası teorik ve deneysel analizler içeren bir bilim dalıdır. Bu bileşenlerin bir araya gelmesiyle nüfusun cinsiyet, yaş vb. dağılımları belirlenmektedir. Demografi, bu dağılımların sosyal, ekonomik ve diğer faktörler üzerindeki etkisini ve bunların birbirleriyle ilişkisini açıklamaya çalışmaktadır. Nüfus bilimi üzerine teorileri incelemeden nüfus terimini de “kendi kendini devam ettirebilme becerisi olan bireyler topluluğu” olarak açıklayıp bazı gözlemcilerin demografiyi niteliksel (formal) ve sosyal (social) olarak ikiye ayırdığını belirtmiştir. Niteliksel demografi; doğurganlık, ölüm oranı, yaş ve zaman gibi kavramlar arası ilişkiyi matematikten faydalanarak modellerken sosyal demografi kâğıt üstünde olmayan faktörlerin doğurganlık, ölüm oranı ve göçle ilgisini çalışmaktadır. Son yıllarda göç akınlarının gelişmiş ülkelerde ciddi anlamda nüfus artışına neden olmasıyla, sosyal demografi kapsamı genişletilip nüfus-temelli çalışmalar (population-based studies) olarak kavramsallaştırılmıştır. Göç alanında çalışan nüfus bilimciler, şu üç soruyu cevaplamaya gayret göstermektedir: 1) Hangi faktörler göç edenlerin sayısını ve kim olduklarını belirliyor? 2) Hangi faktörler göçmenlere göç alan ülkelere vardıktan sonra ne olduğunu belirliyor? 3) Göçmenlerin bu ülkeler üzerinde ne gibi etkileri oluyor? Başka bir deyişle, göç sürecinin giriş, gelişme ve sonuç bölümlerine ayrılması denilebilir bu sorular için. Bölümün devamında, bu soruları yanıtlamada yardımcı olan temel teorilerin özetlerini görüyoruz.

1. İnsanlar Neden Göç Eder?

Neo-klasik iktisat teorisine göre, makro düzeyde, iş gücüne arz ve talep, bölgeler arası değişkenlik gösterdiğinden maaşlarda da farklılık oluşmakta ve bu durum göçe teşvik etmektedir. Mikro düzeyde ise, bireyler taşınmanın onlar için kârlı olup olmayacağına dair mantıklı kararlar almaktadırlar. Bu teoriye göre göç, bireylerin kârlarını maksimize etmeyi hedefledikleri bir yatırım stratejisidir. Göçün yeni ekonomi teorisi ise iş gücü piyasasının yanında ev ve ev halkının ihtiyaçlarını da hesaba katarak göçmenler için risklerin minimuma indirilmesinin önemini vurgulamaktadır. Bu bakış açısına göre, bulundukları sosyal sınıf, yakınlarının gelir düzeyi ve sosyal hareketlilik potansiyelleri bireylerin göç etme kararını etkilemektedir. Sistemsel eşitsizlikler de göçü tetiklerken ailenin bir veya birden fazla üyesinin başka bir ülkede çalışıp geride bıraktığı ailesine düzenli olarak para göndermesi, geçim konusunda riski azaltacağından tercih edilebilmektedir. Bölünmüş iş gücü piyasası teorisi, iş gücünü birincil ve ikincil olarak ayırmakta ve birincil sektörün temel ihtiyaçlara yönelik, daha iyi yapılandırılmış firmalar ve daha çok para kazandıran işlerden oluştuğunu, ikincil sektörün ise fiziksel iş gücüne dayalı, sezonluk ve düşük ücret karşılığı çalışan işçilere yönelik olduğunu belirtmektedir. Gelişmiş ülkelerde, ikincil iş gücüne olan talep azlığından ötürü, göçmenler tarafından bu ihtiyacın karşılanması ve bu sayede göç alan ülkelerde göçmenlerle yerli halk arasındaki rekabetin en aza indirgenmesi bu teoriyle açıklanmaktadır.

Dünya sistemleri teorisi, New York, Los Angeles, Londra vb. şehirlerin dünyanın finansal başkentleri olmasından ötürü çok sayıda göçmen çektiklerinden bahsetmektedir ama bu göçmenlerin önemli bir kısmının geldikleri ve gittikleri ülkeler arasında güçlü finansal bağlar olduğuna vurgulamaktadır. Birleşik Krallık’taki Hint göçmenlerin yoğunluğunun koloni geçmişiyle alakalı olduğunu örnek veren teori, göç kararlarının sadece bireysel sebeplerle açıklanamayacağının altını çizmektedir. Sosyal ağ teorisi, mikro düzeyde, bireyler arası bağlantıların göç kararlarını nasıl etkilediğini incelemektedir. Bilgi aktarımı ve güven ilişkisi oluşumu göçmen ağlarını da oluşturmakta ve bu ağlar potansiyel göçmenler için göç riskini aza indirgemektedir. Son olarak, demografik değişiklik sebepli göç teorisi, zamanla doğurganlık oranının düşmesi ve eğitim düzeyinin yükselmesiyle niteliksiz iş gücü açığının ortaya çıktığını, bunun da farklı ülkelerden işçilerin gelmesiyle göç akımına sebep olduğunu belirtmektedir.

2. Göçmen Entegrasyonu

Asimilasyon perspektifleri klasik ve yeni olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Oldukça yaygın olan klasik asimilasyon teorisi, zaman içerisinde göçmenlerin göç ettikleri ülke vatandaşlarının normları, değerleri, davranışları ve karakteristik özellikleriyle benzeşeceği, kalma süreleri uzadıkça bu benzerliğin artacağı, özellikle sonraki nesillerde bunun daha da çok görüleceğini öngörmektedir. Alba ve Nee (2003) yeni asimilasyon teorisi diye adlandırdıkları bakış açılarıyla, insan hakları hukuku temelli olanlar başta olmak üzere bazı kurumların asimilasyona ulaşma konusunda önemli rol oynadıklarını vurgulamıştır. Göçmenler arası dayanışmanın da çoğunluk tarafından kabul görmekte faydalı olabileceğini belirtmiştir. Dezavantajlar üzerinde duran çoğu teoriye karşı etnik avantaj modeli, göç edilen ülkelerde bir araya gelen aynı etnik kökenden bireylerin birbirleri için bir çeşit kültürel kaynak haline geldiğini ve onlara avantaj sağladığını savunmaktadır. Ayrıca, etnik toplulukların göçmen çocuklarının kültürlerinden kopmamaları, kendilerini bir yere ait hissetmeleri ve daha başarılı olmaları için teşvik ettiğine dair fikirler öne sürmektedir. Etnik dezavantaj modeli ise, etnik farklılıkların asimilasyonu geciktirdiğine, dil ve kültürel benzerliğin asimilasyon için yeterli olmadığına vurgu yapmaktadır. Çoğu üçüncü dünya ülkesinden gelen göçmenlerin, durumlarını kendi ülkelerindeki sosyo-ekonomik şartlarla kıyaslamaları bu gecikmeyi fark etmelerini önleyebilmekte ancak bu sonraki nesillerle beraber iyice ortaya çıkmaktadır. Irklaştırma teorileri, Latin Amerika ve Asya’dan göç edenler için etnik farklılık perspektiflerinin yetersiz kaldığını öne sürmektedir. Her ne kadar ırk da etnisite de sosyal olarak inşa edilse de ırk aşılması daha zor, daha derin bir kavram olarak görülmektedir. Etnik köken temelli diğer perspektiflerden en büyük farkı, asimilasyonu zaman içerisinde dahi olası görmemesidir. Bölünmüş asimilasyon modeli, göçmen tecrübelerinin genellenemeyecek kadar farklılık gösterdiğini, göçmen gruplarının sosyo-ekonomik konum, etnik köken, geldikleri ülke gibi faktörler doğrultusunda farklı asimilasyon süreçlerinden geçebileceğini veya hiç geçemeyeceğini belirtmektedir.

Çokkültürlülük modeli, entegrasyonun birçok açıdan ve farklı zaman dilimlerinde gerçekleşebileceğini savunmaktadır. Bu yüzden bu görüşü benimseyen ülkeler, asimilasyon yerine entegrasyon terimini kullanmayı ve ona yönelik politikalar geliştirmeyi tercih etmekte, örnek olarak Avrupa ülkeleri bu görüşe yakınlığıyla bilinmektedir. Post-endüstriyel-bireyci perspektif, çokkültürlülüğün ilk savına katılsa da onun aksine gruplar içi ve gruplar arası heterojenlik üzerinde durmaktadır. Önceki zamanların aksine, post-endüstriyel ülkelerin vatandaşları arasında farklılığı ve bireyciliği teşvik ettiğini, haliyle, bu toplumlardan bahsedilirken belli bir kalıba koyulamayacaklarını vurgulamaktadır. Sonuncu teori olan dışlanma perspektifi, ülkeye yasadışı yollardan giriş yapmış göçmenlerin gittikçe daha çok etiketlendiğini ve ayrımcılığa maruz kaldığını, göçmenlerin göç alan ülkede doğan çocuklarının bile bundan etkilendiğini ve sonuç olarak toplum tarafından dışlanma aşamasına geldiklerini anlatmaktadır. Bu durumun entegrasyonu büyük ölçüde engellediğini vurgulamaktadır.

3. Göçün Göç Alan Ülkelere Etkileri

Bu konudaki görüşler kültürel çeşitliliğin negatif ve pozitif olduğu şeklinde ikiye ayrılmaktadır. Birinci görüş, çeşitliliğin toplumsal dayanışmayı baltaladığını savunmaktadır. Bu bakış açısına göre, göç etnik çatışma olasılığını artırmakta ve bu etnik gruplar arası sınırları daha da belirgin hale getirmektedir. Mesela, grup-tehdidi kuramı azınlık grup genişledikçe daha büyük oranda tehdit oluşturduğu için negatif tutumlarla karşılaşma olasılıklarının da artacağını öngörmektedir. İkinci görüş ise, tam tersini savunarak azınlık grupların sayıları çoğaldıkça gruplar arası üyelerin iletişiminin de artmasıyla taraflar arası hoşgörü, saygı gibi pozitif duygular uyanmasını beklemektedir. Gordon Allport’un (1954) ünlü temas (contact) hipotezi bu görüşün temeli kabul edilmektedir. Gruplar arası bağ derinleştikçe, pozitif duyguların da yaygınlaşması öngörülmektedir. Zaman içerisinde, farklılıklarla başa çıkma becerisi kazanılmasıyla yaratıcılık, problem çözme kapasitesi gibi konularda gelişme gözlemlenmekte ve uzun vadede göç faydalı bir olgu haline gelmektedir. 

Chapter 3: Economic Aspects of Migration – Eren Batukan Ulaman

Yazar Philip Martin, kitabın bu bölümünde göçün ülke ekonomileri, göç alan ülkedeki insanlar ve göçmenler üzerindeki etkilerini incelemiştir. Philip Martin, göçmenlerin ABD üzerindeki etkisini incelerken aynı zamanda, hükümetlerin göçmenlere karşı aldığı önlemler ve göçmen politikalarına da değinmiştir. Göçmenler için oldukça popüler bir nokta olan ABD’nin politikalarının ve göçmenlerin ABD ekonomisine etkilerinin incelenmesinin, göç alan önemli Batı devletleri hakkında da fikir sahibi olmak açısından oldukça faydalı olduğu söylenebilir.

ABD’nin kurucularının bile Avrupalı göçmenler olduğu düşünüldüğünde, ABD ve göç ilişkisinin temellerinin oldukça sağlam olduğu görülebilir. Sonuçta, bugünkü ABD’nin oluşması göçmenler sayesinde oldu denebilir. Tabii ki ABD için göçün hikayesi sadece bu kadar değildir. Yazarın verdiği verilere göre, ABD her gün 100 binden fazla yabancıyı ağırlamakta ve bunların 3100 tanesi göçmen vizesi alıp ABD vatandaşı olmaya çalışmaktadır. Peki bu kadar çok yasal ve yasa dışı göçmen alan bir ülkenin bugünkü güçlü ekonomisi bu göç hareketinin bir sonucu olabilir mi? Yazar Martin de bölümünde bu sorunun cevabını aramıştır. Verilere göre, 2010 yılında, ABD’de 40 milyon ABD vatandaşı olmayan insan vardı ve bu sayı ABD’yi en çok yabancı ülke vatandaşı barındıran ülke yapmaya yetmektedir. Amerikalıların çoğu yasal yolla gelen mültecilerin ülke ekonomisi için yararlı olduğunu düşünse de yasa dışı göçmenler ABD için zaman zaman problem oluşturabilmektedir.

Martin, göçün ABD’ye olan ekonomik etkilerine bakarken bunu Makro-ekonomik etkileri ve iş gücü piyasası üzerindeki etkileri olmak üzere iki başlıkta incelemiştir. Makro-ekonomik etkilere baktığımızda, bir ülkenin göç almasının ekonomisini büyüttüğünü ve GSYİH (Gayrisafi Yurtiçi Hasıla)’nin arttığını görüyoruz. Fakat ekonomistlerin çoğu bu GSYİH artışının işverenlere ve göçmenlere gittiğini söylemektedir. Göçmenlerin daha az paraya zor işlerde çalışabiliyor olması işverenlerin harcamalarını azaltmakta ve GSYİH’nin artmasını sağlamaktadır. İş gücü piyasası üzerindeki etkilere geldiğimizde, göçmenlerin etkileri “Vaka Çalışmaları”, “Ekonometrik Çalışmalar” ve “Ekonomik Hareketlilik Çalışmalar” olmak üzere 3 farklı çalışma ile incelenmektedir.

Vaka Çalışmaları, göçmenlerin bazı endüstrilerde, diğer endüstrilere göre daha farklı bir etkisi olabildiğini öne sürmektedir. Martin; 1982’de, Kaliforniya’da, çalışanların zam için grev yapması sonucunda işlerini kaybettiğini ve bu işlerin göçmenlere verildiğini örnek olarak vermiştir. Bir ülkede göçmenlerin bulunması, daha az para ile ve daha kötü koşullar altında çalışmayı kabul etmeleri, işverenlere çalışanlar karşısında büyük bir avantaj sağlamaktadır. Tabii ki bu, her işin göçmenlere verilebileceği anlamına gelmemektedir. Özellikle göçmenlerin eğitim durumunun herhangi bir vatandaştan daha kötü olabileceğini düşünürsek, işverenlerin bu avantajının sadece ağır ve kötü koşullar altında çalışılan işler için geçerli olduğu söylenebilir. Tabii ki göçmenler sadece kötü işlerde, ağır koşullar altında çalışmamaktadırlar. Batı ülkelerindeki önemli birçok ismin göçmen veya göçmen çocuğu olduğunu görebiliriz. Google ve Intel’in göçmenler tarafından kurulmuş olması, göçmenlerin sadece ağır işleri yapıp ekonomiye katkı sağlamadığını, ayrıca önemli şirketler de kurabildiklerini göstermektedir. Ekonometrik Çalışmalar ise göçün sanılanın aksine bir ülkedeki maaşlar ve iş imkanları üzerinde çok da büyük bir etkisi olmadığını söylemektedir. Göçmenler, ABD’ye birçok konuda bir ABD vatandaşından daha eksik olarak gelseler de İngilizce konuşmayı öğrenip yaptıkları işlerde tecrübe edinerek aldıkları ücretleri de artırmaktadırlar. Yani uzun vadede maaşlar üzerinde büyük bir etkinin olmadığını görüyoruz. Ekonomik Hareketlilik Çalışmaları ise göçmenlerin aldıkları ücretlerin geldikten sonra nasıl arttığını incelemektedir. Bir önceki bölümle ilgili olarak da söylendiği gibi, göçmenler dil öğrenip tecrübe edindikçe ABD vatandaşlarının ücretlerini yakalayabilmektedirler.

Kamu maliyesi üzerindeki etkilere gelindiğinde, Martin, ABD’deki göçmenlerin tek bir çatıda incelenemeyeceğini söylemiştir. Eğer bir göçmen yaşlı, çalışamaz durumda veya bir çocuk ise, hastane, okul gibi kurumlardan daha fazla yararlanabilmekte ve bir çalışana göre hükümete ödediği vergi de daha az olmaktadır. Diğer yandan, genç ve eğitimli bir göçmenin kullandığı hizmetler ve ödediği vergiye bakıldığında, devletin daha karlı olduğu görülmektedir.

Girişimcilik konusunda ise, göçmenlerin kendi işini kurmaya herhangi bir vatandaştan daha eğilimli olabildiğini görmekteyiz. Bu, düşük eğitim düzeyi yüzünden bir işe girememekten de girişimci ruhtan da kaynaklanıyor olabilir. Ama göçmenlerin gittikleri ülkede kendi kültürlerine ait dükkanlar ve restoranlar açmasının ülke ekonomilerine büyük katkı sağladığı görülebilmektedir.

Sonuç olarak, Martin’in “Göçün Ekonomik Yönleri” bölümünde, göçmenlerin başta ucuz iş gücü olarak GSYİH’ye katkı sağlasa da uzun vadede onların da ABD vatandaşlarını yakalamasıyla maaşları üzerinde olumsuz bir etkinin kalmadığı anlatılmıştır. Her devlet göçe karşı birbirinden farklı politikalar izlese de bir ülkenin hem eğitimsiz hem de eğitimli göç alması o ülke ekonomisine uzun vadede büyük katkılar sağlamaktadır. Gelen göçmen eğitimsiz olsa da kendini geliştirmekte ve bir vatandaşın sahip olduğu artılara sahip olmaktadır. Uzun vadede, bir Amerikalı kadar donanıma sahip oldukları ve bulundukları ülkeye girişimcilikleri ve gelişimleri ile katkı sağladıkları için, göçmenlerin ekonomiye zararlı değil, yararlı olduğu savunulabilir.

Chapter 4: The Sociology of International Migration – Simge Yaren Şenkula

Kitabın dördüncü bölümü göç sosyolojisini konu almıştır. Uluslararası Göç Sosyolojisi adlı bölümün yazarı Profesör David Scott FitzGerald, San Diego üniversitesinde Sosyoloji bölümünde öğretim görevlisidir. Aynı zamanda üniversite bünyesindeki Karşılaştırmalı Göç Çalışmaları Merkezi’nde eş başkanlık görevi yapmaktadır. Dolayısıyla göç sosyolojisine giriş niteliğindeki bu bölüm hem teoriler hem örnekler bakımından zengin bir içerik sunmuştur. Dahası, göç sosyolojisini ekonomi ve siyaset bilimleri alanlarıyla karşılaştırarak disiplinler arası bir bakış açısı sunmuştur.

İlk sayfalarda, tarihsel olarak göçün sosyolojideki yerine bakılmıştır. Göç ve sosyoloji arasındaki ilişki oldukça önemlidir. Çünkü sosyolojinin akademik temelleri 20. yüzyılın kitlesel göç hareketleriyle atılmıştır. Ancak yazar, bu ilişkinin masum bir akademik alan olmadığını, zamanının trendinin bilimsel ırkçılık ile iç içe geçtiğini hatırlatmıştır. Öyle ki 1914’te Amerikan Sosyoloji Derneği’nin (ASA) başkanı Edward Ross, Güney Avrupa, Afrika gibi bölgelerden göç kabul eden Batı Avrupa’nın ırksal bir intihara kalkıştığını iddia etmektedir. Bugün, elbette sosyologlar öjenik yaklaşımları reddetmektedir. Ancak FitzGerald’a göre, bugün bilimsel ırkçılık yerini etnik kökenlere dayalı bir rekabet yaklaşımına bırakmıştır. Bu durumu akılda kalıcı bir şekilde, “Etnik Olimpiyat Oyunlarına” benzetmektedir. Sosyologların artık zayıf ırkların ihracını istemek yerine, değişik etnik grupların uyum performanslarını yarıştırdıklarına dikkat çekmektedir. Sadece farklı etnik gruplar değil, aynı etnik gruba ait farklı kuşakların da yarıştırıldığını görmekteyiz.

Sosyologlar, diğer disiplinlerin yardımıyla daha farklı perspektifler edinerek uluslararası göçü anlamaya çalışmaktadır. Bu kitap bölümünde de çeşitli akademik alanların katkıları görülebilmektedir. Ancak aynı çeşitlilik inceleme konularında görülmemektedir. Örneğin, Amerikan merkezli bakış açısına sahip yazar, küresel güneyden güneye göçü es geçmiştir. Göç çalışmalarının Amerikan kökenli olması ve Amerika’nın en çok göç alan ülkelerden biri olması bu duruma sebep gösterilebilir. Ancak bu durum Amerikan bakış açısındaki boşluklara dikkat çekmek isteyenler için bir fırsat niteliğindedir. Yazarın kendisi de ülkeler arası karşılaştırmalarla zaman zaman bu boşluklara ışık tutmuştur.

FitzGerald, daha sonra göç çalışmalarında kullanılan beş farklı sosyolojik yaklaşımı tanıtmıştır. Her biri ayrıntılı olarak açıklanmış bu kuramlar sırasıyla; Seçilim, Klasik Asimilasyon, Parçalı Asimilasyon, Transnasyonalizm ve Disimilasyon (farklılaşma)dur. Yazar bu kuramları açıklarken göçü şekillendiren politik faktörlere önem vermiştir. Uluslararası göç doğası gereği politik bir konu olduğundan bu konuda diğer göç türlerinden ayrılmaktadır.

Seçilim

Seçilim; kim, neden göç eder sorularına odaklanmıştır. Makro-ekonomik faktörlerin yanı sıra, sosyologlar neoliberalizm ile yaratılmış “dünya sistemini” öne sürmektedir. Örneğin kapitalist devletler geçici, erkek göçmenleri tercih ederek ailelerin büyümesini engelleyebilmektedir ya da kolonyalizmin(sömürgecilik) günümüzdeki yansımaları ters yönde göç akımları yaratabilmektedir (Cezayir’den Fransa’ya, Hindistan’dan İngiltere’ye vb.). Dünya sisteminde, sosyologlar ağları(network) ve demografik modelleri de açıklamaktadır. Örneğin, yaş, eğitim gibi faktörler öz seçilimde etkilidir. Sosyal bağlantılar (kaçakçılar, işverenler ya da kar amacı gütmeyen hayır kurumları) hem öz seçilimde hem de hedef ülkeye vardıktan sonra asimilasyon sürecinde oldukça önemli yer kaplamaktadır. Networklerin etkisi olumlu olabileceği gibi, olumsuz sonuçları da olabilir. Bununla birlikte, siyaset sosyologları devletlerin rolüne değinmektedir. Kimin kabul edilip kimin dışlanacağını kontrol edebilen devletlerin göç akımlarında oldukça etkili olduğunu görmekteyiz. Şimdi, olmazsa olmaz gibi görünen pasaportlarımız Birinci Dünya Savaşı öncesine kadar yaygın bir zorunluluk değildi. Liberal devletlerin neden kamuoyuna karşı çıkarak çok sayıda göçmen kabul ettiği, yine siyaset sosyolojisini ilgilendiren bir sorundur. Politik nedenler ve dış politika, devletlerin göç politikalarında oldukça etkilidir. Yazar burada Kanada’yı örnek vermiştir. ABD’yi Latin Amerika ülkeleri ile arasına tampon bölge yapan Kanada, vasıflı işçi göçmen alımı konusunda başarılı politikalar uygulamaktadır. Yine Kanada, İkinci Dünya Savaşı sonrası Polonyalı mültecileri 2 yıl çiftçilik yapma koşuluyla kabul etmiştir. Bu iki örnek, Kanada’da göçmenliğin çok kültürlülük ilkesinden çok stratejik çıkarlar ile değerlendirilebileceğini göstermektedir.

Klasik Asimilasyon ve Entegrasyon

İlk asimilasyon fikirleri, homojen bir Amerikan kültürü öngörmüştür. Daha sonra, çok kültürlülüğü ve çoğulculuğu da içine alan farklı asimilasyon türleri ortaya çıkmıştır. Buna göre, göçmenler Anglo-Sakson kimliğine bürünebilmekte, göçmenler ve yerliler karşılıklı değişimler yaratabilmekte ya da çoğulcu yaklaşımda olduğu gibi göçmenler çevreye adapte olurken etnik benliklerini koruyabilmektedirler. Bu son yaklaşıma rağmen, asimilasyon hem erken dönem tanımları yüzünden hem de değişimin yükünü göçmenlere atfetmesinden dolayı olumsuz bir imaja sahip gözükmektedir. Yazar, daha çok Avrupa ile özdeşleşen entegrasyon kelimesinin daha başarılı bir sonuç getirmediğinden bahsetmiştir. FitzGerald, bu tanımları yaparken bazı sorular sormaktadır. Yerliler gerçekten asimilasyon istiyor mu? Bu sorunun cevabı Amerika için olumluyken, Körfez ülkelerinde asimilasyonun gerçekleşmemesi yönünde çabalar olduğunu görmekteyiz. Yine Hollanda’da çok kültürlülük ilkesi göçmenlerin geri dönüşleri için araç olarak kullanılmaktadır. Kendi dillerinde eğitim görebilen göçmenlerin, geri dönüşte memleketlerine daha kolay adapte olması amaçlanmaktadır. FitzGerald, daha çarpıcı bir örnekle Amerika’daki tüm göçmenlerin de asimile olmasının istenmediğini göstermektedir. Amerikalı bir işveren, tarım alanında çalıştıracağı vasıfsız bir işçinin Amerikanlaşmasına ve hakları konusunda daha bilinçli olması ihtimaline sıcak gözle bakmamaktadır ya da Çinli işçilerin çalışkanlık özelliklerinin asimile olması beklenmemektedir. Dolayısıyla asimilasyon da çok kültürlülük de oldukça tartışmalı ve hatta çelişkili konular olarak karşımıza çıkmaktadır.

Parçalı Asimilasyon

Klasik asimilasyon teorilerinden farklı olarak parçalı asimilasyon, etnik köken, statü gibi faktörlerin de etkisiyle Amerikan toplumunda “parçalı” bir şekilde asimile olduklarını öne sürer. Örneğin, ikinci nesil bir göçmen, yerli marjinal azınlık grupları ile etkileşime geçerek İngilizceyi daha hızlı öğrenebilir, ebeveynlerinden daha hızlı ve farklı bir asimilasyon gerçekleştirebilir. Bu grup daha aşağı bir asimilasyon gerçekleştirirken, ailenin ve çocukların benliklerini koruyabildiği durumlarda çift kültürlü çocuklar daha üst gruplara doğru asimile olurlar. Bu durumun evrensel olup olmadığı tartışmalıdır. Dahası, aşağı/yukarı doğru asimilasyon yine tartışma yaratan bir kelime seçimidir. FitzGerald, Amerikan mutfağına alışan bir Meksikalının sağlığını bozan bu diyetle aşağı asimilasyon mu yoksa yukarı asimilasyon mu geçirmiş olduğunu sorgular. Dahası, bu kuram yukarıda bahsedilen Etnik Olimpiyat Oyunları yaklaşımını desteklemektedir.

Transnasyonalizm

Transnasyonalizm, çoğu kez ihmal edilmiş olan memleketi merkez alır. Göçmenleri etkileyen, sadece hedef ülkenin politikaları ve kültürü değildir. Geride bıraktıkları insanlarla gerçekleştirilen etkileşim de incelenmesi gereken bir konudur. Dahası, göçmenler kendileri değişerek geldikleri ülkeyi de bu etkileşim sayesinde değiştirirler. Çoğu gelişen ülkeye göçmenler tarafından gönderilen havalelerin toplamı, dış ülkeler tarafından gönderilen yardımların iki katıdır. Sosyologlara göre bunda göçmenlerin memleketlerine karşı ispatlamaya çalıştıkları statü ve imaj kaygıları etkilidir.

Disimilasyon (farklılaşma)

Henüz yeni bir kuram olan disimilasyon, asimilasyon ve transnasyonalizm arasında orta yolu bulmayı amaçlar. Yazar, disimilasyon sürecini farklılaşma olarak tanımlar ve bu süreci asimilasyonun unutulmuş ikiz kardeşine benzetir. Bir göçmen asimile olurken bir kültüre yakınlaşırken, bir başka kültüre yabancılaşır. Ya da, asimile olmayı reddeden bir göçmen kendi kültürünü korur, ama çevresine yabancı kalır. Farklılaşma süreci, asimilasyon derecesine bağlıdır.

Chapter 5: Theorizing Migration in Anthropology – Esra Akbulut
Bu bölümün yazarı, Caroline B.Brettell, Kanadalı göç ve cinsiyet alanında tanınan kültür antropoloğudur. Bu bölümde; Patterns of Mobility: From Typologies Meaning, Articulating Micro and Macro/ Global and Local/Here and There, The Socıal Organization of Migration: Kinships, Networks,and Gender, Theorizing Migration/ Theorizing Ethnicity and Identity, Citizenship and Belonging/ Inclusion and Exclusion, The State, The City, And Multiculturalism olmak üzere altı başlık yer almaktadır. Yazar bu başlıklar ile, antropolojide önemli çalışmaları karşılaştırmalı bir bakış açısı ile ele alarak, antropolojide göçün teorileştirilmesini ve neden teorileştirilmesi gerektiğini yapılan farklı çalışmalardan örnek göstererek açıklamayı amaçlamıştır. Yazara göre, göçün neden yapıldığını anlamak ve bunu yaparken de antropoloji alanına giren göçün göçmenler açısından kültürel ve sosyal sonuçlarını tartışmak antropologların önemli amaçlarındandır. Antropologlar, tüm var olan kaynakların yanı sıra katılımcı gözlemci olarak veri toparlar. Yazar, bu doğrultuda antropologların, kültürlerin karşılıklı analizini yaparak evrensel bir teori oluşturmayı amaçladıklarını belirtmektedir. Yazar, göç olgusunu doğru analiz etmek ve yeterince anlayabilmek için antropolojiyi anlamak gerektiğini belirtmiş ve bu bilimin göç olgusuna katkılarını vurgulamıştır. Bunu yaparken de çok fazla çalışmayı referans göstermiştir. Bölüm sonundaki notlar bölümü bazı bölümleri anlamayı kolaylaştırmış ve referansı güçlendirmiştir.

İlk olarak giriş kısmında, 1920’li yıllarda Margaret Mead’in Yeni Gine’de göçmen erkekler üzerindeki gözlemlerini örnek göstererek, etnografik tanımlamalar ve farklı kültürler ile ilgili verilerin, etnografik saha çalışmalarının, 1960’lı yıllarda antropolojik çalışmaları şekillendirdiğini ileri sürmüştür. Farklı yerlerdeki farklı kültürler referansında etnografik saha çalışmaları göçü teorileştirmeyi mümkün kılıyordu. Yazara göre, 1970’lı yıllardan bu yana, antropoloji alanında göç çalışmaları, uluslararası göçmenleri, iç göçü de kapsayacak şekilde dikkate alınmıştır. Antropologlar, göçün geniş demografik kapsamından çok göçmenlerin geldikleri yer ile gittikleri yer arasındaki eklemlemeye odaklanırlar. Ayrıca, antropolojinin anlama ve deneyime olan ilgisi, göçmen özellikleri ve kimlikleri üzerine çalışmaları ortaya çıkarmıştır. Giriş bölümünün son kısmında yazar, bu çalışmanın amacını ve yöntemini açıklamıştır.

Bu bölümün ilk başlığında yazar, dünyanın farklı bölgelerindeki farklı göç türlerini ele alarak, göç motivasyonunun yerel, ulusal ve uluslararası ekonomiler tarafından şekillendirildiğini savunan Ganzalez’in (1961) varsayımlarına yer vermiştir. Yazar, antropologlar tarafından göç ile ilgili kavramların ve tanımlamaların yazarların yaklaşımlarına göre farklılaştığını ve göç türlerinin tartışıldığını belirtmiştir. Bu başlıkta dikkat çeken bir diğer kısım ise, devlet politikalarında göçmen tanımlamasının tartışıldığına dikkat çekilmesidir. Göçmenlerin yaşadıkları deneyimler ile oldukça ilgilenen antropologların gözlemleri, yazar tarafından, geriye göç kavramı ile ele alınmıştır. Göçmenlerin kendi ülkelerine döndükten sonraki deneyimlerine de değinen yazar, kendi toplumlarında da kabul görmediklerinin altını çizmektedir. Diğer yandan, tipolojinin iki boyutu olduğunu belirten yazar, ilki göç ile ilgili strateji geliştirmek ile ilgili iken diğerinin göçmenlerin yaşadıkları deneyimler üzerindeki etkisi ile ilgili olduğunu açıklamıştır.

İkinci başlıkta, yazar göç türlerinin tanımlanmasının gönderen ve alıcı toplumlar arasındaki eklemlenme şeklini kuramsallaştırmanın bir yolu olduğunu savunmaktadır. Bu eklem sorununu antropologların dört farklı analitik yaklaşıma dayandırdıkları açıklanmıştır. Bunlar; “modern teorisi”nden ortaya çıkan küresel kapitalizmin etkisini vurgulayan, “tarihsel- yapısal yaklaşım”, göç kültürü formülasyonu ile ilgili olan ve “ulus ötesi” ve “diaspora” yaklaşımlarıdır. Yazar, bu başlıkta yaklaşımları, göçmenlerin göç etme motivasyonunu tartışmış ve bunun yanı sıra göçmen deneyimlerini dikkate almıştır.

Üçüncü başlıkta yazar, antropologların genellikle bireylerin ve ailelerin yaşamlarında ve özellikle de girdikleri dünya ile bıraktıkları dünyayı ifade eden kişisel, ekonomik ve sosyal bağlantılarda ulus ötesi süreçleri ele aldıklarını ifade etmiştir. Yazar, disiplinin köklerinin akrabalık ve sosyal örgütlenme araştırmalarına dayandığını ve dolayısıyla antropolojide göç çalışmalarının merkezinde de akrabalık ve sosyal örgütlenmenin yer aldığını savunmaktadır. Yazar, bu başlıkta sosyal ağ kavramına dikkat çekmektedir. Antropologların, sosyal ilişkilerin nasıl inşa edildiği, şekillendiğini sorgulayan teorilerin de büyük ölçüde akrabalık ve arkadaşlık bağlarına dayanan ağların rolünü incelediğini belirtmiştir. Antropolojinin de diğer disiplinler gibi bu ağların göç süreci üzerindeki önemini kabul ettiğini belirten yazar, antropologların aynı zamanda yerleşim sürecinde ağların rolüne de önem vermiş ve bu yüzden kuramsallaştığını ifade etmiştir. Bu bölümde, göç olgusunda kadın, kadın rolüne antropologlar açısından değinen yazar, kadınların göç çalışmalarından göz ardı edilen veya erkek göçmenlerin bakmakla yükümlü olduğu kişi veya pasif kişiler olarak görüldüklerini belirtmiştir. Yazara göre, yapılan çalışmalara bakıldığında, cinsiyetin göç etme kararında olduğu kadar, kabul eden topluluğa yerleşme sürecinde de önemli olduğu görülmektedir. Bu doğrultuda, yazara göre, antropologlar göçte cinsiyetin önemini ön plana alarak disipline katkı sağlamışlardır.

Dördüncü başlıkta yazar, antropologların, kimlik ve dolayısıyla etnisiteye artan ilginin kültür kavramı ile iç içe geçmesine bağladığını ifade etmektedir. Ardından, bu iki kavram ile ilgili yaklaşımları açıklayan yazar, antropologların yaklaşımını ele almış ve dünyanın farklı bölgelerinde yapılan çalışmalar ile örneklendirme yapmıştır. Yazar, göçmen kimlikleri etrafında inşa edilen sembollere, etnik işaretlerin analiz edildiği material culture da değinmiştir. Bununla beraber, dini ritüellerin de antropologların göç çalışmalarında dikkate alınan bir konu olduğu yazar tarafından vurgulanmıştır. Vatandaşlık ve Aidiyet ile ilgili olan başlıkta yazar, antropologların, vatandaşlığa sadece siyasi veya yasal bir statü olan birçok hak ve yükümlülükleri beraberinde getiren bir olgu olarak değil, dinamik ve olumsal bir kültürel ve sosyal süreç olarak yaklaştıklarını belirtmiştir. Kültürel vatandaşlık diye tanımladıkları şey; çok kültürlü siyasi aidiyet anlayışı ifade eder ve insanların günlük yaşantılarında vatandaşlığı nasıl uyguladıklarına dikkat çekmesidir. Yazara göre, antropologlar da tıpkı siyaset bilimciler ve hukuk bilimcileri gibi, devletin ve hukukun göçmenlerin yaşamları üzerindeki etkisiyle ilgileniyorlar. Ancak, antropologların odak noktası, genellikle sınırların denetlenmesi ve sınırların üretilmesiyle ortaya çıkan ideolojiler ve teknolojiler olmuştur. Bu bağlamda, yasadışılık, sığınma ve sınır dışı etme ile ilgili bir dizi çalışma ortaya çıkmıştır.

Son başlıkta yazar, yeni antropolojik çalışmalarından bazılarının, ülkelerin göç politikalarında göçmenleri kontrol etmek için kullandıkları belgelere odaklandığını belirterek Yunanistan’daki pembe kart uygulamasına örnek vermiştir. Yazar, çokkültürlülük kavramına, göçmen deneyimleri ve devlet politikaları bağlamında, antropologların eleştirilerini, yaklaşımlarını açıklamıştır. Sonuç kısmında, tüm başlıklar ile ilgili çıkarımlar yer almaktadır.

Özetle, yazar, bu bölümde, tipolojinin formülasyonunun tartışmasıyla başlamış, gönderen kültür veya topluluk ile göç alan topluluk arasında eklemlenme teorilerini tartışarak göç ile ilgili antropolojik perspektif sunmayı amaçlamıştır. Ardından göçün sosyal organizasyonu ve cinsiyet boyutlarına odaklanmıştır. Yazar, etnik köken, kimlik, vatandaşlık ve aidiyet olgularının yanı sıra göçmenlerin yaşamlarında devletin rolü, yönetimsellik ile ilgili tartışmalara değinmiştir. Yazar, bu bölümde antropolojinin diğer alt alanları, örneğin Tıbbi Antropoloji gibi, başta olmak üzere diğer disiplinlerdeki kavramlar ve yaklaşımlarla ilişkili olarak göçün kuramlaştırmayı konumlandırmaya çalışmaktadır. Diğer bir deyişle, “Göç olgusu antropolojinin neresinde?” sorusunu karşılaştırmalı bir bakış açısı ve göç süreci ve göç kültürü ile ilgili faktörleri değerlendirerek cevaplamayı amaçlamıştır.

Chapter 6: Coming of AgeR. Büşra Korkmaz

“Coğrafya Eğitimi” alanında ulusal bir lider olan ve yaşamının son döneminde Oregon Üniversitesinden çalıştıktan sonra emekli olan Profesör Susan W. Hardwick`in kitabı “Coming of Age”; beşerî coğrafyanın gelişmekte olan “Göç Teorisi”ne katkıları ve bu teorinin coğrafi bilimler ile arasındaki ilişkisi hakkındadır.

Alandaki çalışmalar geç başlamasına rağmen bu konuda son 20 yılda gözle görülür bir artış olduğunu vurgulayan yazar, sosyoloji ve demografi (nüfus bilimi) alanında yapılmış önceki çalışmalardan yararlanılarak göçle ilişkili teorilerin oluştuğuna dikkat çeker.

Akademik disiplin olarak coğrafyanın diğer alanlarla girift bir yapısı olduğunu belirten yazar, bu disiplinin araştırma alanının fiziki ve beşerî çevre ile bağlantılı olduğuna dikkat çekmektedir.

Hardwick kitabında; “beşeri coğrafya”yı söyle tanımlar: Yeni bir alan olmasına rağmen araştırma, şimdiden çok kapsamlı ve karışıktır çünkü hem fiziki çevreyi hem insanı hem zamanı hem mekânı hem de çevreyi ve insanları etkileyiş şekillerine göre farklı alanlara ayırır.

Fiziki coğrafya hakkında ise şu görüştedir: “Fiziki coğrafyacılar” bilim odaklıdır. Dünyanın fiziki yapısındaki sistemleri vb. davranışların fiziki çevre üzerindeki etkisiyle ilgilenirler. Fiziki coğrafyacılar bilimlere gömülüdür ve bu nedenle öncelikli olarak kalıpları belgelemeye ve analiz etmeye odaklanırlar. Beşeri coğrafyacılar, genelde göç araştırmalarında nüfus-politik ve etnik coğrafya ile uğraşırlar.

Amerikan Coğrafyacılar Derneğinin Başkanı Glenn Trewartha 1953`te, alanda uzun zamandır süregelen marjinalleştirmeye dikkat çekmektedir. Nüfus coğrafyasının ne ifade ettiğine ve coğrafya disiplini içinde göç araştırmalarının teorileştirilmesine dikkat çekmek için üç temel sebebin olduğunu bildirmektedir.

İlk sebep, dünya nüfusunun artan hareketliliğidir. İkinci sebep disiplindeki değişim nedeniyle 1980´lerdeki “kültürel dönüş” ve “yeni coğrafyacılar”ın bu çağdaki epistemolojik ve metodolojik düşünceleridir. Üçüncü sebep 1980´lerde alanın yeni disiplinler yönünde doğrudan büyümesiyle sahadaki sosyal teori, feminist eleştiri, ulusötesi ve ırkçılık karşıtı alanlarda çalışan akademisyenlerin önemli çalışmalarıyla merkezi bir disiplin haline gelmesidir.

Kitabı beş bölüme ayırarak sadeleştiren yazar ilk bölümde, Chicago Okulu’ndaki sosyologların görüşlerinden esinlenen, alandaki “sosyo-mekansal araştırma”nın evrimine dikkat çeker ve okulun, Kuzey Amerika şehirlerindeki göçmenler üzerine yaptığı birçok araştırmanın temelini oluşturan geleneksel modelden yani “istilacı-verasetçi” modelden bahsedilir.

  • Socio- Spatial Theories In Geography

Sosyo-mekânsal araştırmanın asıl amacı, göç yolları ve yerleşim modellerini incelerken göçmenlerin ikamet etme eğiliminin (ya da etmeme eğiliminin) kendi anavatanlarından olanlara yakınlığının; yerleşim düzeni ve göçmenlerin “asimilasyona tabi” olmasının belgelenmesidir.

Chicago Okulu akademisyenlerinin, göçmenlerin yerleşim yerlerini anlamaya, göç ilişkisini açıklamaya temel olan çalışmalarının birincisi beyaz Avrupalı göçmenlere, ikincisi 1970`lerin Amerika ve Kanada´sının metropollerine göç edenlere yöneliktir.

Kitabin bu basligi altinda sosyo-mekansal araştırmacıların en önemli çalışmalarından örnekler verilmiştir örneğin; Si- Ming Live Yai- Ming Sui’nin Çin’deki kalıcı ve geçici göçle ilgili araştırması (1998); Abdullah El Hadi`nin Bangladeş kırsalında kadının rolünün değişimi ve uluslararası göç üzerine yaptığı araştırma vb. birçok araştırmadan bahsedilmektedir.

Teorinin evrimine katkıda bulunan diğer coğrafyacılar ise göç araştırmasında iki veya daha çok göçmen grubunun karşılaştırmalı mekânsallığına odaklanmıştır. Örnek olarak William Frey gibi araştırmacıların çalışmaları (1995, 1996) gösterilir. Frey popülasyonlar arasında olabilecek sosyo-ekonomik eşitsizliklere, şehirdeki göçmenlere, diğer ırksal ve etnik azınlık gruplarına dikkat çekerek “Balkanlaşma” terimini kullanir. Sonrasında coğrafyacı Wilbur Zelinsky ve sosyolog Barrett Lee (1998) yeni “heterolokalizm” teorisini formüle etmiştir.

Heterolokalizm, birçok kentsel alanin hizla büyümesi ve gelişmesinin sebebinin taşımacılığın ve yeni iletişim teknolojilerinin gelişmesi olduğunu vurgulamaktadır. Kitabin ikinci bölümünde; göç araştırmacıları tarafından coğrafyada kullanılan teoriler ve temel sosyo-mekânsal konularla ilgili bu giriş niteliğindeki tartışmayı takiben, coğrafya alanında “ulusötesi dönüş”e dikkat çekerek melezlik ve diaspora teorilerini tartışacağını belirtmiştir.

Transnational Turn in Geography

1990’ların başında başlayan Transnasyonalizm (Ulusötecilik) olgusu en basit şekliyle “göçmenlerin geleneksel ülke sınırlarını aşan esnek hareketleri, çok uluslu toplumla birini ötekine bağlayan sosyal, ailevi, siyasi, kültürel, dini ve ekonomik bağlar kurmaları süreci” olarak tanımlanır.

Coğrafyanın genel olarak odak noktası, mekânları ve ilişkileri incelemek, belgelemek olduğundan, araştırmacıların bu alandaki çalışmalarıyla özellikle transnasyonalizm çok uyumludur. 1990’larda “ulusötesi dönüş”ün diğer sosyal alanlardan beslenerek gösterdiği gelişme hızına dikkat çekilmiştir. Katharyne Mitchell`in “melezlik aldatmacası” kavramı, Mitchell’in transnasyonalizmin tarihten ve politik-ekonomiden “ayrışması” konusundaki endişelerinden bahsedilmektedir.

Eserde, transnasyonel (ulusötesi) dünyada mekânın hâlâ çok önemli olduğu ancak güncel ulusötesi göç konusunda literatürün yer-zaman ilişkisini kullanarak göçmenlere olan etkisinin hâlâ çok az yer almakta olduğunu da belirtilmektedir.

Ulusötesi alanlarla ilgili araştırma yapan diğer beşeri coğrafyacılardan örnekler verilmektedir: Hyndman ve Walton-Roberts’in (2000) Kanada’da mültecileri incelemeye yönelik ulusal yaklaşımlar calismasi ve Sherrell ve Hyndman’ın British Columbia’daki (Kanada) Kosovalı mültecilerle yaptığı yedi şehirde karşılaştırmalı çalışma (2004).

Özetle, göç ve ulusöteciliğin en eski çalışmalarının çoğu ölçek, bağlam ve yerin önemini gözden kaçırmış olabilir. Ulusöteciliği şekillendirmede yer alan süreçleri anlamada yerelden küresele doğru oluşan kalıplar ve süreçler anahtar bileşenleri oluşturmaktadır. Bunları belgelemek ve analiz etmek ulusötesi için önemli olmuştur.

Bu bölümün ardından coğrafyada göç temasını teorileştiren feminist bilimlerin anlamını ile ilgili bir tartışma başlamaktadır.

Feminist Theory And Migration Research In Geography

Göçün cinsiyete dayalı doğasını görmezden gelmek imkansızdır. Örnek olarak bu konuya, Avrupa’nın bazı bölgelerindeki burka giyen Müslüman kadınların sosyal hizmetlere erişiminin kısıtlanması veya dini nedenlerle kamusal alanlarda başörtü yasağı olması ve erkeklere nazaran kadın göçmenler arasındaki gelir uçurumundan başlanabilir.

Geleneksel göç araştırmalarındaki cinsiyet körlüğüne 1980’lerin başlarında öncü feminist Annie Phizacklea ve Mirjana Morokvasic tarafından meydan okunmuştur. Dünyanın başka yerlerinde çalışan feminist araştırmacılar kısa süre sonra onların yollarını takip etmişlerdir. Feminist göç bilimci Rachel Silvey Feminist Göç Araştırması’nı “bir cinsiyet kavramının katlanarak çoğalan alanı” olarak tanımlar. Silvey aynı zamanda farklılık siyasetini çözmek, nüfus süreçlerinin dinamikleri ve anlamını şekillendirmenin önemini vurgulamıştır. Göçte toplumsal cinsiyete dayalı işlerde özellikle önemli olan duyarlılıktır. Alandaki önemli çalışmalara değinilir. Örneğin: “Irk ve Etnisite Boyutları” (Kobayashi ve Peake 2000; Nagar 1998); “Vatandaşlık ve Ulusötesi” (Kofman ve İngiltere 1997; Willis ve Yeoh 2002).

Coğrafyadaki göç araştırmaları yapan feminist bilim insanları, Amerikan bağlamı dışında daha fazla araştırma yapma ihtiyacını özellikle desteklemektedirler. Abdullahel Hadi’nin “Bangladeş Kırsalındaki “Geride Kalan” Göçmenler” (2001); Victoria Lawson’ın “Latin Amerika’daki Hiyerarşik Hane Halkları” çalışması (1998) ve “Neoliberalizm ve Ekvator’da Göç” (1998) “Hindistan’da Doğum Kontrolü” (Arokiasamy 2001).

Bu bölümdeki örnekler göç çalışmalarının geniş mekânsal ve küresel boyutlarından birkaçını gösteren feminist çalışmalardır.

Critical Race Theory, Whiteness, And Antiracist Geography

Göç araştırmacılarının 1990’larda başladığı çalışmaları, eleştirel ırk teorisinin coğrafya ve diğer disiplinlerdeki anlamının derinleşmesini sağlamıştır. Audrey Kobayashi ve Linda Peake’e göre “Irkçılık, hep bir mevzuya bağlı ve mekâna özgü bir süreçtir”.

Coğrafyacılar, mevcut araştırmalarda sıklıkla ırk, cinsiyet gibi göçmen kimlikleri arasında etnik köken, dil, din ve birçok kesişmeyi yok sayıp “göçmenlerin egzotik ve tehdit unsuru” olarak gösterildiğini savunmuşlardır.

Yazar özellikle bugünün göç teorisinde, ırk teorisini, beyaz olma kurallarını ve ırkçı karşıtı coğrafyacıların yok saydıkları kesişimlerin aslında “gerçek dünya”dan örnekler olduğunu anlatıyor.

Future Directions For Migration Research In Geography

Yazar kitabı bitirirken son bölümde, harekete geçme çağrısında bulunur çünkü bunun göçün ve coğrafyanın gelişmesi için çok önemli olduğunu düşünmektedir.

Özetle, coğrafyacıların göç araştırma teorilerinin tartışılma tarihi yakın bir zaman dilimindedir. Geleneksel olarak beşerî coğrafyacıların çoğu “kültürel dönüşüm” düşüncesinden önce, göçle göçmen toplulukların mekânsal kalıplarına ve uluslararası göçün sürecine odaklanmıştır.

Metin, bize beşerî coğrafyadaki önemli yayınları ve göç literatürünün teorik gelişimini göstermektedir.

Sonuç olarak toplum bilimlerini beşerî coğrafyacıların etkilemesiyle günümüz göç kavramı daha anlamlı hâle gelmektedir.

Chapter 7:The Politics of International Migration – Umut Emre Aydın

Kitabın bu bölümünde yazarlarımız uluslararası göç olgusunun uluslararası ilişkiler disiplininde araştırma ve çalışma konusu olarak literatüre neden bu kadar geç dahil olduğunu tarihsel bir bakış açısıyla açıklamaya çalışıyor. Ancak bunu incelerken, uluslararası göç veya göç kavramının sosyal bilimlerde daha önceden hiç çalışılmayan bir konu olmadığı yanılgısına kapılmamak gerekir. Aksine sosyoloji, antropoloji ve iktisat gibi sosyal bilim dalları uluslararası göç veya göç kavramlarıyla kendi disiplinlerinin yöntemlerini kullanarak incelemiş ve açıklamaya çalışmıştır. İnceleyeme başlamadan önce kitabın bu bölümüyle ilgili hakkını teslim etmemiz gereken iki şey olduğu kanısındayım: Birincisi, kitaptaki bu bölümün doygun bir literatür taramasına sahip olduğunu söylemek abartılı olmaz. Göçe ilişkin farklı disiplinlerden beslenen farklı teorilerin nasıl oluştuğunun, hangi varsayımlara dayandığının ve bunların yöntemsel olarak incelendiği bilgi açısından son derece yoğun olan bu bölüm, metodolojiye ilgi duymayanlar için biraz sıkıcı gelebilir fakat yine de son derece özenle hazırlanmış bu bölümün bu alana ilgi duyan herkes için okunması gereken bir önemde olduğunu düşünüyorum.
İkinci olarak da bölümün başlığı devlet-toplum ilişkilerine dair önemli katkılar sunan Theda Skocpol’ün “Bringing the State Back In” adlı ünlü makalesine hoş bir gönderme yapıyor. Yazarlarımız Skocpol ile benzer kaygıları taşıyarak devleti araştırma öznesi olarak akademik çalışmalara geri çağırıyor. Bu bağlamda “devlet” kavramını kurumsalcı bir bakış açısıyla ele alarak göç olgusunda devletin yerine dair soruları tutarlı bir ilişkisellik içinde ele alıyorlar. Yazarlarımızın literatüre olan özgün katkılarına geçmeden önce, onların üzerinde önemle durduğu göç meselesinin uluslararası ilişkiler disiplinindeki tarihsel gelişimine ve literatürdeki önemli tartışmalara kısaca değinelim.
Yazarlarımız öncelikli olarak göç meselesinin Amerika siyaset biliminde neden yeterli ilgiyi göremediğine dair tarihsel bir açıklama getirmeye çalışıyorlar. İkinci Dünya Savaşı’nın bitimi ile 1980’leri kapsayan aralıkta göç meselesi yerel bir meseleymiş gibi kavrandı. Burada siyaset biliminin iki ayrı kavramla incelendiğini söylemekte yarar var. Büyük ya da yüksek siyaset (high politics) diye çevirebileceğimiz kavram daha çok devletlerin uluslararası ölçekte birbirleriyle etkileşim kurduğu konulara odaklanırken, göç meselesi küçük ya da düşük ölçekli siyaset olarak çevirebileceğimiz (low politics)’in konusu olarak görüldü.
Yazarlarımızın tarif ettiği zaman dilimi aynı zamanda Soğuk Savaş dönemine denk geldiği için göç olgusu birkaç istisna dışında Doğu-Batı arasındaki güç dengelerini etkileyebilecek nitelikte olmadığı için göz ardı edildi. Savaş sonrası dünya iki kutupluydu, 50’li ve 60’lı yıllar kapitalizmin ‘’altın çağı’’ olarak adlandırılacak birtakım gelişmelere tanıklık etti. Avrupa devletlerinin ve Japonya’nın, ABD hegemonyası altında, ekonomilerinde önemli ölçüde büyüme oranları yakalandı. Avrupa devletleri, iktisadi anlamdaki büyümeyi sürdürebilmek ve bu ülkelerdeki büyümenin en önemli kaynağı olan sanayi alanını geliştirebilmek için sınırlarını çoğu zaman üçüncü dünya ülkeleri olarak adlandırılan ülke insanlarına açmaya başladı. 70’lerle birlikte siyaset gündeminde en önemli konulardan biri olacak göç olgusu, Avrupa devletlerinin misafir işçi (guestworker) kavramıyla kendi sanayilerindeki eksik istihdamı veya açık emeği gidermek için üçüncü dünya ülkelerinden göç almaya yönelik politikalarını şekillendirdi. Bu gelişmeler ışığında, sosyal bilimlerde göçe dair iktisadi açıklamaların yaygınlaştığını söylemek abartılı olmaz.

Çoğu neoklasik iktisadın varsayımlarına dayanan insanın rasyonel ve risk almaktan kaçınma davranışı sergileyen birey olduğu gibi önermelerle göç olgusu anlaşılmaya çalışıldı. Bunlarla birlikte, itme-çekme (push-pull) ve maliyet-fayda (cost-benefit) gibi kavramlar da göç olgusunu anlamak için sıklıkla kullanıldı. Sosyoloji açısından ise göç olgusu bu dönemlerde ulus ötesi (transnationalism) kavramıyla açıklanmaya çalışıldı.

Sosyolojik ve iktisadi açıklamaların yaygın olduğu bu dönemde siyaset bilimcilerin göç olgusuna tamamen uzak olduklarını söylemek zordur. İleriki yıllarda göç alanının önemli isimleri olacak bazı siyaset bilimciler bu alana ilgi duymuştur. Yazarlarımız, göç olgusuna dair bu yaklaşımları inceledikten sonra, kendi açıklama yöntemlerini de kapsayan üç ana konu etrafında teorilerini şekillendirmeye çalışıyorlar.

İlk olarak, kontrol kavramı çerçevesinde ulus devletin sınırlarını kontrol edebilmek için oluşturdukları giriş-çıkış yasalarını ve bunları etkileyen unsurların neler olduğuna yönelik bir soruyla başlıyorlar. Buradan hareket ederek, ikinci önemli olan ulus devletin güvenliği ve egemenliğini de etkileyen göçün etkilerine odaklanıyor. Özellikle 11 Eylül terör saldırısından sonra göç, ulusal güvenlik ve dış politikanın uluslararası düzeydeki ilişkiselliğine yönelik sorunları ele alıyorlar. Üçüncü konu ise, aslında ilk konu ile doğrudan ilişkili olarak, göçün vatandaşlık kavramı üzerinde olan etkisine yoğunlaşıyor. Bu noktada göçün vatandaşlık, ulusal kimlik ve siyasi haklarla olan ilişkisinin nasıl şekillendiğini anlamaya yönelik birtakım sorular soruyorlar. Bahsedilen bu üç konuya tutarlı ve kapsamlı bir açıklama getirebilmek için araştırmanın odağına devleti ve devletin göçteki rolünü koyuyorlar. Yazarlarımız, bölümün başlığına esin kaynağı olan Skocpol’ün ünlü makalesindeki devlet kavramsallaştırmasıyla benzer bir şekilde devleti tanımlayıp göç olgusunu açıklamaya çalışıyorlar. Sosyal bilimlerin birçok alanına önemli katkılar yapmış Max Weber’in ünlü devlet tanımıyla, göç olgusunu irdeliyorlar. Weber’e göre devlet, belirli bir alan içinde örgütlenmiş fiziksel güç kullanımını tekeline almış bir siyasal birlikteliktir. Bu kavrayışa göre devlet, topluma ve toplumsal ilişkilere dışsal olarak tanımlanır.

Devletin Weberyan kavramsallaştırması, ona kurumsal ve kavramsal olarak siyaset biliminde ayrı bir konuma yerleştirir. Başka bir deyişle, devlet toplumdaki çıkar gruplarından veya sınıflardan bağımsız kendine has çıkarları ve amaçları olan bir kurumdur. Bu bağlamda, yazarlarımız göç meselesinde ulus devleti araştırmanın odağına koyarak onun kendine has çıkarlarını ve göç olgusunda aldığı tutumları ulusal güvenlik, vatandaşlık ve haklar gibi kavramlara anlamaya çalışır. Weber’in devlet kavramsallaştırmasındaki tanımın gereği olarak, bu gibi kavramların ulus devletle olan ilişkisini incelemek ister istemez göç olgusunun siyasal boyutunu yansıtır.

Sonuç olarak, kitabın 7. bölümünde yazarlarımızın göç olgusuna tarihsel yaklaşımı ve araştırmanın merkezine devleti koyması siyaset bilimi açısından kayda değer bir önem taşımaktadır. Ayrıca, kitabın bu bölümü literatür taraması açısından oldukça zengindir. Yazarlarımız zengin olan bu içeriği metodolojik açıdan inceleyerek ve kendi metodolojik katkılarını da sunarak kapsamlı bir bölüm oluşturmuşlardır. Kanımca, kitabın bu bölümünün sosyal bilimlerde göçle ilgilenen herkesin faydalanabileceği temel bir metin niteliğinde olduğunu söylemek abartılı olmayacaktır. Özellikle küreselleşme teorileri ışığında, ulus devletin ölümüne dair geliştirilen tezlere karşı, ulus devletin hem toplumsal ilişkilerde hem de siyaset biliminde araştırmanın odağı olmasının kurumsalcı bakışı açısından verilebilecek en iyi cevaplardan biri olduğunu düşünmekteyim. Göç olgusunu düşündüğümüzde yerelden küresele karmaşık bir ilişkisel ağ içinde devletin rolünü ve bunu devlet kavramsallaştırması ile anlamak bizim siyaset bilimine olan yaklaşımımızı zenginleştirecektir. Son olarak, göçün salt iktisadi veya sosyolojik boyutlarıyla kavranması, ister istemez bizi bir epistemolojik yanılgıya sürükleyecektir. Çünkü insanın rasyonel olduğu varsayımına dayanan neoklasik iktisat dünya gerçekliğini bir kâr-zarar ilişkisine indirgemektedir. Halbuki, insanın karmaşık yapısı ve toplumsal bir mekanda kendi bireyselliğini oluşturduğunu veya oluşturulduğunu düşündüğümüzde, gerçekliğin sonsuzluğunu da hesaba katarak göçü salt iktisadi açıdan okumak yetersiz olacaktır.

Bu nedenle, yazarlarmızın tercih ettiği yöntem dünya gerçekliğinden yola çıkarak ve tarih dışı veya tarihte hiçbir zaman yaşamamış olan homo-economicus’a başvurmadan geliştirdikleri kavramsal çerçevenin hakkını teslim etmemiz gerektiği kanısındayım.

Chapter 8: Law And Migration – Büşra Özyüksel

Bölümün ana konusu göç hukuku ile alakalıdır. Yazar bölüme giriş yaparken öncelikle hukukun ne “olmadığından” ve aslında ne “olduğundan” bahsetmektedir. Yazarın tanımına göre “hukuk aslında bir düzenleme aracı ve aynı zamanda toplumu nereye ve nasıl yönlendireceğine dair bir mücadele alanıdır, sınıf ve çıkar siyasetinin sayısız şekilde inşa edildiği, basit ve karmaşık mekanlarda oynadığı birçok alandan biridir”. Abraham, bu konuya hem problematik hem kronolojik yaklaşmış ve çalışmasını buna göre yapmıştır.

Yazar, bölümde temel olarak göç ve göçmenlik kavramlarının hukukta nasıl işlendiğini anlatmaktadır. Kavramları açıklarken dünyadan örnekler kullanarak konunun daha anlaşılır olmasını sağlamaya çalışmıştır. Farklı ülkelerde göçmenler için farklı uygulamaların yürürlükte olduğunu sayısal ifadelerle belirtmiş ve bazı ülkelerden örneklerle vatandaşlığın nasıl kazanılabildiğini açıklamış. Ayrıca “yasadışı” terimine açıklık getirmiştir. Bunlara ek olarak yeni bir kavram olabilecek “suç göçü” teriminin nasıl ortaya çıktığını “hem sınırda hem de içeride polislik ve cezai kontrol üzerindeki vurgu son zamanlarda artarak suç göçü terimini doğurdu” diyerek açıklamış. Yazarın düşüncelerine göre, uluslararası hukukta, sığınma ve iltica alanları da dahil olmak üzere, belirli miktarda evrenselcilik ve insancıllığın büyümesine rağmen, göçmenlik yasaları yoğun bir şekilde egemenlikçi olmaya devam etmektedir. Bir devletin, iç anayasal normların, özellikle de ayrımcılık yapmama ve yasal süreç normlarının kısıtlamaları olmaksızın, Hobbesçu değilse de düzensiz bir dünyada dış işlerini düzenleme yetkisini ifade ederler. Bu durumu yazar Amerika’dan örnekleyerek açıklamıştır.

Göç ile ilişkilendirilen bir diğer alan olan güvenlik korkularının hukuka nasıl yansıdığını anlatmış. Bu bağlamda, vatandaşların aksine, ne kadar süreyle ikamet ettiğine bakılmaksızın hiçbir yabancı ülkede kalma hakkına sahip değildir. Bir yabancının varlığı bir “izin ve hoşgörü meselesi” iken, “hükümetin misafirperverliğini sona erdirme gücü” tartışılmazdır. Sınır dışı etme suçla ilişkili bir ceza olmadığından, ex-facto (kesin) yasadışılık sorunu yoktur. Yazar devletin sınır dışı etme hakkını, bu hakka itiraz edilip edilemediğini çeşitli ülkelerden örnekler vererek çok net bir şekilde anlatmış. Yazara göre, göç hukuku dünyasındaki çok az şey sınır dışı etme gücü kadar acımasızdır. Göçmen haklarına temel insan hakları açısından bakmış olması bu konuda göçmenlere karşı bakışı değiştirebilir. Yazarın ifadeleriyle: “Kesin olan bir şey var: vatandaşlar, daimî ikamet edenler, oturma izni olanlar, misafirler, geçici ve mevsimlik göçmenler, döngüsel ve geri dönen göçmenler, aile göçmenleri, ekonomik göçmenler, yasal ve belgesiz göçmenler, yabancı öğrenciler, turistler ve diğerleri; hepsi insandır. Hepsi vardır ve “yasal süreç” ve “eşit koruma” haklarına sahip görünmektedir.”

Göç denildiği zaman akla çok kültürlülük kavramı da gelmektedir ve yazar bu konuya eleştirel bir bakış açısından değinmiştir. Her ne kadar göçmenler göç ettikleri ülkelerde çok kültürlü bir ortam sağlasa da “sermayenin küreselleşmesi ve işlediği insan ve paranın göçü, çok fazla güvensizlik yarattı ve bazen çirkin ve açıkça göçmenlere yönelik yaygın ve hatırı sayılır popülist tepkilere yol açtı. Nitekim, dünyanın müreffeh ülkelerinin çoğunda, popülist hareketlerin ulusal egemenliği, takdir yetkisini ve refah devletini korumak için göç alanında küreselleşme ile mücadele ettiğini gördük” diyerek Abraham bu konudaki bakış açısını belirtmiş.

Kısaca, yazar göç hukukunun kapsamı içinde olan vatandaşlık hakkı kazanma, sınır dışı edilme vb. konulara değinmiş fakat bir eksiklik olarak göze çarpan nokta çalışma hakkının nasıl kazanıldığının yazar tarafından işlenmemiş olmasıdır. Göçmenler için bakıldığında çalışma hakkı en temel sorunlu alan olarak göründüğü halde bu konuya değinilmemiş olması çalışmanın eksik bıraktığı nokta olarak nitelendirilebilir. Bugünün göçmenleri, kesinlikle bir asır öncekinden çok farklı bir yasal rejimi ve buna karşılık gelen siyasi ortamı deneyimlemektedir. Bu konuyla ilgili kapsamlı çalışma yapmak isteyen, hukuk terimlerine hâkim olan ve göç konusunu hukuki açıdan incelemek isteyecek tüm okuyucular için gayet anlaşılır bir dil kullanmıştır. Kitap akademik bir kitap olduğu için genel okuyucuya değil ancak üniversite öğrencilerine, akademisyenlere ve göç hukuku üzerine çalışan hukukçulara hitap etmektedir.

Chapter 9: Migration Theory Rebooted? – Buse Uçak

Migration Theory (Göç Teorisi) kitabı, göç alanında okuma yapmak isteyenler adına ileri düzey bir ders kitabı niteliği taşımaktadır. 3. baskısında olan bu kitabın, 1. ve 2. baskılara da atıf yaparak çalışmayı temellendirip, zaman içerisinde derinleşip derinleşmediğine dair yeni bir bakış sunmaktadır. Bu bölümün yazarı olan Adrian Favell, göç teorisi adına disiplinler arası ve küresellik bağlamında bakış açısını sergilemektedir. Akademik disiplinlerin bakış açılarını şekillendiren koridor ve toplulukların (canyons and silos) hem disiplin ayrımları hem de Amerika ve Avrupa akademik çalışmaları arasındaki farklılıkları ele aldıktan sonra göç teorisi üzerine derinlikli bir okuma inşa ediyor.

Adrian Favell’a göre göç araştırmalarında birleştirici bir çerçeve aramak kahramanca bir girişimdir. Farklı disiplinlerin epistemolojik, ontolojik ve kavramsal bakışlarını göç teorisi adına bir zenginlik olarak nitelendirmektedir. Uluslararası ve disiplinler arası yönde küresel göç çalışmalarının farklı yaklaşımlarını oluşturmaya çalışmaktadır. Yazara göre, bazı bakış açılarında eksiklik olsa da kitabın bütünü göç teorisi bağlamında doyurucudur. Fakat yine de bu kitabın Amerikan bakış açısına daha yakın olduğunu söylemek mümkündür. Aynı zamanda bu kitap, her biri kendi alanında uzmanlaşmış birden fazla bilim insanının kolektif çabasıyla ayırt edici bir görünüm sunmaktadır. Kitabın 9. ve aynı zamanda son kısmı olan bu bölümde, Donna R. Gabaccia ve David Abraham gibi isimlerin ele aldıkları teorilere de atıflar yapılmıştır. Örnek olarak, Donna R. Gabaccia’nın da yakındığı Avrupa bağlamında eleştirel teori ve hümanist bakış açısının eksikliğinden, yerel politik talebin akademik üretimle iç içe geçtiği ve bu hoş olmayan çağdaş siyasetin varlığından söz etmek mümkündür. Yazara göre, entelektüel olarak disiplinleri aşabilen teoriler ve metodolojiler arasında iç görülerin gücü fark edilmelidir. Favell, Amerikalı siyaset bilimci ve antropolog olan James C. Scott’ın sözünü alıntılayarak; ulus-devlet hakimiyetindeki tarihsel ve coğrafi kavramlardan kaçmanın, göç teorisini bu kısıtlamaların dışında tutarak yeniden inşa etmek olduğunu savunmaktadır. Bölümde aynı zamanda, Donna R. Gabaccia’nın mekansal hareketliliğin insanlık tarihinin normları olduğunun vurgusu yinelenmektedir. Ulus-devletin oluşturmaya çalıştığı sınırlılık durumu yanlış bir tutum olabilmektedir çünkü göç, insanlık tarihi kadar eski ve dinamik bir süreçtir. David Abraham da yurttaşlık ve egemenlik (citizenship and sovereignty) kavramının politik bir tutum olduğunu dile getirir. Yine de Favell’a göre bunu söylemek, devletin çıkarları doğrultusunda göç bilimini oluşturmanın imkansız olduğunu dile getirmektedir.

Günümüzde göç kavramı bir “anormallik” (anomaly) olarak kabul görmektedir. Göçmenleri yabancılaştırma (alienation) durumu söz konusudur. Bununla birlikte, David Abraham tarafından, göçmen ağlarının yaygınlaşmasını teknolojinin gelişmesine bağlanmış, Favell da bu vurguya dikkat çekmiştir. Antropolojik ve sosyolojik olarak insanlar hareket etmekte özgürdür fakat ulus-devletin varlığı ile belli tanımlamalar ve kavramsallaştırmalar gündeme gelmektedir. Devlet, bu insanları sınıflandırır, numaralandırır ve onları kontrol eder. Burada yazarın bakışı, James Hollifield’in karşılaştırmalı kuramsalcı savunmasının (comparative institutionalist plea) “devleti geri getirme” yaklaşımının aksine, göç olgusunu ulus-devletin getirdiği sınırlılığın dışına çıkartmaktır.

Analitik olarak göç araştırmalarındaki hemen hemen tüm çağdaş çalışmalar göçmenleri toprak, kültür, yönetim, ekonomi olarak inceler; milliyetleri, etnik kökenleri, eğitim seviyeleri ve hatta cinsiyetleri devletler tarafından sınıflandırılmış göçmen grupları olarak tanımlanır. Göçmenler bu sınıflandırmalara direnmekle birlikte, bu kategorileri de benimserler. Prototip ulus-devlet modelinin, Avrupalı “evrenselci” sömürge ulus-devletinin Avrupalı entelektüel sınıfla birlikte 20. yüzyılda Atlantik üzerinden göç etmesi belki de tarihsel bir ironidir. Yazar bu asimetrik bakışıyla, Avrupalı göçmenlerin Atlantik üzerinden sınırları geçtikleri anda “Amerikanlaşma” damgasından da kaçma şanslarının oldukça az olduğunu vurgulamaktadır.

Sonuç olarak Migration Theory (Göç Teorisi) kitabı, uluslararası göç araştırmaları alanını oluşturan birçok farklı disiplinler arasında daha kabul görür bir tartışma için her türlü yolu açmıştır. Aynı zamanda bu bölüm boyunca, Amerikan biliminin göç araştırmaları için farklı disiplinlerdeki birçok akademisyenin bilgileriyle birlikte göç olgusunun derinlikli bakış açılarını sunmaktadır. Amerika’daki akademik anlamda bu derinlikli araştırmalar, Avrupalılar için de olumlu bir faktördür. Her şeyden önce bu cilt, göç araştırmalarında sosyal bilimler ve beşeri bilimleri ilgilendiren en büyük ve en önemli sosyal değişim, politik ekonomi konularından bazılarının disiplinler arası kilit noktalarını sorgulayabilmek adına bir olanak sağlıyor. Bu bölümde yazarın asimetrik bakışı, göç teorisine ve göçmenlere geniş açılı bakabilmeyi temel alıyor. Aslında bu kitap, ulus-devletin her türlü sınırlarına rağmen göç toplulukları için özgürleştirici bir bakış sunma potansiyeline sahiptir.

Son Söz

Bölüm bölüm yapılan incelemeler ışığında Migration Theory: Talking Across Disciplines kitabında göç teorisinin farklı disiplinler tarafından hem kendi pencerelerinden değerlendirilen hem de diğer disiplinlerle etkileşimleri bağlamında ele alınan bir konu olduğunu görüyoruz. Bu bağlamda kitabın geniş kapsamlı ve aydınlatıcı bir eser olduğunu belirtmek yerinde olacaktır. Kitap disiplinlerarası gezintisini muntazam bir biçimde ortaya koyduğu için, sosyal bilimler alanında çalışan herkesin başucu kitabı olabilecek niteliktedir.

Göç Çalışmaları Staj Programı

 

Onur Öymen İle Röportaj: Uluslararası Hukuk ve Türk Dış Politikası

Onur Başaran Öymen Hakkında

Diplomat ve siyasetçi olan Onur Başaran Öymen, 18 Ekim 1940 tarihinde İstanbul’da doğdu. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni bitirdi. Bitirdiği fakültede “Teknolojik Gelişme ve Savunma Politikası” adlı teziyle doktora yaptı. 1964 yılında Dışişleri Bakanlığı’nda çalışmaya başladı. NATO dairesinde ikinci kâtip (1966–68), Avrupa Konseyi Daimi Temsilciliği’nde ikinci kâtip (1968) ve baş kâtip oldu. Ankara’da Siyaset Planlama ve Avrupa Konseyi’nde ve Kıbrıs dairelerinde şube müdürü (1972) olarak çalıştı. 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı sırasında bakanlığın Kıbrıs’tan sorumlu şube müdürlüğü görevinde bulundu. Aynı yılın sonunda Lefkoşa Büyükelçiliği Müsteşarlığı’na atandı. 1978 yılında Ankara’ya dönerek Dışişleri Bakanlığı Özel Danışmanı oldu. 1979’da Ekonomik İşler Dairesi Başkanı, 1980’de Prag Büyükelçiliği Müsteşarı, 1982’de Madrid Büyükelçiliği Müsteşarı, 1984’te Ankara’da Siyasî İnceleme ve Değerlendirme Daire Başkanı, 1985’te Siyaset Planlama Dairesi Başkanı, 1988’de Kopenhag Büyükelçisi, 1990’da Bonn Büyükelçisi, 1995’te Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı, 1997’de NATO Daimi Temsilcisi olarak görevler yaptı ve Ağustos 2002’de emekliye ayrıldı. Aynı yıl yapılan genel seçimlerde İstanbul Milletvekili seçildi ve CHP Genel Başkan yardımcılığı görevine getirildi. Merkezi Londra’da bulunan Uluslararası Stratejik İncelemeler Enstitüsü üyesi olan Onur Öymen, 1995 Nokta Dergisi “Yılın Bürokratı”, 1997 Milliyet Gazetesi “Abdi İpekçi Barış Ödülü”, 1995–96–97 Türkiye Sanayiciler ve İş Adamları Vakfı’nın “Yılın Hariciyecisi” ödüllerinin sahibidir.

 

1- Uluslararası hukukun işleyişi hakkında genel bir yargı mevcut. Bu yargıya göre uluslararası hukuk, ancak iki denk güç için işleyen bir mekanizma. Fakat biri ötekinden güçlü olan iki devlet arasında yaşanan anlaşmazlıklarda güçlü olan devletin çıkarları uluslararası hukukta olumlu karşılık buluyor ve zayıf devlet daima eziliyor. Siz bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz? Uluslararası hukukta ülkeleri gerçekten doğru ve ahlaklı davranmaya yöneltecek, adaletli bir mekanizma var mı?

Uluslararası hukuk, aslında uluslararası ilişkilerin temelini oluşturması gereken bir husus. Uluslararası hukuk deyince öncelikle Birleşmiş Milletler’i düşünmek lazım. Birleşmiş Milletler’in temel kararlarının herkes tarafından saygı görmesi lazım ve Birleşmiş Milletler yasasına uyulması lazım. Bu noktada görüyoruz ki özellikle büyük devletlerin çoğu buna uymamaktadırlar. Mesela Birleşmiş Milletler yasasının ilk maddelerinden biri devletlerin egemenliğine, bağımsızlığına ve toprak bütünlüğüne saygı gösterilmesi yönünde. Ancak bakıyoruz ki Türkiye’nin çevresindeki birçok devletin egemenliği, bağımsızlığı ve toprak bütünlüğü fiilen kaybolmuş vaziyette. Topraklarının %30’u PKK ile bağlantılı olarak çalışan PYD’nin elinde olan Suriye var. Kuzeyinde devlet içinde devlet gibi görünen bir yerel yönetim olan Irak var. Kırım’ı elinden çıkmış olan Ukrayna var. Topraklarının bir kısmı sözde Transdinyester ülkesine bağlı olan Moldova var. İşgal altındaki topraklarının tamamını henüz eline alamayan Azerbaycan var. BM Genel Kurul kararına göre bu topraklar Azerbaycan topraklarıdır ve Ermenistan bu topraklardan çekilmelidir. Fakat yaklaşık 150 devlet bunun oylamasına katılıyor ve 100’ü çekimser kalıyor, 30’u bu toprakların Azerbaycan toprakları olduğunu kabul ederek “evet” oyu veriyor fakat ilginçtir bu 30 ülke arasında bir tane bile Avrupa ülkesi yok. 7 ülke de bu toprakların Azeri toprağı olmadığını savunarak “hayır” oyu veriyor. Bu 7 ülke arasında bu meseleye tarafsız olarak bakması gereken Minsk Grubu’nun üç eşbaşkanı olan ABD, Rusya ve Fransa da var. Yani bizim çevremizdeki zayıf devletler, büyük devletlerin ısrarları sonucunda fiilen egemenliklerini kaybetmiş durumdalar. Kıbrıs Devleti’ni kuran 1960 tarihli Londra ve Zürih Antlaşması diyor ki Kıbrıs’ta öyle bir devlet kurulacak ki  orada Türkler ile Rumların egemen eşitliği olacak. Mesela Cumhurbaşkanı Rum olacak ama bütün yasalara ve anlaşmalara veto verme yetkisi olacak olan yardımcısı Türk olacak. Hükümette, yargıda, bürokraside, mecliste ne kadar Türk ve ne kadar Rum olacağı bu anlaşma ile belirlenmiş. Fakat 1963 yılında Rumlar Kıbrıs Türklerine saldırdılar, cinayet işlediler, devlet yönetiminden bütün Türkleri attılar. Buna rağmen hukuka saygılı dünya toplumu bu durumu meşru kabul etti. Bu darbeyi yapan Rumları, Kıbrıs Devleti’nin meşru hükümeti saydı çünkü büyük devletlerin menfaati bunu gerektiriyor. Şimdi bu uluslararası hukuka uyar mı? Mesela yine Londra ve Zürih Antlaşması’na göre Kıbrıs, hiçbir zaman Türkiye ve Yunanistan’ın üye olmadığı bir uluslararası kuruluşa katılamaz. Fakat Kıbrıs Devleti adı altında Güney Kıbrıs’ı Türkiye’nin üye olmadığı Avrupa Birliği’ne üye yaptılar. Bu örneklerden görüyoruz ki, uluslararası hukuk, kağıt üzerinde çok önemlidir ve herkes saygı göstermelidir fakat fiilen bakıyorsunuz ki hukuka yeterince saygı gösterilmiyor. Yani bu meseleleri bilmeliyiz ki uluslararası hukuk diye karşımıza gelenlere bu olayları hatırlatalım. Maalesef dünyada siyaset ve hukuk karışmış vaziyette.

 

2- Birleşmiş Milletler gibi uluslararası organizasyonların, uluslararası hukukun ve devletlerarası bağımlılığı etkileyen küreselleşmenin güçlendiği bu dönemde devletler için “tam bağımsızlık” kavramı sizce ne ifade ediyor? Dış ilişkilerinde Türkiye’nin izlediği politikayı bağımsızlık açısından nasıl değerlendiriyorsunuz?

Tam bağımsızlık, devletlerin varlığının özüdür. Atatürk’ün her alanda tam bağımsızlığa bu kadar önem vermesinin sebebi de budur. Tam bağımsız değilseniz, o devletin varlığından bahsedilemez. O devlet başka bir devlet ya da devletlerin esiri, piyonu olur. Onun için tam bağımsızlığın anlamı başka devletlerin telkin ve tavsiyelerine uymak değil, kendi çıkarlarınıza göre kendi kararlarınızı kendiniz vermenizdir. Aksi durumda o devletlerin gerçekten bir piyonu haline gelirsiniz. Bu yalnız siyasette değil; ekonomide, kültürde, savunmada, her alanda bu durum geçerlidir. Atatürk’ün mirasının özü budur. Türkiye’nin dış politikasında son yıllarda inişler ve çıkışlar oldu.  Baskılara Direnirken adlı kitabımda bunları ayrıntılı olarak anlatıyorum. Bazen bakıyorsunuz hükümetlerin bağımsızlıktan sapma yolunda almak istediği kararlarda meclis, 1 Mart tezkeresinde olduğu gibi hükümetin isteğini reddederek bağımsızlıktan yana tavır alabiliyor. Bizim beklentimiz her koşulda Türkiye’nin tam bağımsızlığına sahip çıkması yönündedir.

 

3- Doğu Akdeniz’de yaşanan mevcut gelişmeler, uluslararası hukuk açısından nasıl değerlendirilmelidir?

Doğu Akdeniz ile Kıbrıs’ı birbirinden ayırmak son derece zor. Kıbrıs’ın, Mısır’ın, İsrail’in sularında doğal gaz keşfedildiğinden beri büyük devletlerin şirketleri bu doğal gazı çıkarmak için ilgili ülkelerden ruhsatlar almışlardır. Dolayısıyla Doğu Akdeniz’de de bu devletlerin menfaatleri söz konusudur. 15 yıl öncesine kadar kimsenin gündeminde olmayan bu konu bir anda ön plana çıkmıştır ve bu devletler petrol ve doğal gaz çıkarlarını korumak için kendi politikalarını oluşturuyorlar, en haksız görüşleri bile destekleyebiliyorlar. Mesela Antalya açıklarında Yunanistan’ın 140 bin kilometre kare deniz sahası var ama Türkiye sadece 40 bin kilometre kare deniz sahasına sahip olduğunu iddia ediyor, büyük devletler de bunu kabul ediyorlar. Yani akla, mantığa, sağduyuya aykırı olsa bile oradaki imtiyazları, aldıkları ruhsatlar böyle bir politika izlemelerini gerektiriyor. Türkiye’yi mümkün olduğu kadar bu bölgeden uzakta tutacaksınız, Türkiye’nin doğal gazdan pay almasını engelleyeceksiniz, ordaki bütün kaynaklar sizin devletinizin şirketleri tarafından işletilecek ve bunun en büyük gelirini de siz alacaksınız. Yani Doğu Akdeniz’de izlenen politikanın özü budur. İşte bu konuda İsrail, Güney Kıbrıs, Yunanistan birlikte bir işbirliği kurdu ve ABD de bu işbirliğini tamamen destekliyor, ayrıca askeri destek veriyor.

 

4- Uluslararası hukukta devletlerin tanınması kurumunun somutlaştırılabileceği en önemli örneklerden biri Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin tanınması meselesidir. Nitekim KKTC’de Ersin Tatar’ın cumhurbaşkanı seçilmesi sonrası KKTC’nin birçok devlet tarafından tanınma konusu gündeme geldi ve hala güncel olarak KKTC gündeminde bu mesele vardır. KKTC, bir devletin varlığından söz edebilmek için gerekli olan “ülke”, “insan topluluğu” ve “egemen-üstün otorite” unsurlarını bünyesinde taşıyan ve bu yapısıyla uluslararası camiada yer alan bir devlet olmasına rağmen neden diğer devletler tarafından tanınmamaktadır ve artık KKTC’nin bu tanınma sorununun çözülebilmesi için Türkiye ve KKTC nasıl çalışmalar yapmalıdır ?

Evet, bahsettiğiniz gibi bu konuda sorumluluk sahibi insanları görmeye başladık. İngiltere eski Dışişleri Bakanı Jack Straw, 2017 yılında “Kıbrıslı Türkler ve Rumlar Arasındaki İhtilafı Ancak Adanın Bölünmesi Sona Erdirebilir” başlığıyla Independent gazetesine yazdığı bir makalesinde özetle, “Kıbrıslı Türkler ve Rumlar arasında bir anlaşma sağlamak amacıyla gerçekleştirilen uluslararası girişimler, daha önceki bütün gayretler gibi Kıbrıs Rum Hükümeti tarafından reddedildi. Şartları ne olursa olsun, bundan sonraki çabalar da ondan sonrakiler de böyle olacak. Artık adayı ‘iki bölgeli, iki toplumlu’ bir hükümet oluşturarak birleştirmenin mümkün olabileceği saçmalığına son vermenin zamanıdır. Çözüm adanın taksimi ve kuzeydeki Kıbrıs Türk Devleti’nin tanınmasıdır.” diyor. Straw’un da belirttiği gibi KKTC’nin tanınması belli bir çevrede görüşülüyor fakat bu konuda menfaat sahibi büyük devletler diğer devletlere karşı çok büyük bir baskı uyguluyorlar. Geçmişte de uyguladılar ve gelecekte de uygulayacaklar ve bunun gerçekleşmesini istemiyorlar. Ne yazık ki o dönemde Türkiye’de iktidarda, muhalefette, akademik çevrelerde ve basında Straw’un bu makalesindeki görüşlere sahip çıkarak o doğrultuda politika yürütülmesini savunanlara pek rastlanmadı. Ülkemizi bu kadar yakından ilgilendiren gelişmeler karşısında böylesine önemli dış politika konularında iç politika hesaplarını bir tarafa bırakarak ulusal çıkarlarımızı birlikte ve en etkili biçimde korumanın yollarını ortak akılla araştırmaya çalışmak bence en isabetli yol olacaktır. Unutulmamalıdır ki Kıbrıs Barış Harekatı’nın en önemli başarılarından biri Kıbrıslı soydaşlarımızı can ve mal güvenliğine kavuşturmak; bir diğeri de Kuzey Kıbrıs’ta demokratik, laik ve bağımsız bir cumhuriyetin kurulmasına yardımcı olmaktır. Bunun için Türkiye’deki bütün siyasi partilerin, basının ve akademik çevrelerin bir yandan KKTC’deki iç politika gelişmelerine karışmamaya özen göstermeleri, bir yandan da yabancı ülkelerin yıllardan beri gördüğümüz böl ve hükmet yöntemleriyle Türkiye ile Kıbrıslı Türkler arasındaki dayanışmayı zedeleme ve Kıbrıs’taki siyasi gelişmeleri kendi beklentileri doğrultusunda etkileme çabalarına fırsat vermemeleridir.

 

5- Gerek tecrübeleri ve milli meselelerdeki duruşuyla gerekse oldukça mütevazi ve nazik kişiliğiyle birçok uluslararası ilişkiler bölümü öğrencisinin örnek aldığı ve Türkiye Cumhuriyeti için gerçekten çok kıymetli bir devlet adamı olan Onur Öymen’in uluslararası ilişkiler bölümü öğrencilerine vereceği tavsiyeler nelerdir?

Şimdi birkaç cümleyle söyleyemem ama bu konuda benim yazdığım çok sayıda kitap var. En başta şunu söylemem gerekir ki Atatürk’ün çizdiği dış politikaya sahip çıkmak lazım.  Bunun özünde barışçıl yurtta sulh cihanda sulh politikası var, bir taraftan da ulusal çıkarlarımızın sonuna kadar korunması var. Tam bağımsızlık ve Türkiye’nin itibarının yüksek tutulması var. Bütün bunlar yapılırken de gerçekçi bir politika izlenmesi var. Şimdi bunların Atatürk dönemi ve sonrasında somut olaylara yansıması nasıl olmuş, bunları ben bazı kitaplarımda ayrıntılı olarak anlattım. Bunlardan bir tanesi Türkiye’nin kuruluşundan bu yana yaşadığı az bilinen veya bilinmeyen olayları anlattığım Silahsız Savaş kitabı. Diğeri meslek anılarımı anlattığım Zor Rota isimli kitabım. En son çıkardığım Baskılara Direnirken kitabında da siyasi hayatımdaki tecrübelerimi anlattım. Arkadaşlarımız ilgilenirlerse bu kitaplara göz atabilirler çünkü bu kitaplar doğrudan diplomasi ile ilgili kapsamlı bilgiler içermekte.

 

 

MİRAÇ ÖZPOLAT

Uluslararası Hukuk Staj Programı

Marksist Bağlamda Ailenin Kökeninde Kadının Rolünün Feminist İncelemesi

 

Özet

İnsanlık tarihinin başlangıcından bu yana aile yapısı, çeşitli ekonomik gelişmelerle değişikliğe uğramıştır. Bu değişiklikler ailedeki iş bölümünü ve kadının aile içindeki statüsünü etkilemiştir. Avcı toplayıcılık yapan toplumlarda ortak mülkiyet anlayışı bulunmaktadır. Aile kadın soyundan ilerlemekte, anaerkil bir sistem görülmektedir. Tarıma geçilmesi ve hayvanların evcilleştirilmesi, özel mülkiyeti ve yeni sınıfsal yapıları ortaya çıkarmıştır. Bütün bu unsurlar başlarda anaerkil olan aileyi babanın soyundan ilerleyen ataerkil bir yapı haline dönüştürmüştür. Sanayileşme süreci ile birlikte özel ve kamusal alan kavramları keskin bir şekilde kendini göstermiştir. Kadının kamusal hayata girmesiyle birlikte özel alanda ona biçilen rolün kadının kamusal alandaki statüsünü de olumsuz etkilediği görülmüştür. Ataerkil yapı bu kapitalist süreçte varlığını daha güçlü bir şekilde göstermiştir.

Çalışmada kapitalizmin ailedeki cinsiyet eşitsizliğini nasıl etkilediği sorusuna cevap aranmıştır. Engels’in “Ailenin, Özel Mülkiyetinin, Devletin Kökeni” kitabı ışığında aile yapısının geçirdiği tarihsel değişimler incelenmiş, ailenin kökeninde, günümüzde halen varlığını sürdüren cinsiyete dayalı eşitsizliklerin oluşum süreci ve yansımaları Marksist feminist bağlamda ele alınmıştır. Kapitalizmin cinsiyet eşitsizliğini pekiştiren bir unsur olduğu anlaşılmıştır.

Anahtar Kelimeler: Feminizm, Marksist Feminizm, Aile, Ataerkil, Kapitalizm

 

Abstract

 Since the beginning of the humankind, family structure has been subjected to change due to various economic factors. These changes affected division of labour and status of the woman within the family unit. Also, collective ownership used to be utilized by hunter-gatherer societies and matriarchate was recognized. However, the transition to agriculture and the domestication of animals created private property and new class structures. All these elements turned the family unit, which was originally matriarchal, into a patriarchal one.

With the help of the industrialization, the concepts of private and public spaces emerged rapidly. The patriarchal structure has proven its existence vividly within the capitalist process. Although women’s entry into public life has brought some major improvements in their status, her role in the private space also negatively affected her status in the public space.

In this study, sought an answer to question of how capitalism affects gender inequality. With the guidance of Engels’ book “The Origin of the Family, Private Property, the State“, the historical changes in the family structure were examined, and the formation process and reflections of gender-based inequalities in the origin of the family that still exist today are discussed in the context of Marxist feminism. It has been understood that capitalism is a factor that capitalism is a factor that reinforces gender inequality.

Keywords: Feminism, Marxist Feminism, Family, Patriarchal, Capitalism

 

Giriş

 Üretim araçlarının ortaya çıkmasıyla birlikte insanlık tarihinde büyük değişimler meydana gelmiştir. Bu gelişmeler, öncelikli olarak aile yapısına tesir etmiş, yeni iş bölümleri ve sınıfsal yapılar oluşturmuştur. Zaman içerisinde aile içerisindeki güç dengesi, oluşan yeni iş bölümleri ve sınıflar yapılarla birlikte zamanla erkeğin lehine değişmiştir.

 Özellikle kapitalizm yeni sınıfsal yapıları ortaya çıkmıştır. Marksist perspektife göre kapitalizm, iki sınıfın, emeği oluşturan proletarya ile üretim araçlarına sahip olan burjuvazi arasındaki yabancılaşma sürecini kapsamaktadır. Proletarya sınıfı, fabrikadaki emeğinin sonucu olan üründen giderek kopmakta, yabancılaşmaktadır (Topakkaya , 2008). Marx, kapitalist sürecin insanı metalaştırdığını ve “Komünist Manifesto”da “burjuvazinin aile ilişkisini bir para ilişkisine indirgediğini” söylemiştir  (Donovan ,  2020).

Marx, alt yapı kavramının temeline ekonomiyi koymaktadır. Kültür, aile, siyasal yapı gibi bütün kurumlar üst yapı unsurlarıdır. Marx alt yapının yani ekonominin, aileyi etkilediğini söylemektedir. Aile yapısını çözümleyebilmek için yine Marx’ın tarihsel materyalist yöntemini kullanmak önem arz etmektedir. Tarihsel materyalizm toplumsal değişmelerin maddesel temele dayandığı ve yapıların kökenini çözümlemekte kullanılan bir yöntem olmuştur  (Topakkaya , 2008).

Aile yapısının analizinde marksizmin bu bakış açısı feminist perspektiften daha ayrıntılı incelenebilmektedir. Öncelikle marksizm erkek bakış açısıyla ele alınmıştır. Kadınların özellikle aile içerisinde ve toplumsal hayatta kaldıkları dezavantajlı durum yeterince tahlil edilemediği düşünülmektedir  (Donovan ,  2020).

Feminizm kadınların maruz kaldığı ayrımcılıkları ve dezavantajlı durumlarını vurgulamaktadır. Çatışma gibi temel sorunların kadınları ve erkekleri hangi açılardan etkilediğinin yollarını araştırmıştır. Bunu yaparken erkeklerin ve kadınların ekonomik ve toplumsal deneyimlerini incelemiştir. Cinsiyeti göz önünde bulundurarak sorunlara odaklanmak genellikle ihmal edilen bir durum olmuştur. Kadınların bakım, ev işleri gibi ücretsiz işlerin çoğunu yapıyor olması, aynı işte çalıştıkları halde erkeklerden daha az kazanıyor olması gibi maruz kaldığı ayrımcılıklar zaman zaman eğitime ve sağlık hizmetlerine erişim zorluğu yaratmış, arazi mülkiyeti gibi yasal haklara da yansımıştır. Feministler bu ayrımcılığın nedenlerinin yapısal ve kurumsal olduğunu savunmuşlardır. Öncelikli hedef maruz kalınan ayrımcılıkları vurgulayıp bunlara meydan okumaktır (Lee-Koo , 2007).

Marksizm, feminist teorinin ilerlemesi hususunda çok önemli bir yere sahiptir. Özellikle marksizmin “bilinç yükseltme” kavramı marksist feminizmin de kullandığı bir yöntem olmuştur (Donovan , 2020).  Marx, bilincin toplumsal yapı çerçevesinde belirlendiğini, hâkim olanın fikirlerini topluma empoze ettiğini savunmuştur. Böylelikle empoze edilen fikirlerle toplumda “yanlış bilinç” oluşur. Böylelikle hâkim olmayan sınıf üzerinde toplumu dönüştürücü eylemler yani praksis benimsenecek, praksis yanlış bilinci bertaraf etmede kullanılacak etkili bir yöntem olacaktır. Düşünceyi empoze eden burjuva ve empoze edilen proletarya arasındaki ilişki erkek ve kadın arasında kurulmuştur (Sağlam, 2020). Yine marksizmin yöntemlerinden “tarihsel materyalizm” ve “yabancılaşma” da marksist feministler tarafından kullanılmıştır (Donovan , 2020).

Marksist feministlerden Michele Barett ailenin, kapitalizm tarafından biçimlendiğini savunmuştur (Güçlü , 2012). Marksist feminizm kadınların özgürleşmesinin, kapitalizmin ve baskıcı sınıf ilişkilerinin ortadan kaldırılmasıyla gerçekleşebileceğini savunmuştur (Sağlam , 2020).

Kapitalizm cinsiyet eşitsizliğini pekiştiren bir unsur olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu çalışmada kapitalizmin ailedeki cinsiyet eşitsizliğini nasıl etkilediği sorusuna cevap aranmıştır. Engels’in “Ailenin, Özel Mülkiyetinin, Devletin Kökeni” kitabı ışığında aile yapısının geçirdiği tarihsel değişimler incelenmiş, ailenin kökeninde, günümüzde halen varlığını sürdüren cinsiyete dayalı eşitsizliklerin oluşum süreci ve yansımaları marksist feminist bağlamda ele alınmıştır.

 

Anaerkillikten Ataerkilliğe Geçiş

 İlkel aile yapılanmalarında çok eşliliğin yaygın olduğu görülmektedir. Engels’in Morgan’ın Eski Toplum kitabından aktardığı üzere çok eşliliğin yaşandığı ilkel dönemde kabileler arasında da farklılıklar yaşanmaktadır (Engels, 1884). Morgan’a göre “soydaş aileler” de evlilikler kuşaklara göre düzenlenmiştir. Kardeşler ve kuzenler kendi kuşaklarında olduğundan evlenebilmektedir (Engels, 1884).

Morgan’ın bir diğer aile kavramı olan “ortaklaşa aile” kavramı kardeşler arasındaki evliliğe yasaklar getirmiş olan ilkel toplumlarda görülmüş, aile kurumu gelişme göstermiştir. Ayrıca bazı kabile içindeki kız çocuklarının öldürülmesi ve savaş halindeki kabilelerden kadınların kaçırılması durumunun kabile içerisindeki kadın sayının azalmasına yol açtığı düşünülmektedir. Bunun da etkisiyle annenin rahatça bilinebilmesi soyun kadın üzerinden ilerlemesine yol açmıştır. Bu da kadınların kabile içerisindeki statüsünü arttırmıştır (Engels, 1884).

Çeşitli akraba evliliklerinin yasaklanması ve bunun neticesinde birbirinden uzak kabilelerin yapmış olduğu evlilikler bir kadın ve bir erkekten oluşan “iki başlı aile kurumunu” oluşturmuştur. Akrabalıktan gittikçe uzaklaşmış iki başlı aileler görece daha sağlıklı nesiller dünyaya getirmiştir. Bu nesiller toplumun ilerlemesi yönünde katkılarda bulunmuştur. Bu kurumda dikkat çeken unsur hem kadının hem de erkeğin eşit derecede evlilikten vazgeçme hakkının bulunmasıdır (Engels, 1884). Ev yönetiminin kadının hakimiyetinde olması ve kadının daha çok iş yüküne sahip olması bu dönemin kadınlarındaki gücü ortaya koymuştur.

Avcılık ve toplayıcılıkla geçimini sağlayan toplumlarda belli iş bölümleri oluşmuştur. Erkek avcılık yaparken, çocuk doğuran ve temel besin ihtiyacını karşılamak üzere çocuğunu emziren kadın toplayıcılık görevini üstlenmiştir. Bir yandan toplayıcılığın avcılığa göre sürekli besin getirmesi kadının üretimdeki etkinliğini göstermektedir. Ortak mülkiyet anlayışıyla aile içerisinde herkes toplanılan ve avlanılan besinlerden eşit derecede faydalanmakta, birinin bir diğeri üzerine kurabileceği bir baskı ortamı bulunmamaktadır (Köse, 2012).

Hayvanların evcilleştirilmesi ile birlikte hayvan sürüleri yetiştirilmeye başlanmıştır. Tarımsal faaliyetlerin yapılmaya başlamasıyla da insan gücüne olan gereksinim ortaya çıkmıştır. Tarım aygıtlarının sahipliği erkek tarafından üstlenilirken, iş bölümleri yeniden şekillenmiştir. Kölelik olarak adlandırabileceğimiz emek sömürüsü başlamıştır. Sürülerin mülkiyeti iki başlı aile kurumuyla karşımıza çıkmış olan tek bir erkeğe yani babaya, mirası ise artık baba soyundan bilinen erkek çocuğa bırakılmıştır. Mülkiyetin aidiyetinin babaya geçmesi ataerkil dönemi başlatmıştır. Ataerkil dönemde kadının statüsü değersizleştirilmiş, onu yalnızca işlevi çocuk doğurmak olan bir köleye dönüştürmüştür. Babanın kesin olarak bilinebilmesi için kadın tamamen erkeğin hakimiyetine bırakılmıştır (Köse, 2012).

Erkeğin mülkiyet hakkının ve aile içindeki ayrıcalığının korunması adına bir devlet mekanizması yine bu dönem geliştirilmiştir. Babaya ait olan çocuk üzerindeki bütün haklar devlet mekanizması tarafından güvence altına alınmıştır. Artık evliliğin feshi ise yalnızca erkeğin isteği doğrultusunda gerçekleşebilmektedir (Engels, 1884).

Bachofen’in “Analık Hukuku” olarak adlandırdığı dönem sonlanmıştır. Yine Bachofen, Analık Hukuku’ndan Babalık Hukuku’na geçişine örnek olarak Aiskhylos’un “Oresteia”sını göstermektedir. Klytemnestra, aşığı Aegisthus için Truva Savaşı’ndan dönen eşi Agemennanı’ın öldürmüştür. Oğlu Orestes bunun karşılığında babasını öldüren Klytemnestra’yı öldürerek annesinden intikam almıştır. Analık Hukuku’nun uygulandığı bu toplumda anneyi öldürmenin cezası çok ağır olacaktır. Oysaki Klytemnestra da onun kadar suçludur lakin yasalar katil ile maktulün aralarında kan bağı bulunmamasından ötürü bu cinayetle ilgilenmemiştir. Mahkemede Orestes’in suçlu bulunup bulunmamasına ilişkin oylar eşit çıkmıştır. Athena’nın Orestes’i suçsuz bulmasıyla artık ‘’Analık Hukuku’’ bitmiş, “Babalık Hukuku” başlamıştır” (Engels, 1884).

Artık mülkiyet kavramıyla beraber karşımıza çıkan “tek eşli aile” sistemi, o dönemki yasaklara karşın eski cinsel serbesti döneminin geleneği olan “Hetairizm” ve zina fuhuş adı altında gerçekleştirilmeye devam etmiştir. Kadının böyle bir durum içerisinde bulunması onu toplum nezdinde aşağılık bir konuma sokarken, erkeğin bu şekildeki birlikteliklerine göz yumulmuştur (Engels, 1884).

 

1.İlk Sınıfsal Çatışma Alanı Olarak Aile

 Tarım toplumunda insanlar bir arada yaşamak durumunda kalmış ve herkesin üstüne düşen sorumluluklar ayrılmıştır. O dönem çeşitli meslek grupları ortaya çıkmış, sınıfsal farklılıklar oluşmuştur. Ailenin bütünlüğünün korunması açısından da önemli bir yerde olan kadınlar, başarı sağladığı takdirde birçok mesleği gerçekleştirebildiği bilinmektedir. Lonca kayıtlarında kadın marangozlar, doğramacılar, eğerciler de görülmektedir.  Erkekler kadar beceri gerektiren işlerde çalışmaktadır ve erkeklerle aynı ücreti almaktadır. O dönemin çalışan kadınları ve çalışan erkeklerin eşleri soylu kadınlara göre bir nebze daha özgür durumdadır. Soylu kadınların çalışmak gibi bir lüksü olmadığından tamamen erkeğe bağımlı durumdadırlar. Mülkiyet yine tam anlamıyla erkeğin elindedir. Yasalar tamamen mülkiyetin erkekte olması adına şekillenmiştir. Kadınların statüsü topluma getirdiği ekonomik katkıyla ölçülmektedir (Maulenbelt, 1987).

Sanayi devrimi ile seri üretime geçilmiş, makineler insan gücünün yerini almıştır. Kapitalizmin hâkim olduğu yeni sınıfsal yapılar: bir üretim aygıtı olarak “fabrika” ya sahip olan burjuva sınıfı ve proletarya yani işçi sınıfı oluşmuştur. Yeni üretim aygıtları tarım toplumunda çalışacak insan ihtiyacını azaltmış aileyi giderek daraltmıştır. Bu kapitalist sistem ailede erkeğin fabrikalardaki ücretli emeği evine getirdiği, kadının ise ev işi yani ücretsiz emeği gerçekleştirdiği iş bölümünü oluşturmuştur (Köse, 2012).

Marx ilk sınıfsal çatışma temelinin uygar olarak nitelendirilmiş bu “tek eşli aile”lere dayandığını belirtmiştir. Marx’a göre ailedeki iş bölümü cinsiyet ve yaş gibi fizyolojik durumlardan kaynaklanan doğal bir iş bölümüdür. Aile içerisinde çocuk üzerinden şekillenen iş bölümündeki eşitsizlik erkeğin kadın üzerinde tahakküm kurduğu sürekli bir çatışma ortamını ortaya çıkarmıştır (Engels, 1884).

Kapitalizmin çıkışı, sanayi toplumundaki tek eşli evliliklerin akla geldiği üzere karşılıklı bir aşk temelinde değil çıkarlar nezdinde gerçekleştirilmiştir (Marx, Engels, Lenin, 2019). Ayrıca tek eşli evliliklerin aile yapısının toplumsal sınıf düzeylerinde farklı seyir etmiş olduğunu görmekteyiz. Proleter bir ailede kadın, burjuva aileye kıyasla görece daha özgürdür çünkü erkek hakimiyetini meşrulaştıracak ve miras bırakılacak bir mülkiyet proleter ailede bulunmamaktadır. Devlet tarafından konulmuş, erkek hegemonyasını besleyen, burjuvaziyi koruyan kanunlar yine burjuva aileler için geçerli olmuştur. Ayrıca kadının yasalar önündeki eşitsiz konumu onun ekonomik bağımlılığından kaynaklanmaktadır. Kadının yapmaya mecbur bırakıldığı ev işleri onu kamusal alandan da dışlamıştır. “Erkek burjuvazidir, karısı ise proletaryayı temsil eder” (Engels, 1884).

Marx ve Engels, “Alman İdeolojisi” kitabında kadının doğurgan olması gibi biyolojik nedenler aile içinde cinsiyete dayalı iş bölümünü oluşturduğunu söylemektedir. Bu da Marx ve Engels’in temel aldıkları noktanın biyolojik cinsiyet olup olmadığı tartışmalarına yol açmıştır. Doğurganlıktan kaynaklı farklılaşan iş bölümünü “doğallık”, zihin ve kol emeğindeki ayrışmayı toplumsal yönlü olarak nitelendirilmiş olması feministler tarafından eleştirilmiştir. Brown, Marx ve Engels’in zihin ve kol emeğine yönelmelerinin sebebinin, emek sömürüsünün toplumsal bir biçimi olmasından kaynaklandığını söylemektedir. Ayrıca Marx’ın bahsettiği doğallığın biyolojik temelli olmadığını, bir ürün ortaya koymak için emek veren işçiyle çocuğunu doğuran anne arasındaki ilişkinin farklılığına dikkat çekmektedir (Brown, 2012).

Marx ve Engels’in ilk sınıflı toplum yapısı olarak çözümlediği aile içerisindeki çatışmanın yansımalarının toplumsal boyuta ulaştığını söyler. Ailedeki iş bölümü kadının baskılanmasına zemin hazırlamıştır. Erkek hem mülkiyetin hem de çocukların denetimine sahiptir. Bu da sömürünün aile içerisinde başladığını bize göstermektedir (Brown, 2012).

 

2. Kapitalizm ve Kadın

Kapitalizm aile yapısında birçok değişiklik getirmiş, bu değişiklikler ataerkil sistemi güçlendiren unsurlar olarak karşımıza çıkmıştır. Kadınların işgücüne girmesiyle birlikte aile içerisinde egemenliklerini kaybetmek istemeyen erkekler tarafından kadının hareketleri kısıtlanmıştır. Kadının emek sonucunda aldığı ücret doğrudan erkeğe verilmiş, hangi işlerde çalışacağı yine erkekler tarafından belirlenmiştir. Ayrıca çalışma durumu yine ev içinde görevlerle belirlenmiştir (Bradley, 1994). Kadınların ayrıca ev işleri ve çocuk bakma yükümlüğü yine ücretsiz emek kapsamında ele alınmalıdır.

Ekonomideki kıt kaynaklardan biri olan zamanın kullanımı, aile içinde iş bölümlerine dayalı olarak değişmektedir. Erkeklerin ücretli, kadınların ise ücretsiz emeği gerçekleştiriyor oluşu, kadınların sadece ekonomik açıdan değil zaman açısından da yoksun kalmalarına sebep olmuştur (Gökmen, 2017).

Kadının evde yaptığı işler dikkate alınmamıştır. Kadınların ekonomiye olan katkıları da gözden kaçırılmıştır. Ücret olmaksızın yaptığı eş işleri ve çocuk bakımının yanında eşlerini de çalışma hayatına hazırlamış olduğu görülmektedir (Gökmen, 2017).

Kadınlar çalışma hayatına daha çok girmelerine ve çalışma hayatındaki rolünün etkinleşmesine rağmen halen aile içindeki ücretsiz emek kapsamındaki işlerinde erkeklere nazaran daha fazla vakit geçirmektedir. Kadınların hem ücretli emekte çalışması hem de ücretsiz emek yani karşılığında bir şey beklemedikleri ev işlerini ve çocuk bakımını gerçekleştirmesi durumu “çifte mesai” olarak da nitelendirilmiştir (Gökmen, 2017).

Kadınlar ücretli emek kapsamında çalıştıkları işlerde ucuz işgücü olarak görülmüş ve daha az ücret almasıyla birlikte sermaye birikimi artmaya, kapitalizm beslenmeye devam etmiştir (Walby, 2016).

Marx’ın öne sürdüğü yedek işgücü kavramı, işgücü talebinin sermaye birikimine orantılı olarak artmamasından kaynaklı işsizler ordusunun ortaya çıkmasını anlatmaktadır. Böylece işsizler ordusu ücretleri daha da aşağıya çekecek bu da istihdamdaki işçiler üzerindeki baskıyı daha da arttıracaktır. Marx’ın gizli, gezgin ve durgun olarak ayırdığı yedek işgücü ordusundaki gizli işgücü sadece ihtiyaç halinde başvurulan işgücüdür.  Gezgin mevsimlik işçileri, durgun işgücü sürekli işsizleri kapsamaktadır (German, 2006).

Beechey, Marx’ın “Yedek işgücü ordusu” nda herhangi bir cinsiyete atıfta bulunmamasına karşın, işçiler arasında cinsiyetten kaynaklanan bir ayrım olduğuna dikkat çekmiştir. Evli kadınlar bu gizli rezervin vazgeçilmez bir parçasıdır. Evli kadınlar, eşlerinin ücretleri tarafından desteklendiğinden daha düşük ücretlerle çalışabilmekte ve kolayca işten atılabilmektedir (Walby, 2016).

Bazı işlerde sadece erkekler çalışmalıdır anlayışı ve en kötü işlerde kadınların çalıştırılması, kadınların bunu kabullenmesi durumu, kadınların ailedekine benzer konumlarıyla ilişkilendirilmiştir (Walby, 2016). Barron aud Norris’e göre birincil ve ikincil işler vardır. İkincil sektör işleri istikrarsız, düşük ücretlidir. İki sektör arasında çok az hareketlilik vardır. Barron ve Norris, işverenlerin kadınların sahip olduğuna inandığı dağıtılabilirlik, açıkça görülebilen sosyal farklılıklar, eğitim almaya duyulan çok az ilgi ve dayanışma eksikliği gibi özellikleri nedeniyle kadınların öncelikle ikincil işçiler olduğunu öne sürmektedir. Bu özellikler kısmen bireyin iş gücü piyasası deneyiminin ve kısmen de sosyal yapının işgücü piyasası dışındaki yönlerinin sonucudur (Walby, 2016).

Craig, eşit olmayan ücretlerin açıklanmasına ilişkin, bu sektördeki ücretlerin çok daha düşük olmasına rağmen, birincil sektördekiler kadar beceri gerektirdiğine dikkat çekmiştir. Kadınların neden erkeklerden daha fazla olarak ikincil sektör işlerini işgal ettiğini kadınların ev işlerinden birinci derecede sorumlu kişi olmasının yani ailedeki konumunun, birincil ücret kazanma beklentilerinin azalmasına yol açtığını ve bu nedenle kadınların ikincil bir ücreti kabul etmeye erkeklerden daha hazırlıklı olmasıyla açıklamıştır. Bu nedenle, kadınların ailedeki konumlarının bir sonucu olarak sahip oldukları beklentiler nedeniyle kadınların arz fiyatının erkeklerinkinden daha düşük olduğunu savunmuşlardır (Walby, 2016). Walby, Craig’n bu yaklaşımına ilişkin kadınların beklentilerin yüksek veya düşük ücretli işleri kabul etmekle alakalı olmadığını asıl meselenin kadınlarla erkeklerle aynı ölçüde iş fırsatları sunulmaması olduğunu söylemektedir (Walby, 2016).

Hartmann, ataerkil yapının etkisiyle oluşmuş iş bölümlerinin kapitalizmin ortaya çıkışından çok daha önce var olduğu düşünmektedir. Bu iş bölümleri, endüstriyel kapitalizmdeki erkek işçiler tarafından sürdürülmüş ve kapitalist işverenler tarafından çıkarları nezdinde sömürülmüştür. Hartmann, erkek işçilerin aktif örgütlenmesinin kadın işçileri dışladığı görüşünü savunmuştur (Walby, 2016).

Toksöz, Hartmann ve Walby’nin kapitalist sistemin oluşturduğu ücretli ve ücretsiz iş ile alakalı iş bölümü farklılaşması varsayımına ilişkin, kadınların ücretsiz, erkeklerin ücretli işlerde yer aldığını açıklayamadığını söylemektedir. Bundandır ki Hartmann ve Walby, ataerkil sistemin bunda etkili olduğunu savunmuşlardır. Sınıfsal bir sömürüden öte bir ataerkillik vurgusu önemlidir (Sağlam, 2020).

Engels’e göre kadının, erkeğe karşı bağımsızlığını toplumsal üretim sürecine katılmaları ve sanayi sürecinin gelişmiş olmasıyla kazanabileceğini savunmuştur. Ayrıca ücretsiz emeklerinin de toplumsal sürece dahil edilmesi gerektiğinin altını çizmiştir (Feng, 2013). Birinci bölümde bahsettiğimiz ortak mülkiyetin hâkim olduğu toplum yapısında ev içi işler toplumsal süreç kapsamında yapılmıştır.

 

Sonuç

 İlkel aile yapılanmalarında kadının statüsü ekonomiye yaptığı katkıyla beraber güçlü bir durumdadır. Özel mülkiyetin ortaya çıkmasıyla beraber bu güç erkeğin lehine gelişmiştir. Kadının toplumdaki rolünün eş ve anne rolüyle sınırlı olduğu bir toplum oluşturulmuş, ataerkillik olağanlaştırılmıştır.

Günümüzde ataerkil sistem kadınların biyolojik kimlikleri üzerinden meşrulaştırılmaya çalışılmaktadır. Oysaki kadının biyolojik kimliğinden dolayı değil kadının aile içerisindeki iş bölümünün değişmesiyle birlikte bu ataerkil sistemin oluştuğu görülmektedir. Kapitalizm de aile içi eşitsizliğin pekiştirilmesine olanak sağlamıştır. Bu tartışma bizi toplumsal cinsiyet meselesine götürmektedir.

Vincent, “kadınların doğasının biyolojik olarak mı belirlendiği yoksa sosyal olarak mı inşa edildiği” konusunda “cinsiyetin sosyal olarak inşa edilmiş akıllıca bir düzenleme” olduğunu söylemektedir (Geçit, 2013). Kadın, doğadan bağımsız ona biçilmiş roller çerçevesinde hayatını sürdürmektedir. Kadının ona biçilmiş rolleri yine erkekler tarafından belirlenmiştir. Wollenstoncraft, kadınların erkekler tarafından kısıtlanmış ve ezinç görüldüğünü söylemiştir. Kadınlar, kadınlıktan öte insan olarak görülmelidirler (Geçit, 2013).

Kadının aile içerisindeki eşitsiz statüsü, ücretsiz emeğinin değersizleştirilmesi ve ataerkil yapı aile içi kadın şiddet sorununu da meydana getirmiştir (Baygal, 2012). “Fabrika onların bütün günlerini yutar, makineler kendilerine gereken gücü onların kaslarından emerdi… Evli erkekler evlerine döndükleri zaman sudan sebeplerle karılarıyla kavga eder, onları acımasızca döverlerdi… Ağır çalışmanın bitkin düşürdüğü bu adamlar kolayca sarhoş olur, içlerinde hastalıklı, tuhaf bir öfke gitgide büyüyerek kendine çıkar bir yol arardı.” (Gorki, 2003). Gorki’nin Ana kitabından aktardıkları bize proletaryanın burjuvaziye yani patrona duyduğu kin ve öfkenin, aile içerisinde erkek tarafından şiddet yoluyla doğrudan kadına kanalize edildiğini göstermektedir.

Modern anlamdaki evlilikler tam anlamıyla ataerkil olmasa da erkek baskınlığından halen kurtarılamamıştır. Günümüzde kadına yönelik şiddet ataerkil mirasa dayanarak fiziksel, psikolojik, ekonomik boyutlarıyla modern evliliklerde sürdürülmektedir (Baygal, 2012).

Kapitalizm aile içindeki cinsiyet ayrımını derinleştirmiştir, kadının ev içi emekle kısıtlanmasına olanak sağlamıştır. Marksist feminizmin temel hedefi bilincin yükselmesi ile beraber kadınların özgürleşmesinin yolunun açılmasıdır.

Kadının işgücüne katılımı toplumsal eşitsizliği düzeltme hususunda büyük gelişmeler yaşatsa da kadınların aile içerisindeki konumlarının yine iş hayatında olumsuz yansımaları görülmüştür. Kadınlar günümüzde halen aynı işte çalıştığı erkeklerle eşit ücret alamamak gibi birtakım ayrımcılıklara uğramaktadır. Bu ayrımcılıkların ortadan kalkması hususunda halen feministler tarafından mücadele verilmektedir.

 

ESRA DERYAL

Feminizm Okumaları Staj Programı

 

KAYNAKÇA

Baygal, A. (2012). Aileye İlişkin Kuramsal Yaklaşımlar. Nurşen Adak (Der.), Değişen Toplumda Değişen Aile (65-90). Ankara: Siyasal Kitabevi.

Bradley, H. (1994). Gendered Jobs and Social Inequality (ch 14) in The Polity Reader Gender Studies, Polity Press, (pp. 150-159).

Brown, H. (2016). Marx’ta Toplumsal Cinsiyet ve Aile, (çev. Gamze Rastgeldi), Ankara: Dipnot Yayınları (s. 66-68).

Donovan, J. (2020). Feminist Teori, (çev. Aksu Bora, Meltem Ağduk Gevrek, Fevziye Sayılan), İstanbul: İletişim Yayıncılık (s. 133-177).

Engels F. (1884). Ailenin, Özel Mülkiyetinin ve Devletin Kökeni, (çev. Ersin Cengiz), İzmir: Olympia Yayınları (s. 37-105).

Feng, Y. (2013). Kadının Özgür ve Bütünsel Gelişimi Feminizm ve Marksist Hümanizmin Diyalektiği, (çev. Deniz Kızılçeç). İstanbul: Canut Yayınevi (s. 263).

Geçit, B. (2013). John Stuart Mill’de Kadının Toplumsal Konumu. Beytulhikmet An International Journal of Philosophy, 3. 2

German, L. (2006). Cinsiyet Sınıf ve Sosyalizm, (çev. Yıldız Önen), İstanbul: Babil Yayınları (s. 116-117)

Gorki, M. (2003). Ana. İstanbul: Bordo Siyah Klasik Yayınları (s. 8).

Gökmen, Ç. E. (2017). Toplumsal Cinsiyet ve Zaman Yoksulluğu: Hane içi Ücretli ve Ücretsiz Emek Sunumu. Çalışma ve Toplum : Ekonomi ve Hukuk Dergisi, 55, 1967-1999

Güçlü, S. (2012). Şiddetin Aile İçi Görünümleri. Nurşen Adak (Der.), Değişen Toplumda Değişen Aile (177-198). Ankara: Siyasal Kitabevi.

Köse, B. (2012). Geçmişten Günümüze Aile. Nurşen Adak (Der.), Değişen Toplumda Değişen Aile (s. 15-37). Ankara: Siyasal Kitabevi.

Lee-Keo, K (2011). Feminism In R. Devetak, A Bucke & J. George (Eds.), An Introduction to International Relations (pp. 76-90). Cambridge: Cambridge University Press.

Marx K., Engels F., Lenin V. (2019). Kadın ve Aile, (çev. Arif Gelen). Ankara: Sol Yayınları.

Maulenbelt, A. (1987). Feminizm ve Sosyalizm, (çev. Erman Demirci). İstanbul: Yazın Yayımcılık.

Sağlam, M. A. (2020). Feminist Kuram’da Kadının Politik Ekonomisi ve Dönüşümü. Karadeniz Uluslararası Bilimsel Dergi, 46 (s. 394-412).

Topakkaya, A. (2008). Tarihsel Materyalizm Bağlamında Marx’ı Yeniden Okumak. Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi. 1. 3 (s. 378-395)

Walby, S. (1986) Theories of Women and Paid Work in Patriarchy at Work Patriarchal and Capitalist Relations in Employment. Polity Press, (pp. 70-89).

 

Rethinking Nationalism Through Foucault

Abstract

The modernist theory of nationalism asserts that nationalism emerged as a product of modernity in the last two centuries owing to some economic, political, and social processes such as capitalism, French Revolution (1789-1799), industrialization, secularism, and urbanization, etc. In this regard, one cannot ignore that nationalism has an enormous impact on foreign politics, domestic politics, and most importantly the perceptions of individuals throughout the world in the last two centuries, which is still very influential. This paper aims to examine this influence through the analyses of Michel Foucault on modern power in order to demonstrate how nationalism became an unnoticeable part of daily life. The most salient overlapping points between these two are that they examine modernity as the starting point and accept modern power as a productive structure, however, there are also many other common points between them, which are aimed to be examined in this paper.

Keywords: Nationalism, Foucault, Modern Power, Regime of Truth, Disciplinary Power

 

  1. Introduction

Unlike primordialism, the modernist theory of nationalism claims that nationalism emerged as a product of modernity in the last two centuries owing to some economic, political, and social processes such as capitalism, French Revolution (1789-1799), industrialization, secularism, and urbanization, etc. (Özkırımlı, 2010: 72). Ernest Gellner states that nationalism is not a product of the nations; it creates the nations (Gellner, 1992: 105). He defined nationalism with the following statement: a political principle, which holds that the political and the national unit should be congruent (Gellner, 1992: 19). Eric J. Hobsbawm accepts this definition by adding the political duty of Ruritanians, which refers to members of the imaginary central European country. This political duty asserts that members of the nation should submit their allegiance and loyalty only to the political authority that is considered to represent the nation, that is, the state, at the expense of forgetting other affiliations, especially in situations of war-like national danger (Hobsbawm, 1992: 9). He agreed with Gellner, and emphasizes the concepts of the artifact, invention, and social engineering by stating the following statement: nations do not make states and nationalisms but the other way round (Hobsbawm, 1992: 10). Gellner asserts that the emergence of both states and nations is not a universal necessity since they emerge depending on some conditions that are independent from each other (Gellner, 1992: 27).

According to Gellner, human beings experienced three stages such as the pre-agricultural (the hunter-gatherer), agricultural (agro-literate), and industrial. In the first one, there was no room for a political division of labor, which creates the state. In the second one, the state took place in most agricultural societies, therefore, one can say that the state was optional in the agricultural stage. Differently, the state was inevitable in the third stage since the industrial society was oversize; it required a very complex and multidimensional division of labor, and mostly centralization (Gellner, 1992: 25-26). Like Benedict Anderson, Gellner accepted culture as one of the most important bases of nationalism, and he claims that there was no cultural homogenization in the agricultural societies, thus, nations were not able to occur. On the other hand, culture became more important in industrial societies because of the social and regional mobility (Özkırımlı, 2010: 100). The industrialization era, which started in the 18th century, is an age where continuous economic development, growth, and the ideal of unlimited increase in wealth and production, thanks to its high technology that allows mass production, is an age. In the age of industrialization, every individual should have the right to work in a line of business and any cell of cooperation; the phenomena of dependence on the social class born into it and the inertia in the social hierarchy must be eliminated (Gellner, 1992: 33-34). The industrialization age and the accompanying social and regional movement and the democratization process require individuals to be produced as educated and loyal citizens; in Etienne Balibar’s words, it has made it mandatory for them to be raised as “homo nationalis” (Balibar, 1991).

Thus, this paper studies the process of raising homo nationalis at first, then it will be studied Foucault’s analysis of the modern power by especially referring to regime of truth and the disciplinary power. One of the main aims of this paper is an investigation of reflections of nationalism on the daily life of individuals, which are so-called inherent and instinctive. Therefore, under the subhead named Rethinking Nationalism Through Foucault, this paper demonstrates the overlapping points between nationalism and Foucault’s analyses by asserting that nationalism is a part of the regime of truth under the control of the disciplinary power.

  1. Literature Review & Research Method

The linkage between nationalism and the analyses of Foucault is mainly studied by referring to biopolitics, racism, and nationalist movements of colonials. Since there is no direct analysis of Foucault about nationalism, studies in this field use the method of literature review by establishing common analyses of both. Similarly, this paper examines nationalism and Foucault by using the method of literature review in order to study, analyze, and compare the studies of the most prominent figures of the modernist theory of nationalism and the most prominent studies of Foucault. This paper aims to demonstrate how nationalism became influential and unnoticeable part of daily life, therefore, different from other studies, this paper focuses on the analyses of Foucault on daily practices under regime of truth and the disciplinary power. The most salient Turkish study that belongs to Aret Karademir examines the linkage between sexuality and nationalism through the biopower and the disciplinary power by asserting that analyses of the modernist theory nationalism require an aspect of sexuality and analyses of Foucault requires a nation (Karademir, 2018). One of the most useful English studies, which belongs to Ieva Zake, aims to provide a theoretical framework for nationalism with the thoughts of Louis Althusser and Foucault through the Ideological State Apparatuses (ISAs) and the bio-power (Zake, 2002). While Angana P. Chatterji examines Hindu Nationalism with the concept of biopolitics (Chatterji, 2004), John Gledhill examines the ethnic nationalism in Eastern Europe through the biopower with the example of Romania (Gledhill, 2005). Despite the fact that studies in this field are limited, all the works cannot be mentioned. Therefore, lastly, it is useful to mention Mark G. E. Kelly, who studies the concept of biopolitics, state racism, and nationalism with the examples of Australia and the USA (Kelly, 2004).

  1. Homo Nationalis

Balibar advocates that a social formation must construct individuals as a homo nationalis, homo economicus, homo politicus, and homo religious with daily practices and apparatuses in order to be created as a nation (Balibar, 1991: 93). To begin with, the state must raise reliable citizens who will voluntarily present their loyalty and devotion to it in an age where social class hierarchies are collapsing, and authorities are losing power. In addition, these individuals are citizens who, with the democratization process, can have a say in the management of the society, become taxpayers, and form the working class (Hobsbawm, 1992: 80). Moreover, this social and regional mobility has led to another necessity, standardization. People should speak the same language as the people they encounter in the industrialized areas they migrate to; have gone through similar basic educational processes in order not to experience integration problems when they join the working class. In this regard, Gellner makes an analogy between modern society and the modern army (Gellner, 1992: 60-61). In short, individuals had to be raised as patriotic and loyal citizens, which are aware of their political duty that refers to forget other affiliations such as social class, religion, sect, or race to exercise their right to vote for the welfare of the country they belong (Hobsbawm, 1992: 9, 82-83). In this regard, a national language and a standardized formal education were requirements. These requirements were a product of the centralization of the state; also, they strengthened the centralization of the state. Thanks to the improvements in transportation such as railways, communication such as the telegraph in the 19th century, the linkage between the state and its citizen, and the linkage between the central and its remotest regions consolidated as never before (Gellner, 1992: 69; Hobsbawm, 1992: 81). Lastly, the most effective way was the division of ‘us’ and ‘others’ to throw together several affiliations under the national flag against foreigners, which was important in the 19th and at the beginning of the 20th centuries because of the wars (Hobsbawm, 1992: 91). In this context, the reasons why the state had to raise homo nationalis can be understood better.

In the case of raising homo nationalis, there are mainly three dimensions that are interrelated such as the national history, national language, and national culture. In the case of the invention of national history, Balibar states that the continuity of nations is always presented and emphasized; in this regard, he defines the creation of a nation as a project, which involves retrospective illusion over the centuries. This illusion provides two things. First, the people of a nation suppose that their nation continues to exist on a stable territory, under a stable name by passing down an unchangeable essence. Secondly, people suppose that the first notion is destiny, which refers to the only one. Thus, Balibar summarizes this historical invention with the following statement: project and destiny are the two symmetrical figures of the illusion of national identity (Balibar, 1991: 86). Furthermore, Hobsbawm asserts that history is invented by chosen, designed, envisioned, advocated, and systematized (Hobsbawm, 1983: 13). In the case of the invention of the national language, it is significant to address Benedict Anderson. Despite the fact that there were several different dialects, one of them was selected as a national language, which was very crucial for the realization of the ‘imagined’ communities (Anderson, 1991). There is another important effect of the national language on nationalism since it is one of the crucial determinants of the nation and/or nationhood. For instance, the German poet Ernst M. Arndt described German borders as places where German is heard in his famous poem “Was ist des Deutschen Vaterland” written in 1814 (Dumanoğulları, 2021). Related to the invention of national history, and doubtlessly related to the invention of the national language, the national culture is invented. In other words, the national identity reflects in the dances, songs, folk songs, idioms, proverbs, etc. Thanks to these inventions; the national consciousness, national heritage, collective memory, national symbols, and national body are constructed. The daily reflections of these constructions can be exemplified by national holidays, national heroes, coins, national flags, national anthems, tales, myths, names of neighborhood and street, a common national architecture, and sacred sites, etc. (Hobsbawm, 1992: 91-94; Billig, 2005).

The main source of these inventions is the standardized, compulsory, and formal education under the same authority, which is the state. Gellner clarifies the importance of legitimate education with the following statement by referring to Max Weber: the monopoly of legitimate education is now more important, more central than is the monopoly of legitimate violence (Gellner, 1992: 72). Owing to this standardized legitimate education, national identity, which includes the above, was both invented and spread. Moreover, the national identity becomes concrete unnoticeably with a cognitive, moral, and emotional standard for individuals, which is discussed later. This national identity is also reproduced with and within the family. Individuals begin to become subjects of these nationalist inventions with generations that have already become the subjects of these inventions. There is also a discussion on whether nationalism involves the construction and reproduction of the traditional family structure with respect to gender roles[1].

These analyses so far are not sufficient to clarify the enormous effect of nationalism on foreign politics, domestic politics, and most importantly the perception of individuals. Hobsbawm explains how nationalist ideologies have become so influential with the concept of the invented traditions. According to him, nationalism should be examined by considering the invention of the traditions for a comprehensive analysis (Hobsbawm, 1983: 14). He describes this concept as a set of practices, which are governed by directly or indirectly rules, and a set of rituals by seeking to infuse certain realities, identities, perceptions, etc. through repetitions, which are mostly emphasized the continuity of the past at the same time (Hobsbawm, 1983: 1). He mainly divides the invented traditions after the industrial revolution into three interrelated groups. The first one establishes the concept of membership of real or artificial communities. The second one establishes the relations of authority and institutions. The last one establishes the infusion of beliefs, norms, and practices (Hobsbawm, 1983: 9)[2]. However, this paper seeks a deeper analysis to ground the enormous influence of nationalism. In this regard, it is crucial to address Foucault.

  1. Foucault’s Modern Power

To begin with, it is crucial to explain Foucault’s definition of power. According to Foucault, power is not an institution or a structure; it is a name given to a complex strategic situation in a given society, not a specific power some have had from the outset (Foucault, 2010: 72). Power is a strategic mechanism that restrains forces and prevents their randomness, with negative and sometimes positive effects. In this regard, Foucault examines five forms of power. The first one is the juridico-discursive power, which is based on violence and oppression, embodied in the king’s body (Foucault, 2010: 65-67). The second one is the norm power that excludes violence, puts life in the center, qualifies, measures, and evaluates it in a hierarchy, and binds to itself the knowledge that allows it to do so (Foucault, 2019: 231). The third one is the disciplinary power that approaches the human body as a machine, aims to educate the body, reveal its powers, develop its abilities, and gain maximum benefit from the body by constantly increasing its productivity (Foucault, 2010: 102; Foucault, 2019: 169-170). The fourth one is the regulatory power, where abundance, birth and mortality rates, health level, life expectancy, and all conditions that may affect them gain importance, and a series of interventions and regulatory controls emerged at the point of taking responsibility for them (Foucault, 2010: 102-103). The last one is the bio-power that encompasses both disciplinary and regulatory power, refers to human biology, draws its boundaries in the human body, aims to increase human powers, encompasses life in all areas (Foucault, 2010; Foucault, 2019).

Secondly, it is significant to clarify Foucault’s analysis of modernity. According to Foucault, in the age of modernity and its effects such as industrialization, urbanization, the increase in population and movement of the population, and the increase in production and wealth, pre-modern power structures, whose sole function is law and prohibition, are healthy, educated, disciplined, normalized, continuous observation. Individuals and populations who have a work ethic, who want to obey the laws, who have embraced the sanctity of private property and their work, have lost their functions because they do not have the worry of producing. Thus, the modern power sought mechanisms that would enable the ruling individuals and populations to manage with efficient and rational methods in line with the needs of modernity and industrialization. He explains the change in the concept of power caused by modernity with the following statement: we pass from a technology of power that drives out, excludes, banishes, marginalizes, and represses, to a fundamentally positive power that fashions, observes, knows, and multiplies itself on the basis of its own effects (Foucault, 2005: 48). In this context, modern power has a productive structure, which produces not only “negative concepts or mechanisms of exclusion”, but also “positive concepts, mechanisms, and practices” (Foucault, 2005, pp. 44, 48).

At this point, regime of truth should be clarified since regimes of truth that establish the subject, and all the power procedures that establish them, constantly exchange the truths that power creates and continues to create with changing subject positions. In the endless exchange between subject and truth, the subject maintains its existence as long as it accepts its truth, and the truth conforms to the position of the subject it determines (Molacı, 2020: 24). Foucault asserts that truths are specific inventions of power relations. Power then produces truth, determines object fields and righteousness rituals. According to him, all truth claims are products of power that exist wherever language, discourse, or representation exists (Molacı, 2020: 23). On the one hand, power subjects individuals in the sense of extracting a field of knowing from them, on the other hand, by keeping individuals in a position where they can no longer be subjects, it transforms them into objects. At the discourse level, power intervenes in the spheres of knowing in order to control the production of subjectivity and constantly rewrites the truth (Molacı, 2020: 27). Foucault advocates that truth, like the subject, is problematized, constituted, changed, and transformed; but at the same time, it establishes, changes, and transforms the subject in its inextricable bond with power relations that produce and support it (Molacı, 2020: 21). There is no doubt that the basis of regime of truth is the relationship between power and knowledge since another significant analysis of Foucault is the necessity of accepting that knowledge and power directly involve each other and that the other cannot exist unless one of the two is absent from the idea that knowledge can exist as long as it is abstracted from power relations (Foucault, 2019: 65).

It is crucial to address the disciplinary power to understand better the reflections of regime of truth on individuals since the field of application of disciplinary power is the individual, who is subordinated to habits, rules, orders, the authority (Foucault, 2019: 201), through its “body, time, everyday gestures and activities, and the soul since it is the seat of habits” (Foucault, 2019: 200). The aim of the disciplinary power is not to subjugate individuals to the laws and prohibitions of the sovereign; to educate, discipline, normalize them, and to make them “bodies that can be benefited, transformed and developed” through continuous observation, profiling, imposing norms and habits on individuals, and physical and health education mechanisms. The disciplinary power makes individuals the object of knowledge, observation, and classifications made in accordance with certain norms; constructs them as information objects that can be analyzed, classified, described, and studied under the name of the case study by cataloging its idiosyncratic past, its personal growth, and the conformity/unconformity of its desires, habits or inclinations (Foucault, 2019: 200-204, 208-211, 233, 235, 255-256). In short, power produces, encompasses, subordinates, transforms, stigmatizes, disciplines, classifies, directs the individual, its soul, body, daily life, habits, sexuality, truth, normality and abnormality, and knowledge. In this regard, Foucault states “Maybe the target nowadays is not to discover what we are but to refuse what we are.” (Foucault, 2005: 68). According to him, the aim should not be about to save the individual from the state and its relatives; it should also include saving the individual from the kind of individualization associated with the state by rejecting this kind of individuality that has been imposed for centuries (Foucault, 2005: 68). As the spatial counterpart of these analyses, Foucault examines schools, monasteries, military (for example, barracks), industrial institutions (for example, factories), and hospitals with examples of strict and very detailed regulations. These institutions are national institutions. In other words, the language of these institutions corresponds to the official language derived from the language of the ethnic majority. In addition, these institutions have historically played a major role in transforming society into a community of people who speak the same language and have been trained in the same web of myths, symbols, or practices. Institutions such as schools, prisons, and the military are direct; The institutions of the free market economy indirectly imposed the official language on individuals. Therefore, the subject Foucault refers to corresponds to the national subject produced by national-disciplinary power and speaking the official language.

  1. Rethinking Nationalism Through Foucault

To begin with, the most salient overlapping points between nationalism and Foucault’s analyses are that they examine modernity as the starting point and accept modern power as a productive structure. Both of them asserts that the modern power produces docile and loyal citizens to control them, to gain maximum benefit from individuals who refer to the labor force, to increase the wealth, to provide obedience to authority, to control the birth rates, and to control the emerging developments caused by the industrial revolution and its relatives, etc. One cannot ignore the contribution of nationalist ideologies to these aims. Also, both of them emphasize the importance and the potential of the educational institutions and the daily practices. The process of construction, and the form of nationalism has a multidimensional and complex structure that feeds each other and affects each other. Owing to the construction by modern power, individuals are inclined to perceive their nations, nationalities, and thus, nationalism as ancient, gut feeling, normal, as-is and to-be. This illusion of nationalism infiltrates human consciousness and the human body through religious and educational institutions, news agencies, family, discourses of politicians, TV shows, movies, flags, idioms, proverbs, coins, tales, national holidays, trade unions, sacred sites, names of neighborhood and street, legal systems, art, literature, dances, folk songs, sport, social media, political organizations, and military, etc. In this regard, it is useful to emphasize the following statement of Foucault: the human body was entering a machinery of power that explores it, breaks it down and rearranges it (Foucault, 2019: 211). While nationalism can be observed in the individual with its soul, body, daily life, habits, sexuality, truth, normality, and abnormality, the modern power, which mostly indicates to the state and its relatives in this case, produces and reproduces nationalism in silence. Individuals are less inclined to notice these infiltration ways of nationalism. They are becoming docile, obedient, and disciplined by the modern power. They are inclined to perceive nationalism as truth under a regime of truth. Furthermore, they are inclined to be sensitive about being not named unpatriotic or traitor since the responsibility of defending their nation and nationality and being nationalist are constructed as truth and/or normal. The analyses of Foucault on habits and daily practices and Hobsbawm’s concept of the invented traditions are crucial to understand the reproduction of nationalism better. Also, it is useful to refer to the concept of emotional contagion by Christian von Scheve. Nagehan Tokdoğan establishes a linkage between this concept and nationalism by stating that objects of emotion, which refer to symbols, the illusions of the national history and national sites, start the emotional contagion by becoming visible in the cultural area and daily life and adopting by the society (Tokdoğan, 2018: 42). In the light of these, this paper asserts that nationalism is one of the products of the “policy of coercions that act upon the body, a calculated manipulation of its elements, its gestures, its behavior” (Foucault, 2019: 210), and a part of regime of truth that established, controlled, and transformed by the modern power.

  1. Conclusion

To conclude, this paper advocates that nationalism and its relatives such as nationalist ideologies, national identity, nationalist institutions, national history, national lifestyle, and nationalist symbols, etc. are invented, constructed, produced, reproduced, and transformed by the modern power. They are established under regime of truth owing to especially the disciplinary power in silence. Individuals are severely, comprehensively but insidiously exposed to these productions and reproductions thanks to the capability of modern power. Thus, studying, analyzing, and investigating nationalism can be tough. Therefore, it is useful and significant to readdress to the following statement of Foucault: maybe the target nowadays is not to discover what we are but to refuse what we are (Foucault, 2005: 68).

Cemre MARAL

Milliyetçilik Çalışmaları Staj Programı

 

*Notes

[1] For more on family, see Zake, I. (2002). The Construction of National(ist) Subject: Applying the Ideas of Louis Althusser and Michel Foucault to Nationalism. Social Thought & Research, 25(1/2), 217-246. For more on gender, see Yuval-Davis, N. (1997). Gender & Nation, London: SAGE Publications, Nagel J. (1998). “Masculinity and Nationalism: Gender and Sexuality in the Making of Nations”, Ethnic and Racial Studies, 21 (2): 242-269, and Charles, N., & Hintjens, H. (Eds.). (1997). Gender, Ethnicity and Political Ideologies (1st ed.). Routledge. For more on sexuality, see Karademir, A. (2018). Foucault ve Ulusalcılık. Kaygı. Uludağ Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Felsefe Dergisi (30), 159-171. doi:10.20981/kaygi.411477.

[2] For more, see Hobsbawm, E. (1983). Mass-Producing Traditions: Europe, 1870-1914. In E. J. Hobsbawm, & T. Ranger (Eds.), The Invention of Tradition (pp. 263-307). New York: Cambridge University Press.

 

Bibliography

Anderson, B. (1991). Imagined Communities (Revised ed.). London: Verso.

Balibar, E. (1991). The Nation Form: History and Ideology. In E. Balibar, & I. Wallerstein (Eds.), Race, Nation, Class: Ambiguous Identities (pp. 86-106). London: Verso.

Billig, M. (2005). Banal Nationalism. In H. W. Philip Spencer (Ed.), Nations and Nationalism: A Reader (pp. 184-196). Edinburg: Edinburg University Press.

Chatterji, A. P. (2004). The Biopolitics of Hindu Nationalism: Mournings. Cultural Dynamics, 16(2-3), 319–372. doi:10.1177/0921374004047753

Dumanoğulları, S. Ö. (2021, January 23). Alman Milliyetçiliğinin Dönemsel ve Kronolojik Evrimi. (C. Maral, Interviewer) Ankara.

Foucault, M. (2005). Abnormal: Lectures at the Collège de France, 1974-1975. (A. Davidson, Ed., & G. Burchell, Trans.) New York: Picador.

Foucault, M. (2005). Özne ve İktidar Seçme Yazılar 2 (4. ed.). (I. Ergüden, & O. Akınhay, Trans.) İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

Foucault, M. (2010). Cinselliğin Tarihi. (H. U. Tanrıöver, Trans.) İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

Foucault, M. (2019). Hapishanenin Doğuşu (8. ed.). (M. A. Kılıçbay, Trans.) Ankara: İmge Kitabevi.

Gellner, E. (1992). Uluslar ve Ulusculuk. (B. E. Behar, & G. G. Özdoğan, Trans.) İstanbul: İnsan Yayınları.

Gledhill, J. (2005). The Power of Ethnic Nationalism: Foucault’s Bio-power and the Development of Ethnic Nationalism in Eastern Europe. National Identities, 7(4), 347-368. doi:10.1080/14608940500334432

Hobsbawm, E. (1983). Introduction: Inventing Traditions. In E. J. Hobsbawm, & T. Ranger (Eds.), The Invention of Tradition (pp. 1-14). New York: Cambridge University Press.

Hobsbawm, E. (1983). Mass-Producing Traditions: Europe, 1870-1914. In E. J. Hobsbawm, & T. Ranger (Eds.), The Invention of Tradition (pp. 263-307). New York: Cambridge University Press.

Hobsbawm, E. (1992). Nations and Nationalism since 1780: Programme, Myth, Reality (2. ed.). Cambridge: Cambridge University Press.

Karademir, A. (2018). Foucault ve Ulusalcılık. Kaygı. Uludağ Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Felsefe Dergisi(30), 159-171. doi:10.20981/kaygi.411477

Kelly, M. G. (2004). Racism, Nationalism and Biopolitics: Foucault’s Society Must Be Defended, 2003. Contretemps, 4, 58-70.

Molacı, M. (2020). Foucault’da Hakikat. Medeniyet ve Toplum Dergisi, 4(1), 18-28.

Özkırımlı, U. (2010). Theories of Nationalism. London: Palgrave Macmillan.

Tokdoğan, N. (2018). Yeni Osmanlıcılık: Hınç, Nostalji, Narsisizm. İstanbul: İletişim Yayınları.

Zake, I. (2002). The Construction of National(ist) Subject: Applying the Ideas of Louis Althusser and Michel Foucault to Nationalism. Social Thought & Research, 25(1/2), 217-246.

 

Katalonya Bağlamında Avrupa Birliği’nin Ulus-Ayrılıkçı Hareketlere Bakışı

Özet

Avrupa coğrafyası, 20. Yüzyılın ikinci çeyreğine değin istikrarsızlıklarla boğuşup durmuştur. Ekonomik refahın yükselmesi ve Avrupa Birliği’nin (AB) varlığı ile bu sorunlar perdelense de mevcudiyetleri devam etmektedir. Bu istikrarsızlığın en büyük sebeplerinden biri Avrupa coğrafyasındaki çok uluslu yapıdır. 21. yüzyılda düşmeye başlayan sosyal refah seviyesi, neo-liberal politikalar ile sosyal devlet anlayışının çözülmesi ve kitlesel göçler sebebiyle yeniden yükselen ırkçı ve popülist söylemler Avrupa’nın tarihsel sorunlarını yeniden ve çok daha güçlü bir biçimde gün yüzüne çıkarmaktadırlar. Bu sorunlar içerisinde en kritik olanlardan biri de AB bünyesindeki ulus-ayrılıkçı hareketlerdir. Katalonya sorunu ise bunlardan en karmaşık ve en uzlaşılmaz olanıdır. 300 yıllık bu mücadele, 21. yüzyılın başlarından itibaren şekil değiştirerek bir bağımsızlık mücadelesine dönüşmüştür. Ekonomik gelişmişliği Katalonya’yı hem AB hem de İspanya için vazgeçilemez bir konuma getirmektedir. Katalonya’nın bağımsızlığı hem AB’nin varlığını hem de Avrupa genelini, Bask bölgesi, Kuzey İtalya, Flamanlar ve Kuzey İrlanda üzerinde yaratacağı domino etkisiyle, yeniden istikrarsız bir düzleme sürükleyebilecek güçtedir.

Anahtar Kelimeler:   Katalonya, Avrupa Birliği, Ulusal ve Ayrılıkçı Hareketler, İspanya, AB

 

Abstract

The European geography has struggled with instabilities until the second quarter of the 20th century. Although these problems are veiled with the increase of economic prosperity and the existence of the EU, their existence continues. One of the biggest reasons for this instability is the multinational structure in the European geography. The racist and populist discourses that have risen again due to the declining social welfare level in the 21st century, the dissolution of the social state understanding with neo-liberal policies and mass migrations reveal the historical problems of Europe again and much more strongly. One of the most critical of these problems is the national-separatist movements within the EU. The Catalonia problem is the most complex and uncompromising one. This 300-year-old struggle has transformed into a struggle for independence since the beginning of the 21st century. Its economic development makes Catalonia an indispensable position for both the EU and Spain. Catalonia’s independence is capable of dragging both the EU’s existence and Europe back to an unstable plane, with the domino effect it will create on the Basque region, Northern Italy, Flemish and Northern Ireland.

Keywords:  Catalonia, European Union, Separatist and National Movements, Spain, EU

 

GİRİŞ

Birinci ve ikinci dünya savaşları arası ve sonrası dönem, değişen uluslararası düzeni dünya genelinde ulusal-ayrılıkçı hareketlerin ortaya çıktığı bir döneme tekabül etmektedir. 1929 petrol krizi ve iki dünya savaşının getirdiği ekonomik yükler Avrupa coğrafyasını zorlarken, ulusalcı hareketlerin yükselişi için de bir hayli uygun bir ortam meydana getirmiştir. Uzun yıllar işgal altında kalan Polonya’nın 1926 yılında, Çekoslovakya, Estonya, Letonya ve Litvanya’nın 1918 yılında bağımsız devletler olarak Avrupa coğrafyasında ortaya çıktıklarını görmekteyiz. Fakat bu uluslaşma sürecinde kimi Avrupa halkları başarıya ulaşamamışlardır. Katalan, İskoç ve Kuzey İrlanda ulusal mücadeleleri bunlardan en ön planda olanlarıdır.

Uluslaşma sürecinin başarı kazandığı Doğu Avrupa ülkeleri pek de uzun olmayan bir zaman diliminden sonra, 1940’ların ikinci yarısından itibaren, Sovyetler Birliği’nin etkisi altına girerek yeniden bağımsızlıklarını kaybetmişlerdir. Katalonya ve diğer Avrupa merkezli ulusalcı hareketler de 20. yüzyıl boyunca zaman zaman yeni haklar kazanmış zaman zaman da bu haklarını kaybetmişlerdir. 17. yüzyıldan itibaren süren Katalan mücadelesinin başarısızlığının ardındaki en önemli sebep, bölgeyi İspanya merkezi hükümeti için vazgeçilmez kılan ekonomik gelişmişliktir. İskoçya’nın aksine Katalonya oldukça gelişkin bir sanayiye ve ekonomik güce sahiptir. Bu durum ekonomik gelişkinliğini, özellikle 16. Yüzyılın ikinci çeyreğinden itibaren, İngiltere’ye karşı kaybetmeye başlayan İspanya için Katalan bölgesini her zaman için oldukça kıymetli kılmıştır. Yaklaşık olarak üç yüz yıllık Katalan- İspanyol gerilimin altında yatan en büyük sebep, bugün de dahil olmak üzere, Katalanların boynuna yüklenen ağır ekonomik ve vergisel yüklerdir.

Katalonya sorunu sadece İspanya için değil Avrupa Birliği’nin varlığı için de oldukça önemli bir nokta teşkil etmektedir. İspanya anayasasının ayrılıkçı ve self-determinatif hareketleri yasadışı ilan etmesi, AB’nin resmi bir gerekçe olarak İspanya anayasasına saygıyı vurgulamasını sağlayarak, Katalan sorununda bir nebze de olsa elinin kolaylaştırmıştır. Öte yandan sorunun hâlâ güncelliğini koruyor olması Avrupa’nın sosyal, ekonomik, kültürel ve siyasi birliğini sağlamaya çalışan AB için, amaçlarının gerçekleştirme yönünde oldukça ciddi bir engel teşkil etmektedir.

Bu çalışmada, Katalonya sorunun tarihsel boyutlarını ve Katalan kimliğinin gelişimini anlayabilmek amacıyla, öncelikli olarak Katalan tarihine bir bakış sunulacaktır. Ardından makalenin asıl odak noktası olan AB’nin Katalonya bağlamında ulus-ayrılıkçı hareketlere karşı nasıl bir tutum sergilediği, çeşitli örnekler incelenerek, açıklanacaktır.

 

KATALAN TARİHİNE KISA BİR BAKIŞ

Katalonya bölgesi, İspanya’nın Kuzeydoğu kısmında, Fransa- İspanya sınırında, İber Yarımadası’nda bulunmaktadır. 1978 İspanya anayasası ile İspanya’da bulunan 17 özerk bölgeden birini oluşturan Katalonya’nın merkez şehri Barcelona’dır. 2019 verilerine göre Katalonya nüfusu 7,5 milyon civarındadır. Barcelona dışında başlıca şehirleri Tarragona, Lleida, Girona’dır (Zenginoğlu, 2019). Bask bölgesi ve Katalonya ekonomik ve kültürel gelişmişlik bakımından İspanya’nın geri kalanına oranla oldukça gelişkindirler. Fakat Bask bölgesi Katalan bölgesinden farklı olarak ekonomik özerkliğe de sahiptir. İki bölge arasındaki bir diğer fark da Bask bağımsızlık mücadeleleri sırasında ETA (Euskadi Ta Askatasuna) adında bir terör örgütü kurulmuş olmasıdır. Katalan mücadelesi demokratik yollar üzerinden ilerlemeye çalışmaktadır.

Katalonya isminin tarihi 8. yüzyıla kadar uzanmaktadır. Romalılar istilası ile bölge ekonomik, sosyal, siyasi ve benzeri pek çok alanda yoğun olarak Roma etkisinde kalmıştır. Özellikle Hristiyanlık dini, bu dönemde bölgede yerleşmeye başlamıştır. Öyle ki ilerleyen dönemlerde Hristiyan birliğini sağlamak amacıyla Kastilya prensesi Isabel ile Aragon kralı II. Fernando’nun 1469 yılında evlilikleri ile Katalonya ilk defa İspanyol krallığının bir parçası olmuş ve bir daha da bağımsızlık kazanamamıştır (Zenginoğlu, 2019, s. 1773). 15. Yüzyıldan sonra bu durum her iki taraf için de bir sorun olmamıştır. Çünkü İspanya deniz ticaretine hakimdir, coğrafi keşifler sayesinde pek çok koloni elde edilmiştir. Bunlardan belki de en önemlisi 1492 yılında Christopher Columbus’un meşhur Amerika keşfidir. İspanya Krallığı desteğiyle gerçekleşen bu yolculuk, İspanya’nın kaderini değiştirecek ve Altın Çağ’ın başlangıcı olacaktır. İşte bu ekonomik refahın getirdiği çatışmasız ortam, İngiltere’nin ticaret ve deniz yollarına hakîm olmaya başladığı 17. yüzyıla kadar devam edecektir. Fakat bu tarihten sonra İspanyol Krallığı ciddi bir düşüş yaşamaya başlamış ve düşüş yaşayan ekonomik durumun üstüne bir de Otuz Yıl Savaşları’nın (1618- 1648) getirdiği mali yük eklenmiştir. Otuz Yıl Savaşları’nın neredeyse bütün ekonomik yükü vergiler üzerinden Katalanlara yüklenmiştir. Bu durum üzerinde Katalanlar, tarihte ilk defa, 1640 yılında bağımsızlık için mücadeleye başlamışlardır. Bu savaşın yanı sıra İspanyol- Fransız savaşı (1635-1659) da Katalonya’da hem ekonomik hem de siyasi etkiler doğuracaktır.1659 Pirene Antlaşması ile Katalonya kuzey ve güney olarak Fransa ve İspanya Krallığı arasında ikiye bölünecektir. Devam eden süreçte bölgenin ekonomik sömürüsü devam etmiştir (Cebeci & Gülmez, 2020).

Katalan mücadelesindeki bir diğer önemli kırılma noktası 18. yüzyılda, 1701- 1714 yılları arasında meydana gelmiş İspanya Veraset Savaşı’dır. İspanya kralı II. Carlos’un ölümünden sonra tahtı devir alacak kimsenin olmaması sebebiyle, krallığın geleceği tehlikeye düşmüş ve Avrupa’daki diğer krallıklar, taht üzerinde hakîm olma yarışına girmişlerdir. Avusturya bu savaşta İspanya egemenliğindeki pek çok toprağı almakla beraber bir de Katalanlar ile işbirliği içerisine girmiştir. Avusturya’nın savaşta yenilmesi ile İspanya kralı V. Felipe, Katalancayı yasaklamış ve 11 Eylül 1714 tarihinde Barcelona kentini teslim almıştır. Bugün hâlâ 11 Eylül Katalanlar için büyük bir anlam ifade etmektedir. Öyle ki 11 Eylül Katalan ulusal günü olarak ilan edilmiştir. Akabinde gerçekleşen Yedi Yıl Savaşları (1756- 1763) ile de Katalanların üzerindeki ekonomik yük giderek artmaya devam etmiştir.

Fransız Devrimi’nin etkisi İspanya genelinde ciddi bir değişiklik getirmemekle beraber Katalan ulusal kimlik bilincinin oluşmasında 19. yüzyıl itibari ile ciddi etkiler oluşturmuştur. Bu dönemde başlayan Katalan Rönesansı’nın (Renaixença) dil, tarih ve ekonomik bağımsızlığı vurgulandığını ve Katalanların ilerlemesinde çok ciddi bir ivme oluşturduğunu görmekteyiz. Katalan milliyetçiliğinin doğuşu da tam olarak bu zamanlara denk gelmektedir. Böylece mücadelenin seyri değişmiş, artık çok daha keskin temellere oturmuştur. Devam eden süreçte bağımsızlık hedefinin gerçekleşememesinin yanı sıra Birinci ve İkinci Dünya Savaşları’nın getirdiği ağır ekonomik yükler yeniden bu bölgeden temin edilmeye çalışılmıştır. Sadece dış faktörlerden kaynaklı değil aynı zamanda İspanya’daki iç siyasetten kaynaklanan çatışmalı ve istikrarsız dönem Katalonya’yı derinden etkilemiştir. 20. yüzyılın başlarında derin siyasi istikrarsızlık 1923- 1930 yılları arasında Miguel Primo de Rivera diktatörlüğü ile sonuçlanmıştır ve Katalanca yeniden yasaklanmıştır. Diktatörlüğün 1931’de son bulması ve 1931 Anayasası’nın ilanı ile Katalonya 1932’de özerkliğine yeniden kavuşmuş ve Katalanca resmi dil ilan edilmiştir. Fakat bu durum da çok uzun sürmemiştir. 1936 askeri darbesi ile yönetime gelen Francisco Franco dönemi İspanya genelinde iç savaşın yaşandığı, oldukça kanlı bir dönem olmuştur. Katalanlar bu dönemde faşist yönetime karşı Cumhuriyetçilerin saflarında yer almışlardır. Ülke genelinde tekliği arzulayan darbe yönetimi, karşı saflarda yer alan Katalanları hedef almış ve 1939 yılı itibari ile biten iç savaştan sonra Katalanca yeniden yasaklanmıştır. Bu seferki yasak diğerlerine oranla çok daha serttir. Öte yandan özerklik hakları da yeniden ellerinden alınmıştır. Bu durum Franco’nun ölümüne kadar böyle devam edecektir. Fakat ayrıca belirtmek gerekir ki 1960’lı yıllar modern Katalan milliyetçiliğinin doğduğu yıllar olarak kabul edilmekte ve Katalan tarihinde önemli kırılma noktalarından birine işaret etmektedir (Zenginoğlu, 2019, s. 1776). Dünya genelinde yükselen 60’ların özgürlükçü gençlik hareketleri, Katalanlar arasında milli bilinci besleyen bir anlam doğurmuştur.

General Franco’nun 20 Kasım 1975 yılında ölmesiyle beraber faşist diktatörlük çözülme dönemine girmiş ve parlamenter monarşi ilan edilmiştir. Demokrasi geçiş sürecinde Hawks and Doves Theory[1] bağlamında demokratikleşme sürecinin İspanya gibi ülkelerde daha hızlı yaşandığını görmekteyiz. Bu bağlamda İspanya’nın da hızlı bir demokratikleşme sürecine girdiğini görülmekte. Öyle ki ilk demokratik seçimler 1977 yılında gerçekleşmiş ve 1978 tarihli yeni Anayasa’da geniş demokratik düzenlemeler yer almıştır. Yeni Anayasa ile İspanya genelinde on yedi özerk bölge kurulmuştur. Katalonya da bu bölgelerden biridir. Ayrıca Katalanca da yeniden resmi dil olarak ilan edilmiştir.

Yeni Anayasa ile her ne kadar geniş haklar elde edilse de Katalanların üzerine yıkılan ekonomik yük aynen devam etmiştir ve büyük çoğunlukla bu sebep gerekçesi ile bağımsızlık arayışları devam etmiştir. Fakat 2000’li yıllar 300 yıllık bağımsızlık arayışında en önemli eksen değişikliği periyodunu ifade etmektedir bir bakıma. Dış politika ve ekonomik konular dışında iç işlerinde tamamen özerk olan bölge, büyük çoğunlukla içsel self-determinasyon süreçlerini tamamlamıştır. Fakat 2000’li yıllar, içsel self-determinasyon arayışından ziyade artık dışsal self-determinasyon yani “tamamen bağımsız bir devlet olarak Katalonya” söyleminin ön plana çıktığı yıllardır. Bu tutumun dışa vurulduğu ilk olay 2006 senesi ile 1978 özerklik statüsünün yeniden onaylanması sürecinde statüde yapılan kimi değişiklikler ile dışa vurmuştur. Statünün içeriği genişletilerek yeni tanımlar ve haklar eklenmiştir. Buna göre “Katalanlar bir ulustur” ifadesine yer verilmiş, dilsel ve kültürel haklar genişletilmiş, ekonomik ve vergi yükümlülükleri konusunda yeni haklar belirlenmiştir. Öyle ki bu statü bir çeşit bağımsızlık anayasası olarak görülmüştür. Bu sebeple İspanya Halk Partisi, 2006 yılında statü üzerine İspanya Anayasa Mahkemesi’ne başvuruda bulunmuş ve 2010 yılında Anayasa Mahkemesi statünün Anayasa’ya aykırı olduğunu belirterek yürütmeyi durdurmuştur. 2006 yılında yapılan statünün gerçekleştirilmesine yönelik referanduma %49 oranında bir katılım olmuş ve %74 evet oyu kullanmıştır (DW Türkçe, 2006). 2010 tarihinde Mahkeme’nin yürütmeyi durdurması ile Barcelona’da bir milyonu aşkın katılımcının olduğu “Biz Ulusuz!” gösterileri gerçekleşmiştir. Elbette ki bu ve bundan sonraki gösterilerin kitleselliğinin en büyük sebeplerinden biri de 2008 ekonomik krizidir. İspanyol GSYH’sinin %20’si kadar bir kısım sadece Barcelona ve Doğu Katalonya’dan karşılanmaktadır (Cebeci & Gülmez, 2020).

Katalonya eski başkanı Artur Mas önceliğinde, Katalonya Parlamentosu 2012 yılında bağımsızlık referandumu çağrısı yapmıştır. 9 Kasım 2014 tarihinde iki milyondan fazla kişinin katılımı ile gerçekleşen gayriresmî referandumda evet oyu verenlerin oranı %80 olarak belirtilmiştir (BBC Türkçe, 2014). Referandum merkezi hükümet tarafından tanınmadığı için herhangi bir hukuksal sonuç doğurmamıştır. Fakat bağımsızlık isteğinin giderek arttığını ve daha keskin kararlar alınmaya başlandığını görmekteyiz. Öyle ki 2017 referandumu bu savı tamamen destekler niteliktedir.  2017 bağımsızlık referandumuna oy kullanma hakkına sahip olanların yarısı yani nüfusun %42,3’ü katılmış ve bağımsızlık isteyenlerin oranı %90,09 olarak belirlenmiştir (BBC Türkçe, 2017). Seçimlerde elde edilen bu sonuçlar sonrasında Katalonya başkanı Carles Puigdemont tek taraflı bağımsızlık ilanını açıklamıştır. İspanyol Anayasası’nın 2. maddesi[2] İspanya’nın birlik ve bütünlüğünü vurgulamaktadır ve ayrılıkçı hareketler devletin varlığına birer saldırı olarak değerlendirilmektedir. Bu sebeple 2017 referandumunu tanımayan ve Anayasaya aykırı faaliyet olarak niteleyen merkezi hükümet, Katalonya bölgesinde yoğun polis şiddetine başvurmuş, öyle ki 900’e yakın oy vermeye giden vatandaş yaralanmıştır. Referandum sebebi ile Puigdemont hakkında AB genelinde tutuklama kararı çıkarılmıştır. Ayrıca İspanya Anayasası’nın 155. maddesine[3] dayanarak, tarihte ilk defa, Katalan Özerk Yönetimi merkezi İspanya Yönetimi’ne devredilmiştir.

 

AVRUPA BİRLİĞİ’NİN KATALONYA SORUNUNA BAKIŞI

Avrupa Birliği kuruluşu bakımından temel olarak ekonomik bir örgütlenme olsa da özellikle Sovyetler Birliği’nin 1991 yılında resmi olarak çözülmesinden sonra 1 Kasım 1993 tarihli Maastricht Antlaşması ile siyasi bir örgütlenme olmaya başlamıştır. Bundaki en büyük sebepler Sovyet etkisinden çıkan Doğu Avrupa ülkeleridir. Sovyetlerin dağılmasından sonra ortaya çıkan güç boşluğu anti-demokratik yapılarla dolmaya başlamıştır bu ülkelerde. Yanı başında istikrarsız ve yeniden Rusya güdümüne girme tehlikesi olan komşular istemeyen AB Orta ve Doğu Avrupa ülkelerini birliğe dahil etmeyi kararlaştırmıştır. Bu kararda etkili olan bir diğer sebep ise bu ülkelerin sahip oldukları pazarların genişliğidir. Böylece AB, Avrupa entegrasyonu amacında başarılı olmaya, Doğu Avrupa’yı dengeleyerek, bir adım daha yaklaşmıştır. Fakat aynı benimseyici, pozitif tavrı Avrupa coğrafyasındaki tüm ulusalcı hareketlere elbette göstermemiştir. Bu tutumun ardındaki sebepler hukuki dayanaklara dayandırılsa da aslında oldukça siyasidir.

Katalonya sorununa karşı AB tutumu İspanya birliğini ve bütünlüğünü korumaya yöneliktir. Avrupa bütünlüğünü korumaya çalışan bir yapının açısından bakılınca elbette ki bu tutum şaşırtıcı değildir. Bu tavrın arkasındaki en büyük sebep Katalonya özerk bölgesinin sahip olduğu ekonomik gelişkinlik ve güçtür. Bölge, İspanya’nın en yüksek GSYİH’sine sahip. Öte yandan Katalonya toplam ekonomisinin %37’sini kaplayan sanayi İspanya ekonomisine %29 oranında bir katkı yaparken, tarım alanında bu katkı %33’ü ve hizmet sektöründe ise %67’yi bulmaktadır (Kalaycıoğlu, 2015). Bu oranlardan da görüleceği üzere Katalan ekonomisi İspanya açısından adeta şah damarı görevi görmektedir. Bu sebeple Katalonya AB için de oldukça önemli bir noktaya tekabül etmekte ve AB böylesi bir ekonomik gücü kaybetmek istememektedir. Bunun ardında iki önemli sebep vardır: İlk olarak Katalonya’nın bağımsızlığı ile yeni yeni toparlanma evresine girmiş olan İspanya ekonomisinin yeniden gerileme evresine girecek olması, Akdeniz ülkelerinin de ekonomik kriz yaşaması anlamına gelmektedir. Bu durum AB’nin varlığını tehlikeye düşürecek derecede ciddi bir krize evirilebilir. İkinci olarak Katalonya bağımsızlığını elde etse bile, Avrupa Birliği böylesine güçlü bir ekonomiyi yeniden bünyesine katmak isteyecektir. Bunun için ise yeniden başvuru yapması gerekmektedir. Fakat İspanya başta olmak üzere pek çok AB üyesi devlet buna karşı çıkacaktır. Bu da AB içerisinde bir diğer kriz olabilir.

Avrupa tarihi boyunca, pek çok irili ufaklı krallığa, prensliğe ve devletlere ev sahipliği yapmıştır. Öyle ki Tuna nehri bile hem geçmişte hem de şimdi pek çok Avrupa devletine sınır olma görevini üstlenmiştir. Üstelik İkinci Dünya Savaşı’na kadar, Avrupa’da egemenlik sınırları oldukça hızlı bir biçimde değişmekteydi. Bu istikrarsız sınırlar, 21.yüzyıl Avrupası’na da miras olarak kaldı. Katalonya’nın yanı sıra İskoçya, Kuzey İrlanda, Bask özerk bölgesi, Flamanlar ve Kuzey İtalya Bağımsızlık Hareketi de Avrupa’daki diğer ulusal- ayrılıkçı hareketlerdir. İngiltere’nin Brexit ile AB’den ayrılmış olsa da İskoçya ve Kuzey İrlanda sorunları hâlâ Avrupa’nın dolayısı ile AB’nin sorunlarıdır. Bu noktada özellikle belirtmek gerekir ki İskoçya’nın bağımsızlık referandumu İngiltere tarafından desteklenmektedir ve yasaldır. Fakat Katalonya için aynı durum geçerli değildir. Bütün bu ulusal hareketlerin kaderi bir bakıma Katalonya’nın bağımsızlığına bağlıdır. Öyle ki AB’nin en büyük endişelerinden biri de Katalan bağımsızlık hareketinin, başarıya ulaşması durumunda, diğer hareketler içerisinde domino etkisi yaratmasıdır.

Avrupa Birliği özellikle Kosova Savaşı gibi yanı başında meydana gelen kargaşalara müdahale etmekte yaşadığı sorunlardan ve 2001 İkiz Kuleler’in bombalanmasından sonra uluslararası tehdit ve güvenlik algılarının değişmesinden sonra daha etkili bir küresel aktör olma yolunu tercih etmiştir. Bu bağlamda AB’nin hedefi genişlemekten çok derinleşmektir. Böylesi bir amaç içerisinde AB, hali hazırda mevcut içsel sorun alanlarına yenilerini eklemek istememektedir. Bunun için Katalan bağımsızlık hareketlerine destek vermemektedir. Fakat yine de çatışmalarda olumlu veya olumsuz bir rol oynamaktan da kaçınmaktadır. Katalonya arabuluculuk çağrısında bulunmasına rağmen AB arabuluculuk yapmayı reddetmekte, bunun yerine sessiz kalma politikasını gütmektedir (BBC Türkçe, 2017). Katalan sorununu İspanya’nın iç meselesi olarak tanımlamakta, birlik üyesi devletin anayasasına saygıyı vurgulamaktadır. AB, sessiz tutumuna gerekçe olarak bu nedenleri sunsa da aslında siyasi sebeplerden ötürü bu duruma sessiz kalmaktadır. Bu iddiayı iki örnek üzerinden temellendirip açıklamak mümkündür. İlk olarak, Avrupa Birliği Polonya, Macaristan ve Türkiye’de meydana gelen polis şiddetini kaygı verici olarak niteleyen açıklamalar yaparken, Katalanlara karşı polis şiddeti hakkında benzer açıklamalar yapmaktan kaçınmaktadır. Bu duruma gerekçe olarak da İspanya iç işlerine müdahale etmemeyi gösterse de asıl kaygılar siyasi sebeplidir. İkinci olarak, 1960 Birleşmiş Milletler 1514 sayılı Genel Kurul kararı ile self-determinasyon sömürgeye uğrayan halklar için hukuksal bir hak olarak kabul edilmiştir. Ama bu hakkın kullanımı için şiddet olaylarının olması gerekmektedir. AB Katalanlara karşı polis şiddetinin ve tarihsel nedenleri self-determinasyon için yeterli görmemektedir. Bu da self-determinasyonu hukuki bir hak olmaktan çıkarıp siyasi bir boyuta sokmaktadır.

Katalonya sorununa karşı AB içerisinde tek sesin hakîm olduğu da söylenemez. 2017 referandumuna destek bir tek İskoçya’dan gelmiş olsa da özellikle AB’nin tutumu açısından farklı görüşler mevcuttur. AB Komisyonu sözcüleri de Komisyon’un üye ülkelerin iç meselelerine müdahale edemeyeceğini ve Katalan bağımsızlık referandumunun hukuka aykırı olduğunu belirtmişlerdir. AB Konseyi Başkanı Donald Tusk da İspanya’nın tek muhatap olduğunu vurgulamaktadır (VOA Türkçe, 2017). Avrupa Parlamentosu Başkanı Ramón Luis Valcárcel, 2017 referandumunu “AB’ye yönelik darbe olarak değerlendirmiştir. (Irish Excaminer, 2017) AB üye devletleri de İspanya devletine destek mesajları vermişlerdir. Öte yandan Avrupa Parlamentosu içerisinde AB’nin tutumunun nasıl olmasına yönelik farklı fikirler mevcuttur. Örneğin Yeşiller Parti Grubu 2017 referandumuna dair AB’nin Katalonya’da arabuluculuk yapması gerektiği çağrısında bulunmuştur. Fakat AB bu çağrıya olumsuz yanıt vermiştir. Ayrıca belirtmek gerekir kiAvrupa Parlamentosu (AP)Yeşiller/Avrupa Özgür İttifakı Grubu’nun Başkan Yardımcılığına, İspanya’da tutuklu olan Katalan siyasetçi Oriol Junqueras seçilmiştir” (Anadolu Ajansı, 2020). Muhafazakâr ve sosyalist parti grupları Katalan sorununun AB gündemine girmemesi gerektiğini vurgularken, Liberaller grubu da İspanya iç işlerine karışılmaması gerektiğini, tarafların “karşılıklı şiddete” başvurmasının kabul edilemez olduğunu belirtmiştir (DW Türkçe, 2017). Katalan sorunu anlamında, AB içerisindeki bir diğer önemli olay ise Avrupa Birliği Adalet Divanı’nın 2019 Temmuz ayında, Belçika’ya sığınan Katalan siyasetçiler Carles Puigdemont, Antoni Comin ve İspanya’da tutuklu bulunan Oriol Junqueras’in, 26 Mayıs 2019 tarihli Avrupa Parlamentosu seçimlerinde aday olup seçilmelerine rağmen İspanya Merkez Seçim Kurulu’nca parlamenter ilan edilmemeleri ve listelerde yer almamalarını gerekçe göstererek bahsi geçen siyasetçilerin “ihtiyati tedbir uygulanması taleplerini” reddetmiş olmasıdır (Euronews Türkçe, 2019). Fakat beş ay sonra yani 2019 Aralık ayında aldığı bir başka karar ile yukarıda isimleri geçen Katalan siyasetçilerin ve bu isimlere ek olarak Clara Ponsati’nin, AB üyesi olarak seçilmiş oldukları 26 Mayıs 2019 tarihinden itibaren dokunulmazlık hakkına sahip olduklarına karar verdi. AB, seçilen kişinin parlamenter sıfatı taşıyabilmesi için ilgili devletin iç hukuk kurallarına uygun olarak seçilmesi gerektiğini vurgulamış olmasına rağmen AB Adalet Divanı aksi yönde bir karar almıştır (Anadolu Ajansı, 2019).

 

SONUÇ

Katalonya bağımsızlık mücadelesi İspanya’nın ekonomik boyunduruğu altında süregelen 300 yıllık bir mücadele olarak 21. yüzyılda da var olmaya ve sonuçsuz kalmaya devam etmektedir. Bu sorunun başarısız olmasındaki en büyük sebeplerden biri de bütün Katalanların ortak mücadelesi olamamasından kaynaklanmaktadır (Cebeci & Gülmez, 2020). 2012 ve 2013 yılları arasında üç ayrı ayda yapılan anket çalışması Katalan halkının %2,0 ila 3,6 arasında değişen bir oranla çoğunlukla kendilerini sadece İspanyol, ikinci olarak Katalan’dan çok İspanyol, üçüncü olarak hem İspanyol hem Katalan, dördüncü olarak İspanyol’dan çok Katalan ve nihayet altıncı sırada Katalan olarak tanımladıklarını görmekteyiz (Zenginoğlu, 2019, s. 1779). Referandumlardaki, yukarıda da belirtildiği üzere, düşük katılım oranları da aslında bu durumun bir diğer kanıtı bakımından örnek olarak verilebilir.

Katalanlar 2017 referandumu örneğinde olduğu gibi dışsal self-determinasyon hakkını elde etme yolunda daha kararlı adımlar attıkça İspanya Hükümeti de aynı kararlılıkta daha sert tepkiler vermeye devam etmektedir. Öyle ki son referandumdan sonra Katalanların özerk yönetimi tarihte ilk defa İspanya merkez yönetimine devredilmiştir. Bitmeyen kriz ortamında, 2021 yılı da Katalan mücadelesinde yeniden krizlerin patlak vermesi ile başlamıştır. Monarşiye ve polise karşı eleştirel içerikte rap müzik yaptığı gerekçesiyle Katalan müzisyen Pablo Hasel’in tutuklanması, Madrid ve Barcelona da kitlesel protestoların gerçekleşmesine yol açtı. Bu eylemler sırasında 40’ın üzerinde eylemci gözaltına alındı (BBC Türkçe, 2021).

Avrupa Birliği de bağımsızlığa çeşitli nedenlerden kaynaklı olarak olumsuz yaklaşmakla beraber, Katalan- İspanyol krizinden arabuluculuk yapmaktan da kaçınmaktadır. AB’nin sessizlik politikasını nereye kadar sürdürebileceği merak konusudur. Zira kendi içerisindeki istikrarsızlıklara, Avrupa bütünlüğü amacı önündeki bu engellere ve en önemlisi ‘insan haklarına saygılı demokratik Avrupa değerlerine’ aykırı pek çok muameleye maruz kalan Katalan halkının mücadelesine karşı daha fazla sessiz kalması mümkün görünmemektedir. Katalan siyasetçilere yönelik kitlesel tutuklamaların meydana gelmesi durumunda veya iç siyaseti gereği Katalan siyasetçilerin ilticalarına olumlu yanıt veren Belçika dışında, bu siyasetçilerin olası bir iltica talebine AB ülkelerinin nasıl karşılık vereceği merak konusudur. Bu durumda AB sessizlik politikasını daha fazla devam ettiremeyecektir.

 

 

DİLAN TAS

Avrupa Çalışmaları Staj Programı

 

DİPNOTLAR:

[1] Teorinin kapsamı için bkz. https://academic.oup.com/icb/article/57/3/566/3979667

[2] “Madde 2. (Milletin Birliği ve Özerklik hakkı.) Anayasanın temeli, İspanyol milletinin ayrılmaz birliği, tüm İspanyolların ortak ve bölünmez ülkesidir.” (İspanya Anayasası, 1978)

[3] “Madde 155. (Özerk Topluluklarda Devlet Temsilcisi) 1. Eğer bir Özerk Topluluk, Anayasa veya diğer kanunların koyduğu yükümlülükleri yerine getirmez veya İspanya’nın genel çıkarlarına ciddi biçimde zarar verecek şekilde hareket ederse, Hükümet, Özerk Topluluğun Başkanına şikayette bulunur ve doyurucu bir cevap alamazsa, Senato’nun salt çoğunluğuyla aldığı bir kararın ardından, söz konusu Özerk Topluluğu, ilgili yükümlülükleri yerine getirmeye zorlamak veya yukarıda söz edilen kamu çıkarlarını korumak için gerekli önlemleri alır.” (İspanya Anayasası, 1978)

 

KAYNAKÇA                                                                                                                  

Anadolu Ajansı. (2019, 12 25). Avrupa Adalet Divanı’ndan İspanya’ya Katalan darbesi: https://www.aa.com.tr/tr/analiz/avrupa-adalet-divani-ndan-ispanya-ya-katalan-darbesi/1683378 adresinden alındı

Anadolu Ajansı. (2020, 01 07). Tutuklu siyasetçi Junqueras, AP’de Yeşiller/Avrupa Özgür İttifakı Grubunun Başkan Yardımcılığına seçildi: https://www.aa.com.tr/tr/dunya/tutuklu-siyasetci-junqueras-apde-yesiller-avrupa-ozgur-ittifaki-grubunun-baskan-yardimciligina-secildi/1695459 adresinden alındı

BBC Türkçe. (2014, 11 10). Katalonya’da gayriresmî oylamadan ‘bağımsızlık’ çıktı: https://www.bbc.com/turkce/haberler/2014/11/141110_katalonya_gelismeler adresinden alındı

BBC Türkçe. (2017, 10 03). Katalonya bağımsızlık referandumu: Bundan sonra ne olacak?: https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-41479264 adresinden alındı

BBC Türkçe. (2017, 10 02). İspanya tehdit etti, Katalonya AB’den devreye girmesini istedi: https://www.bbc.com/turkce/41467832 adresinden alındı

BBC Türkçe. (2021, 02 18). Pablo Hasel: İspanya’da rap şarkıcısının tutuklanmasıyla başlayan eylemlere polis müdahale etti, 40’tan fazla kişi gözaltında: https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-56110382 adresinden alındı

Cebeci, E., & Gülmez, S. B. (2020). Self-Determinasyon ve Katalonya Sorunu. D. D. Yıldız içinde, Avrupa Birliği Ülkelerinde Ayrılıkçı Hareketler. Ankara: Nobel Bilimsel Eserler.

DW Türkçe. (2006, 06 19). Katalanlar “daha fazla özerklik” dedi: https://www.dw.com/tr/katalanlar-daha-fazla-%C3%B6zerklik-dedi/a-2521278 adresinden alındı

DW Türkçe. (2017, 10 05). AB Katalonya anlaşmazlığına karışmıyor: https://www.dw.com/tr/ab-katalonya-anla%C5%9Fmazl%C4%B1%C4%9F%C4%B1na-kar%C4%B1%C5%9Fm%C4%B1yor/a-40810106 adresinden alındı

Euronews Türkçe. (2019, 07 01). AB Adalet Divanı Katalan liderlerin Avrupa parlamenterliğini reddetti: https://tr.euronews.com/2019/07/01/ab-adalet-divani-katalan-liderlerin-avrupa-parlamenterligini-reddetti adresinden alındı

Irish Excaminer. (2017, 10 12). Birlik Olmaması İşleri Zorlaştırıyor: https://www.eurotopics.net/tr/187122/katalonya-catismasi-ab-nasil-davranmali# adresinden alındı

İspanya Anayasası. (1978, 24 27). http://mahmudcelaleddinoktenaihl.meb.k12.tr/meb_iys_dosyalar/44/10/761717/dosyalar/2019_10/13124433_Yspanya_AnayasasY.pdf adresinden alındı

Kalaycıoğlu, P. D. (2015, 09 30). Katalonya’nın Özerklikten Bağımsızlığa Sancılı Yolculuğu. TASAM: https://tasam.org/tr-TR/Icerik/19588/katalonyanin_ozerklikten_bagimsizliga_sancili_yolculugu adresinden alındı

VOA Türkçe. (2017, 10 27). AB’den Katalonya’ya İlk Tepki: https://www.amerikaninsesi.com/a/ab-den-katalonya-ya-ilk-tepki/4088855.html adresinden alındı

Zenginoğlu, S. (2019). Avrupa Birliği’nin Aşil Topuğu: Katalonya. OPUS Uluslararası Toplum Araştırmaları Dergisi-International Journal of Society Researches, 14(20), 1772. 02 25, 2021 tarihinde alındı

 

 

 

 

 

Haftalık Sivil Toplum Bülteni / 02-09 Nisan

0

Habitat Derneği- Bireyler İçin Finansal Okuryazarlık Eğitimi

Paramı Yönetebiliyorum Projesi kapsamında “Bireyler için Finansal Okuryazarlık Eğitimini” Habitat Derneği tarafından online olarak gerçekleştiriliyor.

Eğitim  Tarihi: 7 Nisan 2021

Eğitim Saati: 20:30- 22:30

Eğitim  Kanalı: Zoom 

Başvuru ve Detaylı Bilgi için: https://form.jotform.com/210882533909966

TUİÇ Derneği – Gönüllü Ekip Arkadaşlarını Arıyor!

TUİÇ Derneği Koordinatörlükleri olarak gönüllü ekip üyeleri aramaktayız. Aşağıdaki bilgileri doldurup girmek istediğiniz ekibi seçerek başvurunuzu tamamlayabilirsiniz. Başvurulara mail hesabımız üzerinden dönüş sağlanacaktır.

Proje ve İşbirliği Koordinatörlüğü

  • Üniversitelerin sosyal bilimler bölümlerinde lisans öğrencisi olmak, (tercih nedenidir.)
  • Okuma-yazma-konuşma düzeyinde iyi derecede İngilizce bilmek Gençlik alanında gönüllü çalışma deneyimine sahip olmak,
  • Proje yönetimi, Erasmus+ gençlik projeleri yazma deneyimine sahip olmak (tercih nedenidir)
  • Proje ekibi ile ekip çalışması içerisinde uyumlu çalışabilmek,
  • STK deneyimine sahip olmak (tercih nedenidir),
  • Yaygın Eğitim modelleri hakkında bilgi sahibi olmak (tercih nedenidir).

 YouTube Koordinatörlüğü 

  • OBS Sistemine hakim, Video editi yapabilen 1 ekip arkadaşı

Tasarım ve Dijital Pazarlama Koordinatörlüğü (2 Kişi)

  • İyi derecede Canva veya Adobe Photoshop kullanabilen,
  • Takım çalışması ve bireysel çalışmaya uyumlu,
  • Sosyal Medya araçlarını kullanabilen,
  • Yaratıcı ve istekli ekip arkadaşlarımızı arıyoruz 

Başvuru Formu: https://forms.gle/RbGwdouMFi5iCNLo6

Herkes İçin Eşit Yaşamlar Derneği- HİEYDER Takım Arkadaşlarını Arıyor

Herkes İçin Eşit Yaşamlar Derneği, toplumsal değişim ve gelişim hedefinde eşitliğin sağlanması hedefiyle harekete geçen gönüllü takım arkadaşlarını arıyor. 

Çalışma Grupları: 

  • Engellilik ve Engelli Hakları Çalışma Grubu
  • Çocuk Hakları Çalışma Grubu
  • Gençlik Çalışmaları Çalışma Grubu
  • Kadın Hakları Çalışma Grubu
  • Yaşlılık Çalışmaları Çalışma Grubu
  • Yoksullukla Mücadele Çalışma Grubu
  • Mülteciler ve Göçmenler Çalışma Grubu
  • Etnik Azınlıklar Çalışma Grubu
  • İnovatif Teknolojiler Çalışma Grubu
  • Araştırma ve Raporlama Çalışma Grubu

Son Başvuru: 20 Nisan 2021

Başvuru ve Detaylı Bilgi için: [email protected] 

Bambu Gönüllü Eğitim Platformu – Geleceğe Yatırım Projesi Eğitici Eğitimi

Geleceğe Yatırım Projesi, Sivil Düşün’ün katkı sağladığı Bambu Gönüllü Eğitim Platformu tarafından hayata geçirilecek hibe almış projedir. Proje, yeni mezun olmuş öğretmenlere birçok eğitime katılma, alanlarında pratik yapma ve de birilerine dokunma imkanı tanıyor.

  • Eğitime katılan her katılımcı eğitimden sonra öğrendiklerini haftada 3 lise öğrencisine (lise grup halinde) aktararak gerektiği yerde uygulamalarını sağlayacaktır.
  • Eğitim 6 hafta sürecektir.
  • 3 günlük eğitimin ardından haftalık 1-3 saat arası zaman ayırmanız yeterli olacaktır.

Eğitim Tarihi: 9-10-11 Nisan 2021

Eğitim Kanalı: Online Platformlar 

Başvuru ve Detaylı Bilgi için: https://bambugep.org/basvuru/gelecege_yatirim_projesi/

Engelli Çocuk Hakları Ağı- Otizm Spektrum Bozukluğunda Öfke Nöbeti mi / Duygusal Çöküş mü?

EÇHA Webinar Serisi, üçüncü etkinlik ile devam ediyor. “Otizm Spektrum Bozukluğunda Öfke Nöbeti mi / Duygusal Çöküş mü?webinarında Anadolu Üniversitesi Özel Eğitim Bölümü Başkanı Sn. Prof. Dr. Sezin Vural  konuşmacı olacak.

Eğitim Tarihi: 3 Nisan 2021

Eğitim Saati: 20:00

Eğitim  Kanalı: Zoom 

Başvuru ve Detaylı Bilgi için: https://us02web.zoom.us/j/86809392956

Bilkent Üniversitesi Toplumsal Duyarlılık Projeleri- Gönüllülük Zirvesi 

Bilkent Üniversitesi Toplumsal Duyarlılık Projeleri bünyesinde gerçekleştirilen Gönüllülük Zirvesi her yıl farklı bir sosyal soruna dikkat çekerek toplumda farkındalık yaratmak, Türkiye’nin bütün illerinden sosyal sorumluluğa gönül vermiş gençleri, alanında uzman ve tecrübeli insanlarla bir araya getirerek ülkesel bir gönüllülük ağının oluşmasına katkıda bulunmak amacıyla faaliyet göstermektedir.  

Etkinlik Tarihleri: 3-4 Nisan 2021

Etkinlik Kanalı: Zoom 

Başvuru ve Detaylı Bilgi için: 

https://docs.google.com/forms/d/1-enjj3KWeqLKFf4bO1QpqkV_lwPgvZOOdk6Drrj9DHY/viewform?edit_requested=true

Juventude – Creative & Tech Learning Mix Online Training

Eğitimin amacı, Genç Çalışanları ve Erasmus + Gençliği ve ESC uygulayıcılarını, yaratıcı öğrenme ve teknoloji öğreniminin gençlik çalışma pratiğine nasıl entegre edilebileceğini anlamaları için güçlendirmek için yaratıcı ve dijital araçlar sağlamaktır.

Etkinlik Tarihi: 26-30 Nisan 2021

Son Başvuru: 07 Nisan 2021

Eğitim Kanalı: Zoom

Eğitim Dili: İngilizce

Başvuru ve Detaylı Bilgi için:

https://www.salto-youth.net/tools/european-training-calendar/training/creative-tech-learning-mix.9183/#:~:text=It%20is%20designed%20to%20help,and%20democracy%20in%20local%20communities

Göç Araştırmaları Derneği- Yüksek Nitelikli Göç Paneli

Göç Araştırmaları Derneği ( GAR), yüksek nitelikli göçün farklı yönleriyle ele alınacağı çevrimiçi bir panel düzenliyor. Panelde konuşmacı olarak konunun uzmanlarından Dr. Zeynep Yanaşmayan ve Dr. Adem Yavuz Elveren’ le beraber, nitelikli göç araştırmalarına dair kapsamlı bir okuma listesi hazırlayan doktora öğrencisi Elif Aktaş katılacak. Panelle beraber, Elif Aktaş’ın hazırladığı, Türkiye’den yurtdışına yönelen nitelikli göç hareketlerini ele alan akademik kaynaklardan oluşan bir okuma listesi de web sitesinden paylaşılacaktır.

Panel Tarihi: 8 Nisan 2021

Panel Saati: 14:00 -16:00

Panel Kanalı: Zoom

Başvuru ve Detaylı Bilgi için:   https://www.surveymonkey.com/r/MJLZZWW

ICHILD- ChildUP Sosyal Etki Maratonu

Yaşadığın toplum için değişim yaratmak ve çözümler geliştirmek ister misin? Ekibini kur ve ChildUP Sosyal Etki Maratonu’nda yerini al!

ICHILD, ChildUP Sosyal Etki Maratonu’nda gençlerin zorlukların ve engellerin üstesinden gelebilmeleri için dayanıklılık ve girişimcilik bakış açısını kazanmasına yardımcı olmayı hedefliyor. 

Başvuru Koşulları:

  • 2-4 kişilik bir ekip oluşturmak
  • 15-18 yaş grubu arasında olmak
  • ChildUP Sosyal Etki Maratonu’na tam katılım sağlayacak olmak
  • Sosyal İnovasyon ve Sosyal Girişimcilik konularında ilgili olmak
  • Tespit edilen sosyal soruna karşı, yenilikçi çözümler üretebilmek

Son Başvuru Tarihi: 05 Nisan 2021

Başvuru ve Detaylı Bilgi için:

https://docs.google.com/forms/d/e/1FAIpQLSd42CLy7Ull6l9taBMvJSkneipPGvmhyXdr1A6NvoWlDpmlgw/viewform

Hazırlayanlar: Banu TÜYSÜZ, Ecem GÜVEN, Gizem AŞAR

TUİÇ Akademi Sivil Toplum Çalışmaları Birimi

 

 

Birleşmiş Milletler Libya’ya Müdahale Ederken Aynı Dönemde Neden Suriye’ye Müdahale Etmedi?

ÖZET:

Birleşmiş Milletler (BM), Milletler Cemiyeti’nin (MC) ikinci bir dünya savaşını engelleyememesi sebebiyle İkinci Dünya Savaşı’nın hemen akabinde 1945 yılında kuruldu. Temel amacı dünya barışını ve güvenliğini sağlamak olup, bunların tehlikeye girmesi halinde diplomatik veya askeri anlamda müdahale etmektir. Tarihte hem yaptığı müdahaleler hem de yapmadığı müdahaleler sebebiyle dünya kamuoyu tarafından çokça eleştiriye maruz kaldı ve maruz kalmaya devam etmektedir. 2011 Arap Baharı dolayısıyla Libya’da çıkan karışıklığa sert şekilde karşılık veren Muammer Kaddafi’ye karşı aldığı müdahale kararı da uluslararası gündemi çokça meşgul etti. Öyle ki müdahale sebebi barışı ve insan haklarını korumak olduğu halde müdahale sonrası Libya’da barış düzeni sağlanamadı ve bir hükümet krizi ortaya çıktı. Bu kriz devam etmekte olup gündemdeki etkisini de korumaktadır. Yine aynı şekilde Arap Baharı’nın kıvılcımları Suriye’yi de kaynayan kazana dahil etti. Beşar Esad tarafından sivil halka uygulanan ağır şiddete ve özellikle kimyasal silah kullanma iddialarına rağmen, BM’nin Libya’ya yapmış olduğu müdahale aynı şekilde Suriye’ye yapılmadı. Dünya kamuoyu 2011 yılından itibaren Suriye’deki iç savaşın akıbetinin ne olacağını merak etmektedir.

Anahtar Kelimeler: Birleşmiş Milletler, Milletler Cemiyeti, Arap Baharı, Libya, Suriye

ABSTRACT: 

The United Nations (UN) was founded in 1945, just after the Second World War, due to the fact that League of Nations (MC) was unable to prevent a second world war. The purpose of the UN is to ensure world peace and security. Therefore, its most important task is to engage in diplomatic or military intervention if world peace and security are in danger. Due to the interventions it made and the interventions it did not make, it was constantly subject to criticism of the world public opinion. Because of the Arab Spring in 2011, the UN’s decision to intervene against Muammar Gaddafi, who harshly responded to disorder in Libya, also occupied the international agenda. Although its decision of its intervention for the protection of peace and security, could not ensure a peaceful atmosphere in Libya. Moreover, a government crisis emerged in Libya. This crisis continues and still maintains its influence on the agenda. Likewise, the sparks of the Arab Spring included Syria in the boiling pot. Despite the violence inflicted on the civilian population by Bashar al-Assad and the allegations of using chemical weapons, the UN took decision of intervention for Libya while did not take decision of intervention for Syria. The world public is wondering what will happen to the civil war in Syria since 2011.

Keywords: United Nations, League of Nations, Arab Spring, Libya, Syria

1. Giriş

Birleşmiş Milletler, İkinci Dünya Savaşı sonrasında yeni bir dünya savaşı yaşanmaması için 1945 yılında kuruldu. Özellikle Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra devletler arasında büyük çapta bir savaşın yaşanmaması adına Milletler Cemiyeti’nden çok şey bekleniyordu. Ancak bu örgüt bekleneni veremedi ve ikinci bir savaşa engel olamadı. Akabinde, insanlık tarihinin en kanlı savaşı yaşandı. Bu sebeple ikinci bir uluslararası örgüte ihtiyaç duyuldu. Bu ihtiyaç ise BM ile giderildi. BM’nin İkinci Dünya Savaşı’ndan galip çıkan beş ülkeye “veto hakkı” vermesi ise diğer ülkeler tarafından tepki ve kaygı ile karşılandı. Öte yandan, Soğuk Savaş döneminde dünyayı iki kutuplu şekilde yöneten ABD ve Rusya’nın, örgütü kendi çıkarlarına göre kullanması ve örgütün bu iki devletin eylemlerine reaksiyon göstermemesi ise örgütün güvenirliğinin ve tarafsızlığının sorgulanmasına neden oldu. Soğuk Savaş sonrası tarafsızlığını önceki dönemlere göre daha belirgin bir şekilde ortaya koyması birtakım uluslararası olaylar için tepki göstermesi ile birlikte örgüte olan bakış açısı da değişti. Günümüzde halen tarafsızlığı ve hatta varlığı konusunda ciddi tartışmalar yaşanmaktadır. Nitekim tüm bu tartışmalara rağmen BM varlığını sürdürmekte ve devletler nezdinde bağlayıcı olma özelliğini korumaktadır. Araştırma yazımızda BM’nin Arap Baharı sonrasında yaşanan gelişmelere Libya ve Suriye bağlamında verdiği reaksiyonları ele alacağız. Libya için almış olduğu kararın yine aynı dönemde karışıklık içerisinde olan Suriye için neden alınmadığını tartışacağız.

2. BM ve müdahale hakkı

Uluslararası güvenliği sağlamak ve küresel barışı sürekli hale getirebilmek adına uluslararası hukuk nezdinde devletlerin askeri güç kullanımı yasaklandı. Özellikle BM bu noktada ciddi adımlar atarak çeşitli yollarla uluslararası ilişkilerde güç kullanımına sınırlandırmalar getirdi. Uluslararası hukukta kuvvet kullanılmasının yasaklanmasının ilk kabulü 16.10.1925 tarihinde Fransa, İtalya ve Belçika ile imzalanan Ren Misaki ile ve birçok devlet arasında ise 27.08.1928 tarihinde imzalanan Briand-Kellog Antlaşması ile gerçekleşti. Uluslararası ilişkilerde kuvvet kullanımını evrensel düzeyde yasaklayan ilk antlaşma ise B.M. Antlaşmasıdır. Ancak BM belirli durumlarda hukuka uygun olacak şekilde kuvvet kullanılmasına izin vermektedir. özellikle insan haklarını koruma bağlamında devletlere yönelik askeri müdahalede bulunma girişimini bizzat üstlenmiştir. 1990’lı yıllarda yaşanan iç çatışmaların yoğun bir trajediye dönüşmesi sebebi ile insan haklarını koruma husunda yeni bir arayışa girildi. Dış müdahaleyi meşru kılmak amacıyla öncelikle insani müdahale kavramı öne sürüldü ancak hukuki bir temeli olmadığı gerekçesi ile arka plana itildi. 2001 yılında ise bu konu tekrar gündeme geldi ve BM Genel Sekreteri Kofi Annan öncülüğünde insan haklarını korumaya yönelik Uluslararası Müdahale ve Devlet Egemenliği Komisyonu (ICISS) kuruldu. Bu komisyon yeni bir anlayış temelinde, hangi durumlarda dış müdahale yapılabileceğini belirli kriterlere bağlayan ve koruma sorumluluğu kavramıyla anılan bir doktrin ortaya koydu. Koruma sorumluluğundan hareketle askeri müdahalenin yapıldığı ve sonuç alındığı ilk yer ise Libya oldu (Sürücoğlu, 2017: 604).

3. Arap Baharı

2011 yılında Tunuslu bir vatandaş olan Buazizi’nin kendisini yakmasıyla başlayan protestolar ülke geneline yayıldı ve bu kıvılcımdan bölge devletleri de yoğun biçimde etkilendi. Özellikle Ortadoğu devletlerinde yaşanan ekonomik problemler ve halkın giderek yoksullaşması ile birlikte yaşam kalitelerinin uluslararası endeksin çok çok altında kalmasına rağmen devlet bazında ve yöneticileri bağlamında artan yolsuzlukların önüne geçilememesi gibi birtakım olaylar zinciri artık halkında sineye çekebileceği noktayı aştı (Doğan & Durgun, 2012: 62). Basının sansürlenmesi, kişisel haklar ve özgürlüklerin önemsenmemesi buna karşılık halkın temel ihtiyaçlarını giderme noktasında bile sıkıntı çekmesi aslında Arap Baharı’nın neden bu kadar büyük bir etkiye sahip olduğunu somut bir biçimde kanıtlamak için yeterli idi. Dikta rejimleri için sonun başlangıcı olan bu isyanlar giderek uluslararası kamuoyunun da dikkatini çekmeyi başardı. Bu dikkatler onlara destek olarak da geri döndü. Dikta rejimleri ise bu dikkatlerden fazlasıyla rahatsız olmaya başladılar ve akabinde protestocuları baskı altına alma girişimlerinde bulundular. Bu girişimler, protestoların en kısa zamanda son bulması ve ülke geneline yayılması adına zamanla şiddetlendi. Bu protestolar domino etkisi yaratarak bütün diktatörlerin kapısına dayanmaya başladı. Bir diğer önemli durağı ise Libya oldu. Yaklaşık 40 yıldır hüküm süren Kaddafi rejimi de bu protestolardan nasibini aldı. Tunus ve diğer ülkelerden farklı olarak Kaddafi bu protestolara çok daha şiddetli biçimde karşılık verdi. Bunun temel sebebi ise diğer ülkelerden farklı olarak Libya’da Kaddafi’nin, rejimin ta kendisi olmasıydı. Bu sebeple diğer ülkelerde rejim adına bir devlet mekanizması korunur iken Libya’da Kaddafi’nin şahsı korunuyor idi (Doğan & Durgun, 2012: 62). Bu bağlamda bir liderin 40 yıllık saltanatını kolay kolay bırakmamak adına ne kadar tehlikeli olabileceği de bir bakıma gözler önüne serilmiş oldu. BM’nin kurulduğu tarihten itibaren uluslararası barış ve güvenlik sık sık tehlikeye girdi. Bu açıdan bakıldığında BM hem bu tehlikelere karşı göstermiş olduğu reaksiyonlar sebebiyle hem de eylemsiz kalması sebebiyle çokça eleştirildi. 2011 yılına gelindiğinde ise bu uluslararası barış ve güvenlik ciddi oranda tehlike altına girdi. Özellikle bölgede yaşanan çatışmaların bir iç savaşa dönüşmesi ve bu iç savaşın ortaya çıkardığı boşluğun terör örgütleri için rahat bir hareket alanı oluşturması dünyayı ciddi anlamda tehlikeye soktu. Bu bölgede var olan terör örgütlerinin yanı sıra yeni bir oluşum olan Irak ve Şam İslam Devleti (IŞİD) örgütü dünya için alarm seviyesinde tehlikelere yol açtı. Bu sebeple BM’nin Libya’ya müdahalesi koruma sorumluluğu bağlamında tartışılırken diğer bölgelere özellikle IŞİD gibi örgütlerin kol gezdiği Suriye konusunda eylemsiz kalması da tartışmalara konu oldu.

4. Libya ve Kaddafi

Libya’yı bu noktaya getiren süreç ele alındığında kuşkusuz en çok lider Kaddafi göze çarpmaktadır. Özellikle nevi şahsına münhasır bir kişilik olan Kaddafi’nin gerek ulusal gerekse uluslararası anlamda liderliği birçok açıdan onun kült bir lider olmasına olanak sağladı. Muhammed El Muammer Kaddafi 1969 yılında Kral İdris’in Türkiye’de bulunmasını fırsat bilerek kurmaylarıyla birlikte yönetime el koydu. Her ne kadar kendisi İslam ve Sosyalizmin sentezlenmesi şeklinde ifade etse de aslında temelinde Cemal Abdülnasır hayranlığı ile birlikte Arap milliyetçiliği yatan bir ideolojiyi benimsedi. Gücü eline aldıktan sonra ise halkın otoritesini sağlamlaştırmak ve dikta rejimini korumak için bir takım planlar uygulamaya koydu. 1969 yılından 2011 yılına kadar ülkeyi tek başına yönetti (Doğan & Durgun, 2012: 66).

Dış politikada Nasır’ın mirası olan Arapları tek çatı altında birleştirme politikasını benimsedi. Bu sebeple birçok Arap ülkesiyle birleşmek için girişimlerde bulundu ancak son kertede başarı sağlayamadı. Belki de bunun en önemli örneği Çad ile birleşme politikası idi ancak başta ABD olmak üzere Batılı devletlerin girişimi sonucu bu politika da başarısız oldu (Doğan & Durgun, 2012: 71).

Kaddafi’nin ülkesinde dikta rejimi uygulamasıyla birlikte onu uluslararası kamuoyunda meşhur kılan bir başka özelliği ise terörü savunması idi. Terör örgütlerine yardımlar sağlaması ülkesinde barındırması ile çokça tepkiye ve yaptırıma maruz kaldı. Batılı devletlere karşı dik başlılığı sebebiyle de birçok devlet adamı tarafından sevilmeyen biriydi. Özellikle yönetimi ele geçirmesiyle birlikte İngilizlerin elinde olan petrol şirketlerini millileştirmesi sebebi dikkatleri üzerinde toplamayı başardı. Diğer Arap liderlerinin aksine birçok konuda Batılı liderlere meydan okuması ise onda hayranı olduğu Cemal Abdülnasır izlenimini uyandırmasını sağladı. (Tuygan, A. 2011:155)

Arap Baharı, Libya’yı da etkisi altına aldığında Kaddafi protestoculara karşı gösterdiği tavrı ile bir kez daha dünya kamuoyunun gündemine oturmayı başardı. Zira Libya’daki olayların diğer ülkelerden bir farkı vardı. Bu fark ise diğer Arap ülkelerinin aksine Libya’da rejim Kaddafi’nin ta kendisi idi. Bu bağlamda eylemler direkt olarak Kaddafi’nin şahsına yönelik yapılıyordu. Bu açıdan bakıldığında Kaddafi’nin korumaya çalıştığı rejim değil kendisi idi.

4.1. Libya ve Arap Baharı

2011 de Tunus’da başlayan protestolar giderek büyüdü ve neredeyse tüm Ortadoğu’yu etkisi altına almayı başardı. Her ülkede farklı bir reaksiyona sebebiyet veren bu eylemler Libya’da ciddi bir şekilde büyüme refleksi göstererek dikta rejiminin gözünü korkutmaya yetti. Arap Baharı’nın sosyolojik ve ekonomik boyutlarının olduğu düşünüldüğü takdirde bu eylemlerin Libya’da neden bu kadar büyüdüğü de anlaşılır idi. Ülkedeki birçok önemli kaynağın dikta rejiminin elinde olması, halkı için en iyi yönetim biçimi olarak sosyalizmi savunması ancak kendisi için bir kapital düzen kuran Kaddafi’ye tepkiler de Arap Baharı’nın cesaretlendirme ile birlikte bir çığ gibi büyüdü. Kaddafi’nin söylemlerinde şiddetten, katliamvari ifadelerden imtina etmemesi uluslararası arenada bir müdahale yapılması fikrini uyandırdı. Özellikle ev ev temizlik yapılacağını taahüt etmesi ve takipçilerine, göstericilere saldırmalarını emretmesi müdahale yanlılarının elini daha da kuvvetlendirdi. (BBC Bu sözler üzerine harekete geçen Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiseri durumun önemini BMGK ve Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi’ne iletti. BMGK de 1970 sayılı kararı ile Libya’daki duruma dâhil oldu (AFAM, 2019).

4.2. Libya’ya müdahale

BMGK’nin almış olduğu 1970 sayılı kararda BM’nin Libya’daki vatandaşların koruma sorumluluğu olduğu hatırlatıldı. Aynı şekilde BM anlaşması gereği BM’nin uluslararası barışı ve güvenliği korumakla sorumlu olduğuna da vurgu yapıldı. Anlaşmanın VII. Bölümü gereğince Kaddafi’nin sivillere yapmış olduğu saldırıyı hemen durdurması, uluslararası yardımları kabul etmesi ve medyaya yönelik baskıların sonlandırılmasını talep edildi. Tüm bunların akabinde BM askeri müdahalede bulunmak için ise hemen harekete geçmedi. Alınacak bir “müdahale” kararının ileride tartışmaya yol açmaması için uluslararası kamuoyunda bir konsensüs oluşmasını bekledi. BM’nin müdahale için beklediği destek Arap ve Afrika liglerinden geldi. Kaddafi’nin şiddetini arttırdığı bir ortamda daha fazla tepkisiz kalmanın uluslararası toplumda olumsuz etkilerinin oluşacağını düşünen Arap devletleri bunun için BMGK’nin acilen müdahale etmesi gerektiğini daha fazla kayıtsız kalınmamasını belirttiler. Bununla birlikte Libya’nın uçuşa yasak bölge ilan edilmesini talep ettiler. Bunun üzerine toplanan BMGK meşhur 1973 sayılı kararı alarak Libya’ya askeri müdahalenin yolunu açtı. Bu müdahaleyi yapması için NATO’yu yetkilendirdi. Akabinde 18 Mart 2011 yılında NATO destekli operasyonlar başlatıldı. Kaddafi rejimi hem havadan hem de denizden abluka altına alındı. Daha fazla müdahaleye karşı koyamayan Kaddafi vatandaşları tarafından saklandığı yerde bulundu ve öldürüldü. Tüm bunların sonucunda BM müdahalenin meşru olabilmesi için uluslararası bir konsensüsün oluşmasını beklemesine rağmen yapılan müdahale çokça tepkiye maruz kaldı. Özellikle koruma sorumluluğu bağlamında ele alındığında her ne kadar sivil insanların hayatı kurtarılmış olsa dahi bölgede oluşan rejim değişikliği bu müdahalenin meşruluğunun sorgulanmasına yol açtı. Nitekim bölgede bulunan çok önemli petrol kaynaklarına rahatlıkla ulaşabilmek için bu müdahalenin yapıldığına dair eleştiriler de yapıldı. Öte yandan Libya’daki huzur ve barışın sağlanması amacıyla gerçekleştirilen operasyonlar sonrası ortaya çıkan farklı gruplar ve bu grupların gücü ele geçirebilmek adına birbirleri ile çatışmaya girmeleri ile iç karışıklık son bulmadığı gibi daha da arttı. Günümüzde bu süreç ise halen devam etmektedir. Müdahaleye yönelik bir diğer eleştiri ise Kaddafi’nin ateşkes taleplerinin dikkate alınmamasıdır (AFAM, 2019).

4.3. Kaddafi sonrası Libya ve BM

BM, Libya’ya müdahale ettikten sonra bölgede bir rejim değişikliği yaşandı. Bir süre ülkede üç farklı hükümet görev aldı. 24 Kasım 2011 tarihinden itibaren Libya’da görev yapan “Geçiş Hükümeti” tarafından yönetilen bir dönem başladı. BMGK, Süheyrat Antlaşması’na onay verip kurulan Ulusal Mutabakat Hükümeti’ni destekler iken yasama organı olarak da Tobruk’taki Temsilciler Meclisi’ni tanıdı. Bu şekilde ülkedeki üç başlı yönetim biçimi de ikiye düştü. Bu meclis aynı zamanda General Hafter’i ordu komutanı olarak atayan meclistir. Hafter’in meşruiyeti bağlamında BM’nin bu meclisi tanıması önemlidir. Eleştirilerin temelinde yatan husus da Kaddafi rejiminin yıkılmasıyla birlikte ülkede oluşan bu istikrarsızlık idi. Zira devletin önemli kurumları da bu iki hükümet tarafından paylaşılmış durumda ve bu kurumların tek elden yönetimi için de hükümetler arası çatışma yaşanmaktadır. İç karışıklık, bölge ile yakından ilgilenen devletlerin de askeri birlikleri ile birlikte Libya’da bulunmasına ortam hazırladı. Bugün hala bölgede bir istikrar ve barış ortamı sağlanamamıştır. BM’nin bu müdahalesi ile 42 yıllık bir hükümranlığın ardından ülkede barış ve istikrarın sağlanacağı düşünülüyordu. Özellikle ülkenin reformlar sonrasında demokratikleşeceği öngörülüyordu ancak Kaddafi rejiminin yıkılmasının ardından ortada demokratileşecek bir devlet aygıtı dahi kalmadı (Brockmier & Stuenkel & Tourinho, 2016: 131).

5. Suriye Krizi

Suriye İç Savaşı’nı anlamak için öncellikle Suriye’nin tarihinden kısaca bahsetmenin yararlı olacağı kanısındayız. Suriye 1. Dünya Savaş’ından sonra Fransız manda himayesi altına girmiş ve Fransa’nın böl-yönet sistemi ile 1946’ya kadar yönetilmiştir. 1946’ta bağımsızlığını kazanan Suriye, devleti kırılgan hale getirecek birkaç belirli olay yaşamıştır. 1963’e gelindiğinde Baas Devrimi olarak isimlendirilen darbe sonucunda Alevi azınlık, siyasi, toplumsal ve ekonomik alanlardaki kontrolü Sünnilerin elinden devralmıştır (Bilgin, 2019). 1971’ten beri Baas Partisi ve Esad ailesi tarafından yönetilen Suriye, Arap Baharı’nın yaşanması ile İç Savaş’a tanıklık etmiştir. 2011 yılı Mart ayında başlayan meşru hak talepleri Esad rejimi tarafından kanlı bir şekilde bastırılmaya çalışılması ve göstericilere doğrudan ateşli silahlar kullanılması iç savaşın başlamasına ve resmileşmesine sebep olmuştur (Ağır & Aksu, 2017). Başlangıcındaki ilk olaya bakmak gerekirse, Dera’da birkaç gencin Beşar Esad karşıtı yazılan duvar yazıları ve polisler tarafından tutuklanan bu gençler için halkın tepkisinden dolayı yapılan eylemler sonucunda başlamıştır (Canyurt, 2018). Suriye Krizi bugün uluslararası alanda bir güvenlik sorunu haline gelmiştir (Semin, 2015). Kriz uluslararası toplumun gündeminde dikkat çekici bir öneme sahip olmuştur. Bu durumun nedenlerine bakmamız gerekirse, Orta Doğu’nun uluslararası siyasette hassas bir konu olması, ABD, Çin ve Rusya gibi küresel aktörlerin ilgisi ve bölgesel aktörlerin güvenlik açısından endişeleri ile Suriye’deki en küçük farklılıklara bile duyarlı olmaları sayılabilir (Ağır & Aksu, 2017). Uluslararası kimlik kazanan Suriye Krizi, en başında kabaca Arap Baharı’nın bir diğer ayağı ve devamı niteliğinde görülmesi aslında zaman içerisinde krizin daha büyük bir ölçeğe sahip olduğu ve sebeplerinin de daha derin ve çeşitli köklere sahip olduğu anlaşılmıştır (Özdemir, 2016). Makalemizde iç savaşa zemin oluşturan ana unsurları iç etkenler ve dış etkenler olarak inceleyip daha sonrasında Birleşmiş Milletler’in bu konuda almış olduğu kararları ve bunların değerlendirilmesi olarak ele alınacaktır.

5.1. Suriye Krizi’ndeki İç Etkenler

İsyanların başladığı zamanlarda Esad’ın kendi halkına karşı savaşında istikrarlı olduğu bilinmektedir. Bu sırada halkın düşüncesi ise Batı’nın buna müsaade etmeyeceği ve böylelikle Esad’ın engelleneceği umudu yönündeydi (Özdemir, 2016). Başlarda reform fikirleri ile öne çıkan Esad, göstericilere şiddetle cevap verip onları aşırıcı Müslümanlar olarak tanımlamış ve hükümeti devirmeyi hedeflediklerini iddia etmiştir (Özdemir, 2016). Suriye’deki süreci sadece Dera’da olanlara ve Arap Baharı’nın domino etkisine bağlamak ya da sadece politik konjonktürden kaynaklandığını söylemek yetersiz kalmaktadır. Pek çok dinamiği bünyesinde bulunduran bu süreç, birkaç başlık altında incelenecektir.

5.1.1. Alevi – Sünni Çatışmaları

Suriye’deki etnik ve dini farklılıklar ve bu farklılıklardan doğan taraflılık iç savaşta dikkat çeken bir unsurdur. Bu savaşa tanıklık eden Şii-Sünni çatışmalarına Alevi dini grubu da dahil olmuştur. Aleviler Fransız Mandası altında siyasi özerkliklerini kazanarak birçok avantajlara sahip olmuşlardır diyebiliriz. Bu grubun Suriye’de önemli yerlere gelmelerini ordu ve Baas Partisi sağlamıştır (Özdemir, 2016). Belli bir süre ordunun Sünni kanadı yükselişte olduysa da 60’lardan sonra kontrolü Aleviler devralmıştır. Ayrıca hükümet her ne kadar dini grupları yakından kontrol etmeye ve her birine eşit davranmaya çalışsa da bu konuda başarı sağlayamamış ve kendi dinini yayma tutumunu benimsemiştir. Bu durum iki grubun arasındaki güven problemini daha da artmıştır (Özdemir, 2016). Bu iki zıt gruptan Sünnilerin Alevi azınlığın güç elde etmesi ile dini ve sosyo-ekonomik çıkarlarının etkilendiğini belirtmişlerdir. Yöneten ile yönetilenin arasındaki mesafe artışı ve ortaya çıkan isyanlar devam ederken bu durum Beşar Esad döneminde artış göstermiştir (Özdemir, 2016). Çoğu Alevi’nin rejimden yana tavır sergilemesi ile iç savaş zamanında birlikte yaşadıkları yerlerde mezhepsel çatışmalar yaşanmıştır. Pek çok Sünni’nin, Baas rejimini İslam karşıtı ve baskıcı olarak nitelendirdiklerinden Aleviler’in rejim için lehine davranış sergilemeleri bu konuda rahatsızlıklarını artırmış ve aynı şekilde Aleviler’de Esad’ın gitmesi durumunda fazlaca şiddete maruz kalacakları korkusu oluşmuştur.

5.1.2. Ekonomik Sebepler

Esad başa geçtiğinde tıpkı babası gibi farklı ekonomik reformlar yapacağına dair söz vermişti. Bunlar Suriye ekonomi piyasasını yabancı yatırımcılara açma, yabancı bankaların çalışmasına müsaade etme gibi yenilikçi atılımlardır. Ekonomik yaşamın derinlemesine politize hale gelmesi Hafız Esad dönemine dayanmakta ve 2000’li yılların çoğunluğunda ülke kaynaklarının azalmasıyla istenilen ekonomik yeniden yapılandırma planlarının da gerçekleştirilmesinde zorluklar ortaya çıkmıştır. Sonucunda yozlaşmış ve şişirilmiş bir bürokrasinin oluşmasına sebep olmuştur (Özdemir, 2016). Mart 2011’deki gösteriler ağırlıklı olarak ekonomik, toplumsal ve politik alanda iyileşme talep eden muhalifler yüksek işsizlik oranları ve yolsuzluk ile mücadele gibi alanlarda kararlı olunması isteklerini dile getirmişlerdir (Canyurt, 2018). Bunlara ek olarak, iç savaşın ekonomik nedenine bir başka açıdan bakacak olursak, küresel ve bölgesel güçlerin ürettiklerini ve tükettiklerini güvence altına alma isteği ve bunun sonucunda oluşan mücadelenin de bu konuda büyük bir önemi vardır. Rejimin ekonomik olarak hayatta kalmasında Rusya ve İran’ın desteği büyük önem arz etmektedir. İç savaştan önce de ekonomik durumu kötü olan ülkenin, rejimin Batılı ambargolara karşı tek başına göğüs germesi mümkün değildir ve bu iki ülkenin ekonomik, siyasal ve askeri yardımları ile ayakta kalmayı başarmıştır (Canyurt, 2018). Kısacası, başlayan gösterilerin ve rejim karşıtı hareketin ardındaki bir diğer etken insanların Esad rejiminin baskıcılığına karşı politik istekleri olduğu kadar yolsuzluk ve işsizlik gibi etkenlerin yarattığı ekonomik ve sosyal sorunların çözüme ulaşması yönünde de ısrarcı bir talepte bulunulmuştur (Adam, 2020).

5.1.3. Baskıcı Rejim politikaları

Olayların başlamasından kısa bir süre sonra savaşan tarafların şiddetlerini gittikçe artırdıkları gözlenmiştir. Rejim yanlısı ve rejim karşıtı olmak üzere sınıflandırdığımızda; rejim yanlıları Esad ve Baas Partisi, Suriye Silahlı Kuvvetleri, Suriyeli milis gruplar, yönetime sadık sosyo-ekonomik seçkinler ve azınlıklar yerel aktörleri oluşturmaktadır. Rejim karşıtı yerel aktörlerde Suriye Ulusal Konseyi, Özgür Suriye Ordusu, PYD/YPG ve IŞİD gibi muhalif gruplardan oluşmaktadır (Bilgin, 2019). Rejim yanlısı güvenlik güçlerinin kanun dışı hareketlerde bulunması, yargının bağımsızlığının olmaması ve sivil özgürlüğe sınırlamalar getirilmesi rejimin Suriye halkı üzerinde baskıcı ve şiddetli bir varlığı söz konusudur. Ülkede muhalif gruplar şiddetle bastırılmış, ülke genelinde süresiz olağanüstü hal ilan edilmiş, tutuklamaların ve işkencelerin sonu gelmemiştir. Şiddeti gün geçtikçe artıran Esad rejimi 2013 yılında sivil halka karşı kimyasal silah kullanmıştır (Ağır ve Aksu, 2017). Muhalif grupların bu olaylara karşı mutlak başarı elde edememelerinin sebeplerinden bazıları; tek çatı altında toplanmış olmamaları, farklı ideolojik hedeflere hizmet etmeleri ve bu konuda keskin ayrışmalar yaşamaları ve belki de en önemli olan ise yerel bir güç sahibi olamayıp bölgesel ve uluslararası güç rekabetinin bir parçası haline gelmeleridir diyebiliriz (Semin, 2015). Son olarak, muhaliflerin sayısı ve gücü azımsanamayacak boyutlarda olmasına rağmen rejimin devrilmesi için yeterli olmamıştır. Bundaki en büyük sebep ise, uzun yıllardan beri söz sahibi olan küresel ve bölgesel güçlerin ülke genelindeki rollerini artırmaları etkili olmuştur (Özdemir, 2016).

5.2. Suriye Krizi’ndeki Dış Etkenler

Tarihte modern Orta Doğu bazı kırılma anları yaşamıştır ve bunlardan birisi de Soğuk Savaş’ın bitimidir (Ağır ve Aksu, 2017). Soğuk Savaş yıllarının politik ortamında otoriter rejimine hayat oluşturmuş Suriye yönetimi daha sonrasında dış politikasından değişiklik yaparak Batıya yaklaşmak istemiştir. Ülkedeki iç savaş kısa sürede güçlü devletlerin çıkar mücadelesine dönüşmüş ve özellikle Libya’ya karşı gerçekleştirilen NATO’nun müdahalesinden sonra daha temkinli yaklaşmayı tercih eden dünya, süreci uzaktan sessizce izlemektedir. Bu kısımda kısaca Suriye’nin Rusya ve İran ile ilişkileri ve iç savaş sırasındaki etkileşimlerinden bahsedilecektir.

5.2.1. Suriye’nin Rusya ve İran ile ilişkisi

Yabancı müdahalecilerin motivasyonlarına baktığımızda stratejik çıkarların en önemlilerinden birisi ittifakın mevcudiyetidir. Bu bağlamda iki ittifak söz konusudur; Suriye-Rusya ittifakı ve Suriye-İran ittifakı (Bilgin, 2019). Suriye’nin Rusya ile ilişkisi Sovyet Rusya (SSCB) zamanlarına dayanır. 20 seneden fazladır askeri mühimmatını Sovyetlerden alıp, Sovyetlerin Suriye’de büyük bir askeri varlığının olması ikili arasında sıkı ilişkiler kurulduğu görülmektedir (Özdemir, 2016). Rusya askeri üsleri aracılığıyla Akdeniz’e ulaşmış olma konumunu sürdürmek ve küresel bir güç olduğunu ispat etme çabasında olmasından dolayı da Suriye’ye ayrı bir önem vermektedir (Ağır ve Aksu, 2017). Arap Baharının yaşanmasıyla Rusya adeta korucuyu gibi Esad rejimini destekleme kararı alıp rejim değişikliğine karşı direnişin bir sembolü haline gelmiştir dememiz yanlış olmaz. Suriye’nin İran ile ilişkisini anlamak için ise ikisinin de temel dış politika önceliklerini iyi anlamak gerektiğini düşünüyoruz. Her ikisinin de birincil önceliği rejimlerinin devamlılığını sağlamak ve diğer öncelikleri milli güvenlik ve toprak bütünlüğünü korumaktır. İç savaş sürecinde de İran’ın güvenlik ve istihbarat servisleri Suriye ordusuna Esad’ın konumunu korumak için yardım etmektedir. Bunlara ek olarak, Esad rejimine Rusya ve İran’ın aktif ekonomik ve askeri yardımları bu bağlamda Suriye rejiminin ayakta kalma nedenlerinin en önemlilerinden birisi olduğunu ifade etmek doğru bir tespit olacaktır (Canyurt, 2018).

5.2.2. Birleşmiş Milletler’in Aldığı Kararlar & Bunların Değerlendirilmesi

Her şeyden önce bir Amerikan projesi olan Birleşmiş Milletler, İkinci Dünya Savaşı’nın galiplerinin kendilerini veto yetkisiyle ödüllendirmiş olmaları nedeniyle adaletli olmayan bir işleyişe sahiptir. BM örgütünün kurulduğu tarihten 1990’lara kadarki süreçte örgüt vaat ettiği işlevleri yerine getirememiştir. Özellikle Soğuk Savaş döneminde ABD’nin çektiği kapitalist bloğa mensup ülkeler ile Sovyetler Birliği öncülüğündeki sosyalist ülkeler arasındaki çift kutupluluğun tetiklenmiş olması, Güvenlik Konseyi’nin aktif bir şekilde harekete geçirilememesine sebep olmuştur. Buna örnek olarak, ABD’nin 1965-1973 yıllarında Vietnam’ı işgal etmesi ve her türlü savaş suçu işlemiş olması, Sovyetler Birliği’nin de Macaristan ve Afganistan’ı işgal etmesi Güvenlik Konseyi’nin bu saldırganlıklara müdahil etmemiş olduğunu göstermektedir (Ağır ve Aksu, 2017). Ayrıca, İsrail’in uluslararası hukuka aykırı işgallerine karşı yaptırımlar da sonuçsuz kalmış olması bu konuda verilebilecek bir diğer örnektir.

Suriye’ye baktığımızda, yaşanan insani dramların çokta fazla dikkate alınmadığı bu krize yönelik BM, Güvenlik Konseyi’nin yapısı nedeniyle, etkili politikalar gerçekleştirememiştir. BM Anlaşması’nda örgütün amaçları devletlerin gelecekteki askeri çatışmaları engelleme ve devletler arasındaki ekonomik ve sosyal ilişkileri iyileştirme konusunda yardımcı olacak bir kuruluş oluşturma isteklerini ifade edecek kadar geniş kapsamlıdır (Ağır ve Aksu, 2017). Birleşmiş Milletler’in küresel sorunların çözümündeki başarısızlığı çeşitli nedenlere dayandırılsa da en önemlisi Güvenlik Konseyi’nin yapısı gösterilmektedir (Ağır ve Aksu, 2017). Suriye’de yaşananlar ilk olarak 2011 yılında ele alındığında Güvenlik Konseyi toplantısında gündeme gelmiş; ABD, Fransa ve İngiltere soruna çözüm bulunması yönünde kararlar almak istemelerine rağmen Rusya ve Çin Suriye’nin içişlerine yönelik herhangi bir müdahalenin kabul edilemez olduğunu gerekçe göstererek konunun görüşülmesine karşı çıkmıştır. Güvenlik Konseyi’ndeki daimi ülkelerin iki bloğa ayrılmış olması tıpkı diğer küresel sorunlarda olduğu gibi Suriye içinde bir karara varılmasını olanaksız kılmaktadır.

BM’nin içerisinde yaşadığı bu zıtlaşmalara rağmen Suriye için aldığı kararlara bakmamız gerekirse, Annan Planı ve daha sonrasında arabuluculuk görevinin Brahimi’ye verildiği zamana odaklanabiliriz çünkü bu iki arabuluculuk süreci, özellikle Annan Planı, barışa her iki taraf açısından da en yakın olunduğu zamanlardı. Güvenlik Konseyi 1990 yılının başlarında “İnsani Müdahale Doktrini” adı altında geliştirdiği doktrine göre; herhangi bir devletin ülkesinde soykırım, iç savaş, askeri darbe gibi insan hakları ihlalleri ya da felaketleri olduğu takdirde Güvenlik Konseyi gerekirse askeri müdahale kararı alabileceği bildirilmiştir (Ağır ve Aksu, 2017). Bu doktrine baktığımızda Suriye için işlevsiz kaldığını görmekteyiz. Birleşmiş Milletler Yemen’de ve Libya’da olduğu gibi Suriye’deki durum için de yüz binlerce insanın hayatını kaybetmesine ve mağduriyetini önleyememiştir. Annan Planı Suriye’de barışı sağlayabilmek amacı ile BM ve Arap Birliği tarafından temsilci olarak atanan Kofi Annan tarafından hazırlanan plan 2012 yılında Suriye krizine çözüm arayışlarının bir parçası olarak devreye girmiş lakin başarı sağlayamamıştır. Annan’ın sonuçsuz kalan planından sonra arabuluculuk görevi Lakhdar Brahimi’ye devredilmiştir (Canyurt, 2018). İki yıl arabuluculuk faaliyetlerini sürdüren Brahimi, Esad tarafınca “uluslararası barış gücü” ve “ulusal birlik kabinesi” önerileri kabul alınmış ancak Batı’nın yeterince çaba göstermemesinden dolayı iç savaş Suriye’yi yok etmeye devam etmiştir (Canyurt, 2018).

6. Libya ve Suriye karşılaştırması

Libya örneğinde olduğu gibi NATO’nun Suriye’ye de müdahale olasılığının olması barış ortamının sağlanabilmesindeki bir diğer yoldur diyebiliriz. Ancak, teorik olarak mümkün gibi gözükse de, NATO’nun birçok devleti karşı karşıya getirme ve bölgesel bir çatışmaya yol açma ihtimalini göz önünde bulundurarak Suriye için bir askeri operasyon pratikte gerçekleşmesi zordur (Canyurt, 2018). Öte yandan Libya’ya yapılan müdahalenin ardından rejim değişikliğinin yaşanması ve akabinde ülkede bir hükümet boşluğunun oluşmasıyla birlikte Suriye’ye aynı şekilde müdahale edilmesinin bir nevi yolları kapanmış oldu. Aynı zamanda Libya’ya müdahale için çıkartılan 1973 sayılı kararın koruma sorumluluğu bağlamında meşruluğunun sorgulanması, Suriye için müdahale yanlısı bir uluslararası konsensüsü oluşturamadı.

7. Sonuç

İkinci Dünya Savaşı’ndan itibaren dünyada uluslararası barış ve güvenlik bir dünya savaşı boyutunda olmasa bile uluslararası kamuoyunu rahatsız edecek şekilde belirli aralıklarla tehlikeye girdi. Bu durumlarda müdahale hakkı bulunan BM kimi zaman müdahale kararı almış olsa da, kimi zaman en haklı olduğu durumlarda bile müdahale hakkını kullanmayıp sessizliğini korumakla yetindi. Aslına bakılacak olursa müdahaleleri de sessizliği kadar çokça eleştiriye maruz kaldı. Sebebi ise yapılan müdahalelerin meşruluğu idi. Tunuslu bir vatandaşın kendisini yakmasıyla birlikte başlayan protestoların neredeyse tüm Orta Doğu ve Kuzey Afrika’ya sirayet etmesi dünya kamuoyu tarafından Arap Baharı olarak adlandırıldı. Arap Baharı sürecinde otokratik liderler çoğu zaman bu protestoları bastırmak adına orantısız güç kullanımına başvurdular. Bu sebeple uluslararası kamuoyunda ciddi bir rahatsızlık oluştu. Sivil vatandaşlar, devletleri tarafından sistematik işkence ve tacize maruz bırakılıyordı hem de tüm dünyanın gözü önünde. Protestoların şiddetlendiği ülkelerden biri olan Libya’da ise otokratik lider Kaddafi’nin, göstericilere karşı gösterdiği tavır artık bir müdahale edilmesinin algısını oluşturdu. Bu bağlamda 1973 sayılı askeri müdahale kararını çıkaran BM, bu müdahaleyi yapması için ise NATO’yu yetkilendirdi. Ancak NATO’nun müdahalesi sonrasında bölgede yaşanılan rejim değişikliği ve oluşturulamayan barış ortamı nedeniyle bu müdahale meşruiyet bağlamında eleştirilerin odağı haline geldi. Kaddafi rejiminin yıkılmasından sonra özellikle yeniden inşa sürecinin gerçekleşmemesi, ülkedeki iç karışıklığın daha şiddetlenmesi bakımından BM’nin müdahalesinin meşruluğuna gölge düşürdü.

Öte yandan, Suriye Krizi’ni incelediğimizde uzun yıllardır devam eden iç savaşın yalnızca Arap Baharı’ndan etkilenerek ortaya çıkan halk hareketinin bir sonucu olmadığını, içsel ve dışsal etkenlerin ve Suriye tarihinin bir bileşimi olarak ortaya çıktığını görmekteyiz. BM’nin bu konudaki yeri ve tavrına baktığımızda da, örgütün yürütme organı olan Güvenlik Konseyi’ndeki bütün daimi üyelerin birlikteliği ile karar almak zorunda oluşu bu konuda örgütü zayıf ve başarısız göstermiştir. Yine de küresel sistemde BM’den başka alternatif olmadığını kanısındayız ve örgüt sisteminin adil ve hızlı karar alıp uygulayabilecek bir yapıya dönüşmesi dünya barışı açısından zorunlu bir önem arz ettiğini düşünmekteyiz. Suriye konusunda BM’nin yalnızca aylık ülkedeki insani kaybı raporlayıp açıklaması yeterli ve doğru bir tavır değildir (Semin, 2015). Siyasi çözümün olmadığı insani yardımların Suriye ve Suriyeliler için sorunların çözümünde uzun vadede yarar sağlanması beklenemez (Ağır ve Aksu, 2017). Son olarak ve genel bir analiz yapıldığında, aslında uluslararası alanda bir kural boşluğu olduğundan değil, var olan kuralların uygulatabilecek bir otorite boşluğu söz konusudur diyebiliriz (Ağır ve Aksu, 2017).

Şevin Fırat

Dilara Özkan

Uluslararası Örgütler Staj Programı

KAYNAKÇA:

Adam, I. O. (2020) 2011 Suriye Devrimi’nin Sosyo-Ekonomik Nedenleri.

Ağır, O., & Aksu, Z. (2017). Birleşmiş Milletlerin Suriye Krizine Yönelik Politikalarının Değerlendirilmesi.

Altıner, B., (2014), Birleşmiş Milletler: Amacı, Gelişimi, Etkinliği, Uluslararası Güvenliğe Katkısı ve Geleceği. Avrasya Sosyal ve Ekonomi Araştırmaları Dergisi. 1-9

Bilgin, İ. (2019). Suriye İç Savaşı’nda Küresel ve Bölgesel Güçlerin Kesişen Müdahaleleri: Nedenler, Yöntemler ve Zamanlar. Uluslararası İlişkiler ve Diplomasi2(1), 1-19.

Brockmier, S., Stuenkel, O., Tourinho, M., (2016), The Impact of the Libya Intervention Debates on Norms of Protection. Global Society.

Canyurt, D. (2018). Kazananı Olmayan Savaş “Suriye İç Savaşı”: Neden Bitmedi, Barış Nasıl Gelebilir?. Uluslararası Yönetim İktisat ve İşletme Dergisi, 14(4), 1103-1120.

Doğan,G., Durgun, B., (2012), Arap Baharı ve Libya: Tarihsel Süreç ve Demokratikleşme Kavramı Çerçevesinde Bir Değerlendirme. Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. 61-90

Doğan, M., Uluslararası Hukukta Koruma Sorumluluğu ve 2011 Libya Müdahalesi (23 Aralık 2019) Erişim Adresi: https://afam.org.tr/uluslararasi-hukukta-koruma-sorumlulugu-ve-2011-libya-mudahalesi/

Güneş, B., (2018), Libya İç Savaşı ve Kriz Yönetimi. Güvenlik Bilimleri Dergisi. 263-291

Karaoğlu, A., (2019), Libya’ya Askeri Müdahale ve Uluslararası Hukukta Yeniden İnşa Sorumluluğu. İstanbul Medipol Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi. 200-223

Özdemir, Ç. (2016). Suriye’de İç Savaşın Nedenleri: Otokratik Yönetim mi, Bölgesel ve Küresel Güçler mi?. Bilgi Sosyal Bilimler Dergisi, (2), 81-102.

Semin, A. (2015). Suriye Krizindeki İç Dinamikler: ÖSO-IŞİD-PYD Denklemi. Bilge Adamlar Stratejik Araştırmalar Merkezi (BİLGESAM) Analiz (elektronik versiyon), 1234, 1-8.

Sürücoğlu, O., (2017), Koruma Sorumluluğu: Darfur Krizi ve Libya Müdahalesi Çerçevesinde Bir Değerlendirme. Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi. 603-628.

Tuygan, A.,(2011), Arap Baharı ve Libya Örneği. Serbest Kürsü. 151-162.