Home Blog Page 67

Suriye’den Türkiye’ye Göç

Bu röportaj, yarı-yapılandırılmış görüşme metodu ile 12 Şubat 2021 tarihinde online platformlar üzerinden gerçekleştirilmiştir. Röportaj yapılan kişi anonim kalmayı tercih etmiştir. 

1. Yaşınız ve eğitim durumunuz nedir?

Yaşım 22. Üniversiteyim. Son sınıfım.

2. Anadiliniz/bildiğiniz diller neler?

Anadilim Arapça. Bildiğim diller; Arapça, İngilizce, Türkçe, Çerkezce ve birazcık Fransızca.

3. Mesleki durumunuz nedir?

Öğrenciyim.

4. Türkiye ‘deki resmi statünüz nedir?

Vatandaşım ben.

5. Türkiye ‘ye ne zaman geldiniz? Daha önce Türkiye ‘de bulundunuz mu? Geldiyseniz hangi şehirlerde bulundunuz?

Türkiye’ye 2013’te geldim. Daha öncesinde de hiç gelmemiştim. Geldiğim gibi kaldım.

6. Türkiye ‘ye gelmeden önce nerelerde yaşadınız?

Türkiye’ye gelmeden önce sadece Suriye’de yaşadım. Şam’da yaşadım. Başka hiçbir yerde yaşamadım.

7. Şu anda nerede ve kimlerle yaşıyorsunuz?

Annem Mersin’de yaşıyor, abim Adana’da kalıyor. Bir burada kalıyorum bir orada kalıyorum. Git gel yapıyorum sürekli.

8. Bize göç sürecinizi ve göç yolculuğunuzu anlatır mısınız?

Tabii anlatayım. Benim göç hikâyem aslında çok aksiyonlu bir şey değil. 2013’te savaştan dolayı çıkmaya karar verdi annemler. Zaten pasaportlarımız filan vardı. O zamanlar Türkiye’nin vizesi yoktu. Direkt pasaport ile girebiliyordun. Babam Suriye’de kaldı işleri halledemediği için. Ben, abim, kardeşim ve annem Türkiye’ye geldik. Direkt Mersin’e yerleştik. “Niye Mersin?” diye sorarsan sadece Mersin’de Suriye okulu vardı ve biz yılın ortasında gelmeye karar vermiştik. Bir dönemimiz boşa gitmesin diye devam edelim buradaki Suriye okulunda diye düşündük. O yüzden Mersin’i seçtik. Zaten gemiyle Lübnan’dan geldik biz, uçakla değil. Çünkü çok fazla valizimiz eşyamız vardı. Uçak çok para tutacaktı. İşte bu yüzden Mersin’e geldik. Para göndermiştik buradaki akrabalarımıza ev tutsunlar diye. Çok kötü bir yerde ev tuttular. Orada aşağı yukarı 20 gün kaldık ondan sonra kendimiz ev bakmaya başladık. Geldikten hemen 1 hafta sonra Çerkez Kültür Evi’ne katıldım dans için. Türkçeyi orada öğrendim aslında daha okula gitmeden. Evi değiştirdik ondan sonra babam geldi. Babam geldikten sonra benim buradaki ilk senem bitmişti. Ondan sonra Türk okuluna geçiş yaptım ama kimlikte 99’lu olduğum için asıl sınıfıma değil yaşıma göre olmam gereken sınıfa koydular. Oda benim 1 yılımı boşa çıkardı. Ben lise 1’i okumuştum zaten ama yaşımdan dolayı tekrardan lise 1’i okumam gerektiğini söylediler. Bir de elimde SBS yoktu okuduğuma dair. Bu yüzden ya mesleki okula ya da imam hatip okuluna gitmem gerekiyordu. Çünkü Anadolu lisesine geçiş yapamıyordum. 2 yıl İmam Hatip lisesinde okudum. Çok kötüydü. Çok kötüden kastım benim dinle alakalı problemim yok. Herkes benim gibi SBS’siz girdiği için okula öğrencilerin eğitim seviyesi  çok kötüydü ki ben hayatım boyunca özel okulda okudum. Suriye’deki okulum Hristiyan bir okuldu. Öğretmenlerimin, arkadaşlarımın hepsi Hristiyan’dı, okulum Fransız okuluydu.  Devlet okulunda hiç okumadığım için benim için zordu. Dil konusunda sorun yoktu ama hiç kimseyle anlaşamıyordum. Kafama göre birini bulamıyordum. Daha sonra lisenin üçüncü sınıfında ailemle konuşup temel liseye geçiş yaptım. SAT ile Üniversiteye girmek istedim. Temel lisede YGS, LYS’ye yönelik hazırlık olduğu için çok zorlandım. Gireceğim sınava yönelik olmadığı için zaman kaybı olarak görüm ve lise 4’te açıktan okumaya başladım. Açıktan okudum aynı zamanda SAT sınavını verdim. Ve sonra da Çukurova’ya geldim. Burada Uluslararası İlişkiler okuyorum.

9. Türkiye ‘ye geldikten sonraki süreçte yaşadıklarınızı anlatır mısınız?

Ben Suriyeli olduğum için negatif ayrımcılığı anlatabilirim; aynı zamanda Çerkez olduğum için pozitif ayrımcılığı da anlatabilirim. Her ikisini de yaşamış bir insan olarak şöyle anlatayım. Suriyeli olduğum için aslında çok da bir şey çekmedim. Ben şeye inanıyorum. Ben kendimi küçük görürsem insanlarda bana böyle davranır. Eşit görürsem insanlarda eşit görmek zorunda. Dili bildiğim için kimse kötü bir şey söyleyemez. Okulla ilgili bir olay anlatayım.  Uluslararası Hukuk dersinde uluslararası mültecilerden bahsediliyordu. Sonra hoca bana bakıp ‘bir şey söyleyeceğim ama üstüne alınma’ dedi. “Mültecileri dövmek yasaktır yasada”. Bende, “ne alaka neden üstüme alınayım?,” dedim. ‘Herkesi dövmek yasak. Bu benimle alakalı bir şey değil. Niye böyle bir şey dediniz?”. Olaylar böyle başladı. Suriyelilerde ilgili, mültecilerle ilgili hoca ne dese bana bakarak söylüyor ya da benim adımı söyleyerek söylüyor… Bu beni bir yerden sonra çok rahatsız etmeye başladı. Bunu dile getiriyordum. Dersinizi olaya beni katmadan anlatabilirsiniz diye. Sınıfta sürekli tartışma havası vardı. Sürekli “15 Temmuz’da görüyor musun bizim askerler ne yaptı?”,  Suriyeliler kaçtı. Oradaki askerler kaçtı” vs. Ben dersle alakası olmadığını bunu neden dile getirdiğini söylüyordum sürekli.  “Siz oradaki durumu bilmeden neden yorum yapıyorsunuz şu anda?”  Öyle bir dönem yaşadık. Zaten dersi geçemedim. Farklı hoca olunca dersi verdim.  Çok fazla yerde gördüm Suriyelilere karşı insanların takındığı tavrı. Ama akademisyen olup bu kadar profesyonel bir ortamda bunu yapman ve bu şekilde davranman çok göze batar. En çok bu benim içimde kalıyor. Ortamımda neden ayrımcılık çekmedim? Çünkü ben en çok Çerkezlerle takılıyorum. Türklerle takılmıyorum değil. Ama daha çok Çerkezlerle takılıyorum çünkü sürekli dernekteyiz. Birlikteyiz. Çok zordu sürekli ayrımcılık oluyordu filan diyemem. Ama olanlarda var.

10. Çerkezlik kısmına değinmek ister misin? Çerkez’sin ama Suriye’den Türkiye’ye geldin?

Şöyle söyleyeyim dedim ya ben geldikten 1 hafta sonra Çerkez dans ekibine katıldım. Ve etrafımdaki insanlar konuşup, gülüyorlardı. Çerkez olsalar da ben acaba benim hakkımda mı konuşuyorlar diye düşünüyordum. Hemen dili öğrenmek istedim bu yüzden. Mesela hoca ‘bu hareketten sonra döneneceksiniz’ diyordu. Ben anlamadığım için herkes dönerken ben olduğum yerde kalıyordum. Bunlar normal şeyler. Dili bilmememden dolayı. Hocanın veya oradaki insanların alakası yok. Pozitif ayrımcılık dediğim şöyle oluyor; bir yere gidiyoruz ve sonra konuşuyoruz. Dilimden dolayı olabilir veya başka bir şeyden dolayı olabilir sen nerelisin diye soruyorlar. Suriyeliyim diyorum. Hayır, Suriyeli değilsin diyorlar. Sonra Çerkez olduğumu söyleyince tamam şimdi oldu gibi tepkiler alıyorum. Bu beni mutlu etmiyor rahatsız ediyor. Ne alakası var? Suriyeli olsam ne olacaktı ki? Pozitif ayrımcılığı da gördüm. Çerkez bayrağı bir kolyem vardı. Onu takıyordum. Ve diyelim ki devlet dairesine giriyorum orda Çerkez bir adam vardır direkt işimi hallediyor. Bunları kendi gözlerimle gördüm ve yaşadım. Ama bir yandan da Suriyeli olduğum için şey bakanlar… En çok nefret ettiğim olay. Telefonum çalar. Efendim anne diye telefonu Arapça açarım. Sonra dolmuştaki bütün teyzeler döner bana, beni izlerler. Telefonu kapattıktan sonra ‘sen neyce konuştun az önce, niye öyle konuştun’ diye sorarlar. Hep olaylar 15 Temmuz’a gider. Ben asker değilim ne burada ne orada savaştım. Bana anlatmanın faydası yok. Diyelim ki Suriye’de kaldı ve savaştı. Orada savaşma nedeni yok. Kiminle ve ne için savaşıyorsun? Ben savaşmak istiyorum, ülkem için kendimi feda edeceğim diyelim. Hangi tarafta savaşacağım? Kim haklı? Haklı olan kişi yok ortada birincisi bu. İkincisi, niçin savaşıyorum ben? Bunu karşıdaki kişiye anlatamıyorsun çünkü gidip de oradaki durumu görmedi. Ben savaşı iki yıl gördüm. Benden sonra görenler çok daha kötü durumda. Bende bunun farkındayım. Şu anki pahalılık, ekonomik krizleri ben oradayken yaşamadım.  Ama oradaki 2 yılımı sürekli diken üstünde, uçak sesleriyle, silah sesleriyle geçirdim. Bilmiyorum soruların arasında bu var mı ama bana genelde şeyi sorarlar. Hangi noktada tamam ben artık çıkıyorum demek zorunda kaldın? Bizim o kadar net bir noktamız vardı ki… Şöyle: Petrol sıkıntısı vardı ve petrol ofisleri çok kalabalıktı.  Uzun uzun kuyruklar vardı o sıralarda. Bizde arabada kuyruktayız.  Arkadan Esad rejimindeki asker arabası geliyordu. Kornoya basarak “yolu açın,” diyerek bağırıyordu. Babam hiçbir yere gidemiyordu yer yoktu. Daha sonra zar zor bir yere girdi. Arkadan gelen araba arabamızı çizdi ve aynayı kırdı geçerken.  Bizim bu durumu hiç kimseye şikâyet etme, anlatma hakkımız yoktu. Ve o gün annemle babam “Olmaz bizim çocuklarımız var, bu ülkede devam edilmez,” deyip bir hafta sonra çıktık. O kadar kolay değil yadırgamak. Niye çıktılar, niye devam etmediler? Niye savaşmadılar filan demek… Çok zor bir şey. Yaşamadan bilemez kimse.

11. Türkiye’ye geldikten sonra karşılaştığınız/yaşadığınız en büyük/kötü zorluk/sıkıntı ne oldu?

Böyle bir olay değil, ama bir süreç vardı. 15 Temmuz’dan sonraki süreç. Bence Suriyeliler için en zor süreçlerden bir tanesiydi. Tabi bundan sonra yaşanan Samsun olaylarındaki süreçte var. Suriyelilerin kızlara bakması olayı … Belki bu süreç zordu ama en zoru 15 Temmuz süreciydi. Bize herkes hain, şeref yoksunu vs. gözüyle bakmıştı. Bu olaydan sonra üç farklı yerde farklı farklı olaylar yaşadım. Hastanedeyken yanımdaki kadın çıkardığı raporu okumamı istedi. Gözünün görmediğini söyledi. Bende zar zor okuyorum. Hala Türkçeyi tam okuyamıyorum. Sonra bana dönüp yaşımı sordu. Lise üç olduğumu söyledim. Buna rağmen hala okuyamadığım için tepki gösterdi. “Türkçe benim anadilim değil o yüzden okuyamıyorum,” dedim. Anadili mi sordu. Arapça olduğunu söyledim. Nereli olduğumu sordu, Suriyeliyim dedim. Daha sonra gördün mü bizim askerleri, nasıl kaçmadılar tankın üstünde yattılar vs. diye anlattı. Bende dinledim. Daha sonra siz Suriyeliler yardım alıyorsunuz, geliyorsunuz bir evde 3 4 aile yaşıyorsunuz vs. diye anlatmaya başladı . Bende çok dolmuştum.  Bende artık dayanamayarak,”Allah göstermesinde sende başka bir yere göç etmek zorunda kalırsan, işsiz kalırsan illaki biriyle ev tutmak zorunda kalırsın. Çünkü paran yetmeyecek kendi başına ev tutmaya,” dedim. Daha sonra orada bulunan Suriyeli bir kadın vardı. Onu göstererek “Sen Türkçe öğrendin o niye öğrenemiyor?,” dedi. Dedim, “O kaç şeyi düşünüyordur şu anda. Hani kaç tane çocuğu vardır. Çocuğuna nasıl yemek yedireceğini düşünüyordur şu an. Türkçe öğrenmek derdinde değil. Bu insanlar keyfinden gelmedi. Savaştan kaçıp gelen insanlar.” Bir sakin ol … Ki zaten o kadın en az 3 dil biliyordur şu anda. Sen Türkçeden başka ne biliyorsun? Hani öyle bir yadırgıyorsun ki sanki sen 5-6 tane dil biliyorsun. Daha sonra biz Müslümanız filan diye konuya girdi. Dedim ‘Müslümansın madem, sen neden Arapçayı bilmiyorsun? Kuran okumuyor musun sen hani…Git onunla Arapça konuş madem bu kadar şeysin…” Susmam lazım, konuşmamam lazım diyorum ama bir yerden sonra kendimi tutamıyorum. Sonra yükseldi yükseldi güvenlik geldi oradaki. Kavga yaşandığını düşündü. Sonra durumu anlattım o kadın gitti. Başka bir kadın geldi “boş ver boş ver bunlar Müslüman değil,” diye…Dediğim gibi 15 Temmuz sonrası süreç o kadar zordu ki Suriyeliler için bence kendi gördüğüm kadarıyla. Veya o sıralarda sınavsız giriliyor üniversitelere. Ben üniversitedeyim ve birisi gelip bana, “Suriyeliler sınavsız üniversiteye giriyor,” diyor. Dedim “Ne güzel. Keşke bende girseydim o zaman. Böyle bir durum varsa ben neden bilmiyorum?”. Araştırmadan bilmeden gelip konuşan insanlar… Ben bu durumu yüz yüze çok görmüyorum Allah’tan. Ama sosyal medyada Suriyelilere yönelik çok fazla… Giriyorum sosyal medyaya hani bir insan bir insana karşı nasıl böyle şeyler söyleyebilir? İşte yakın tarihte 17 yaşında Suriyeli bir çocuk öldürülüyor. Polis tarafından öldürülüyor. Oradaki yorumlardan bir tanesi “oh ne güzel Suriyelilerde azalıyor ülkeden”. Hani böyle bir yorum yapabilmek için insanlıktan o kadar çok çıkman gerekiyor ki… Bilmiyorum yani… Gerçekten okuyorum inanmıyorum. Diyorum ki, “Gerçekten böyle insanlar var mı?”. Bu insanların aynısı instagram’da George Floyd’un olaylarına, siyasi insanların haklarını savunmaya destek vermeyi hiç kesmiyorlar. İnstagram’da çok güzel savunuyorlar. Sonra gidip oh ne güzel Suriyeliler azalıyor ülkede… Çocuk ya 17 yaşındaki çocuğa da denmez ya. 

12. Türkiye’de hoşunuza giden/beğendiğiniz şeyler var mı, var ise, neler?

Ben bunu hep söylerim. Hiç de çekinmem söylemekten Türk halkı, Suriye demek istemiyorum Arap halkından bin kat daha iyidir. Biz Suriye’deyken Irak’tan gelen insanlar oldu Irak savaşı zamanında…2008 yılında tam olarak. Iraklılara yapılan muameleden sonra hani ben bunu görmedim Türkiye’de. Görmemde inşallah. Nasıl yere kap koyarsın kötü davranırsın aynen bu şekilde davranılıyordu onlara karşı. Kendi gözlerimle gördüm. O kadar küçük yaşıma rağmen fark etmiştim. Anneme, “Niye böyle davranıyorlar?,” demiştim. Ama işte dünya dönüyor. Bazen çok büyük konuşursun büyük davranırsın sonra sende aynı durumu yaşamak zorunda kalırsın. Ama bence Türkler çok çok temiz kalpli. İyi kalpli hani Suriyelilere karşı muhalif olan en kötü insan bile Suriyeli aç susuz insana yemek ısmarlar, para verir, su verir. En kötüsü bile. Kötülük bilmez buradaki insanlar. Ben bunu Arap ülkesinden gelen biri olarak söylüyorum. Buradaki insanların hoşgörüsü, her ne kadar istemeyiz, Suriyelileri sevmiyoruz deselerde herkesin sevdiği bir tane Suriyeli komşusu vardır. Herkesin baktığı bir Suriyeli çocuk vardır. Çikolata ısmarladığı, yemek verdiği filan… Ben bunu sürekli görüyorum. Suriyelilerden ziyade Türklerle iletişim kuran bir insanım.  Her ne kadar Suriyeliler geldiler, ülkeyi mahvettiler, ekonomiyi mahvettiler deselerde dönüp baktığında herkesin benimsediği bir Suriyeli vardır. “Ben hiç Suriyeli tanımıyorum,” diyen biri yoktur bence. Uzaktan da olsa tanıdığı, sevdiği biri vardır.

13. Sana karşı yapılan davranışları Türklerle Arapları kıyaslayarak açıklamaya çalıştın. Araplara yönelik düşüncelerin savaş ortamının getirisiyle mi oluştu ?

Aslında değil. Bu biraz ayrımcılık yapıyormuşum gibi oldu ama Suriye’den çıkarken babamın bir şartı vardı: “Hiçbir şekilde bir Arap ülkesine geçmiyorsunuz. Ya burada kalıyorsunuz ya Türkiye’ye gidiyorsunuz ya da Rusya’ya …” Ürdün, Lübnan, Katar’a gitmeye karşıydı babam. Çünkü biz onların içinde yaşıyorduk. Ve az çok görebiliyorduk insanların davranışlarını hiçbir şekilde güvenemiyorsun. Nasıl desem direkt arkandan iş çevireceğine o kadar eminsin ki …Hatta şöyle bu çok farklı bir şey olacak. 2018’de Türkiye’den Suriye’ye ziyaret için tekrar gittim ve şöyle düşün 5 yıldır Türkiye’de yaşıyordum. Aslında çok uzun bir süreç değil ama ister istemez kişiliğin değişiyor. Ailemle olan farklılığımı gördüm. Eskiden bende öyleydim. Dönüp baktığında buradaki insanlar böyle. Eğer Türkiye’ye gelmeseydim bu farkı göremezdim. Bu direkt Arap ülkesinde yaşayanların oradaki huyu alması, Türkiye’de yaşayanların ise buradaki huyu alması gibi. Mesela benim Rusya’ya giden arkadaşlarım oldu, onlar daha soğukkanlı, empati kuramayan insanlara dönüştü . Biz bunu ister istemez yapıyoruz, bulunduğumuz toplumun huylarını alıyoruz. Geleneklerini, adetlerini her şeyini alıyoruz. Bu toplumda yaşadığın sürece onlar gibi oluyorsun. Aslında geriye bakınca bir yandan iyi oldu. Mesela bunun kötü bir şeyi de oldu. Araplar Türklere göre daha cömerttir. Mesela ben Suriye’de iken hiç kimseye para ödetmezdim. Sürekli şey savaşları çıkıyor ‘Yok ben ödeyeceğim. Yok ben ödeyeceğim’ Yeminler, kavgalar filan… Şimdi ise, tamam ödemek istemiyorsa ödemesin gideyim, kendi hesabımı kendim ödeyeyim oldum. O da kendisininkini ödesin… Ama önceden böyle biri değildim. Cimri demek istemiyorum ama buradaki insanlar paralarına biraz daha sahip çıkmak isterler. Oradaki insanlar daha cömerttir. Belki bu çok iyi bir huyumdu. Cömerttim ama artık değilim. Biz Suriye’de iken öğle yemeğini veya akşam yemeğini saat 3’te yerdik bizim öğlen diye bir yemeğimiz yoktu sabah kahvaltımızı yapardık ondan sonra da 3 gibi yemek yenirdi bundan sonra saat 10- 12 civarı yemek yenirdi. Ben bunu şimdi yapmaya kalksam 100000 kilo filan olurum gece 12’de yemek yiyip uyumak ne? Bulunduğun toplumun yemek düzeninden uyku düzenine kadar her şeyini alıyorsun.

Aslında asimile oluyor musun? Oluyorsun… Aslında ben bir Çerkez olarak asimile olmaya karşıyım. Sürekli bu savaşı verdiğimizden dolayı çok gurur duyduğum bir şey değil aslında. Belki orada kalsaydım tam Çerkez olarak kalırdım ama elimde olan bir şey değil bu.



14. O halde babanın Arap ülkelerine gitmenizi istememesinin sebebi Arap ülkelerinin Ürdün Lübnan gibi kaotik ortamı değil Arap zihniyeti idi?

Aynen politik bir nedeni yoktu.  Bizim Katar’a gitme gibi bir planımız vardı. Katar’da ne kadar kaos olabilir ki? Orada çok daha zengin olabilirdik, maddi olarak durumumuz çok daha iyi olabilirdi. Babam bizimle gelmeyecekti ve annem tek kadın olarak çocuklarıyla birlikte… Araplara güven olmaz kafası ile birlikte… Bunun ayrımcılık olduğunun farkındayım ama durumu anlatıyorum gerçeği söylüyorum. Bizim ailedeki olay buydu. Keşke böyle olmasaydı, hiçbir şekilde izin vermedi. Araplarla yaşadığımız bize yetti deyip artık başka bir ülkeye gitmeye karar verdi… Annemle babam şeye önem verirdi; dinimizden kopmayalım ezan sesi duymaya devam edelim. Avrupa, Amerika kesinlikle istemiyorlardı. Rusya vardı o da Kafkasya dağları olduğu için dilini de bildiğimiz için orada yabancılık çekmeyeceğimizden dolayı. İyi ki de Türkiye olmuş. Dönüp baktığımda keşke başka bir ülke olsaydı ya da Suriye’de kalsaydım demiyorum. İlk yıllarda üniversiteye kadar “biz niye Suriye’den çıktık?,” dedim. “Herkes Orada yaşarken bir şekilde bizde devam ederdik…”  Tamam, çok güzel bir geleceğimiz olmazdı belki ama mutlu olurduk belki. Çünkü benim buradaki ilk yıllarım çok mutsuz geçti. Bütün arkadaşlarım orada. Burada arkadaş bulamıyordum. Üniversiteye geldikten sonra bu durum çok değişti. Buradaki eğitim seviyesini gördükten sonra, buradaki fırsatları… Mesela Suriye’de uluslararası ilişkiler diye bir bölüm yoktu. Ben Suriye’de kalsaydım büyük ihtimalle üniversite okumazdım.  Çünkü başarısız bir çocuktum. Kız çocuğuysan ve derslerinin hepsi yüzde yüz başarılı değilse topluma göre okumana gerek yoktu. Üniversite okuyabilmek için çok iyi olman gerekiyordu, çünkü değilsen buna ne gerek vardı ki? Zaten iyi değilsin okulda ya işe başla ya evlen çocuk sahibi ol, anne ol… Okumayı değerli görebilmek için çok iyi olman gerekiyor. Ondan sonra buraya geldim. Çok başarısızım, diye düşündüm. Önce liseyi bitirdim zorunlu olduğu için.  Sonra bir baktım Türkçeyi çok iyi öğrendim. İngilizceyi çok iyi biliyorum sonra üniversiteye geldim yok başarısız değilmişim ve iyi ki oradan çıkmışım diyorum. Yeni fırsatlarla karşılaşmıştım. Bu benim için şöyle, buraya geldim burada kalacağım anlamına gelmiyor. Yüksek lisansı yurt dışında yapmak istiyorum. Daha bilmediğim o kadar çok şey var ki… Bilmek istiyorum, tanımak istiyorum ve iyi ki Türkiye’ye geldim.

1864’te Çerkezler Kafkasya’dan çıkıyor.  Aslında onların ana göç nedeni Mekke’ye gitmekti. Çünkü onlar Müslüman olmaya karar veriyorlar Rusya bunu kabul etmiyor. Tabii hiç kimse Mekke’ye ulaşmıyor. Bazıları Türkiye’de, bazıları Ürdün’de bazıları ise Suriye’de… Bizim sülale Türkiye’de kalanlardan, hatta buraya geldiğimizde buradaki akrabalarımızla tanıştık. Benim dedemin babası ticaret için Türkiye’den Suriye’ye gidiyor ve orada eşiyle tanışıyor. Eşi Suriye’de olan Çerkezlerden ve orada kalıyor. Aslında bizim ailemizin kökeni Türkiye, hatta bizim köyümüz Reyhanlı. Hatta oraya gittiğinde dernekte oranın sülalelerinin  amblemleri var. Burada bir sürü akrabamız varmış. Buraya gelmeseydik onların varlığından haberimiz olmazdı. Sonra bu göç edenlerden Rusya’ya geri dönenler oldu Sovyetler dağıldıktan sonra. Geçen yıl arkadaş grubuyla Rusya’ya ziyarete gittik, Çerkezlerin yaşadığı bölgeye. Çok garipti. Çerkez olmama rağmen oradaki herkesin Çerkez kıyafetiyle dolaşmasını bekliyordum. Bize göre bütün Çerkezler iyidir, herkes birbirine yardım etmek ister, ama oraya gittiğinizde hırsız da Çerkez’dir poliste Çerkez’dir. Çerkez  kaderinde göç etmek vardır. Kafkasya’dan çıkıyorlar; kimisi Türkiye’ye kimisi Suriye’ye gidiyor filan… Gittikleri her yerde çatışmalar yaşandı ve oralarda  yerinden edilmek zorunda kaldılar.  Suriye’dekiler Golan Tepeleri’ne gidiyor. 1980’li yıllarda Golan Tepelerini İsrail işgal ediyor buradaki insanlar Şam’a göç ediyorlar. Dedemin dedesinin babası Rusya’dan Türkiye’ye geliyor, dedemin babası Türkiye’den Suriye’ye geliyor, benim babam Golan Tepeleri’nden Şam’a geliyor, benim neslim Şam’dan Türkiye’ye geri geliyor. Suriye’de olan insanlar da göç etmek zorunda kaldı. Türkiye’de olan insanlar da göç etmek zorunda kaldı. Her yerde bir problem çıktı mesela Tufanbeyli bölgesinde Avşarlarla problem çıkıyor. Sürekli bir göç halindeler hiçbir zaman bir bölgeye yerleşip kalmıyorlar.



15. Tek bir yere ait olmak daha mı iyi olurdu?

Bu benim anavatanım Kafkasya olacaksa cevabım; evet. Bir yere ait olmak çok güzel ama Suriye olsun Türkiye olsun Amerika olsun orası zaten benim toprağım değil. Belki ben değil ama belki çocuklarım, torunlarım dönecektir Kafkasya’ya. Her zaman bir dönme hayali vardır. Bu 1000 yıl sonra olacak olsa da bir gün Kafkasya Cumhuriyeti olduğunu görmeyi isterim. Çerkezler’ de miras kavgası yoktur bu arada. Çünkü kimsenin malı yoktur  yerlerinde kalmadıkları için. Ben hiç Çerkezlerin miras için kavga ettiklerini duymadım. Sürekli ekmek peşindesin, bir düzenin yok. İnsanlar zengin oluyorsa da kendi emeğiyle oluyor ve çocuklarına bir şey bırakamıyorsun. Ait olmak benim kendi vatanım değilse ne kadar önemli? Bana sorsan ben Suriyeliyim de derim,  Türkiyeliyim de derim. Ben burada 8 yıldır yaşıyorum. Bu ülkenin her şeyini yaşadım. Kötü günlerini de yaşadım, iyi günlerini de yaşadım. Burada ekonomik kriz varsa ben de etkileniyorum, burada bir savaş varsa bende etkileniyorum, darbe varsa bende etkileniyorum. Bunlardan etkileniyorken ben Türk değilim diyemem Suriye’de iken Suriyeliyim. O yüzden aitlik ne kadar doğru? Kime göre neye göre aitim? Ben nereye borçluysam oralıyım.



16. Türkiye’de yaşayan insanların size yönelik algısıyla ilgili ne düşünüyorsunuz?

Çok eksik bilgilerle… Aslında bu toplumun suçu değil. Çünkü ben mesela bilgilerimi nereden alıyorum? Televizyondan alıyorum, sosyal medyadan oluyorum. Hiçbir haber kanalı gidip bu Suriyeli bir aile çok başarılı, kendisi doktor, eşi öğretmen, çocukları üniversitede diye göstermiyor. Suriyeliler daha çok bir olay olduğunda, kötü bir şey olduğunda, kavga edildiğinde gösteriliyor. Bu ‘Suriyelilerin hepsi böyle o zaman’ algısı oluşturuyor. Kendi kurallarında, hayatında yaşayan insanlar haber olmuyor. Söz sahibi olan insanlar, sosyal medya… Madem konu hakkında konuşacaksın toplum araştırmalı. Liseye giderken bir arkadaşım gelip bana Suriye’de okul olup olmadığını  sordu. Ben de “hayır yok, ben Türkiye’ye gelince benim çok zeki olduğuma karar verdiler, ne ilkokul ne ortaokul okudum direkt liseye geçtim,” dedim ya da biri gelip “Suriye’de ağaç var mıydı?,” diye soruyor. Ben de  mantıksız olan bu sorulara saçma cevaplar veriyordum ve onlar da inanıyordu. Okul ne demek? Hastane ne demek? Sebze var mıydı ne demek? Tuvalet kâğıdı var mıydı? diye soranlar doldu. O yüzden toplum araştırırsa sahip olduğu bilgilerin yanlış olduğunu aslında görecek. Bence en çok burada söz sahiplerini suçlamak gerek. Mesela getirsin Suriyeli birini alsın karşısına sorular  sorsun sonra bu yayınlansın. Mesela  Enes Batur benimle röportaj yapsın. Bende anlatayım doğruları yanlışları. Mesela bu bölümü kazandığımda tek Suriyeli idim. Bir de ben bir ay okula gidemedim üniversitenin ilk günü  babamı kaybettim, hocalar durumumu biliyordu, empati yapıyordu ama sınıftakiler hem okula geç geldi hem sınavsız geldi hem de hocalarla arası iyi diye düşünüyordu. Ama neyse ki artık böyle bir durum yok. Burada Suriyelileri de suçluyorum aslında, gelip hocalarla sessizce ‘Ben Suriye’den geldim’ diye konuşuyor. Neden utanıyorsun? Bunda utanacak bir şey yok. Suriye’den geldiysem Suriye’den geldim. Bu aslında çok güzel bir şey, senin ne kadar savaştığını, nelerin üstesinden geldiğinin göstergesidir. Karşındaki insan böyle davranınca bu benden düşük herhalde gibi düşünüyorsun. Ben bundan üstünüm, düşüncesi oluyor. bunu isteyerek yapmıyorsun.

ÇAĞLA ÇANKAYA

Göç Çalışmaları Staj Programı

Halime’nin Yolu (2012)

“Sadece bir kez ölmeli. Bir kez de yaşamalı…”

Yönetmeni Arsen Anton Ostojic olan Halima’s Path (Halime’nin Yolu) filmi, 1990’lı yıllarda Balkanlardaki bağımsızlık hareketlerinin Bosna Hersek’i de etkilemesi sonucu 1992 yılında çıkan Bosna Savaşı’nın bireyler üzerindeki ağır ve yıkıcı etkilerini anlatmaktadır.

Senaryosu 1992 Koricani Kayalıkları katliamı sırasında idam edilen Boşnak çift Zahida ve Muharem’in gerçek hayat hikâyesinden ilham alınan 2012 yapımı filmin başrolünde en iyi kadın oyuncu dalında iki Altın Arena ödülünü alan Alma Prica yer almıştır. Filmde savaş sahneleri çok yer almasa da bazı sahnelerde şiddet ve uygun olmayan davranışlar içerdiği için çocuklu ailelerin izlemesi uygun değildir.

Film, özet olarak Bosna Savaşı’nda Sırplar tarafından öldürülen oğlunun kemiklerini toplu mezarlarda teşhis etmeye çalışan Halime’nin trajik hayat öyküsünü anlatmaktadır. 1977 yılında Halime’nin yeğeni Boşnak Safija (Safiye), bir Sırp olan Slavomir’den evlilik dışı hamile kalması sonucu babası tarafından reddedilmiştir. Halası Halime’ye sığınan Safiye, çocuğu düşürmek için girişimlerde bulunsa da başarılı olamaz ve çocuk sahibi olamayan Halime’ye çocuğunu verir. Safiye, Slavomir’e çocuğunun ölü doğduğunu söyler ve Slavomir ile birlikte Sırpların olduğu bölgeye gider ve uzun zamandır kendisinden haber alınamaz. Film bu olaylardan sonra savaştan 5 yıl sonrasını gösterir. Savaş sırasında Halime’nin evlatlık aldığı oğlu Mirza ve kocası, Sırplar tarafından götürülmüştür. Halime toplu mezarlarda kocasının kalıntılarına ulaşır fakat oğlunun kemiklerini tespit edilebilmesi için DNA testi gereklidir. Halime, oğlunun evlatlık olduğunu herkesten sakladığı için kan vermeyi reddeder. Halime’nin oğlunun kemiklerini teşhis edebilmesi için biyolojik anneyi yani Safiye’yi bulması şarttır. Uzun zamandır kendisinden haber alınamayan Safiye’nin Sırp tarafında bir kasabada yaşadığını öğrenen Halime, Safiye’yi bulmak için yola koyulur. Halime, Safiye’yi bulduğunda durumu anlatır fakat Safiye Slavomir’in gerçekleri öğrenmesinden korktuğu için kan vermeyi reddeder. Halime, Safiye’nin evinden ayrılırken duvarda gördüğü bir resim ile acı gerçekle yüzleşir ve bu yüzleşme beklenmedik sonuçlar doğurur.

Boşnakların inançlarına tarihsel perspektiften bakıldığında 11. yüzyılda Hıristiyanlaştıkları bilinmektedir ancak dönemin Hıristiyanlık inancına son derece ters düşen Bogomil mezhebine inanmaktalardır. Papa tarafından sapkın ilan edilen Bogomil mezhebini benimseyen Boşnaklar, yıllarca Ortodoks ve Katolik Hıristiyanlar tarafından katliama uğramışlardır. 15. yüzyıldaki Osmanlı fetihlerine kadar etkinliğini koruyan bu mezhep, 1463 yılında Bosna’yı fetheden Fatih Sultan Mehmet’in Bosnalı Bogomillere hoşgörülü devlet politikası takip etmesi sonucu Bogomiller, kitleler halinde İslam’ı kabul etmişlerdir. Osmanlı hâkimiyeti Boşnakları sadece dini yönden değil, gündelik hayat tarzlarına kadar kültürel alanlarda da etkilemiştir.

Boşnak kültürünün örf ve adetleri, Türk kültürü ile çok benzemektedir. Filmde Türk kültürüne özgü bazı dini ve kültürel kodlar görülmektedir. Filmin bir sahnesinde ezan sesinin duyulması, yeni doğan bebeğe para takılması ve nazar değmesin diye is sürülmesi gibi ayrıntılar ortak olan kültürel ve dini motiflere örnek gösterilebilir. Avdo’nun karısı ve annesi arasında yaşanan gelin kaynana çatışması, özellikle Mustafa ve Avdo karakterlerinin ailedeki kadınlara davranış biçimleri ve kadının geri plana atıldığı ataerkil aile yapısı gibi unsurlara yer verilerek Türk kültürünün Balkanlardaki esintileri başarılı bir şekilde işlenmiştir. Teknik açıdan baktığımızda ise filmin genel olarak, bazı sahneler dışında pek başarılı bir portre çizdiğini söyleyemeyiz. Kamera açıları ve atlamalı kurgusu sebebiyle seyirciyi filmden uzaklaştıran ve seyirciye “o kısımda ne oldu?” dedirten bir teknik izlenmiştir.

Filmde dikkat çekici sahnelerden biri de Halime ile Mustafa arasında geçen konuşmada ‘Sadece bir kez ölmeli. Bir kez de yaşamalı’ cümlesi aslında filmin ana fikrini özetlemektedir. Halime ‘Bir kez de yaşamalı’ derken aslında hayatının geri kalanını oğlunun kemiklerini bulmak için adamış güçlü ve iradeli bir anneyi temsil etmektedir.

Film genel çerçeveden değerlendirildiğinde; Halime karakterinin trajik hayat hikâyesine odaklanılsa da öte yandan Bosna Savaşı’nda anne ve babasını kaybeden ve psikolojik olarak bunalıma girerek alkol bağımlısı olan Slavomir’in de hüzün dolu hayatından kesitler sunulmuştur. Savaş sahneleri gösterilmeden Balkan Savaşı’nın ağır tahribatını iki farklı etnik köken üzerinden oldukça başarılı bir şekilde inceleyen Halime’nin Yolu filmi, savaşın birey psikolojisi üzerindeki yıkıcı etkisini izleyicinin iliklerine kadar hissetmesini sağlayarak aslında savaşın kazananı ya da kaybedeni olmadığını; savaş sonrası din, ırk, mezhep ayrımı olmaksızın geride kalan insanların çektiği acıların evrensel olduğunu bir kez daha gözler önüne sermiştir.

Hande Taşlıoğlu

Balkan Çalışmaları Staj Programı

İklim Krizi’nin Güvenlik Bağlamında Avrupa Birliği’ne Yansımaları

 Özet

 Soğuk Savaş sonrası dönemde yeni güvenlik tehditlerinin ortaya çıkmasıyla güvenlik kavramı dönüşüm geçirmiş, alanı genişlemiş ve kapsamı küresel boyuta taşınmıştır. Bugün küresel güvenliği tehdit eden en önemli sorun, gelecekte sebep olabileceği küresel yıkım düşünüldüğünde tartışmasız iklim değişikliğidir. İklim değişikliğinin nitelikleri itibariyle dünyada bir kriz durumu doğurduğu şüpheye yer vermeyecek kadar açıktır. Buna rağmen uluslararası alanda krizin çözümüne yönelik atılan adımlar yetersiz kalmaktadır. Avrupa Birliği (AB) ise iklim krizine yönelik tutum ve politikalarıyla konuyu en çok önemseyen siyasal aktör olarak dikkat çekmektedir. Bu çalışmada küresel güvenliği tehdit eden iklim krizi ile birlikte AB’nin iklim krizine yaklaşımı ve buna yönelik politikaları genel bir çerçevede sunulmaya çalışılmıştır.

 Anahtar Kelimeler: Avrupa Birliği, İklim Krizi, Güvenlik, Yeşil Belge, Kyoto Protokolü

 

 Abstract

 With the emergence of new security threats in the post-Cold War period, the concept of security has transformed, its field has expanded and its scope has been moved to a global dimension. The most important problem threatening global security today is unquestionably climate change, given the global destruction it may cause in the future. Due to the qualities of climate change, it is obvious that there is no doubt that it creates a crisis situation in the world. Despite this, the steps taken to solve the crisis in the international arena are insufficient. On the other hand, The European Union  draws attention as the most important political actor with its attitude and policies towards the climate crisis. In this study, together with the climate crisis threatening global security, the approach and policies of the EU to the climate crisis are tried to be presented in a general framework.

Keywords: European Union, Climate Crisis, Security, The Green Agreement, Kyoto Protocol

 

Giriş

Soğuk Savaş boyunca Avrupa’da ve tüm dünyada güvenlik çalışmalarında aslan payını askeri güvenlik almış, güvenliğin diğer boyutları ise neredeyse hiç gündeme gelmemiştir. Soğuk savaşın sona ermesi ve küreselleşme ile birlikte yeni güvenlik tehditlerinin gündeme gelmesi sonucu, güvenlik kavramı da kapsamlı bir dönüşüm geçirmiştir. Bu değişimle beraber güvenlik kavramının alanı genişlemiştir.

Özellikle Kopenhag Okulu’nun Sektörel Analiz yaklaşımıyla güvenliğin farklı boyutları üzerine çalışma ve tartışmalar hız kazanmıştır. Okul, yalnızca devletin referans nesnesi olarak alındığı güvenlik anlayışını eleştirmiş, diğer sektörlerdeki tehditlerin de bir güvensizlik oluşturabileceğini savunmuştur. Bu bağlamda; askeri güvenliğin yanına siyasi güvenlik, ekonomik güvenlik, toplumsal güvenlik ve çevresel güvenlik de birer güvenlik sektörü olarak ele alınmıştır (Buzan, Waever, Wilde 1998 içinde Kılıçaslan, 2015, s.51).

Böylelikle sosyal sorunlar bağlamında; etnik çatışmalar, köktendincilik, uluslararası göç, siyasi sorunlar bağlamında; uluslararası terörizm, ekonomik sorunlar bağlamında; küresel eşitsizlik ve adaletsizlik, kalkınma, uyuşturucu ticareti, çevresel sorunlar bağlamında ise; küresel ısınma, iklim değişikliği, enerji krizi ve çevre kirliliği gibi sorunlar uluslararası güvenlik gündeminde yer bulmuşlardır. Bu sorunlardan, küresel güvenlik açısından en acil olarak çözüm bekleyen iklim değişikliği, yakın gelecekte sebep olabileceği güvenlik sorunları ve bu sorunların yaratabileceği derin tahribattan ötürü uluslararası iş birliğini zorunlu kılmıştır. Bu çalışmada iklim değişikliği ve Avrupa Birliği’nin (AB) iklim değişikliği bağlamında politikaları ele alınacaktır. Bu bağlamda, çalışma üç kısımdan oluşacaktır; ilk kısımda iklim değişikliği kavramı ve güvenlik ile olan bağlantısı, ikinci kısımda AB’nin birlik bünyesindeki iklim değişikliği politikaları, son kısımda ise AB’nin iklim değişikliği çerçevesindeki  güvenlik ve uluslararası alanda iklim politikası ele alınacaktır.

 

1. İklim Değişikliği ve Güvenlik

Güvenlik, tehlike ve tehditten uzak olma durumu olarak tanımlanmaktadır. Güvenlik öznesinin (devlet, birey, toplum, gezegen) olağan düzenini bozabilecek herhangi bir tehdidin bulunmaması güvenlik durumuna karşılık gelmektedir. Güvenlik öznesinin olağan düzenini bozabilecek tehditler, özneye bağlı olarak değişkenlik göstermektedir. Özne birey ise bireysel ihtiyaçlara (beslenme gibi) yönelik sorunlar tehditler kapsamına girmektedir. Özne devlet ise bu kez devletin bekasına ve düzenine yönelik sorunlar, tehditler kapsamına girecektir. Ancak bugün karşı karşıya olduğumuz tehlike güvenlik öznesi ayırt etmemekte, dünya üzerindeki her bireyin, devletin, toplumun ve canlının güvenliğine ciddi bir tehdit oluşturmaktadır. Eğer önlenemezse çok da uzak olmayan bir gelecekte küresel çapta ciddi bir güvensizlik ve çatışma ortamı oluşturacağı düşünülen bir tehlike: İklim Değişikliği.

“İklim değişikliği, karşılaştırılabilir zaman dilimlerinde gözlenen doğal iklim farklılıklarına ilaveten, doğrudan veya dolaylı olarak küresel atmosferin bileşimini bozan insan faaliyetleri sonucunda iklimde oluşan bir değişiklik demektir.’’ (UNFCC 2015 içinde Çayhan, 2016, s.93)

İklim değişikliğine doğal unsurlar da sebep olmakla birlikte bugün bahsettiğimiz anlamdaki iklim değişikliği büyük oranda insan faaliyetleri sonucunda ortaya çıkmıştır (Heywood, 2011, s.465).

Sanayi devrimiyle birlikte başlayan endüstrileşme, kirlilik, nüfus patlaması, ormanların yok edilmesi ve aşırı kaynak tüketimi atmosferde sera etkisine sebep olmaktadır. Bu etki, hava olaylarında ve ortalama sıcaklıklarda büyük çapta ve uzun süreli kaymalara sebep olup iklim değişikliğinin de özüdür (Vural, 2018, s.58).

İklim değişikliğinin son dönemde uluslararası ilişkilerde bu kadar gündeme gelmesinin sebebi, insanlığa ve gezegene karşı oluşturduğu güvenlik tehditleridir.

Uzmanlar altı tip çevresel değişimin çatışmalara neden olabileceğini belirtmekte ve altı maddeli bu listede ilk sırayı sera etkisi kaynaklı iklim değişikliği almaktadır (İzci, 1998, s.412).

Peki iklim değişikliği hangi sonuçları itibariyle uluslararası güvenliğe tehdit oluşturmaktadır?

İklim değişikliği yalnızca sıcaklık artışını değil aynı zamanda yağış, nem, deniz seviyesi ve buzul miktarlarını da olumsuz yönde etkilemekte ve aşırı hava olaylarına neden olmaktadır. Özellikle su döngüsündeki değişiklikler milyonlarca insanın su ihtiyaçlarını karşıladığı göllerin kurumasına sebep olarak su kıtlığına davetiye çıkarmaktadır. Yağışların az olması kuraklığa sebep olurken fazla olması sel felaketlerine sebep olabilmektedir. Sel felaketleri büyük ekonomik kayıpları da beraberinde getirmektedir (Vural, 2018, s.59-62).

Kuraklık ise toprağın verimliliğini azaltmakta ve sonucunda gıda kıtlığı ve açlık problemi ortaya çıkmaktadır. İklim değişikliği sebebiyle tarımsal üretimde %25 civarı bir azalma beklenen bir ihtimaldir (Çayhan, 2016, s.98).

Su ve gıda yoksunluğunun ileride iklim değişikliği kaynaklı çatışmaların en önemli tetikleyicisi olacağı tahmin edilmektedir. (Halihazırda Suriye İç Savaşı’nın sebeplerinden birinin rejimin kuraklık krizini iyi yönetememiş olması olduğu düşünülmektedir.) Hükümetler Arası İklim Değişikliği Paneli (IPCC), bu konuda korkutucu rakamlar vermektedir. Mevcut koşulların devam etmesi durumunda 2080 yılına kadar 1,2 ile 3,2 milyar arasındaki insanın su kıtlığı ile, 200-600 milyon arasındaki insanın ise kötü beslenme ya da açlıkla karşı karşıya kalacağı söylenmektedir.

Dahası, gıda ve tatlı su kaynaklarındaki bu yoksunluğun, uluslararası çapta bir göç hareketine de neden olacağı düşünülmektedir. 2050 yılına kadar, 200 ile 850 milyon arasında insanın iklim değişikliği ile alakalı sebeplerden dolayı daha uygun koşullu bölgelere göç edecekleri beklenmektedir (Heywood, 2011, s.464-472).

Bu göç hareketinin iyi yönetilememesi ihtimalinde ortaya çıkabilecek sorunlar zinciri şimdiden özellikle göç alması potansiyel ulus-devletleri korkutmaktadır.

İklim değişikliğinin ulusal güvenliğe oluşturduğu en çarpıcı tehditlerden biri ise buzulların erimesiyle ortaya çıkmaktadır. Kutuplardaki buzulların erimesiyle deniz seviyeleri yükselmekte, bazı ülke topraklarının yok olma tehlikesi baş göstermektedir. Örneğin Bangladeş topraklarının altıda biri bu yüzyılın ortalarına kadar denize karışmış olacaktır. Maldivler’in ise tamamen yok olması söz konusudur (Heywood, 2011, s.464-472).

Son olarak, iklim değişikliği insan sağlığı üzerinde de doğrudan etkili olmaktadır. Bazı bölgelerde aşırı sıcaklara bağlı ölümler artış göstermektedir ve su kaynaklı hastalıkların yayılımında değişiklikler gözlemlenmektedir (European Commission, 2020).

 

1.1. Uluslararası Girişimler

İklim değişikliği, ilk kez 1980’lerde, çevreci grupların eylemleriyle beraber gündeme gelmiştir. Soğuk Savaş’ın bitimine yakın, Birleşmiş Milletler iş birliği ile birlikte IPCC iklim değişikliğine karşı çözüm stratejileri geliştirmek için kurulmuştur. Kuruluş belli aralıklarla sunduğu raporlarda, iklim değişikliğine hem doğal unsurların hem de insan faaliyetlerinin sebep olabileceğini belirtmiştir (Climate Change 2007 içinde Çayhan, 2016 s.93). Ayrıca tehdidin ciddi olduğunu ve bu tehditle mücadele için küresel bir anlaşmanın gerekliliği vurgulanmıştır. Böylece bir anlamda iklim değişikliğinin küresel boyutta güvenlikleştirilmesi için ilk somut adım atılmıştır. Ancak erken dönemde iklim değişikliği ile mücadele için oluşturulmaya çalışılan iş birliği ve antlaşmalarla önemli bir ilerleme kaydedildiği söylenemez. Bu amaçla 1992’de Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (BMİDÇS) ve 1997’de Kyoto Protokolü kabul edilmiştir. Ancak bu antlaşmaların yasal anlamda bağlayıcı yönlerinin olmaması sebebiyle belirlenen hedeflere ulaşılamamış, dahası karbondioksit salınımı artış göstermiştir (TÜBA, 2021).

Sonuç olarak iklim değişikliğinin güvenlik ile olan bağı çok açıktır ve dünya barışını tehdit eder boyutta bir güvenlik sorunu haline gelmiştir. Bu sorunun askeri önlemlerden ziyade sosyal, ekonomik önlemlerle ve küresel iş birliği ile çözülebileceği de bir gerçektir. Bu anlamda iklim değişikliğini bir güvenlik sorunu olarak gören ve bu anlamda politika üretmeye en fazla önem veren siyasi örgütlenmelerden biri Avrupa Birliği’dir. Çalışmanın bir sonraki bölümünde AB’nin iklim değişikliği ile mücadelesi, örgüt bünyesinde aldığı politika kararları çerçevesinde incelenecektir.

 

2. Avrupa Birliği’nin İklim ve İklim Krizi Politikası

Avrupa Birliği’nin iklimle ilgili problemler karşısında öncü rol oynamasının sebeplerinden birisi de IPCC’nin kurulmasıdır. AB’nin o zamanki Çevre ve Enerji bakanları 1990 senesinde, AB’nin emisyonlarını 2000 yıllarına kadar 1990’lı yıllar seviyesinde tutmak amacıyla bir araya gelmişler, bu kararın ciddiye alınması gereken bir durum olduğunu kanıtlamak içinse Rio’da düzenlenen Birleşmiş Milletler Çevre ve Kalkınma Konferansı’nda bir tedbir paketi taslağı oluşturulması istenmiştir. Ardından komisyon, önerilen stratejileri geliştirmek için iklim politikaları üzerine Vergi, Enerji ve Çevre komitelerini kurmuştur (Altunok ve Altunok, 2016, s.47).

İklim politikaları çerçevesinde, insan faktörlü sera gazı salınımını kontrollü bir düzeyde tutmak amacı ile 1992 yılında en önemli uluslararası konferanslardan birisi olan ve Rio’da düzenlenen Yerküre Zirvesi’nden önce, 1992 Haziran ayında CO2 emisyonunu 2000 yılına dek %12 civarında nasıl azaltılabileceği stratejisinde bir tedbir paketi oluşturulmuştur. Bu pakette; politik stratejiler ile enerji kaynakları kullanılarak verim almaya dayalı “Enerjide Verimlilik Çerçeve Yönergesi (SAVE)” çıkarmak, yenilenebilir enerji kaynakları kullanımının daha ön planda olması, vergi koyma hedefiyle karbondioksit salınımı konusunda yönerge çıkarmak ve sera gazları, karbondioksit gibi unsurları kontrol altına almak amacıyla AB çerçevesinde bir mekanizma oluşturulması konularına değinilmiştir. Bu önlem paketiyle sonuç olarak, AB’nin amaçladığı emisyon stratejilerini gerçekleştirebilmesi ve iklim politikalarını kuvvetlendirmesi belirlenmiştir. Bu hedeflenen önlemler çerçevesinde karbondioksit kullanımı düzeyini değerlendirmek amacıyla her üye devletin, komisyona yılda bir kez rapor vermesi kararı verilmiştir (Altunok ve Altunok, 2016).

1992 senesinde sözleşmeye açılan ve 21 Mart 1994 senesinde yürürlüğe giren Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’ne (BMİDÇS) AB, 21 Mart 1994’te taraf olmuştur. Bu sözleşmenin asıl amacı; sera gazının tehlikeli bir biçimde insan faktörlü kullanımının ve birikiminin önüne geçilebilecek bir düzeyde tutulmasıdır. Bu belirlenen düzey ise ancak ekosistemlerin doğal süreç ile uyum sağlamasına, besin üretiminin tehdit altında olmamasına ve ekonomik kalkınmanın devamına tehdit oluşturmamasına bağlıdır. Ayrıca AB, ilk olarak 1990 senesi, Lüksemburg Çevre ve Enerji Konseyi’nde belirlemiş olduğu bu karbondioksit salınım amacı ile BMİDÇS’den de önce davranarak kendi arasında bir salınım planı ve programı oluşturduğundan dolayı uluslararası anlamda daha güçlü, daha çabuk bir konuma ulaşmıştır. Sözleşme, Birleşmiş Milletler çerçevesi altında Taraflar Konferansı ve Sekreterya gibi iklim değişikliğiyle mücadele etmeye dönük çeşitli organların kurulmasına vesile olmuştur (Altunok ve Altunok, 2016, s.48).

Taraflar Konferansı’nın nihai amacı ancak, Kyoto Protokolü ile sonuç bulmuş 3. Taraflar Konferansı ile anlaşılmaktadır.

2.1. Kyoto Protokolü

BMİDÇS ile paralel, diğer bir uluslararası anlaşma niteliğinde olan Kyoto Protokolü’nün temel amacı emisyonun azaltılması çerçevesinde tüm AB üye ülkelerine direktifler verilmesidir. Bu emisyonun azaltılması hedeflenen gazlar; Karbondioksit (CO2), Metan (CH4), Diazotmonoksit (N2O), Hidrofluorokarbon (HFC), Perfluorokarbon (PFC) ve Sülfür Heksafluorid (SF6) şeklindedir. Emisyonun azaltılmasıyla beraber ağaçlandırmanın sıklaştırılması, iklim değişikliği ile alakalı çeşitli araştırma, geliştirme çalışmalarında bulunulması, enerji verimliliğinin artırılması gibi konular da asıl hedefler arasındadır (Altunok ve Altunok, 2016, s.49).

Bu protokolde üye ülkelerin, belirlenen 2008-2012 senelerinde salınımı planlanan sera gazlarının 1990’lı yılların %5 kadar daha altına çekmeleri gerektiği kararına varılmıştır. Bununla beraber bir çeşit salım ticareti oluşturulmuş ve üye ülkelerden biri, kendisine tahsis edilen karbon salınımını aşar ise bunu daha az salınımda bulunmuş ülkelerden karbon salınım kotası alarak karşılayabileceği belirlenmiştir. Fakat aynı zamanda sera gazı salınımı azaltma prensibiyle uyuşmayan teşviklerin azaltılması ve pazar kurallarının uygulanması gerektiği kararına varılmıştır. Bunun yanı sıra Lüksemburg için salınımlarının %28 kadarını azaltmaları gerektiği belirtilirken Portekiz için ise %27 oranında artırabileceği izni verilmiştir (Altunok ve Altunok, 2016, s.49).

2000-2003 yılları arasında maliye, enerji ve çevre, kalkınma, AB’nin emisyonlarını azaltma konularını ve önlemlerini içeren Avrupa İklim Değişikliği Programı aracılığıyla Emisyon Ticaret Sistemi’nin (ETS) kurulması gerektiği önerilmiş ve 13 Ekim 2003 tarihinde onaylanmıştır. ETS her ne kadar eleştirilmiş olsa da öncü olması açısından önemlidir (Altunok ve Altunok, 2016, s.51).

Avrupa Çevre Ajansı’ndan bildirilen raporlarda AB’nin 1990 ile 2000 yılları arasında hedeflenen sera gazı salınımlarının %3,5 kadar düştüğü belirtilmiştir. Bu sonuca göre AB’nin, 2000 yılına kadar salınımlarını 1990 yılları oranında tutması gereken sorumluluğu yerine getirdiğini görebilmekteyiz. AB, belirtilen hedefler doğrultusunda doğru bir yol izlemeye yatkın görünmektedir (Altunok ve Altunok, 2016, s.51).

İklim değişikliği, 6. Çevre Eylem Programı (ÇEP) kapsamında ele alınan 4 konudan biridir. ÇEP, hukuk alanında bir hükmü olmayan fakat politik düzeyde belli başlı bazı istekler ve hedefler koymayı amaçlayan çalışmalar olarak düşünülebilir (Türkeş ve Kılıç, 2004, s.6).

Bu programda iklim değişikliğiyle alakalı amaçlar özetle şu şekildedir; karbondioksit salınımına dair plan oluşturulması, yenilenebilir enerji kaynak kullanımlarının artırılması, enerji tasarrufunun teşvik edilmesi, bazı çevre anlaşmalarının yapılması, enerji vergilendirilmesinin kabulü ile beraber Pazar araçlarının kullanımı ve iklim değişikliği kavramının Topluluğun en mühim konularından birisi olarak kabul ettirilmesi önemlidir. Bu hedeflerin, AB üye ülkelerinden ziyade Topluluğun sorumluluğunda olması ve desteklenmesi önemli bir ayrıntıdır (Türkeş ve Kılıç, 2004, s.6-7).

 

2.2. Yeşil Belge

AB’nin temel eylemleri, enerji tasarrufu, yenilenebilir enerji, enerji sistemlerinin iyileştirilmesi gibi konular hakkında yoğunlaşmaktadır. Çevre ile alakalı düzenlenen politikaları diğer sektörlerle birleştirmek amacıyla AB Komisyonu, 2001 senesinde “Güvenli Enerji Arzı için Avrupa Stratejisine Doğru” isimli bir Yeşil Belge yayınlamıştır. Yeşil Belge, ileride Kyoto Protokolü’nün sorumluluklarını nasıl karşılayacağı ve nasıl düzenlenebileceği hakkında tartışma başlatan, AB enerji politikasını, fosil yakıt kullanımı ve yerli enerji üretimi düşüklüğüne dayanan bir husus özelliği taşımaktadır (Türkeş ve Kılıç, 2004, s.8).

 

2.3. Beyaz Belge

1997 senesinde AB komisyonu “Gelecek için Enerji: Yenilenebilir Enerji Kaynakları-Topluluk Strateji ve Eylem Planı” şeklinde bir Beyaz Belge yayınlamıştır. Bu belgenin hedefleri arasında, AB’nin 2010 senesine kadar %6 olan yenilenebilir enerji kaynaklarının seviyesini %12’ye çıkarması önerileri bulunmaktadır. Bu plan doğrultusunda, daha fazla yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanımı özendirilerek yenilenebilir enerji sektörlerinin de gelişimine katkı sağlanması amaçlanmıştır (Türkeş ve Kılıç, 2004, s.8).

 

2.4. Enerji Verimliliğini Artırma Planı

Nisan ayında, AB komisyonu, bu sefer içerisinde daha gelişmiş seviyede politikaları ve tedbirleri içeren “Avrupa Topluluğunda Enerji Verimliliğini Artırma Eylem Planı” isimli bir taslak hazırlamıştır. Bunun en temel amacı, enerji tüketiminin yılda %1 azaltılması fikriyle enerji üretiminin halihazırda mevcut olan potansiyelini güçlendirmektir. Fakat bu planlar yasal bir alanda gerçekleşmemektedir (Türkeş ve Kılıç, 2004, s.9,).

Bunların yanı sıra AB’nin sera gazı salınımını azaltma politikasında Topluluk seviyesindeki diğer girişimler de şu şekildedir; “Elektrik ve Gaz Direktifleri”, “Enerji Ürünlerinin Vergilendirilmesi”, “Yenilenebilir Enerji Kaynaklarından Elektrik Üretimi Direktifi, “Devlet Yardımı Rehberleri”, “Ulaştırma Sektöründe Alternatif Yakıtlar Bildirimi”, “Yenilenebilir Enerji Kaynakları Standartları” ve “Birleşik Isı ve Güç Bildirimi” (Türkeş ve Kılıç, 2004, s.9).

 

2.5. 2007 ve Sonrasındaki Diğer Gelişmeler

AB Komisyonu, Avrupa’nın sera gazı salınımı konusunda ve iklim değişikliğinde uyuma dikkat çekerek bir tedbir oluşturmak amacıyla 29 Haziran 2007’de bir Yeşil Kitap yayınlayarak bu konuyla ilgili 4 bölgede çalıştay oluşturmuştur. Başlığı “İklim Değişikliğine Uyum” olan bu kitap, uyum sürecinin uluslararası anlamda bir önem kazanması, araştırma-geliştirme çalışmaları yapılması, sivil toplumlar ile işbirlikleri düzenlenmesi ve AB seviyesinde eyleme geçilmesi gibi temel konular üzerinde durmuştur (Altunok ve Altunok, 2016, s.52).

1 Nisan 2009 senesinde ise, oluşabilecek iklim değişikliğinin olumsuz etkilerden toplumun olabildiğince az zarar görmesini sağlamak amacıyla AB, içerisinde buna dair önlemleri barındıran bir Beyaz Kitap yayınlamıştır. Bu kitapta dikkat çeken noktalardan birisi de AB’nin bu iklim değişikliği krizini kabullenerek sonuçlarını tedbir altına almaya ve azaltmaya yönelik harekete geçmiş olmasıdır. Ayrıca yine 2009 yılı içerisinde Avrupa Parlamentosu ve Konseyi, sera gazı emisyonunu azaltma hedefine yönelik, Topluluğun 2013 yılından 2020 yılına kadar AB üye ülkelerin sera gazı salınımında 2005 senesi düzeyine göre maksimum %20 indirim gerçekleştirilebileceği şeklinde bir karar almış ve bunu onaylamıştır (Altunok ve Altunok, 2016, s.53).

Avrupa Birliği Komisyon Başkanı Jose Manuel Barroso, AB’nin en güncel ekonomik stratejilerini ve hedeflerini ortaya koyan “Avrupa 2020 Stratejisi: Akıllı, Sürdürülebilir ve Kapsayıcı Büyüme için Avrupa Stratejisi” isimli raporu 3 Mart 2010 yılında açıklamıştır (Altunok ve Altunok, 2016, s.53).

 

2.6. Avrupa 2020 Stratejisi Hedefleri

Avrupa 2020 Stratejisi kendi bünyesinde 21. yüzyıl için belirlediği akıllı, sürdürülebilir, kapsayıcı büyüme şeklinde iklim ve enerji konularında gerçekleştirilmesi hedeflenen 5 ana eksen üzerinde durmaktadır. Bunlardan, 20 ile 64 yaş arasının istihdamını %69 düzeyinden %75’e çekme girişimi, ilk hedeflerdendir. Ardından araştırma-geliştirme çalışmalarının istihdamına vurgu yapılarak özel sektörlerin AR-GE çalışmalarına destek verilmesi ve iyileştirilmesi düzeneğinin oluşturulması belirtilmiştir. Sera gazı emisyonlarının 1990 yıllarına göre belirlenen minimum %20, mümkünse %30 payında azaltılması konuşulmuştur. Yine daha önce de belirtildiği gibi toplumun istihdam seviyesini en yüksekte tutma amacıyla, okulu bırakanların oranının %15’ten %10’a düşürülmesi kararı alınırken 30 ile 34 yaş arasının ise yüksek öğretime teşvik ile oranlarının %31’den %49’lara çıkarılması ortaya koyulmuştur. Sonuncu ana eksenimiz ise totalde, ulusal yoksulluk sınırı altındaki Avrupa Birliği vatandaşlarını istihdam yoluyla oranlarını %25 kadar azaltmaktır (European Commission, 2010: 8-9; ABGS, 2010: 3-4; Öz ve Karagöz, 2015, s.112).

 

3. İklim Krizi Çerçevesinde Avrupa Birliği’nin Güvenlik ve İklim Politikaları

3.1. İklim Krizinin Dünyaya ve Avrupa’ya Olumsuz Etkileri

İklim krizi; sera gazı etkisinin bozulmasıyla sıcaklıkların artmasına, gezegenin hızlıca ısınmasına ve buzulların erimesine neden olan, tatlı su kaynaklarının hızlı tükenmesine, deniz sularının yükselmesine yol açan, kıyı alanlarını ve ekili toprak alanlarının varlığını tehdit eden, tarım, hayvancılık, sağlık, ticaret, ekonomi gibi pek çok alanda insan ve canlı yaşamına olumsuz etkileri olan küresel bir krizdir. Özellikle sanayi devrimi sonrası fosil yakıt tüketiminin ve nüfusun hızla artması buna karşın kaynakların hızla azalması ve ormansızlaşma ile ivme kazanmıştır. Bulundukları coğrafyalar yaşamaya el vermeyen insanlar, iklim mültecileri olarak göç etmektedirler. Öyle ki Avrupa Parlamentosu’na göre 2008 yılından bu yana 26,4 milyonu aşkın kişi iklim krizi nedeniyle göç etmek zorunda kalmıştır (Euronews, 2020). Dünya Bankası raporuna göre de 2050 yılında 140 milyon kişi göçe zorlanabilir (İklimhaber, 2018). Endüstri devrimi ile beraber CO2 seviyeleri %30 artmış, günümüzde atmosferdeki CO2 oranı ise son 800 bin yılın içinde en yüksek seviyeye çıkmıştır (STM, 2020, s.3).

Tüm bunlardan elbette refah içinde sosyal bir devlet olmayı amaçlayan Avrupa Birliği de etkilenmektedir ve iklim krizini bir güvenlik meselesi olarak ele almaktadır. İklim krizinin AB’ye olumsuz etkilerine gıda güvenliği, enerji tedariki, su güvenliği, sınır güvenliği ve göçmen politikası, ticaret konu başlıkları içinde ele alınabilir. Yaşanan felaketler hem kitlesel göçlere neden olmakta hem de küresel ekonomiyi aksatmaktadır. Bu krizler toplumsal huzuru bozmakta ve siyasal iktidara güveni sarsmaktadır. Bu krize bir tedbir olarak Almanya, iklim mültecilerini mülteci kapsamına almayacağını açıklamıştır (Euronews, 2020). İklim değişimiyle beraber aşırı yağışlardan dolayı sel felaketleri, kuraklık ve orman yangınları, aşırı sıcaklarla rekor artışlar görülmekte ve can kayıpları yaşanmaktadır. 2020 sonbaharı Avrupa sıcaklık ortalamalarının 1,9 derece üstünde seyretmiştir (Euronews, 2020). Yaşanan felaketlerle hem bölgedeki halkın yaşamı tehdit altındayken hem de ülkelere ekonomik bir yük olmaktadır. Aude, Elbe, Kopenhag’ta yaşanan sel felaketleri, Ophelia kasırgası, Leslie kasırgası bunlardan birkaçıdır. Bu durum tarım, enerji, ulaşım, altyapı, balıkçılık gibi pek çok farklı sektöre olumsuz etki etmektedir. Örneğin aşırı hava olaylarıyla ilişkili felaketler AB’de, 2018’de 283 milyar avroluk ekonomik zarara sebep olmuştur (Talu, 2019, s.11). Tüm bunlarla mücadele kapsamında AB, 2050’ye kadar kendine Karbon-nötr hedefi koymuş durumdadır.

 

3.2. Avrupa Birliği’nin İklim Krizi Yaklaşımı

AB’nin iklim krizi ile mücadelesinde temel motivasyonu sürdürülebilir bir kalkınma ve refah politikasıdır. Ortak Pazar, malların serbest dolaşımı, birlik vatandaşlarının güvenliği ve refahının korunması ve ekonomik büyüme ön plandadır. İklim krizinin olumsuz etkileriyle bu değerler zarar görmektedir. 2008 yılında toplam enerji tüketiminin %55’ini ithal eden ve bu sayının 2030’da %65’e çıkacağı öngörülen AB, (Eurostat,2009 içinde Kuran,2019, s.48) hem enerji sektöründe sahip olduğu konumunu kaybetmek istememekte hem de alternatif ve yeni enerji pazarında söz sahibi olmayı fırsat olarak görmektedir (Kuran, 2019, s.48). Gittikçe büyüyen kriz bilançosu da birliği bu yönde hareket etmeye yönlendirmektedir. 2008 Lizbon Anlaşması ile üye devletler birliğe, çevre konusunda yetki paylaşımı vermişlerdir. Ayrıca uluslararası arenada da AB dönem başkanı, birlik adına tüm üye devletleri temsil etmekte ve bugün ABD’nin isteksiz tavırlarıyla, AB bu mücadelede öncü görünmektedir.

3.3. AB’nin Taraf Olduğu Uluslararası Antlaşmalar

3.3.1. Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (BMİDÇS)

9 Mayıs 1992 tarihinde Rio’da kabul edilen BMİDÇS, iklim krizine yönelik ilk hükümetler arası sözleşme olması açısından önemlidir. AB, İDÇS görüşmelerinde, iklim değişikliğinin küresel bir sorun olduğunu, bu nedenle başta gelişmiş ülkeler olmak üzere tüm dünya ülkelerinin sera gazı salımlarını azaltmak için somut yükümlülükler üstlenmeleri gerektiğini vurgulamıştır. Sözleşme, 21 Mart 1994 tarihinde yürürlüğe girmiştir. İnsan kaynaklı sera gazı salımlarını azaltma ve kontrol altında tutma, olumsuz etkilerini en aza indirme ve küresel ısınmayla mücadele etmeyi vurgulamaktadır. Ancak kararlar bağlayıcı olmadığından yaptırım gücü zayıftır. Sözleşmeye 197 ülke ve AB taraftır. Sözleşmeye taraf olan ülkeler küresel sıcaklık artışını 2 derecenin altında tutmayı hedeflemektedirler. Yürürlüğe girdiği 1994 tarihinden bu yana her yıl Taraflar Konferansı yapılarak gelişmeler müzakere edilmektedir. Bugüne kadar yapılan en önemli Taraflar Konferansı 1997 Kyoto Protokolü ve 2015 Paris İklim Anlaşmasının doğmasına vesile olmuştur. 26. Konferansın, 1-12 Kasım 2021 tarihinde İskoçya’nın Glasgow kentinde yapılması planlanmaktadır.

Avrupa Topluluğu, 21 Mart 1993 tarihinde gerekli onay işlemlerini tamamlayarak İDÇS’ye taraf olmuştur (Türkeş, 2004, s.3). AB hem Ek-1’de hem de Ek-2’de bulunarak sera gazı emisyonunu azaltmakla ve gelişmekte olan diğer ülkelere mali destek sağlamakla yükümlüdür (UN, 1992 içinde Kuran,2019, s.50). Ana yükümlülüğü ise 2000 yılına kadar salımlarını 1990 düzeylerinde tutmaktır. Aynı zamanda sera gazı emisyonunu 2050 yılına kadar 1990 seviyesinin %50 altına düşürmeyi hedeflemektedir (Türkeş, 2004, s.2). Avrupa Birliği de hem sözleşmeye taraf olarak hem de karbon nötr politikalarıyla sera gazı emisyonlarını düşürmeyi hedeflemektedir. Sözleşme, gelişmiş ülkelerin sera gazı emisyonlarını sınırlandırma konusunda bağlayıcı bir hüküm tanımlamamıştır.

AB’nin sözleşme öncesi adımlar attığı bilinmektedir. Haziran 1989 konsey kararı ile enerji tasarrufu ve verimliliğinin artırılması, iklim dostu alternatif enerji kaynaklarının geliştirilmesi başta olmak üzere (Kuran,2019, s.49) 1990 yılında Lüksemburg Çevre ve Enerji Konseyinde BM kararlarından önce CO2 salımını kısıtlama konusunda kendine hedef belirlemiştir. Bununla birlikte 29 Ekim 1990 tarihli konsey toplantısında, birliğin toplam salımlarını 2000 yılı itibariyle 1990 seviyesine indirmesi yönünde ortak bir karar alınmıştır (Saylan,2010, s.130 içinde Kuran,2019, s.50). AB toplam sera gazı salımları 1990-2000 döneminde %3,5 oranında azaldığı belirtilmektedir (Türkeş,2004, s.4).

 

3.3.2. Kyoto Protokolü ve Avrupa Birliği’nin Yükümlülükleri

BMİDÇS önemli bir adım olmakla beraber ilerleyen yıllarda sera gazı emisyonlarının artışının önlenememesi üzerine iklim krizi ile mücadele kapsamında sözleşmeye ek bir protokol imzalanmaya karar verilmiş ve 3. Taraflar Konferansı’nda, Japonya’nın Kyoto kentinde 11 Aralık 1997 tarihinde, 2000 yılı sonrası yükümlülüklerin belirlenmesi amacıyla Kyoto Protokolü kabul edilmiştir ve 2005 yılında yürürlüğe girmiştir. Kyoto Protokolü, gelişmiş ülkelerden 2008-2012 arasında salımı 1990 yılı seviyesine göre ortalama %5 azaltma taahhüt ederken bu oranlar ülkelere göre değişmektedir. Örnek olarak AB %8 azaltma yükümlülüğü altındayken, ABD’nin %7 azaltması gerekmektedir (Açıkgöz,2010 içinde E, Altunok ve A, Altunok, 2013, s.49). Protokol, sözleşmeden farklı olarak gelişmiş ülkelerin sera gazı emisyonunu sınırlandırma konusunda 38 sanayileşmiş ülke ve AB’ye gelişmekte olan ülkelere nazaran daha fazla sorumluluk yüklemiştir. Protokole toplam 191 ülke ve AB taraftır. İnsan yapımı sera gazı salımlarının azaltılması, yeniden ağaçlandırma ve ormanlaştırmayı teşvik, yenilenebilir enerji, çevre dostu teknoloji ile sürdürülebilir kalkınmayı teşvik temel amaçları arasındadır.

AB, Ek-B listesinde yer alarak salım azaltma yükümlülüğü altına girmektedir. 2008-2012 yıllarında sera gazı salımlarını 1990 seviyesinin %8 altında tutması gerekmektedir (Kuran, 2019, s.50). Protokol Avrupa Birliği’ne altı zararlı sera gazını; Karbondioksit (CO2), Metan (CH4), Diazotmonoksit (N2O), Hidrofluorokarbonlar (HFCs), Perfluorokarbonlar (PFCs), Kükürt heksaflorür (SF6) sınırlandırma sorumluluğu vermektedir. AB balonu, %8 hedefini protokolün 4. maddesi uyarınca kendi içinde bölüştürmüş, üye ülkelerin gelişmişlik seviyesine göre farklı salım hedefleri belirlemiştir. Yük paylaşım anlaşması ile her üyeye farklı salım sınırlamaları getirmiştir (Türkeş, 2004, s.3). Birinci taahhüt dönemi 2008-2012 yılları olup 2012 yılında Doha’da yapılan 18. Taraflar Konferansı’nda ikinci taahhüt dönemi oluşturulmuş ve 2013-2020 yılları arasını kapsamıştır. İkinci dönemde ortak hedef, 1990 değerlerinin %18 altına inilmesi olarak kararlaştırılmıştır (Talu, 2019, s.15).  AB, ilk taahhüt döneminde yaklaşık %19,8 oranında emisyon azalımı göstermiştir (Avrupa Komisyonu,2014, s.11 içinde Kuran,2019, s.53). Birlik genel anlamda hedeflerine ulaşmıştır fakat birliğin çevreye zararlı üretim modellerini 3.dünya ülkelerinden ihraç etmesi de unutulmamalıdır.

Birliğin ikinci dönemine bakıldığında 2013-2020 yılları arası emisyon azaltım hedefi 1990 seviyelerine göre %20 azaltılması olmuş, bu kapsamda ETS’nin kapsadığı sektörlerde 2005’e göre %21’lik; kapsamadığı sektörlerde Yük Paylaşım Anlaşması altında 2005’e göre %10 azaltım hedeflenmiştir (Kuran, 2019, s.63). Havacılık sektöründe %10, denizcilik sektöründe ise %20 azaltım hedefi koymuşlardır. 2009 yılında yürürlüğe konulan İklim ve Enerji Paketi ile yenilenebilir enerjinin, sektördeki payının %20’ye çıkarılması, biyoyakıt ve çevreci diğer yakıtların payının ulaştırma sektöründe %10’a çıkarılması hedefler arasındadır (Avrupa Komisonu,2008, s.2 içinde Kuran,2019, s.64). İlk taahhüt döneminde olduğu gibi ikinci taahhüt döneminde de üye devletler arasında yük paylaşım anlaşması yapılmıştır.

ETS, 25 Ekim 2003 tarihinde yürürlüğe girmiş, sanayi ve enerji sektörlerini kapsayarak AB’nin toplam sera gazı salımlarının %40’ını içine alan (Avrupa Komisyonu,2007, s.7 içinde Kuran,2019, s.52) ve sera gazı salınımını daha düşük maliyetle azaltmayı öngören ve üst limit belirleyen bu sistem 2005-2007, 2008-2012 ve 2013-2020 olmak üzere üç fazdan oluşmaktadır. KP’nin emisyon azaltımı ile ilgili yükümlülükleri kolaylaştırmak adına geliştirilen proje bazlı ve piyasa bazlı mekanizmalardan ikincisinde Emisyon Ticareti içerisinde yer almaktadır. Kyoto Protokolün’de belirlenen hedeflere ulaşmada kilit bir role sahiptir (Kuran, 2019, s.52). Ayrıca karbon yutakları ile salım azaltımı politikasında tüm Avrupa ülkeleri dahil edildiğinde yıllık 76 milyon ton karbondioksite eşdeğerdir (Avrupa Çevre Ajansı, 2014, s.5 içinde Kuran, 2019, s.59).

 

3.3.3. Paris İklim Anlaşması

2015 yılında BM sözleşmesinin devamı niteliğinde ve Kyoto Protokolü’nün 2020 yılında taahhüdünün sona erecek olmasından dolayı 21. Taraflar Konferansı’nda kabul edilmiştir. İklim krizi ile mücadelede üçüncü aşama olarak kabul edilmektedir. Paris Anlaşması düşük karbon kullanımı ile çevreci bir sistemi finans, ekonomi, sanayi gibi pek çok alana entegre etmeye ve küresel sıcaklık artışını 2 dereceye, mümkünse 1.5 derecenin altına indirmeyi hedeflemektedir. 22 Nisan 2016 tarihinde New York’ta 175 ülke temsilcisi tarafından imzalanmış ve 4 Kasım 2016 tarihinden itibaren yürürlüğe girmiştir. Anlaşmaya bugün 197 ülke ve AB taraftır. Her ülkenin gelişmişlik düzeyi ve kapasitesi oranında emisyon azaltımı olanağı sağlanmıştır. Dolayısıyla tüm ülkeler anlaşmaya katkı sunabilmektelerdir. G-20 2017 zirvesinde ABD hariç, 19 ülke Paris Anlaşması’nın geri döndürülemez olduğunu vurgulamışlardır. Paris Anlaşması uyarınca AB’nin emisyon azaltım miktarı 1990 seviyelerine göre %40 azaltımı hedeflenmektedir. AB ise 2030 emisyon azaltım hedefini %55 olarak belirlemiştir (Mazlum,2019, s.20).

 

3.4. İklim Krizi İle Mücadele Kapsamında AB’nin Lider Konumu

Yıllık CO2 salımına göre AB 3.457 megaton ile dünyada 3. Sıradadır. Yıllık 11.256 megaton ve 5.275 megaton ile ilk iki sırada Çin ve ABD yer almaktadır (STM, 2020, s.3).  1993 yılında kurduğu Avrupa Çevre Ajansı’nın yıllık bütçesi yaklaşık 40 milyar avrodur (İKV, 2014). Ayrıca 2050 yılına kadar iklim krizi ile mücadelede ve karbon-nötr hedeflerine ulaşmada önümüzdeki 10 yılda 1 trilyon avro harcamayı planlamaktadır (Euronews, 2020). AB 2020 stratejisi ile de sürdürülebilir, çevreci bir Avrupa öngörmektedir. Almanya 2018 yılında genel enerji tüketiminin %40’ını yenilenebilir enerjilere dönüştürmüştür. Kömür enerji santrallerini de 2038 yılına kadar sonlandırılmasını planlamaktadır (STM, 2020, s.8). AB 2030 yılına kadar da 30 milyon elektrikli otomobil kullanmayı hedeflemektedir (Bloomberg HT, 2020). Buna ek olarak 2050’ye kadar emisyon salınımı %95’e kadar  azaltma hedefleri ile dünyada küresel ısınmaya karşı en etkili mücadeleyi vermektedir (Avrupa Çevre Ajansı, 2020). AB sık sık problemin küresel olduğunu dolayısıyla çözümün de küresel ölçekte olması gerektiğine dair açıklamalar yaparak diğer ülkeleri de sorumluluk almaya davet etmektedir.

 

Sonuç

21. yüzyılda küresel iklim değişikliği önemli bir güvenlik krizi olarak karşımıza çıkmaktadır. Kriz, küresel anlamda sorunlar doğurmakta, bu bağlamda göç, sınır güvenliği, ekonomi, sağlık, su ve gıda güvenliği gibi konular ön plana çıkmaktadır. Krizin yarattığı olumsuz ortam toplumsal huzuru bozmakta, ulus devletleri tehdit etmekte ve karşılıklı anlaşmazlık alanları doğurmaktadır. Bu bakımdan iklim krizine karşı küresel düzeyde hareket edilmesi kaçınılmaz olmuştur. Getireceği sonuçlar bakımından küresel ve uzun vadeli bir problem olan iklim krizine karşı, ancak 1980 sonrası adımlar atılmaya başlanmıştır. Fakat henüz etkili bir çözüme ulaşılamamıştır. Atılan adımlar daha çok beşeri faktörlerin sebep olduğu zararlı sera gazı emisyonlarının azaltılması veya kontrol edilmesi şeklinde olmuştur. Fakat her ülke eş zamanlı sanayileşmesini tamamlayamadığı için ve yapılan antlaşmalar devletler üzerinde bağlayıcı olmadığı için amaçlanan hedeflere ulaşılamamıştır. Hükümetler arası ilk somut adım BMİDÇS olmuş, ülkelerin işbirliği içinde iklim krizi ile mücadele etmesi gerektiği vurgulanmıştır. Bu kararı Kyoto Protokolü ve Paris İklim Anlaşması takip etmiştir. Sürdürülebilir kalkınma ana hedefi olan AB hiç şüphesiz iklim krizi ile mücadelede başat role sahiptir. 1980’li yıllardan itibaren gerek birlik içinde gerekse uluslararası ortamda söz sahibi olmuştur. Ana politika alanları yenilenebilir enerji, karbon-nötr ve sürdürülebilir kalkınma olan AB, birlik içerisinde de Yeşil Mutabakat ile etkili adımlar atmaktadır.

 

 

BESTE UÇAR

SARE HELİN DEMİR

SİNEM TAŞTAN

Avrupa Çalışmaları Staj Programı

 

KAYNAKÇA

AB fonları ve programları (2020). Erişim adresi: https://www.ikv.org.tr/ikv.asp?ust_id=5&id=1292

Altunok, A. E., & Altunok, E. (2016). AB iklim değişikliği politikaları. Denetişim, (12), 45-55.

Almanya iklim krizi sebebiyle göç edenleri “mülteci statüsü” ile kabul etmeyecek (2020, Şubat 13). Erişim adresi: https://tr.euronews.com/2020/02/13/almanya-iklim-krizi-sebebiyle-goc-edenleri-multeci-statusu-ile-kabul-etmeyecek-iltica

AB iklim krizi ile mücadele için önümüzdeki 10 yılda 1 trilyon Euro harcayacak (2020, Ocak 14). Erişim adresi: https://tr.euronews.com/2020/01/14/ab-iklim-krizi-ile-mucadele-icin-onumuzdeki-10-yilda-1-trilyon-euro-harcayacak

AB, 2030’a kadar 30 milyon elektrikli otomobil kullanımını hedefliyor (2020, Aralık 9). Erişim adresi: https://www.bloomberght.com/ab-2030-a-kadar-30-milyon-elektrikli-otomobil-kullanimini-hedefliyor-2270306

Cerit Mazlum, S. (2019). Küresel iklim politikaları. İklimin, 02. Erişim adresi: http://www.iklimin.org/wp-content/uploads/egitimler/seri_02.pdf

Climate change consequences. Europen Commission. Erişim adresi: https://ec.europa.eu/clima/change/consequences_en

Dünya Bankası Grubu Yeni Raporu: “İklim değişikliği 140 milyon kişiyi iç göçe zorlayabilir” (2018, Mart 21). Erişim adresi: https://www.iklimhaber.org/dunya-bankasi-grubu-yeni-raporu-iklim-degisikligi-140-milyon-kisiyi-ic-goce-zorlayabilir/

Heywood, A. (2016). Küresel siyaset. N. Uslu ve H. Özdemir (Çev.) Ankara: Liberte Yayınları

Hafta 9: İklim Değişikliği. Erişim adresi: https://acikders.tuba.gov.tr/pluginfile.php/4163/mod_resource/content/11/lecturenotes/9.pdf

Hasret, Ç., Sancaktar, C., Demir, S. (2016). Uluslararası güvenlik “Yeni politikalar, stratejiler ve yaklaşımlar”. İstanbul: Beta Yayıncılık

İklim Krizleri ve Ulusal Güvenlik (2020, Haziran 9). Erişim adresi: https://thinktech.stm.com.tr/detay.aspx?id=347

Kuran, H. (2019). Kyoto’dan Paris’e Avrupa Birliği İklim Politikaları ve Etkinliğinin İncelenmesi. Türkiye Siyaset Bilimi Dergisi2(2), 47-71.

Öz, C. S., & Karagöz, S. (2015). Avrupa 2020 Hedeflerinin Avrupa İstihdam Stratejisi         Çerçevesinde Değerlendirilmesi. Bilgi Sosyal Bilimler Dergisi, (1), 99-122.

Sera gazı emisyonlarının azaltımı (2020, Kasım 23). Erişim adresi: https://www.eea.europa.eu/tr/themes/climate/intro

Sönmezoğlu F. (Der.). (1998). Uluslararası politikada yeni alanlar yeni bakışlar. İstanbul: Der Yayınları

Sibel, S. A. F. İ. Ioane Teitiota Kırıbatı/Yeni Zelanda Davası ve BM İnsan Hakları Komitesi’nin iklim mültecileri ile ilgili tarihi kararı. Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 22(2), 509-540.

Talu, N. (2019). Avrupa Birliği iklim politikaları. İklimin, 03. Erişim adresi: http://www.iklimin.org/wp-content/uploads/egitimler/seri_03.pdf

Türkeş, M., & Kılıç, G. (2004). Avrupa Birliği’nin iklim değişikliği politikaları ve önlemleri

Vural, Ç. (2018). Küresel iklim değişikliği ve güvenlik. Güvenlik Bilimleri Dergisi7(1), 57-85

 

 

Prof. Dr. Rahmi Çiçek ile Osmanlı’da Yunan Milliyetçiliği Üzerine

Bu röportaj, Prof. Dr. Rahmi Çiçek ile “Osmanlı’da Yunan Milliyetçiliği Üzerine” gerçekleştirilmiştir. 

1. Merhabalar, öncelikle kendinizi ve çalışma alanınızı anlatır mısınız?

Ben Prof. Dr. Rahmi Çiçek. Trabzon Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nde Öğretim Üyesi olarak çalışıyorum. Çalışma alanım Tarih olup “Osmanlı Son Dönem ve Erken Cumhuriyet Dönemi Tarihi” alanında çalışıyorum. İlk akademik çalışmam “1919-1923 dönemi Rum-Ermeni ilişkileri” üzerine oldu. Rumlar ve Ermeniler ile ilgili çalışmalarımı halen devam ettiriyorum. Son çalışmalarımdan biri ise “Karadeniz’de İsyan Mübadele ve Propaganda” başlığını taşıyan ve Pontus sorununu ele alan bir çalışmadır.

2. Çok teşekkür ederim. Osmanlı devletinde 1821 yılında başlayan Yunan hareketliliği o dönemin şartları içerisinde beklenebilecek bir durum mudur?

1821 Mora Ayaklanması veya Yunan Ayaklanması olarak adlandırılan olaylar, Osmanlı Devleti’nde ilk olarak Sırpların 1807’de başlattıkları Milliyetçilik Ayaklanmalar’ın uzantısı olarak beklenen bir gelişme olarak kabul edilebilir. Ayrıca Fransız İhtilali’nin ortaya çıkardığı ulus-devletlerin oluşum süreci göz önünde bulundurulduğunda, Osmanlı Devleti’nin de etkilenmesi beklemek gerekiyordu nitekim öyle de oldu. 19. Yüzyıl Osmanlısı Sırplarla başlayan ulus-devlet taleplerini bütün azınlıklar olarak içerisine aldı. O nedenle 1821 Ayaklanması beklenen bir sonuç doğurdu diyebiliriz.

3. Osmanlı’da yaşayan Yunanlıların (Rumların) etkisinden kısaca bahsedebilir misiniz?

Osmanlı’nın Müslüman olmayan unsurları içerisinde en kalabalık gruplardan birini oluşturan Rumlar, Mora Yarımadasında başlayan ayaklanma sırasında Osmanlı Devleti ile olan ilişkilerini devlet-tebaa ilişkisinden ayrı bir alana taşıdılar. Doğal olarak dindaş ve ırktaş olarak gördükleri isyancılara destek verdiler. Bu ilişkinin zirvesini daha çok kilise adamlarında görüyoruz. İstanbul’da bulunan Fener Rum Patriği başta olmak üzere pek çok din adamı Mora’daki isyancıları desteklediler. Bu nedenle Osmanlı yönetimi tarafından cezalandırıldılar.

4. Milliyetçilik Ayaklanmaları’nın Osmanlı toprakları üzerinde yaşayan birçok ulusu etkilediği ortadadır. Peki bağımsızlığa ilk sahip olması nedeniyle Yunan politikacıların “Megali İdea” düşüncesini hayata geçirme isteğinden dolayı diyebilir miyiz?

Napolyon’un Avrupa haritasını değiştirmesi sonrasında ortaya çıkan yeni Avrupadaki en önemli gelişmelerden birisi kuşkusuz, Napolyon’un oluşturduğu yeni siyasal sisteme karşı Avrupa’nın geleneksel egemenleri olan kraliyetlerin karşı çıkışıdır. Bu durum, Napolyon’un Moskova seferinde yenilgisiyle yeni bir Avrupa düşüncesi daha oluşturdu. Eski Avrupa’nın egemenleri 1815’te Viyana’da Avrupa haritasını yeniden şekillendirdikleri gibi, Avrupa’nın bir parçasını oluşturan Osmanlı Devleti’ne de bir paye vermişlerdi.

Avrupalı devletler tarafından “Hasta adam” olarak nitelendirilen Osmanlı Devleti’nin topraklarını paylaşmak yeni savaşlara neden olacaktı. Onun topraklarını paylaşma yerine yüzyıllık bir süreçte onu parçalamak daha mantıklı geldi. “Şark (Doğu) Sorunu” adını verdikleri politikalarla Osmanlı’da milliyet ve dine dayalı ayrılıkları kullanmaya başladılar. Bu politikanın uygulanmasında Yunanistan’ın bağımsızlığı Viyana sonrası ilk başarılı sonucu oluşturdu. Büyük Yunanistan hayalinin ilk parçası gerçekleştikten sonra Balkanlar’da yaşayan diğer azınlıklar da Pancı (Panist) ideolojilerin etkisi ile Osmanlı’dan ayrılarak ayrı devletler oluşturma yoluna gitmiş oldular.

5. Yunanistan’ın Osmanlı Devleti’nden bağımsızlığını kazanmasından daha sonra Osmanlı’da kalan Yunan nüfusunun oluşturduğu diasporalar engellenebilir nitelikte miydi? Yoksa bu diasporalar aslında daha önce oluşturulmuş muydu?

Yunan Ayaklanması sonrası Osmanlı Devleti benzer ayaklanmaların olabileceği düşüncesinden hareketle birtakım önlemler aldı. Devletin merkezi artıracak idari reformlar geliştirdi. Bunlardan biri Divan sistemine son vererek kabine sistemine geçildi. Buna bağlı olarak eyalet yapılanmasını yeniden organize etmiş oldu. Devletin yönetim algısını değiştirecek birçok adımlar da atıldı. Bunların içerisinde en önemlisi kuşkusuz “Tanzimat Fermanı” ve “Islahat Fermanı” gibi düzenlemelerdir. Bu fermanlarla Müslüman ve Gayrimüslim ayrımına son verilerek vatandaşlık esasına dayalı eşit bir toplumsal yapı oluşturulmaya çalışıldı. Adına da Osmanlı veya Osmanlıcılık denilen bu yapılanma biçiminin oluşturulmasının ana gerekçesi azınlık isyanlarının önüne geçmekti. Fakat sonuç olarak başarılı olmadı.

6. Megali İdea ’nın ortaya atıldığı ve uygulanmaya başlandığı dönemde Osmanlı’da olan Yunan nüfusunun devlet kademelerinde üst konumlara gelmesini nasıl değerlendirirsiniz?

Osmanlı klasik döneminde devlet kademesinde görev yapan Müslüman olmayanlar sadece Fener Rumları idi. Bunlar Eflak ve Boğdan Voyvodası olmanın yanında Osmanlı’nın dış işlerini yürüten birimi olan Reisülküttaplıkta tercüman olarak ya da Dil Oğlanı olarak çalışabiliyorlardı. Bu şekilde devlet yönetiminde çalışan başka azınlık grubu yoktu. Buna rağmen 1821 Mora İsyanı’nda burada çalışan Rumlar isyancılarla iş birliğine girmişlerdi. 1856 Islahata Fermanı’na kadar Rumların devlet yönetiminde çalışmalarına izin verilmedi. Bu tarihten sonra tekrar devletin üst kademelerinde ve bakanlıklarda bakan olarak çalışmalarına izin verildi. Bunun tek gerekçesi vardı o da eşit Osmanlı vatandaşı yaratma düşüncesi idi. “Osmanlı Kimliği” içerisinde herkesin eşit olarak devlette temsili düşüncesinden hareket edilerek böyle bir yola girildi. Hatta 1864 tarihli Vilayeti Umumiye Nizamnamesi ile yerelde vilayet meclisleri ve belediye meclislerinde tüm azınlıkların görev yapmasına izin verildi. Birçok Rum, Ermeni, Bulgar meclis üyesi ile belediye başkanı devletin sonuna kadar buralarda görev yaptılar.

7. Yunan milliyetçiliğinin çok aktif bir hale gelmesinin Türk milliyetçiliğinin artmasına sebep olduğu söylenebilir mi?

Osmanlı’da milliyetçilik düşüncelerinin gelişimine baktığımızda en son Türk milliyetçiliğinin ortaya çıktığını görüyoruz. Türk milliyetçiliğinin ortaya çıkışında devlet içerisinde yaşanan olaylardan çok dış faktörün etkili olduğu görülür. Türk milliyetçiliği daha çok Çarlık Rusya’da yaşayan Türk aydınlarının etkisi ile güç kazanmıştır. Kuşkusuz içeride azınlık milliyetçiliği de bunu arttırdı demek yerinde olur ama daha çok Türk kökenli Çarlık Rusya’dan gelen aydınların etkisi olduğu da açık olarak görülmektedir.

8. Hala uygulanan Megali İdea düşüncesine rağmen kalıcı bir Türk-Yunan dostluğu sizce mümkün müdür?

Bu sorunun cevabı daha çok uluslararası gelişmelerle bağlantılıdır. 19. Yüzyılda başlayan milliyetçilik akımı ulus devletleri doğurdu. Bu ulus devletler günümüzde de milliyetçilikten beslenen damarlara sahiptirler. Zaman zaman uluslararası ekonomik ve siyasal birlikler milliyetçilik duygusunu zayıflatsa bile milliyetçiliğin sürdüğünü söyleyebiliriz. Özellikle 2000’li yıllarda giderek artan bir dalga olarak milliyetçilik tekrar popüler hale geldi. Ne kadar sürer bilinmez ama milliyetçilik devam ettiği sürece “Megali İdea” veya “Pan” gibi hareketlerin gündemden düşmesini bekleyemeyiz.

Eylül Beyza HÜSEM

Siyasi Tarih Staj Programı

1989 Büyük Bulgaristan Göçünü Yaşayan Bir Göçmenle Röportaj

 

Bu röportaj, 1989’da Türkiye’ye göç etmiş Bulgaristan göçmeni Osman Ç. ile Büyük Bulgaristan Göçü üzerine yapılmıştır.

 

1- Merhaba, öncelikle sizi tanımak istiyorum. Kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Benim ismim Osman Ç. 63 yaşındayım. Sakarya, Adapazarı’nda yaşıyorum. Emekliyim.

 

2- Nereden ve ne zaman göç ettiniz?

1989’da Bulgaristan’dan göç ettim.

 

3- Ne sebeple göç ettiniz? Bu bir zorunlu göç müydü?

Tabi. Biz göç etmedik de göç etmek zorunda bırakıldık.

 

4- Göç etmeden önce nasıl bir Bulgaristan vardı? 1984 başlarında göç etmenize sebep olan ortamı anlatır mısınız?

Tabi, göç kolay bir hadise değil. Göçten önce yaşananlar çok kötüydü. Türklere karşı camileri yasakladılar. İsimleri değiştirdiler. Bunlar hep asker zoruyla oldu. Eskiden Türkçe 2 saat okul vardı. Onun derslerini de kaldırdılar. Dersler kapanınca Türk öğretmenleri işten çıkardılar. Önce Pomakların isimleri değiştirildi. Sonra dediler ki Pomaklarla evlenmiş olan Türklerin de isimleri değişecek. Çünkü siz de karıştınız dediler bize. Sonra yavaş yavaş bütün Türklerin isimlerini değiştirmeye başladılar. Yani tabi bunlar bahaneydi. Tüm Türklerin ismi değişecekti zaten. Ama birden değiştirip ayaklanma olmasın diye kademeli şekilde önce Pomakları dediler sonra evlilik dediler. Böylece zorla isimlerimizi değiştirdiler. Dediler ki kendi aranızda dahi Türkçe konuşmayacaksınız. Böyleydi. Yasaktı her şey.

 

5- Ne gibi baskılar gördünüz?

Yani dedim ya biz göç etmedik de göç etmek zorunda bırakıldık. Önce isimlerimizi değiştirdiler sonra camileri yasakladılar. Okullarda Türkçe dersleri kapattılar. 1985’in Ocak ayında bizim köyü bastılar. Akşamleyin köyü bastılar, etrafını ciplerle çevirdiler. Sonra Bulgar makamlarıyla evleri gezmeye başladılar. Bulgar makamları yanında polisiyle, askeriyle, bakanıyla geldi. ‘Şimdiden sonra Türk olmayacak burada ismini seç’ dedi. Tabi o anda bambaşka oluyor yani. Deden Türk, nenen Türk bütün ırkın Türk. Birden bire öyle gelince razı gelmiyorsun. Ama mecbur. Ya ismini seçiyorsun ya zulüm göreceksin. Kapıda asker bekliyor şoförle alıp götürüyor seni istemezsen. Mecbur. Ben o anda şanslıydım. Bu dediklerim ailemin başına geldi. Ben okuldaydım. Bulgaristan’da şoförlük yapıyordum ben. Ehliyetimi yükseltmek için okula gitmiştim. Kazanlık diye bir yer var orda. 200 km uzakta. Ben ayda bir kere geliyordum izne. Şubat ayında izne gelmiştim. Trenden indim. Eniştem geldi almaya diye beni. O söyledi bizim köyü de bastılar diye. Ama eve gidene kadar beni de durdurdular. Baktılar pasaportum Türk. O anda tamam geç dediler. Eve geldim herkes ağlıyor. Sonra benimkini de değiştirdiler. Sadece bizim değil, tarlaların ismi değişiyor, mevkilerin ismi değişiyor, mezarlıklardaki mezar taşlarını bile kırıp Bulgarca yazıyorlar. Türk kimliğinde hiçbir şey kalmıyor. İsimler önemli değil de onların niyeti bütün Türklüğü yok etmekti. Bir gece de Türklüğüm gitti. O kadar mecbur bıraktılar ki biz normalde komşular arasında birbirimize seslenirken yine Türk isimlerimizi söylüyorduk. Ben bilmiyorum ki. Kaç yıldır Hasan, Hüseyin alışmışım. Beni de ismim değiştikten sonra da Osman diye çağırıyorlardı. Ama onu bile istemediler. Yine köye geldiler. Söyledik. Bulgar isimlerimizi bilmediğimiz için böyle sesleniyoruz dedik. O zaman herkesin kapısına bu evde kim yaşıyorsa Bulgar ismini yazalım bundan sonra Bulgar isim dışında birbirinize seslenmeyeceksiniz dediler. Çok baskı gördük.

 

6- Göç etme kararını nasıl aldınız?

Şöyle, yani insanlar bu isimlere razı değil. Bu baskılara hiç değil. Mesela ben şoförlük yapıyorum. Artık insanlar ‘Osman beni filanca yerde indir’ diyemiyor. Yasak. Zorunlu bıraktılar bütün şoförlere kurdele gibi ismini boynuna asmayı. Ağır geliyor madalya gibi boynumda ismimi taşımak. Sonradan bunu herkese zorunlu hale getirdiler. Herkes çoluk çocuk boynunda ismi ile geziyordu. Türkçe hiçbir kelime kalmadı. Ben Ankara radyosu dinlerdim çok. Bütün radyoları kapattılar. O kanallara Bulgar müzikleri koydular. Bu baskılar gitgide artmaya başladı. Dedem vefat etti benim. Papaz gömdü. Çocuğum oldu, kaçak sünnet ettirdim. Bunlar çok ağrıma gitti. Bu baskılar artınca bir süre sonra Türkler patlamaya başladı. Yürüyüşler olmaya başladı. Mitingler yapmaya başladılar Bulgar makamları önünde. “Ne istiyorsunuz siz?” dediler. Biz “Türklüğümüzü yaşamak istiyoruz.” dedik. O mitingde çok kızdı Dışişleri Bakanı. Dedi ki “24 saat içinde bütün Türkleri sürgün edin.” Kanun çıkardılar bir de. Bir an önce gidelim diye. Ama eşyalı değil tabi. Gezmek için diye güya. Ama bu kanunu neden çıkarttı? Hemen bizi Türkiye sınırına bıraksın, Türkiye de bizi alamasın diye. Sonra diyeceklerdi ki “Bakın Türksünüz Türkiye de sizi almıyor.” Hep zorladılar. Kabul etmeye mecbur bıraktılar.

 

7- Türkiye’ye geliş süreciniz nasıldı?

Şimdi öncelikle şöyle bir şey var. Orda Türkler devlete çalışır, tarım yapar. O zaman da orak zamanıydı. O yüzden bizi göndermek istemiyorlardı. Biz gitsek tarım da bitecek. O yüzden engel koyuyorlardı. Mesela ben pasaporta başvuruyordum. Benimki çıkıyordu, eşiminki çıkmadı diyorlardı. Hâlbuki çekmecede. Ama vermiyorlar eşimi bırakıp gidemeyeceğimi bildikleri için. Hep böyleydi. Mesela annesinin pasaportu çıkıyor, çocuklarının çıkmıyordu gibi. Böyle olunca ben işi bıraktım. Bir sürü kez başvurdum. Kimisinde eşimin çıkmıyordu kimisinde onun çıkıp çocukların çıkmıyordu. En sonunda çıktı belgem. Akşam 6’ya kadar köyden çıkmak zorundasınız dediler. Hiçbir şey alamadık ki yanımıza. Hep zorluk çıkıyordu. Belgen çıktığı gün birkaç saat içinde çıkmak zorundasın. Bir yorgan, bir battaniye birkaç yiyecek bir şey alabildik. 7.ayın 24’ünde çıktım yola, 28’inde sınıra vardım. 4 gün yolda tuttular bizi. Yollarda çok kalabalık gözükmesin, turistler görmesin diye kısıtlı kısıtlı ve ormanın içinden giderdik. Her noktada polis durduruyordu. Öylelikle 4 günde vardık sınıra. Bayrağı gördük. Rahatladık.

 

8- Oldukça sancılı süreçler yaşamışsınız. Şuraya değinmek istiyorum. Yıllardır yaşadığınız, doğup büyüdüğünüz yeri terk etmek zorunda kaldınız. Ve burada sıfırdan başladınız. Türkiye’ye geldikten sonraki uyum sürecinizi nasıl değerlendirirsiniz? Size ne gibi destek sağlandı veya sağlandı mı?

Sağladı. Biz Türkiye’ye girdik ama orda çok zulüm gördük ya onun etkisiyle çekinerek, korkarak girdik. Ama çok güzel karşılandık. Gümrüğe geldim ben işlemlerimi yaptırmaya diye. Yok dediler önce yemek yiyin, dinlenin. Kenarda yemekhane vardı. Yemek yedik orda. Sonra bizi Kırklareli’nde okula yerleştirdiler. Bizden önce kim geldiyse haber bırakmışlar bize. Tanıyan çıkarsa birbirimizi bulalım diye. Bizi Afyon’a yolladılar ama ben panoda gördüm bir akrabamın Konya’da olduğunu. Bizi Afyon’a teslim ettiler. Cebimize yol parası da verdiler.  Afyon’da da bir okulda kaldık kiralık ev bulana kadar. Ben çalıştım biraz Afyon’da. Vali geldi “Okullar açılacak artık bir an önce kiralık ev bulun ki biz kiranızı ödeyeceğiz ama öğrenci alacağız okula.” dedi. Ama biz yabancı olduğumuz için kiralık ev bulamadık. Çok sıkıntıydı kiralık ev bulmak. Sonra ben bir akrabamın Adapazarı’nda olduğunu öğrenince onun sayesinde kiralık ev buldum. Öylece Adapazarı’na yerleştik. O gün bugündür Adapazarı’ndayım.

 

 

 

EBRU ŞAHİN

Göç Çalışmaları Staj Programı

 

 

Doğu Afrika’da Gıda Güvensizliği ve BM Verileri

Doğu Afrika’daki Gıda Güvensizliğinin Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) Verileri Işığında İncelenmesi

Özet

Her yıl milyonlarca insan açlığın pençesinde kıvranırken bu insanlık dramının en büyük nedeni ise yoksulluk olarak gösterilmektedir. Gıda güvensizliğinin yol açtığı bu problem, özellikle Doğu Afrika’nın değişmeyen kaderi olarak kabul edilmiş, geçmişte yaşanan ve hala süregelen birçok olayla birlikte etkisini katlayarak devam etmiştir. Açlıkla mücadelede önemli bir role sahip olan uluslararası örgütler, faaliyete geçirdikleri yardım programları sayesinde milyonlarca insanın hayatına dokunmaktadır. Bu uluslararası örgütlerden akla ilk gelenlerden biri Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) olarak gösterilmektedir. Yalnızca kuru gıda yardımı yapmakla kalmayan bu örgüt, aynı zamanda sürdürülebilir tarımı destekleyerek yardıma muhtaç olan ülkelerin ekonomisine de büyük ölçüde katkıda sağlamaktadır. Yapılan analizlerde sonucu elde edilen veriler gösteriyor ki Doğu Afrika’daki gıda güvencesizliği problemi halen etkin bir şekilde var olmayı sürdürmektedir. Bu çalışmada Doğu Afrika’nın gıda güvensizliği problemi Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) verilerine dayanarak ekonomik, sosyal ve toplumsal boyutta incelenmektedir.

Anahtar Kelimeler: Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO), Doğu Afrika, Gıda Güvencesizliği, Dünya Gıda Programı (WFP), Somali

ABSTRACT:

While millions of people suffer from hunger every year, the biggest cause of this human tragedy is shown as poverty. This problem caused by food insecurity has been accepted as the unchanging fate of East Africa, and it has continued to multiply with many events in the past and still ongoing. International organizations, which have an important role in the fight against hunger, touch the lives of millions of people thanks to their aid programs. One of the first to come to mind from these international organizations is the United Nations Food and Agriculture Organization (FAO). Not only does this organization provide dry food aid, it also contributes significantly to the economy of countries in need by supporting sustainable agriculture. The data obtained as a result of the analyzes performed show that the problem of food insecurity in East Africa still continues to exist effectively. In this study, the problem of food insecurity in East Africa is examined in economic, social and social dimensions based on the data of the United Nations Food and Agriculture Organization (FAO).

Keywords: United Nations Food and Agriculture Organization (FAO), East Africa, Food Insecurity, World Food Program (WFP), Somalia

1. Giriş

Birleşmiş Milletler’in (BM) 1971 yılında en az gelişmiş ülkeler olarak literatüre kazandırdığı kavram yalnızca bir tanımdan ibaret değildir (Özüye, t.y.). Kalkınma hareketlerinin neredeyse hiç görülmediği bu ülkelerde zaman içerisinde yokluk baş göstermiş, insanlar bu durumun kötü sonuçlarıyla baş başa kalmıştır. En az gelişmiş ülkelerde yokluğun baş göstermesinin temel nedeni ise ülke ekonomisinin zayıf olmasıdır. Yaşanan ekonomik sıkıntılar toplumsal krizlerle birlikte ivme kazanarak sosyo ekonomik bir sorun haline dönüşmüştür. Milli gelirin düşmesiyle birlikte bu ülkelerde yaşamakta olan insanlar gıda gibi en basit temel ihtiyaçlarını karşılayamayacak duruma gelmiştir. İnsanlık dramının yaşandığı bu ülkelerin sesi, uluslararası toplum tarafından basın ve yayın yoluyla kamuoyuna duyurulmuştur. Bu duruma sessiz kalmayan devletlerin ve kamuoyunun uluslararası yardım örgütleri çatısı altında toplanarak hayata geçirdikleri yardım programları ise bu ülkeler için hayati bir öneme sahip olmaktadır.

Temel amacı uluslararası toplumun barış ortamını ve güvenliği sağlamak olarak bilinen ve 16 Ekim 1945 tarihinde kurulmuş olan Birleşmiş Milletler (BM), yalnızca bu hususta değil aynı zamanda yardıma muhtaç durumdaki ülkelerin refah seviyesinin arttırılmasından da sorumludur (Öz, t.y.). Birleşmiş Milletler (BM), gıda ve tarım alanları üzerinde yoğunlaştırılan çalışmaların tek bir organizasyon adı altında hayata geçirilmesini sağlamak amacıyla yine aynı tarihte Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) çatısı altında özelleşmiştir.1905 yılında Roma’da faaliyete geçen Uluslararası Tarım Enstitüsü’nün çalışmalarına İkinci Dünya Savaşı’nın yaşandığı tarihlerde ara verilmiştir. 1948 yılında yetkileri elinden alınan Uluslararası Tarım Enstitüsü, çalışmalarına Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) olarak devam etmiştir (Kırbaşlı, t.y.). 194 üye devlete sahip olan Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO), her iki yılda bir Roma’da toplanan konferans ile örgüt bünyesince hayata geçirilecek olan faaliyet planının bütçesini onaylamaktadır.

Başlıca hedef alanı sağlıklı gıdaya erişimi ve sürdürülebilir tarımı desteklemek olan Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO), Doğu Afrika gibi kalkınmanın az veya hiç görülmediği bölgelerde insani yardım faaliyetlerini yoğunlaştırmıştır. Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) yalnızca kuru gıda yardımı yapmakla kalmayıp, aynı zamanda toprak ve su kaynaklarının verimli kullanılmasının önünü açarak tarımda yüksek verim ilkesini benimsemiştir (Onul, 1996). Az gelişmiş ülkelerde yaygın olarak görülen gelir kaynağı ilkel tarım uygulamalarıdır ve bölge nüfusunun yaklaşık yüzde seksenini kapsamaktadır. Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü’nün (FAO) bu bölgelerde yürütmekte olduğu çalışmalarda ise

temel amaç teknolojik uygulamaların tarımsal faaliyetlerle birlikte bir bütün olarak faaliyete geçirilmesidir. Bunun sayesinde bölge halkı verimsiz olarak nitelendirilebilecek topraklardan dahi en yüksek verimi alabilecektir. Ancak, yapılan tüm saha çalışmalarına rağmen Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) gıda güvensizliğinin önüne geçememiştir. Bunun en büyük sebebi ise dünyada 925 milyon aç insanın, yaklaşık 276 milyonunun Afrika Kıtası’nda yaşaması olarak gösterilmektedir. Bu bağlamda, 1961 yılında kurulan ve çatı örgüt görevini üstlenen Dünya Gıda Programı (WFP) akut gıda güvensizliği ile mücadelede adeta yeni bir nefes olmuştur (Çalışkan, t.y.). Temel amacı, savaş, kıtlık ve pandemi gibi hayati önem taşıyan durumlarda ihtiyacı olan bölgelerde yardım koridoru oluşturarak gıdanın en hızlı ve güvenilir şekilde ulaştırılmasıdır. Yılda 45 milyon insanın doyurulmasından sorumlu olan bu çatı örgüt, 2020 yılında Nobel Barış Ödülü’ne layık görülmüştür (“2020 Nobel Barış Ödülü”, 2020).

2. Doğu Afrika’daki Gıda Güvensizliği Üzerine

Bir insanın hayati yaşam fonksiyonlarını sağlıklı bir şekilde yerine getirebilmesi için ihtiyaç duyduğu azami gıda miktarına erişememesi açlık olarak tanımlanmaktadır. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 25. Maddesi’nde her bireyin ve mensup olduğu toplumun sağlığını korumak için gıdaya erişim hakkına sahip olduğunun belirtilmesine rağmen her gün ortalama 25 bin insanın vefat nedeni açlık olarak açıklanmıştır. Bu bağlamda “Gıda Güvenliği” kavramı ortaya çıkmıştır. Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) gıda güvenliği kavramını yalnızca insani hayat fonksiyonlarını devam ettirebilmek için temin edilmesi gereken gıda olarak değil aynı zamanda yaşam standartlarını yükseltmek için de zamanında ve kolay bir şekilde erişilebilen gıda olarak tanımlamıştır. Gıda güvensizliğinin yüksek bir oranla görüldüğü bölgelere bakıldığı zaman kadın ve çocukların en çok etkilenen kesim olduğu yapılan saha çalışmalarıyla anlaşılmıştır. Bu durumun en büyük nedeni bahsedilen kesimin çalışma potansiyelinin düşük olmasıdır. Elde edilen veriler, gıda güvensizliğinin etkilerini daha çok hisseden bu kesimin, sadece ekonomik açıdan değil aynı zamanda bedensel ve ruh sağlığı açısından da büyük problemlerle karşı karşıya kaldıklarını göstermektedir. Dünya genelinde yaklaşık 52 milyon çocuğun hayatı makro ve/veya mikro besin yetmezliğinin neden olduğu aşırı zayıflık yüzünden tehlike altında olmakla birlikte, ergenlik çağına ulaşmış olan kadınların %33’ü ise anemi hastalığı ile savaşmaktadır (“Dünyada Gıda Güvenliği”, 2017).

Yapılan çalışmalar doğrultusunda elde edilen verilere göre günümüzde 88 ülke gıda güvensizliği problemi ile karşı karşıya kalmakla birlikte bu ülkelerin 44 tanesi Afrika Kıtası’nda yer almaktadır (Onul, 1996). Birleşmiş Milletler’in (BM) açıkladığı rakamlara göre, bu ülkelerde yaşamakta olan 23 milyon kişi gıda güvensizliğinin yol açtığı açlık problemi ile yüz yüze kalmaktadır. Doğu Afrika’da gıda güvensizliğinin sebebiyet verdiği açlığa bağlı vefat eden insan sayısındaki yüksek rakamın en büyük nedenleri kuraklık ve iç savaş olarak gösterilmektedir. Bu bölge yüzyıllardır kuraklığın temel nedeni olduğu verimsiz topraklara sahip olduğundan dolayı yalnızca vefat eden insan sayısı değil aynı zamanda hayvan ölümlerinin de en çok görüldüğü bölgedir. Özellikle bölge nüfusunun gelir kaynağı olarak sayılan tarım hayvanlarının ölümüyle birlikte ürünlerden alınan verimde düşüş gözlenmiş buna bağlı olarak da gıda fiyatları yüksek oranda artışa geçmiştir. Gıda fiyatlarında yaşanan yüksek artış özellikle çalışma potansiyeli olmayan kesimi yani kadın ve çocukları olumsuz anlamda etkilemiş dolayısıyla bu kesim Dünya Gıda Programı’nın (WFP) yaptığı yardım çalışmalarında katılım oranlarıyla dikkat çekmiştir. Elde edilen sağlık kayıtlarına göre yetersiz beslenmeye bağlı olarak vefat eden insan sayısının büyük bir çoğunluğunu kadın ve çocuklar oluşturmaktadır. Bu bölgede yaşayan kadınlarda görülen gıda güvensizliğine bağlı gelişen sağlık problemlerinden en yaygın rastlanılanlarına örnek olarak gebeliğin düşükle sonuçlanması, prematüre bebek doğumu, anemi, adet görememe erken menopoz ve kemik erimesi verilmektedir. Bu duruma ek olarak, Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü’nün (FAO) 2015 yılında yaptığı saha çalışmaları sonucu elde ettiği veriler göstermektedir ki her yıl yaklaşık 21 milyon bebek olması gerekenden daha düşük kiloda dünyaya gelmektedir. Yine elde edilen verilere ek olarak, bu bölgede sağlık tedavisi alan çocuklarda boy kısalığı, organ yetmezliği ve beyin fonksiyonlarında gerileme kayıtlara geçmiştir. Tüm bu veriler ışığında Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü’nün (FAO) buradaki temel amacı yürüttüğü programlarla bölgedeki en savunmasız nüfus grubu olan kadın ve çocuklarını desteklemektir. Doğu Afrika’da bulunan bu ülkelerden gıda güvensizliğinin dikkat çekici boyuta ulaşmış olanlarına ise Somali, Güney Sudan, Etiyopya, Kenya, Cibuti, Sudan, Uganda ve son olarak Burundi örnek verilmektedir (“Doğu Afrika”, 2017). Ayrıca, Doğu Afrika halkının gelecek kaygısını tetikleyen önemli bir diğer etkenin yaşanan eşitsizlik olduğu belirtilmiştir. Halkın kalbinde yatan bu kaygının nedenleri hızlı nüfus artışı, halkın tarım yapmaya elverişsiz kurak topraklara sahip bölgelerde hayatlarını devam ettirmeleri, özellikle ulaşım alanında altyapı yetersizliği, gıda ve sağlık alanında yapılan yardımlara her daim muhtaç konumda olmaları ve milis güçlerin yarattığı iç savaşın bir kaos ortamı yaratması gibi temel başlıklar altında toplanabilmektedir. Aynı zamanda, Dünya Gıda Programı’nın (WFP), Afrika Kıtası’ndaki yardımların devam ettirilebilmesi için ihtiyaç duyulan 489 milyon doların şimdiye kadar yalnızca 205 milyon dolarlık bütçesinin toplanabildiğini açıkladı. Fakat ayrılan yardım fonu bütçesi bu bölgede yapılan çalışmalar için yetersiz olmuştur. Zaman zaman kesintiye uğrayan yardımlar yüzünden uluslararası kamuoyu, Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) çalışmalarının bu bölgede gözle görülür bir ilerleme kaydetmediğini bildirmiştir. Peki geçmişten günümüze kadar Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü’nün (FAO) Doğu Afrika bölgesinde hayata geçirmiş ve geçirmekte olduğu çok yönlü yardım çalışmaları neden uluslararası kamuoyuna göre gözle görülür bir fark yaratmamaktadır? Geçmiş yüzyıllarda topraklarını verimli kullanıp, yer altı kaynaklarını değerlendiren birçok zengin krallığa ev sahipliği yapan Afrika Kıtası günümüz verilerine göre dünyada uluslararası yardım örgütlerinden en çok destek alan kıta olarak kayıtlara geçmiştir. Yapılan yardımların özellikle gıda güvensizliğini önleme faaliyetlerinde kalıcı bir etki bırakmamasının temel nedenleri uluslararası örgütlere üye devletler tarafından yürütülen yanlış yardım politikaları, rüşvet ve yolsuzluk, iç savaş ve milis güçler, altyapı eksikliği, yetişmiş eğitimli insan sayısının az olması ve zamanla bölgeye ulaşan yardımlara karşı bağımlılık başlıkları altında incelenmiştir. Gelişmiş ülke olarak nitelendirilen devletlerin uluslararası örgütler bünyesince Afrika Kıtası’nda hayata geçirdikleri yardım faaliyetleri adeta “Kurtarıcı Beyaz” düşüncesi altında hayata geçmektedir (Örgel, 2019). Afrika Kıtası’na yapılan yardımların neredeyse yüzde ellilik bir kısmının etkin bir şekilde insani yardım çalışmalarında kullanıldığı görülmektedir. Bu durumdan yapılabilecek en büyük çıkarım ise yardım faaliyetlerine katılan devletlerin kendi askeri ve ekonomik çıkarlarını dikkate alarak hareket ettikleridir bu sayede uluslararası kamuoyunun vicdanını rahatlatarak adeta devlet imajını arttırmışlardır. Kurtarıcı beyaz düşüncesinin bir aldatmaca olduğuna inanan Afrika’daki bir kesim grup ise Afrika için Yeşil Devrim İttifakı’nın (AGRA) kurulmasına öncü olmuşlardır. Yapılan yardımların bir etkinliğinin olmadığını ve kendi ülkelerinin bir araç olarak kullandığını savunan bu kesim, Afrika için Yeşil Devrim İttifakı (AGRA) ile verimli tarımı hayata geçirip yardıma bağımlılığı azaltabileceklerine inanmaktadırlar. Buna ek olarak, bölgedeki hükümet ve devletlerin yapılan insani yardımlar hakkında adları rüşvet ve yolsuzluğa karışmıştır. Tarafsız yerel haber ajanslarına göre devlet memurları tarafından çalınan birçok yardım yine kendi halklarına para ile satılmaya çalışılmıştır. Yardımların çalınması yalnızca devlet tarafından değil aynı zamanda milis güçler tarafından da gerçekleştirilmiştir. Uzun yıllar boyunca Afrika Kıtası’na hüküm süren iç savaşın bazı bölgelerde halen dahi devam ettiği görülmektedir. Milis güçler, özellikle alt yapının eksikliğinden kaynaklı yardımların ulaşmasından çıkan problemleri kullanarak yardımları çalmakla kalmayıp yer yer yakma eylemleri gibi zarar verici faaliyetlerde de bulunmuşlardır. Bu şiddet eylemlerinin ortaya çıkmasının en büyük nedenlerinden birisi de düşük eğitim seviyesine sahip insan sayısının fazlalığıdır. Afrika Kıtası yalnızca açlıkla değil aynı zamanda cahillikle de mücadele etmektedir. Son temel başlık olarak gösterilen yardımlara karşı gelişen bağımlılık ise devletin bağımlılığı ve insanların psikolojik bağımlılığı olarak iki ana başlıkta incelenmektedir. Dış borcu en yüksek olan ülkelerden biri olan Afrika hükümeti aldığı yardım fonlarını dış borçlarını ödemek için kullanmak yerine askeri silahlanmaya yatırım yapmıştır (Örgel, 2019). Dolayısıyla hükümet kısır döngünün içine hapsolmuş, bölgenin en güçlü askeri birliklerine sahip olmalarına rağmen yapılan yardımlara karşı olan bağımlılık durumundan kaçamamıştır. Bölgede yaşayan insanlar ise devletin ekonomi ve tarımı canlandırmak yerine sürekli hazır yardım almasından dolayı üretkenlik duygusundan yoksun bir hale gelip bağımlılık psikolojisi içerisine girmişlerdir.

3. İki Doğu Afrika Ülkesi Tek Kader: Somali ve Güney Sudan

Doğu Afrika’da yaşanan insanlık dramının en trajik boyutlara ulaşmış iki ülkesine örnek olarak Somali ve Güney Sudan verilmektedir. Bu iki ülke yalnızca içlerinde bulundukları siyasi iktidarsızlığın getirdiği kaostan değil aynı zamanda kendi halkları arasında bir hastalık gibi yayılmakta olan yoksulluğun da pençesi altındadır. Özellikle gıda güvensizliğinin nedeni olarak görülen yoksulluğu aslında tek bir açıdan değil; siyasi, ekonomik, eğitim ve kültürel değerler açılarından değerlendirilmesi doğru olacaktır. Çok değil birkaç yüzyıl önce topraklarında ihtişamlı krallıklara ev sahipliği yapan Güney Sudan halkı günümüzde ise en temel ihtiyaç olan gıdayı dahi temin edemeyecek durumdadır. Birleşmiş Milletlerin (BM) açıkladığı rapora göre ülkede yaşayan yaklaşık 7 milyon insan gıda güvensizliğinin yol açtığı açlık krizi ile karşı karşıyadır (“Güney Sudan”, 2019). Zengin yer altı kaynaklarıyla birlikte tarıma elverişli topraklarda bulunan bu ülkede geçmişte yaşanan iç savaşın izlerini günümüzde dahi silinememiştir. Birleşmiş Milletler’in (BM) raporuna göre nüfusunun büyük bir çoğunluğunu tarım yaparak geçinen Güney Sudan halkının geçirdiği iç savaş yüzünden işsiz kaldığı görülmektedir. Yaklaşık 5 milyon insanın acil yardım beklediği bölge, siyasi iktidarsızlık sonucu oluşan milis güçlerin çeşitli uluslararası örgütler tarafından yapılan yardımların çalınmasıyla bir kez daha sarsılmıştır. Aynı zamanda bölgedeki farklı etnik gruplar arasında zaman zaman ortaya çıkan gerilimler binlerce insanın evlerini terk edip mülteci konumuna gelmesine yol açmıştır. Açıklanan rakamlarda çocuk mülteci sayısındaki rakamın dikkat çekici boyutta olduğu görülen mülteci kamplarında ise en temel ihtiyacın gıda olduğu örgütler tarafından bildirilmiştir. Güney Sudan ile aynı kaderi yaşayan Somali’nin durumu ise pek iç açıcı görünmemektedir. 26 yıldır iç savaş halinde olan Somali, dünyanın en tehlikeli ülkeleri sıralamasında da başı çekmektedir. 1991 yılında ülke çapında yaşanan çatışmalar artık önlenemez bir boyuta ulaşmış olduğundan Birleşmiş Milletler (BM) bu bölgedeki bürosunu kapatıp uluslararası örgüt bünyesince yardım için gelen personellerini ise ülkeden tahliye etmiştir (Güneş, 2017). Öyle ki yapılan saldırılar sonucu Birleşmiş Milletler (BM) yardım kamyonlarına el konulup yakılmış bu, ülke artık yardım dahi ulaşamaz konuma gelmiştir.

Bunun sonucunda ülke çapında toplamda 6,2 milyon olmak üzere yaklaşık 3 milyon insan acil gıda yardımına ihtiyaç duymuştur. Bölgedeki milis güçlerin bu durumu yaratmasındaki en büyük neden halkı çaresiz bırakıp erkek çocuklarını kendi oluşturdukları silahlı çetelere katılmaya, kadınları ise fuhuş yapmaya zorlamaktır. Aynı zamanda bölgede kız çocuklarının milis güçler tarafından kaçırılma tehlikesi olduğundan dolayı aileler bu çocukları çok küçük yaşta “Kadın Sünneti” edip daha sonrasında ise evlendirmeyi tercih etmektedirler. Bölgede yaşayan kadınların yaklaşık %98’i sünnet olup bu operasyonun verdiği yıkıcı zararlarla kontrol altında tutulmaya çalışılmışlardır. Tüm bu durumlara ek olarak, ülkede 2011 yılında tüm zamanların en şiddetli kuraklığının yaşanmasıyla birlikte gıda güvensizliği en yüksek seviyeye ulaşmış, milyonlarca insan açlıktan vefat etmiştir. Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü’nün (FAO) yayınladığı rapora göre Somali’de gıda güvensizliğinin getirdiği yoksulluğun ve açlığa bağlı ölümlerin kalıcı etkileri 2050 yılının sonuna kadar devam edecek gibi durmaktadır. Özellikle uluslararası kamuoyu tarafından yakın bir şekilde takip edilen bölgenin gelişim gösterme potansiyeline sahip olmadığı oluşturulan yardım koridorlarının kesintiye uğramasıyla açıkça ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla her iki ülkenin de ortak özelliğinin siyasi olaylar ve toplumsal normlara bağlı olarak gelişen gıda güvensizliği sorununa ev sahipliği yaptığı görülmektedir.

4. Sonuç

Gıda güvensizliği kavramının yalnızca Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü’nün (FAO) tanımladığı üzere yokluktan ortaya çıkmadığını bu duruma aynı zamanda siyasi iktidar boşluğu, toplumsal ve kültürel olayların da sebebiyet verdiğini görülmektedir. Aynı zamanda, insani fonksiyonların devam edebilmesi için alınması gerekli olan azami miktardaki gıdaya erişimin en yetersiz olduğu bölgelerden biri olan Doğu Afrika’da geçmişten günümüze kadar halen etkilerini devam ettirmekte olan iç savaşın, bölgeye Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) tarafından yapılan yardımlara verdiği zararlar veriler ışığı altında ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla, açlık ve yokluk kavramlarına sebebiyet veren en büyük nedenlerden birinin siyasi iktidar boşluğu olduğu anlaşılmaktadır.

Uluslararası kamuoyunun basın ve yayın yoluyla dikkat çektiği Doğu Afrika’daki gıda güvensizliği yüzünden yaşanan vefat sayısındaki artış aslında yıllardır başta Birleşmiş Milletler (BM) olmak üzere çeşitli uluslararası örgütler bünyesince gerçekleştirilmiş ve günümüzde de devam etmekte olan yardım faaliyetlerinin etkisinin kalıcı olmadığını göstermektedir. Bu bağlamda milyonlarca dolarlık bütçe ayrılan yardım faaliyetlerinin yetersiz kalmasındaki tek nedenin uluslararası örgütler tarafından gerçekleştirilen faaliyetlerdeki yetersizlik olduğu düşünülmemelidir. Doğu Afrika hükümetinde görev alan devlet memurlarının adları rüşvet ve yolsuzluk olaylarına karışmış, tarafsız basın tarafından açıklanan verilere göre ise yapılan yardımların yalnızca %50’lik kısmının etkin bir şekilde kullanılabildiği ifade edilmiştir. Halkın şu an içinde olduğu gelecek kaygısını ve hükümete karşı duyulan güvensizliğin en büyük nedeni bu durumdur.

Elde edilen tüm bu veriler ışığı altında Doğu Afrika’daki gıda güvensizliğinin önlenmesi için yalnızca uluslararası yardım örgütlerinin faaliyetleri yeterli değildir. Bu bölgede bulunan ülkeler siyasi, ekonomi, eğitim ve hatta birtakım kültürel normlar üzerindeki problemlerini çözmek durumundadırlar. Doğu Afrika hükümeti ve halkının günümüzde de devam etmekte olduğu gıda güvensizliği problemi yalnızca uluslararası örgütlerin umuduna bırakılır ise uzun bir süre daha devam edecek gibi görünmektedir.

Kübra Nur IŞIK

Uluslararası Örgütler Staj Birimi

 

Kaynakça

Çalışkan, E. (t.y.). Dünya Gıda Programı (WFP). Retrieved from http://www.mfa.gov.tr/dunya-gida-programi-_world-food-programme-_-wfp_.tr.mfa Erişim Tarihi: 25/02/2021

Doğu Afrika’da Milyonlarca Kişi Açlığın Pençesinde. (2017). Retrieved from https://www.dusuncemektebi.com/d/143265/dogu-afrikada-milyonlarca-kisi-acligin pencesinde Erişim Tarihi: 25/02/2021

Dünyada Gıda Güvenliği ve Beslenme Durumu. (2017). Retrieved from https://www.tarimorman.gov.tr/ABDGM/Belgeler/Uluslararas%C4%B1%20Kurulu%C5%9F lar/SOFI_2017_TUR.pdf Erişim Tarihi: 25/02/2021

Güneş, N. (2017). Somali İç Savaşı ve İnsani Müdahale. Retrieved from https://www.ilimvemedeniyet.com/insani-mudahale-nedir-somali-ic-savasi-ve-insani mudahale.html Erişim Tarihi: 25/02/2021

Güney Sudan’da 7 Milyon Kişi Açlık Tehdidi Altında. (2019). Retrieved from https://www.dw.com/tr/bm-g%C3%BCney-sudanda-7-milyon-ki%C5%9Fi a%C3%A7l%C4%B1k-tehdidi-alt%C4%B1nda/a-49207786 Erişim Tarihi: 25/02/2021

Kırbaşlı, D. (t.y.). Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım örgütü (FAO). Retrieved from http://www.mfa.gov.tr/bm-gida-ve-tarim-orgutu-_fao__-turkiye–fao-iliskileri.tr.mfa Erişim Tarihi: 25/02/2021

Onul, T. (1996). Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO): Dünya’da ve Türkiye’de Çalışmaları. Erişim Tarihi: 25/02/2021

Örgel, F. (2019). Afrika Kıtası’nda Yardıma Olan Bağımlılık. Erişim Tarihi: 25/02/2021

Öz, M. (t.y.). Birleşmiş Milletler’in (BM) İç Yapısı ve Organları. Retrieved from https://www.akademikkaynak.com/birlesmis-milletlerin-organlari.html Erişim Tarihi: 25/02/2021

Özüye, O. (t.y.). En Az Gelişmiş Ülkeler. Retrieved from http://www.mfa.gov.tr/en-az-gelismis-ulkeler.tr.mfa Erişim Tarihi: 25/02/2021

2020 Nobel Barış Ödülü Dünya Gıda Programı’na Verildi. (2020). Retrieved from https://www.dw.com/tr/2020-nobel-bar%C4%B1%C5%9F-%C3%B6d%C3%BCl%C3%BC-d%C3%BCnya-g%C4%B1da-program%C4%B1na-verildi/a-55214423

‘İlk Ateist Devlet’ Arnavutluk ve Enver Hoca

0

Osmanlı’nın himayesinden ayrılarak kendi bağımsızlığı yolunda ilerleyen Arnavutluk, 1925 yılında amaçladığı bağımsızlığına ulaşmıştır. Enver Hoca’nın önderlik ettiği döneme kadar din konusunda herhangi bir kısıtlama görülmemesinin aksine bölge, din ile ilgili anlayışıyla ünlüdür. Enver Hoca’nın iktidara gelmesi ile ülkede din anlayışı baştanbaşa değişmiştir. Dini liderlerin ve inananların zulme uğrayıp idam edildikleri bir düzene evrilmiştir. Bütün bu yasaklamaların ve uygulamaların yanı sıra 1967’de ise resmi olarak dünya üzerinde ilan edilen ilk ‘ateist devlet’ olmuştur. Komünizmi benimseyen Enver Hoca’ya göre din dışarıdan gelecek ayrılıkçı hareketlere karşı zayıf bir nokta olarak gördüğü için ülke genelinde bütün bu din algısını değiştirmeye uğraşmıştır. Dini yasaklayarak ve ortadan kaldırarak ülkesine karşı yapılabilecek saldırıları etkisiz hale getirdiğini düşünmüş ve bu yolda dini engellemek adına çabalamıştır.

Enver Hoca Kimdir?

Enver Hoca 1908 yılında, Osmanlı toprakları içerisinde olan, günümüzde Ergir olarak bilinen Arnavutluk şehrinde doğmuştur (Ağırseven, 2015). Müslümanlığın mezhebi olan Bektaşi inanışlı ve kendilerine ‘Hoca’ soy ismini verilecek ölçüde dinlerine bağlı olan bir ailenin çocuğudur. İsmi de dönemin önemli paşalarından olan, İttihat ve Terakki liderlerinden Enver Paşa’ya olan sevgilerinden dolayı ‘Enver’ olarak koyulmuştur (Özkan, 2012). Eğitimine yaşadığı şehirde başlayan Hoca, lise eğitimini Korça’da bir Fransız lisesinde tamamlamıştır. Lisede siyasi fikirler edinmeye başlamış ve üniversite döneminde gittiği Fransa’da komünist bir yayında yazmaya başlayarak aktif siyasete başlamıştır. İlerleyen süreçte Brüksel’de eğitimine devam ederken Arnavutluk Başkonsolosluğu’nda çalışmaya başlamış ve dönemin Arnavutluk Kralı olan Ahmet Zogo karşıtı faaliyetler sürdürmüştür. 1930lu yılların ortalarında ülkesine geri dönmüş ve Fransızca öğretmenliğine başlamıştır. Fakat 1939’da İtalya’nın Arnavutluk’u işgal etmesiyle öğrencilere komünistliği empoze ettiği sebep gösterilerek öğretmenliğine son verilmiştir (Ağırseven, 2015). Hayatına başkent Tiran’da tütün dükkânı açarak devam eden Hoca, dükkânını siyaseti için bir toplantı merkezi haline getirmiştir. Kasım 1941’de Tiran’da farklı komünist gruplar birleşerek Arnavutluk Emek Partisi kurulmuş ve liderleri de Enver Hoca olmuştur (Özkan, 2012). 11 Ocak 1946’da ise Arnavutluk’ta yönetimin başına geçmiş, ülkeyi 40 yıl yönettikten sonra 1985 yılında kalp krizi sebebiyle hayata gözlerini yummuştur.

 

Arnavutluk Kısa Tarihi

Uzun bir süre Osmanlı İmparatorluğu hâkimiyetinde olan Arnavutluk, Osmanlı’nın Balkanlar’daki etkisini giderek kaybetmesiyle birlikte 1912 yılında resmi olarak bağımsızlığını kazanmıştır (Taşçıoğlu, 2011). Osmanlı’nın himayesinden çıkan Arnavutluk’un resmiyette bağımsız olsa da fiili olarak tam anlamıyla bağımsızlık kazandığını söylemek doğru olmaz çünkü I. Dünya Savaşı esnasında komşu ülkelerinin neredeyse hepsi tarafından işgale uğramıştır. 1925 yılında Ahmet Zogo tarafından kurulan Cumhuriyet’in ardından, Zogo birkaç yıl sonra 1928’de kendini kral olarak ilan etmiştir (Ağırseven, 2015). İtalya’nın desteğini kullanarak kendine taht kuran Zogo, II. Dünya Savaşı’na kadar ülkenin kralı olarak kalmıştır. 1939 yılında İtalya tarafından işgale uğrayan Arnavutluk, 1944 yılında Enver Hoca yönetime gelene kadar İtalya tarafından yönetilmiştir (Taşçıoğlu, 2011). Enver Hoca’nın iktidara gelmesiyle 1985’e kadar sürecek olan diktatörlük rejimi de her geçen gün yaklaşmaya başlamıştır. Hoca’nın vefatından sonra da sevenleri tarafından devam ettirilmeye çalıştıkları rejim; Soğuk Savaş’ın da sonlanması, Sovyet Rusya’nın dağılması, Yugoslavya’dan çıkmaya başlayan savaş sesleri gibi Dünya genelinde yaşanan değişikliklerle paralel bir şekilde çok partili hayata ve demokrasiye evrilmiştir.

 

Enver Hoca Dönemi Arnavutluk

Enver Hoca ülkeyi merkeziyetçi bir anlayışla yönetmek istemiştir. Bu anlayış ise sadece ekonomide veya siyasette değil, yaşamın her alanda merkeziyetçiliği kapsamıştır. Halkı kontrol altında tutarak herhangi bir dış gücün veya bir sorunun kendi politikalarına engel olabileceği ihtimalini yok ettiğini düşünmüştür. Bu yüzdendir ki halkı sürekli iç veya dış kuvvetin kendilerine düşman olduğuna inandırmak istemiş ve kendilerine bir müdahale olacağı fikrine karşı baskıyla yönetmiştir. Bu dış tehditler emperyalist kuvvetler, kendi siyaset anlayışının dışında kalan diğer komünist ülkeler de dâhil olmak üzere birçok aktör veya anlayışı kendilerine tehdit olarak görmüştür. Dolayısıyla da Hoca, Arnavutluk’un kendinden başka kimseye ihtiyacı olmadığı fikrini direterek ve sürekli çeşitli tehditler yaratarak ülkeyi kendi kontrolü altında tutmayı başarmıştır. Bu tehditleri Arnavutluk’u dışa kapalı bir ülke haline getirirken de kendine kaynak edinmiş ve Arnavutluk, Enver Hoca döneminde dünya genelinde en kapalı ülkelerden biri olmuştur. Arnavutluk’un dışa kapalı olması da Enver Hoca için dönemin en diktatör liderlerinden olduğu fikrini yaygınlaşmasına sebep olmuştur. İç veya dış tehditlerden korunabilmek için izlenen dışa kapalı politikanın yanı sıra ülkenin her yerine 700.000 civarında ‘bunker’ ismini taşıyan sığınaklar yapılmıştır (Özkan, 2012). Günümüzde de Arnavutluk topraklarında karşılaşabileceğiniz bu korunaklar hala sağlamlığın korumaktadır.

Ülke içerisindeki politikaları ile başlarda iyi bir izlenim oluşturan Hoca; kadın hakları, sağlık endüstrisi ve eğitim alanlarında önemli adımlar atmıştır  (Özkan, 2012). Bunların yanında tarım topraklarının devletleştirilerek üretimin arttırılması, endüstrinin geliştirilmesi gibi uygulamalar başlatmıştır. Maden kaynakları bakımından zengin topraklara sahip olan Arnavutluk’ta bu madenlerin verimli bir şekilde kullanılarak endüstriye entegre edilmesi ile ağır sanayinin yanı sıra hafif endüstri ve gıda sektöründe de üretime gidilmiştir.

Kendisiyle aynı dönemde Yugoslavya lideri ve Hoca gibi komünist olan Tito ile birtakım ilişkiler var olsa da Tito’nun komünizm anlayışını Stalin’den uzaklaştırmasıyla birlikte, 1948’den sonra Stalin’in fikirlerine daha sıkı tutunmuştur. Stalinizmi kendine rol model edinen Hoca, tıpkı Sovyet Rusya’nın istihbarat örgütü olan KGB gibi bir teşkilat kurmuştur. Sigurimi adını verdiği bu teşkilat ülkenin her yanına dağılmış ve Arnavutluk halkının yaşamına şekil verecek kısıtlamaları ve özgürlüklerini belirlemiştir (Ağırseven, 2015). Hoca, Stalin’in ölümüyle gelen Sovyetler ile fikir ayrılıklarının sonucunda, ilişki kuracağı yeni adres olan komünist lider Mao ve yönettiği Çin’e yönelmiş ve Mao ile yakın ilişkiler kurmuştur  (Özkan, 2012). Çin’de uygulanan Kültür Devrimi’nin benzerini de Arnavutluk’ta uygulamaya çalışan Hoca, Bir süre sonra Mao’nun aslında kendi komünizm anlayışından çok farklı olduğunu düşünerek bu fikirden uzaklaşmaya başlamıştır.

Enver Hoca ve Arnavutluk’ta Din

Enver Hoca’nın diktatörlüğündeki bir büyük etken de din meselesidir. Hoca’nın, ailesi ve soyadının aksine din ile herhangi bir ilişkisi yoktur. Dinin dış veya iç tehditlere mahal verdiğini ileri sürmüş ve Arnavutlara düşmanlık besleyenlerin din yoluyla kendilerini ele geçirme çabalarına gireceğini düşünmüştür. Enver Hoca, Müslümanların inançları Türklerle; Hıristiyanların inançları yoluyla da Batı ile bağ kurulacağına inanmış ve dinleri yasaklamıştır. Hoca’nın Arnavutluk için uygun bulduğu tek din Albanizm’dir. “Albanizm tüm dinlerin yok sayılması ve bunların yerine Arnavutların kendilerinin bir din olduğu fikridir.” (Özkan, 2012). Enver Hoca da Albanizm ile halkın din ihtiyacını karşılamaya çalışmıştır.

Ülkede dinlere, dinin gerekleri olan ibadetlere, ibadethanelere yasaklar gelmiştir. 1946 yılında anayasaya giren dini yasaklamalar her geçen gün artarak devam etmiştir. Yasakları uygulamayan dini yetkililere çeşitli ölüm cezası dâhil birçok ceza verilmiştir. Öncelerde din dersleri müfredatlardan kaldırılmış, dini toplulukların ve dini yetkililerin komünist partiye bağlanması yasası çıkmıştır. İlerleyen süreçte yayınlanacak dini içeriklerin devletten onaylı olması zorunlu hale getirilmiş, ibadethanelerin bütçeleri kısıtlanmış, ezanlar ve kilise çanları gibi dini çağrıların izinsiz yapılması engellenmiştir. Dini isimler yasaklanmış, dini yetkililer aşağılanmış, ibadetlerin yapılıp yapılmadığı ile ilgili evlerdeki küçük çocuklardan bilgi almaya çalışılmıştır. İbadetler ile ilgili sıkı takipte olan devlet, Müslümanlara domuz eti yedirmek veya oruç zamanlarında zorla yemek yedirmek gibi uygulamalar yaparken; gizlice vaftiz yapan Papazlar öldürülmüştür. İbadethaneler kapatılarak kütüphane, spor salonu gibi amaçlarla kullanılmış, kalan ibadethanelerin ise mal varlıklarına el konularak çok küçük bir alan bırakılmıştır. Ülkede adım adım dini ortadan kaldırmaya çalışan Hoca, yıl 1967’ye geldiğinde ise Arnavutluk’u dünya genelindeki ‘tek ateist devlet’ olarak ilan etmiştir (Özkan, 2012).

Enver Hoca’nın din konusunda baskıcı bir rejim oluşturmasında Stalinizm’in ve Çin’in Kültür Devrim’inin büyük bir etkisi vardır. Ancak yasakların oldukça katı olması ve katı bir şekilde takip edilmesine karşın insanlar dinlerinden vazgeçmemiş, gizlice dinlerini yaşamaya devam etmişlerdir. Hoca’nın 1985’te hayatını kaybetmesinin ardından kendisinin yakın takipçisi olan liderler, Hoca’nın rejimini 6 yıl daha sürdürebilmişlerdir. 1992 yılında çok partili hayata ve demokrasiye adım atan Arnavutluk, neredeyse yarım asırlık diktatörlükten kurtularak kendine yeni bir yol çizmiştir.

Sonuç

Komünizmde din insanların zayıf noktasıdır. Enver Hoca da sıkıca tutunduğu komünizmdeki gibi dini bir araç olarak kullanılabileceğini düşünmüştür. Konuşmalarından birinde ise bunu Marksistler ve Leninistlere göre dinin halk için bir uyuşturucu gibi yer tuttuğundan bahsetmiştir. Dini ibadetlere ve ritüellere karşı getirilen yasaklamalar ve cezalar olmasına rağmen yine de Enver Hoca tam olarak istediğine ulaşamamıştır. Halkın üzerinde kurduğu baskı ile ibadetlerine veya ritüellerine büyük oranda engel olsa da zihinlerine ve kalplerine hâkim olmayı başaramamıştır. İnançlarını içten içe yürüten insanlar hep var olmuştur. Nitekim kalp krizi geçirip hayatı son bulduktan sonra da kurduğu bu düzen uzun süre yürürlükte kalmamıştır. Enver Hoca’nın destekleyenleri birkaç yıl daha düzeni sürdürmek için çabalasalar da başarılı olamamışlardır. Enver Hoca’nın ölümünün ardından uluslararası arenada gelişen ve dönüşen ülkeler, demokrasi ve insan hakları gibi anlayışlarının kıymetinin artmasıyla Arnavutluk da demokrasiye adım atarak kendine yeni bir yol çizmiştir.

Hilal YEL

Akademi Birimi

Kaynakça

Ağırseven, N. (2015). Enver Hoca Dönemi ve Sonrası Arnavutluk. Yüksek Lisans Tezi. Edirne.

Özkan, A. (2012). Enver Hoca Dönemi Arnavutluk (1945-1985). Doktora Tezi. Elazığ.

Özkan, A. (2012). Enver Hoca Döneminde Arnavutluk’ta Din-Devlet İlişkisi. History Studies International Journay of History, 293-316.

Taşçıoğlu, H. (2011). Arnavutluk Ülke Raporu. Ankara: İhracatı Geliştirme Etüd Merkezi.

Tataj, X. (2019, Haziran). Komünist Rejim Döneminde Arnavutluk’ta Din Politikaları ve Günümüzdeki Dini Yaşama Etkisi. Yüksek Lisans Tezi. Sakarya: Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.

Madde Bağımlılığı Alanında Faaliyet Sürdüren Sivil Toplum Kuruluşlarında Gönüllü Motivasyonu

Özet

Bu çalışma, madde bağımlılığı alanında faaliyet gösteren sivil toplum kuruluşlarındaki gönüllülerin gönüllü olma nedenlerini ve motivasyonlarına etki eden faktörleri daha evvel yapılmış olan araştırmalar ve literatüre kazandırılmış olan çalışmaları tarayarak incelemeyi amaçlamaktadır. Bu araştırma yazımızı yazarken; madde bağımlılığı ve ilgili STK’lar ile motivasyon ve gönüllülük motivasyonu şeklinde iki alt alanda araştırmamız gerçekleştirmiş olup; bulunan verileri ortak amaçta birleştirerek bitirmeye çalıştık. Temel değişkenlerin yanı sıra yaş, cinsiyet, algılanan ekonomik düzey ve eğitim düzeyi değişkenlerine göre çeşitli tablolar da incelenmiştir. Tablolar, betimsel tarama modeli kullanılarak İstanbul’da faaliyet gösteren 5 sivil toplum kuruluşunda görev yapan 98’i kadın ve 85’i erkek olmak üzere toplam 183 gönüllüden elde edilen bir çalışmadan referans göstererek alınmıştır. Ayrıca bu çalışmada, Gönüllü Motivasyon Envanteri Ölçeği ile Demografik Bilgi Formu da kullanılmıştır. Elde edilen sonuçlar değerlendirildiğinde hem kadın hem de erkek bireyleri sivil toplum kuruluşlarında gönüllü faaliyetlerde bulunmaya teşvik etmedeki en etkili motive kaynağının “insanlara yardım etmenin önemli olduğu inancı” olduğu söylenebilir. Hem kadın hem de erkek gönüllüler için en düşük motive kaynağının ise kariyer gelişimi olduğu söylenebilir.

Anahtar kelimeler: Sivil toplum, STK, madde bağımlılığı, gönüllü motivasyonu, gönüllü motivasyon envanteri.

Abstract:

The aim of this study is to examine the reasons for volunteering and the factors affecting the motivation of volunteers in non-governmental organizations operating in the field of substance abuse by scanning the studies that have been given to the previous research and literature. In writing this research paper, we carried out our research in two subfields in the form of motivation and volunteering motivation with substance abuse and related NGOs and tried to finish by combining the data found in a common goal. In addition to the basic variables, various tables were examined according to age, gender, perceived economic level, and educational level variables. Tables; descriptive scan model used; A total of 183 volunteers, 98 of them women and 85 of them men, working in 5 non-governmental organizations operating in Istanbul were taken by reference from the study. In addition, the voluntary motivation inventory scale and the demographic information form were used in this study. When the results are evaluated, it can be said that the most effective motivator for encouraging both women and men to participate in voluntary activities in non-governmental organizations is “the belief that helping people is important”. It can be said that the lowest source of motivation for both male and female volunteers is career development.

Keywords: civil society, NGO, substance abuse, voluntary motivation, voluntary motivation inventory.

1. Madde Bağımlılığı ve Bu Alanda Faaliyet Gösteren STK’lar

Giriş

Son 10 yılda hızlı bir artışa geçen ve etkisini devam ettiren madde bağımlılığı, günümüzde tüm dünyanın ortak sorunu haline geldi. Bağımlılık yapan maddelerin kolay elde edilmesi ve kişileri hızla bağımlı haline dönüştürmesi yüksek vaka artışlarını da beraberinde getiriyor. Gün geçtikçe artan madde çeşitliliği ve bunun üzerinden yapılan ticaret de cabası. Madde bağımlılığı daha çok genç nüfusu etkisi altına alıyor, gençlerin bu etki altına girmesi genellikle aile içi problemlerin onları tetiklemesi yüzünden oluyor. Buna karşı tüm dünya seferberlik ilan etmiş durumda.

Ülkemizde de bu konuya karşı oldukça koruyucu bir tutum sergileniyor. Sivil toplum kuruluşlarıyla beraber yürüyen Türkiye’de bu konuda önemli yollar kat edildi ve devlet, bu gidişatı düzeltmek için eşgüdümlü projelerle yoluna devam ediyor.

2. Gençlerin Madde Kullanmaya Başlama Süreci

İçinde bulunduğumuz dönemde özellikle genç nesil, sorunlarıyla yüzleşip bunlara çözüm aramak yerine ondan en kısa sürede nasıl kurtulacağını düşünüyor. Ne yazık ki birçok aile çocuğunun psikolojik bunalımda olduğunu fark etmeden madde bağımlısı olduğunu öğreniyor. Her vaka için bundan bahsetmek de zor, bu durumda ebeveynlerin ilgisizliği dikkat çekiyor. Ailesine kendini kanıtlamaya çalışan çocuk gelen enerjik hal ile bunu bir çözüm yolu sanıyor. Bunun yanı sıra yanlış arkadaş çevresi de önemli bir rol oynuyor. Aileden ilgi alamayan çocuk, kendine bir gelir kaynağı yapmaya çalışan arkadaşlarının ilgisine kanıyor. İlk başta merakla ve özentilikle kullanılan düşük bütçeli maddeler maalesef ileride yerini bağımlılığa bırakıyor. Birey o hazzı aldıktan sonra bırakması oldukça zor hale geliyor. Merdiven altlarında üretilen uyuşturucular da kişiyi tatmin etmediği için daha maliyetli maddelere yöneliyor. Bağımlılık belirtileri de yaş grubuna göre farklılık gösteriyor. Uyuşturucu isteğini bastıracak olan sigara başta geliyor. Yeri doldurulamayan bu boşluk; sinir ve ruhsal bozuklukları, bir işe veya kişiye odaklanma problemini, uyku sorunlarını, içine kapanık depresif halleri de beraberinde getiriyor. Gaye o maddeyi elde etmek olduğu için bu yolda yalan söylemeye, hırsızlık yapmaya, aç kalmaya da razı olunuyor. Böylece birey artık bağımlı olarak nitelendirdiğimiz kişiye dönüşüyor. Uyuşturucu türlerine baktığımızda da bireylerin madde bağımlısı olmaya evrildikleri bu süreçte kullandıkları ilk uyuşturucu diğerlerine göre nispeten daha ucuz ve kolay ulaşılabilir olduğu için esrar oluyor. Narkolog Projesi Analiz Raporuna göre bağımlıların %80’i esrar ile başlamış ve %51’i de halen esrar ile devam etmektedir (Narkolog Projesi Analiz Raporu, 2020).

Esrar, hint kenevirinin yaprağından ve tohumundan elde edilir. Genelde sigara gibi sarılarak içilir. İnsanları bu yola sokmaya çalışanlar yiyeceklerin içine de koyup bunu servis edebilir. Esrarın bu kadar tercih edilmesindeki sebep ise bireyi yaşadığı hayattan soyutlaştırmasıdır. Esrar çok ciddi sağlık sorunlarını da doğuruyor. Fiziksel olarak göz kanaması, kalp ritminde bozukluk; bunun yanı sıra dikkat dağınıklığı, hatırlamakta güçlük, halüsinasyonlar, iştah artışı, nefes darlığı, cinsel isteksizlikte de bunun etkileridir (FISH, 2018).

3. Sivil Toplum Kuruluşlarının Etkinliği

Yukarıda belirttiğimiz gibi devlet bu konuda özel bir hassasiyet göstermektedir. Bu nedenle; Sivil toplum kuruluşlarına gereken desteği sağlamaktan çekinmemektedir. Güvenlik teşkilatı ve kamu kurumlarıyla eş zamanlı sürdürülen bu projelerden ve yaptırımlardan olumlu sonuçlar aldığımızı söylemek de mümkündür. Fakat bu kurumlar tek başına yeterli değildir. Hâlâ istenilen seviyeye gelinmemiştir. Bağımlı vaka artışı hızla ilerlemeye devam etmektedir.

“Devlet, gençleri alkol düşkünlüğünden, uyuşturucu maddelerden, suçluluk, kumar ve benzeri kötü alışkanlıklardan ve cehaletten korumak için gerekli tedbirleri alır” (T.C. Anayasası-Madde 58, 1999).

3.1. Yeşilay

Uyuşturucu bağımlılığına en çok dikkat çeken kuruluş şüphesiz Yeşilay’dır. Yeşilay, uyuşturucuyla mücadelede kesin ve kalıcı çözümlerin, farkındalık ile mümkün olacağını vurgulamaktadır. Bu konuda da ciddi projelere imza atmıştır. Bunların yanında bağımlı bireyleri topluma kazandırmak ve onların da sosyal hayatta bir rolü olduğunu hissettirmek için Yeşilay Bağımlılıkla Mücadele Destek Programını açıklamıştır. Uyuşturucuya başlamada ilk aşama olan sentetik uyuşturucuya karşı çalışmalar da mevcuttur. Yeşilay düzenli olarak da Birleşmiş Milletler Uyuşturucu Komisyonun düzenlediği oturumlara katılmaktadır ve ülkemizdeki istatistikleri paylaşmaktadır. Ne yazık ki Yeşilay’ın tüm bu katkılarına ve çağrılarına rağmen sivil toplum kuruluşları içinde hala bir seferberlik söz konusu değildir. Uyuşturucu bağımlıları her alanda incelenmeli, bu verilerden yararlanarak izlenecek yol haritası çizilmelidir. Aynı zamanda, Sivil toplum kuruluşlarının yanında; özel sektörlerin, üniversitelerin, bağımsız derneklerin farkındalık için vereceği yardımın da çok şey değiştirebileceğini belirtmekte fayda vardır (Yeşilay, 2018).

3.1.1. TBM

Yeşilay Başkanı Savaş Yılmaz, Milli Eğitim Bakanlığı ile beraber yürüttüğü Türkiye Bağımlılıkla Mücadele Eğitim Programı’nı (TBM) hayata geçirmiştir. Bu bilincin eğitimle aşılanacağına inanan Yeşilay, anaokulundan başlayarak liseye kadar bütün öğrencilere ve toplumun diğer üyelerine eğitim seminerleri düzenlemektedir. Hedef kitlesine bakıldığında şu ana kadar Türkiye’de faaliyete geçmiş en kapsamlı projedir. Formatör, farkındalık ve uygulayıcı olmak üzere üç çeşit eğitim modeli vardır (TBM, t.y.).

3.1.2. YEDAM

Bu süreçte bağımlılara ve ailelerine uzman kişiler tarafından psikolojik yardım sağlamak amacıyla da Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı ile birlikte Yeşilay Danışmanlık Merkezi YEDAM’ı kurmuştur. Bilişsel davranışçı terapi, motivasyonel görüşme tekniği ve farkındalık terapisi olmak üzere üç çeşit tedavi biçimi vardır. Yatılı tedavi hizmeti yoktur, hizmetler ayaktan yürütülmektedir. Madde bağımlılığıyla alakalı yardımda bulunmak isteyen ve 12 yaş üzeri olan kişilere bünyesinde eğitimler de düzenlemektedir (Yeşilay).

3.1.3. AMATEM

Yeşilay, 18 yaş üzeri bireyler için Türkiye’nin birçok yerinde Alkol ve Madde Bağımlılığı Tedavi Merkezleri AMATEM’i kurmuştur. Ortalama 1 ay süren bu tedavi, isteyenler için hastanede yataklı, isteyenler için de dışarıda ayakta uygulanıyor. Tedavi süreci ilk olarak; maddeyi bırakmaya yönelik oluyor. Daha sonra tekrardan başlamamaları için psikolojik terapi desteği sağlanıyor. Bu projeden beklenen sonucu aldığımızı söylemek pek de mümkün değil. Çünkü süreçte temiz kalmalarına rağmen çıktıklarında tekrardan uyuşturucuya başladığı gözlemlenen bağımlıların sayısı da az değildir. Devletten de yeterli klinik yardımı gelmemiştir (SAMSUNRSHH).

3.2. BAYDER

Bağımsız Yaşam Derneği BAYDER, 2013 yılında Prof. Dr. Mustafa Kemal ÖZSOY öncülüğünde kurulan derneğin amacı madde bağımlılarına maddi ve manevi yardım sağlamaktır. Bu hedefler doğrultusunda bağımlılara uzmanlar eşliğinde ücretsiz yatılı rehabilitasyon desteği sağlıyor. Ayrıca hayata geçirmeyi istediği Bağımsız Yaşam Merkezi projesiyle de daha çok insana ulaşıp onları hayata kazandırmayı, diğer insanlarla eşit konuma getirmeyi planlamaktadır (Bayder, 2015).

3.3. GADEM

2015’te faaliyete geçen Gençlik ve Aile Destek Merkezi GADEM, Bursa’da madde bağımlısı bireylere yardım etmek için kurulmuş olup ayrıca 17 ilde faaliyetlerine devam etmektedir. Bu süreçte hem bağımlılara hem de ailelerine psikolojik destek sağlamaktadır. Bağımlıların tedavilerinde yanlarında olarak onları korumaktadır. Bağımlı olmasa bile her gencin bu risk altında olduğunun farkında olup gençleri bu bağımlılığa karşı bilgilendirmektedir. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı ve Emniyet’in işbirliği ile ilçelerde muhtarlar gibi yetkili kişilerle beraber bu projeyi yürütmektedir. “Bir genci bile kurtarsak kârdır” ilkesini benimsemişlerdir (Mudanya Haber Arşivi, 2019).

3.4. UYUMDER

Uyuşturucu Bağımlılıklarla ve Alkolizmle Mücadele Derneği, UYUMDER, madde bağımlılarını iyileştirmek için 2018 yılında Isparta Valiliği tarafından kurulmuştur. Türkiye’nin dört bir yanından uyuşturucu bağımlılarını kabul etmektedir. Kurdukları bu büyük merkezde bağımlıları meşgul edecek sosyal aktiviteler düzenlemektedirler. Yaklaşık 6 ay süren bu eğitimin amacı, bireyleri maddeden uzak tutmak ve onları yeniden hayata kazandırmaktır (Isparta Valiliği, 2020).

3.5. Temiz Toplum Derneği

Madde bağımlılığı yanı sıra birçok konuda faaliyet gösteren bu dernek, 2017 yılında Bilal AY tarafından kurulmuştur. Bağımlı Olma Temiz Ol projesi ile Milli Eğitim Bakanlığı kontrolünde okullarda maddeyle mücadele seminerleri vermektedir. Kendi adına çıkardığı dergi ve kurduğu radyo kanalıyla da daha büyük kitlelere ulaşmayı hedeflemiştir. Rehabilitasyon Evleri projesiyle de tedavi olan bireylerin tekrardan uyuşturucuya başlamamaları için kalacak yer temin etmektedir (Temiz Toplum Derneği, 2017).

3.6. BAĞDER

Bağımlılıkla Mücadele Derneği BAĞDER, 2016 yılında uyuşturucu dahil birçok bağımlılıkla mücadele için Öztürk Karahan önderliğinde hayata geçen gönüllü bir halk kuruluşudur. Amacı, gençler bu bataklığa düşmeden önlemler almak ve bu önlemleri yetkili kurumlara iletmektir (Karahan).

3.7. UMUDDER

Uluslararası Madde Bağımlılığı ile Mücadele Derneği, UMUDDER, 2005 yılında Halit Eryiğit tarafından kurulmuştur. Dernek hem yurt içinde hem de yurt dışında etkinlik göstermektedir.

Amacı diğer dernekler gibi madde bağımlılarına yardım sağlamakla beraber, onları bu yola iten faktörleri ortadan kaldırmak, bu çözümleri hukuki alanda takip edip desteklemektir (Umudder).

3.8. KAMED

Kahramanmaraş Madde Bağımlılığı Mücadele Derneği, KAMED, Mehmet Hacıbebekoğlu tarafından kuruldu. Dernek, topluma farkındalık ve duyarlılık kazandırmayı hedeflemektedir. Bilinçli Aile Bağımsız Gelecek projesi ile tüm gençlerin ve yetişkinlerin sosyal hayata atılmasını sağlamayı planlıyor. Bu projeyi hayata geçirmek için de farklı derneklerle seminerler düzenleyip halkı bilinçlendiriyor (Kürşat, 2019).

3.9. Hayatın Renkleri Solmasın Derneği

Van’da, Osman TURGUT tarafından kurulan, sigara ve madde bağımlılığıyla mücadele derneğidir. Amaç toplumsal bağı güçlendirmek, bağımlılık riski taşıyan bireylere psikolojik destek yardımında bulunmak, bağımlı bireylerin ailelerinin motivasyonunu sağlamak, halkı buna karşı bilinçlendirmektir (Harmancı, 2019).

3.10. Yeşil Yıldız Bağımlılıkla Mücadele Derneği

“Sen bir YILDIZ’sın, bağımlılık seni yörüngenden kaydırmasın.” sloganıyla yola çıkan dernek, Diyarbakır’da Yahya Öger tarafından kurulmuştur. Toplumsal kimlik gözetmeksizin bütün bağımlılara yurt içinde ve yurt dışında yardım etmektedir. Ayrıca Yeşil Yıldız Akademisi ile birlikte uzman kişiler tarafından yayınlar yapmaktadır.

3.11. Bişri Hafi Gençlik ve Dayanışma Derneği

2015 yılında kurulan bu dernek; çevresindeki olumsuzluklar, aile içi sıkıntılar ve psikolojik bozukluklar nedeniyle uyuşturucu batağına düşmüş gençleri doğru yola çekmeyi amaçlamıştır.

Dernek, aile kavramının içi boş olan genç bireylerin bu ihtiyacını doldurmaya çalışmaktadır. Bu bireyleri sadece tedavi edip bırakmayıp, onlara sahip çıkıyorlar. Hizmete sundukları yurtlarda birçok genci barındırıp onlara eğitim de veriyorlar. Sosyal etkinlikler düzenleyip onları hayata yeniden kazandırıyorlar (http://bisrihafi.org.tr/).

3.12. MERBADER

Mersin Hayata Bağlananlar Derneği, uyuşturucu madde kullanımına karşı mücadele için 2017’de kurulmuştur. Uyuşturucunun kolay elde edilmesi, kullanılma yaşının düşmesi, ailelerin çocuklara yeteri kadar ilgi göstermemesi, madde kullanımının özendirilmesi gibi nedenlerden yola çıkarak bu konuda yetkili kurum ve kuruluşları bilgilendirmeye çalışan, farkındalık yaratmayı hedefleyen, eğitimler düzenleyen bir kurumdur (Mersin Times, 2018). 

4. Motivasyon ve Özel Olarak Gönüllü Motivasyonu 

4.1. Motivasyon

Motivasyon terimi, köken olarak Latince’de hareket anlamına gelen movere kelimesinden türetilmiştir. Günümüzde sözlük anlamına baktığımızda; motivasyon (güdüleme) sözcüğü, kişilerin belirli bir amacı gerçekleştirmek üzere kendi arzu ve istekleri ile davranmaları anlamına gelir. Bireyin içsel gücü ile davranışa hazır hale gelmesi de güdülenme olarak adlandırılır. Yani bir işi başarmak için gerekli olan isteği, o işi yapacak kişilerde oluşturmak ve aynı zamanda bu isteği şiddetlendirmek demektir.

Demek ki gönüllü kişi hem gönüllü olmaya karar verirken hem de gönüllülüğünü sürdürürken birtakım motivasyonlara sahip olmalı. O halde, benzer bir alanda gönüllülük faaliyeti sürdüren kimselerde de yine benzer motivasyonlara rastlamamız da mümkündür.

Motivasyon kendi içinde varsayımsal bir yapıdır. Yani, kendi içinde anlaşılamayan bir değişkendir. Esasen; belirli davranışlardan/ olaylardan önce gelen veya belirli bir davranışla tutarlı olan olayların gözleminden elde ettiğimiz bir çıkarımdır.

Her şeyden önce, birincil motivasyonun biyolojik bir temele yanıt verdiğini vurgulamak önemlidir ve bu aynı zamanda psikolojik mekanizmalara cevap veren ikincil motivasyonun temeli olarak da çalışır. Motivasyon çalışmasına ilk bilimsel yaklaşımlar, Darwin’in teorisi ile yakından ilgili, içgüdü kavramı ile de yakından bağlantılıdır.

William McDougall, içgüdüleri olmadan, insanın inert bir kütleden daha fazlası olmayacağını belirtti. Ayrıca içgüdünün üç bileşenden oluştuğunu belirtti: bilişsel, duyuşsal ve bağlayıcı (Garrido, 2000).

Motivasyon çalışmalarında;

(1.) İnsan davranışının enerjisinin ne olduğu, (2.) Böyle bir davranışı neyin yönettiği ve hangi yollarla bunu yaptığı, (3.) Bu davranışın nasıl sürdürüldüğü ve yaşatıldığı araştırılmaktadır.

Motivasyon oluşumuna baktığımızda ise önemli olan 2 adım ile karşılaşırız: gereksinme ve uyarılma. Gereksinme; giderildiğinde insanın yaşamını veya varlığını sürdürmesini sağlayan; giderilmediğinde onun varolma güçlerini, giderek yok olma tehlikesi içine iten olguya verilen addır. İnsan gerek psikolojik yapısı gerekse fizyolojik yapısı ile bir bütündür. Bu yapının temelinde de homeostasis olarak adlandırılan bir denge yer almaktadır. Bu denge halinin sağlanması ve devam etmesi için gereksinim duyulan şeyin uyarılması sonucu açıkça motivasyon elde edildiği gözlemlenir.

Kişinin motive olması sürecinin aşamalarına bakarsak:

İzlenen yola baktığımızda: Tatmin edilmemiş ihtiyacın bir gerilime sebep olduğunu görüyoruz. Daha sonra bu gerilimi bir efor ve akabinde eforun performansa dönüşümü izliyor. Performansın örgütsel amacının bireysel amaçtan önce gelmesi ise kesinlikle dikkat çekici. Kimilerine göre bireysel amacın örgütsel amaçtan önce geleceğini söylemek mümkün olsa da bugün kabul edilen bireyin motive olması sürecinde tam aksi bir durum olduğunu görüyoruz. Sonuçta ise; başta tatmin edilmemiş olan ihtiyaç artık tatmin edilen ihtiyaca dönüşüyor ve elbette bu dönüşümün sayesinde beklenen (arzulanan) oluyor ve gerilimin düşüşü gerçekleşiyor. O halde, ortak beklenti (ya da ihtiyaç) doğrultusunda baktığımızda; bağımlılık alanına isteyerek ya da istemeyerek bir şekilde yönelen kişilerin, yine bu alanda faaliyet göstererek belki daha önce bizzat kendilerinin ya da sevdiklerinin deneyimlediği kötü bir geçmişin izini silmek ya da bu tanışıklığı iyi bir şekilde sonlandırmak gibi benzer amaçlarla bu kez kendilerini gönüllü olarak adadıklarını görüyoruz.

4.2. Motivasyon Psikolojisi

İnsan motivasyonunun tüm yönlerini açıklayan tek bir motivasyon teorisi yoktur, ancak bu teorik açıklamalar çoğu zaman insanın farklı alanlarda motivasyonunu artırmak için yaklaşımların ve tekniklerin geliştirilmesinde temel teşkil eder (Hera Psikoloji, 2019).

Motivasyon psikolojisi; biyolojik, psikolojik ve çevresel değişkenlerin motivasyona nasıl katkıda bulunduğunu gösteren birtakım çalışmaları (beden ve beynin motivasyona ne tür bir katkıda bulunduğu; zihinsel süreçlerin hangi katkılarının olduğu; maddi teşviklerin, hedeflerin ve zihinsel temsillerinin bireyleri nasıl motive ettiği gibi sorulara yanıtlar arayan çalışmaları) içerir.

Bu yazıdaki hedefimiz gönüllülük motivasyonunu keşfetmek olduğu için, yazının devamında aslında daha pek çok teorinin bulunduğunu da kabul ederek daha çok kişilerin beklentilerinin ne yönde ortaklaştığını anlamlandırmak üzerinde ve gönüllülerin deneyimlerinin hangi teorilerle açıklanabileceği üzerinde duracağız.

Psikologlar, motivasyonu iki farklı yöntem kullanarak araştırırlar. Deneysel araştırmalar genellikle laboratuvarda yapılır ve davranış üzerindeki etkilerini belirlemek için motivasyonel bir değişkeni manipüle etmeyi içerir.

İlişkisel araştırma, ölçülen değerlerin davranış motivasyon göstergeleri ile nasıl ilişkilendirildiğini belirlemek için mevcut bir motivasyon değişkenini ölçmeyi içerir (Hera Psikoloji, 2019).

Motive olmak temel manada “eyleme geçme”yi doğurur. Bir gerekçenin itilmesi, bir son durum için bir teşvikte bulunulması ya da hedefin çekilmesi ile -aktif veya pasif olarak- harekete geçilir. Burada bir neden, bir kişiyi nedenin yerine getirildiği istenen bir son duruma doğru iten içsel bir eğilim olarak anlaşılır ve bir hedef, bir bireyin gerçekleştirmeye çalıştığı istenen sonucun bilişsel temsili olarak tanımlanır.

Bir hedef, onu gerçekleştirecek bir davranışı yönlendirirken; bir teşvik, bir bireyi bir hedefe doğru ya da uzağından çeken çevrenin beklenen bir özelliğidir. Teşvikler genellikle hedef başarısı için motivasyonu arttırır. Bu esnada duygular da motivasyon gibi hareket eder. Önemli çevresel değişikliklere uyum sağlamak için, bireyi birden fazla etki, fizyoloji ve davranış kanalı boyunca koordineli bir şekilde motive ederler. Bir bakıma yeni oldukları yola uyum sağlamalarını ya da bulundukları koşullara yenik düşmeden hedeften kopmamalarını sağlayarak bireyi yolda tutarlar. O halde; hedefleri doğrultusunda teşvik alan kişiler gönüllü olmaya adaylardır diyebiliriz. Özelleştirerek; bağımlılık alanında gönüllü olarak faaliyet göstermeyi hedef olarak tanımlayan kişiyi bu hedefe çeken ve muhtemelen yakın çevresinden onu etkileyen bir teşvik vardır.

4.3. Motivasyon Kuramları

 Motivasyon teorileri genel olarak içerik teorileri ve süreç teorileri olarak ikiye ayrılır. İçerik (içsel/kapsam) teorileri motivasyonun ne olduğunu açıklarken, süreç (dışsal) teorileri motivasyonun nasıl gerçekleştiğini tanımlar.

Buna ek olarak; motivasyonla ilgili ve kendimizi ve etrafımızdaki dünyayı düşünme ve algılayış tarzımızın motiflerimizi nasıl etkileyebileceğini açıklayan çok sayıda bilişsel teori de vardır.

Benlik kavramı, beklenti ve zihniyetten değerler, oryantasyon ve algılanan kontrole kadar, bu teoriler, belirli zihinsel yapılara yönelik tercihimizin, hedefe yönelik eylemde bulunma yeteneğimizi nasıl artırabileceğini veya bozabileceğini açıklar (Hera Psikoloji, 2019).

Motivasyon teorileri, uygulandıkları insan çabası alanına göre de gruplandırılır. Çeşitli teoriler, “çalışanların teşviklerinin” ve “ihtiyaçların merkezi” gibi aşamalarda yer almasının yanı sıra, sporun ve performans psikolojisinde kullanılan ve insan davranışının daha belirgin bir itici gücü olarak kabul edilen teorilerin de kullanıldığı teoriyle ilgilidir. Ek olarak; bu teorilerin bazıları eğitim ve öğretime de uygulanmaktadır.

4.3.1. Maslow’un Gereksinimler Hiyerarşisi (Hierarchy of needs) 

İçerik teorilerinden en popüler olanı ve 1940’larda Abraham Maslow tarafından öne sürülen Maslow’un İhtiyaçları Hiyerarşisi Kuramı (Hierarchy of needs)’dır. Maslow’a göre bireyin motive olmasının temelinde ihtiyaçlar vardır. Birey bu ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla harekete geçer.

Maslow, kuramını iki temel varsayıma dayandırır; a) İnsan davranışları, onun belirli gereksinimlerini gidermeye yöneliktir, b) İnsan gereksinimleri öncelik sırasına konabilir. Buna göre alt düzeydeki bir gereksinim belli ölçülerde karşılaşmadıkça, birey bir üst düzey gereksinimini karşılamaya yönelmez. Bireylerin bu ihtiyaçlarının önem sırasına göre dizildiği hiyerarşik şema ise şu şekildedir:

Pek çok ihtiyaçlar şemasında da olduğu gibi en büyük payı %85 ile Fizyolojik İhtiyaçlar alıyor. Sonrası %75 ile birey için en önemli ikinci ihtiyaçları Güvenlik ihtiyaçları oluşturuyor. Bu basamaktan sonra duygusal tatminlik kısmına geçen şemada %50 ile Ait Olma, birine ya da bir topluluğa ait hissetme, ihtiyacını gözlemliyoruz. Sevgi, arkadaşlık anahtar kelimeleri ışığında en önemli üçüncü ihtiyacın aynı zamanda bağımlılık alanında faaliyet gösteren gönüllü kişimizin de birinci motivasyon kaynağını sağlayan kişinin ya da duygunun bu basamakla kesiştiğini söylemek mümkün. %40 ile Saygınlık ihtiyacını görürken; aklımıza acaba bir gönüllü bu adın altına sığınarak gönüllü davranışının yanı sıra bir tanınma, bir saygınlık tatminliği de arzuluyor olabilir mi diye merak ediyoruz. Bireylere göre farklılık gösterebilse de elbette davranışlarımızın çoğunun sonucunda basit bir şekilde soyut ya da somut bir ödüllendirme, “aferin” bekleme söz konusudur diyebiliriz. Bu hiyerarşik şemaya son kez göz gezdirdiğimizde hâlâ değinmediğimiz

%10’luk Üretme ihtiyacını görüyoruz. Bir gönüllü ile bu ihtiyacı ilişkilendirebileceğimizi pek de düşünmediğimiz için onu geçip bu şemayı iş motivasyon hiyerarşisi olarak değerlendirmekle devam ediyoruz:

Tam da bu şemaya baktığımızda; Madde Bağımlılığı Alanında Faaliyet Sürdüren STK’larda faaliyet gösteren gönüllülerimizin piramidin ortasında bulunan “sosyal ihtiyaçlar” katmanında yer aldığını söylemek mümkün. Son iki şemaya baktığımızda ne en başta ne de en sonda yer alan; aksine tam ortada yer alan gönüllülerin, sosyal ve duygusal olan bir rolü üstlendiğini görüyoruz.

4.3.2. Alderfer’in E.R.G. Teorisi

Varoluş (Existence) Gereksinimleri; Bunlar insanın varlığı ile, psikolojik ve güvenlik ihtiyaçlarıdır. İlişki Kurma (Relatedness) Gereksinimleri; Bu gereksinimler ise işyerindeki & STK’daki kişiler arası ilişkileri kapsamaktadır. Maslow’un aitlik ve güvenlik gereksinimlerine benzemektedir. Gelişme (Growth) Gereksinimleri; Bunlar ise insan potansiyelini geliştirmesi ile ilişkilidir. Maslow’un kendini gerçekleştirme gereksinimine yine bu bakımdan denk düşmektedir.

E.R.G kuramının Maslow’dan ayrılan yanı ise şudur: gereksinimler burada somutluk durumlarına göre sıraya konulmuştur. Dolayısıyla bir üst düzeydeki gereksinimi karşılamak güç olduğunda bir alt düzeydeki gereksinim kümesi daha çok istenecektir. Çünkü kurama göre daha ayrımlaşmış, daha az somut amaçları elde edemeyenler daha somut amaçlara yönelirler (Toraman, 2015).

4.3.3. Sonuçsal Koşullanma Kavramı 

Sonuçsal koşullanma kavramı Edward L. Thorndike tarafından geliştirilen “etki kanunu” ile açıklanabilir. “Etki kanuna göre, kişi kendisine haz verecek davranışları tekrarlar, fakat acı verecek davranışlardan kaçınır.” Araçlarına bakarsak; Olumlu pekiştirme, Olumsuz Pekiştirme, Son Verme ve Cezalandırma ile karşılaşırız. O halde, gönüllü olmaktan haz duyan ya da bir şekilde olumlu pekiştirme ile bağımlılık alanında faaliyet sürdürmeye koşullanmış bireyin motivasyonunu bu şekilde edindiğini söyleyebiliriz.

4.4. Motivasyonda Özendirme Araçları

Motivasyon tekniklerinin devreye sokulmasında varılmak istenen en önemli amaç, işgörenlerde (bu araştırmamızda; gönüllülerde) daha çok çalışma istek ve arzusu yaratabilecek faktörleri bularak, onların gereksinimlerini el verdiğince doyurmak ve her gün işbaşı yapılırken istekle gelip, istekle çalışmalarını sağlamaktır: Ekonomik Özendirme Araçları (Ücret, Primler, Ödüller, Kâra Katılma), Psiko-Sosyal Özendirme Araçları (Çalışmada bağımsızlık, Sosyal katılım, Değer ve statü, Gelişme ve başarı, Sosyal uğraşlar), Örgütsel ve Yönetsel Araçlar (Amaç birliği, Eğitim ve yükselme, Kararlara katılma, İletişim, Çalışma Koşulları ve Güvenlik).

İşgörenlere yönelik verilmiş olan bu özendirme araçlarına baktığımızda; ekonomik özendirme araçları haricinde gönüllülerde de aynı özendirme araçlarının çalıştığını görmek mümkün.

Bağımsız çalışma (bireyin kendini ifade edeceği ortamı bir STK bünyesinde bulmuş olması), sosyal katılım, değer, gelişme, sosyal uğraşılar, amaç birliği, kararlara katılma ve iletişim araçları açıkça bağımlılık alanında faaliyet sürdüren gönüllüleri de motivasyonel olarak destekleyen araçlara örnektir.

5. Sivil Toplum Kuruluşlarında Gönüllülük

Sivil toplum kuruluşlarında görev alanların tümü gönüllü sıfatını taşımayabilir, bunların içinde ücretli çalışanlarda bulunmaktadır. Bu kişiler profesyonel yönetici ve profesyonel çalışan olarak adlandırılıp STK içerisindeki işlerini belli bir ücret karşılığında yerine getirmektedirler (Kurt & Taş: 204-205).

Bireylerin sivil toplum kuruluşlarında gönüllü olarak yer almasına motive eden faktörler arasında yardım etme, sorun çözme isteği, toplumdaki adalet ve aksaklıkları giderme gibi 24 arzusu yer alırken bireysel nedenler arasında da arkadaşlık edinme, kendini iyi hissetme, insanlarla görüşme ve yeteneklerini sergilemenin yer aldığı görülmektedir (Yanay & Yanay, 2008: 66-78).

5.1. Gönüllü Motivasyon Envanteri (GME) ve Türk Popülasyonuna Uyarlanmış Ölçeği

Türk Popülasyonuna uyarlanmış bu ölçek, 2004 yılında Esmond ve Dunlop tarafından Doğu Avustralya’da gönüllü olan bireylerin gönüllü olma motivasyonlarını araştırmak amacıyla geliştirilmiştir (Marmara Sosyal Araştırmalar Dergisi, Haziran 2019).

Aşamalı olarak yapılan bu araştırma sonucunda, 18 yaş üstüne uygulanabilen GME 44 maddeden oluşan, (Kesinlikle katılmıyorum, katılmıyorum, kararsızım, katılıyorum, Kesinlikle katılıyorum) ifadelerini içeren 5’li Likert tipi, 10 alt ölçekten oluşan bir envanterdir. Bu alt ölçeklerin altısı Clary ve ark. (1992) tarafından geliştirilen envanterden alınmıştır. Geliştirilen bu envanter gönüllülerin; -İşe alımlarında ilgi çekmek için gönüllü motivasyonunu bilmek, -Yeni gönüllülerin motivasyonel ihtiyaçlarını belirleyerek etkili yerleştirme yapmak, -Gönüllülüklerinin devamlılığının sağlanması için motivasyonlarını anlamak amacıyla kullanılmaktadır. Ölçeğin Türk Popülasyonuna Uyarlanması ise; daha sonra yapılan çalışmalar çerçevesinde Ankara Ulusal Ajans Eğitmeni Ü. Ayşen Çevik ve Ankara Üniversitesi Spor Bilimleri Fakültesi öğretim üyesi Doç. Dr. Ferda Gürsel tarafından geliştirilmiştir.

5.1.1. Gönüllü Motivasyon Envanteri’nin Alt Boyutları

  1. Değerler: Gönüllüler, diğer insanlara yardım etmenin önemli olduğu inancını taşır veya önemli bir rol olduğuna inanırlar.
  2. Karşılıklılık: Gönüllülerin inanışına göre “ne ekersen onu biçersin” diğerlerine yardım sürecinde ve onların gönüllü çalışmalarında “iyi şeyler yapmanın” kendilerine ne gibi iyi şeyler kazandırdığını ölçer.
  3. Takdir etme/Tanıma: Gönüllünün yeteneklerinin ve katkılarının bilinmesi onu motive eder.
  4. Anlama: Gönüllü yaşantısında sık kullanılmayan beceri ve deneyimleri daha fazla öğrenir.
  5. Benlik Saygısı: Gönüllülük, benlik saygısı ve kendine değer verme ile ilgili hisleri arttırır.
  6. Tepkisellik: Gönüllülerin, kendilerinin geçmiş ya da şimdiki durumlarını ortaya koyma ve ‘iyileştirmek’ ihtiyacından dolayı ortaya çıkışıdır.
  7. Sosyal Gönüllüler: diğerleri tarafından önemli olan norm değerlerinden etkilenirler. (örneğin; arkadaş veya aile)
  8. Koruyucu: Gönüllülerin kendileri hakkındaki olumsuz düşünce ve duygularının (suçluluk ve problemleri) azaltılmasıdır.
  9. Sosyal Etkileşim: Gönüllünün sosyal ağlar kurması ve başkaları ile etkileşiminde sosyal yönlerini içerir.
  10. Kariyer Geliştirme: Uzman kişiler ile bağlantı kurma, deneyim, beceri ve istihdam kazanabilme (Çevik, 2012).

5.1.2. Bulgular: Bağımsız Gönüllü Katılımcılardan Toplanan Verilerin GME Işığında İncelenmesi

Bu bölümde Marmara Sosyal Araştırmalar Dergisinde “Sivil Toplum Kuruluşlarında (STK) Gönüllü Motivasyon Kaynaklarının Sosyo Demografik Değişkenler Açısından İncelenmesi” başlıklı durum analizi araştırmasından elde edilen bulgulardan yararlanarak; demografik bilgiler, standart sapmaya ilişkin çıkarımlar, değişkenlere göre alt boyutlara ait veriler, alt boyutlar arasındaki anlamlılık düzeyleri ve yorumlar sunulmuştur (Akiş, 2019).

Katılımcıların gönüllülük yaptıkları STK sayısı hakkındaki soruya cevap veren 183 katılımcının %68’i sadece 1, % 21,3’ü 2, % 9,7’si ise 3 ve daha fazla sivil toplum kuruluşunda gönüllülük yaptığını ifade etmektedir.

Yine Tablo 1 ve verilen diğer yazılı bilgilere göre; katılımcıların çoğunluğunun mesleğini %52,5 oran ile birinci sırada öğrenci, %9,3 ile memur ve üçüncü sırada %9,3 ile Akademisyen olduğu belirtilmiştir. Diğerleri bölümündeki meslek grupları: Serbest Meslek, Yönetici, Mühendis, İşsiz, Ev Hanımı, Mimar, Finans & Ekonomist, Emekli, Esnaf, Avukat ve Müteahhit şeklindedir.

Değişkenlere ait verilerin incelendiği tablo 2’ye bakıldığında, araştırma değişkenlerine ait değerler görülmektedir. En düşük standart sapma 0,027 ile Değerler alt boyutu iken en yüksek standart sapma ,062 ile Koruyucu ve Sosyal alt boyutta olduğu görülmektedir. Sosyal ve Koruyucu değişkenlerinin bu tabloda hatırı sayılır şekilde anlam kazandığı gözlemlenmektedir.

Tablo 3’te görüldüğü gibi, örneklem grubunu oluşturan kişilerin değerler alt boyut puanlarının cinsiyet değişkenine göre anlamlı bir farklılık gösterip göstermediğini belirlemek amacıyla yapılan bağımsız gruplar t testi sonucunda grupların aritmetik ortalamaları arasında kadınlar lehine anlamlı bir farklılık bulunmuştur (t=-2,42; p<,016). Diğer yandan benlik saygısı puanlarının (t=-2,17; p<,031), ve anlama puanlarının (t=-2,45; p<,015) cinsiyet değişkenine göre farklılığını bulmak amacıyla yapılan bağımsız gruplar t testi sonuçlarına bakıldığında da aritmetik ortalamalar arasındaki farklılık kadınlar lehine anlamlı bulunmuştur (Akiş, 2019). Diğer alt boyutlara bakıldığında cinsiyet değişkenine göre anlamlı bir farklılık bulunmamaktadır.

Geriye kalan verilerin ve analizlerin de kapsamlı olarak incelenmesi sonucunda; hem kadın hem de erkek bireyleri sivil toplum kuruluşlarında gönüllü faaliyetlerde bulunmaya teşvik etmenin en etkili motive kaynağının başka insanlara yardım etmenin önemli olduğu inancının sağladığı söylenebilir. Ayrıca araştırmada cinsiyet değişkenine göre en dikkat çekici fark takdir etme alt boyutunda olduğu (kadın gönüllünün çalıştığı kurum ve çalışanlarla gönüllüler tarafından takdir edilmeyi %72,4 oranında önemserken erkeklerde bu oran %48,2 olarak) görülmektedir. Hem kadın hem de erkekler için en düşük motive kaynağının ise kariyer alt boyutunda olduğu söylenebilir.

Sivil toplum kuruluşlarında gönüllü olan bireylerin değerler, anlama, benlik, tepkisellik ve sosyal etki alt boyutlarına göre motive kaynaklarını olumlu şekilde etkileyebileceği düşünülmektedir.

Sonuç

Faaliyet gösteren birçok madde bağımlılığıyla mücadele derneği olmasına rağmen çoğu yardım eli uzatılmadığı için kapanmak zorunda kalmıştır. Eğer bağımlılık alanında kapsamlı bir istatistik araştırma yapılırsa, bu STK’ların işlerini daha çok kolaylaştıracaktır. Ayrıca elimizde şu an ne yazık ki özel olarak bağımlılık alanında faaliyet gösteren gönüllüler üzerinde yapılmış olan bir çalışma da bulunmadığı için; bu genel verileri şimdilik rahatlıkla bağımlılık alanında faaliyet gösteren STK’lardaki gönüllüler özelinde de kabul edilebileceğini söyleyebiliriz. Dileğimiz o ki yakın zamanda bu konular özelinde de literatüre bir araştırma kazandırılır.

Sena SARITAŞ

Şeyma YILDIZ

Sivil Toplum Çalışmaları Staj Programı

Kaynakça:

Atalay, O. (2020). İHH İnsani Yardım Vakfı Saha Raporu. Retrieved from https://www.ihh.org.tr/public/publish/0/145/madde-bagimliligi-ve-bagimliliklarla- mucadele-.pdf

Bayder. (2015). Bağımsız Yaşam Derneği Proje Taslağı. Retrieved from http://bayder.com.tr/genclik-ve-spor-bakanligi-genclik-projeleri-destek-proglamlari- kapsaminda-bagimsiz-yasam-merkezi-projesi/

Barberá, E. (1999). Kavramsal çerçeve ve insan motivasyonunun araştırılması. Motivasyon ve Duygu E- Dergisi.

Cady, S. H., Brodke, M., Kim, J. H., ve Shoup, Z. D. (2018). Volunteer motivation: A field study examining why some do more, while others do less. Journal of Community Psychology, 46(3), 281-292.

Çakır, M. (2016). Motivasyon Kuramları. Retrieved from https://mustafacakir.wordpress.com/2016/03/11/motivasyon-kuramlari/

Çevik, A. (2012). Gönüllü motivasyon envanteri: Türk popülasyonuna uyarlanmış hali. Yüksek lisans tezi, Ankara Üniversitesi Sağlık Bilimler Enstitüsü.

Garrido, I. (2000) Motivasyon: eylemin düzenlenme mekanizmaları. Motivasyon ve Duygu E- Dergisi.

Gönüllüleri, B. M. (2011). Dünyada Gönüllülüğün Durumu Raporu.

FISH, G. (2018). Uyuşturucu Çeşitleri ve Zararlı Makalesi. Retrieved from https://www.dogrula.org/uyusturucu-cesitleri-ve-zararlari/

Harmancı, A. (2019). Van Siyaseti Haber Yazısı. Retrieved from https://www.vansiyaseti.com/van/hayatin-renkleri-solmasin-dernegi-ozgurlugunden- vazgecmeye-deger-h59092.html

Hera Psikoloji. (Kasım, 2019). Psikolojide Motivasyon ve Motivasyon Kuramları. Retrieved from https://herapsikoloji.com/psikolojide-motivasyon-ve-motivasyon-kuramlari/

Isparta Valiliği Haber Yazısı. (2020). Retrieved from http://www.isparta.gov.tr/uyumder-gencleri-yeniden-hayata-bagliyor

Karahan, Ö. (t.y.). BAĞDER Hakkında Retrieved from http://bagder.org/index.php/bag-der-ne-yapar

Kürşat, A. (2019) Haber Yazısı Retrieved from http://umudder.org/amacimiz/#:~:text=2)%20Ba%C4%9F%C4%B1ml%C4%B1l%C4%B1kla%20m%C3%BCcadele%20eylem%20planlar%C4%B1na,bu%20ama%C3%A7la%20%C3%A7%C3%B6z%C3%BCm%20%C3%B6nerileri%20sunmak%2C&text=8)%20Hukuki%20mevzuat%20%C3%A7er%C3%A7evesinde%20ba%C4%9F%C4%B1ml%C4%B1lar%C4%B1,gerekli%20%C3%A7al%C4%B1%C5%9Fmalar%C4%B1%20yapmak%20amac%C4%B1yla%20kurulmu%C5%9Ftur

Lau, Y., Fang, L., Cheng, L. J., ve Kwong, H. K. D. (2019). Volunteer motivation, social problem solving, self-efficacy, and mental health: a structural equation model approach. Educational Psychology, 39(1),112-132.

Narkotik Suçlarla Mücadele Daire Başkanlığı. (2020). Narkolog Projesi Analiz Raporu. Retrieved From http://www.narkotik.pol.tr/kurumlar/narkotik.pol.tr/TUB%C4%B0M/Ulusal%20Yay%C4%B1nlar/ANALIZRAPORU2020.pdf

Öztemel, K. (2000). EĞT-302: Motivayon Retrieved from http://mobdek.8m.net/motivasyon.htm

Reeve, J. (2003). Motivasyon ve Duygu. (3. baskı) (V. Campos, ticari) Meksika: McGraw-Hill.

Samsun RSHH – Samsun Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Hastanesi Verileri Retrieved from https://samsunrshh.saglik.gov.tr/yazdir?61C03FA2085F6ABF52EFD07F1CDA84D5#:~:t ext=AMATEM%20

Temiz Toplum Derneği. (2017). Retrieved from https://www.temiztoplum.org.tr/projeler

Toraman, T. (2015). Motivasyon ve Motivasyon Teorileri. Retrieved from https://www.e- motivasyon.net/

Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurul Tutanağı. (1999). Retrieved from https://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/Tutanak_B_SD.birlesim_baslangic_yazici?P4=14 89&P5=B&page1=40&page2=40

Umudder Derneği Amaç Yazısı. (t.y.). Retrieved from , http://umudder.org/amacimiz/#:~:text=2)%20Ba%C4%9F%C4%B1ml%C4%B1l%C4%B1kla%20m%C3%BCcadele%20eylem%20planlar%C4%B1na,bu%20ama%C3%A7la%20%C3%A7%C3%B6z%C3%BCm%20%C3%B6nerileri%20sunmak%2C&text=8)%20Hukuki%20mevzuat%20%C3%A7er%C3%A7evesinde%20ba%C4%9F%C4%B1ml%C4%B1lar%C4%B1,gerekli%20%C3%A7al%C4%B1%C5%9Fmalar%C4%B1%20yapmak%20amac%C4%B1yla%20kurulmu%C5%9Ftur

YEDAM. (t.y.). Yedam Modeli. Retrieved from https://www.yedam.org.tr/yedam-modeli#%3A~%3Atext%3DYEDAM%2C%20uzman%20psikologlar%20ve%20sosyal%2Csosyal%20destek%20veren%20bir%20merkezdir.%26text%3DYEDAM%27da%20ba%C4%9F%C4%B1ml%C4%B1l%C4%B1k%20alan%C4%B1ndaki%20tam%20donan%C4%B1ml%C4%B1%20bir%20ekip%20g%C3%B6rev%20yapmaktad%C4%B1r 

Yeşilay. (2018). Yeşilay Haberleri. Retrieved from https://www.yesilay.org.tr/tr/haberler/yesilay-turkiyedeki-bagimlilikla-mucadelesini- birlesmis-milletler-uyusturucu-komisyonunda-anlatiyor

Prof. Dr. Ruhi Ersoy ile Türk Milliyetçiliğinde Ziya Gökalp’in Düşünce Yapısının Etkileri Üzerine

Bu röportaj MHP Genel Başkan Başdanışmanı-TBMM 25-26. Dönem MHP Osmaniye MV. AHBV Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ruhi Ersoy ile “Türk Milliyetçiliğinde Ziya Gökalp’in Düşünce Yapısının Etkileri” üzerine yapılmıştır. 

1. 19. yy da Fransa merkezli ortaya çıkmış sırasıyla Batı Avrupa’da ve Balkanlarda zuhur etmiş olan milliyetçilik bir kavram olmaktan çıkıp bir sistem olmaya başlamışken Osmanlı İmparatorluğu açısından siyasi durumu ve Ziya Gökalp’in o dönem bu konu üzerine çalışmalarını ve tutumunu nasıl değerlendirmektesiniz?

Türk milliyetçiliğinin ortaya çıkışını ele alırken ilk önce milliyetçiliğin her yerde aynı şekilde zuhur etmediğini görmek gerekir. Milliyetçilikle ilgili yapılan çalışmalarda hep Batı’daki milliyetçiliğin gelişim süreci dikkate alınarak genel, evrensel bir milliyetçilik yorumunun yapıldığına şahit oluyoruz. Oysaki her ülkede farklı bir milliyetçilik serüveni ve anlayışı söz konusudur. Bir indirgemecilik ile bütün milliyetçilikleri aynı kategoride değerlendirmemiz mümkün değildir. Türk milliyetçiliği de bu manada kendine has bir milliyetçiliktir. Ziya Gökalp’in ortaya koyduğu milliyetçiliği de bu bağlamda düşünmek durumundayız. Milliyetçilik siyasi bir ideolojiden öte Ziya Gökalp’te sosyal bir gerçekliğe işaret eder.

Gökalp bir imparatorluğun yıkılışına şahit olmuş ve bunun sancısını iliklerine kadar yaşamış bir düşünürdür. Osmanlıcılık, İslamcılık, Batıcılık düşüncelerinin devleti kurtarmak için çaba sarf ettiğini ancak balkan harbiyle, Osmanlıcılığın, Birinci Dünya savaşıyla İslamcılığın Devleti kurtarmaya çare olamayacağının görülmesi üzerine 1911’den itibaren Genç Kalemler ve 1912’den sonra Türk Yurdu, Yeni Mecmua gibi dergilerde kaleme aldığı manzumeler ve makalelerle birlikte milliyetçiliğin, Türkçülüğün devleti ayakta tutabilecek tek düşünce olduğuna işaret etmiş ve bunu savunmuştur. Gökalp milliyet olgusunu bir silaha benzetir. Bu silahı artık Türkler ve Müslümanlar kendi lehlerine kullanmaları gerekir. Ona göre milliyet fikri, mahkûm bir kavmin mahkûmiyetten kurtulması için kullanılan bir silahtır. Gökalp bu çerçevede devletleri kavmi, sultani ve milli olarak üçe ayırarak hem tarihi süreci açıklamaya çalışır, hem de milliyetçilik çağının getirdiği yeniliğe yani milli devlete kapı açar. İmparatorlukların çözülmesiyle ortaya çıkacak olan yeni devlet çağımızda milli devletlerdir.

2. Ziya Gökalp’in benim kendi kanaatimce diğer milliyetçiliklerle (Alman, İngiliz, Fransız, İtalyan) kıyas edildiğinde daha birleştirici bir tutum takındığını ortak bir kültüre, terbiyeye dayanan bir Türk milliyetçiliği tanımladığını geliştirdiğini düşünmekteyim. Gökalp’in böyle bir yol izlemesinde yeni kurulacak olan sistemin kırılgan oluşu mu yatmaktadır yoksa farklı sebepler mi vardır? Siz bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz?

Ziya Gökalp’in Türk Yurdunda çıkan ve daha sonra kitap haline getirdiği “Türkleşmek, İslamlaşmak Muasırlaşmak” adlı eserinde milliyetçilikle ilgili ortaya koyduğu içtimaî mefkûresi, “Türk milletindenim, İslam ümmetindenim, garp medeniyetindenim” cümlesiyle özetlenebilir. Gökalp’in gayesi muasır bir İslâm Türklüğü ibda etmektir. O milli kimlik kavramının günümüzde oldukça tartışıldığı bir zaman diliminde yüz yıl önceden bu tartışmaların reçetesini bu üçlü terkiple açıklamıştır.

Gökalp’in bu fikri terkibinin arkasında onun “hars” (kültür) ile “medeniyet” kavramlarına atfettiği farklı anlamlar yatmaktadır. Buna göre, medeniyet Avrupa’dan alınabilir, çünkü insanlığın ortak malıdır. Hars ise millîdir. Ziya Gökalp’ion milliyetçilik anlayışı şoven veya mutaassıp değildir. Gökalp’ın kültürel temeller üzerine oturttuğu millet ve milliyetçilik anlayışı kapsayıcı ve gelişmeci bir muhtevaya sahiptir. Gökalp’in vefatından önce çıkardığı “Türkçülüğün Esasları” eserinde Millet tanımında da bu vardır. O milleti, “dilce, dince, ahlakça ve güzellik duygusu bakımından müşterek olan, yani aynı terbiyeyi almış fertlerden meydana gelmiş bulunan bir topluluk” kabul olarak ifade eder. Çünkü Gökalp’e göre insani şahsiyetimiz, bedenimizde değil, ruhumuzdadır. Maddi meziyetlerimiz ırkımızdan geliyorsa, manevi meziyetlerimiz de terbiyesini aldığımız cemiyetten gelir. Gökalp bunu Büyük İskender’den bir örnekle açıklar ve şöyle der : Büyük İskender diyordu ki “Benim hakiki babam Filip değil, Aristo’dur. Çünkü birincisi maddiyatımın, ikincisi maneviyatımın tekevvününe sebep olmuştur.” Gökalp’e göre bu itibarla milliyette şecere aranmaz. Yalnız, terbiyenin, mefkûrenin millî olması aranır. Normal bir insan hangi milletin terbiyesini almışsa, ancak onun mefkûresine çalışabilir. Burada Ziya Gökalp içinde pek çok din ve milliyeti barındıran bir imparatorluğun düşünürü olması hasebiyle milliyetçilik kavramını da kavim, coğrafya ve kültürün tamamını içine alan sosyolojik bir tanımlaya gitmiştir.

Ziya Gökalp’in milliyetçiliği kültürel olduğu gibi aynı zamanda halkçılığa ve toplumculuğa dayanır. Türk milletinin atlattığı badirenin toplum içinde dayanışmayı ve işbirliğini zorunlu kıldığına inanmıştır. Bu nedenle halka gitmek, toplumsal tesanüt gibi kavramları sık sık kullanır. Türk milliyetçilerinin temel vazifesi, millî kültürü öğrenmek ve korumak ve Türklük mefkûresin yükseltmektir. Bu da ancak lisanda, iktisatta, siyasette, sanatta Türkçülük yaparak mümkündür.

3. Modernizmin artık sonuna geldiği ve ulus devletin varlığının sürekli olarak tartışıldığı günümüz dünyasında, gerek mecliste yaptığınız çoğu konuşmada Ziya Gökalp’in görüşlerini, sözlerini paylaşan sizler gerekse kendi siyasi yaşamınızda ve akademik çalışmalarınızda hem Türk milliyetçiliğinin hem de Ziya Gökalp’in görüşlerinin küreselleşmenin güncel bir parçası olduğunu düşündüğünüz aşikâr. Sizin postmodernizmin bu tezine karşı cevabınız ne olurdu?

Ziya Gökalp imparatorlukların yok olduğu ve ulus devletlerin yükselişe geçtiği bir dönemde yaşamıştır. Onun kendi dönemindeki pek çok düşünür gibi tek gayesi devletin ayakta kalmasıdır. Onun için öncelikli olan Türk Cihan hâkimiyetinin zirvesi sayabileceğimiz mevcut Osmanlı Devletini bir arada tutmaktır. Bunun için ilk döneminde Osmanlı Devletinin parçalanmasını önlemek adına düşüncelerini serdetmiş, yukarıda da söylediğimiz Balkan Harpleri, Birinci Dünya Savaşı gibi felaketle sonuçlanan harplerden sonra bunun başarılamayacağını görmüş ve içinde kendisinin de başat rol üstlendiği, milliyetçilik fikriyatıyla kurulan ve bir ulus devlet olan Türkiye Cumhuriyetinin yükselmesi için çalışmıştır. Aslında değişen bir şey yoktur, bugünün küresel aktörleri O günün düveli muazzamlarıdır. O gün de büyük sanayi ile kurulmuş emperyal güçlere karşı girişilen bir milli mücadele söz konusudur. Sadece isimleri değişmiş, yöntemleri değişmiş ancak emelleri aynıdır. Ulus devletlerin yok olacağı senaryosu aslında o günkü senaryolardan farklı değildir. O gün de kadim milletlerin tarihten silineceği söylenmiş ancak o milletler imparatorluklarda olmasa da ulus devletler daha da güçlenerek tarihi yolculuklarına devam etmişlerdir. Önemli olan siyasi tarih arenasında güçlü ve muktedir bir millet olarak hayatını sürdürmektir.

Tansu YARDIMCI

Milliyetçilik Çalışmaları Staj Programı

Haftalık Balkan Bülteni / 1-4 Nisan

0

 

ABD Büyükelçisi Seçimlerin Tarafsız ve Şeffaf Yapılması Konusunda Çağrıda Bulundu

Amerika Birleşik Devletleri’nin Arnavutluk Büyükelçisi, Yuri Kim 25 Nisan’da gerçekleşecek olan seçimlerin mümkün olduğunca özgür ve tarafsız yapılması konusunda yetkililere çağrıda bulundu. Büyükelçinin cumartesi günü yayınladığı kısa mesajda, tarafsız, vakitli ve şeffaf bir seçim gerçekleştirmek konusunda seçim kurallarının ve şartlarının dikkate alınmasının Arnavut yetkililer için son derece kritik olduğunu hatırlattı.

Yuri Kim mesajında aynı zamanda, aksi bir durumun gerçekleşmesi veyahut seçim kurallarının dikkate alınmamasının seçmenlere zarar vereceğini ve demokrasi için geri adım olacağını da ifade etti.

 

Kaynak: Albanian Daily News

Tarih: 03.04.2021

 

Büyükelçi Alkalaj ve BM Genel Sekreteri arasında sanal toplantı

31 Mart 2021’de, Bosna Hersek Büyükelçisi Sven Alkalaj, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Antonio Guterres ile sanal bir diyaloğa katıldı. Diyalog, 120’den fazla üyesi olan BM’deki küçük devletlerin gayri resmi bir derneği olan Küçük Devletler Forumu (FoSS) tarafından düzenlendi.

 

Tartışma konusu, koronavirüsün etkisine özel atıfta bulunarak Birleşmiş Milletler’in daha ileri çalışmalarıydı. Diyalog sırasında katılımcılar, özellikle cinsiyet eşitliği, insan hakları ve BM ile Güvenlik Konseyi reformları alanlarında BM’nin ve çok taraflılığın karşı karşıya olduğu zorlukları ele aldılar.

Büyükelçi Alkalaj, 75 yıllık varoluşunda, BM’nin dünya barışını ve güvenliğini sürdürmek, uluslararası normları kodlamak, insan haklarını korumakla başa çıkabileceğini ve ülkelere sürdürülebilir kalkınmaya ulaşmaları için yardım sağlandığının kanıtlandığını belirterek “Koronavirüs salgını dünyamızın kırılganlığını ortaya çıkarmıştır ve küresel bir organizasyon olarak Birleşmiş Milletler için ve genel olarak uluslararası iş birliği ve çok taraflılık için bir tür testtir. Ne kadar iyi örgütlenmiş, zengin ve müreffeh olursa olsun hiçbir ülkenin bu görünmez düşmanla tek başına baş edemeyeceği ortaya çıktı” dedi.

Aynı zamanda aşı erişimi konusunu da ele alan Büyükelçi Alkalaj, üye devletlerin koronavirüs pandemisine küresel müdahaleyi koordine etmek için kilit bir organ olan Dünya Sağlık Örgütü (WHO) içinde destek ve iş birliği sağlamaya devam etmelerinin çok önemli olduğunu vurguladı. Özellikle, salgının yayılması durumunun sürdürülmesinin önlenmesinde ve bölgesel-ulusal düzeydeki belirli zorlukları göz önüne alındığında, bir düzensizlik olduğunu söyledi.

Bosna-Hersek’in çatışma durumlarında BM’nin barış ve güvenlik çabalarını tam olarak desteklediğini vurguladı ve BM Genel Sekreteri Antonio Guterres’in silahları susturmak, şiddeti sona erdirmek ve barış için sesi yükseltmek için genel ve acil ateşkes çağrısını destekledi. Diplomatik eylemi hızlandırmak ve koronavirüs pandemisine karşı en savunmasız yerlere yardım ulaştırmak için gerekli koşulları yaratmak için dünyanın her yerinde çatışmanın derhal durdurulmasından daha önemli bir şey olmadığına dikkat çekti.

BH Dışişleri Bakanlığı, diyaloğa BM Genel Sekreteri ile Siyasi ve Barış İnşasından Sorumlu Genel Sekreter Yardımcısı Rosemary A. DiCarlo’nun yanı sıra 100’den fazla BM ve FOSS üye ülkesinin temsilcisinin de katıldığını duyurdu.

 

Kaynak: AVAZ

Tarih: 01.04.2021

 

Stefanek: Göçmen krizinin yükünü BH’nin tamamı paylaşmalı

Avrupa Konseyi Göç ve Mülteciler Özel Temsilcisi Drahoslav Stefanek özel röportajında, Bosna Hersek (BH)’deki göçmen krizinin yükünün yalnızca Una-Sana ve Saraybosna Kantonları tarafından değil, tüm Bosna Hersek tarafından paylaşılması gerektiğini söyledi. Stefanek, Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’ne büyük olasılıkla Mayıs ayında sunulacak kapsamlı bir raporun hazırlanmakta olduğunu söyledi.

Göçmen krizini çözmek için diğer uluslararası kuruluşlarla iş birliği yaptıklarını vurguladı. Stefanek açıklamasında, “Ocak ayı sonunda yaptığım ziyaretin göçmen kamplarındaki koşulların iyileşmesine katkı sağladığına sevindim. Bu bilgiyi sahadan aldım. Her zaman elimizden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyoruz” dedi.

Bosna Hersek’teki göçmen sorununun çözümüne yönelik tavsiyelerde bulunma sürecinde olduklarını da belirtti. “Bu tür sorunları çözmek ve sığınma prosedürlerini iyileştirmek için eğitim görevlileri üzerinde çalışıyoruz. Bunlar çok şeyin değişebileceği iki alan” diyerek önemli noktaları vurguladı.

Lipa’da kalıcı bir göçmen merkezinin kurulması için çalışmaya kararlı olduğunu söyleyen Stefanek, Ocak’taki sığınmacıların zor bir kışı atlattığını ancak bu durumun tekrar edilmesine izin verilmeyeceğinden bahsederken aynı zamanda yetkililere de teşekkür etti. BH’de yaklaşık olarak bin kişiyi barındıracak kapasitede üç veya dört göçmen merkezinin daha kurulması gereklilik ve öneminden de bahsetti. Sorumluluğun yalnızca Una-Sana ve Saraybosna Kantonları tarafından değil, tüm BH tarafından paylaşılması gerektiğini söyledi.

Mülakatlar Saraybosna’da yapıldığı için sığınma başvuru prosedürünün iyileştirilmesi gerektiğini vurguladı. “Gerçekçi olmalı. Göçmenlerin yaklaşık %20’si iltica hakkına sahip olabilir. Gerisi ise koşulları karşılamayan ekonomik göçmenler.” Stefanek, bu grupları tanımlamalarının ve ayırmalarının yapılması gerektiğini söyledi.

BH Güvenlik Bakanı Selma Cikotiç ile son derece verimli görüşmelerde bulunduğunun altını çizen Stefanek, BH’deki göçmenlerin sorunlarını ele almak için Bakanın  “doğru kişi” olduğunu söyledi. Nisan ayında yeni bir göçmen akını beklenildiği ve bu sebeple önümüzdeki dönem neler beklenilmesi gerektiği sorulan Stefanek, son zamanlarda çok sayıda göçmene de ev sahipliği yapan Türkiye’yi ziyaret ettiğini söyledi ve “yeni bir göçmen dalgasından da korkuyorlar. Hazır olmalıyız, yeni bir dalganın gelmesini beklememeliyiz. Durum tam olarak net değil, bizde de bir pandemi olduğunu düşünürsek ne olacağını bilmiyoruz ama sınırların korunması gerektiği kesin.” diyerek soruya cevap verdi. Ocak ayında BH için verilen göçmen krizinin “en zayıf halkası” ifadelerinin yanlış olduğunu kanıtlamak için ellerinden geldiğince durumu değiştirmeye çalıştığını söyledi. Ancak en büyük yükün yerel yönetimlerin üzerinde olduğunu da ekledi. “Ocak ayında kampı ziyaret ettiğimde, Bakan Cikotiç birkaç güzel öneride bulundu. Bu tekliflerin daha fazla siyasi destek alması gerekiyor. Kaba olmak ya da Ocak ayında söylediklerimi tekrarlamak istemiyorum, ama gerçek şu ki daha yapılacak çok şey var. Avrupa Birliği, Avrupa Konseyi, IOM, UNHCR devlete yardım etmeye hazır. Örneğin, geçenlerde Türkiye’deyken, devletin göçmen sorununu çözme sürecine çok daha fazla dahil olduğunu gördüm.” diyerek Stefanek yaptığı röportajı sonlandırdı.

 

Kaynak: FENA

Tarih:02.04.2021

 

Ramiz Salkić: Sırp Cumhuriyeti’ndeki Boşnakların mülkleri alınıyor, bunu durdurmalıyız

Sırp Cumhuriyeti’nin 2018’den itibaren Ölçme ve Kadastro Yasası’na sığınmakta olan Boşnaklar, bu yasanın düzgün uygulanmaması nedeniyle büyük ölçüde mülkiyetten mahrum bırakılmışlardır. Bratunac bölgesindeki mülkler daha önce meclise tahsis edilmiş ve salgın sırasında, Meclis’e danışılmadan, yeni kurulan bir komisyon aracılığıyla tekrar el konulmasına neden olarak, Belediye’ye tahsis edilmiştir. Bu oluşumdaki yetkililer mevcut durumdan yararlanmak istedikleri için mala el konulmasına ilişkin karar ile ilgili, “İçinde bulduğumuz koşullar nedeniyle, vatandaşların zor iletişimi ve hareketleri göz önünde bulundurularak, kanunun uygulanması salgın bastırılıncaya kadar askıya alınmalıdır. Görünüşe göre bu oluşumdaki yetkililer, mevcut durumu, bu yasayı uygulayarak kovulan Boşnaklara da zarar vermek için kullanmak istiyorlar. Bratunac İslam Cemaati Meclisi’nin, aldıkları çözümün ilan edilen olağanüstü hal sırasında iptal edilip değiştirildiği örneği, taraf yetkililerinin niyetleri hakkında cevabını zaten veriyor.” diyen Sırp Özerk Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Yardımcısı Ramiz Salkić özel mülkiyete gasp etme girişimlerinden ve bununla ilgili kararlara değinmiştir.

“Bu sadece Boşnaklara değil, aynı zamanda diğer tüm vatandaşlara mallarına bakmaları, ifadeleri ve kanun uygulama sürecini yakından izlemeleri için yapılan bir çağrıdır. Kanun öyle tasarlanmıştır ki sistem, bir komşu veya bir akraba mülkünüze el koyabilir, ancak mal sahibiyseniz mülkü korumak için size alan da sağlayabilir. Ne yazık ki, bazı mülkler sahipsiz kaldı, ancak burada bile yakın akrabalar görünebilir ve onu sistemin gasp edilmesinden koruyabilir. Sistem, bu varlıkta mülkün sahip olduğu arazi payımızı azaltmak istiyor.” yasanın zararlılığına ve Boşnak mülküne el konulmasına defalarca işaret eden Salkić, bu duruma kesinlikle karşı çıkılması gerektiğini belirtti.

 

Kaynak: Oslobodjenja

Tarih:03.04.2021

 

Milorad Dodik: “Jasenovac Kurbanları’nı Sırbistan ile Birlikte Anacağız”

İkinci Dünya Savaşı sırasında faşist görüşlere sahip olan Ustaşa askerleri tarafından Jasenovac’ta binlerce Sırp öldürülmüştür.

Bosna Hersek Devlet Başkanlığı Konseyi Başkanı Milorad Dodik, “Jasenovac kampında yaşananlar sonucu hayatını kaybeden Sırplar için 22 Nisan’da anma töreni düzenleyeceğiz.”

Dodik, yaşanan bu olayın hiçbir zaman unutulmaması ve hep hafızalarda kazılı kalması gerektiğini vurguladı. Salgın olmasına rağmen bu anma töreninin gerçekleştirilmesinin Sırp halkı için oldukça önemli olduğunu belirtti. Yapılacak anma töreninde ise Sırplara karşı işlenen bu suçun Batılı devletler tarafından desteklenerek Hırvatistan Bağımsız Devleti tarafından gerçekleştiğini ve Jasenovac’ın Sırp halkının toplu bir şekilde katledildiği yer olduğuna dikkat çekti.

 

Kaynak: Rtrs

Tarih: 03.04.2021

 

Dodik: “Bağımsızlık, Her İki Taraf İçin de İyi Olacak”

Sırp Cumhuriyeti partilerinden biri olan Bağımsız Sosyal Demoratlar İttifakı’nın (SNSD) genel başkanı olan Milorad Dodik, SRNA ile bir röportaj gerçekleştirdi. Dodik, Bosna Hersek’te birlikte yaşamalarının sonunun geldiğini ve ayrılığın yakında olduğunu belirtti. Bu ayrılığın şiddetli değil barışçıl bir ayrılık olması gerektiğini, halkın kendi kaderini kendinin tayin edeceği bir süreç olması gerektiğinden bahseden Dodik, Sırp Cumhuriyeti’nin bağımsız bir devlet olduğunda daha iyi standartlara sahip olacağını vurguladı.

 

Kaynak: Rtrs

Tarih: 03.04.2021

 

Bulgaristan’da Seçim Günü

Dünya çapında Korona virüs salgınıyla mücadele devam ederken, Bulgaristan  4 Nisan Pazar günü sandığa gitti. 2009 yılından beri ilk olağan parlamento seçimlerinin yapıldığı Bulgaristan’da anketler sabah 7.00’da açıldı ve akşam 20.00’a kadar devam edecek. 45. Olağan Ulusal Meclis’te toplam 6.985 aday, 240 sandalye için yarışıyor.

Kovid-19 testi pozitif olan, karantinada olan seçmenler ve kalıcı engeli bulunanlar mobil olarak oy verebiliyorlar. Oy kullanma merkezlerinde Kovid-19 kapsamında tüm sosyal önlemlerin alındı. 28 Bulgar sivil toplum örgütü, altı uluslararası ve yabancı kuruluş seçimleri izliyor.

 

Kaynak: Sofia News Agency

Tarih: 04.04.2021

 

Hırvatistan Savunma Bakanı Banozic: Hırvatistan Nato’nun Güvenilir bir Ortağıdır

Hırvatistan Savunma Bakanı Mario Banozic, Hırvatistan’ın NATO’ya üye olmasının 12. yıldönümü münasebetiyle, “NATO’nun tam üyesi olmasından bu yana geçen 12 yıl içinde, Hırvatistan güvenilir bir müttefik ve ortak olduğunu kanıtladı” dedi. Bakan, Hırvatistan’ın NATO’nun karar alma sürecine aktif ve eşit düzeyde katıldığını ve diğer üye ülkelerden gelen askerlerle birlikte dünya çapında barış inşası çabalarına katkıda bulunduğunu söyledi.

Ayrıca Bakan, NATO üyeliğinin Hırvatistan’ın dış politikasındaki en önemli iki hedeften biri olduğunu da hatırlattı.

Banozic, “Hırvatistan böylelikle insanlık tarihindeki en güçlü askeri ve siyasi ittifakın parçası haline geldi. Bu nedenle, Hırvatistan’ın güvenliği ve istikrarı yalnızca kendi ordusu tarafından değil, aynı zamanda NATO ittifakına mensup dost ülkelerin silahlı kuvvetleri tarafından da garanti edilmektedir” dedi.

 

Kaynak: Total Croatia News

Tarih: 01.04.2021

 

Karadağlı Yetkililer ile Srebrenica Arasındaki Bağlantı Hakkında Soruşturma İsteniyor

Nebojsa Medojeviç, Meclis’e eski Karadağ hükümeti ve diğer devlet organlarının Srebrenica’daki olaylara katılım ve sorumlulukları hakkında bir meclis soruşturması açma girişiminde bulunacağını söyledi. Karadağ Başbakanı basın toplantısında yaptığı açıklamada, devlet yetkilileri ve tanınmış kişilerin Srebrenica söz konusu olduğunda bile uluslararası mahkemelerin kararlarını kabul etmek zorunda kalacaklarını söyledi. “Özel olarak, ne istediğinizi düşünebilirsiniz, ancak uluslararası düzeni tanıyan bir yetkili olarak, onu kabul etmeniz gerekir. Bu, eski Yugoslavya topraklarında işlenen pek çok suçtan birine karşı bir medeniyet tavrıdır “ dedi. Ayrıca adaleti sağlaması beklenen Lahey mahkemesinin görevini yerine getirmediğini söyledi.

Medojeviç, “Açıkçası, bu büyük dünya güçlerinin jeostratejik çıkarlarının bir aracıydı ve bu savaş döneminden kalan pek çok suç çözülmemiş, cezasız kaldı ve şimdi Karadağ olgusuna – bunları tartışmaya devam etmek için – sahibiz” dedi. Medojeviç, Karadağ’da savaşla ilgili pek çok suçun çözülmediğini, çünkü bu suçların büyük bir kısmının Sosyalist Demokrat Parti (DPS) ve Milo Djukanoviç’e ait olduğunu söyledi. “DPS’den meslektaşların Demokratik Cephe’yi kurbanlara saygısızlık etmek veya suçları manipüle etmekle suçlaması ikiyüzlüdür, Djukanoviç 1990’larda hükümete birçok savaş suçuna katıldığına dair sağlam temellere dayanan şüphelerdir” dedi.

 

Kaynak: Mina News

Tarih: 01.04.2021

 

Abazoviç: Yeni Parlamento Seçimi Beklemiyorum

Karadağ Başbakan Yardımcısı Dritan Abazoviç, hükümetin Avrupa karşıtı bir politika izleyemeyeceğini söyledi ve yakında parlamento seçimlerini beklemediğini de sözlerine ekledi. Karadağ’ın Türkiye dışında Avrupa Birliği ile en uzun müzakere sürecine sahip olduğunu ve kendisine göre önceki hükümetin organize suç ve yolsuzlukla bağlantılı olduğunu söyledi. Abazoviç, Karadağ Televizyonu’ndaki Fokus programında, “Organize suç ve yolsuzlukla mücadele eden yapılarda köklü değişiklikler olmadan, bu sektörde sonuç alınamaz. Savcılık Bürosunda değişikliklere ihtiyacımız var.” dedi.

Başbakan Yardımcısı, savcının yasalarına ilişkin yaptığı açıklamada, meclis çoğunluğunda sadece bir parti olmadığını, farklı insanların farklı düşündüğünü söyledi. “Hükümet, Avrupa karşıtı bir politika izleyemez. Avrupa yanlısı bir politika izleme yetkileri vardır ve bu şekilde davranır. Ortak bir çözüm bulunacağını düşünüyorum” dedi. Ulusal Güvenlik Teşkilatı’ndan gizli verilerin ifşa edilmesine ilişkin yorumda, Ajans yetkilileri tarafından ihmaller olduğunu ve bir iç denetim yapılacağını söyledi.

 

Kaynak: Mina News

Tarih: 01.04.2021

 

AB Üye Ülkeleri, Yeni Metodolojinin Karadağ’da Uygulanmasını Destekledi

Özgür Avrupa Radyosunun (RFE) erişim yetkisine sahip olduğu Avrupa Birliği (AB) başkanlığı tarafından hazırlanan bir çalışma belgesinde, AB üye devletleri tarafından önerilen değişikliklerin Karadağ ve Sırbistan ile mevcut müzakere çerçevelerine uyarlanabileceğini doğruladıkları belirtildi. Ayrıca belgede her iki ülkenin de ‘’prensipte gelişmiş bir genişleme metodolojisini kabul etmeye hazır oldukları’’ ifade ettikleri doğrulanıyor.

AB üye devletlerin bu resmi onayı, Oliver Varhelji’nin sözde kağıtsız belgeyi 17 Mart’ta AB büyükelçilerine yeni metodolojinin katılım müzakereleri sürecini başlatmış olan ülkelere nasıl uygulayacağına dair önerilerle iletmesinden sonra yer almaktadır. Avrupa Komisyonu tarafından 2020’nin başlarında benimsenen yeni metodoloji, katılım sürecini henüz açan her ülke için geçerli olacaktır. Yeni metodoloji ile üyelik müzakerelerini ilk yapanlar Kuzey Makedonya ve Arnavutluk’tur. Nihai çalışma belgesinde belirtildiği üzere, Karadağ ve Sırbistan’a uygulanacak yeni metodolojiye göre, katılım sürecinin temel alanlarındaki reformlara daha da güçlü bir odaklanma yer alıyor. Belgede, “Temel reformlar üzerindeki mevcut güçlü odak korunmalı ve daha da güçlendirilmelidir” denildi.

Avrupa Komisyonu’nun yeni önerisinin ana unsuru, hukukun üstünlüğüne ilişkin tüm geçiş kriterleri karşılanana kadar üyelik müzakerelerinde herhangi bir bölümün açılmasının imkansızlığıyla ilgili. Söylenene göre, “Revize edilen metodolojiye göre, hukukun üstünlüğünün iki fasılına ilişkin geçici kriterler karşılanmadan başka fasıl kapatılmamalı, müzakereler sırasında ortaya çıkan sorunlar olması durumunda düzeltici tedbirler düşünülmeli ve mevcut hukuk devleti eylemi planlar yürürlükte kalmalıdır.’’

 

Kaynak: CDM

Tarih: 03.04.2021

 

Emmanuel Macron’dan Tebrik Gecikmedi

Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, yeni hükümetin kurulmasından dolayı Kosova Başbakanı Albin Kurti’yi tebrik etti.  Kosovalıların faydasına olan öncelikler için Başbakan Kurti’ye destek vereceğini söyledi. Kurti’nin, 14 Şubat seçimlerinde vatandaşlarına vadettiği değişimler hakkında, “Vatandaşlarınızın talep ettiği temel reformları gerçekleştirmek niyetinde olduğunuzu biliyorum: hukukun üstünlüğünü ve Kosova’nın ekonomik ve sosyal kalkınmasını güçlendirmek “ dedi. Sırbistan ile diyaloga devam konusunda ümit ettiğini de belirtirken, sözlerini Kurti’yi Paris’i ziyarete davet etmekten çok mutlu olacağını söyleyerek bitirdi.

 

Kaynak: Panorama.al

Tarih: 01.04.2021

 

Kosova Cumhurbaşkanı’nı Seçiyor

Vetëvendosje Hareketi Parlamento Grubu Başkan Vekili Mimoza Kusari-Lila tarafından teyit edilen habere göre Meclis Başkanlık Kurulu, Cumhurbaşkanı seçim oturumunun 3 Nisan saat 18. 00’da yapılmasını kararlaştırdı. Cumhurbaşkanlığı için yarışan adaylar; Vjosa Osmani ve Nasuf Bejta.

  • Peki Cumhurbaşkanı nasıl seçilir?

Cumhurbaşkanın seçilmesi için ilk iki oylamada oyların üçte ikisinin, yani 80 milletvekilinin 80 oyu gerekiyor. Üçüncü turda, 61 milletvekilinden salt çoğunluğunu alan cumhurbaşkanı seçilir, fakat her üç oylamaya en az 80 milletvekilinin de katılması gerekiyor. Üçüncü turun sonunda da cumhurbaşkanı seçilemezse, ülke 45 gün içinde yapılması gereken olağanüstü seçimlere gider. Azınlık ve İnsan Haklarından Sorumlu Başbakan Yardımcısı Emilija Rexhepi,  Çok Etnikli Grup üyeleriyle Facebook hesabında paylaştığı bir fotoğrafın altına cumhurbaşkanlığı için Osmani’yi oylamaya hazır olduklarını yazdı. Oturumun başlayacağı salona Agim Veliu, Avdullah Hoti, Vlora Dumoshi ve Driton Selmanaj dâhil, LDK’nın tüm milletvekillerinin girdiği görüldü. Oturuma katılanlar arasında PDK Başkanı Enver Hoxhaj ve milletvekili Bedri Hamza da yer alıyor ancak seçim için oy kullanıp kullanmayacakları bilinmiyor. Yapılan ilk oylamaya 78 milletvekili katıldı. 80 milletvekilinin oyunu kullanması gerektiği ve yeterli çoğunluk sağlanamadığı için ilk tur oylama tekrarlanacak. LDK milletvekilleri Avdullah Hoti ve Agim Veliu ikinci tur oylamada da oyunu kullanmadı, hatta Agim Veliu Meclis salonundan ayrıldı. İkinci oylamaya katılmayanlar arasında Driton Selimi de var. Seçiminin ikinci turunda sandıktan 79 oy çıktığı gerekçesiyle Cumhurbaşkanı seçilemedi, bu nedenle oturuma 30 dakika ara verildi. Aradan sonra salona dönen milletvekillerine Meclis Başkanı Glauk Konjufca açıklamada bulundu. Konjufca, yeter sayı olmadığından Meclis oturumunun bu akşam sona erdiğini ve 4 Nisan saat 17.00’da devam edeceğini bildirdi.

 

Kaynak: Kosova Haber

Tarih: 03.04.2021

 

Vucic CNN’e verdiği demeçte, aşıların ‘jeopolitik’ bir sorun değil, hayat kurtarma sorunu olduğunu söyledi

Sırbistan Cumhurbaşkanı Aleksandar Vucic 31 Mart Çarşamba günü CNN’e verdiği demeçte, ülkesinin aşıyı jeopolitik bir konu olarak değil, daha çok hayat kurtarma meselesi olarak kabul ettiğini söyledi.

CNN’den Fred Pleitgenr’in Belgrad’dan hazırladığı “yabancılara ücretsiz aşı sunan ülke” isimli raporu hakkında Vucic, Sırbistan’ın başarılı olmasından dolayı mutlu olduğunu ve dünyanın her yerine aşı sağladıklarını yineledi.

Vucic, “Amerikan, Avrupa, Rusya veya Çin aşısını yaptırabilirsiniz; seçim yapmak size kalmış” ifadelerini de kullandı.

Vucic, bölgedeki insanların aşılanması hakkındaki bir soruyu, ülkesinin Makedonya, Karadağ veya Bosna-Hersek’ten birine yardım edebilmesinden memnun olduğu şeklinde yanıtladı. “Burası bizim bölgemiz, yan yana yaşıyoruz ve onlara yardımcı olabilirsek bu harika olur ve onlar da bize yardım edebilirlerse onlara teşekkür ederiz. Bu, geçmişe gitmeden geleceğe baktığımızı gösteriyor” dedi.

 

Kaynak: Republika.mk

Tarih: 01.04.2021

 

Vatandaşların %53’ü Hükümetin Çalışmalarından Memnun Olmadığını Söylüyor

İsviçre’nin finanse ettiği Parlamento Destek Programı’nın bir parçası olarak Demokrasi Enstitüsü “Societas Civilis” (IDSCS) tarafından yürütülen bir ankete göre, Kuzey Makedonya vatandaşlarının çoğunluğu sağlık, eğitim ve ekonomiyle ilgili hükümetin önlemlerinden memnun değil.

Hükümetin krizle başa çıkmak için aldığı önlemlerden memnun olup olmadıkları sorulduğunda, yanıt verenlerin çoğunluğu (yüzde 53) hükümetin durumu sağlık, ekonomi ve eğitim çerçevesinde halledebilmek için yeterince şey yapmadığına inanıyor.

Bu sorular, Demokrasi Enstitüsü’nün dediği gibi, politika yapıcıları vatandaşların aşılama hakkında ne düşündükleri ve önlemlerden memnun olup olmadıkları konusunda bilgilendirmek için soruluyor.

 

Kaynak: Republika.mk

Tarih: 02.04.2021

 

Arnavut Protestocular, Hayırlı Cuma Katliamını Gerçekleştiren İslamcıların Serbest Bırakılmasını Talep Ederken Milliyetçi Sloganlar Attılar

Yüzlerce etnik Arnavut protestocu, 2012 Hayırlı Cuma katliamını gerçekleştiren İslamcı grubun cezalandırılmasına karşı bugün düzenlenen protesto sırasında Zaev  ve yargı yetkililerine yönelik milliyetçi sloganlar ve tehditler savurdu.

Cuma namazının ardından Üsküp’ün Cair semtinde başlayan protestolar, ana adliye ve Hükümet binasına kadar devam etti. Göstericiler Arnavut bayrakları taşıdılar ve 2001 yılında Makedonya’da iç savaşı başlatan UCK / NLA terör örgütünü desteklemek için tezahüratlarda bulundular.

Protesto organizatörleri, üç tetikçiden ikisinin ülkeyi terk etmesine rağmen ömür boyu hapis cezasına çarptırılan etnik Arnavut İslamcıların dört etnik Makedon erkek çocuğu ve bir erkeğin öldürülmesinden suçlu olmadıkları konusunda ısrar ediyor.

 

Kaynak: Republika.mk

Tarih: 02.04.2021

 

Parlamento Eylül Sayımını Erteleme Tasarısını Onayladı

Bir günlük gecikmeden sonra, Makedonya Parlamentosu bugün (02 Nisan 2021), sayımı Nisan ayından Eylül ayına ertelemek ve ayrıca belediye seçimlerini Ekim ayının birinci yarısından ikinci yarısına ertelemek için oy kullandı.

Öneriler 95 lehte 12 aleyhte oyla kabul edildi. Zaev rejimi, yeni Koronavirüs vakalarındaki büyük artışa rağmen, Nisan ayında “korona sayımı” olarak adlandırılan sayımı düzenlemeye kararlıydı. Sonunda, VMRO-DPMNE lideri Hristijan Mickoski, Zaev’in bu hafta başlarında yaptığı bir toplantıdan sonra plandan vazgeçmesini sağladı. Arnavut partileri, nüfusun Arnavutluk payını artıracağını umarak nüfus sayımının planlandığı gibi ilerlemesinde ısrar ettiler, ancak sonunda Zaev’in Arnavut koalisyon ortağı DUI öneriyi desteklemeye razı oldu.

 

Kaynak: Republika.mk

Tarih: 02.04.2021

 

Sırbistan Cumhurbaşkanı Kosova güvenlik güçlerinin oluşumunu kınadı

Sırbistan Cumhurbaşkanı Aleksandar Vuciç 1 Nisan’da yaptığı açıklamada, Güney Mitrovica’da bir Kosova güvenlik gücü üssünün oluşturulması ve Kosova’nın NATO askeri tatbikatlarına katılımının Arnavut tarafının istediklerini nasıl yapabileceklerini gösterme girişimi olduğunu söyledi. Bu, Sırp haber ajansı Politika tarafından bildirildi.

Aleksandar Vuciç, Kosova ve Metohija’da barış ve istikrarın korunacağını kaydetti.

“Bu, Arnavut tarafının özel bir sorumluluk olmaksızın istediklerini nasıl yapabileceklerini göstermeye yönelik ilk ve son girişimi değil. Sırp halkına yönelik daha ciddi bir tehlike veya tehdit varsa … Devam etmeme gerek yok. Kosova ve Metohija’dan tüm Sırplar bunu biliyor. “ -Aleksandr Vucic

 

Kaynak: Regnum.ru

Tarih: 02.04.2021

 

Makedonya Başbakanı, Sırp turistlere yönelik görevlerin kaldırıldığını duyurdu

Kuzey Makedonya Başbakanı Zoran Zaev 2 Nisan’da düzenlediği basın toplantısında, Sırbistan’dan bağışlanan aşıların yaklaşık 700 bin avroya mal olduğunu söyledi. Başbakan, Sırp turistlerin bu yaz Kuzey Makedonya otoyollarında geçiş ücretlerini bir minnettarlık göstergesi olarak ödemekten muaf tutulduklarını da sözlerine ekledi. Bu, Sırp haber ajansı RTS tarafından bildirildi.

Dayanışma eylemini, Sırbistan’ın insanlığını küçümseyemeyiz. İsrail, İngiltere, Fransa ile pazarlık yapıyordum, yardım istemediğimiz neredeyse hiç kimse yok ”dedi Zaev.

Zaev, Sırbistan’a sağlanan yardımın borcunu geri ödemek için Sırp plakalı araçların geçiş ücretlerini iptal etme sözü verdi.

Bir hatırlatma olarak, 1 Nisan’da, Sırbistan’dan Kuzey Makedonya’ya 20.000 doz Sputnik V teslim edildi ve aynı sayıda doz verilmesi gerekiyor. Sırbistan ayrıca daha önce Makedon sağlık çalışanlarını aşılamak için 8 bin doz Pfizer aşısı bağışlamıştı.

 

Kaynak: Regnum.ru

Tarih: 03.04.2021

 

Maliye Bakanı, Yunanistan’ın Başka Bir Kurtarma Paketine İhtiyaç Duymayacağını Belirtti

Maliye Bakanı Christos Staikouras Çarşamba günü ANT1 TV’de, “Yeni bir kurtarma paketine gerek olmayacak” dedi. Bakan, ülkenin düzenli olarak sermaye piyasalarından borç aldığını, SURE programından ek 2,5 milyar avro sağladığını ve diğer kaynaklardan ek gelir umduğunu belirtti. “Umudumuz, pazarın kademeli olarak yeniden açılması ve turizmin geçen yıla göre daha iyi performans göstermesini beklerken, AB kurtarma fonun dan da para akışı bekliyoruz. Tüm bunlar bizi güçlü bir toparlanma ve ardından güçlü bir ekonomik büyüme olacağı konusunda iyimser yapıyor” dedi. Staikouras, işletmelere ve serbest meslek sahiplerine verilen yedinci tur devlet kredilerinin Nisan ayı sonuna kadar ödeneceğini ve salgındaki gelişmelere bağlı olarak sekizinci turun başlatılması için kapıyı açık bıraktığını da sözlerine ekledi.

 

Kaynak : Ekathimerini

Tarih :1.04.2021

 

Gastrade ve Kuzey Makedonya, Yunan LNG Terminali Konusunda İş Birliği Yapıyor

Yunan şirketi Gastrade, Alexandroupolis LNG Terminali için National Energy Resources (NER AD) Skopje ve AD Kuzey Makedonya Enerji Santralleri (AD ESM) ile iş birliği anlaşmaları imzaladı.

Gastrade, 170.000 metreküp LNG depolama kapasitesi ve yılda 5.5 milyar metreküpü aşacak doğal gaz tedarik kapasitesi ile Yunanistan’da açık deniz Alexandroupolis LNG yüzer depolama ve yeniden gazlaştırma ünitesini (FSRU) geliştiriyor. Dedeağaçtaki LNG Terminalinin 2023’te faaliyete geçmesi bekleniyor. NER AD, Gastrade’nin sermayesinden pay almak isterken, AD ESM, Terminal De uzun vadeli kapasite rezerve etmek ile ilgileniyor. FSRU, 28 kilometre uzunluğundaki bir boru hattıyla Yunanistan Ulusal Doğal Gaz Sistemine bağlanacak ve bu hat üzerinden yeniden gazlaştırılmış LNG, Sırbistan ve Romanya’dan Macaristan’a Yunanistan, Bulgaristan, Kuzey Makedonya ve daha geniş bölge pazarlarına iletilecektir. Bu, Avrupa Birliği’nin öncelikli bir projesi olan, arz güvenliğini güçlendiren, enerji tedariki kaynaklarını ve yollarını çeşitlendiren, rekabeti arttıran ve Güneydoğu Avrupa’nın daha geniş bölgesinde bir doğal gaz ticaret merkezinin kurulmasını destekleyen bir Avrupa Ortak Çıkar Projesidir. . Proje, Yunanistan-Bulgaristan ara bağlantısı (İGB), Yunanistan-Kuzey Makedonya ara bağlantısı, TAP, Bulgaristan-Sırbistan ara bağlantısı (İBS) ve Revithoussa LNG Terminali gibi bölgedeki diğer mevcut veya planlanan önemli gaz altyapı projelerini desteklemektedir.

 

Kaynak : OFFSHORE energy

Tarih :1.04.2021

 

Yunan Başbakanı Mitsotakis  Libya Ziyaretini  6 Nisan’da Yapacak

Hükümet sözcüsü 1 Nisan Perşembe günü yaptığı açıklamada, Başbakan Kyriakos Mitsotakis in Libya ziyaretinin 6 Nisan’da yapılacağını duyduğunu söyledi. Ziyaret, Kuzey Afrika ülkesindeki siyasi değişimin ardından geldi ve Atina’nın Libya ile ilişkilerini yeniden kurma ve Yunanistan’ın jeostratejik çıkarlarını koruma amacını yansıtıyor. Mitsotakis’in, yeni Ulusal Birlik Hükümeti’nin (GNU) Başkanlık Konseyi’nin yeni başkanı Mohamed al-Menfi ve Libya’nın yeni geçici başbakanı Abdul Hamid Dbeibah ile görüşmesi planlanıyor. Ziyareti aynı zamanda Trablus’taki Yunan büyükelçiliğinin derhal açılmasına vesile olacak. Mitsotakis Dışişleri Bakanı Nikos Dendias eşlik edecek. İkincisi, Ankara’nın Fayez al-Sarraj hükümeti ile Ankara’nın deniz bölgelerinin sınırlandırılmasına ilişkin yasadışı Türk-Libya mutabakatının ötesinde, Türkiye’nin Kuzey Afrika ülkesinde artan etkisine ilişkin endişelerin ortasında, temaslar kurma çabalarında aktif bir rol oynamıştır.

 

Kaynak : Ekathimerini

Tarih : 1.04.2021

 

Enerji Bakanı  Skretas, Mısırlı Mevkidaşı El-Markabi ile Elektrik Bağlantısı Konusunda Mutabakat Anlaşması İmzaladı

Çevre ve Enerji Bakanı Kostas Skretas 31 Mart Çarşamba günü Mısır Elektrik ve Yenilenebilir Enerji Bakanı Mohamed Shaker El-Markabi ile Yunanistan-Mısır arasında bir elektrik ara bağlantısı kurulması konusunda bir mutabakat anlaşması (MoU) imzaladı.Her iki bakan da, iki ülke arasında bir enerji ara bağlantısı oluşturmanın ön şartlarını inceleyecek müzakere ekipleri kurmayı kabul etti. Skrekas, MoU’nun Yunanistan ile Mısır arasındaki ikili ilişkilerin derinleştirilmesi için stratejik işbirliğinin sonuç getirdiğini gösterdiğini söyledi. Elektrik şebekesinin korunması ve Yenilenebilir Enerji Kaynaklarının daha fazla entegrasyonu ile ülkenin enerji güvenliğini güçlendirecek bir girişimdir. Aynı zamanda, Yunanistan, Kıbrıs ve Mısır arasındaki üçlü işbirliğinin ve Yunanistan, Kıbrıs ve İsrail arasındaki 3 + 1 işbirliğinin devamı olarak, Güneydoğu Akdeniz bölgesindeki Yunan hükümetinin enerji politikası yöntemini teşvik etmektedir. ve ABD.Yunan bakan ayrıca Mısırlı mevkidaşına, Kıbrıs ve İsrail’den gelen muadilleriyle EurAsia Ara Bağlantı kablosuyla üç ülkenin elektrik bağlantılarına ilişkin 8 Mart’ta imzaladığı Mutabakat Muhtırası hakkında bilgi verdi.

 

Kaynak : Atina Makedon Haber Ajansı

Tarih :01.04.2021

 

Dendias, Arnavutluk’un Yunan Ulusal Azınlık Üyeleriyle Bir Araya Geldi

Dışişleri Bakanı Nikos Dendias, Dışişleri Bakan Yardımcısı Kostas Vlasis ile birlikte dün Kuzey Epir’den Yunan Ulusal Azınlık mensupları ile bugünkü Güney Arnavutluk’ta bir araya geldi.İki bakan, Kuzey Epirus daki ana Yunan örgütü olan cumhurbaşkanı Omonia, Vassilis Kagios ile bir araya geldi.Ayrıca İnsan Hakları Birliği Partisi (KEAD) başkanı Vangelis Doule ve Omonia’nın Heimarra şubesi başkanı Freddy Beleri ile de görüştüler. Dendias, Twitter’da “Yunanistan, Arnavutluk’taki Yunan Ulusal Azınlığın yanında yer almaktadır” dedi. Kuzey Epirus’un yerli Yunanlıları, Arnavut yetkililer tarafından sık sık baskı ve ayrımcılığa maruz kalıyor.Bu, iki dilli işaretler üzerine Yunanca yazı üzerine sonsuz grafiti ve diğerleri arasında Antik Yunan sitelerine karşı vandalizmi içerir.

 

Kaynak : Greek City Times

Tarih : 1.04.2021

 

Yunanistan, Türk Sahil Güvenliğini Ege ‘Provokasyonları ile’ Suçladı

Yunanistan 2 Nisan Cuma günü Türkiye’yi Ege’de “tehlikeli” manevralar ve göçmenlere yasadışı yardımla “tırmanışı kışkırtmaya” çalışmak ile suçladı. Göç bakanlığından yapılan açıklamada, “Bu sabah Yunan Sahil Güvenliği, Yunanistan ile tırmanışı kışkırtmak amacıyla Avrupa sınırına kadar dayanıksız göçmen teknelere eşlik eden Türk Sahil Güvenlik ve Donanmanın çok sayıda olayını bildirdi” dedi. Yunan sahil güvenliği daha önce Midilli adası yakınlarındaki devriye botlarından birinin “tehlikeli manevralar” yapan bir Türk gemisi tarafından “taciz edildiğini” açıklamıştı. Raporda, bir Türk sahil güvenlik gemisinin hızla Yunan gemisini hızla yanından geçip dalgalarla salladığını gösterdiği iddia edilen bir video yayınlandı. Yunan sahil güvenliği, iki olayda, Türk devriye botlarının Yunan sularına girerken göçmen botlara yardım etmeye çalıştıklarının iddia edildiğini de sözlerine ekledi. Yunan sahil güvenliği, iddia edilen olaylardan birinde, iki Türk devriye botunun bir göçmen botunu Yunan sularına “itmeye çalıştığını” söyledi. Atina, Ankara’nın göç yollarını iyileştirmesini ve mülteci korumasına uygun bulunmayan yüzlerce sığınmacıyı geri almasını istiyor.

 

Kaynak : The New Arab

Tarih : 2.04.2021

 

Yunanistan, Uluslararası Uçuşlardaki Kısıtlamaları 19 Nisan’a Kadar Uzattı

Yunanistan, 4 Nisan Pazar günü yaptığı açıklamada, yeni COVID-19 enfeksiyonlarının sayısının artmaya devam etmesi nedeniyle iç hat uçuşlarındaki kısıtlamaları 12 Nisan’a ve uluslararası uçuşlarda 19 Nisan’a kadar uzattığını söyledi. Kısıtlamalar kapsamında, Yunanistan’a uçan yolcular, varıştan 72 saat önce negatif PCR testi almalı ve COVID-19 için rastgele testten geçmelidir.T üm yabancı yolcular yedi gün karantinaya alınır. Seyahatten en az iki hafta önce tamamen aşılanmış İsrailli gezginlerin, iki ülke arasında turizm konusunda ikili bir anlaşmanın ardından karantinaya alınmasına gerek olmayacak.İngiltere dahil 10 ülke hariç, Avrupa Birliği üyesi olmayan ülkelerden çoğu uçuş yasaklanmıştır. İç hat uçuşları için sadece temel seyahate izin verilir. Yunanistan’da okullar, zorunlu olmayan mağazalar ve restoranlar kapalı, ancak yetkililer pazartesi gününden itibaren küçük perakende mağazalarının kısıtlamalarla yeniden açılmasına izin vermeyi planlıyor ve liselerin bu ayın sonlarında yüz yüze derslere devam etmeleri bekleniyor.

 

Kaynak : Reuters

Tarih : 4.04.2021

 

Türkiye ile Arnavutluk Arasında İmzalanan Milletlerarası Anlaşma, Resmi Gazete’de Yayımlandı

Türkiye ile Arnavutluk arasında, Arnavutluk’un Fier şehrinde inşa edilecek hastane ve bu hastanede kullanılacak malzemelerin Türkiye Sağlık Bakanlığı tarafından hibesine ilişkin anlaşma onaylanarak Resmi Gazete’de yer aldı.

İki ülke arasında 2 Şubat’ta Ankara’da imzalanan “Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Arnavutluk Cumhuriyeti Bakanlar Kurulu Arasında Sağlık Alanında Hibe Yapılmasına Dair Anlaşma’nın yürürlüğe girmesiyle, Türk tarafı, Arnavutluk Fier’de inşa edilecek 150 yataklı hastane ve bu hastanede kullanılacak anlaşmaya ekli tıbbi cihaz, donanım ve malzemeler ile tefrişatı Arnavutluk’a hibe edecek.

Anlaşma, Türk tarafından Arnavutluk sağlık sisteminin güçlendirilmesi ve sağlık altyapısına destek olunması amacıyla gerçekleştirilirken, söz konusu hastanenin faaliyete geçiş aşamasında Türkiye’den Arnavutluk’a sağlık personeli görevlendirilecek ve Sağlık Bakanlığınca danışmanlık hizmeti verilecek.

 

Kaynak: Time Balkan

Tarih: 01.04.2021

 

İspanya’dan Kosova’ya Saygısızlık

İspanya ile Kosova arasında oynanan milli maçta ülkedeki resmi yayıncısı olan kanal, Kosova’nın kısaltmasını ‘kos’ olarak küçük harflerle yazdı. Kosova’yı tanımayan ülkeler bloğunda bulunan İspanya’da yapılanlar büyük saygısızlık olarak görüldü.

2022 Dünya Kupası Elemeleri B Grubu üçüncü hafta maçında İspanya, Kosova’yı 3-1 mağlup ederek liderliğini sürdürdü. Sevilla Olimpiyat Stadyumu’nda oynanan maç sırasında ve öncesinde yaşananlar eşleşmeye damga vurdu.

Kosova’nın bağımsızlığını tanımayan ülkeler bloğunda bulunan İspanya’da maçı canlı olarak ekranlara getiren resmi yayıncı, büyük bir skandala imza attı. Maçın İspanyol rejisi, hükümetin tanımadığı Kosova’nın takım adı kısaltmasını ‘kos’ olarak küçük harflerle yazdı. Eski Fenerbahçeli Vedat Muriqi’nin de formasını giydiği Kosova Milli Takımı’na yapılan bu saygısızlık futbolseverler tarafından tepki gördü.

Sosyal medyada çok tepki çeken o görüntünün ardından bir başka detay daha ortaya çıktı. İspanya Futbol Federasyonu’nun maç öncesinde yayınlanan anons görselinde de Kosova’nın adını küçük harflerle yazdığı görüldü. Milli maçta yaşananlara Kosova halkı da büyük tepki gösterirken yapılan saygısızlık nedeniyle diplomatik bir krizin yaşanabileceği aktarıldı.

 

Kaynak: Balkan Postası

Tarih: 01.04.2021

 

Yunanistan ile Mısır, Elektrik Ağlarını Birbirine Bağlamak İçin Mutabakata Vardı

Yunanistan Çevre ve Enerji Bakanı Kostas Skrekas ile Mısır Elektrik ve Yenilenebilir Enerji Bakanı Muhammed Şakir el Markabi arasında imzalanan mutabakat muhtırasına göre iki ülke arasında elektrik bağlantısı kurulacak. İki ülkenin elektrik ağını birbirine bağlayacak bu adım, Mısır-Avrupa elektrik hattı döşenmesine yönelik EuroAfrica projesinin bir parçası. Daha önce de Güney Kıbrıs ile Mısır arasında benzer bir anlaşmaya varılmıştı.

Skrekas ile Markabi, iki ülke arasında enerji bağlantı hatları kurmanın önkoşullarını inceleyecek müzakere heyetleri oluşturmayı kararlaştırdı. Yunan bakan, mutabakat muhtırasını, Atina ile Kahire arasındaki ikili ilişkileri derinleştiren stratejik işbirliğinin sonuçlar verdiğinin bir diğer göstergesi olarak sundu.

Skrekas, (Güney) Kıbrıs ve İsrail’den mevkidaşları ile EuroAsia bağlantı kablosuyla üç ülkenin elektrik ağlarının bağlanmasına ilişkin 8 Mart’ta imzaladığı mutabakat muhtırası hakkında Markabi’ye bilgi de verdi.

Yunan basınında, Mısır’la anlaşmanın, Yunanistan’ın elektrik ağını korumak ve yenilenebilir enerji kaynaklarının entegrasyonunu ilerletmek suretiyle enerji güvenliğini güçlendiren bir girişim olduğu belirtildi.

Değerlendirmelerde, “Yunanistan, (Güney) Kıbrıs ve Mısır arasındaki üçlü işbirliğinin ve Yunanistan, Kıbrıs, İsrail ve ABD arasındaki 3 + 1 işbirliğinin devamı olarak, Yunan hükümetinin Güneydoğu Akdeniz bölgesindeki enerji politikalarında kullandığı yöntemi destekliyor” denildi.

 

Kaynak: Sputnik News

Tarih: 01.04.2021

 

Yunanistan Tarafından Türk Kara Sularına Geri İtilen 231 Düzensiz Göçmen Kurtarıldı

Sahil Güvenlik Komutanlığı, Yunanistan’ın gün içinde Türk kara sularına geri ittiği 231 düzensiz göçmenin kurtarıldığını bildirdi. Komutanlıktan yapılan açıklamaya göre, Yunan Sahil Güvenlik unsularınca saat 03.30’da başlayan ve saat 12.33’te sona eren 7 ayrı geri itme olayı yaşandı. İzmir, Balıkesir ve Çanakkale açıklarında Türk karasularına geri itilen göçmen botlarına müdahale edildi.

AA’nın haberine göre, bölgeye görevlendirilen Türk Sahil Güvenlik unsurları 231 düzensiz göçmeni kurtararak, güvenli bölgeye ulaştırdı. Kurtarılan göçmenler, Türk Sahil Güvenlik ekiplerine teşekkür etti.

 

Kaynak: Habertürk

Tarih: 03.04.2021

 

HAZIRLAYANLAR:

Aybüke Koçak, Didem Şimşek, Dilara Nesrin Bulut, Dilek Keçeci, Ece Sumru Güvemli, Elifnur Ayhan, Hatice Deniz Hızal, İleyna Savuk, Melisa Agoviç, Rümeysa Güner, Şamil Orhan, Taha Yüceses

TUİÇ Balkan Stajyerleri