Home Blog Page 66

Türkiye’de Dijital Alanda İfade Özgürlüğü

Özet

Web 2.0 teknolojisinin gelişimi ile birlikte internet, kullanıcıların da aynı zamanda içerik üreticisi olduğu güçlü bir sosyal ağ tanımına ulaşarak yasama, yürütme, yargı ve medyanın ardından 5. Güç olarak adlandırılmaya başlanmıştır. Siber uzayın kaçınılmaz gelişimi ve internetin özgür ruhlu doğası göz önüne alındığında literatürde 5. Güç merkezi olarak tanımlanan internetin yaratacağı yahut yarattığı tehlikeler göz önüne alınarak sınırlandırılması gerekliliği doğmuştur. Bu bağlamda Türkiye’deki pozitif hukuk ifade özgürlüğü başta olmak üzere siber haklar bakımından bazı ihlallere konu olmakta ve kanundaki ifadelerin doğurduğu keyfiyet ortamı uluslararası arenada Türkiye aleyhine geri dönütlere sebep olmaktadır. Bu çalışmada örneklerle Türkiye’de siber hakların durumu üzerinde durularak mevzu bahis hak ihlallerinin uluslararası ölçekte sonuçlarından bahsedilecektir

Anahtar sözcükler: İfade Özgürlüğü, İnternet Hakları, Erişim Engeli, Kamu Düzeni, Uluslararası Kamuoyu

Abstract

With the development of Web 2.0 technology, the Internet has reached a strong definition of social network in which users are also content producers, and started to be called the fifth power after the legislature, executive, judiciary power and media. Considering the inevitable development of cyber space and the free-spirited nature of the internet, the necessity of limiting the internet, which is defined as the fifth power center in the literature, has arisen, considering the dangers it create sorposes. In this context, in terms of cyber rights, particularly freedom of expression in Turkey subject to some violations in positive law and arbitrary terms in the dispositions causes negative consequences for Turkey in the international arena. In this study, cyber-rights situation in Turkey by emphasising on human rights violations on the topic and its results at international scale is examined.

KeywordsFreedom of expression, Digital rights, Acces blocking, Public order, International public 

1. Giriş

Bu makale ile amaçlanan web 2.0 teknolojisinin icadı ile birlikte güncel hayatın ayrılmaz bir parçası haline gelen internetin ifade özgürlüğü alanında meydana getirdiği düzenlemeleri birey özgürlüğü- kamu güvenliği kavramı etrafında irdeleyerek güncel internet hukuku uygulamalarını iç ve dış hukukta açıklamak ve bu uygulamalar sonucunda bireyin özgürlük alanında meydana gelen değişimi Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) ilkeleri ışığında inceleyerek en nihayetinde Türkiye’nin yeni güç merkezi internet politikaları ekseninde uluslararası ilişkilerdeki demokratik konumunu anlamaktır.

Bu doğrultuda öncelikle internet kavramı sosyal bilimler literatürü ışığında aydınlatılarak, yasama yürütme ve yargı üzerindeki denetleyici ve bağımsız konumu itibariyle yeni bir güç merkezi olarak tanımlanacaktır. Devamında güncel Türk hukukunda internet yasasından bahsedilecek, yasanın amaç ve kapsamı üzerinde durularak getirilen kısıtlama ve erişim engeli halleri açıklanacaktır. Ardından dijital ortamda insan haklarından ifade özgürlüğünden bahsedilerek özgürlük-güvenlik ikileminde dengeci güvenlik anlayışına atıfta bulunulacaktır. Son olarak, yürürlükteki internet yasasının mezkûr maddesinin ifade özgürlüğüne olan etkileri güncel uygulamalar ışığında incelenecek, ifade özgürlüğünün Türkiye’deki konumu demokratik uygulamalar ışığında tartışılacak ve güncel uygulamaların uluslararası sonuçlarına yer verilecektir.

2. 5. Güç Merkezi Olarak İnternet

Bilgi çağının sağlamış olduğu zorunlu dönüşüm ortamı, beraberinde birçok yeniliği de getirmiştir. Bunlardan en önemlisi kuşkusuz bu çalışmanın da bağlamını oluşturmuş olan internet teknolojileridir.

2000’li yılların başında Web 2.0’ın kullanıma sunulması ile birlikte kullanıcıların da veri akışına katkıda bulunduğu ‘çoktan çoğa’ paradigmasını merkez alan kullanıcı kaynaklı medya doğmuştur (Castells, 2007). İçeriği büyük oranda kullanıcıları tarafından belirlenen kullanıcı kaynaklı medya, internetin özgür ruhlu doğası ile birleşerek geleneksel medyanın aksine kontrol edilmesi zor, yeni bir güç merkezi halini almıştır. Kullanıcı içerikli bu yeni medya geleneksel medyanın aksine coğrafi sınırları aşan, içeriklerin üretilmesi ve paylaşılması noktasında büyük kolaylık sağlayan dijital bir medya olması yönüyle geleneksel medyadan ayrılmaktadır (Gönenli & Hürmeriç, 2012:214).

İfade özgürlüğünün yeni bir bağlamla 21. yüzyılda dinamik bir karşılık bulmasını sağlayan yeni medya ile artık her kullanıcı potansiyel bir içerik üreticisi hatta ve hatta bir gazeteci, editör, tv programcısı haline gelmiştir. Bunun yanında yeni medya, bilgiye ve internete erişimi kaçınılmaz bir insan hakkı konumuna getirmiştir. Öyle ki Dünya’nın kimi coğrafyalarında elektrik bile olmamasına karşın batarya sistemleri ve GPS teknolojisi ile insanlar internete bağlanmaktadırlar. İnsanlığın topluluk oluşturmaya eğilimli doğası kısa sürede internet üzerinde de etkilerini arttırmıştır.

Yasama, yürütme, yargıdan sonra dördüncü güç merkezi olarak anılan geleneksel medyanın günümüzde diğer güçler üzerindeki kamu yararına olan denetleyici yetisi; iktidar grupları ile kurduğu yakın ilişkiler sebebiyle yerini otokratik güç merkezlerini koruyan bir bekçi köpeği işlevine bırakmaktadır (Donohue ve Ark., 1995). İnternetin bireylere duygularını ifade etme noktasında yarattığı özgürlük ortamı sayesinde ise bireyler, görüşlerini daha kolay bir şekilde ifade edebildiği gibi kendi görüşlerine benzer görüşlerle de daha hızlı etkileşim sağlayabilmektedir (Dutton 2009: 7). İnternetin elverişli doğasının sağladığı bu hızlı örgütlenme alanı interneti beşinci güç merkezi olarak tanımlamakta (Ward ve Wasserman 2010: 281) böylece bu güç merkezi giderek etkinliğini kaybetmekte olan geleneksel medyanın işlevlerini devralmaktadır. İnternetin yeni bir güç merkezi olarak anılması günümüzde üzerinde kontrol altına alınması endişesini de beraberinde getirmektedir. Ancak bu yeni sayılabilecek güç merkezinin geleneksel medyada olduğu gibi kontrol altına alınması hem bireylerin bu denli etkin katılımı hem de internetin yapısal kaynaklı özellikleri sebebiyle tam anlamıyla mümkün gözükmemek ile birlikte yasal düzenlemeler yoluyla internetin sansürlenmesi, içeriklere erişim tamamen ya da kısmen kapatılması, yer sağlayıcıların idari yollarla müeyyideye tabi tutulması vb. hukuki yollar kullanarak internete müdahaleler söz konusu olabilmektedir (Erdoğan, 2013:177-183).

3. 5651 Sayılı Yasa Uygulamaları Çerçevesinde İnternet

2000’li yılların başında, Türkiye’de gelişen internet teknolojileri karşısında dijital hakları ve internet aktörlerini, internet ortamında işlenen kabahat ve suçları tanımlayan ve internet ortamında işlenen suçları müeyyide altına alarak bireylerin siber haklarını koruma altına alan bir yasanın varlığı hâsıl olmuştur. Bunu üzerine 5651 sayılı “İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanun” hazırlanarak, 23.05.2007 tarihli 26530 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanması ile yürürlüğe girmiştir. 5651 sayılı Kanun ile birlikte internetin üç temel aktörü olan yer, erişim ve toplu kullanım sağlayıcılarının tanımı ilk kez hukuki bir nitelikte yapılarak bu aktörlerin hak ve sorumlulukları belirlenmiş, yaptırım altına alınmıştır. 5651 sayılı kanun doğrultusunda internet ortamında işlenmiş suçların tabi olduğu usul ve esaslar düzenlenmiş, internet ortamında haklarının ihlal edildiğini iddia eden kişilerin kullanacakları yöntemler ve esasları anlatılmış, konusu suç teşkil eden içeriklerin filtrelenmesi usulü öngörülmüş, internet ortamındaki yayınların 5651 sayılı kanunun 8/A bendinde sayılan katalog suçların işlenmesinin önlenmesi amacıyla internet bilgi ihbar merkezi kurulmuştur (BTK, Türkiye’de İnternet Hukuku, 2019). 5651 sayılı kanunun kabulü ile Türkiye’de internet hukuku üzerine en geniş düzenlemeye ulaşılmıştır.

5651 sayılı kanunun “İçeriğin çıkarılması ve erişimin engellenmesi kararları ile yerine getirilmesi” başlıklı 8.maddesi 1. fıkrası ile “İnternet ortamında yapılan ve içeriği aşağıdaki suçları oluşturduğu hususunda yeterli şüphe sebebi bulunan yayınlarla ilgili olarak içeriğin çıkarılmasına ve/veya erişimin engellenmesine karar verilir” denilerek aynı maddede içeriğin çıkarılması kararına konu olabilecek suçlar sayılmıştır. Mezkûr hükmün 2. fıkrasına göre; “İçeriğin çıkarılması ve/veya erişimin engellenmesi kararı soruşturma evresinde hâkim, kovuşturma evresinde ise mahkeme tarafından verilir.” İlgili hükümler ile 5651 sayılı yasa çerçevesinde olağan içeriğin kısıtlanması halleri sayılmıştır.“ Soruşturma evresinde, gecikmesinde sakınca bulunan hallerde Cumhuriyet Savcısı tarafından içeriğin çıkarılması ve /veya erişimin engellenmesi kararının verilebilmesi” ise aynı maddede düzenlenen istisnai bir hal olmaktadır. Kanunda istisnai nitelik taşıyan bir diğer erişim engeli düzenlemesi ise 8/A bendinde düzenlenmiştir. Buna göre, “Yaşam hakkı ile kişilerin can ve mal güvenliğinin korunması, millî güvenlik ve kamu düzeninin korunması, suç işlenmesinin önlenmesi veya genel sağlığın korunması sebeplerinden bir veya bir kaçına bağlı olarak hâkim veya gecikmesinde sakınca bulunan hâllerde, Cumhurbaşkanlığı veya millî güvenlik ve kamu düzeninin korunması, suç işlenmesinin önlenmesi veya genel sağlığın korunması ile ilgili bakanlıkların talebi üzerine Başkan tarafından internet ortamında yer alan yayınla ilgili olarak içeriğin çıkarılması ve/veya erişimin engellenmesi kararı verilebilir.” denilerek internetteki yayınların içeriğine kısıtlama getirilebilecek istisnai haller sayılmıştır.

5651 sayılı kanun günümüzde hem ulusal alanda hem de uluslararası alanda yoğunlukla eleştirilmektedir. Bu eleştirilerin odağı, ilgili yasal düzenlemenin pek çok maddesinin belirsiz kavramlar içerdiği üzerindedir. Öyle ki 5651 sayılı kanunun 8. maddesi a bendinde sayılan hallerden birinin varlığı halinde içeriğin tamamının erişimine karar verilebilmesini geçici bir süreliğine de olsa mümkün kılabilmektedir. İlgili maddede yer alan, “kamu düzeninin, genel sağlığın, milli güvenliğin korunması” gibi ifadeler esas itibariyle çerçeve kavramlar olup içeriklerinin yine kanunda belirlenmesi suretiyle doldurulması gerekmektedir. Aksi takdirde bu gibi hassas ve kamu güvenliğine ilişkin kavramların mahiyetlerinin belirsizliğinden doğacak kaygan zemin, internet ortamının kendine has doğası ile birleştiğinde birey hak ve özgürlükleri üzerinde ciddi sınırlandırmalara konu olacaktır. Örneğin internette kullanıcıların ifade özgürlüklerinin sınırı dâhilinde kişisel görüşlerine yer verdikleri sayısız web site bulunmaktadır. Bu sitelerin her birinde kamu düzeninin korunması gibi çerçeve bir kavramı hedef aldığı düşünülen bir içeriğin paylaşılması halinde 5651 sayılı kanunun yürütülmesi ile verilecek erişimin engellenmesi kararları öncelikle mevzu bahis içeriğin kaldırılmasına yönelik olacak ancak içerik teknik sebeplerle kaldırılamadığı takdirde internet sitesinin tamamına erişim engellenebilecektir. Hedef içeriklerin kaldırılamadığı her durumda internet sitesine erişimin tamamen engellenmesi yeni bir hakkın ihlali sonucunu doğurmaktadır. Kaldı ki söz konusu içeriğin, çerçevesi kanun ile doldurulmamış bir kavrama dayanılarak yapılmış olması uygulamada ilgili kanunun muhatapları açısından da belirsizliğe yol açacaktır. “Böylesi bir durumda korunan menfaatle ihlal edilen menfaatler arasında orantılık olmadığı oldukça açıktır” (Akdeniz, 2009).

4. Dijital Haklar ve İfade Özgürlüğü

Teknolojik alanda meydana gelen sürekli değişimler karşısında kişilik haklarının dijital ortamda korunması zorunluluğu da beraberinde gelmekte; bu bağlamda oluşan yeni nesil haklar öğretide dördüncü kuşak haklar olarak anılmaktadırlar (Akad, Vural Dinçkol, Bulut, 2018). Dördüncü kuşak haklar arasında başta unutulma hakkı, internette anonim olma hakkı, internete erişim hakkı vb. haklar sayılmaktadır. Bunlardan ifade özgürlüğü hakkı birinci kuşak insan hakkı olması yönüyle ayrılmaktadır.

1982 yürürlük tarihli Anayasa madde 26, fıkra 1’de de ifade edildiği üzere, “Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir” şeklinde ifade hürriyeti tanımlanmış olup, aynı maddenin ilgili fıkrasında “Bu hürriyet Resmî makamların müdahalesi olmaksızın haber veya fikir almak ya da vermek serbestliğini de kapsar” şeklinde sürdürülerek internet ortamı gibi özgür bilgi kaynakları içerisinde de ifade özgürlüğü kapsam altına alınmıştır. 1982 Anayasasında düzenlendiği üzere; “Bu hürriyetlerin kullanılması, millî güvenlik, kamu düzeni, kamu güvenliği, Cumhuriyetin temel nitelikleri ve Devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünün korunması, suçların önlenmesi, suçluların cezalandırılması, Devlet sırrı olarak usulünce belirtilmiş bilgilerin açıklanmaması, başkalarının şöhret veya haklarının, özel ve aile hayatlarının yahut kanunun öngördüğü meslek sırlarının korunması veya yargılama görevinin gereğine uygun olarak yerine getirilmesi amaçlarıyla sınırlanabilir.” ifade özgürlüğü de sınırlandırılabilmektedir. Ancak bu sınırlandırılma bir Anayasal hak üzerine olması, yani Anayasa ile korunma altına alınmış bir hukuki menfaat, sebebiyle ancak kanunla yapılacaktır.1982 Anayasası’nın da lafzından hareketle ifade özgürlüğünün temel bir insan hakkı olduğu, dolayısıyla kullanılmasının kural olarak bir nedene bağlı olmadığı, ancak; istisnaen getirilen daha öncelikli bir hakkı korumak gayesiyle sınırlandırılmasının da mümkün olduğu anlaşılmaktadır. Ancak ifade özgürlüğünün pozitif bir hak oluşu sınırlandırılabilmesi için ancak kanun yolunun, Anayasa’da sayılan sebepleri işlemesi halinde söz konusu olabilmektedir. Türkiye Cumhuriyeti’nin 1982 tarihli Anayasasının mahiyeti açısından ifade özgürlüğü göz önüne alındığında ise özgürlüklerin geniş, kuralların dar olarak işlendiği ve tabi olanının kişinin hak sahibi oluşu olduğu görülmektedir. Dolayısıyla demokratik bir uygulamanın hayat bulabilmesi için ifade özgürlüğü başta olmak üzere hakların kanunda sınırlandırılmasının istisna niteliği taşıyacak şekilde sınırları belirli ve ölçülü bir şekilde düzenlenmesi gerekmektedir. Burada bireylerin siber uzaydaki haklarının en hakiki koruyucusunun devletler olması normaldir. Çünkü siber uzay kavramı göz önüne alındığında bireyler bu alanın en korunmasız aktörleridir. Kaldı ki internetin kendine has doğası göz önüne alındığında özel sektörün egemenliği altında ekonomik çıkar odaklı olduğu da aşikârdır. Bunun en temel örneği günümüzde reklam şirketlerinin, e-ticaretin ve sosyal medya oluşumlarının artan ekonomik hacmidir. Bu bilgiler ışığında; devletlerin pozitif yükümlülüğü, bireylerin haklarının daha öncelikli bir hakkın alanına girmediği takdirde korunması olup bu gereklilik, bireyin devleti oluşturması görüşüne dayanan güvenlik anlayışı perspektifinden de kaynaklanmaktadır (Haldun,1982). Siber uzayın dinamik doğası göz önüne alındığında devletlerin, vatandaşlarını korumak adına bazı kısıtlayıcı önlemler almaları demokratik bir toplumda normal karşılanmaktadır. Ancak burada üzerinde durulmak istenen olgu, bireylerin hak ve özgürlükleri açısından mevzu bahis olan sınırlandırmanın niteliği üzerinedir. Güvenlik ancak bireylerin özgürlüklerine hizmet eden bir araç olarak tanımlandığında demokratik bir toplumun gereğini yerine getirebilmektedir. Aksi takdirde bireyin özgürlüğü-kamunun güvenliği ikilemi güvenlikçi bir bakış açısı ile çözümlenerek zamanla devletlerin kısıtlamalarının istisnai niteliğini kaybetmesi ile sonuçlanacaktır (Erdoğan, 2016). Bu sebeple makul olan çözüm, demokratik bir hukuk devletinde güvenliğin bireylerin özgürlükleri üzerinden tanımlanması yoluyla hayat bulabilir. Aksi takdirde Mustafa Erdoğan’ın da ifade ettiği üzere, “özgürlüğe hizmet etmeyen bir güvenlik anlayışı insani varoluş açısından değersiz olacaktır” (Erdoğan, 2016).

5. 5651 Sayılı Kanunun 8/A Maddesi Uygulamaları Işığında Dijital Haklar ve İfade Özgürlüğü

5651 sayılı internet yasasının kabulünden itibaren muhtevası ve uygulanması hususunda teşkil ettiği anlam birçok kez tartışma konusu olmakla birlikte özellikle 2016 yılındaki darbe girişimi ardından gelen 2 yıllık OHAL dönemi ile tartışmalar alevlenmiş, Türkiye’nin beşinci güç merkezi olarak gösterilen internet üzerinde tahakküm kurmak istediği fikri yaygınlaşmaya başlamıştır.

Kuşkusuz bilgi çağında internetin özgürlükçü doğası insan haklarını yeniden tanımlamak ihtiyacı doğurmaktadır. İfade özgürlüğü bu hususta en çok etkilenen hakların başında gelmektedir. İnternet ortamı içerisindeki yayınlar, günümüzde ifade özgürlüğünün siber düzlemdeki yansımaları olarak görülmektedir. İnternet üzerinde yürütülmeye çalışılan politikalar da doğrudan ifade özgürlüğü başta olmak üzere dijital insan haklarının kapsamına girmektedir.

Günümüzde Türkiye’de yürürlükteki en kapsamlı internet yasası olan 5651 sayılı kanun, Anayasa’nın 26. Maddesinin 2. Fıkrasının yapmış olduğu atıf neticesinde ifade özgürlüğüne, “millî güvenlik, kamu düzeni, kamu güvenliği, cumhuriyetin temel nitelikleri ve devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünün korunması” sayılan gerekçeler doğrultusunda sınırlama getirmektedir. Yukarıda de değinildiği üzere bu sınırlandırmalar demokratik bir hukuk devletinin gerekliliklerindendir. Ancak bu sınırlandırmalar Anayasa madde 13’de ifade edildiği üzere; “Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz.

 5651 sayılı kanun madde 8, a bendi ile getirilen hükümlerin mahiyeti göz önüne alındığında, Anayasa’nın temel hak ve hürriyetlerin sınırlandırılması amacıyla getirdiği hükmün aşıldığı görülmektedir. İlgili Anayasa hükmünde demokratik toplum düzeni, Anayasanın sözü ve ruhuna atıf yapılarak bireyin özgürlüklerinin önemine dikkat çekilmektedir. 5651 sayılı kanunun 8. maddesi a bendi ile getirilen istisna niteliği taşıyan hüküm esas itibariyle muhatapları açısında belirsizlik taşımakta ve en temelde kanun yapıcılığındaki probleme parmak basmaktadır. Benzeri bir ifade Türkiye Cumhuriyeti’nin 6366 sayılı Onay Kanunu ile kabul ettiği, 19 Mart 1954 iç hukuk yürürlük tarihli Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde de yer almaktadır. Buna göre, AİHS’nin 10. maddesinde ifade özgürlüğü, kanaat özgürlüğünü ve haber ve görüş alma ve verme özgürlüğünü de kapsayacak şekilde tanımlanır. Aynı maddenin 2. fıkrasında ifade özgürlüğünün; “yasa ile öngörülen ve demokratik bir toplumda ulusal güvenliğin, toprak bütünlüğünün veya kamu güvenliğinin korunması, kamu düzeninin sağlanması ve suç işlenmesinin önlenmesi, sağlığın veya ahlakın, başkalarının şöhret ve haklarının korunması, gizli bilgilerin yayılmasının önlenmesi veya yargı erkinin yetki ve tarafsızlığının güvence altına alınması için” şeklinde sayılmış olan nedenlerle sınırlandırılabileceği işlenmektedir. AİHS’nin ifade özgürlüğü başlıklı 10. maddesinde de belirtilmiş olduğu üzere; “kısıtlamaya konu hakkın sırasıyla yasal, meşru ve gerekli bir neden ile kısıtlanması şartlarının arandığı” ifade edilmektedir. Buna göre iç hukuktaki kısıtlamanın evleviyetle, kanun metni ile düzenlenmiş ve açık ifadelerle belirtilmiş olması önlemin, “öngörülebilir ve ilgili şahıs için yeterli ölçüde erişilebilir olmasını ve söz konusu şahsın seçimlerinin sonuçlarını makul şekilde değerlendirebilmesine olanak vermesini de kapsamaktadır.” (Deniz,2018).

Daha sonra ilgili müdahale, AİHS madde 10/2 ‘de sayılan meşru hallerden biri ile demokratik hukuk devletinde gerekli olarak sayılabilecek; orantılık ilkesi sınırları dâhilinde, kamu ve birey menfaatlerini dengeleyen bir tutumla söz konusu olmalıdır. Bu üç koşulun aynı anda sağlandığı devlet aleyhine açılmış davalarda dahi ifade özgürlüğünün hukuka uygun bir şekilde sınırlandırıldığını ispat yükü iddia sahibinin aksine devlete ait bir yükümlüktür. Uygulamamanın uluslararası mercilerde bu şekilde yapılması ifade özgürlüğü ve hakların tabii olup kısıtlamaların istisnai olduğuna bir delil teşkil etmektedir.

 Ancak günümüzde ifade özgürlüğü en sık kullanıldığı bağlamlardan biri olan internet ortamında, 5651 sayılı kanunun 8/A bendinde ifade edilen ve yukarıda açıklanmış bulunan meşruiyet, hukuka uygunluk ve gereklilik şartlarına uyumsuz bir şekilde sınırlandırılmakta ve kişilerin özgürlük alanlarına müdahalede bulunulmaktadır. Bu sınırlandırılmanın en çok dikkat çeken tarafı sınırlandırılma sebeplerinin açık olmayışı, kişilerin bu sebepleri öngörememesi olarak tanımlanmaktadır. Ancak yapılması gereken sınırlandırılma sebepleri kanunla belirtilmekte ama sebeplerin muhtevası kanundan anlaşılamamakta; bu durum idari mercilere ve yargı organlarına keyfiyet ortamı oluşturmaktadır. AİHS’nin ilgili maddelerinden de anlaşılacağı üzere bu şekilde çerçeve yöntemiyle belirlenmiş bir sınırlama sebebi, demokratik bir toplumun gereklerini karşılamak noktasında yetersizdir. Uygulanması hususunda ise keyfiyete yol açarak kanunların belirliliği gibi temel bir prensibe aykırı sonuçlar doğurabilmektedir. ‘Milli güvenlik, genel sağlık, kamu düzeni’ gibi kapsamı geniş olgularla hakkında denerek içeriklerin engellenmesi ve/veya kaldırılması bir yana internetin özgür ruhlu doğası sebebiyle içeriklerin yer sağlayıcılar tarafından bile kaldırılamadığı hallerde internet sitesine erişimin engellenmesi kabul edilebilir bir sınırlama hali teşkil etmemektedir (Akdeniz,2009).

Günümüzde ifade özgürlüğü ihlallerin sıklıkla yaşanmasının bir sebebi olarak da ifade özgürlüğü olarak anılan bilgi ve görüş verme hakkının genel kanının aksine sadece olumlu görüşleri değil aynı zamanda da ‘inciten, şok edici ya da rahatsız eden’ bilgi ve görüşler içinde geçerli oluşundandır. Bu olgu çoğu zaman 5651 sayılı yasanın 8/A bendinin oluşturduğu keyfiyet ortamı sebebiyle örselenmekte ve iktidar karşıtlığı kavramı ile karıştırılmaktadır (Deniz, 2018). Örneğin 7 Haziran 2015 genel seçimlerinin ardından 5651 sayılı yasanın 8/A bendi siyasi bir susturucu araç olarak kullanılmaya başlanmış, sadece Gölbaşı Sulh Ceza Hakimliği tarafından 22 Temmuz 2015 ve 12 Aralık 2016 tarihleri arasında 143 tane erişim engelleme kararı verilmiştir (Akdeniz ve Güven., 2019).

Yankı uyandıran bir başka ifade özgürlüğü sınırlandırılması ise uluslararası özgür bilgi erişim platformu olan Wikipedia.org’un (Wikipedia) Başbakanlığın 8/A maddesi talebi üzerine Ankara 1. Sulh Ceza Hakimliği kararı ile 29 Nisan, 2017 tarihinde erişime engellenmesidir. Söz konusu olayda Wikipedia adlı özgür internet ansiklopedisinde yer alan ve ‘uyar kaldır prosedürü’ işlenmesine karşın yer sağlayıcı tarafından da kaldırılması mümkün olmayan iki içerik hakkında ‘terörü övme’, ‘milli güvenliği ve kamun düzenini tehdit’ vb. nedenlere dayanarak Wikipedia’ya erişim engellenmiştir. Ardından gerek Wikipedia’nın tüzel kişi sıfatıyla gerekse kullanıcı sıfatıyla gerçek kişilerin itirazlarını reddetmiştir. Bunun üzerine konu uyuşmazlık Anayasa Mahkemesine taşınmış, Anayasa mahkemesi (AYM) ise erişim engellemeye yönelik mahkeme kararını haksız bulmuş ve kararında şu ifadelere yer verilmiştir: “Somut olayda olduğu gibi kanunun izin verdiği müdahale sebeplerinin somut bağlantılar kurulmadan keyfiliğe yol açıldığı izlenimi oluşturacak şekilde geniş yorumlanması, kişilerin hukuki durumlarını belirsizleştirir ve kuralı öngörülemez hale getirir. Bu durumun oluşturacağı caydırıcı etki de başvurucularla birlikte aynı özgürlüğü kullanmak isteyen geniş kitlelerin ifade özgürlüğü üzerinde yaygın ve ağır bir baskıya neden olur” (AYM Başvuru Numarası: 2017/22355, R.G. Tarih ve Sayı: 15.1.2020 – 31009). Mezkur olayda AYM, ‘Demokratik Toplum Düzeninin Gereklerine Uygunluk’ ilkesine atıf yapmış ve ifade özgürlüğüne yapılmış olan bu haksız sınırlandırmayı ortadan kaldırmıştır.

Ne yazık ki yakın tarihte bile sözü edilen AYM kararlarının varlığına karşın Türkiye’de benzer ifade özgürlüğü, haber alma ve verme özgürlüğü gibi dijital bağlamlı insan hakları ihlalleri sayıları artarak devam etmektedir. Daha önce de ifade edildiği üzere internet günümüzde sadece siber uzay bileşenleri içerisinde tanımlanamayacak sosyal bilimler literatüründe de yer edinmeye başlanmış interdisipliner bir kavramdır. Bu doğrultuda, öncülü geleneksel medya gibi bir güç merkezi haline gelmektedir.

Türkiye’nin AB üyelik sürecinde olduğu göz önüne alındığında uluslararası toplumda bu düzenlemeler ‘dev geri adımlar’ olarak anılmaktadır (AGİT, Türk Medyasının Durumu Dehşet Verici, 2018). Hemen belirtmek gerekir ki demokrasinin en gelişkin örnekleri çoğulcu demokrasilerin egemen olduğu medeniyetlerde gözlenmektedir. Bu noktada ilk sorumluluk en başta yasa yapıcıların üzerinde olup İnternet Hukukun stratejisi en yakın sürede güncel İnsan Hakları düzenlemelerine uygun hale getirilmeli ve bireylerin hakları ile toplumun menfaati arasındaki denge bireylerin özgürlükleri üzerinden tanımlanmalıdır (Erdoğan, 2016). Aksi bir durum yukarıda anlatılmış olduğu üzere en başta bireyin özgürlüklerini daha sonra ise devletin itibar ve meşruiyetini olumsuz yönde etkileyerek nihayetinde en çok zararı bireylere verecektir.

6. Sonuç

İnternetin gelişimi ifade özgürlüğü başta olmak üzere insan haklarının bağlamını yeniden tanımlama ihtiyacı doğurmuştur. İnternetin özgür ruhlu doğası, ifade özgürlüğü vb. insan haklarını büyük oranda olumlu yönde etkilemiş bu doğrultuda bireyler kullanıcı içerikli internet sayesinde her an her dakika fikir ve görüşlerini yayma hakkına sahip olmuşlardır. Böylece internet aynı öncülü basın gibi bir sosyal güç merkezi haline gelerek yasama, yürütme, yargı üzerinde bağımsız bir kamu denetleyicisi halini almıştır.

İnternetin iyi yönü kadar toplumun huzur ve düzenini bozma, bireyin mal, can ve beden bütünlüğüne ihlalde bulunma noktasında da gelişme kat ettiği görülmektedir. Bu doğrultuda Türkiye’de en kapsamlı internet yasası olarak 5651 sayılı yasa yürürlüğe girerek ifade özgürlüğüne bazı müdahaleler söz konusu olmuştur.

Güncel hukukta 5651 sayılı yasanın 8/A maddesi AİHS’nin getirmiş olduğu kıstaslar ve uygulanması sonucunda ortaya çıkan uyuşmazlıklar göz önüne alındığında antidemokratik çözümler üreterek Türkiye’nin internet politikaları başta olmak üzere ifade özgürlüğüne gölge düşürmekte, meşruiyeti sorgulanır bir iktidar algısı yaratmakta ve uluslararası kamuoyunda bu durum kınanmaktadır. Türkiye’nin söz konusu kınamalara maruz kalması yahut uluslararası saha çalışmaları doğrultusunda ifade özgürlüğü alanında sondan birinci olarak konu olması 20. yüzyılın ilk yarısında reformlarıyla dünyaya örnek olmuş bir cumhuriyetin nitelikleri ile örtüşmemekte ve halihazırda devam eden AB üyeliği sürecini geriye götürmektedir.

Bu veriler doğrultusunda başta kanun koyucuların üzerine düşen vazife Anayasa madde 2 ‘de belirtildiği üzere, “toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti” olan Türkiye Cumhuriyeti’nde bu politikalarını egemen kılarak birey özgürlükleri ekseninde AİHS ile uyumlu yasalar yapmaktır.

Irmak BİÇER

Siber Güvenlik Staj Birimi

Kaynakça

Akad, M., Dinçkol V., B. ve Bulut, N. (2018). Genel Kamu Hukuku, Gözden Geçirilmiş 14. Baskı, İstanbul: Der Yayınları.

Akdeniz Y., Güven O. (2019). Engelli Web. Türkiye’den Erişime Engellenen Web Siteleri Haber Ve sosyal Medya İçeriklerinin Analiz Raporu. İfade Özgürlüğü Derneği. İstanbul.

Akdeniz, Y. (2009). Report of the OSCE Representative on Freedom of the Media on Turkey and Internet Censorship.

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi https://www.echr.coe.int/documents/convention_tur.pdf

Aydınalp, G. (2013). Sosyal Medyaya Halkla İlişkiler Perspektifinden Eleştirel Bir Bakış. The Turkish Online Journal of Design, Art and Communication

Boyar, O. Işık Kama, S.(2019). Dördüncü Kuşak Haklar ve Bilişim Teknolojilerinin Doğuşunda Mahremiyet Kavramına Karşılaştırmalı Bir Bakış. Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Hukuk Araştırmaları Dergisi.

Castell, M. (2007.) Communication, Powerand Counter-power in the Network Society. International Journal of Communication. 238-266 : 239-242

Deniz, Y. (2018).Çevrim-içi özgürlükler ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi: Türkiye için ileriye dönük bir yol mu?. Siber Politikalar Ve Dijital Demokrasi Dergisi. 

Derdiman, C., Tataroğlu N. (2016). Devlet Gözetimi ile İnsan Haklarının Uyumlaştırılması Sorunu ve Çözüm Önerileri. İnönü Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi

Donohue G A, Tichenor P. J. ve Olien C. N. (1995). A Guard Dog Perspective on the Role of Media, Journal of Communication. 45, 115-132.

Doruk, E. (2018). Türkiye’de Çevrimiçi Hak ve Özgürlükler ile Milli Güvenlik: Karşıtlığı Aşmak. Siber Politikalar ve Dijital Demokrasi 2018/6

Dutton W H (2009) The Fifth Estate Emerging through the Network of Networks, Prometheus: Critical Studies in Innovation 27, 1-15.

Erdoğan, M. (2013). Anayasal Demokratik Bir Rejimde Özgürlük Ve Güvenlik. İstanbul Ticaret Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi. 21-29: 25-28.

Erdoğan, İ. (2013). Dördüncü Güç Medyadan Beşinci Güç İnternete: Demokratik Bir Dönüşüm Mü Yaşanıyor?. Selçuk İletişim, 8(1), 176-191.

Gönenli, G. & Hürmeriç, P. (2012). Sosyal Medya / Ağ Toplumu, Kara, T. (Ed.), Özgen, E. (Ed.). Sosyal Medya / Akademi içinde. İstanbul: Beta Basım. 213-242. Grunig, J. & Hunt, T. (1984). Managing Public Relations. New York: Holt, Rinehart & Winston

İbn-i Haldun (1982), Mukaddime 1, Ed. Süleyman Uludağ (Ed.), İstanbul: Dergah Yayınları

İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanunu 2007, T.C. Resmi Gazete, 26530, 23 Mayıs 2007. https://www.mevzuat.gov.tr/MevzuatMetin/1.5.5651.pdf?dil=tr-TR

Kılınç, D. (2016). 5651 Sayılı İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanun’un 9/A Maddesi Çerçevesinde Özel Hayatın Korunması. Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 20(2), 577-624.

Medya Derneği İnternet Komitesi (Temmuz 2010). Türkiye’nin İnternet Sansürü Sorunu.

Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, 18 Ekim 1982, https://www.tbmm.gov.tr/anayasa/anayasa_2018.pdf

Ward S J A ve Wasserman H (2010).Towards an Open Ethics: Implications of New Media Platforms For Global Ethics Discourse, Journal of Mass Media Ethics, 25, 275-292.

İnternet Kaynakları

BTK, Türkiye’de İnternet Hukuku, 2019: https://internet.btk.gov.tr/turkiye-de-internet-hukuku Erişim Tarihi 14.03.2021

Demokrasi Kuşatma Altında, Amerika’nın Sesi, 2018: https://www.amerikaninsesi.com/a/demokrasi-kusatma-altinda/5799051.html Erişim Tarih 14.03.2021

Arş. Gör. Semra Aksu ile “Birleşmiş Milletler Çerçevesinde İnsan Hakları ve İnsanlığa Karşı Suçlar” Üzerine

Bu Röportaj, Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi İİBF Fakültesi Öğretim Elemanı Arş. Gör. Semra Aksu ile “Birleşmiş Milletler Çerçevesinde İnsan Hakları ve İnsanlığa Karşı Suçlar” üzerine yapılmıştır.

1. Bugüne kadar iki Dünya Savaşı ve bölgesel çapta birçok çatışmalar yaşandı. Bu iki Dünya Savaşı’ndan sonra uluslararası arena, Milletler Cemiyeti ve günümüzde işlevini hala sürdüren Birleşmiş Milletler’in kuruluşuna şahit oldu. Yaşanan bu olayların uluslararası örgütler bağlamında insan hakları konseptinin gelişimine katkıları nelerdir?

1945’te BM’in kurulmasıyla uluslararası sistemde ve uluslararası hukuk düzeninde yaşanan köklü değişimlerin en önemlilerinden birisi insan haklarının ulusal sınırları aşarak uluslararası düzenlemelerin konusu haline gelmesidir. BM Şartının 1.maddesinde örgütün amaçları arasında “İnsan haklarına saygının geliştirilip güçlendirilmesi’’ ifadesinin yer alması ‘’İnsan haklarının uluslararasılaşması” sürecinin başlangıcını oluşturmaktadır. Daha sonra BM ve organları aracılığıyla birçok uluslararası insan hakları sözleşmeleri yapılmış ve insan hakları alanında BM bünyesinde bir kurumsallaşmaya gidilmiştir. Bugün bütün insan hakları sözleşmelerinin temelini oluşturan İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi BM çatısı altında hazırlanmıştır. Böylece insan haklarının uluslararası normatif düzene girişi ‘ilk evrensel nitelikli’ uluslararası örgüt olan BM aracılığıyla gerçekleşmiştir. Uluslararası örgütler aracılığıyla insan hakları küresel bir hareket haline gelmiştir.

2. Birleşmiş Milletler Şartı kuvvet kullanımı, barışın tehdidi ve bünyesinde bulunan organlarıyla ilgili birçok madde içermektedir. Bütün bunların ışığında Birleşmiş Milletler Şartı’nın insan hakları ve barışın korunması kapsamında yeteri kadar açık ve kapsamlı olduğunu düşünüyor musunuz?

BM’in temel kuruluş amacı uluslararası barış ve güvenliği korumaktır. Bu amacı gerçekleştirmek için de kuvvet kullanmayı ve kuvvet kullanma tehdidini yasaklamıştır (BM Şartı 2/4). Kuvvet kullanma yasağının ihlal edilmesi uluslararası barış ve güvenliğin bozulmasına neden olacaktır. BM Şartı 24. maddesi ile de uluslararası barış ve güvenliğin korunmasında ve yeniden tesisinde başlıca sorumluluk Güvenlik Konseyine verilerek barış bozulduğunda ya da tehdit edildiğinde Güvenlik Konseyi bütün devletler adına hareket ederek zorlayıcı tedbirler alabilecektir. BM ile barış ve güvenlik alanında uyulması gereken ilke ve kuralların belirtildiği ve denetleyici bir mekanizma olarak Güvenlik Konseyinin kurulması ve organa kuvvet kullanma yetkisi verilmesi yeni kurulan uluslararası sistemin güvencesidir.

BM Şartında insan hakları alanında açık ve kapsamlı düzenlemelerin yer aldığını söylemek zordur. Daha çok genel nitelikteki hükümlerin olduğunu görüyoruz. Ayrıca BM Şartında insan haklarının tanımına yer verilmediği gibi insan haklarının korunması ve geliştirilmesinin nasıl gerçekleştirileceği ile ilgili açıklamalar da yoktur. Buna rağmen barış ve güvenlik hukuku ile ilgili olarak temel kural ve ilkeler yer almaktadır.

3. Birleşmiş Milletler’e bağlı Çocuklara Yardım Fonu (UNICEF), Mülteciler Yüksek Komiseri Ofisi (UNHCR) gibi birçok komite bulunmaktadır. Birleşmiş Milletler’in insan haklarını koruma konusunda oluşturduğu veya desteklediği yapıları etkili buluyor musunuz?

BM Şartının insan hakları alanında açık ve kapsamlı düzenlemelere yer vermediğinden bir önceki soruda bahsetmiştik. Şarttın 55.maddesinde insan hakları ile çalışmalar yapılmasına ilişkin örgütün organlarına yetkiler verildiğini görüyoruz. Genel Kurul bünyesinde kurulan bir insani yardım kuruluşu olan UNICEF’in çocuk haklarının teşviki ve korunması alanında faaliyetlerde bulunması, BM Çocuk Haklarına Dair Sözleşmenin taraf devletlerde uygulanmasının öncülüğünü yapması ve bütün dünyada çocukların yaşamını iyileştirecek yardımlarda bulunmasını destekliyorum. Çocukların toplumun en kırılgan/en muhtaç kesiminde yer alması onlara öncelik verilmesini ve uluslararası sistemin iş birliği ile çocukların haklarını koruyacak şekilde yapılanmasını gerektirmektedir. UNHCR ise mültecileri korumak için BM Genel Kurulu tarafından kurulmuştur. Dünya nüfusunun yüzde 1’ini (yaklaşık 80 milyon) yerinden edilmiş kişiler oluşturmaktadır. 26 milyon kişinin mülteci olması UNHCR’nin günümüzde çok önemli bir konuma geldiğini göstermektedir. Mültecilerin sağlık, barınma, eğitim, çalışma hayatı ve sosyal yardım konularında yaşadıkları sorunları dile getirme ve çözümler bulma faaliyetlerinde bulunan UNHCR ayrıca uluslararası mülteci hukukunun oluşması ve kurumsallaşması için de çaba göstermektedir.

Fakat yaşanan krizler ve hak ihlalleri göstermektedir ki insan hakları alanında çalışan uluslararası örgütler, kurum ve kuruluşlar tam olarak amaçlarına ulaşamamışlardır. Fakat bu örgütlere/kuruluşlara daha çok destek sağlanarak ve uluslararası iş birliği artırılarak daha kalıcı çözümlere ulaşılabilecektir.

4. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi uluslararası toplum adına oldukça kritik kararlar almaktadır. Ancak bilindiği üzere Konsey’deki beş daimi üyenin kararlarda veto hakkı bulunmaktadır. Güvenlik Konseyi’nin içindeki bu eşit ağırlığa sahip olmayan oy kullanımı göze alındığında Konsey’in insanlığa karşı suçlar karşısında tarafsız bir şekilde karar verdiğini düşünüyor musunuz?

Uluslararası toplumun tamamını etkilediği için uluslararası suç kategorisinde yer alan insanlığa karşı suçlar bireylerin uluslararası cezai sorumluluğunu doğurur ve genel olarak Uluslararası Hukukun özel olarak da Uluslararası Ceza Hukukunun konusu oluşturmaktadır. BM Şartı 29.madde ile Güvenlik Konseyine ‘görevini yerine getirmek’ için yardımcı organ oluşturabilme yetkisi verilmiş ve uluslararası barış ve güvenliğin korunması ve muhafazası görevini yerine getirmek için de Güvenlik Konseyi birçok yardımcı organ kurmuştur. Bireylerin uluslararası topluma karşı işledikleri suçlardan dolayı yargılandıkları Yugoslavya ve Ruanda Uluslararası Ceza Mahkemeleri de BM Güvenlik Konseyinin kararları ile kurulmuştur. Aslında BM Şartı ile Güvenlik Konseyine uluslararası ceza mahkemesi kurma yetkisi açıkça verilmemiştir. Fakat Yugoslavya Uluslararası Ceza Mahkemesinin Tadic Davası Kararında, Güvenlik Konseyinin BM Şartı 7.Bölüm 41.madde bağlamında silahlı kuvvet kullanımını içermeyen önlemler alma yetkisi çerçevesinde uluslararası ceza mahkemeleri kurabileceğini söylemiştir. Güvenlik Konseyinin 827 ve 955 sayılı kararları ile kurulan bu geçici mahkemeler uluslararası suçların cezasız kalmaması için çalışmalar yapıldığını göstermektedir.

Uluslararası Ceza Mahkemesinin yetki alanına giren suçlar mahkemeyi kuran Roma Statüsünde yer almaktadır ve insanlığa karşı işlenen suçlar bunlardan biridir. Roma Statüsünün yargı yetkisinin kullanılması başlıklı 13/b maddesinde, Güvenlik Konseyinin BM Şartı 7.bölüm çerçevesinde bir karar alarak, bir durumu Uluslararası Ceza Mahkemesine sevk etme yetkisi verilmiştir. Roma Statüsünün 16.maddesi ile de BM Güvenlik Konseyine Mahkeme önündeki davayı/yargılamayı erteleme yetkisi verilmiştir.

Güvenlik Konseyine verilen her bir yetkinin kapsamı ve Konseyin karar alma mekanizmasının sorunlarından bağımsız düşünülemez. Veto hakkı konseyin karar almasında karşılaşılan en büyük sorundur. Bu nedenle de birçok alanda Konseyin karar alması gecikmekte ya da Konsey karar alamayarak uluslararası toplumu derinden etkileyen olaylarda kayıtsız kalmasına sebep olmaktadır. 5 daimî üyenin kendi ulusal çıkarları doğrultusunda karar alması Konseyin herhangi bir konuda tarafsızlığının söz konusu olmayacağını göstermektedir.

5. İnsanlığa karşı suçlara karşı Birleşmiş Milletler Genel Kurulu başta olmak üzere Birleşmiş Milletler’e bağlı yapılar birçok karar alıyor ve antlaşmalar düzenliyorlar. Sizce Birleşmiş Milletler’in bu suçları önlemek için attığı adımlar caydırıcı mıdır?

Uluslararası Ceza Mahkemesinin yargı yetkisine giren suçlar statünün 5.maddesinde soykırım suçları, insanlığa karşı suçlar, savaş suçları ve saldırı suçları olarak sayılmıştır. Bunlardan soykırım suçu ile savaş suçları Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi ve Cenevre Sözleşmeleri ile kodifiye edilmiş olmasına rağmen insanlığa karşı suçlar için henüz böyle bir çalışma söz konusu değildir. BM Genel Kurulu tarafından Soykırım Sözleşmesinin kabul edilmesi Kurulun bu alandaki çalışmalarının bir sonucudur. İnsanlığa karşı suçlar ile ilgili en önemli uluslararası düzenleme Uluslararası Ceza Mahkemesini kuran Roma Statüsüdür. Statünün 7.maddesi suçu tüm unsurlarıyla birlikte detaylı bir şekilde tanımlamıştır. Doktrinde insanlığa karşı suçların Uluslararası Hukukun Amir Kuralları (jus cogens) arasında yer aldığını kabul eden birçok görüşe rastlanmaktadır.

BM Genel Kurulu tarafından 1947’de kurulan Uluslararası Hukuk Komisyonu bu alanda çalışmalar yapmaktadır. UHK’nu 2019’da “İnsanlığa Karşı Suçların Önlenmesi ve Cezalandırılması ile ilgili Taslak Maddeleri” kabul ederek Genel Kurula sunmuştur.

6. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 177 (II) numaralı kararı ile bahsi geçen Nürnberg Mahkemeleri insanlığa karşı işlenen suçlar açısından ilk hukuki belgeyi oluşturmaktadır. Sizce insanlık tarihinin başından beri dünyanın farklı yerlerinde kendini gösteren bu suç türleri üzerinde bu kadar geç çalışmaya başlanmasının sebebi ne olabilir?

1648’de kurulan modern ulus devletlerinin uluslararası sistemdeki hâkim gücünden kaynaklanmaktadır. Devletlerin egemen birimler olarak sistemin tek aktörü sayılması ve devletlerarası ilişkilerinde silahlı kuvvet kullanabilmesi ve bu konuda herhangi bir yasaklayıcı düzenlemelerin olmaması uluslararası suç kavramlarının 20. yüzyılda tartışılmaya başlanmasının temel nedenidir. Mutlak egemen birim olarak devletler savaşa başvurmayı tabii bir hak olarak gördükleri için 1945’te BM’in kuruluşuna kadar kuvvet kullanmayı yasaklama girişiminde bulunmamışlardır.

7. İnsan haklarının gelişiminin ve insanlığa karşı işlenen suçların önlenmesine karşı atılan adımlarının geleceği hakkında neler söylemek istersiniz?

Her ne kadar 1945’te uluslararası hukuk düzeni büyük bir değişim geçirmiş olmasına rağmen devletler hala egemen birim olarak sistemin tek aktörü olamasalar da en önemli aktörü olmaya devam etmektedirler. Egemen birimlerin kendi rızaları halefinde bir adım atmaları çok zor olduğu için uluslararası hukuki düzenlemelerle ilgili çalışmalar çok yavaş gerçekleşmektedir. Mesela BM Deniz Hukuku Sözleşmesinin tamamlanması yaklaşık 30 yıl sürmüştür. Hukuki bağlayıcılığı olan düzenlemelerin kabul edilmesi her zaman yavaş ve zor olmuştur. Bu nedenle de devletlerin daha çok “soft hukuk” olarak bu alanlarda daha etkin rol alacağını söylemek yanlış olmayacaktır. Uluslararası insan hakları sözleşmelerine taraf olan devletlerin sayısı fazladır fakat bu sözleşmelerle kurulan denetim mekanizmalarının yer aldığı ihtiyari protokollere taraf olan devlet sayısı nispeten ana sözleşmeye göre azdır. Bu da devletlerin ilke olarak insan haklarını koruma ve geliştirme amacında olduklarını fakat bu konuda uluslararası organ ya da mahkemeler tarafından denetlenmeye sıcak bakmadıklarını göstermektedir. Bu konuya verilebilecek en güzel örnek ise Soykırım Sözleşmesinin 9. maddesindeki sözleşmenin yorumlanması, uygulanması veya yerine getirilmesinde ortaya çıkan uyuşmazlıklarda Uluslararası Adalet Divanına yetki verilmesine ilişkin hükme devletlerin çekince koymalarıdır. Devletlerin bu konuda atacakları normatif adımlar hem yavaş olacak hem de uzun yıllar alacaktır.

Ayseren Duman 

Uluslararası Örgütler Staj Programı

Brexit Süreci Sonrası AB’nin BM Güvenlik Konseyi Temsiliyetindeki Değişim

0
1975 doğumlu Erdem Denk, lisans (1997) ve yüksek lisans (1999) eğitimini Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde, doktorasını ise aldığı YÖK bursuyla Cardiff Üniversitesi (Galler, Britanya) Hukuk Fakültesi’nde tamamladı (2005). Ocak 2013’te doçent, Mayıs 2020’de ise profesör oldu.

AÜ SBF Uluslararası İlişkiler Bölümü Uluslararası Hukuk Anabilim Dalı’nda öğretim üyesidir. 2008-2017 yılları arasında Ankara Üniversitesi Avrupa Toplulukları Araştırma ve Uygulama Merkezi-ATAUM’da müdür yardımcılığı görevini yürütmüş ve 100 sayı yayınlanan aylık ATAUM E-Bülten’in editörlüğünü yapmıştır.

Uluslararası hukuk tarihi ve teorisi, uluslararası örgütler, BM sistemi, Avrupa bütünleşmesi, uluslararası ceza mahkemesi ve evrensel yargı, nükleer silahsızlanma ile medya-dış politika ilişkisi çalıştığı konular arasında yer almaktadır.

Brexit dolayısıyla, İngiltere Avrupa Birliği’nden ayrıldı. İngiltere’nin Avrupa Birliği’nden ayrılması, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde Avrupa Birliği’nin ağırlığını azaltacak mıdır?

İngiltere’nin 1945’teki kuruluşundan bu yana daimi üyesi olduğu BM Güvenlik Konseyi’nde 1973 ile 2020 arasında üyesi olduğu AB adına (da) davrandığını söylemek kolay değil. Bu statüsünü AB’den bağımsız şekilde hak ettiğini ve sürdürdüğün düşünüyor.

AB’ye gelirsek, üyelerinden ve hatta aday ülkelerden genel dış politika ilkelerine uygun davranmasını beklediği ve hatta istediği bilinen Birliğin de dört başı mamur bir dış politikası olmadığı malum. Tabii ki özellikle Soğuk Savaş’ın sona ermesinden bu yana dış politika ve savunma konularında ortak politikalar belirlemeye yönelik ciddi adımlar atıldı. Ancak yine de AB’nin kendi tarihsel geçmişlerine göre farklı dış politika önceliklerine ve angajmanlarına sahip olan üyelerden oluştuğu ve aslında biraz da bu sayede içeride bir birlik olabildiği malum.

Ayrıca AB’nin böylesi kuralları olsa dahi İngiltere’nin bu konularda çok hevesli olmadığı biliniyordu. Burada sadece geç üye olması, üyelik sürecinin dış politikayı da ilgilendiren konularda hep sorunlar barındırması ve nihayet Brexit ile bağların kopmasını kastetmiyorum. Özellikle 18. ve 19. yüzyılda küresel bir hegemonya elde eden ülkenin sadece devam eden çıkarları nedeniyle değil Brexit’i bile etkileyen “imparatorluk gururu/kibri” nedeniyle de kendi önceliklerini kendi belirleme yaklaşımı sürdü hep. Avrupa’yla hareket etmeye kuşku ve çoğu zaman da küçümsemeyle bakmış bir ülke için trans-Atlantik bağlarını korumak ya da eski sömürgeler üzerindeki nüfuzunu kullanmak çok daha önemli görünüyor. Zaten Güvenlik Konseyi’nde de olsa olsa ABD’yle birlikte hareket etmek ve bu genel çerçeve içinde kendi önceliklerini korumak ve kollamak asıl öncelik(ti). NATO nedeniyle bu durum Fransa için de geçerli aslında. Kendi özel/ulusal kırmızı çizgileri dışında ABD’nin yanında hizalanan bu iki ülkenin olası duruşlarını kestirmek zor. Soğuk Savaş sonrasında başlayan belirsizlikler bitmek bir yana 2008 finansal kriziyle 2019 pandemisinin eklenmesiyle gittikçe derinleşiyor ve hatta biçim değiştiriyor. Ancak Trump’ın Avrupa ve NATO’ya mesafeli yaklaşımı Biden ile değişecek gibi göründüğü için Avrupa’nın ABD’yle birlikte hareket etme tutumunda şimdilik köklü bir değişiklik olmayacağı düşünülebilir. Tabii her şey biraz da Güvenlik Konseyi’nin diğer daimi üyeleri olan Rusya ve özellikle de Çin’in kısa ve orta vadede nerede olacağına bağlı.

Kısacası, AB zaten dünya siyasetinde de Güvenlik Konseyi’nde de özel olarak ağırlık sahibi değildi. Doğrudan ilgili ve istisnai durumlar dışında İngiltere de “AB üyesi” olarak pozisyon almıyordu. Öyle göründüğü durumlarda bile ABD’nin lideri olduğu Batı dünyası adına davranıyordu. Bu genel tablo değişmediği sürece zaten dünya politikasındaki siyasi ağırlığıyla bilinmeyen AB’nin Brexit ile Güvenlik Konseyi’ndeki gücünü kaybettiğini söylemek pek gerçekçi olmayacaktır. Bu olsa olsa siyaseten gerektiğinde kullanılacak psikolojik bir faktör, gerekçe ya da bahane olabilir.

İngiltere, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde Avrupa Birliği çıkarlarına ters düşecek şekilde hareket eder mi?

İngiltere, diğer üyeler gibi Güvenlik Konseyi’nde ulusal ve uluslararası çıkarlarına göre davranıyor. Bu çıkarlar AB’yle bağlantılı şekilde olduğu sürece, ölçüde ve nispette ters davranma da söz konusu olmayacaktır. Hala ABD’nin merkezinde olduğu Batı dünyasının ekonomik, politik, askeri, kültürel ve ideolojik çıkarları, aynı dünyanın parçası olan AB ile İngiltere’nin zaten pek çok konuda birlikte ya da yakın davranmalarına neden oluyor. Ama spesifik konularda farklılaşmalar olabilir ki bu zaten her zaman ve koşulda geçerli idi. Şimdi bir tür çok-kutupluluk olarak da adlandırılan dönemde konu/olay bazlı zıtlaşmalar pek tabii ki daha fazla oluyor ama Güvenlik Konseyi’nin yapısı ve burada alınan ana pozisyonlar gibi konular konjonktürel değil ancak yapısal değişiklikler olursa değişir. Eski yapının kurumlarının tam olarak çalışamadığı/çözemediği ama yeni yapı ve kurumların da oluşmadığı koşullarda kesin yargılara varmak zor. Ama köklü politika değişiklikleri için yapısal değişiklikler olması gerektiği açık. AB ve İngiltere’nin neredeyse farkı kutupların parçası olması lazım ciddi zıtlıklar olabilmesi için. 

Almanya 2019-2020 döneminde Güvenlik Konseyi geçici üyesi oldu. Geçici üyelik için başvuruda bulunmasının sebebi Brexit sürecinden mi kaynaklanmaktadır?

Hem evet hem de hayır. BM üyesi olduğu 1973’ten bu yana ortalama on yılda bir Güvenlik Konseyi geçici üyeliği yapan Almanya, yedinci kez seçildiği bu görevde dikkat çekici bir performansıyla pek hatırlanmıyor. İkinci Dünya Savaşı sürecinde ve sırasında Hitler’in yaptıkları nedeniyle cezalı olduğu gibi bunu hem hak ettiğini düşünen hem de başka alanlarda fırsata çevirmeye çalışan Almanya’nın “uluslararası güvenlik” konusunda fazla ön plana çıkmadığı biliniyor. Bir süre ordusu dahi sınırlanan Almanya, mümkün olduğunca askeri ve siyasi düzlemde düşük profil çizip ekonomik alanlarda ilerlemeye odaklandı. Hatta Çin’in daha belirgin şekilde yaptığı gibi en azından görünürde etliye sütlüye pek karışmayan bir politika izledi. 2019-2020 geçici üyeliğinin başında önceliklerini çatışmaların çıkmasını engelleme, barışçıl çözüm, iklim, kadın hakları, insani yardım ve silahsızlanma şeklinde sıralaması da bunu gösteriyor. Tüm bunlar, bir anlamda uzmanı ol(a)madığı klasik güvenlik konuları dışındaki becerilerini yaymak ve kabullendirmek olarak görülebilir.

Tabii 2019-2020 döneminde Fransa ile art arda yapılan aylık dönem başkanlığının tandem halinde kullanılması bir farklılık iddiası taşıyordu. Brexit sürecinde dünyaya, Avrupa’ya ve hatta ABD ve İngiltere’ye bir mesaj verildiği açıktı. Ama tavşan dağ doğurdu denebilir. Ne öncelikler konusunda ne de başkaca bir “barışçıl” konuda bırakın farkı moda tabirle bir farkındalık dahi yaratıldığı söylenemez. Zaten Türkiye dâhil Güvenlik Konseyi geçici üyeliği konusunda iddialı olan devletlerin hiçbirisinin Konsey çalışmalarına anlamlı bir farklılık getiremediği biliniyor. Sorun Konsey’in işleyişi ya da kimlerin daimi ya da geçici üye olduğu değil çünkü. Sorun Konsey’in bizatihi kendisi. Yapısı, kompozisyonu, görevleri ve yetkileri bir yana ismi bile sorunlu bu yapının “uluslararası barış ve güvenliği sağlamak” dediği şey de mevcut statükoyu korumak aslında. İçine giren parçası olduğu statükonun bekçisi oluyor. Dışarıda kalmayı kulübe alınmamak olarak kodlayan yaklaşımların başkaca bir hedefi de yok zaten.

Almanya’nın son yıllarda Brexit sebebiyle, Avrupa Birliği’nin Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde daha etkin bir şekilde temsil edilmesi gerektiğine dair çözüm önerileri var: bu öneriler Fransa’nın oy hakkının Avrupa Birliği’ni kapsayacak şekilde genişletilmesi veya Almanya’nın da bir oy hakkı elde etmesi gibi seçeneklerden oluşuyor. Bu önerilerin gerçekleşmesi mümkün mü?

Kısa vadede, daha doğrusu mevcut koşullarda yapısal değişiklikler olmadığı sürece mümkün değil diyebiliriz. En başta, Güvenlik Konseyi’nde hangi devletlerin daimi üyelik ve ayrıcalıklı oy hakkına sahip olduğu BM Antlaşması’nın ilgili maddelerinde açıkla düzenlenmiş. İlgili ayrıcalıkları ismen sayılan beş “daha eşit” devlete veren maddelerde herhangi bir değişiklik ancak BM Antlaşması’nın değiştirilmesiyle mümkün. Antlaşma’da bir virgülü bile değiştirmek içinse yine bu beş devletin onay vermesi, en azından veto etmemesi gerekmekte. Yani veto yetkileriyle ilgili her değişikliği de veto edebilecek devletlerden bahsediyoruz. Dolayısıyla, kurucu metin niteliğindeki BM Antlaşması’nda değişiklik yapılması için bir tür “kurucu iktidar/irade” gerektiği de düşünülürse, mevcut yapıda bir değişiklik kolay değil. Örneğin, 1945 tarihli orijinal metinde geçen SSCB’nin dağılmasından sonra bile kurucu metinde bir değişiklik yapılmadı. Konsey kararıyla ardılı olduğu kabul edilen “Rusya Federasyonu”nun daimi üyelik koltuğuna oturduğu ilan edildi. Keza yine orijinal metine göre daimi üye olan “Çin Cumhuriyeti” koltuğuna 1949’daki Mao Devrimi’nden 1971’e kadar “Çin Cumhuriyeti” adını sürdüren Formoza/Tayvan Adası’ndan gelen yetkililer oturdu. Çeşitli nedenlerle fikrini değiştiren ABD’nin Çin Halk Cumhuriyeti’ni 1971’de tanımasıyla Tayvan’ın 1949’dan beri “koltukta illegal şekilde oturduğu” ilan edildi ve yerine Çin Halk Cumhuriyeti geçti. Bugün kısaca Çin olarak anılan ve Güvenlik Konseyi’nde daimi üyelik hak ve yetkilerini kullanan devletin adı “Çin Halk Cumhuriyeti” ama BM Antlaşması’nda yazan “Çin Cumhuriyeti” ifadesi değişmedi. Hem de bu ismin kendisini işaret ettiğini iddia ve ilan eden Tayvan’a rağmen. BM Antlaşması’na SSCB yerine Rusya Federasyonu ya da Çin Cumhuriyeti yerine Halk Cumhuriyeti yazmayı önerecek biçimsel bir değişikliğe itiraz edecek devlet olabileceğini sanmıyorum. Ama böylesi biçimsel bir değişiklik bile yapılmıyorsa, sanırım bunu ancak kurucu metinde değişiklik yapma girişimlerinin mutlaka başkaca talepleri ve pazarlıkları gündeme getireceği endişesiyle açıklayabiliriz. Bu konuda bir yol açılması istenmiyor belli ki.

Bu örnekler de gösteriyor ki, daimi üyelerle ilgili usulden bir değişikliğe bile sıcak yaklaşmayan bir yapıda köklü bir değişikliğin yapılması mevcut şartlarda adeta imkânsız. Bunun için kurucu iktidar değişikliği anlamına gelecek şeyler olması gerek. Mevcut daimi üyelerin kendi statülerini değiştirecek ya da etkileyecek bir revizyona izin vermesi için mevcut düzenin yerini alabilecek yenisini kurabilecek yeni bir irade ve güç dengesinin oluşması gerek. Böyle şeyler genellikle “dünya savaşı” ile olurdu ama mevcut nükleer denge koşullarında bu da mümkün görünmüyor. 2008 finans krizi ile devam eden pandeminin uluslararası sisteme olası etkilerini ve örneğin Çin’in ekonomik ve teknolojik yükselişinin uluslararası siyaset ve güvenlik paradigmasına nasıl yansıyacağını görmek gerekecek. Tabii ciddi bir enerji birikimi olduğunu çıplak gözle bir görmek mümkün. Yeni düzenin nasıl olacağı ve kurulacağı henüz belli değil ama eskinin süremeyeceği neredeyse kesin artık.

Olası bir revizyon sürecinde Almanya, Fransa ya da AB’nin görece fazla etkili olma ihtimali ise gittikçe zayıflıyor gibi. BM özelinde bakıldığında, Güvenlik Konseyi’nde bu aktörlerin özel ayrıcalıklar elde etmesi de pek kolay olmayacaktır. Zira Fransa’nın AB adına bir yetki almasına başta Almanya olmak üzere Birlik üyelerinin hemen evet demesi için pek neden yok. Almanya’nın yetki alması daha tartışılabilir bir seçenek olmakla birlikte, uluslararası güvenlik sisteminin tanımlanışı ve işleyişi açısından bakıldığında bunun koşullarının da olduğunu söylemek zor. Nihayet AB’nin bir statü elde etmesi çok daha zor. Trump’ın bazı politikaları bu yönde ihtimalleri düşündürmüş olsa da, o dönemde bile reel hayatta karşılığının olduğu görülmeyen bir fikrin “dış politikada normale dönmeyi” savunan Biden döneminde daha da ihtimal dışı kalacağı düşünülebilir. Zaten AB’nin dünya siyasetindeki normatif ağırlığının gittikçe azaldığı da açık. Genel olarak Batı’nın, özelde de AB’nin yıldızının en parlak olduğu 1990’larda ve 2000’li yılların başında bile olamayan revizyonların olmasının artık daha da zor olduğu söylenebilir. Tabii mevcut çok-kutupluluk koşullarında yaşanan ekonomik, teknolojik ve askeri gelişmeler yeni ittifaklara kapı aralayabilir. Olası yeni bir statükonun hangi temelde ve aktörler tarafından kurulacağını belirleyecek parametrelerin hızla değişmesi pekâlâ mümkün.

Almanya’nın Güvenlik Konseyi’nde daimî üyelerinin yanında 5+1 ifadesindeki +1 kısmını temsil ettiği düşünülüyor. Bu ifade tam olarak neyi kapsamaktadır? 5+1 ifadesi ne anlama gelmektedir?

Özellikle İran’la yapılan nükleer müzakerelerde kullanılan bu ifade, biraz da Almanya’nın İran nükleer faaliyetlerindeki özel konumuyla ilgili. Malum, İran’da Şah döneminde başlayan “barışçıl nükleer faaliyetler”in kurulup geliştirilmesi büyük ölçüde ABD’nin desteğiyle olmuştu. Bu süreçte kimi firmalarıyla yer alan Almanya, 1979’da ABD-İran ilişkilerinin kopmasıyla “Batı adına” öne çıkan devlet oldu. Dolayısıyla, “İran nükleer pazarı”nda olan her şey en az Rusya kadar Almanya’yı da doğrudan ilgilendiriyor. İran’daki çeşitli ticari ve askeri çıkarları nedeniyle Rusya ile ABD arasındaki gerilimin bir anlamda yumuşatıcısı da olan Almanya, nükleer pazarlıktaki konumunu uluslararası güvenlik sisteminin önemli ve hatta vazgeçilmez bir parçası olmak için bir arayüz olarak da kullanıyor diyebiliriz. İhtiyaç duyduğu hammaddelerin yer aldığı Ortadoğu, Kafkaslar ve Hazar bölgeleriyle ilgili “ekonomik” boyutu olan alanlarda boy gösteren Almanya, böylece görünürde hep mesafeli durduğu siyasi-askeri konularda da sonuç elde etmek istiyor olabilir. Her zamanki gibi düşük profille yapılan faaliyetlerin yüksek siyaset alanında beklendiği gibi belirgin sonuç/etki doğurması ise o kadar olası ya da kolay görünmüyor hâlâ. Zira herkes uzmanı olduğu alanda nüfuz kazanıyor.

Almanya Dışişleri Bakanı Heiko Mass 2018’de gerçekleştirdiği bir mülakatta, Güvenlik Konseyi yapısının günümüz şartlarına uygun olmadığını dile getirdi, ‘Dünyadaki güç dengelerinin şu anda olduğundan daha iyi yansıtılması gerektiğine inanıyorum’ açıklamasında bulundu, bunu sağlamak için Güvenlik Konseyi daimi üye sayısının arttırılması gerektiğini işaret eden Mass ‘Özellikle Japonya, Brezilya ve Hindistan ile birlikte Güvenlik Konseyinde daimi üyelik alabilmek için çaba gösterdiklerini’ söyledi. Dörtler grubu olarak bilinen bu ülkelerin istekleri ve Mass’in açıklamaları neticesinde Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde bir reform gerçekleşmesi mümkün olur mu?

Önceki sorular için belirttiğim gibi, ekonomik ve/veya teknolojik güçlerine koşut statü isteyen bu devletlerin taleplerinin gerçekleşmesi için kurucu bir momente ihtiyaç var. Tabii mevcut koşullarda “dünya savaşı” da pek olası olmadığı için, mevcut dengenin daha da değişmesi durumunda sahadaki gerçeklerin hukuksal metinlere nasıl yansıyacağını kestirmek zor. Yeni statükoyu ancak biriken enerjiyi boşaltabilecek revizyonist güç ya da güçlerin kuracağıysa açık.

Aybanu GÖZEL

Uluslararası Örgütler Staj Programı

Normative Power and Securitization of the European Union in the Context of the Migration Issue

Abstract

In the 21st century, the European Union and Migration have become two overlapping phenomena in the global arena. The European Union is on its way to see itself as a global power different from other actors in the international arena with normative values such as human rights, democracy and the rule of law. However, the “immigration problem” brought about by globalizing world and the question of how the EU uses foreign policy tools against immigration are frequently criticized. European Union; Whether it really defends the norms of the union or is its priority to solve the security problem of the union, a detailed analysis will be made about it. In the international system, the concepts of migration and security are always on the agenda for all actors. Among the reasons for the various conflicts, there is a change in their perspective towards the issue of migration, such as the change in security issues over time. This study is trying to explain the policies of the European Union in order to securitize migration and how it secures migration. In general, the influence of the European Union on the basis of security policies against unsolved migration problem problematic influxes is discussed.

Key Words: European Union, Migration, Securitization, Foreign Policy, Normative Power.

Introduction

Migration has been a hot topic in many areas, including international relations, since the past. The concept of migration, which is sometimes discussed as a social phenomenon, is sometimes discussed by including it in political and economic issues. Immigration action means people leaving their country for a number of reasons. The reasons for people leaving their country include the social and economic welfare of the countries, political factors and preferential migration. In regions with low social and economic welfare, people can migrate because they want to live in places with higher living standards. In addition, it is observed that people who left their country for political reasons fled due to negative situations such as war, civil war and terrorism. It is obvious that people who are persecuted by their country also want to live in democratic countries. Historically, different perspectives on security have also been developed. It is seen that security has changed again as a result of the events experienced in recent periods. For example, it is experienced in what is called an age of communication and information. In addition, due to the temporal and dimensional limitlessness of globalization, the mutual dependence of the states has increased immensely, now bringing different security problems to humanity. There are serious global problems such as migration, terrorism, international crime organizations and cyber-attacks. Since its establishment, in order for the EU to become a global power, it had to be able to enforce its norms in the international arena and continue this. The legitimate spreading of principles such as democracy, human rights, rule of law, social solidarity, fundamental rights and freedoms, sustainable development, and the persuasion of third countries to act in the light of these principles are indicators that will prove whether the EU has normative power. Increasing immigration movements to Europe have led to the making of migration policies together with the concern for ‘internal security‘.

The Concept of Immigration

Migration is a situation that is frequently experienced today as in every period of human existence. Looking at the historical processes of the phenomenon of migration, for example, in the 1950s, it is seen that labour migration was experienced heavily. During this period, there was a serious labour migration to the European continent. Labour movement in the European continent caused by labour migration has seriously affected the development of the countries there. European states did not complain about the migration flow during this period.

In the years when globalization increases, the phenomenon of immigration also increases. Due to the increasing migration, various problems are beginning to arise. This situation affects states and other actors positively or negatively. There are also good aspects of the immigration situation, especially in terms of the European Continent. These include intra-European worker mobility and achieving economic welfare. On the other hand, it is considered as one of the negative effects of immigration that it may cause the deterioration of the social unity structure that is tried to be homogenized within Europe. However, when immigration does not benefit the European continent in general, it has come under discussion as an undesirable situation.

Today, discussions on migration in the axis of the European Union continue. It is clear that opposing opinions on immigration have increased. Although the European Union has tried to implement common migration policies with the member states on migration, it has not been very successful. Among the biggest reasons for this are the negative effects of anti-immigrant practices and discourses on the public. Immigration is now viewed as a security issue for states.

Immigration to Europe

 While European countries were ‘emigration‘ countries until the Second World War, they became a center of attraction for immigrants after the Second World War. Among the reasons for this, it is possible to say that the role model stance of Europe in foreign policy in the post-war period and the economic interest cooperation between Europe and Immigrants. While people were looking for opportunities to work and better life, European countries also suffered from labor shortages, which resulted in many casualties after the war. Workers who migrated to Europe from many parts of the world were regarded as ‘guest workers’ and ‘temporary residents‘, so it did not pose any problem for European countries. Since there was no need to determine any negative or common policies regarding immigrants during the establishment years, there was no situation that would pose a problem for the Community (Samur, 2008, p. 4).

The migration movements that started with ‘guest workers’ continued later with the demands of families to reunite. With the disappear of blocks in the post Cold War era, immigration to Europe intensifyed. Thus, it caused Europe to prepare the first Common Immigration Policy under the 1957 Rome Founding Treaty. In this way, the free movement of people, services, capital and workers is targeted. While the aim of the European Community from the beginning was to make maximum benefits of the labor potential, the intensity of immigration was higher than the earnings from labor. When we focus on the 1970s, increasing unemployment and economic crises with the intensification of immigration were the years when anti-immigrant discourses began. However, the 1973 Oil Crisis increased the problem of unemployment in the global context, and anti-immigrant movements continued to increase by citizens who were already European, fear losing their jobs. Immigrants and asylum seekers are no longer regarded as people who require humanitarian aid and protection or serve an economic purpose, such as worker migrants, but as people who try to benefit from the social services of the state or endanger the social order and pose a threat to the borders (ORSAM, 2012, p. 13).

 In the 1980s, the developing production technologies caused the changes in the demanded worker profiles. Thus, restrictions were imposed on recruitment of foreign workers. This was provided the basis of the illegal immigration or irregular immigration, which creates the perception of Europe as the ‘migrant problem‘. The continuation of the irregular immigrant flow has led to the start of seeing immigrants as “foreign invaders” for reasons that can easily be refuted, such as not being able to adapt to the cultural structure of the society they are going to, and being a burden on the labor market and welfare state policies (Nas, 2015, p. 177). Especially since 2010, when the Arab Spring and the Syrian civil war and the aftermath of the refugee crisis broke out, it has been observed that there has been a great increase in the number of people who want to immigrate to Europe and apply for asylum for the first time (Kanca, 2019, p. 29).

Mass migration, which began in 2011, reached record levels in 2015. The inability of Syrian asylum seekers to build a future in Turkey and the realization that the war in Syria will not end in the short term has led some asylum seekers to cross to Greece via Turkey and asylum in Europe. In the second quarter of 2015 compared to the same period of the previous year, the increase in the rate reached 85%. Among the 213,200 people who applied for asylum, Syrians, Afghans and Albanians make up the largest share (Nas, 2015, p. 177). The European Union has embarked on a platform of democratic values and human rights, on the one hand, and national sovereignty, security and economy on the other, to seek balance in international migration, and while increasing its measures to prevent new migrations, it has also tried to produce policies to ensure the integration of existing immigrants (ABKDBB, 2006, pp. 1-3).

European Union Immigration Policies

Increasing immigration movements to Europe since the 1970s have led to the making of migration policies together with the concern for ‘internal security‘. Considering migration as a union – though not in a legal context – began with the establishment of the Trevi Group in 1975. The main reason why Trevi Group was created is the establishment of an effective organization against terrorism. The 1985 Schengen Agreement, which is the basis for intergovernmental cooperation within the Union, was signed to strengthen border controls in Belgium, France, Germany, Luxembourg and the Netherlands. In this context, the establishment of the Schengen Group is seen as an attempt to strengthen borders and restrictions against immigration (Gaddes, 2001, pp. 23-24). Although the Single European Act of 1986 introduced freedom of movement of persons, it emphasized the need for new measures regarding ‘internal security’ controls. In addition, common security policies and common migration policies have been among the priorities of the Union.

In the context of immigration, the Dublin Convention has an important place in intergovernmental cooperation. According to the contract; If an asylum seeker who has applied for asylum in an EU country crosses to another EU country illegally, he / she is sent back to the country of application (Anadolu Ajansı, 2015). However, in order to prevent asylum seekers from applying to each country separately, it has been decided that all asylum applications will be evaluated by the country determined by the Convention. Migration and terrorism issues, which were initially addressed within the Trevi Group, were the issues that the member countries of the Union worked legally and jointly with the Maastricht and Amsterdam agreements. Institutional handling of these issues was integrated into the “Justice and Home Affairs” area with Maastricht, while it was included in the “Freedom, Security and Justice Area” with Amsterdam. Actually, handling immigration and security issues together stand out with the Amsterdam Treaty. The Amsterdam Agreement can be regarded as a turning point for the supranational development of migration policies in Europe. However, the regulations of the Amsterdam Agreement on the subject have brought the question of whether the Community institutions have sufficient capacity and speed in the decision-making process regarding visa, asylum and immigration arrangements and criticisms on this issue (Özerim, 2014, p. 30).

On the other hand, the 1999 Tampare and 2003 Lahey Summits were important in terms of establishing relations with transit and third countries in the context of immigration. In this way, migration is not only a matter of the Union.At the Tampere Summit, the EU revealed the need for a European common asylum system that would meet the commitments of the 1951 Geneva Convention (Kaya, 2017, p. 97). The Lahey Summit has also been a place where tight decisions have been made in terms of increasing border security to arming via FRONTEX. The FRONTEX and EUROSUR partnership plays an active role in migration management, but has also raised concerns about the right to life of migrants at the borders.

Increasing terrorist attacks in the 21st century – 9/11 Attacks, 2004 Madrid, 2005 London – have increased anti-immigration in Europe and caused the migration-terrorism relationship to become an undeniable issue. The fact that immigration became a security problem within the EU made it necessary to implement the 2008 European Union Asylum and Migration Pact. The main purpose of this pact is to prevent illegal immigration, and to increase more brain drain to Europe. In addition, the 2009 Lisbon Treaty aimed to make new regulations on immigration and asylum claims. At the same time, the Stockholm Program implemented here has demonstrated the idea of a more tightly integrated Europe against irregular immigration, with the goal of “A More Open and Safe Europe that Serves and Protects Its Citizens“. Although the member states of the European Union aim to implement a common policy against immigration and terrorism, each EU country has its own policy.

In addition, it is not possible to say that the European Union has a specific policy, since it adopted different policies according to the conjuncture of the period. Moreover, when we look at the migration policies of the EU in general, we can say that it has adopted nationalist policies aimed at driving Europe away from refugees rather than making Europe a center of attraction. Besides, we can see that it applies an assimilation model for the ‘Europeanization‘ policy for refugees living in Europe. When looking at the criticism of the EU’s migration management, basically two points are emphasized. Both criticisms in question claim that the EU does not get to the root of the problem of irregular immigration and is looking for increasingly restrictive and short-term solutions to the problem or directing solutions to third country territory (ORSAM, 2012, p. 14).

The European Union and the Migration Problem

Today, many countries of the world have developed various policies and discourses regarding securitization. The securitization of refugees and their examination under the name of actors are also the applications of these discourses. These statements are accompanied in many European countries 2015 As from producing policies on restricting the freedom to travel back no longer are, and some of the major countries to Hungary from Turkey, however, also have developed policies to ensure that controls their limit (Demirtaş, 2019, p. 5). First of all, countries that do not consider immigration to be a security threat on their borders, after some time have put up walls on their borders. Germany, which is the best example of this situation, did not hesitate to follow restrictive policies on the issue of refugees, despite the effects of the global economic crisis and European economic crisis with a strong economy. However, the fact that the anti-immigration of the far-right parties in Germany cannot be stopped during this period has also been an important issue in terms of securitizing migration (Demirtaş, 2019, p. 5).

The European Union member states, which enabled the public persuasion process to be realized before the securitization of migration, could not eliminate the negative effect of the increasing far-right parties and anti-immigration on the people. This situation can be shown as a result of the weakness of the European Union in migration policies.

Unlike Germany, it is seen that the National Unity Party’s anti-immigration opposition is also gaining momentum in France. In addition, the Brexit process, which is an important development for the European Union, results in the departure of the UK from the union. One of the underlying reasons for Britain’s departure from the European Union is the union’s unsuccessful immigration policies.

The EU, which carries out various studies on migration management, has had difficulties in gathering the member states under a common roof and policy. The most important reason why countries unite in common policies is that they do not want to adapt their migration policies to their national interests. In this context the European Union, migration associated with Turkey, to sign several treaties with countries like Jordan and the immigration problem is trying to externalize by moving around the country (Demirtaş, 2019, p. 6).

The European Union works on the externalization of migration as well as on the securitization of migration. However, securitization of migration is a multidimensional phenomenon. In Europe, the most prominent example of this situation is the active and accelerating anti-immigration attitudes of the far-right parties.

The most important of the studies carried out by the European Union within the scope of immigration is accepted as the Schengen Agreement. In this practice, it is seen that it is aimed to take various measures on issues such as immigration and asylum. With this agreement, the EU has determined its external borders against other countries. However, the immigration flow from the Mediterranean to Europe has also started to worry the member states of the Union (Özerim, 2014, p. 30). Protecting the external borders of Europe, ensuring border controls, and combating illegal immigration become the main objectives of the union on immigration.

Due to security concerns, the European Union focuses on conducting global policies regarding the management of migration issues. The European Union, which encourages regular immigration, includes illegal immigration in security studies by operating around events such as violence and terrorism.

Foreign Policy Instruments of the European Union

The EU is a sui generis structure that plays an active role in the international arena. The purpose of its establishment was initially to provide economic unity and peace. The fact that the EU is an international actor shows that it has developed various foreign policy tools in foreign policy; civilian power, normative power and military power. Deciding what fundamental power the EU has been a controversial issue.

Civil power, which includes economic power and as its name suggests, is the fulfillment and maintenance of an actor’s interests in the international system by using non-military means and methods (Duchene 1972; Zielonka 1998; K. Smith 2004; Treacher, 2004). Union was defined as a civilian power at that time, as the EU aimed at an economic union aimed at peace during its foundation years. For Europe that wants to recover itself after the war; Humanitarian and economic assistance between countries, acceptance of ‘guest worker’ to provide employment, diplomatic relations are the practices of the EU to define itself as a civilian power. Although these practices made the EU a community rivaling the USA and the Soviets in the international arena, it was not sufficient to show itself strong in foreign policy in every field. As stated by Ginsberg, the EU has limited influence on member countries, especially in foreign policy, since it is not “a nation-state, a non-state actor, nor an international organization or regime” (Ginsberg 1999, p. 432) remains (Aksoy, Uğur 2016, p. 214).

Manners suggests that in contrast to Duchene’s rhetoric about Europe as a civil power, the EU’s preferences for economic, social solidarity and sustainable peace are the most obvious traces of the EU’s normative power (Manners, 2002, p. 240). Since its establishment, in order for the EU to become a global power, it had to be able to enforce its norms in the international arena and continue this. The legitimate spreading of principles such as democracy, human rights, rule of law, social solidarity, fundamental rights and freedoms, sustainable development, and the persuasion of third countries to act in the light of these principles are indicators that will prove whether the EU has normative power (Yıldız, 2015, p. 209). Of course, the effects of normative power differ according to the conjuncture of the period. While the aims were democratization in the 19th century, in the 21st century it was based on human rights and democracy. After the Cold War, the EU was a community that stand out with its normative values. The contributions of Central and Eastern Europe in the democratization process show that power was used effectively for that period. However, it would not be possible to say that it had the same effect in the implementation of the Arab Spring. During the Arab Spring period and before it, the EU’s expansion policies to Central and Eastern Europe caused problems with the Mediterranean. In the context of the enlargement strategy, its aid for the partners has been effective in the Arab-Israeli conflict. In Egypt, where there was more violence and casualties compared to Tunisia, the EU issued a statement of condemnation of violence, but did not make a call for the Mubarak administration to leave the office, which is a step that will prevent further incidents (Küçükkeleş, 2013, p. 10-11).

Accordingly, the attitude of the EU to the process was delayed institutionally due to the reactions of the leading countries of the EU such as France, England and Germany based on national interests rather than the normative values on which the Union is based (Siypak, 2016, p. 89-90). Even within the EU itself, there are criticisms that the member states fully implement these norms. Of course, it will be difficult to have a common attitude towards the values of the Union due to the presence of 27 countries and a multi-institutional structure.

Especially with the increasing globalization in the 21st century, migration, terrorism, nationalism and ethnic diversity have also increased along with it. As a result of all these developments, the normative power of the EU has been insufficient to solve global problems and has become questionable. According to the European Security Strategy, securing the EU in the global context is now the first issue and terrorism, which increases with migration, is perceived as the primary threat. In terms of these goals, the European Defense Agency has been established. However, at this point, it becomes difficult to understand the EU’s policy. Because it is mentioned about intervention before a crisis or a threat and using military power together with other means (Özcan and Yardımcı, 2005, p. 120). Due to the insufficiency of the civilian power of the EU with globalization and the change in its goals as ‘security’ it was insufficient to make the normative power effective without military power. While EU member states and institutions were having problems in terms of making common decisions within themselves, they also showed themselves as ‘global actors‘ to third countries alone. Accordingly, it did not hesitate to use military power as well as its civil and normative power. The main focus of the development of military capabilities initiated to increase the effectiveness of EU foreign policy in the international system – in light of the lessons learned from previous experience – was to allow the formation of a military force in the form of humanitarian and rescue missions, crisis management, peacekeeping and conflict prevention tasks (Howorth, 2011, p. 208). The need to use the EU’s military power was deemed necessary for the success of normative and civilian power. Increasing terrorism activities due to immigration in the 2000s also brought the EU’s decision to develop military capacity. From this perspective, we can say that the military power of the EU has been more effective in foreign policy in recent years. Although it is thought that the EU should resort to hard power to ensure its soft power, its increasing military foreign policy tools have been criticized. For example, with regard to democracy and human rights, the EU is criticized by many developing countries. In particular, some criticisms are made that the EU is trying to develop or support democracy in third countries such as Iraq and Libya by force of arms from time to time, while maintaining good relations with the regimes in Arab countries where it has economic interests, while ignoring human rights violations in these countries (Keukeleire and Delreux, 2014, p. 143).

Migration and the Declining Impact of EU Normative Power

When we look at the history of migration, we see that there is actually a human right that shapes the world. In the post-war period, migration was needed for the welfare of many countries and people. In this context, the establishment of the European Union and the norms it has adopted and the role model stance it exhibits towards the external has become a desired target point for immigration. Due to population deficit and economic reasons, Europe’s acceptance of immigration was a situation that it deemed necessary in order to establish a union. Temporary migrants who came to Europe as ‘guest workers‘ were contributing to the provision of employment in Europe and it was not a problem for Europe to be treated as temporary. In this way, the European Community could apply the union norms comfortably and without preoccupation. In any case, what causes the European Union to become a global power different from other actors is the values and norms it has and represents.

However, even if the EU has a common foreign policy, the right of each member country to pursue different policies has also made the concept of a common norm is problematic.Principles such as democracy, human rights and the rule of law are based on the norms of the Union, and at the same time, it tries to maintain intermixing relations within different boundaries in domestic and foreign policy. However, in the context of preserving the integrity of the union, the internal and foreign policy of the union can be messed. One of the most obvious examples of this situation is the migration policy of the EU, which is on the agenda within the framework of the ongoing refugee problem (Tuncel, 2017, p. 976). Although immigration policies are primarily a matter of concern to the internal affairs of the union, it has become a subject that is also included in foreign policy due to the increasing terrorism and the cooperation with third countries. The EU, which wants to progress towards becoming a global power, tries to advance its enlargement and integrated policies by solving the security problem of the union. Anti-immigration discourses, which started with the economic crisis, accelerated with the increasing terrorism. The situation that Europe finds itself in within the framework of the ongoing “immigration crisis” shows that the common values, norms and the interests that are supposed to overlap with them are not as compatible as they are thought (Tuncel, 2017, p. 986).

In addition, the attitude of the EU in foreign policy after the Arab Spring was not at a sufficient level to solve the crisis. While popular uprisings took place in the Arab geography, the European Union was in a dilemma between “supporting the masses who went to the streets in the name of democratic governance” and “defending the stability of authoritarian regimes in the name of fighting terrorism, energy security and illegal immigration” (Marie, 2017, p. 7). The Arab uprisings and the Syrian civil war have been the events that erupted into questioning the Union’s normative power. Since 2014, approximately 22,500 immigrants, more than half of them in the Mediterranean, have lost their lives on the migration routes of the EU. Moreover, with the migration flow towards the Union, xenophobia has increased in the Union member societies, attacks on immigrant homes have increased, and developments that threaten the fundamental human right of immigrants within the Union have been encountered (Vatandaş, 2018, p. 169). During its foundation years, the EU used immigrants as a tool for its economic interests many times. However, when it comes to national security and European culture, economic interests are secondary. The biggest problem that hinders the formation of ‘Safe Europe‘ is the problem of immigration. Although the European Union does not have a clear common policy against immigrants, it causes lack of positive change in the perception of the society of immigrants and terrorists. However, it is clear that the EU is in a dilemma between ‘human rights and values‘ and ‘the integrity and norms of the union‘, and that human rights have been ignored in recent years. According to Manners, the acceptance of basic principles and approaches such as democracy, rule of law, fundamental rights and freedoms, sustainable development and social solidarity by third countries and their persuasion to act in this direction are important criteria that determine whether the EU is a normative power. When we look at the effectiveness of the EU in crisis areas in the last period, it is seen that the persuasion and influence power of the third countries in the context of these principles is quite weak (Kaçar and Öztürk, 2017, p. 366). 

The Concept of Security

The concept of security is one of the issues that are always on the agenda in international relations, as the concept of immigration. Security is a phenomenon that states and all other actors attach importance to and is undesirable. States are struggling to survive by developing various strategies in this regard.

It is observed that the perception of security has changed in the post-Cold War period. It is known that issues such as immigration and terror rather than the military field are also a matter of security. It is seen that the perspective on migration has changed in this period and in the mid-2000s. As a result of the Syrian civil war in 2011, there was a serious influx of immigrants to Europe. As a result of this influx of immigrants, it has been understood that the European Union has no potential to endure this incident.

The European Union and its member states, which were not prepared, faced serious problems regarding immigration. Today, this situation has not been solved or improved. On the contrary, it has become worse. The most important reason for its deterioration is that the national interests of the member countries are considered to be endangered. The migration and refugee problems they dealt with within the scope of security have reached unsolvable levels for the European Union. The most important reason for this is the claim that asylum seekers and refugees destroy the social structure of the member countries and damage their identities. It is seen that the phenomenon of immigration has become a security issue in this way. It is observed that the immigration problem, which is dealt with within the scope of security, can be solved by the states through political policies, but by resorting to military means when appropriate.

Within the scope of the European Union, security-oriented policies are carried out along with political policies on immigration. An example of this situation is the increase of the control of the borders of the member states against the immigration threat.

The Securitization Case

States have various strategies on security that have changed and developed since the past. In this regard, states and other actors deal with issues that they make security issues at international level. In addition, some issues and problems dealt with at national level are also wanted to be resolved within the framework of security. The European Union wants to solve the migration issue by making it a security issue today.

The Copenhagen School and the Paris School are among the two most important schools that work on securitization. The Copenhagen School, led by Barry Buzan, argues that the securitization issue gains value through discourses (Demirtaş, 2019, p. 2). The Copenhagen School speaks of how a certain issue can be resolved through political means, but instead it is turned into a security issue and resolved by these means (Demirtaş, 2019, p. 3). The subject is secured in this way. The Copenhagen School expresses that securitization is done mostly through discourses and that their applications are revealed.

In the Copenhagen School, it is mentioned that there are two ways for securitization to work properly. The first of these is the “Existential Threat” and the other is the “Reference Object“. Existential threat is the processing of the subject matter as a threat in the company of the state or another actor. If considered within the scope of refugees, the claim that refugees have a devastating effect on the existing identity model of the state and society is supported by the far-right parties within the European Union member states (Demirtaş, 2019, p. 2). This situation shows that the securitization action and policies are shaped by the discourses of the states. Another way, making it a Reference Object, is described as threatening issues or situations.

In the case of migration under consideration, it is alleged that refugees threaten the host country and disrupt its existing homogeneity. In this case, the state is considered as a reference object (Demirtaş, 2019, p. 2). As a result of this perspective, it is seen how important the actors are while shaping the perspectives on security at the international level. In this construction process, it is very important to identify threats and to adopt the policies implemented around these problems. As a result, it is inevitable to be used as a power tool (Mandacı ve Özerim, 2013, p. 107).

The Paris School, on the other hand, provides some fundamental contributions to the Copenhagen School’s propositions. He says that not only discourses have the effect and importance of securitization but also the policies implemented are also very important. It highlights a number of issues in this regard. These include building borders with neighbouring countries and increasing controls (Demirtaş, 2019, p. 4).

Conclusion

As a result, the issue of migration and refugee has become a substantial issue that determines the tools used by the European Union against foreign policy. It is criticized that the influence of the normative power, which is one of the foreign policy instruments of the Union, has decreased due to globalization and the increasing terrorist acts, while the recruitment of immigrants for various interests during the establishment years makes the civil and normative power displayed by the Union against foreign policy apparent.

First of all, the European Union is an actor known with normative values and waiting for the implementation of these values for membership conditions. On the other hand, the Union’s decisions contrary to its own norms in the context of the migration problem raise suspicions of mistrust towards the EU. Merkel said, “If Europe fails in the refugee problem, it will not be the Europe we dream of”. Increasing loss of migrant lives at the borders in recent years has created a perception of ‘fortress’ for Europe that does not care about human rights. Focusing on the Union’s migration policies and foreign policy instruments in general context, the article shows that the EU focuses on ‘securitization‘ policies as well as its use of normative values and fails to address the migration problem. As a result, the phenomenon of immigration has become the agenda in today’s Europe. It is seen that the internal conflicts and events of Europe have an effect on the Europeanization of the issue of immigration. On the other hand, the result of trying to produce common policies for immigration problems in Europe, but not being able to be produced, is that the phenomenon in question becomes a security issue.

Since the issue of migration has been examined in relation to security, the union’s perspective on security has been reshaped. Securitization of migration also takes place within this scope. In terms of the change and development of immigration governance, it is seen that a global perspective is being given to migration in Europe. Immigration problem, which still continues in Europe, will continue to exist as a process. Many policies, which take into account the values of the Union, are tried to be implemented on the security axis.

Başak ÇELİK

Duygu TEMİZ

European Studies Internship Programme

Bibliography:

Aksoy, M., Uğur, Ö. (2016). ‘The European Union Foreign Policy and Power Factors Affecting its Actorness: Civilian Power, Military Power and Normative Power’, The International Journal of Economic and Social Research, 12(1). 213-225.

Bigaç, O. (2019). ‘Avrupa Birliği’nin Orta Doğu Politikası’, Erzincan Binali Yıldırım University.

Demirtaş B. (September 2019). “Mülteciler ve Güvenlikleştirme”, Güvenlik Yazıları Serisi, (8).

Güleç C. (July 2015). “Avrupa Birliği’nin Göç Politikaları ve Türkiye’ye Yansımaları”, Turkish Journal of TESAM Academy, 2(2). 81-100.

İKV. (2017).‘Türkiye-AB İlişkilerinde Yeni Bir Konu: Mülteci Sorunu ve Türkiye-AB İşbirliği’ Economic Development Foundation Publication, (293).

Kaçar, F. and Öztürk, K. (2017) ‘Avrupa Birliği’nin Normatif Gücü Kavramsal İnceleme’, Süleyman Demirel University Journal of Social Sciences Institute, (28). 359-370.

Kanca, R. (2019). ‘The Concept of ‘’The Other” and European Union Migration Policy’. İstanbul University.

Karakaş D. (June 2016). “Mülteci Sorunu Çerçevesinde Avrupa Birliği – Türkiye İlişkileri”, ORMER, (16).

Koçak, O. And Gündüz, R. ‘Immigration Policies of European Union and It’s impact to Social Inclusion of Migrants’, Yalova Journal of Social Sciences, 66-88.

Kütük, B. (2015). ‘The Reflection of Labour Migration from Turkey to Western Europe to Sociological Studies’, Sociology Conferences (52). 609-654.

Mandacı, N. ve Özerim G. (2013). “Uluslararası Göçlerin Bir Güvenlik Konusuna Dönüşümü: Avrupa’da Radikal Sağ Partiler ve Göçün Güvenlikleştirilmesi”, Journal of Uluslararası İlişkiler, 10(39). 105-130.

Nas, Ç. (2015). ‘Türkiye-AB İlişkilerinde Geri Kabul ve Vize Serbestliği : Hareketliliğin Yönetimi’Marmara European Research Journal, 23(2). 169-185.

ORSAM (2012). ‘Global Migration and Development of Migration Policies of Turkey and the European Union Report, (123). 7-24

Özcan, M. and Yardımcı, S. (2005) ‘Avrupa Birliği ve Küresel Terörizmle Mücadele’ Economics, Political Sciences Monthly Internet Journal, (39).

Özerim G. (2014). “Supranationalisation Of The Migratıon Policies In Europe and Transformation Into A Securıty Issue: A New Phase In Hıstory Of European Migration?, Ege Strategic Research Journal, 1(1). 11-48.

Pace, M. (2007). ‘The Construction of EU Normative Power’, University of Birmingham, JCMS, 45(5). 1041–1064.

Siypak, İ. (2016). ‘Avrupa Birliği’nin Komşuluk Politikası ve Normatif Güç Tartışmaları Arap Baharı Örneği’. (Master Thesis). İzmir Kâtip Çelebi University.

Şemşit S. (2018). “Avrupa Birliği Politikaları Bağlamında Uluslararası Göç Olgusu ve Türleri: Kavramsal Bakış”, Journal of Yönetim ve Ekonomi, (25/1).

Tuncel, Z. (2017). ‘Migration and the Changing Identity Conception of the European Union in its External Relations’, Atatürk University Journal of Economic and Administrative Sciences, 31(4). 975-990.

Vatandaş, S. (2018). ‘Avrupa Birliği’nin Normatif Gücü”: İnsan Hakları ve Demokrasi İdeali Bağlamında Bir Analiz’, Bilge Strateji, 10(19). Fall, 149-176.

Yaldız, F. (2012). ‘Individual Rights in the EU and the Treaty of Lisbon’, Bilge Strateji, 4(7). Fall, 107-125.

Zorba, H. (2016). ‘Ab’nin Göçmenlere Yönelik Politikalarını Etkileyen Faktörler’, Journal of Peace Research and Conflict Resolutions, (4).

Haftalık Balkan Bülteni / 5-8 Nisan

0

 

Arnavutluk’u Avrupa Birliği’ne Götürmek İçin Her Gün Çalışmalıyız”

Sosyalist Bütünleşme Hareketi (LSI) lideri Monika Kryemadhi geçtiğimiz salı günkü (06.04.21)  konuşmasında “Arnavutluk’u Başbakan Edi Rama ve Sosyalist Parti’nin (PSE) hoyrat düzeninden çıkartmak ve Arnavutluk’un AB üyesi olması için her gün çalışmak gerektiğinin” altını çizdi.

LSI lideri ayrıca başkent Tiran’daki 7 numaralı idari birimde yaptığı konuşması esnasında Arnavutluk’un AB’ye katılımı süresince yüksek maaşlı işlere sahip olmak, modern okulların ve hastanelerin tesis edilmesi gibi tıpkı diğer değerli AB ülkeleri gibi birtakım şansları elde ettiklerini not etti.

Kryemadhi verdiği demeçte aynı zamanda LSI’nın bir aile olduğunu ve hatta diğer siyasi partilerin “Arnavutluk Sizin Yuvanız” sloganlarını örnek almak istediklerini ve partisinin bünyesinde bulunan herkesin birbirlerine yardımcı olmak hususunda ellerinden geleni yaptıklarını belirtti.

“Arnavutluk’u Başbakan Edi Rama’nın hoyrat düzeninden çıkartmak ve Arnavutluk’u AB’ye güvenli bir şekilde götürmek için her gün çalışmalıyız. Yeni yüksek maaşlı iş olanaklarına sahip olmak, seçkin öğretmenlerden oluşan ve Avrupa zihniyetini barındıran modern okullar kurabilmek ve her Arnavutluk vatandaşının hakettiği yüksek kalite standartlarına sahip modern hastaneler oluşturabilmek ve yüksek ücretli sağlık hizmetlerini bir kenara bırakabilmek için, bütün bu değişimleri gerçekleştirebilmek için 25 Nisan’da seçim sandıkların gitmemiz gerekiyor. Haydi sandığa Arnavutluk”, Sosyalist Bütünleşme Hareketi liderinin bu sözleri ise konuşmasının en dikkat çeken kısmıydı.

 

Kaynak: Albanian Daily News

Tarih: 06.04.2021

 

Košarac: Çin’e süt ihracatı için önemli bir adım gerçekleştirdik

“Yıllar süren durgunluktan sonra, yerli üreticilerin kapasitelerini ve tecrübelerini takdir ederek süreci başlattık ” dedi.

Bosna Hersek (BH) Dış Ticaret ve Ekonomik İlişkiler Bakanı Staša Košarac, Çin Halk Cumhuriyeti’ne BH’den süt ve süt ürünleri ihracatı için tamamlanıp gözden geçirilen bir anketin sunulduğunu belirtti.

Bu anket için iş birliği yapmış olan BH Veterinerlik Bürosu, Dış Ticaret ve Ekonomik İlişkiler Bakanlığı ve yetkili kurumlar Çin’e süt ve süt ürünleri ihracatı için son adım olan anketi göndererek Çin ile bir anlaşmaya gidilmesini sağladı. Kosorac’a göre, bu sürecin bir sonraki aşamasında, Çin’den BH’ye yetkin müfettişlerin gelmesi bekleniyor. BH Dış Ticaret ve Ekonomik İlişkiler Bakanlığı bunun yerli tarımsal kapasitelerin geliştirilmesi için ek bir teşvik olacağını belirtti. Çin’in BH Büyükelçisi Ji Ping’in BH’den süt ve süt ürünleri için Çin pazarının açılmasıyla sonuçlanacak faaliyetleri hızlandırma çabalarını memnuniyetle karşıladı ve minnettarlığını dile getirdi.

 

Kaynak: klix.ba

Tarih: 05.04.2021

 

Bosna-Hersek(BH) AB Delegasyonu , BH ABD Büyükelçiliği , BH İngiliz Büyükelçiliği ve Yüksek Temsilciler Derneği(YTD) BHF Menkul Kıymetler Komisyonu ile ilgili ortak bir bildiri gönderdi.

 

  • Bankaların, borsaların ve anonim şirketlerin şeffaf ve kurallara uygun faaliyet göstermesini sağlayan kilit kuruluş Bosna Hersek Federasyonu Menkul Kıymetler Komisyonu, bir yılı aşkın süredir tamamen işlevsiz oldu. Sonuçlar BH Federasyonu’nun yanı sıra tüm ülke ekonomisi için çok büyük. Komisyon, bankalar ve şirketler aracılığıyla para akışının koşullarını belirler ve bu nedenle yüzlerce şirketin, çalışanlarının ve iş ortaklarının yanı sıra vatandaşların işlerini de etkiler.
  • 100 milyon markın üzerinde yatırımlar da dahil olmak üzere 400’den fazla çözülmemiş talep Komisyon’un onayını bekliyor. Bu, ülkenin salgının neden olduğu sağlık ve ekonomik krizin sonuçlarıyla karşı karşıya olduğu bir durumda oluyor. Ekonomik iyileşme ve istihdam artışı, şirketlerin ve bankaların sermaye artırma, diğer şirketlerle birleşme veya diğer ortak ticari işlemleri gerçekleştirememesi nedeniyle tehdit altındadır. Menkul Kıymetler Komisyonu çalışanları da risk altındadır çünkü kimse maaşlarının veya sağlık sigortasının ödenmesini onaylayamaz.
  • Şirketlerin verimli finansmanı, ekonomik büyüme ve refahın başlangıç noktasıdır. Birçok kez işaret edildiği gibi, yeni işler yaratmak için ekonomik büyümeyi desteklemedeki kilit faktör, girişimcilere yatırım için paraya erişim sağlamaktır. Bunun ön koşulu, işlevsel bir Menkul Komisyonu’dur. BH Federasyonu yetkililerini, üyelerini derhal atayarak ve atamalarla ilgili kararın ilgili tüm yasalara ve seçim kriterlerine tam olarak uygun bir şekilde hızlı bir şekilde alınmasını sağlamak için gerekli tüm adımları atarak Menkul Kıymetler Komisyonu’nun çalışmalarını engellemeye çağırıyoruz.
  •  Tüm denetim organları için yüksek mükemmellik standartlarını sağlamak için bağımsızlık ve profesyonellik esastır. Kurumlar, piyasa güvenini oluşturmak için açık ve şeffaf bir şekilde hareket etmelidir. Avrupa standartları ve iç hukuk, eğitim, mesleki ve mesleki bilgi, çıkar çatışmaları, siyasi partilerin görevlerinin yerine getirilmesi, siyasi faaliyetlere katılım ve sabıka kayıtları dahil olmak üzere, Menkul Kıymetler Komisyonu üyelerinin seçimi için katı kriterler tanımlamaktadır.
  •  Bu kriterleri karşılayan ve bir şeyleri değiştirme fırsatını hak eden, uzmanlık ve deneyimlerini ülkelerinin yararına sunan birçok başarılı, çalışkan BH vatandaşı var. Piyasa katılımcıları ve şirketler, bu süreçteki tüm organların, işleyişinin derhal yeniden başlaması ve bu kurumun gelecekte herhangi bir şekilde işlev görmemesinin önlenmesi dahil olmak üzere, Komisyonun çalışmasına ilişkin durumu acilen ele almasını ister. Demokratik bir ülkede amacı Avrupa Birliği’ne katılmak olan taraflardan biri olan BH Federasyonu, önemli kurumlarından birini felç etmeyi göze alamaz.

 

Kaynak: Avaz

Tarih:06.04.2021

 

Alija Kožljak: Reformlar için herhangi bir taviz yoksa, dayatmalar yapılacaktır

ABD Dışişleri Bakanı Anthony Blinken , Bosna Hersek(BH) Cumhurbaşkanlığı üyelerine ABD’nin BH Büyükelçiliği aracılığıyla BH Anayasası ve Seçim Yasasında yapılacak değişikliklerle ilgili bir mektup gönderdi ve Blinken değişiklikleri duyurdu.

“En başından beri Dayton Barış Anlaşması ile oluşturulan Anayasanın taşa oyulmadığı ve gerekli değişikliklerin zamanında yapılacağı açıktı.” demesiyle Blinken mektubuna başladı.

Bakan, “Sejdic-Finci” kararı da dahil olmak üzere Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararlarında BH Anayasasının bazı eksikliklerinin tespit edildiğini de sözlerine ekledi. Seçim sistemi reformunun tutarlı bir şekilde Avrupa Birliği üyelik şartlarına ve Avrupa mahkemelerinin kararlarına göre yürütülebilmesi için sınırlı anayasa değişikliklerine ihtiyaç duyulacağını belirtti.

Uluslararası ilişkiler profesörü ve BH’nin NATO’nun eski askeri temsilcisi Alija Kozljak yaptığı açıklamada, bu mektupta ifade edilen görüşlerin ABD Başkanı Joe Biden’ın BH’deki reformları yoğunlaştıracağı yönündeki açıklamalara karşılık geldiğini söyledi. Bu genel kabul edilsede kesin bir mesaj olduğu da bir gerçektir. Kožljak, mektubun sadece Başkanlığa değil aynı zamanda Bosna Hersek’teki tüm yetkili kurumlara, yani ilgili kurum ve aktörlere gönderildiğini belirtti.

Blinken’in mektubunda açıkça BH’deki bütün aktörlerden uzlaşma istediğini söylediğini iddia ediyor. “Bu şekilde onlara şöyle diyorlar: “BH’deki durumu iyileştirmek için bir uzlaşma bulmak, reformları yoğunlaştırmak, BH’de yargıyı iyileştirmek, Bosna-Hersek’i ekonomik olarak güçlendirmek, yolsuzluğu azaltmak için sorumlusunuz. Bunu yapmayın, ABD muhtemelen buna alternatifler arayacaktır, ” dedi Kozljak. Strasbourg’daki İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararına uygun çözüm çerçevesinde olacak ve siyasi aktörler arasında bir çözüm bulunduracak bir iş birliğinin önemini de vurguluyan Kožljak, Seçim Yasası ile ilgili olarak Anayasa’da birtakım değişiklikler beklemenin kesin olduğunu belirtiyor. “Seçim Yasası’nda yapılacak değişikliklere odaklanacaklar, Seçim Yasası’nda en uygun değişiklikleri destekleyecek platform Amerikalılar olacak” diyerek açıklamasını sonlandırıyor.

 

Kaynak: OSLOBODJENJA

Tarih: 06.04.2021

 

Bosna Hersek Yüksek Temsilcilik Ofisi’nin Kapatılması Gerektiği Söylendi

Bosna Hersek Yüksek Temsilcilik Ofisi’nin kapatılması gerektiğini daha önce de vurgulayan Sırp Cumhuriyeti siyasetçileri, bu sefer de Yüksek Temsilci Inzko için açıklama yaptılar.

Sırp Cumhuriyeti Ulusal Meclisi, Dayton Anlaşması’nın Ek 10 maddesi için bir görüşme düzenlemiştir. Bu maddenin uygulanmasına ilişkin onayların hem Brcko Bölgesi’nden hem Sırp Cumhuriyeti’nden hem de Bosna Hersek Federasyonu’ndan gelmesi gerekmektedir. Sırp Cumhuriyeti’nin mecliste yaptığı görüşme sonucunda bu madde kabul edilmiştir.

Sırp Cumhuriyeti kanadından yapılan açıklamaya göre ise Yüksek Temsilci Inzko, bu konu ile ilgili herhangi bir anlaşmaya varmaya gerek olmadığını belirtmiştir. Bunun üzerine açıklama yapan SNSD sözcüsü Radovan Kovacevic: “Valentin Inzko 12 senedir Yüksek Temsilci olarak görev yapmaktadır; fakat kendisinin görev tanımı içerisinde Sırp Cumhuriyeti’ne karşı olmak, düşmanca bir tavır sergilemek yoktur. Inzko, Sırp Cumhuriyeti’ne ve yetkililerine bunu alenen yapmaktadır.” dedi.

 

Kaynak: SRNA

Tarih: 05.04.2021     

 

 

Altı Bulgar Partisi Bulgaristan Parlamentosunda

Bulgaristan’ın Merkez Seçim Komisyonu 6 Nisan’da yapılan parlamento seçimlerine göre 6 parti parlamentoya giriyor. GERB- Demokratik Güçler Birliği’ni yöneten koalisyon seçimlerin galibi olsa da parlamentoda çoğunluğa sahip değil.  MSK’nın açıkladığı verilere göre seçimlere yüzde 40 katılım sağlandı. GERB-UDF koalisyonu 4 Nisan parlamento seçimlerinde oyların %26,18’i ile en yüksek payı aldı.

 

Kaynak: Sofia News Agency

Tarih: 07.04.2021

 

Bulgaristan Cumhurbaşkanı, Ulusal Meclis’i Toplamaya Hazır

Cumhurbaşkanı Rumen Radev, Anayasada belirtilen süreye göre ve MSK’nın seçilmiş Millet Meclisi üyelerinin Resmi Gazete ’de yayınlanmasının ardından Ulusal Meclisi toplayacak.

Rumen Radev yaptığı açıklamada, “Toplumumuzun gündeminde, parlamento partilerinin ilgili anayasa usulüne göre hükümet kurup kuramayacağı sorusu var. Aksi takdirde, Ulusal Meclis feshedilecek ve işleyen bir parlamento olmadan anayasa değişikliklerinin uygulanması düşünülemez” diyerek düşüncelerini bildirdi. Cumhurbaşkanı defalarca Anayasa değişikliği önerme yetkisinden tamamen kendisinin sorumlu olduğunu belirtmiş, ancak bunun son derece önemli bir konu olduğunu ve temel kanunda yapılacak değişikliklerin uzun vadeli bir perspektife sahip olması ve bir kanun haline gelmemesi gerektiğini vurgulamıştır.

 

Kaynak: Sofia News Agency

Tarih: 08.04.2021

 

Bulgaristan’da Basın Özgürlüğü Ve Örgütlenme Özgürlüğü Daha da Kötüleşiyor

İnsan hakları odaklı sivil toplum örgütü Uluslararası Af Örgütünün, gazetecilerin hedef alınması ve hükümet karşıları protestoların sert bir şekilde önlenmesi ile Bulgaristan’da medya özgürlüğü ve örgütlenme özgürlüğünü daha da kötüleştiğini söyledi. Uluslararası Af Örgütü, Çarşamba günü yayınlanan 2020/2021 Dünyanın İnsan Hakları Durumu raporunda, “Organize suç ve yolsuzluğu araştıran gazetecilerin tehdit ve yıldırma şeklinde yoğun siyasi ve kovuşturma baskısıyla karşı karşıya kalmasıyla, medya özgürlüğü bozulmaya devam etti” dedi.

Örgüt raporunda, geçtiğimiz yıl başkent Sofya’da düzenlenen hükümet karşıtı protestoları haber yapan çok sayıda gazetecinin polis tarafından fiziksel saldırıya uğradığını belirtti. Bulgaristan, AB üye ülkeleri arasında en düşük sırayı gösteren uluslararası  Sınır Tanımayan Gazeteciler (STG) 2020 Dünya Basın Özgürlüğü Endeksi’nde 180 ülke arasında 111. sırada yer aldı. Uluslararası Af Örgütü’nün raporuna göre, Bulgar yetkililer 2020 yazında başlayan hükümet karşıtı protestolarla bağlantılı işletmeleri ve bireyleri, iddialara göre siyasi amaçlı kovuşturmalara ve mali denetimlere maruz bırakarak hedef aldılar.

Örgüt ayrıca, Mart 2020’de uygulanan kovid-19 acil durum önlemlerinin bir parçası olarak, Bulgar hükümetinin Ceza Kanununda yanlış bilgilerin yayılması için ağır para cezaları ve hapis cezaları öngören değişiklikler önerdiğini de hatırlattı. Öneri daha sonra ifade özgürlüğüyle ilgili endişeleri dile getirdiği için Cumhurbaşkanı Rumen Radev tarafından veto edildi.

 

Kaynak: SeeNews

Tarih: 08.04.2021

 

Bulgar Başbakan Borissov Bir Sonraki Parlamentoda Sandalyeye Oturmayacağını Söyledi

Bulgaristan Başbakanı Borissov 8 Nisan’da 45. Ulusal Meclis’te yer almayacağını söyledi ve kararı MSK bildirdi. Borissov, iki seçim bölgesinde – Sofya ve Plovdiv ‘de – seçim için aday oldu ve hangisini bir sonraki Parlamentoda temsil etmeyi planladığını seçmek zorunda kalacaktı. 4 Nisan seçimlerinde oyların en büyük payını yüzde 26,2 ile partisi GERB kazandı, ancak bir sonraki Ulusal Mecliste temsil edilecek diğer parti ve koalisyonların yapacaklarını söylediği için bir hükümet kurma olasılığı düşük görünüyor.

Borissov, seçim gecesi, Covid-19 salgınıyla mücadele etmek ve yeni erken parlamento seçimlerinin yol açtığı istikrarsızlıktan kaçınmak için bir ‘uzman Kabinesi’ne destek vermeye istekli olduğunu, ancak önerisinin diğer partilerden ve temsil edilecek koalisyonlardan hiçbir destek görmediğini söyledi. Borissov daha önce, Cumhurbaşkanı Roumen Radev GERB’ye hükümet kurma görevini verdiğinde, Başbakan adayı olarak kendi adından başka bir isim koymaya hazır olduğunu da belirtmişti. Dışişleri Bakanı Ekaterina Zaharieva 7 Nisan’da Bulgaristan Ulusal Televizyonuna verdiği demeçte, GERB’nin Borissov’dan başka birini hükümet başkanlığına aday göstereceğini, ancak potansiyel adaylarla ilgili görüşmelerin henüz yapılmadığını söyledi.

Borissov ilk olarak 2005’te Parlamento’ya ve o zamandan beri yapılan beş parlamento seçiminin her birinde seçildi. Partisinin kısa ömürlü Plamen Oresharski hükümetine karşı olduğu dönemde milletvekili koltuğunu ancak 2013 yılında aldı ve parlamento grubu lideri olarak görev yaptı.

 

Kaynak: Sofia News Agency

Tarih: 08.04.2021

 

Uluslararası Af Örgütü: Hırvatistan Göçmenlere Şiddet Uyguluyor

Uluslararası Af Örgütü, 2020’deki insan hakları raporunda, Hırvatistan’ın yasadışı göçmenlere yönelik şiddet uygulamasına devam ettiğini söyledi.

Uluslararası Af Örgütü: “Yardım kuruluşları, sıklıkla şiddet ve tacizin eşlik ettiği 15.000’den fazla geri itme ve toplu sınır dışı etme vakasını belgeledi” diyor ve bir ağaca bağlıyken polis tarafından dövüldüğü iddia edilen 15 göçmenin vakasına dikkat çekiyor.

Hırvatistan İçişleri Bakanlığı ise düzenli olarak göçmen istismarı iddialarını reddediyor.

 

  • Cinsiyete dayalı şiddet

Uluslararası Af Örgütü, “Ocak ayında, ceza mevzuatındaki tecavüz tanımını uluslararası standartlarla uyumlu hale getiren ve cinsiyete dayalı şiddet suçlarına yönelik cezaları artıran yasal değişiklikler yürürlüğe girdi,” diyerek, “rapor edilen tecavüz vakalarının sayısının iki kattan fazla arttığını” ve “değişiklikler suçun kapsamını önemli ölçüde genişletti” cümlelerini de ekledi.

  • İfade özgürlüğü

Uluslararası Af Örgütü,  “Yolsuzluk ve organize suçu araştıran gazeteciler tehdit ve gözdağıyla karşı karşıya kalmaya devam etti,” diyerek, Hırvat Gazeteciler Derneği’ne göre 2020 yılında gazetecilere “namus ve itibar ihlali” nedeniyle 900’den fazla dava açıldığını da sözlerine ekledi.

  • Roman ayrımcılığı

Uluslararası Af Örgütü ,“Romanlar eğitim, sağlık, barınma ve istihdam da dahil olmak üzere hayatın her alanında ayrımcılığa maruz kalmaya devam ediyor,” diyerek, elektrik ve internet eksikliği nedeniyle, “Roman çocuklarının çoğu, okulların kapanması sırasında herhangi bir uzaktan eğitime erişemedi. Böylece Roman ve Roman olmayan öğrenciler arasındaki eğitim uçurumunu daha da derinleştiriyoruz” dedi.

 

Kaynak: Total Croatia News

Tarih: 07.04.2021

 

Krivokapic, Leposavic’i Görevden Almak İçin Dava Açtı

Karadağ Başbakanı Zdravko Krivokapiç, Adalet, İnsan ve Azınlık Hakları Bakanı Vladimir Leposaviç’i görevden alma davası başlattı. Olağanüstü bir basın toplantısında konuşan Krivokapiç, Srebrenica’daki soykırımla ilgili açıklamanın ardından Leposaviç’e “çiviledikleri için onu çıkarması gerektiğini” belirten bir mesaj gönderdiğini söyledi. “İfadesinin, söylenenleri amorti edebilecek şekilde olacağını göz önünde bulundurdum fakat açıklama aynı arka planda kaldı ve ben bu lüksü karşılayamadım. Hükümet adına tepki verdim ve Meclisin 2009 yılında Srebrenica’daki Soykırım Kararı’nı onaylayan bir Bildirge kabul ettiğini söyledim.’’ dedi. Ona göre, Leposaviç buna “bağışık” kaldı.
 Krivokapiç, Leposaviç’ten istifa etmesini istediğini çünkü bunun kişisel bir eylemle sorumluluğu göstermenin en iyi yolu olduğuna inandığını söyledi. Krivokapiç, “Bunu Cuma günü ve bugün hükümetin bütünlüğünü korumak isteyerek yaptım. Ancak Leposaviç tutumunda tutarlı kaldığı için görevden alınmasını önermek için zor bir karar verdim.” dedi.

Kendisinin de işaret ettiği gibi, Leposaviç ender zekaya ve istisnai hukuk bilgisine sahip bir adam. Krivokapiç; “Tarım Bakanı bunu yapmış olsaydı, cehaletten yaptığını söylerdim. Ancak kendisi hem insan hem de azınlık haklarının Adalet Bakanıdır ve bu yeterlilik düzeyi için özel görüşlerini ifade etmek kabul edilemez,’’ dedi. Ayrıca ‘’Leposaviç, biyografisinde böyle olmayı hak ettiği için bir bakandır. Ama hiç kimsenin biyografisi herhangi bir faaliyet için mazeret olamaz. Bizim hakkımızda sadece eylemler tanıklık eder’’ diyerek sözlerini tamamladı. 

 

Kaynak: Mina News

Tarih:05.04.2021

Karadağ’a Havayolunun Yeni Markası: Air Montenegro

 Karadağ’da uçaklar Air Montenegro adı altında uçmaya başlayacak. Şirket markayı, “Marka adı, rolü bir markanın halk tarafından temel tanımlanmasına sahip olan sözlü bir ifadedir. Genellikle marka sahibinin adı şirketin adından farklıdır. Başarılı bir markanın oluşumunu etkileyen birçok faktör vardır. Hepsinden önemlisi kaliteli hizmetin sağlanmasıdır. Ancak şirketin tanındığı isim ve logo da önemli bir rol oynamaktadır ” şeklinde ifade ediyor. Bu durum, yeni havayolunun yeni bir isim ve logo için 500’den fazla teklif almasıyla belirlendiğini de ekliyorlar.

“İsim seçimi için alınan teklifleri seçme sürecinde, uzman jürinin herhangi bir ikilemi kalmadı. Çünkü onların kriterlerine ve en fazla sayıda vatandaşın önerisine göre, Air Montenegro markasının adı yeni için en iyi isim. Ulusal havayolunun aşaması ve tanınabilir sürekliliği gereklidir.” Kaliteli markalaşmanın profesyonelce yönlendirilen, disiplinler arası bir sürece dayanması gerekliliğini vurguluyor. “Hem gerçekleştirme hem de seçim için uzman jüri için başlı başına çok daha zor bir görev olan görsel kimlik seçimi, sunulan çözümlerde teknik uygulanabilirlik ve özellikler açısından tanınmıyor. Bu nedenle To Montenegro şirketi, logo yapmak için uluslararası bir yarışma ilan etmeye karar verdi “diyorlar. Air Montenego markasının küresel pazarlama tanıtımı da uluslararası bir rekabetle başlıyor ve amaç: Karadağ’ın gökyüzünde ve dünya havalimanlarında elçisi olmak için görsel kimliğin seçilen çözümünün seçilmesi olarak belirlendi.

 

Kaynak:CDM


Tarih: 06.04.2021

 

Djukanovic: Sağlık Sorumluluğu Paylaşılıyor

Karadağ Cumhurbaşkanı Milo Đukanović 7 Nisan Çarşamba Dünya Sağlık Günü vesilesiyle, sağlık sorumluluğunun yönetim bazında ortak olduğunu; eşit derecede vatandaşa ve devlete de ait olduğunu söyledi. Djukanovic, küresel sağlık krizinin sağlık sistemleri ve sağlık hizmetlerinin kronik zorlukları – kalite, erişilebilirlik, eşitlik ve dayanıklılık – ortaya çıkardığını hatırlattı. Ayrıca yeni zorlukların sürekli olarak uzmanlık, işbirliği ve dayanışmayı içeren yanıtlar gerektirdiğini söyledi. “Sağlık sorumluluğunun paylaşıldığını unutmamalıyız. Vatandaşa ve devlete eşit derecede aittir.” dedi. Başarının ancak ortaklaşa ve en iyi sağlık profesyonellerinin rehberliğinde yapılmasıyla mümkün olduğunu söyledi. Djukanoviç, Pandeminin, insan sağlığı ve ekonomimiz üzerindeki ağır sonuçlara ek olarak, Karadağ’ın sağlık çalışanlarında sahip olduğu zenginliği gösterdiğini sözlerine ekledi. Şu ana kadar yapılan çalışmalara, Karadağ’ın küçük bir ülke olarak elindeki sağlık profesyonellerinin yeni deneyimlerine ve kalitesine dayanarak eğitim sürecinin modernizasyonu ile sağlık sisteminin daha da iyileştirilebileceğine inandığını söyledi.

 

Kaynak:Mina News


Tarih: 07.04.2021

 

Cumhurbaşkanı Üçüncü Turda Seçildi

Önceki iki oturumda muhalefet partilerinin toplantıyı boykot etmesi üzerine salt çoğunluğa ulaşamayan Vjosa Osmani, üçüncü oturumda salt çoğunluğa ulaşarak Kosova Cumhurbaşkanı seçildi. LDK milletvekili olan Avdullah Hoti, Agim Veliu ve Driton Selmanaj’dan oy almadı. Vetevendosje Hareketi listesiyle seçime katılan Osmani, rakibini geride bırakmış oldu. Meclis Başkanı Glauk Konjufca da Cumhurbaşkanı görevini resmi olarak Vjosa Osmani’ye devretti. Görev devri sırasında yaptığı konuşmada, “Cumhurbaşkanı makamının, halkı bir bütün olarak temsil etmesi gereken en yüksek devlet pozisyonu olduğu göz önünde bulundurulduğunda Osmani’nin temsil ettiği insanlar adına bu sorumluluğu onurla yerine getireceğinden hiç şüphem yok.” dedi. Kosova Cumhurbaşkanlığı ise  Covid-19 nedeniyle  bir açılış töreni yapılmayacağını, bunun yerine görevin kabulü nedeniyle bir dizi faaliyet yapılacağını duyurdu. Programa göre, Osmani’nin Kosova Meclis binası önüne gelmesi ile saat 10:00’da başlayacak tören, Kosova Güvenlik Komutanını kabul edeceği 17:00’da sona erecek. Program sonucunda Osmani, resmi olarak göreve başlamış olacak.

 

Kaynak: Ibna

Tarih: 05.04.2021

 

Osmani’ye Gelen Kutlamalar

ABD’nin Kosova Büyükelçisi Philip Kosnett,  Kosova Cumhurbaşkanı görevine seçilen Vjosa Osmani’yi ilk kutlayan kişi oldu. Twitter üzerinden yapmış olduğu paylaşımda,  ABD’nin Kosova Cumhuriyeti ile sıkı ortaklıkta kararlı olduğunu belirtti. Avrupa Birliği de cumhurbaşkanı görevine seçilmesi nedeniyle Vjosa Osmani’yi kutladı. Kosova Demokratik Türk Partisi (KDTP) de Cumhurbaşkanı Vjosa Osmani’yi kutladı. Kutlama mesajında Osmani’nin “Kosova Cumhuriyeti’nin birliğini, bütünlüğünü ve anayasal gücünü temsil” edeceği ifade edildi. Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, mevkidaşı Vjosa Osmani ile telefon görüşmesi yaparak Cumhurbaşkanı seçilmesinden dolayı kutladı. Kosova’nın yeni döneminde Türkiye ile Kosova arasındaki ilişkilerin güçleneceğini de sözlerine ekledi.

 

Kaynak: Panorama.al

Tarih: 06.04.2021

 

Türk ve Kuzey Makedonya Adalet Bakanları Bir Araya Geldi

Türkiye ve Kuzey Makedonya’nın adalet bakanları Salı (6 Nisan)  günü Ankara’da bir araya geldi. Türkiye Adalet Bakanlığı yaptığı açıklamada, Türkiye’den Abdülhamit Gül ile Kuzey Makedonya’dan Bojan Marichikj’in iki ülke arasındaki hukuki ilişkileri görüştüğünü söyledi. Görüşmede Gül, Türkiye’nin son dönemdeki hukuk ve insan hakları reformlarının yanı sıra başta FETÖ olmak üzere terör ve terör örgütleriyle mücadelede iş birliğinin önemine değindi.

Marichikj ise, Kuzey Makedonya’nın her alanda iş birliğine hazır olduğunu ve Türkiye’nin terörle mücadelesini desteklediğini söyledi. Türkiye’de yargıyı dijitalleştirmek için atılan adımları yakından takip ettiklerini söyledi. Gül, Türkiye’nin hem dijitalleşme hem de hakim / savcı eğitimi için Kuzey Makedonya’ya her türlü desteği vermeye hazır olduğunu da belirtti.

 

Kaynak: Anadolu Agency

Tarih: 06.04.2021

 

Rusya Federasyonu Bağımsızlığını Tanımadığı İçin Kosova, Rusya Aşısına Karşı

 Ayrılıkçı / Kosova’nın başbakanı Albin Kurti, bu ülkeler Kosova’nın bağımsızlığını tanımadıkları için Rusya ve Çin’de üretilen koronavirüs aşılarına güvenmiyor. Bunu 5 Nisan’da Sağlık Bakanı Arben Viti ile düzenlediği ortak basın toplantısında belirtti.

Kurti RTS TV kanalının aktardığına göre, “Biz Avrupa yanlısı ve Avrupa-Atlantik odaklıyız, bu yüzden bizi tanımayan ülkelerin yardımına şüpheyle bakıyoruz. Şu anda durum hassas” açıklamasında bulundu.

Daha önce Priştine’nin Kosova’nın kuzeyinde ve çoğunlukla Sırpların yaşadığı Metohija’da koronavirüse karşı aşı tedarikini yasakladığını hatırlatacağız. Kosovalı Sırplar aşı olmak için orta Sırbistan ile güney Sırp eyaleti arasındaki idari sınırı geçmek zorunda kaldılar.

 

Kaynak: Regnum.ru

Tarih: 06.04.2021

 

Sırbistan Cumhurbaşkanı, Karadağ’ın NATO, ABD Ve AB’den Yana Tavrını Kınadı

Sırbistan Cumhurbaşkanı Aleksandar Vuciç 6 Nisan’da düzenlediği basın toplantısında, Zdravko Krivokapiç’in Adalet, İnsan Hakları ve Azınlıklar Bakanı Vladimir Leposaviç’in Srebrenica hakkındaki açıklamaları nedeniyle görevden alma prosedürünü başlatma kararını yorumladı. Sırbistan’ın Karadağ ile iç ilişkilere karışmadığını da sözlerine ekledi. Bu, Sırp haber ajansı Politika tarafından bildirildi.

Vuciç, Sırbistan’da bu konuda zaten çok şey bildiklerine, örneğin “Fırtına Operasyonu ve benzerlerini kutlamak için Karadağ’dan nasıl gönderildiklerine” işaret etti.

“Karadağ’ın içişlerine karışmıyoruz ve bu ülkedeki halkımıza yardım etmeye devam edeceğiz, ancak tüm Sırp vatandaşlarının Karadağ’dan Fırtına Operasyonu’nu kutlamak için geldiklerinin ve her seferinde mecbur olduklarının farkında olduklarını düşünüyorum. NATO, Dışişleri Bakanlığı ve AB temsilcilerinin söylediklerini dikkatlice dinleyin ve onların Belgrad’ın fikrini dinleme olasılıklarının çok daha düşük olduğunu. ‘-Alexander Vucic

Vuciç, diğer yandan Sırpların kendilerinin olduğu kadar başkalarının kurbanlarına da saygı göstermek zorunda olduklarını, ancak aynı zamanda Sırbistan’ın devletini ve ulusal çıkarlarını gayretle savunup savunmak zorunda olduklarını da kaydetti.

Ona göre Sırbistan’ın ne kadar zor olduğu ve bu konuda ne kadar yalnız olduğu açık.

Daha önce Leposaviç’in parlamentoda yaptığı açıklamada, “1995 yılında Srebrenica’da soykırım kastının” olup olmadığından emin olmadığını hatırlatacağız. Ona göre, yalnızca Lahey Mahkemesinin meşruiyetini yitiren kararına inanılabilir. Srebrenica’da soykırımın ancak “kesin olarak doğrulandığında” işlendiğini kabul etmeye hazır olduğunu vurguladı.

Tempest Operasyonu, Hırvat Ordusu ve Bosna-Hersek Ordusu 5. Kolordu’nun Ağustos 1995’te Sırp Krajina’ya karşı düzenlediği ortak bir askeri operasyondur. Bu operasyonun sonucu, Hırvatistan’ın zaferi ve Sırp Krajina ve Batı Bosna cumhuriyetlerinin ortadan kaldırılmasıydı. Operasyonun bir sonucu olarak, modern Hırvatistan’ın etnik haritası önemli ölçüde değişti: oradan, çeşitli tahminlere göre 200 ila 250 bin Sırp kaçtı, yüz ila birkaç bin sivil Sırp öldürüldü.

 

Kaynak: Regnum.ru

Tarih: 07.04.2021

 

Yunan Merkez Bankası Ekonominin Bu yıl %4,2 Oranında Toparlandığını Gördü

Ülke merkez bankası başkanı Salı günü yıllık hissedarlar toplantısında yaptığı açıklamada, Yunanistan ekonomisinin 2020’deki% 8,2’lik düşüşün ardından bu yıl% 4,2 oranında toparlanmasının beklediğini söyledi. Koronavirüs pandemisini kontrol altına almak için katı kısıtlamalara rağmen geçen yıl ekonominin daralması beklenenden daha az sertleşti. Hem Avrupa Komisyonu hem de Yunanistan Bankası gayri safi yurtiçi hasılada% 10’luk bir düşüş öngörmüştü.

Yunanistan Bankası Başkanı Yannis Stournaras, “İyileşme hızını etkileyecek üç faktör aşıların hızlandırılması, mali destek önlemlerinin sürdürülmesi ve ulusal kurtarma fonlarının hızlı kullanılmasıdır” dedi. Merkez bankasının tahmini, COVID-19’un yayılmasını engellemeye yönelik kısıtlamalar ağırlığını koruyacağından, Yunanistan ekonomisinin bu yıl% 3,5 oranında genişlediğini gören Avrupa Komisyonu’nun tahmininin üzerinde.

Stournaras, hükümetin faiz dışı bütçe dengesinin, salgının darbesini yumuşatmak için mali desteğin bir sonucu olarak geçen yılki% 7,0’dan bu yıl GSYİH’nın% 5,5’ini gösterme olasılığının yüksek olduğunu söyledi.Yunanistan, diğer birçok Avrupa ülkesinden daha iyi performans göstermiş olsa da, COVID-19 enfeksiyonlarındaki bir artış, hükümeti Kasım ayında daha önce kaldırmış olduğu bir kilidi yeniden uygulamaya zorladı. Stournaras, “Salgının dinamikleri ve aşıların hızına ilişkin belirsizlikle birleşen (kısıtlama ) önlemlerinin uzun süredir uygulanmış olması, ekonomik belirsizliği körüklüyor ve toparlanmayı geciktiriyor” dedi.

 

Kaynak : Reuters

Tarih : 06.04.2021

 

Yunan Siyasetçiler Rusya’nın Sputnik V Aşısı Konusunda Tartışıyor

Yunanistan Başbakanı Kyriakos Mitsotakis, muhalefet lideri Alexis Tsipras ile ülkenin Rusya’nın Sputnik V aşısını Avrupa Birliği’nin aşı çerçevesi dışında sipariş edip etmeyeceği konusunda çatıştı.

Ana muhalefetteki Syriza partisinin (Avrupa Solu) lideri Tsipras, muhafazakar Mitsotakis (Avrupa Halk Partisi) diğer AB üye ülkeleri örneğini izlemeye ve Rusya’nın Sputnik V aşısını sipariş etmeye çağırdı. İngiliz-İsveç AstraZeneca aşısının gecikmiş teslimleri nedeniyle Avrupa çapında yavaş aşı uygulaması, birçok AB başkentinde siyasi kargaşaya neden oldu.Aylardır sıkı bir şekilde kilitlenmesine rağmen, Yunanistan COVID-19 vakalarında keskin bir artış gördü. Henüz 5 Nisan Pazartesi günü, ülke 1.866 yeni vaka ve 73 ölüm kaydederken, şu anda 759 kişi entübe edilirken, halk sağlığı sistemi sınırlarına ulaştı.

Yunan başbakanı, Çipras’ın önerisine olumsuz tepki vererek, AB çerçevesi dışında herhangi bir satın alma müzakeresine karşı çıktı. Rusya’da hiçbir aşı bulunmadığını da sözlerine ekledi. Mitsotakis, “Rusya’dan aşı istesek ve Avrupa sürecini atlatma riskini alsak bile, yeterli değil” dedi. Tsipras, Almanya ve Avusturya gibi diğer ülkelerin, aşının Avrupa İlaç Ajansı (EMA) tarafından onaylanması beklentisiyle ön sipariş vermek için Moskova ile görüşmelerde bulunduğunu söyledi.

Sputnik V, EMA’nın sürekli incelemesine tabi ancak şu ana kadar pazar izni için resmi bir talepte bulunulması. Avrupa Komisyonu’nun aşı siparişi için müzakerelere başlayabilmesi için en az dört üye devletin talepte bulunması gerekiyor. Şimdiye kadar hiçbir üye devlet böyle bir talepte bulunmadı, ancak bunun yerine bazı AB liderleri doğrudan Moskova ile müzakere yapmayı tercih etti. Almanya Başbakanı Angela Merkel’in baş sözcüsü Steffen  Seibert geçtiğimiz günlerde, diğer AB ortaklarının ilgilenmemesi durumunda Berlin’in tek taraflı olarak Rus jabını almaya açık olduğunu söyledi.

 

Kaynak : EUROACTIV

Tarih : 06.04.2021

 

Yunanistan, Sırbistan ve Kıbrıs, Akdeniz Bölgesinde İşbirliği Yapmayı Kabul Etti

Yunanistan, Sırbistan ve Kıbrıs’ın dışişleri bakanları Pazartesi günü Belgrad’da yaptıkları ilk üçlü toplantıda Balkanlar ve Akdeniz bölgesinde işbirliği yapma kararlılıklarını doğruladılar.Yunanistan Dışişleri Bakanı Nikos Dendias basın toplantısında, Sırp mevkidaşı Nikola Selakovic iki ülkenin deniz bölgeleri sorununu Uluslararası hukuk çerçevesinde çözme amaçlı Yunanistan-Arnavutluk girişimini memnuniyetle karşıladığı için teşekkür etti. “Uluslararası hukuk çerçevedir: bunun üzerine dostluklarımızı, diğer ülkelerle ilişkilerimizi inşa ediyoruz. Tarihlerimizin yüzyıllar boyunca iç içe geçtiğini düşünürsek, Sırbistan gibi bir ülke ile konuşurken bunun çok kolay olduğunu söylemeliyim. Pek çok durumda ve zor koşullarda birbirimizin yanında durduk ”dedi.

Dendias, Yunanistan’ın Sırbistan ile Bulgaristan arasındaki doğalgaz bağlantısını desteklediğini de söyledi. Bu bağlantı, sonunda Yunanistan-Bulgaristan boru hattına ve daha sonra Trans Adriyatik Boru Hattı’na (TAP) bağlanacak. Yunanistan ve Kıbrıs sorununun Doğu Akdeniz’de göç cephesi ülkeleri olduğuna değinen Yunan bakan, Türkiye’nin 2016 anlaşmasına uyması gerektiğini vurguladı. “Türkiye her şeyden önce kendi topraklarından gelen göç akışlarını kontrol etmekle yükümlüdür ve bunun ötesinde AB’den dönüşleri kabul etmek zorundadır. Türkiye’nin sınır kontrolünü güçlendirmesi ve 2016 yılında AB ile imzaladığı anlaşmaya tam olarak uyması gerektiğini düşünüyorum ”dedi.

 

Kaynak : Greek City Times

Tarih : 06.04.2021

 

ABD F-16’ları Yunan Liderliğindeki Eğitim Tatbikatına Katılacak

6 Nisan (UPI) – ABD Hava Kuvvetleri Havacıları ve İtalya’nın Aviano Hava Üssü’ndeki 31. Avcı Kanadına atanan F-16C Fighting Falcon uçağı, çok uluslu bir saha eğitimi tatbikatı için Yunanistan’a geldi.Yunan hava kuvvetleri tarafından yönetilen ve 12 Nisan – 22 Nisan tarihleri arasında gerçekleşecek olan INIOHOS 21, savaşa hazır olma ve savaşma kabiliyetini artırmayı hedeflerken, aynı zamanda çok uluslu, ortak bir kuvvetle karmaşık hava operasyonları yürütme fırsatı sunuyor. Amerika Birleşik Devletleri ve Yunanistan’ın yanı sıra Kanada, Kıbrıs, İsrail, Slovenya, İspanya ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin katılması planlanıyor. USAFE-AFRICA komutanı ABD Hava Kuvvetleri Komutanı Jeff Harrigian, “INIOHOS, Havacılarımızın Yunan müttefiklerimizin yanı sıra diğer tatbikat katılımcılarıyla birlikte eğitim almaları ve onlardan öğrenmeleri için önemli bir fırsat” dedi. “Hem askeri ittifakımızın temelini oluşturan ilişkileri geliştiriyor hem de birlikte çalışabilirliğimizi artıran kritik becerileri iyileştirmek için fırsatlar yaratıyor.” Tatbikata İngiltere, Romanya ve Almanya’da konuşlanmış ABD Uçakları da katılacak.

 

Kaynak : UPI

Tarih : 06 04.2021

 

Yunanistan-Mısır-Kıbrıs Askeri İşbirliği Anlaşması İmzaladı

Yunanistan, Mısır ve Kıbrıs Ulusal Savunma Genelkurmay Başkanlığı Salı günü bir araya gelerek Üçlü Askeri İşbirliği Programı anlaşması imzaladı. Bu Programın imzalanmasıyla, üç ülkenin Silahlı Kuvvetleri arasındaki askeri işbirliği ve birlikte çalışabilirlik, daha fazla ortak tatbikat ve eğitim faaliyetleri ile daha da geliştirilecek. Programın imzalanmasının ardından Yunan Genelkurmay Başkanı Orgeneral Konstantinos Floros, Mısır ve Kıbrıs askeri heyetlerinin başkanlarını kabul etti. Oldukça sıcak bir ortamda gerçekleşen görüşmede, ortak ilgi alanları tartışıldı ve üç ülkenin son dönemde geliştirdiği yakın ilişkilerden özel olarak bahsedildi. Bu gelişme, Doğu Akdeniz’de güvenlik ve istikrarın pekiştirilmesine katkıda bulunan geniş bir tatbikat ve işbirliği ağı sayesinde olmuştur.

Kaynak : Greek City Times

Tarih : 07.04.2021

 

Yunanistan, Kıbrıs ve Sırbistan Dışişleri Bakanları Altı Ayda Bir Toplanacak

Yunanistan, Kıbrıs ve Sırbistan dışişleri bakanları Nikos Dendias, Nikos Christodoulides ve Nikola Selakoviç 5 Nisan pazartesi günü uluslararası hukuka saygı gösterme, görüş alışverişinde bulunma, birbirlerini destekleme ve altı ayda bir toplanma konusunda anlaştılar.

Görüşmelerin gündeminde enerji, göç, koronavirüs salgını, siyasi ve ekonomik ilişkilerin güçlendirilmesi, dijital pazar, turizm, tarım ve akademik topluluklar ile diasporaları birbirine bağlamak vardı.

Selakoviç, iki bakana Sırbistan’ın bütünlüğünü ve egemenliğini destekledikleri için teşekkür ederek, Belgrad’ın Ankara ve Arnavutluk ile sınır diyaloglarında Atina’yı desteklediğini de sözlerine ekledi.

Christodoulides, toplantının her halükarda üç ülke arasındaki güçlü bağlara odaklandığını söyledi. Ülkesinin Kosova’nın bağımsızlığını tanımama kararını teyit ederek, “İlişkilerimiz güçlü, tarih, medeniyet, kültür ve siyasete dayanıyor ve ortak çıkarımızın olduğu alanlarda işbirliğimizi derinleştirmeyi amaçlıyoruz” açıklamasında bulundu.

Dendias gazetecilere verdiği demeçte, üçlü toplantının mantığının uluslararası hukuka saygı gösteren ülkeleri bir araya getirmek olduğunu söyledi. Atina’nın Sırbistan’ın Avrupa Birliği’ne giden yolunu güçlü bir şekilde desteklediğini ve ülkenin Avrupa’ya ait olduğunu da sözlerine ekledi.

 

Kaynak: N1

Tarih: 05.04.2021

 

Yunanistan’ın Geri Göndermeye Çalıştığı Göçmenleri Sahil Güvenlik Kurtardı

Düzensiz göçmenleri Türk kara sularına geri itmeye çalışan Yunan sahil güvenlik botuna Türk sahil güvenliği müdahale etti. O anlar insansız hava aracı (İHA) tarafından anbean görüntülendi.

Yunanistan sahil güvenliğinin 2 Nisan’da aralarında çocukların da bulunduğu düzensiz göçmenlere karşı gayriinsani tutumu ve Sahil Güvenlik Komutanlığı ekiplerinin yardım eli uzatması, bölgedeki İHA tarafından kaydedilen görüntülere yansıdı.

Kayıtlarda, Yunanistan’a ait LS-70 sahil güvenlik botunun Midilli Adası’nın kuzeyinde çocukların da bulunduğu 20-25 kişilik düzensiz göçmen grubunun lastik botuna tehlikeli şekilde yaklaştığı, tehlikeli manevralarla botu Türk kara sularına geri ittiği görülüyor.

Görüntülerin devamında Sahil Güvenlik Komutanlığına ait botun gelmesi üzerine Yunan botunun düzensiz göçmenlerin bulunduğu botun yanından uzaklaşması, düzensiz göçmenlerin de Türk sahil güvenlik ekipleri tarafından kurtarılması yer alıyor.

 

Kaynak: Time Balkan

Tarih: 05.04.2021

 

Alman ZDF Kanalı Yunanistan’ın Mültecilere Karşı Yasa Dışı Uygulamalarını Belgeledi

ZDF, Yunan sahil güvenlik botunun yasa dışı şekilde mültecileri engellemesini görüntüledi.

ZDF ekibi Yunan Midilli Adası arasındaki deniz koridorunu denetleyen Türk Sahil Güvenlik ekiplerine eşlik ederek Yunanistan’ın mültecileri geri ittiği yasa dışı uygulamayı belgeledi.

Midilli açıklarındaki Yunan kara suları sınırında AB Sınır Güvenlik Ajansına (Frontex) bağlı bir botun yanına gelen iki Yunan sahil güvenlik botunun sığınmacıların lastik botunu hareketsiz hale getirdiği görülüyor.

Yunanistan’ı geri itmesinin ardından Türkiye tarafından kurtarılan Yusuf Ali adlı Filistinli mülteci ZDF muhabirine Yunan polisinin acımasız müdahalesine dikkati çekerek, “Bizlere yumruk ve sopalarla vurdular. Bizi batırmak istediler. ‘Defolun Türkiye’ye geri dönün’ diye bağırdılar.” ifadelerini kullandı.

Görüntülerde görüşüne yer verilen diğer bir mülteci kadın ise “Bundan birkaç gün önce karşıdaki Yunan adasına geçmeyi başardım. Ancak orada bizi çocuklarla birlikte lastik bir bota yerleştirdiler ve ters istikamette yeniden denize saldılar.” diyerek Yunanistan’ın insanlık dışı uygulamasını eleştirdi.

Alman muhabir ayrıca mülteci botlarının Yunanistan tarafından Türk kara sularına yönlendirilmesinin ardından şişme bottaki mültecilerin Türk Sahil Güvenlik görevlileri tarafından kıyıya alınabildiğine dikkati çekerek, “Bu arada Frontex bütçesinin 1,6 milyar avroya yükseltilmesi planlanıyor. Avrupa kaleyi sağlamlaştırıyor.” değerlendirmesinde bulundu.

Kaynak: Time Balkan

Tarih: 06.04.2021

 

BM Hırvatistan’ı Uyardı: Göçmenlere Şiddete Son Verin

Bosna Hersek’teki Birletmiş Milletler (BM) Misyonu, Hırvat polislerin sınırda toplu halde sığınma talebinde bulunan göçmenlere ağır şiddet uygulayarak geri çevirdiğini aktardı ve bu duruma acil son verme çağrısı yaptı.

Sığınma talebinde bulunan göçmenler Hırvat polislerin şiddetine uğradı. Göçmenlere şiddet uygulayan polisler, 50 göçmeni yaraladı. Olay, BM ekiplerinin sınırda yaralı göçmenlerle karşılaşmasıyla ortaya çıktı. BM olay sırasında Hırvat polisinin sınırı geçmeye çalışanların cep telefonlarını, paralarını ve eşyalarını alarak sopalarla dövdüğünü bildirdi.

Birleşmiş Milletler’in Bosna Hersek Temsilciliği olayı duyururken toplu olarak sınır dışı edilmeleri durdurmak için acil eylem çağrısında bulundu. Misyon uluslararası hukuk ve AB hukuku uyarınca göçmenleri bireysel değerlendirme yapmadan geri gönderme ve toplu sınır dışı etmenin yasak olduğunu vurguladı.

BM yetkilileri “İlgili devletleri 2 Nisan’da meydana gelen olayı soruşturmaya ve tüm faillerin uygun şekilde cezalandırılmasına çağırıyoruz” dedi.

Yaralı göçmenlere acil tıbbi yardım sağlandı.

Olayla ilgili Bosna Hersek veya Hırvatistan’dan bir açıklama gelmedi.

Hırvat makamları, geçmişte de Bosna’dan AB üyesi Hırvatistan’a geçmeye çalışan göçmenlere karşı şiddet uyguladığını reddetmişti.

 

Kaynak: Time Balkan

Tarih: 06.04.2021

 

IMF Hırvatistan’ın 2021 GSYİH Büyümesini  %4,7’ye Düşürdü

Uluslararası Para Fonu (IMF) 6 Nisan salı günü yayınlanan bir raporda Hırvatistan’ın 2021’deki GSYİH büyüme tahminini yüzde 4,7’ye düşürdü. Ekonominin toparlanmasını ve 2022’de salgın öncesi seviyesine dönmesini beklediklerini de eklediler.

IMF Dünya Ekonomik Görünümünde, Hırvatistan’ın GSYİH’sinin 2020’de yüzde 9,0 küçüldüğünü belirterek, geçen sonbahardan itibaren tahminini yeniden teyit etti. 2021’de yüzde 4,7 GSYİH büyümesinin ardından (önceki yüzde 6,0 tahmininden aşağı revize edildi), GSYİH’nın 2022’de yüzde 5,0 artması bekleniyor.

IMF, Hırvatistan’ı bu yıl ve önümüzdeki yıl en yüksek büyüme oranlarını kaydetmesi beklenen yükselen Avrupa ekonomileri arasına dahil etti.

Öte yandan, Hırvatistan’ın cari hesap açığı bu yıl GSYİH’nın yüzde 2,3’ü olarak tahmin ediliyor ve bu da Ekim raporuna göre 0,8 puan daha düşük. 2020’de cari açık, sonbahar raporuna göre 0,3 puan artışla yüzde 3,5 olurken, 2022’de yüzde 1,6’ya düşeceği tahmin ediliyor.

Bu yıl için işsizlik oranının geçen sonbaharda tahmin edilen yüzde 10,3’ten yüzde 9,4 olacağı tahmin ediliyor. 2020’de yüzde 9,2 olan oranın 2022’de yüzde 9,0’a düşmesi gerekmekte. 2021’de tüketici fiyatlarının Ekim ayında öngörülen yüzde 0,8’e kıyasla yüzde 0,7 artması bekleniyor. 2020’de enflasyon oranı tahmin edildiği gibi yüzde 0,3 olurken, 2022’de tüketici fiyatlarının yüzde 1,2’ye yükselmesi bekleniyor.

 

Kaynak: N1

Tarih: 06.04.2021

 

Bahreyn Heyeti Sırbistan’ı Ziyaret Etti 

Sırbistan Cumhurbaşkanı Aleksandar Vučič, Sırbistan’a iki günlük bir ziyarette bulunan Bahreyn Krallığı İnsani İşler, Gençlik İşleri ve Ulusal Güvenlik Danışmanı Şeyh Nasır bin Hamad bin İsa El Halife ile bir araya geldi. Görüşmenin ardından Cumhurbaşkanı Vučić, ülkeyi ziyaretinden kısa süre sonra Bahreynli bir heyetin Sırbistan’ı ziyaret etmesine karar verildiği için minnettarlığını ifade etti.

Başkan Vučić, “Manama’daki ilk toplantıda, egemen ve bağımsız ülkelerin işleyiş şekli gibi birçok önemli konuda karşılıklı güven inşa ettik ve bu Belgrad’da da devam ediyor” dedi ve hızlı ilerlemeye bir süre içinde şahit olunacağını vurguladı. Birkaç yıl ve Sırbistan ile Bahreyn arasında daha yakın bir ortaklık olacağını ve dostane ilişkilerin geliştirileceğini ifade etti.

“Güven oluşturmanın ve yakın işbirliğinin yanı sıra, ilişkilerin daha da gelişmesi için çalışabilmek için somut eylemlere geçmeliyiz. Çifte vergilendirmeye devam etmeyi ve Sırbistan ile Bahreyn arasında kapsamlı bir hükümetler arası anlaşma imzalamayı kabul ettik ve bu nedenle tüm alanlarda işbirliğine kararlı olduğumuzu gösterdik” açıklamasında bulundu.

Ayrıca Vučić, belirli projeleri ve her ülkenin uluslararası organizasyon ve kurumlarda birbirlerine sağlayabilecekleri desteği tartışacaklarını söyledi. “Az sayıda işlemi artırmalı ve gerçek bir işbirliği oluşturmalıyız. Başkan Vučić, ilişkilerimizin daha da gelişmesine katkıda bulunacak ortak bir işbirliği komitesi kurmak için bir girişim başlattık” dedi.

Şeyh’ten kendisini Sırbistan’da ağırlaması için Kral Hamad’a selamlarını iletmesini isteyen Vučić, “Sırbistan’da samimi bir dostunuz ve çok sadık bir ortağınız olacak. Sadece kendi çıkarlarıyla değil, aynı zamanda dostunun çıkarlarıyla da ilgilenecek biri” sözlerini sarf etti.

Bahreyn Kralı Majesteleri Sözcüsü Şeyh Nasser bin Hamad bin Isa Al Khalifa, resmi ziyaretinin ikili ilişkilerin öneminin yanı sıra iki ülke arasındaki ortaklığın değerlerine dikkat çektiğini söyledi.

Ortak bir basın toplantısında konuşan şeyh, “Artan ortaklığın iki ülke arasındaki diplomatik, ekonomik ve stratejik bağlarla güçleneceğini umuyoruz” diyerek Bahreyn Kralı’nın ve tahtın varisi Prens Selman’ın selamlarını ve en iyi dileklerini iletti. İki ülke liderlerinin ortak vizyonlarını gerçekleştirmeye yönelik somut adımlar üzerinde anlaşmak için Bahreyn’in ekonomik ve stratejik kurumlarının üst düzey temsilcileriyle birlikte Belgrad’da bulunduklarını belirtti.

Ziyaretin ikinci gününde, Cumhurbaşkanı Vučić ve Temsilci Şeyh Nasser bin Hamad bin Hamas bin Isa Al Khalim’in katılımıyla Batanica’daki Albay Milenko Pavlovic Askeri Havaalanında Sırp Ordusu birliklerinin silah, askeri teçhizat ve yeteneklerini gösteren bir gösteri düzenlendi.

 

Kaynak: Independent Balkan News Agency

Tarih: 07.04.2021

 

 

HAZIRLAYANLAR:

Aybüke Koçak, Didem Şimşek, Dilara Nesrin Bulut, Dilek Keçeci, Ece Sumru Güvemli, Elifnur Ayhan, Hatice Deniz Hızal, İleyna Savuk, Melisa Agoviç, Rümeysa Güner, Şamil Orhan, Taha Yüceses

TUİÇ Balkan Stajyerleri

 

Doç. Dr. Mine Pınar Gözen Ercan ile “İnsani Müdahele” Kavramı Üzerine Röportaj

Bu röportaj, Tuiç Akademi O-Staj Programı Uluslararası Hukuk Stajyeri Yasemin Çakmak tarafından, Doç. Dr. Mine Pınar Gözen Ercan ile “İnsani Müdahele” Kavramı Üzerine yapılmıştır.

1. Merhaba, öncelikle kendinizden bahseder misiniz?

Ben Doçent Doktor Pınar Gözen Ercan. Hacettepe Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümünde öğretim üyesiyim. Aynı zamanda Devletler Hukuku ana bilim dalı başkanıyım. 2013 yılından beri Hacettepe Üniversitesi’nde görev yapıyorum. Doktora derecemi İtalya’da Trento Üniversitesi’nden aldım. Öncesinde de lisans ve yüksek lisans derecelerimi yine uluslararası ilişkiler bölümünden olmak üzere Bilkent Üniversitesi’nden aldım. Öncelikle araştırma alanlarım arasında “koruma sorumluluğu” var. Yayınlarım bu alan üzerine yoğunlaşıyor. Onun haricinde Uluslararası Hukuk, Deniz Hukuku ve Uluslararası İlişkiler Teorileri alanlarında da çalışmalarıma da devam ediyorum.

2. İnsani müdahale nedir?

İnsani müdahale dediğimiz şey aslında tarihi çok eskiye dayanan ama modern anlamdaki haliyle tanımı; Soğuk Savaş döneminde ve özellikle sonrasında, 1990’larda son haline ulaşan bir kavramdır. İnsani müdahale dediğimiz zaman aslında bahsettiğimiz kavramın tanımını birkaç parçalı olarak yapacak olursak: Bir başka devletin topraklarında meydana gelmekte olan/ devam eden büyük ölçekli insan hakları ihlallerini durdurmak amacıyla yapılan askeri güç kullanımıdır. Bu, bir devlet, bir devletler koalisyonu/ gönüllü devletlerden oluşan bir koalisyon, bir bölgesel ya da uluslararası örgüt tarafından da gerçekleştiriliyor olabilir ama buradaki temel kıstas bizim için güç kullanımına dayalı olması ve büyük ölçekli insan hakları ihlallerini durdurmak amacıyla bu güç kullanımının başka devletin topraklarında gerçekleştirilmesidir. Bu anlamda insani yardımdan farklı olarak, insani müdahale yapılırken güç kullanımı için söz konusu devletten izin alınması şartı yoktur. Fakat söz konusu bu devlet, büyük ölçekli insan hakları ihlallerini kendisi gerçekleştirmiyorsa, yardım olarak diğer devletlerden de isteyebilir ya da kendi eliyle gerçekleşiyorsa o zaman onun rızası olmadan da gerçekleştirilebiliyor.

3. İnsani müdahalenin Soğuk Savaş sonrası dönemde artmasının nedeni/ nedenleri nelerdir? Bu dönemi insani müdahalenin kırılma noktası olarak kabul edebilir miyiz?

Edebiliriz. Aslında insani müdahalenin ilk örnekleri Soğuk Savaş döneminde ortaya çıkmıştır. Hindistan’ın Doğu Pakistan’a, Tanzanya’nın Uganda’ya müdahalesi bunların örnekleridir. Fakat Soğuk Savaş döneminde, o dönemki konjonktürün de etkisiyle, görüyoruz ki müdahale eden devletler insani müdahale gibi bir tanımlama yapmıyorlar. Ya bunu kendi güvenliğimiz için yaptık diyorlar -çünkü ciddi sayıda gelen mülteci var ve onların düzenine etki ediyor- ya da sınırdaki yığılmalar bu anlamda etki edebiliyor. Güvenlik Konseyi’nde zaten buna dair herhangi bir yetkilendirme söz konusu değil. Dediğim gibi, o Soğuk Savaş dönemindeki iki kutuplu/ iki süper güçlü yapıda iki taraf da birbirine herhangi bir koz vermek istemediği için Güvenlik Konseyi’nden böyle bir karar geçmiyor. Bu anlamda Güvenlik Konseyi, yetkilerini klasik anlamda ve dar biçimde tanımlıyor. Yani uluslararası barışa ve güvenliğe tehdit oluşturan durumlar çerçevesinde insan hakları ihlallerinin büyük ölçekli ihlallerini değerlendirmiyor. Ama 1990’larda, o siyasi havanın da değişmesiyle, Güvenlik Konseyi’nin yetkisini daha geniş bir şekilde yorumladığını görüyoruz. Bu durumda, gelişen, daha doğrusu genişleyen, güvenlik anlayışının da etkisi var. Nedir bu güvenlik anlayışı? Devletlerin milli güvenliğinin ötesinde, insani güvenlik, çevre güvenliği vb. farklı güvenlik anlayışları da ortaya çıkıyor. 1994’de UNDP’nin raporunun da bunda çok etkisi var. Güvenlik anlayışının genişlemesiyle birlikte -1990’larda yaşanan büyük ölçekli insan hakları ihlali örneklerinin de etkisiyle- Kuzey Irak ile başlıyor, Somali, Ruanda, Bosna Hersek, Kosova örnekleri var. Güvenlik Konseyi’nin bu tip durumları uluslararası barış ve güvenliğe ya da bölgesel barış ve güvenliğe tehdit algılıyor hale gelmesiyle ve yetkisini bu anlamda kullanmaya başlamasıyla birlikte insani müdahalelerin gerçekleştiğini ya da güç kullanımının Güvenlik Konseyi tarafından yetkilendirildiğini görüyoruz.

4. Birleşmiş Milletler birçok insani müdahalede bulunmuştur. Bunlar ne derece başarılı olmuştur? Başarılı olamamasının nedenleri nelerdir?

Başarı dediğimiz şey göreceli bir kavram aslında. Kime göre, neye göre, hangi açıdan başarı? Mesela Somali örneği aslında insani müdahale ile ilgilidir. Devletlerin kendi çıkarlarına uyduğu tanımına çok uyan bir müdahale değil ama başarısız bir müdahaledir. Buradaki başarı kıstasını mevcut durumu iyileştirip iyileştirmeme olarak alacak olursak, ideal anlamdaki insani müdahalede amaç; zulümlerin durdurulması ve mağdur edilen insanların mağduriyetinin giderilmesi, ölümlerin engellenmesidir. Yapılan müdahale eğer durumu mevcuttan daha iyi bir yere götürüyorsa belirli açılardan başarılı bir müdahale deme şansımız var. Somali bunun başarısız bir örneği o anlamda, durumu daha da kötüleştirdi. Somali hala uluslararası politika açısından bakıldığında ‘failed state’ tanımı içerisinde geçiyor. Hala durum düzeltilmiş değil birçok açıdan. Fakat Bosna Hersek müdahalesine bakacak olursak, legal bir müdahaledir ve meşruiyetinin ötesinde Güvenlik Konseyi yetkilendirilmesi ile gerçekleştiği için uluslararası hukuka da uygundur. Diğer taraftan geç yapılan bir müdahaledir. Dolayısıyla yeterince başarılı mı? Dediğim gibi orada başarıdan ne anladığımıza bağlı. Fakat durdurmayı başardı mı sonunda? Evet, başardı. Geç bir müdahale miydi? Evet, geç bir müdahaleydi. Daha önce olması gerekirdi. Bunun farklı bir örneği Kosova’dır. Kosova illegal bir müdahaledir fakat meşruiyeti savunulabilecek bir müdahaledir. Yapılageliş itibariyle, yani askeri müdahalenin gerçekleniş şekli itibariyle gayri meşru olduğunu da söyleyenler de var. Kosova örneğinde zamanlı bir tepki var. Ama orada da şu açıdan bir başarısızlık söz konusu: verdiği zarar, yapılan müdahale sırasında ve uluslararası hukuka uygunluk açısından, doğurduğu soru işaretleri açısından. Yani ideal bir insani müdahale örneği var mı? Hayır, yok. Hepsi bir yerden bir şekilde, belirli açılardan, başarısız olarak nitelendirilebilir. Ama Bosna Hersek amaca ulaşmış olması itibariyle, Kosova yine aynı şekilde mezalimi durdurmuş olması itibariyle başarılı sayılabilecek örneklerden diyebiliriz. Ruanda zaten baştan sona bir başarısızlık örneği. Her şey çok geç yapıldı, yapıldığında da yeterli olmadı gibi sıkıntılar var orada da.

5. Peki Bosna Hersek örneğinde, başarılı diyoruz ama geç gerçekleşmiş olması birçok ölüme de sebep olduğundan başarısız da diyemez miyiz?

Aslında, koruma sorumluluğunun kavramsal olarak 2000’li yıllarda ortaya atılmasının nedenlerinden bir tanesi de bu olmuştur. Zaten insani müdahale dediğimiz şey çok geç ortaya çıkıyor. Yani uluslararası güvenlik ve barışa bir tehdit ortaya çıktıktan sonra diyoruz. Bosna’da zaten sıkıntı olan şey; neden başlarken ya da başlamadan önce, bu tehdit görüldüğünde önleyici bir şey yapılmadığıdır.. Askeri müdahale yapılsın anlamında demiyorum bunu. Zaten askeri müdahale tercih sebebi değil. Çünkü her ne olursa olsun, her ne kadar ‘başarılı’ olursa olsun, yine bir yıkıma/zarara neden oluyor.

6. Özellikle Ruanda’da, Birleşmiş Milletler güçlü devletlerden meydana gelmesine rağmen, binlerce insan katledildi. Bunu durdurabilme güçleri yok muydu?

Bunu durdurabilme güçleri belirli ölçüde var aslında. Buradaki mesele imkanlarının ya da güçlerinin olup olmaması meselesi de değil. Biraz daha siyasi iradeyle alakalı ve o anlamda aslında temel sıkıntılarımızdan bir tanesi devletlerin buna yeterince destek olmak istememeleri. Yani bazı devletler kendi askerlerini korumak istiyorlar. Aslında, Birleşmiş Milletler’in en zayıf noktası budur. Gerek barış güçleri açısından olsun gerekse de bir ordusunun olmaması yönüyle olsun. Bu anlamda buna katkı sağlayacak elinin altında devletler yok ve devletleri buna zorlayamıyor. Kimisi askeri eğitimle halledeceğini söylüyor, kimisi finansal olarak destek vermeyi tercih ediyor. Amerika mesela, özellikle Trump döneminde çok sıkıntılıydı. Birçok şeyden Amerika desteğini çekti, bunu bir tahakküm aracı olarak da kullandı o dönemde. Aslında buradaki sıkıntı, dediğim gibi, siyasi iradeden kaynaklanıyor. Suriye’deki askeri varlığı görüyoruz. Suriye’de insani müdahaleye dair bir şey yok ya da koruma sorumluluğu yerine getirilmiyor. Fakat askeri olarak orada bulunan o kadar çok ülke var. Açıkçası bu iki durum birbirinin antitezi gibi karşımıza çıkıyor. Buradaki esas sıkıntı Birleşmiş Milletler’in böyle bir altyapısının olmaması. Aslında, daimî bir Birleşmiş Milletler ordusu da fikirler arasında yer almıştır. Fakat bu hayata geçirilmiş bir şey değil. Ama Ruanda’daki olay, onun da ötesinde, devletlerin direkt olarak girmek istememesi ya da çok dahil olmak istememesi ile alakalı. Bunu, devletlerin çıkarları, ekonomik durumları, öncelikler tanımlayabilir. Dolayısıyla sadece Ruanda’da değil, mesela Darfur Güney Sudan oldu ama hala çözümlenemedi ki aslında belirli bir noktadan sonra uluslararası toplum belirli ölçüde dahil olmuştu. Günün sonunda barışçıl bir şekilde ayrılmayı başardılar vs. ama birçok yerde devam eden şeyler var. Mesela Myanmar bir diğer örnek, Çin’de Uygurlarla ilgili farklı sıkıntılar var ama birçok şeye sessiz kalınıyor. Ama Libya’da askeri müdahale direkt olarak yapıldı ya da Fildişi Sahilleri’nde, Libya’nın hemen arkasından, Güvenlik Konseyi oybirliği ile güç kullanma kararını verdi ve Fransa öncülüğünde bir müdahale yapıldı. Orada, devletlerin kendi iradesiyle ne yapmak istediğiyle çok alakalı.

7. Son olarak, “insani müdahale” ve “koruma sorumluluğu” arasındaki farklar nelerdir?

Farkları ne değildirden temel olarak başlayayım çünkü bu devletlerin kendi söylemlerinde de çok ortaya çıkan bir şey. Koruma sorumluluğu ilk ortaya çıktığı günden itibaren, “insani müdahale” ile aynı şeydir, bir paranın iki yüzü aslında diyenler oldu. Aslında öyle değil. Koruma sorumluluğu kötücül amaçlarla ya da devletlerin çıkarları için kullanılabilir mi? Elbette kullanılabilir, meşru müdafaa da kullanılabilir. Dolayısıyla her kavram, her prensip, her norm sömürüye açıktır, bu koruma sorumluluğuna has bir durum değil. Ama koruma sorumluluğu ve insani müdahaleyi birbirinden ayıran en temel unsur; insani müdahalenin, büyük ölçekli insan hakları ihlalleri ya da mezalimler gerçekleşmeye başladıktan sonra ve sadece güç kullanımıyla gerçekleşen bir şey olması. Mesela insani yardımda güç kullanımı yoktur. Yardımın gerçekleştirilebilmesi için devletin meşru otoriteleri izin vermek zorundadır. Koruma sorumluluğu ise, güç kullanımına dayalı bir anlayış değil prensip olarak. Her şeyden önce, bu büyük ölçekli insan hakları ihlallerini engellemeyi amaçlıyor. 2005 yılında Dünya Zirvesi sonuç belgesinde kabul edildiği haliyle, ‘koruma sorumluluğu’nun kapsamını dört suç tanımlıyor: soykırım, insanlığa karşı suçlar, etnik temizlik ve savaş suçları. Dolayısıyla, koruma sorumluluğunun kapsamı insani müdahaledeki tanımlamadan çok daha dar, çok net. Çünkü bu dört suçun üçünün gerek Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin Roma Statüsü olsun, gerek insancıl hukuk olsun, hepsinde tanımı var. Etnik temizliğin de Güvenlik Konseyi tarafından kabul edilmiş bir açıklaması var ki zaten diğer üç suçu da içerisine alıyor. Dolayısıyla, o anlamda koruma sorumluluğunun çerçevesi net. Koruma sorumluluğunu insani müdahaleden ayıran şey ise -koruma sorumluluğunun esas katkısı ya da katma değeri diyebileceğimiz- önleme ya da engelleme anlayışıdır. Koruma sorumluluğu, Birleşmiş Milletler çerçevesinde, 2005 yılında kabul edildiği haliyle, iki temel sorumluluk içeriyor: önleme sorumluluğu ve tepki verme sorumluluğu. Buna göre de önleme sorumluluğunun iki katmanı var. Birinci katman devletlerin kendi toprakları üzerinde yaşayan nüfusu koruma sorumluluğu. Egemenlik anlayışının içerisine sorumluluğu da ekliyor ve sorumluluk olarak egemenlik anlayışını ortaya koyuyor ki bu insani müdahalede yok. Dolayısıyla, ilk aşamalı olarak önlemede devletin halkına ya da nüfusuna karşı kendi sorumluluğu var. İkinci aşamada, devlet bu sorumluluğu yerine getiremiyorsa ya da getirmiyorsa devreye giriyor -ki özellikle yerine getiremediği durumlarda uluslararası toplumun yardım etme sorumluluğu var yine bu dört büyük suçun engellenmesi için-. İkinci sorumluluk çerçevesinde bakıldığında ise, tepki verme sorumluluğunun içerisinde insani müdahalenin de yer aldığını görüyoruz ama sadece son çare olarak. Direkt olarak ‘insani müdahale’ olarak adlandırılmıyor ama güç kullanımı da kullanılabiliyor. Ama tepki verme sorumluluğunun içerisinde öncelikle barışçıl yöntemler var, özellikle Birleşmiş Milletler şartının Altıncı bölümü çerçevesinde görülen ya da kırk bir veya kırk ikinci maddelere göre müdahalede bulunabiliniyor. Bu sadece güç kullanımı anlamında bir müdahale değildir. Zorlayıcı yöntemler kullanarak güç kullanımı içeren ya da güç kullanımına yaklaşan yöntemler de kullanılarak koruma sorumluluğu, eğer suçlar başta engellenemedi ise, tepki verme sorumluluğu üzerinden gerçekleştirilebiliyor. Özetleyecek olursak, insani müdahale, vahşet suçları gerçekleştikten sonra hayata geçer ve tek yöntemi askeri müdahaledir. Koruma sorumluluğu ise, Birleşmiş Milletler’de kabul edildiği çerçeve içerisinden bakarsak, öncelikle önleme sorumluluğu ve sonrasında tepki verme sorumluluğundan oluşuyor. Dört vahşi suç ile kapsamı sınırlandırılmış ve güç kullanımı da söz konusu olacaksa, sadece ve sadece Güvenlik Konseyi’nin onayı ile yapılabiliyor. Dolayısıyla insani müdahaledeki gibi meşruiyet iddiasıyla askeri güç kullanımı gerçekleştirilemiyor. Koruma sorumluluğunda bunun yapılabilmesi için Güvenlik Konseyi’nin bunu yetkilendirmesi gerekiyor.

Yasemin Çakmak

Uluslararası Hukuk Staj Programı

Secret Defense (2008)

“Ajanlar insan değildir, onlar sadece silahtır.” sözü, 2008 yılı yapımı “Secret Defense” filminin ana temasını şekillendirmektedir. Filmimiz, konusunu içerdiği söz doğrultusunda aktararak, izleyicinin kendisinde: istihbarat savaşı nedir? Devletlerin istihbari birimlerinde yetişen ajanlar insan kimliklerinden feragat mı etmekte? Onların yaşamı artık devletin midir? Peki devlet ve düzen karşıtı terörist gruplar bünyesinde yetişen insanlar, onların yaşamı da “davalarının” mıdır? gibi argümanlara cevap arayışı hissiyatı uyandırmaktadır.

Filmin akışı senkronize olarak Fransız bir kadın Diane ve Fransız bir erkek Pierre’nin hayat mücadelesinde yaşadıklarını anlatmaktadır. 2 Fransız vatandaşın hayatı farklı emeller ve yaşanmışlıklar doğrultusunda bir şekilde kesişmektedir. Filmin analizine filmle koordineli olarak öncelikle Diane ve Pierre’nin deneyimlerini aktararak ilerlemek doğru olacaktır.

Hayatını ilk gözlemlediğimiz kişi Diane, Arap dili üzerine bir üniversitede okumaktadır. Ekonomik sorunları sebebi ile kılık değiştirerek para karşılığında başkaları ile birlikte olmaktadır. Akademik kariyeri için büyük önem taşıyan dersten geçer not alamayan Diane, sevgilisinin babası tarafından şantaja uğrayarak Fransa’nın dış istihbarat teşkilâtı bünyesindeki Dış Güvenlik Genel Müdürlüğü için yetiştirilir. Saha ajanlığı için gerekli eğitimini alır, sahaya gönderilir ve kimliği ortaya çıksa bile istihbarat servisi onu tehlikeden çekmek yerine tehlike ile yüz yüze bırakır. 

2. gözlemlediğimiz kişi Pierre, akademik kariyeri olmayan, özgüveni eksik, toplumda yer edinememiş bir uyuşturucu kaçakçısıdır. Hapishanede yaşadığı zorluklar yüzünden İslam bahane eden bir terör örgütüne katılmaya mecbur kalır. Hapishanede yaşadığı manipülasyonlar neticesinde örgüt bünyesine kendi isteği ile girer, eğitimler alır ve intihar saldırısı için yetiştirilerek Fransa topraklarına gönderilir.

Filmimizde dikkat çeken ve yukarıda bahsedilen soruları izleyiciye sordurtan temel, aslında uluslararası alandaki anarşist yapıdır. Uluslararası alanda devlet ilişkileri üst bir otoriteye bağlılık gerektirmemekle beraber olası bir kontrol çarkı bulundurmamaktadır. Kendi haline bırakılmış kontrolsüz uluslararası arenada “güç” kavramı etkin rol oynamakla birlikte bu kavramın uluslararası sistemin karakteristik özelliğini oluşturduğunu söyleyebiliriz. Güçlü konumda yer edinmek, kendi bütünlüğünü korumak ve tehdit olarak algılanan devlet ve kuruluşları yok etmek meşru görülmektedir. Bu amaçları gerçekleştirebilmek ve güç kavramını elde edebilmek için realist tutum çerçevesinde devlet merkezli bir güvenlik anlayışının izlenmesi gerekmektedir.

Filmimizde 2 adet güç unsuru bulunmakta. İlk unsur teröristlere karşı istihbarat savaşı içerisinde olan Fransa devleti, ikinci unsur ise devlet organlarına sahip olmadan Fransız topraklarında operasyon düzenleme kapasitesine sahip bir terör örgütüdür. Her 2 tarafın da kurulu bir düzeni ve otoritesi bulunmakta, kendi iç yapılarında kendi kurallarını uygulamaktalar. Bazı benzerlikler bir yana, filmde dikkat çekilen asıl nokta, realist fikri kendi emelleri doğrultusunda kullananın sadece Fransa olmadığı aynı zamanda terör örgütünün de bunu kendi karakteristik yapısına entegre ettiği anlatılmaktadır.

Diane’nin perspektifinden kendisi aslında kendi isteği ile önce kendisi sonra Fransa Devleti için kendi kimliğinden vazgeçerek hiç bilmediği bir hayata çömez olarak atılmıştır. Ama gerçek şudur ki Diane’nin parayla birlikte olduğu kişi, üniversitedeki sevgilisi ve sevgilisinin babası aslında Fransız İstihbarat Servisi tarafından görevlendirilmiş ajanlardır. Diane’nin en başından beri kararlarını hür irade ile verdiği tamamen bir manipülasyondan ibarettir. Fransa Devleti, Fransız toplumu içerisinde yaşayan Diana’yı özellikle seçmiş, onu devlet bekası ve ülke güvenliği doğrultusunda ajan olarak yetiştirerek tehdit olarak algılanan terör unsuruna karşı kullanılabilecek bir silaha dönüştürmüştür. Bu silahın vicdanı, beden namusu, sorgulama yetisi ve özgürlüğü elinden alınmıştır.

Pierre’nin perspektifinden bakacak olursak Pierre, kendi başarısız hayatı ve toplumda kendisini kabul edilebilir bir konumda şekillendiremediği için illegal yollar üzerinden para kazanmaya çalışarak annesinin gözüne girmeye çalışan bir kişidir. Hapishane yaşadığı zorluklar neticesinde kendisine yardım eden ve korumasına alan Müslüman topluluğa masum düşüncelerle yaklaşsa da aslında onun kişilik analizi terör grubu tarafından yapılarak özenle seçmiştir. Hapishane sürecinde İslam dinini kullanılarak ona çeşitli manipülasyonlar uygulanmıştır. Pierre, hapishane hayatı sonrası canlı bomba eğitim kampına gönderilmiştir. Orada beyni yıkanan yeni adıyla Aziz, eski olduğu kimliğinden vazgeçerek terör örgütünün istediği bir silaha dönüşmüştür.

Filmimizde diğer dikkat çekici nokta ise istihbarat yetkilileri ile bürokratların güvenlik konusunda düştüğü anlaşmazlıktır. Hükümet yetkilileri sorunlu bölgelerde gerçekleştirilen diplomatik ilişkilerin bozulmaması adına bazı olası istihbari bilgileri göz ardı etmektedirler. Eğer bu bilgiler doğru ise sivillere yönelik bir tehlike gerçekleşmesi kaçınılmazdır. Devlet elde ettiği diyalog yolu için aslında yine bireyleri feda etmektedir.

Özetle, filmdeki Diane ve Pierre birbirini tehdit olarak algılayan ve birer güç unsuru olan Fransa ve terör örgütünün emellleri için kendi kimliklerini hiçe sayarak ortak amaçlara hizmet etmiştir. Aynı zamanda Fransa toplumu, farkında olmaksızın her gün feda edildiğinin farkında değildir. Peki bu savaş sonunda aslında kazanan kim? Devlet mi terörist gruplar mı? Peki ya insanlar… Tek kaybedeni olan bir savaşta iki kazanan olamaz mı?

Arda Atakan Yığın

Şeyma Nur Demiray

İlayda Dursun

Kerem Çetiner

Güvenlik Çalışmaları Staj Programı

Haftalık Sivil Toplum Bülteni/ 9-16 Nisan

0

 

   Habitat Derneği- Girişimciler İçin Finansal Okuryazarlık Eğitimi

 

 

Eğitim Tarihi: 15- 16 Nisan 2021

 

Eğitim Saati: 14:00- 17:00

 

Eğitim Kanalı: Zoom

 

Başvuru ve Detaylı Bilgi için: https://lnkd.in/dGBjgTy

 

 

Bambu Gönüllü Eğitim Platformu- İnovatif Öğretmen Atölyesi

 

Bambu Yetişkin Eğitimleri 12 Nisan Pazar 20.00’de Fazilet Karahalli eşliğinde “İnovatif Öğretmen Atölyesi” ile devam ediyor. 2020-2021 eğitim yılında gerçekleştirilecek olan  32. yetişkin atölyesinde İnovatif öğretmen nedir? İnovatif düşünen öğretmen nasıl olunur? Nasıl yeni fikirler bulmak gerekir? Çocukları yaratıcı ve yenilikçi düşünmeye nasıl yönlendirebiliriz?

Sınıflarımızı nasıl inovatif hale getirebiliriz? sorularına değinilecek.

 

Eğitim Tarihi: 12  Nisan 2021 

 

Eğitim Saati: 20:00- 20:40

 

Eğitim Kanalı: Zoom

 

Başvuru ve Detaylı Bilgi için: http://bambugep.org

 

 

Uluslararası İlişkiler Konseyi- Sosyal Bilimler İçin Siber Güvenlik Eğitimi

Eğitim Tarihi: 14-16 Nisan 2021

 

Eğitim Kanalı: Zoom

 

Başvuru ve Detaylı Bilgi için: 

https://docs.google.com/forms/d/e/1FAIpQLScuOREkdNZkd6ABVDLxEIz0JF1v188ItGVckLp65B4gk2-kRA/viewform

 

Facebook ve Habitat Derneği- Çevrimiçi Güvenlik Eğitimleri

 

Sosyal medya hesaplarının ve sosyal medya araçlarının daha doğru ve güvenli kullanılması, sosyal medya bağımlılığını önlemek için izlenebilecek yollar, kriz anlarında sosyal medyada bilgiyi doğrulama yöntemleri, hesapların gizliliği ve internet alanına dair hukuki hak ve sorumluluklarının aktarmak amacıyla uygulanan Kontrol Bende Projesi ile dijital dünyayı daha güvenli kullanmak için Facebook ve Habitat Derneği işbirliği ile online olarak verilecek Çevrimiçi Güvenlik eğitimi gerçekleştiriyor.

Eğitim Tarihi: 10 Nisan 2021

 

Eğitim Saati: 18:00

 

Eğitim Kanalı: Zoom

 

Başvuru ve Detaylı Bilgi için: https://form.jotform.com/210942218470956

 

 

Sosyal İklim Derneği- Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları ve İklim Savunuculuğu Atölyesi

Sosyal İklim Derneği, günümüz dünyasının sorunlarına çözüm üretmek ve sürecin bir parçası olmak için “Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları ve İklim Savunuculuğu” atölyesi düzenliyor.

Eğitim Tarihi: 11 Nisan 2021

 

Eğitim Saati: 20:00- 21:30

 

Eğitim Kanalı:  Zoom

 

Başvuru ve Detaylı Bilgi için: 

https://docs.google.com/forms/d/e/1FAIpQLSfTPojco6UsB8_XzbJw0vukYk_zCgLYKBGktcI2HiS1X-L1pg/closedform 

 

 

Habitat Derneği ve DELL Technologies- Online STEM Eğitimi

Habitat Derneği ve DELL Technologies 8-14 yaşları arasındaki kız çocuklarının STEM becerilerini geliştirmesi ve bu alanda farkındalık kazanması amacıyla Kızlar İçin Gelecek (Future4Girls) Projesini hayata geçirmişlerdir.

Eğitimin Amacı: 

  • 8-14 yaş aralığındaki kız çocuklarına temel STEM becerilerinin kazandırılması.
  • Gönderilecek STEM kitleriyle kendi projelerini yaratmalarının sağlanması.
  • Teknoloji alanındaki yetkin kadın mentor görüşmeleriyle kız çocukları için rol model oluşturulması.
  • Cinsiyet algısının ve ön yargıların kırılması.
  • Türkiye’deki dijital dönüşüme destek olmak.

 

Eğitim Tarihleri: 11 Nisan 2021- 18 Nisan 2021

 

Eğitim Saati: 13:00- 17:30 

 

Eğitim Kanalı: Zoom

 

Başvuru ve Detaylı Bilgi için: https://form.jotform.com/210592741679969 

 

 

Gençlik Kooperatifi Gönüllülerini Arıyor!

Gençler için gençlerle birlikte çalışmaya “Ben de varım!” deme zamanı.

Gençlik Kooperatifi gönüllülük başvuruları açıldı.

 

Son Başvuru: 12 Nisan 2021

 

Başvuru ve Detaylı Bilgi için: https://lnkd.in/g8RZGJr

 

 

Habitat Derneği “Bir Hikayesi Var” Kısa Film Yarışması

Paramı Yönetebiliyorum projesi kapsamında düzenlenecek “Bir Hikayesi Var” kısa film yarışması ile üniversite öğrencilerine finansal okuryazarlığın kazandırılması amaçlanmaktadır.

 

Son Başvuru: 16 Nisan 2021

 

Başvuru ve Detaylı Bilgi için:  https://lnkd.in/djpZzJG

 

Farya Derneği- Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Farkındalık Atölyesi

 

Eğitim Tarihi: 15 Nisan 2021

 

Eğitim Saati: 20.30

 

Eğitim Kanalı: Zoom

 

Başvuru ve Detaylı Bilgi için: 

https://docs.google.com/forms/d/e/1FAIpQLSd_jTzGe-CzQAjjs2xjAbxdaKp_yrk_1cDg4yIb6tb4H4Z-_g/viewform 

 

 

Güneydoğu Anadolu İhracatçı Birlikleri, İngilizce İş Yazışmaları I. ve II. Oturum

Eğitim Tarihi: 13-15 Nisan 2021

 

Eğitim Kanalı: Zoom

 

Başvuru ve Detaylı Bilgi için:

https://www.gaib.org.tr/tr/etkinlikler/ingilizce-is-yazismalari-ioturum-necil-beykont-225.html

 

 

Hazırlayanlar: Banu TÜYSÜZ, Ecem GÜVEN, Gizem AŞAR

TUİÇ Akademi Sivil Toplum Çalışmaları Birimi

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

NATO’nun Kosova Müdahelesi: Birleşmiş Milletler Şartı ve Koruma Sorumluluğu ile Bir Bakış

ÖZET:

Bu çalışmada, ilk olarak, Kosova’daki iç savaşın tarihsel arka planı incelenmiş, Arnavut-Sırp ayrımının, tarihin erken dönemlerindeki başlangıcına değinilmiştir. Daha sonra, dünya savaşlarında Kosova’nın durumu, Tito’nun iktidar olduğu dönemdeki ılımlı süreç ve Miloseviç’in iktidarındaki baskın Sırp milliyetçiliği ve iç savaşa giden süreç iki milletin politikaları belirtilerek anlatılmıştır. Ardından, NATO’nun Birleşmiş Milletler’in kararlarını yok sayarak yaptığı Kosova müdahalesine değinilmiştir. İnsan hakları ve insani müdahale konularında Güvenlik Konseyi’nin birincil sorumlu olması ve müdahalenin Birleşmiş Milletler Şartı’nın gerekliliklerine uygun olmaması nedenleriyle NATO’nun müdahalesi hukuki ve insani açılardan tartışmalara sebep olmuş ve çalışmada bu durum detaylı olarak incelenmiştir. Çalışmanın son bölümünde NATO’nun Kosova müdahalesi “insani müdahale” kavramı kapsamında değerlendirilmiş ve ardından müdahalenin “koruma sorumluluğu” doktrinine etkileri açıklanmıştır. Çalışmada NATO müdahalesinin uluslararası hukuka ve uluslararası alanda norm haline gelen insan haklarına uygunluğu tartışılmıştır.

Anahtar Kelimeler: Kosova, NATO, İnsani Müdahale, Birleşmiş Milletler (BM), Koruma Sorumluluğu

ABSTRACT:

In this paper, firstly, the historical background of the civil war in Kosovo has been examined, the beginning of the Albanian-Serbian separation in early history has been mentioned. Then, the situation of Kosovo in the world wars era, the moderate period when Tito was in power and the dominant Serbian nationality when Milosevic in power, civil war process has been explained with remarking politics of the two nations. Later, NATO’s intervention in Kosovo, ignoring the decisions of the United Nations, was mentioned. Due to the fact that the Security Council is primarily responsible for human rights and humanitarian intervention, and that the intervention does not fulfill the requirements of the United Nations Charter, NATO’s intervention has caused controversy from a legal and humanitarian point of view, and this situation has been examined in detail in the study. In the last part of the study, NATO’s intervention in Kosovo was evaluated with the concept of “humanitarian intervention” and then the effects of the intervention on the doctrine of “responsibility to protect” were explained. The study discussed the compliance of NATO intervention with international law and human rights, which have become the norm in the international arena.

Key Words: Kosovo, NATO, Humanitarian Intervention, United Nations (UN), Responsibility to Protect

1. Giriş

Yer altı zenginlikleri ve jeopolitik konumu sebebiyle tarih boyunca Sırpların ve Arnavutların çatışmalarına şahit olmuş Kosova’da, 1990’ların sonu itibariyle iki millet arasındaki ipler kopmuş ve yüzyıllardır süren bu çatışma, büyük güçlerin bir anda ilgisini çeken bir iç savaşa dönüşmüştür. Bu iç savaş, Birleşmiş Milletler ve NATO gibi uluslararası örgütlerin, bölgeye yoğunlaşmasına ve hatta müdahale etmesine sebep olmuştur.

1999’da, NATO’nun Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK)’nin, bölge hakkındaki kararını beklemeksizin uyguladığı ve bölgede birçok bakımdan tahribata yol açan “İnsani Müdahale”, uluslararası toplumda, insani müdahalelerin gerekliliği, insani müdahale sürecinin nasıl olması gerektiği ve özellikle NATO ve BM gibi uluslararası örgütlerin, Kosova’da olduğu gibi insan haklarını ihlal eden olaylardaki önemi ve yeterliliğinin tartışılmasına yol açmıştır,

Kosova’daki NATO müdahalesinin ve BM’nin, böylesi bir durumda pasif kalmasının tartışılması, devletlerin uluslararası alandaki “Koruma Sorumluluğunu” anlamak, müdahalelerin gerekliliğini tartışmak, BM’nin, özellikle son yıllarda konuşulan reform gerekliliği konusuna hâkim olmak bakımından önemlidir.

Nitel araştırma yöntemlerinin kullanıldığı bu makalede, sırasıyla, Kosova iç savaşının tarihsel sebepleri ve iç savaşın gerçekleşme süreci, NATO’nun Kosova’ya müdahalesi, müdahalenin uluslararası hukuka uygunluğu ve etkileri, Birleşmiş Milletler Şartı ve Koruma Sorumluluğu prensipleri ile insani müdahale sorgulaması, NATO müdahalesinin koruma sorumluluğuna etkileri, BM kararları ve koruma sorumluluğu prensipleri kullanılarak incelenmiştir.

Kosova’nın, NATO müdahalesi hakkında, literatürdeki çalışmalar, genellikle iç savaşın tarihsel arka planı, NATO’nun müdahalesinin uluslararası hukuka ve etiğe göre meşruluğu, koruma sorumluluğu ve NATO müdahalesinin karşılıklı etkileşimini ele almıştır. Bu makalede farklı olarak, Kosova konusunda BM karar sürecinin etkisizliği ve sonuçları da ele alınacaktır.

2. Tarihsel Süreç

1999 Kosova İç Savaşı’nın birdenbire ortaya çıkmadığı açıktır. Kosova’daki Arnavut-Sırp çekişmesinin başlangıcı 8. yüzyıla kadar dayanır. Bu çekişme, özellikle dünya savaşlarında, tarih boyunca Kosova’nın farklı devlet sınırları içerisine dahil olmasıyla, bölgeyi ilgilendiren liderlerin politik kimliklerinin etkisiyle artış göstermiştir. Kosova iç savaşının arka planını anlamak, iç savaşa yönelik yapılan müdahalelerin gerekliliği ve meşruluğu üzerinde konuşabilmek için, Kosova’daki, Arnavut-Sırp ayrımının tarihsel yüzünü bilmek önemlidir. Bu bağlamda, tarihsel arka plan, Arnavut-Sırp ayrımı, Dünya Savaşlarında Kosova’nın durumu, Tito Dönemi, Miloseviç Dönemi ve İç Savaşa giden Süreç olarak 5 başlıkta incelenecektir.

2.1. Arnavut –Sırp Ayrımı

Kosova’da, tarih boyunca, Arnavutların ve Sırpların yaşamış olduğu etnik, dini ve siyasi ayrımlar, iki millet tarafından tarihsel olarak temellendirilmesi istenmiştir. Her iki millet de Kosova’yı, kendilerine vaat edilmiş, kendilerine ait olarak görmüş ve bunu kanıtlamak için eski çağları işaret etmiştir. Arnavutlar, bunu, kendilerinin soyunun, 4. Yüzyılda Kosova civarında yaşamış İliryalılara dayandığını, dolayısıyla da bu topraklara Sırplardan çok önceden yerleşmiş olduğunu iddia ederek yapmıştır. Sırplar ise, Sırp Ortodoks Kilisesi’nin Kosova’da bulunması nedeniyle, Kosova’yı Sırp İmparatorluğu’nun merkezi olarak görmüşlerdir. 1389’a kadar Sırbistan hakimiyetinde olan Kosova’da, Sırplar bu etnik ayrım nedeniyle Slav olmayanları, çoğunlukla Arnavutları, 8 ve 13. yüzyıllarda göçe zorlamıştır (Acar, 2015).

1389’da Balkanlar’a doğru genişleyen Osmanlı, Sırplarla savaşarak Kosova’yı kontrolü altına almıştır. Sırpların Kosova Savaşı’ndaki yenilgisi, iki millet arasındaki çatışmayı bir intikam döngüsü haline getirmiştir. Bu yenilgiyle Sırp milliyetçiliği doğmuş ve Sırplar tarih boyunca bu yenilgiyi unutmayarak, sadece Slavlardan oluşan “Büyük Sırbistan” hayallerine ulaşmaya çalışmıştır. Bu da ileride görülecek olan Sırp yayılmacılığının en temel sebeplerinden biri olacak ve Sırp lider Miloseviç tarafından milliyetçilik aracı olarak kullanılacaktır. Osmanlı hakimiyetine giren Kosova’da Arnavutların yüzde 70’i kitleler halinde Müslümanlığa geçmiştir (Agolli, 2019). Bu durum, Ortodoksluğun önemli savunucularından Sırplar ve Arnavutlar arasındaki ayrımı derinleştirmiştir. İki millet arasındaki etnik ayrımlara dini ayrım da eklenmiştir.

17. yüzyılda çöküş dönemine giren ve ciddi ekonomik sıkıntılar yaşayan Osmanlı, Kosova’nın özerkliği kaldırmak zorunda kalmıştır. Bu hamleye karşılık Arnavutlar, Kosova’nın özerkliğini korumak için Prizen Birliği’ni kurmuştur. Bu birlik, aynı zamanda, Arnavut milliyetçiliğinin de gelişmesine neden olmuştur. Fakat, Arnavutlar, toprak birliklerini korumada başarısız olmuş, 1913’te, Arnavutların fikri alınmadan, Sırp Krallığı’na dahil edilmişlerdir. Osmanlı yaşadığı sıkıntılar nedeniyle Kosova’dan tamamen çekilince, Sırplar etnik temizliğe başlamış, birçok Arnavut’u göçe zorlamış ve hatta öldürmüştür (Baş, 2009).

2.2. Dünya Savaşlarında Kosova

1. Dünya Savaşı boyunca birbiriyle çatışma içerisinde olan Sırplar ve Arnavutlar arasında, savaş sonunda da gerilim azalmamıştır. Savaş sonunda, batılı devletlerin öncülüğüyle kurulan Sırp, Hırvat, Sloven Krallığı ile durum Arnavutların aleyhine işlemiş ve Sırpların, Kosova’yı “Sırplaştırma” politikası devam etmiştir. Bu dönemde Sırpların ana hedefi, sürebildikleri kadar Arnavut’u Kosova’dan sürmek olmuştur.

1. Dünya Savaşı’nda, Kosova’daki zengin maden yatakları, büyük güçleri bölgeye çekmiştir. Kosova’nın bir kısmını Almanlar, bir kısmını da İtalyanlar işgal etmiştir. Kosova’daki Arnavutlar, yıllardır maruz kaldıkları Sırp baskısından dolayı işgallerden memnun olmuştur. Hatta bazı bölgelerde Arnavut çeteleri, işgalcilerle birlikte hareket etmiştir (Ural, 2014). Savaşın son yıllarında İtalya, kendi işgal ettiği bölgelerin, Arnavutluk’a katılmasına izin vermiştir. Böylece Arnavutlar, bir Arnavut birliği kurma hayaline yaklaşmıştır. Bu dönemde Arnavut baskısı nedeniyle birçok Sırp, Kosova’yı terk etmeye başlamıştır (Taşar, 1999). Mihver devletlerin yenilgisiyle, durum Sırpların lehine dönmüş, Yugoslavya Federal Demokratik Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla, bu sefer de Arnavut göçü başlamıştır. Bağımsız, sosyalist bir devlet olan Yugoslavya, 6 farklı milletten oluşan cumhuriyetlerden oluşuyordu. Bu cumhuriyetler, her ne kadar self-determinasyon haklarına sahip değillerse de kendi kültürlerini, dillerini özgürce yaşayabiliyorlardı. Kosova ise bu cumhuriyetlerden biri değildi. Kosova bu dönemde yalnızca, Sırplara bağlı özerk bir statüye sahiptir (Oduncu, 2019). Bu durum da Kosova’da tansiyonun yükselmesine sebep olacaktı.

2.3. Tito Dönemi

Tito dönemi Yugoslavya’sında, özellikle Arnavutlar ve Sırplar arasında uzlaşma politikasına gidildi. Bundandır ki, bu dönem, iki millet için geçmiş yıllara nazaran çok daha ılımlı ve stabil geçmiştir. 1963 yılında özerklik hakkı elde eden Kosova’da, 1968 yılında gerçekleştirilen gösteri ve protestolarla Arnavutlar, eğitimde kendi dillerini kullanabilme, kendi yargı organlarına sahip olabilme ve üniversitelerde kendi milletlerinden eğitimcilerle çalışabilme gibi haklar kazanmışlardır. Bu durum Sırpları, dezavantajlı konumda hissettirmiş ve rahatsız etmiştir. Bu dönemde birçok Sırp, Kosova’yı terk etmiştir. Fakat, Arnavutlara verilen bütün bu haklara rağmen Kosova, Tito’nun ılımlı politikası ve Sırpların tepkisini almak istememesi nedeniyle, Yugoslavya içerisindeki diğer 6 cumhuriyet gibi, cumhuriyet olma hakkını elde edememiştir. Dolayısıyla, Kosova’ya tanınan özerklik hakkı, Arnavutları tatmin etmemiş ve Arnavutlar arasında yükselen bir bağımsızlık mücadelesinin başlamasına neden olmuştur. Kosova bölgesinin Yugoslavya’ya kıyasla, işsizlik ve enflasyonla daha da kötüleşen ekonomisi, buradaki halkın tepkisine ve Kosova milliyetçiliğinin yükselmesine sebep olmuştur (Oduncu, 2019). Bundan dolayı 70’li yıllarda bölgede hareketlilik yaşanmıştır. Tito, bu hareketliliği durdurmak amacıyla, 1974 anayasasıyla, Kosova’daki Arnavutlara bazı imtiyazlar tanımıştır. Böylece Kosova’nın özerklik güçleri artmış, Federal Başkanlık Konseyi’nde temsil ve veto hakkı kazanmıştır. Kosova’nın Sırp hakimiyetinden çıkması, Sırpları son derece rahatsız etmiş, hatta bu durum Miloseviç tarafından, Sırp milliyetçiliği politikalarında kullanılmıştır (Ural, 2014). Bütün bu imtiyazlara rağmen, Balkanlar’daki ülkelere, özellikle Yugoslavya’ya bağlı cumhuriyetlere, verilen self-determinasyon ve ayrılma hakkının Kosova’ya verilmemiş olması, Arnavutların bağımsızlık isteklerini yoğunlaştırmıştır.

Sonuç olarak Tito, iktidarı boyunca iki millet arasındaki dengeyi sağlamaya ve Yugoslavya’yı bir arada tutmaya çalışmış ve kısmen başarılı da olmuştur. Bu dönemde Yugoslavya’da çatışmalardan fırsat bulunup, az da olsa ekonomik gelişmeler yaşanmıştır. Fakat 1980’de Tito’nun ölümüyle dengeler değişecektir.

2.4. Miloseviç Dönemi

Tito’nun ölümü ile, aynı topraklarda beraber yaşama politikası da son buluyor ve Sırp milliyetçisi Miloseviç’in aşırı milliyetçi görüşleri Yugoslavya’ya hâkim olmuştur. Bu dönemde Tito’nun çözmeye çalıştığı iktisadi ve siyasi sorunlar krize dönüşmüştür. Yugoslavya ekonomik olarak çöküşe geçmiştir. Tito’nun politikalarıyla, Sırbistan’ın bölünmeye çalıştığı iddia edilmiş ve Sırp milliyetçiliği yükselişe geçmiştir. Kosova’da, Priştine Üniversitesi’nde yaşanan olaylar, bunu daha da körüklemiştir. Olaylarda, gösteri yapan Arnavut profesör ve öğrenciler tutuklanmış, göstericilere yoğun bir şekilde güç kullanılmıştır (Ural, 2014).

80’li yıllarda Sırp baskısı iyice artınca, Arnavutların, Kosova’nın cumhuriyet statüsü kazanma tartışmaları da yoğunlaşmış ve büyük olaylara dönüşmüştür. Arnavutlar, özerklik haklarını genişletmek ve hatta bağımsız olmak için adım atarken, Sırplar, Arnavutların Kosova üzerinde var olan haklarını da kaldırmaya çalışmıştır. Miloseviç, Arnavutların Sırbistan’dan bağımsız hareket etmesini engellemek amacıyla yasal haklarını ellerinden almış, Federal Başkanlık Konseyi’ndeki gücünü azaltmaya çalışmıştır. Ayrıca, Kosova’nın özerkliğini tamamen kaldırmak için anayasa değişikliği teklif etmiş, fakat bunun gerçekleşme Arnavutluk’un çabaları ile engellenmiştir. Bu çabalara yönelik, bağımsızlık vurgusu yapan bütün Arnavutlar tutuklanmış ve şiddet görmüştür.

1991’de Kosova’da, bağımsızlık için referandum düzenlenmiş ve halkın çoğu tarafından bağımsızlık kabul edilmiştir. Bunun üzerine, Arnavutlar, “Kaçanik Anayasası” adını verdikleri, bağımsız Kosova anayasasını hazırlamış, Kosova Cumhuriyet Meclisi’ni kurmuş ve resmen bağımsızlıklarını ilan etmişlerdir. Fakat, bu bağımsızlığı Arnavutluk dışında hiçbir ülke tanımamıştır. Uluslararası toplumun, bu dönemde ilgi odağının Kosova’da olmaması bu bağımsızlığın tanınmamasındaki en büyük etkenlerden biridir. Sırbistan da bu durumun illegal olduğunu düşünmüş ve Arnavut yetkililerinin yargılanması için uğraşmıştır (Baş, 2009).

Miloseviç’in, Kosova’yı Sırplaştırma politikası, giderek bir etnik temizliğe dönüşüyordu. Sırbistan’da idari birliğin oluşturulması gerektiğini düşünen Miloseviç, Kosova’ya Arnavutluk’tan gelen Arnavutların geri yollanması gerektiğini söylemiş ve şiddet uygulama, tutuklama gibi yıldırma politikalarıyla, bunu gerçekleştirmeye çalışmıştı. Bu dönemde, Kosova’daki polis teşkilatı, mahkemeler, resmî kurumlar gibi önemli kuruluşlar Sırpların denetimi altına girmişti. Bu durum da Arnavutların kendini güvende hissetmesini zorlaştırıyordu.

2.5. İç Savaşa Giden Süreç

1992’de dağılan Yugoslavya’nın ardından, Sırbistan ve müttefiki Karadağ, yeni Yugoslavya’nın kurulduğunu ilan etmiştir. Yeniden birleşimin ilk adımı olarak Sırbistan, Kosova sorununu çözüme kavuşturmak için Arnavutlarla görüşmek istemiş, fakat Arnavutlar artık Sırplarla beraber yaşamanın mümkün olmadığını belirterek, görüşmeyi kabul etmemiştir. Bu süreç itibariyle Arnavutlar, daha önceki pasif direniş politikasını geride bırakarak silahlı direniş ve şiddet yoluna başvurmuştur. Bunun en önemli sebebi, batılı devletlerin ve uluslararası toplumun Kosova’ya yeterince ilgi göstermemiş olması ve Arnavutların barışçıl yollarla ilerleme kat edemediklerini düşünmeleridir. Arnavutlar, batılı devletlerin ilgisini şiddet yoluyla çekmeye çalışmış ve başarılı da olmuştur. 1993 yılında kurulan UÇK (Kosova Kurtuluş Ordusu) hem bu görevi üstlenmek hem de Kosova’yı bağımsızlığa ulaştırmak için Sırp güçlerine saldırılar düzenlemiştir. Arnavutların silahlı mücadelesi, Sırpları katılaştırmış ve daha ağır güç uygulamasına sebep olmuştur. Sırplar UÇK’yı etkisiz hale getirme bahanesiyle, birçok köye saldırı düzenlemiş, birçok sivilin ölümüne sebep olmuş, binlerce Arnavut’u da göçe zorlamıştır (Levent, 2013). 1998 yılında, UÇK’yı öne sürerek eylemlerini meşrulaştıran Yugoslav güçleri tanklarla Kosova’ya girmiş ve iç savaş resmen başlamıştır.

3. İnsan Hakları ile NATO’nun Kosova Müdahelesi

Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti’nin parçalanma zamanında Kosova’da bir iç savaş başlamıştır. Kosova Kurtuluş Ordusu ile Sırp polisi ve Yugoslavya güvenlik güçleri arasındaki bu iç savaş 1998’de patlak vermiştir. İç savaşın başta Birleşmiş Milletler olmak üzere uluslararası örgütler tarafından durdurulamayacağının anlaşılması üzerine NATO 24 Mart 1999’da Kosova’ya müdahale gerçekleştirmiştir. Kosova’da pek çok yıkımın gerçekleşmesi ve artan sivil ölümler müdahalenin gerekçesi olarak gösterilmiştir. Fakat bu müdahale Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin aldığı bir karar olmadığından hukuki ve insani açıdan tartışmalara sebep olmuştur.

Birleşmiş Milletler Şartı’nda kuvvet kullanımı yasak olarak ifade edilmiştir. BM Şartı, 1. bölüm 2. madde 4. fıkrası her türlü güç kullanımını yasaklamıştır: “Tüm üyeler, uluslararası ilişkilerinde gerek herhangi bir başka devletin toprak bütünlüğüne ya da siyasal bağımsızlığa karşı, gerek Birleşmiş Milletler’in amaçları ile bağdaşmayacak herhangi bir biçimde kuvvet kullanma tehdidine ya da kuvvet kullanılmasına başvurmaktan kaçınırlar.” (Birleşmiş Milletler Antlaşması, 1945) Birleşmiş Milletler Antlaşmasının 2/4. maddesinde üye devletlerin birbirlerine karşı kuvvet kullanmaları yasaklanmıştır ve bu maddenin istisnası, meşru müdafaa olarak belirtilmiştir. “İnsancıl müdahale kavramının temel taşlarından kabul edilen adil savaş düşüncesi, aslında bir devletin, insanın doğası gereği sahip olması gereken bazı değerlerini korumak amacıyla başka ülkelerin topraklarına müdahale edebilme hakkından ibarettir. Bu düşünce en ilkel haliyle antik çağlarda ortaya atılmış ve daha sonraki dönemlerde kimi zaman devletlerin taleplerine, kimi zaman da uluslararası sistemde meydana gelen değişikliklere uygun şekilde biçimlendirilmiştir. Ancak pozitif hukuk anlayışının ortaya çıkmasına kadar devletlerin uluslararası hukuka uygun hareket etmesi gerektiği düşüncesi çok belirginleşmemiş, bu nedenle de adil savaş hiçbir zaman bir devlet tarafından savaşa başvurmanın temel gerekçesi olarak gösterilmemiştir” (Pekyardımcı, 2006). Ayrıca, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, barışın tehdit edildiğini saptaması durumunda uluslararası barış ve güvenliğin korunması ya da yeniden kurulması için BM Antlaşması’nın 41 ve 42. maddeleri kapsamında önlemler alınmasına karar verebilir. Diğer bir ifadeyle BMGK, uluslararası barış ve güvenliğin korunması için 42. madde kapsamında askeri güç kullanılmasına karar verebilir. Kosova’da 42. maddeye göre bir karar alınabilseydi hukuki açıdan meşru olabilecekti. Fakat bu maddeye yönelik bir karar alınmaması meşru olup olmadığı konusunda tartışmalara sebep olmuştur. NATO Kosova’daki insani duruma dikkat çekerek müttefik güç hareketini başlatmıştır. Bu durum da müdahalenin uluslararası hukuka uygun olup olmadığı konusunda tartışmalara sebep olmuştur.

Birleşmiş Milletler Şartı beşinci bölüm 24. maddesi uluslararası barışı ve güvenliği koruma sorumluluğunu Güvenlik Konseyi’ne vermiştir. Yedinci bölüm 42. madde de ise şu şekilde Güvenlik Konseyi yetkilendirilmiştir: “Güvenlik Konseyi, 41. madde’de öngörülen önlemlerin yetersiz kalacağı ya da kaldığı kanısına varırsa, uluslararası barış ve güvenliğin korunması ya da yeniden kurulması için, hava, deniz ya da kara kuvvetleri aracılığıyla, gerekli saydığı her türlü girişimde bulunabilir” (Birleşmiş Milletler Antlaşması, 1945). İnsan hakları devletler arasındaki ilişkileri düzenlemek için merkezi bir konumda bulunmaktadır. Bu nedenle de uluslararası ilişkiler ve uluslararası örgütler sadece anlaşmazlıkları çözmekle kalmaz insan hakları ile ilgili durumları da değerlendirmek üzerine merkezine koyar.

Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Sistemi sahip olduğu mekanizmalarla insan haklarının korunmasında çok temel bir rol üstlenmektedir ve Kosova sorunundaki insani müdahaleyi anlamamız için üstünde durulması gereken bir konudur. Bu doğrultuda modern uluslararası insan hakları hukuku, tarihsel yapısından büyük ölçüde ayrılmaktadır. Çünkü artık bireylerin hakları uluslararası alanda garantiye alınmaktadır. İşte bu noktada Birleşmiş Milletler uluslararası insan hakları koruma mekanizmaları önemlidir. BM’nin ana organlarından Genel Kurul her konuda karar alabilir ama bağlayıcı değildir. Güvenlik Konseyi uluslararası barış ve güvenliğin sağlanmasında görevli organdır. Ekonomik ve Sosyal Konsey, çeşitli konular üzerinde çalışmalar ve tavsiyelerde bulunur. Bu konular; ekonomik, sosyal, kültürel, eğitim, sağlık ve ilgili konulardır. Buna ek olarak, Birleşmiş Milletler’in, özerk organlarının ve tüm bu sektörlerdeki uzmanlaşmış kurumların faaliyetlerini koordine etme görevine sahiptir. BM Şartı ile insan hakları korunma altına alınır. Öncelikle, örgütün amaçlarının belirlenmesi ve amaçlardan biri olarak insan haklarının geliştirilmesi temeldir. BM Şartı, neredeyse tüm ana organlara, sorumluluk alanlarına göre tüm dünyada insan haklarını geliştirme görevi vermektedir. Bahsedilmesi gereken bir diğer yan kuruluş İnsan Hakları Yüksek Komiserliği’dir. En önemli işlevi insan haklarının korunmasında koordinasyonu sağlaması olarak ifade edilebilir. Sözleşmeler ile uluslararası insan hakları hukuku korumaya alınmıştır. Tüm bu sözleşmelerin, kendi sözleşmelerinin uygulanmasını denetleyen bir komitesi vardır. Hepsi periyodik raporlar ve devletten şikayetler alabiliyorlardır. Ayrıca, sözleşmelerinin çeşitli maddeleri hakkında genel yorumlar yayınlayabilirler ve taraflara komitenin bunları nasıl yorumladığını açıklayabilirler. “BM İnsan Hakları Konseyi, Birleşmiş Milletler (BM) sistemi içinde, dünya çapında insan haklarının geliştirilmesi ve korunmasını güçlendirmekten ve dünya çapında insan hakları ihlallerini ele almaktan ve bunlarla ilgili eylemlerde bulunmaktan sorumlu ana hükümetler arası organdır” (Human Rights Council, 2020). Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi toplantılar düzenleyerek insan hakları ihlallerini tespit etmeye çalışır. İnsan haklarını ilgilendiren konularda gerektiğinde müdahale eder veya tavsiyeler verir. Konsey ayrıca, insan hakları ihlallerini araştıran uluslararası araştırma ve bilgi toplama misyonları komisyonları kurabilir.

Birleşmiş Milletler, Kosova’da gerçekleşen iç savaşı durdurmak için çeşitli kararlar çıkarmıştır. İlk olarak 1160 sayılı kararda sivil ölümleri ve terör faaliyetlerini durdurmak istemişti. Bu kararın ardından 1199 ve 1203 sayılı kararlar çıkarılmış fakat Birleşmiş Milletler bu kararlarında başarılı bir sonuca ulaşamamıştır. “1199 sayılı BMGK kararında, Kosova’da meydana gelen gelişmelerin bölgenin barış ve güvenliğine tehdit oluşturduğu belirtilmiş, ancak zorlayıcı önlemlere yönelik karar alınamamıştır. Kararda, 1160 sayılı kararın gereklerinin yerine getirilmesi istenmiş, her türlü terörist faaliyet kınanmış, silahlı çatışmalar nedeniyle evlerini terk eden Kosova halkının geriye dönme hakkı olduğu belirtmiş ve bu süreçte geriye dönüşün olumlu şartlarının oluşturulması görevinin YFC’nin olduğu belirtilmiştir.” (Çevikbaş, 2011). 1203 sayılı karar ile de daha önce alınan 1160 ve 1199 sayılı kararların uygulanmasının beklendiği ortaya konmuştur. Son olarak Rambouillet Antlaşması’nı Arnavutlar kabul etse de Sırplar’ın kabul etmemesi üzerine Birleşmiş Milletler’in başarısız olduğu anlaşılmış ve NATO 1999’da müdahalesini gerçekleştirmiştir. NATO bu kararını oybirliği ile almıştır.

NATO’nun müdahalesinin hukuki açıdan tartışmalara sebep olmasının nedeni Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi yedinci bölüm 42. maddeye göre bir karar alınmamış olmasından kaynaklanır. Birleşmiş Milletler Şartı 7. bölüm 39. madde uluslararası güvenliği ve barışı korumak için Güvenlik Konseyi’ne tavsiyede bulunma yetkisi vermiştir. 41. madde gerektiğinde yumuşak güç olarak ifade edebileceğimiz daha çok ekonomik yaptırımlar, ambargolar gibi durumları içerirken 42. madde ise Güvenlik Konseyi’ne gerektiği takdirde zor kullanma yetkisi vermiştir. Burada NATO 42. maddeden bağımsız olarak bir müttefik güç hareketi gerçekleştirmiştir. Bu açıdan bakıldığında hukuki olarak meşru olmayan bir karar özelliği taşır. “Buna karşılık, müdahalenin 1948 BM İnsan Hakları Deklarasyonu ve 1949 Cenevre Konvansiyonu’na göre suç kabul edilecek olan göçe zorlama ve insan hakları ihlallerini durdurmak amacıyla gerçekleştiği düşüncesini savunanlar, müdahaleyi meşru kabul etmektedir” (Acar, 2015). NATO insani müdahalenin ahlaki açıdan meşru olduğunu gösterecek emarelere sahip olsa da müdahalenin insani boyutunun amacına ulaşıp ulaşmadığı tartışmalı bir konudur. Müdahaleyi gerçekleştirenler At Nalı Operasyonu’nu müdahalenin insani boyutunu meşrulaştırmak için bir gerekçe olarak öne sürmüşlerdir. Ancak müdahale başladıktan sonra daha fazla sivil ölümlerin gerçekleşmesi, çok sayıda Arnavut ve Sırpların hayatını kaybetmesi müdahalenin insancıl boyutuna olan güveni sarsmıştır. Müdahale sonucunda yaralanan ve öldürülen kişilerin yakınlarından sadece özür dilenmesi de müdahalenin gerçekten insan haklarına önem verip vermediği konusunda tartışmalara sebep olmuştur.

İnsani müdahale, bir devletin başka bir devletin vatandaşlarını, o devlette gerçekleşen zulümlerden kurtarmak için ülkesi dışında münferit olarak kuvvet kullanması şeklinde Başeren tarafından ifade edilmiştir. “İnsancıl müdahale, günümüzde hala tam olarak tanımlanamamış ve net bir yere oturtulamamış bir kavramdır. Günümüz uluslararası sistemindeki kullanım şekli ve anlamı tartışmaya açık olsa da insancıl müdahalenin geçmişteki iyilik adına savaş veya adil savaş kavramlarından tamamen ayrıldığını ileri sürmek çok da doğru bir saptama olmayacaktır” (Pekyardımcı, 2006). Komisyon yöntemleri arasında kuvvet kullanımının yanında önleyici ve zorlayıcı müdahale yöntemleri de bulunmaktadır. Önleyici müdahale yöntemleri arasında politik ve diplomatik yöntemler, ekonomik yöntemler ve gözlem misyonları bulunmaktadır. Zorlayıcı müdahale yöntemleri ise askeri, ekonomik ve politik yaptırımları kapsar. “Bu fikre göre, BM Antlaşması, insan haklarının korunması için kuvvet kullanılmasına izin veren iki ayrı grup hüküm içermektedir. Birincisi, BM Antlasması’nın VII. Bölümü çerçevesindeki düzenlemeler; ikincisi ise Antlaşma’nın 55. ve 56. maddeleri çerçevesindeki düzenlemeleri ve diğer insan hakları sözleşmeleridir” (Çevikbaş, 2011). Birleşmiş Milletler Antlaşması yedinci bölümü 39, 41 ve 42. maddeleri ve Güvenlik Konseyi kararları çerçevesinde şekillenmiştir. Birleşmiş Milletler Antlaşması 55. ve 56. maddeleri bir diğer değinilmesi gereken önemli maddelerdir. “55. Madde: Uluslararasında halkların hak eşitliği ve kendi yazgılarını kendilerinin belirlemesi ilkesine saygı üzerine kurulmuş barışçı ve dostça ilişkiler sağlanması için gerekli istikrar ve refah koşullarını yaratmak üzere Birleşmiş Milletler:

  1. Yaşam düzeylerinin yükseltilmesini, tam istihdamı, ekonomik ve sosyal alanlarda ilerleme ve gelişme koşullarını,
  1. Ekonomik, sosyal alanlarla sağlık alanındaki uluslararası sorunların ve bunlara bağlı başka sorunların çözümünü, kültür ve eğitim alanlarında uluslararası iş birliğini; ve
  2. Irk, cinsiyet, dil ya da din ayrımı gözetmeksizin herkesin insan haklarına ve temel özgürlüklerine bütün dünyada etkin bir biçimde saygı gösterilmesini, kolaylaştıracaktır.”

“56. Madde: Üyeler, 55. Maddede belirtilen amaçlara ulaşmak için, gerek birlikte gerekse ayrı ayrı, örgütle işbirliği içinde hareket etmeyi yükümlenirler” (Birleşmiş Milletler Antlaşması, 1945).

Burada 56. madde insan haklarının korunması için kuvvet kullanımına izin verdiği şeklinde yorumlamak hukuki açıdan yanlış olacaktır. 56. madde devletlere insan hakları konusunda başka bir devlete müdahale etme hakkı vermemektedir. Başka bir husus da Birleşmiş Milletler Antlaşması maddeleri arasında hiyerarşi söz konusudur. Hiyerarşiye bakıldığında kuvvet kullanma yasağı öncelikli bir konumdadır. Bu konuya çalışmanın son bölümünde detaylı olarak değinilecektir.

Kosova müdahalesi ile ilgili iki farklı görüş bulunmaktadır. Bunlardan ilki NATO’nun direk olarak Birleşmiş Milletler Antlaşması 42. maddeyi ihlal ettiğini öne sürerek müdahalenin meşru olmadığını ortaya koyar. İkinci görüş ise NATO’nun müdahalesinde Güvenlik Konseyi kararı olmasa da insan hakları açısından müdahalenin meşru ve ahlaka uygun olduğunu savunur. Yaşanan sivil kayıplar ve At Nalı Operasyonu gibi olaylar müdahalenin meşru olmasında bir gerekçe olarak gösterilmiştir.

NATO, BMGK’nin kararı olmaksızın operasyona başlamıştır. NATO, BM Güvenlik Konseyi’nde BM Antlaşması VII. Bölümü kapsamında askeri güç kullanımına ilişkin bir kararın oylanmasında Konseyin daimî üyelerinin vetosu ile karşılaşma riskini almak istememiştir.” (Çevikbaş, 2011) Özellikle Rusya ve Çin’in vetosundan çekinen NATO, Birleşmiş Milletler’in bir çözüme kavuşacağını da düşünmediğinden Güvenlik Konseyi tarafından alınan bir karar doğrultusunda hareket etmemiştir. ABD’nin Kosova ile ilgili tutumu da özellikle Soğuk Savaş sonrası dönemde kendi gücünü gösterme çabasıyla açıklanabilir. “1990’lara gelindiğinde Soğuk Savaşın sona ermesi ve Komünist Blok’un dağılması, ABD’nin bu yeni dönemde tek kutuplu dünyanın süper gücü olmasına yol açmıştır. Bütün bunlara karşın, ABD’nin bu dönemde, bir yandan halkın kendi kaderini tayin hakkının önemli bir savunucusu iken, diğer yandan uluslararası hukukun sınırların değişmezliği ilkesi uyarınca, Avrupa’da güvenlik ve istikrarın etkilenebileceği değerlendirilerek, Yugoslavya’nın çözülmesini istememiştir. ABD’nin Kosova sorununa yaklaşımında yaşanan bu değişimin nedenlerini incelediğimizde, genel olarak ABD’nin üstün devlet karakterine uygun hareket tarzı geliştirdiğini görmekteyiz; bir yandan çok taraflılık ve iş birliğini sağlamak diğer yandan ise üstün güç olmanın gereğini kanıtlamak başlıca amaç olmuştur” (Oğultürk, 2014).

4. NATO’nun Kosova Müdahelesinin Uluslararası Hukuka Uygunluğu ve Etkileri

Kosova sorununun uluslararası alanda ses getirmesi 11 Temmuz 1995 yılında ABD Temsilciler Meclisi’nde konu olmasıyla başlamıştır. Meclisteki ifadelere göre Kosova’da Arnavutların üzerindeki Sırp baskısı son bulmadıkça Yugoslavya’ya dayatılan yaptırımlar geri çekilmeyecekti (Alpkaya, 1999). Konunun uluslararası hukukun bir sorunu haline gelmesi ise Avrupa Güvenlik ve İş birliği Teşkilatı (AGİT), Avrupa Birliği (AB) ve Avrupa Konseyi’nin gündemine girmesiyle hız kazanmıştır. Güvenlik Konseyi’nin soruna çözüm getirmek için harekete başlamasıyla “Kosova’da Sırp baskısı” uluslararası hukukun tam anlamıyla bir sorunu haline gelmiştir.

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK) çatışmayı engellemek adına 1160, 1199 ve 1203 sayılı kararları çıkarmıştır. Bu kararlarda bölgedeki çatışmanın kalıcı uluslararası barışı ve düzeni zedelediği belirtilmiş ve çatışmanın durdurulması tavsiyeleri yer almıştır. 1199 sayılı BMGK kararı ardından NATO’nun kuvvet kullanma tehditleri başlamıştır. 1999 Washington Zirvesi NATO için bir dönüm noktasıdır ve bu dönüm noktasının en önemli unsuru da Kosova sorunu olmuştur. Bu Zirve’de NATO, Birleşmiş Milletler (BM)’in Bosna müdahalesinde çabuk karar alamadığını ve bu yüzden de Kosova sorununda BM ile iş birliği içine girmeyeceğini belirterek yeni bir kimlik oluşturmuş; askeri kuvvet içeren müdahalelerini bu şekilde meşrulaştırmıştır (Kor, 2004). NATO, Washington Zirvesi ile oluşturduğu yeni stratejik yolu çerçevesinde uluslararası alanda yaşanabilecek herhangi bir ağır insan hakları ihlali, etnik çatışma veya etnik temizlik durumlarına müdahale edeceğini ve bunun meşru olacağını göstermek istemiştir. Bu açıklamaların ardından NATO’nun kuvvet tehditleri ağırlaşmış ve 24 Mart 1999’da Kosova’ya müdahalesi başlamıştır. BMGK bu müdahaleye karşıt görüşte bir karar almak istemiştir. Ancak 26 Mart 1999’da yapılan toplantıda bu karar tasarısı reddedilmiş ve Güvenlik Konseyi NATO müdahalesini engelleyecek bir girişimde bulunamamıştır (Alpkaya, 1999).

NATO, Kosova’ya müdahale kararı alarak Birleşmiş Milletler’in 103. maddesini de çiğnemiştir. Bu maddeye göre; “Birleşmiş Milletler üyelerinin işbu Antlaşmadan doğan yükümlülükleri ile başka herhangi bir uluslararası anlaşmadan doğan yükümlülüklerin çatışması durumunda, işbu Antlaşmadan doğan yükümlülükler üstün gelecektir” (Birleşmiş Milletler Antlaşması, 1945). NATO bu maddeye uymayarak kendi kararlarını Birleşmiş Milletler Şartı’ndan doğan yükümlülüklerin üstüne koyduğunu göstermiştir. NATO üyeleri uluslararası hukukun bir kuralı haline gelmiş olan bu maddeyi ihlal etmelerinin yanı sıra bir örgüt olarak kurucu metinlerini de yok saymışlardır. 4 Nisan 1949’da Washington’da imzalanan Kuzey Atlantik Antlaşması’nın 1. maddesine göre; Birleşmiş Milletler Şartı’nda belirtildiği üzere taraflar, uluslararası barış ve güvenlik ile adaleti tehlikeye atmadan ve kendi uluslararası ilişkilerinde BM’nin amaçlarına ters düşen bir şekilde tehdit ya da güç kullanımından kaçınarak, barışçı yollarla çözümlemek amacıyla müdahil olabilecekleri herhangi bir uluslararası uzlaşmazlığı çözme girişiminde bulunacaklardır” (North Atlantic Treaty Organization, 1951). Bu maddeyle NATO Birleşmiş Milletler’e sadık kalacağını ve BM Şartı’nın temel amaçlarından sapmayacağını vurgulamıştır. Ancak Washington Zirvesi ile Birleşmiş Milletler’i Kosova sorununda işbirlikçisi olarak göz ardı eden NATO, ilk başta kendi ilkelerini ihlal etmiştir.

4.1. Birleşmiş Milletler Şartı ile “İnsani Müdahale” Sorgulaması

NATO’nun Kosova müdahalesi ile beraber, uluslararası hukuka uygunluğu ve meşruluğu konusu eleştirilen, “insani müdahale” kavramı 1999 sonrası tekrar gündeme gelmiştir. Uzun yıllar hakkında sonuca ulaşılamayan tartışmalar yapılan ve 20. yüzyılda insan haklarının uluslararası alanda gelişim göstermesiyle birlikte önemi artan “insani müdahale” kavramının temelleri Ortaçağ Hıristiyan düşüncesindeki ‘’adil savaş geleneği’’ anlayışına dayandırılabilir” (Bağbaşlıoğlu, 2016, s. 144). İnsani müdahale, bir devlette yaşanan ağır insan hakları ihlallerine son vermek için başka bir devletin, bir devletler topluluğunun veya bir uluslararası örgütün silahlı kuvvet kullanarak bu duruma müdahalede bulunmasıdır (Bağbaşlıoğlu, 2016, s. 145). Silahlı kuvvet kullanımı, insani müdahale kavramı kapsamında herhangi bir “insani kriz” durumunda meşru kabul edilse de 1945 Birleşmiş Milletler Şartı ile düzenlenmiş ve bu düzenlemeler uluslararası hukuk normu olarak kabul edilmiştir.

Birleşmiş Milletler Şartı’nın 2. maddesinin 4. fıkrasına göre; “Tüm üyeler, uluslararası ilişkilerinde gerek herhangi bir başka devletin toprak bütünlüğüne ya da siyasal bağımsızlığına karşı, gerek Birleşmiş Milletler’in amaçları ile bağdaşmayacak herhangi bir biçimde kuvvet kullanma tehdidine ya da kuvvet kullanılmasına başvurmaktan kaçınırlar.” (Birleşmiş Milletler Antlaşması, 1945). Bu maddeyle beraber Birleşmiş Milletler, temel amacı olan uluslararası barış ve düzeni korumak için, kuvvet kullanmayı yasaklamıştır. Ancak bu yasaklamayı insani müdahale amacıyla yapılan herhangi bir kuvvet kullanımı için göz ardı eden ve insani müdahaleyi uluslararası hukuka uygun sayan bir kısım hukukçu ve yazar vardır. Bu kısım hukukçu ve yazarlar; Birleşmiş Milletler Şartı’nn 2/4. maddesinde belirtildiği gibi kuvvet kullanarak müdahale etmenin yalnızca devletlerin toprak bütünlüğünü ya da siyasal bağımsızlığını bozmayı hedefleyen bir durumda yasak olduğunu; insani bir krize son vermek için yapılan müdahalelerde kullanılan kuvvetler de böyle bir hedef içermediğinden bunun uluslararası hukuka uygun olduğunu iddia etmektedirler (Ertuğrul, 2007). Ancak Birleşmiş Milletler Şartı’nda yer alan kuvvet kullanma yasağı genel bir anlam içermekte ve Birleşmiş Milletler’in amaçları ile bağdaşmayacak her türlü kuvvet kullanımını yasaklamaktadır.

Birleşmiş Milletler Şartı’na göre kuvvet kullanma yasağı yalnızca iki istisnai durumda ortadan kalkmaktadır. Bunlardan ilki Şart’ın 51. Maddesinde belirtilen meşru müdafaa hakkıdır: “Bu Antlaşmanın hiçbir hükmü Birleşmiş Milletler üyelerinden birinin silahlı bir saldırıya hedef olması halinde, Güvenlik Konseyi uluslararası barış ve güvenliğin korunması için gerekli önlemleri alıncaya dek, bu üyenin doğal olan bireysel ya da ortak meşru savunma hakkına halel getirmez. Üyelerin bu meşru savunma hakkını kullanırken aldıkları önlemler hemen Güvenlik Konseyi’ne bildirilir ve Konsey’in işbu Antlaşma gereğince uluslararası barış ve güvenliğin korunması ya da yeniden kurulması için gerekli göreceği biçimde her an hareket etme yetki ve görevini hiçbir biçimde etkilemez” (Birleşmiş Milletler Antlaşması, 1945). Şart’ın bu maddesinde açıklandığı üzere meşru müdafaa hakkı devletler için bir saldırı durumunda doğal bir haktır (Pazarcı, 2018, s. 556). NATO, Kosova müdahalesini gerçekleştirdiğinde; müdahale bölgesinden örgüte karşı herhangi bir tehdit bulunmamaktaydı. Dolayısıyla Birleşmiş Milletler Şartı’nın 51. maddesi gereğince NATO doğal bir hak olan meşru müdafaa hakkına sahip değildi.

Birleşmiş Milletler Şartı’nın 7. bölüm 41. maddesine göre; “Güvenlik Konseyi, kararlarını yürütmek için silahlı kuvvet kullanımını içermeyen ne gibi önlemler alınması gerektiğini kararlaştırabilir ve Birleşmiş Milletler üyelerini bu önlemleri uygulamaya çağırabilir. Bu önlemler, ekonomik ilişkilerin ve demiryolu, deniz, hava, posta, telgraf, radyo ve diğer iletişim ve ulaştırma araçlarının tümüyle ya da bir bölümüyle kesintiye uğratılmasını, diplomatik ilişkilerin kesilmesini içerebilir” (Birleşmiş Milletler Antlaşması, 1945). Şart’ın bu maddesinin devamı niteliğinde olan ve aynı zamanda kuvvet kullanma yasağına getirilen diğer bir istisnai durumu açıklayan 42. madde; “Güvenlik Konseyi, 41. Madde’de öngörülen önlemlerin yetersiz kalacağı ya da kaldığı kanısına varırsa, uluslararası barış ve güvenliğin korunması ya da yeniden kurulması için, hava, deniz ya da kara kuvvetleri aracılığıyla, gerekli saydığı her türlü girişimde bulunabilir. Bu girişimler gösterileri, ablukayı ve Birleşmiş Milletler üyelerinin hava, deniz ya da kara kuvvetlerince yapılacak başka operasyonları içerebilir” (Birleşmiş Milletler Antlaşması, 1945). Şart’ın 41. Maddesinde herhangi bir uluslararası kriz veya çatışma durumunda devletler dış politikalarında Güvenlik Konseyi kararları kapsamında öncelikle yumuşak güç kullanacak ve diplomatik yolları deneyeceklerdir. Bu sorumluluğun devamında ise 42. Maddede belirtildiği üzere; Güvenlik Konseyi yumuşak güç önlemlerinin sonuç vermediği “kanısına varırsa” kuvvet kullanma aşamasına geçilebilir. Dolayısıyla uluslararası alanda yapılacak herhangi bir müdahale Güvenlik Konseyi kanısı, kararı olmadan yapılamaz.

Kosova sorunu için çıkarılmış olan Güvenlik Konseyi kararlarının hiçbiri kuvvet kullanma yasağının ortadan kaldırılmasını ve kuvvet kullanarak çatışmaya müdahale etme yetkisinin NATO’ya verilmesini içermemektedir. NATO müdahalesinin bu açıdan meşru olmadığı görülmektedir. Ancak diğer bir yandan ise müdahalenin uluslararası barış ve düzeni tehdit eden çatışmayı durdurmak ve Sırpların Arnavutlara yaşattığı ağır insan hakları ihlallerine acilen son vermek için yapıldığı söylenmektedir. NATO’nun Kosova müdahalesini bu iddia ile meşrulaştırmaya çalışanlara ise Birleşmiş Milletler Şartı’nın 24. maddesiyle cevap verilmiştir (Ertuğrul, 2007). Bu maddeye göre uluslararası barış ve düzenin korunmasında ve sağlanmasında ilkin sorumlu organ Güvenlik Konseyi’dir. Uluslararası hukukun bu gereklilikleri ışığında NATO Kosova müdahalesini yapacak yetkiye sahip olmadığından; bu müdahale hukuken meşru sayılmamaktadır.

NATO müdahalesinin meşruluğunun yanı sıra; müdahale sürecinin “insaniliği” konusu da uluslararası alanda oldukça ses getirmiştir. Müdahalenin Sırpların Arnavutlara karşı olan saldırılarını bastırması gerekirken; bu baskılar müdahale sürecinde artarak devam etmiştir (Acar, 2015, s. 121). Bununla beraber müdahale sırasında Arnavutlarla beraber pek çok Sırp sivil de hayatını kaybetmiştir (Chomsky, 1999). Müdahale sırasında Çin Büyükelçiliği bombalanmış ve bunun yanlış hedef alınması sonucu olduğu iddia edilmiştir. Bu bombalamada ölenlerin ailelerine tazminat ödenirken; Yugoslavya Federal Cumhuriyeti’nin ölen ya da yaralanan siviller adına Uluslararası Adalet Divanı’nda açtığı davada NATO tarafının yalnızca özür dilemesi de müdahalenin insani bir amaçla yapıldığı konusunda şüphe uyandırmıştır (Acar, 2015, s. 121). Müdahalenin iki aydan fazla bir süre devam etmesi, bombalamaların yüksekten yapılarak daha fazla sivilin ölmesine neden olması ve insanları göç etmek zorunda bırakması da müdahale sürecinin insani duygular içermesi konusunda şüphe uyandırmıştır.

4.2. NATO Müdahalesinin Koruma Sorumluluğuna Etkileri

“İnsani müdahalenin uluslararası hukuka uygunluğu” tartışması 1999 yılı ve sonrasında NATO’nun Kosova müdahalesi üzerinden artarak devam etmiştir. Bu tartışmalar ardından insani müdahale kavramının uluslararası hukukta düzenlenmesinde eksiklikler olduğu görülmüştür. Bu eksiklikleri tamamlama niteliğinde olan Koruma Sorumluluğu (The Responsibility to Protect) doktrini 2001 yılında Müdahale ve Devlet Egemenliği Komisyonu (International Commission on Intervention and State Sovereignty – ICISS) tarafından geliştirilen bir raporla gündeme gelmiştir (Ertuğrul, 2016). Koruma Sorumluluğu doktrini iki temel faktör üzerine kurulmuştur. Bunlardan ilki, Koruma Sorumluluğu raporunun ‘’Temel İlkeler’’ bölümünde; “State sovereignty implies responsibility, and the primary responsibility for the protection of its people lies with the state itself. (Devlet egemenliği sorumluluk anlamına gelir ve halkının korunmasının birincil sorumluluğu devletin kendisidir)’’ ifadeleriyle vurgulanmıştır (The Responsibility To Protect, 2001, s. 11).

Küreselleşmenin de etkisiyle 1990’lardan itibaren, devlet egemenliği; devletin vatandaşlarını koruması ve ülke sınırları içerisinde vatandaşlarına refah düzeyi yüksek bir yaşam sunması yükümlülüklerinden kaynaklanmaya başlamıştır (Erler Bayır & Sönmezoğlu, 2014, s. 21). Bu yükümlülüğe göre devlet, meşru güç kullanma mekanizmasına sahip; fakat bu gücü vatandaşlarına karşı kullanma hakkına sahip değildir. Koruma Sorumluluğu doktrinine göre devlet, vatandaşların can ve mal güvenliğini sağlamak dışında; onlara refah bir yaşam sağlamakla yükümlüdür. Koruma Sorumluluğu doktrininin diğer bir temel faktörü ise devletin vatandaşını koruma yükümlülüğünü yerine getirememesi durumunda, bu yükümlülüğün uluslararası topluma geçmesi halidir.

Bu temeller kapsamında Koruma Sorumluluğu raporunun ilk bölümünde devletlere başlıca “önleme”, “tepki” ve “yeniden inşa” sorumluluklarını yüklenmiştir. Önleme sorumluluğu, bir krize neden olabilecek faktörlerin çatışma olmadan önce tespit edilerek önlenmesidir. Bu krizler genel olarak yoksulluk nedeniyle ortaya çıkmakta; çözümü ise uluslararası ekonomik yardımlaşma olarak görülmektedir (Çagırga & Özkerim Güner, 2015, s. 91). Tepki (reaksiyon) sorumluluğu ise çatışma yaşanan bölgede Birleşmiş Milletler hakimiyetinin geçerli olması ve Güvenlik Konseyi’nin kararı ile bölgeye müdahale edilebilmesidir. Yeniden inşa sorumluluğu kapsamında da çatışma ardından bölgenin siyasal, askeri ve ekonomik alanları Birleşmiş Milletler tarafından düzenlenir ve bölge kalıcı barışa ulaştırılır.

Bu üç temel sorumluluğun daha iyi işleyebilmesi ve tepki sorumluluğu ile vatandaşını korumakta başarısız olan bir devlete karşı yapılacak herhangi bir müdahalenin insanilikten uzaklaşılmadan yapılması için altı kriter belirlenmiştir: Haklı sebep, son çare, orantılılık, yüksek başarı beklentisi, doğru amaç, doğru yetkilendirme (otorite) (The Responsibility To Protect, 2001).

Bir bölgede kitlesel ölümlerin, büyük çapta bir etnik temizliğin, tecavüz veya terör gibi ağır insan hakları ihlallerinin yaşanması ve bunların devletin vatandaşını koruyamamasından kaynaklanması; o devlete uluslararası toplumun müdahale etme sebebinin haklılığını göstermektedir (Çagırga & Özkerim Güner, 2015, s. 89). Haklı sebep kriterinin ortaya çıkmasında NATO’nun Kosova müdahalesinde “gerekçenin insaniliği” konusu etkili olmuştur. NATO’nun Kosova’ya müdahale etmesindeki amacına bakıldığında; Sırpların Arnavutları yok etmek üzere bir etnik temizliğe girişmesi, bunu kanıtlanmamış olmakla beraber “At Nalı Operasyonu” adı altında gerçekleştirmek istemeleri, Kosova’da yaşayan Arnavut çoğunluğa insani haklarının verilmemesiyle yaygın insan hakları ihlallerinin yaşanması ve bununla beraber Arnavutların kurduğu Kosova Kurtuluş Ordusu’nun sivillere saldırması gerekçeleri görülmektedir. Dolayısıyla Koruma Sorumluluğu doktrinine göre NATO’nun Kosova’ya müdahale etme sebebi hukuken haklı sayılmaktadır (Acar, 2015, s. 124).

Son çare kriteri, bölgedeki çatışmanın durdurulması için öncelikle yumuşak güç içeren tüm önlemlerin ve diplomatik yolların denenmesi; eğer bunlar çatışmayı durdurmaya engel olmuyorsa askeri kuvvet kullanarak müdahale etme aşamasına geçilmesidir. NATO Kosova’ya müdahale etme kararı vermeden önce Güvenlik Konseyi’nin konu hakkında aldığı 1160, 1199 ve 1203 sayılı olmak üzere üç kararı vardı. Bu kararların hiçbiri bölgede Sırpların ve Arnavutların karşılıklı saldırılarını engelleyememiş ve sonuçsuz kalmıştır. Bu kararlarla beraber Yugoslavya Federal Cumhuriyeti’nin havayolları Avrupa’ya kapatılmış, çatışmanın durdurulması için bölgede ekonomik durgunluk yaratılmak istenmiş; bu yöntem dahilinde bölge ile tüm yatırım antlaşmaları durdurulmuştur (Acar, 2015, s. 125). Tüm bunların yanı sıra diplomatik yollar da denenmişti. Öyle ki; Yugoslavya Federal Cumhuriyeti ile Kosova’daki Arnavut çoğunluğu temsil eden heyet arasında Rambouillet Antlaşması olarak bilinen bir barış antlaşması önerisi sunulmuş; bu antlaşmaya Arnavutlar sıcak bakarken Sırp tarafının bunu imzalamaya yanaşmaması diplomatik yolların da tükendiğinin göstergesi olmuştur (Oduncu, 2019, s. 10). Bu durumlar göz önünde bulundurulduğunda NATO’nun Kosova’ya müdahale kararı son çare kriterine uygun görülmektedir.

NATO’nun Kosova müdahalesinde “müdahale sürecinin insaniliği” Koruma Sorumluluğu doktrininde “orantılılık” ve “yüksek başarı beklentisi” kriterlerinin ortaya çıkmasında etkili olmuştur. Koruma Sorumluluğu doktrinine göre orantılılık kriteri, yapılacak silahlı kuvvet içeren müdahalenin sadece yaşanan insani krize son verecek ölçüde planlanması ve bölgeye, sivillere büyük ölçüde zararlar vermeyecek şekilde yapılmasıdır (Çagırga & Özkerim Güner, 2015, s. 90). NATO’nun Kosova müdahalesinde ise bu orantılılığın yok sayıldığı açıktır. Öncelikle müdahalenin 1999 yılının Mart ayında başlayıp Haziran ayına kadar devam ederek 78 gün sürmesi ve neredeyse 180.000-200.000 saat uçuş yapılması müdahale süresinin orantılı bir şekilde planlanmadığını göstermektedir (Çevikbaş, 2011, s. 30). Bu uzun süren müdahale boyunca bölgenin bombalamalarla çok fazla tahrip edilmesi ve uçakların uçaksavarlara yakalanmamak için çok fazla yüksekten bombalama yaparak daha fazla sivilin ölümüne sebep olması durumları göz önünde bulundurulduğunda NATO müdahalesinin orantılılık kriterine uygun olmadığı ve Koruma Sorumluluğu doktrininde bu kriterin kurallaştırılmasına etki ettiği bilinmektedir (Acar, 2015, s. 125).

Yüksek başarı beklentisi kriteri, NATO’nun insani müdahalesine bakılarak, herhangi bir insani krizi engellemek için yapılan müdahalenin olumsuz sonuçlarının, müdahale yapılmaması ihtimalinde yaşanacak olan olumsuz sonuçlardan daha az olması beklentisidir (Çagırga & Özkerim Güner, 2015, s. 90). NATO’nun askeri gücü ile müdahalede bulunduğu Yugoslavya Federal Cumhuriyeti’nin askeri gücü karşılaştırıldığında; NATO gücünün daha fazla olduğu bilinmektedir. Dolayısıyla müdahale öncesinde uluslararası toplumda NATO’nun bölgeye müdahalesinde yaşanacak olumsuz sonuçların oldukça az ve müdahale başarısının da bu doğrultuda yüksek olacağı beklentisi hakimdi (Acar, 2015, s. 126). Ancak NATO müdahalesiyle beraber bölge müdahale olmaması ihtimalinden daha fazla tahrip edilmiş ve binlerce sivil hayatını kaybetmiştir. Ayrıca Sırpların Arnavutları göçe zorlamasını da engellemeyi amaçlayan NATO, müdahale sonrasında daha fazla Arnavutun bölgeyi terk etmesine neden olmuştur.

NATO’nun Kosova müdahalesinin Koruma Sorumluluğu doktrinine en önemli katkısı “doğru otorite” kriteri olmuştur. Bu kritere göre bir insani krizi sonlandırmak amacıyla herhangi bir müdahaleyi yapacak devletler ya da uluslararası örgütler, müdahale yetkisini bu konuda sorumlu organdan almalıdır. Birleşmiş Milletler Şartı’nın 24. maddesinin 1. fıkrasına göre; ‘’Birleşmiş Milletler’in üyeleri, örgütün hızlı ve etkili hareket etmesini sağlamak için, uluslararası barış ve güvenliğin korunmasında başlıca sorumluluğu Güvenlik Konseyi’ne bırakırlar ve bu sorumluluk gereğince görevlerini yerine getirirken Güvenlik Konseyi’nin kendi adlarına hareket ettiğini kabul ederler.’’ Bu madde gereği uluslararası hukukta barış ve güvenliği sağlayacak ve mevcut barışı koruyacak birincil organ Güvenlik Konseyi olarak kabul edilmiştir. NATO Washington Zirvesi’nde Birleşmiş Milletler’i yok sayarak, kurucu antlaşmasının 1. maddesinde belirtilen Birleşmiş Milletler’e sadık kalacağı ilkesini ihlal ettiği gibi Birleşmiş Milletler Şartı’nın 24. maddesini de ihlal ederek kendini uluslararası barış ve güvenliği sağlama konusunda birincil organ yerine koymuştur. Bu ihlalin yanı sıra; NATO, Şart’ın kuvvet kullanma yasağına getirdiği istisnalardan birini açıklayan 42. maddeyi de ezmiştir. Bu maddeye göre kuvvet kullanabilme yetkisi ancak ve ancak bir Güvenlik Konseyi kararı ile verilebilir. Uluslararası hukukun bahsedilen gereklilikleri dahilinde NATO’nun Kosova müdahalesi, Güvenlik Konseyi kararı ile müdahale edebilme yetkisine erişmediğinden, doğru otorite kriterine uygunluk göstermemektedir.

Kuzey Atlantik Antlaşması’nın 5. maddesine göre; taraflar, Kuzey Amerika’da veya Avrupa’da kendilerine yöneltilen herhangi bir saldırıda Birleşmiş Milletler’in 51. maddesi gereğince kendilerini bireysel ya da toplu meşru müdafaa şeklinde savunacaklardır (North Atlantic Treaty Organization, 1951). Antlaşma’nın 5. maddesinde de yer aldığı gibi, Birleşmiş Milletler Şartı’nda meşru müdafaa hakkı kuvvet kullanma yasağı için istisnai bir durumdur. NATO müdahalesini meşru kılan bir kısım yazar; bölgedeki çatışmanın büyüyüp NATO’ya üye komşu devletlere yayılacağı düşüncesi ve bu durumda da Güvenlik Konseyi’nde konu hakkında alınacak herhangi bir müdahale kararında Rusya ve Çin’in veto edeceği endişesi ile müdahale edildiğini; dolayısıyla müdahalenin bir nevi meşru müdafaa hakkı çerçevesinde gerçekleştiğini belirtmişlerdir. Ancak Şart’ın 51. maddesine göre bir devletin ya da devletler topluluğunun meşru müdafaa hakkını kullanabilmesi için silahlı bir saldırıya hedef olması öncelikli bir şarttır (Pazarcı, 2018, s. 557). Yugoslavya Federal Cumhuriyeti’nin NATO’ya üye devletlere herhangi bir kuvvet tehdidi veya kuvvet içeren müdahalesi bulunmadığından Kuzey Atlantik Antlaşması’nın 5. maddesi geçerlilik kazanmamakta ve NATO’nun müdahalesi 51. madde gereğince de meşru kabul edilmemektedir. Ancak yine müdahaleyi hukuken meşru gören bir kısım hukukçu ve yazar 1948 Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’nin 3. maddesini ileri sürmektedir (Çagırga & Özkerim Güner, 2015, s. 85). Bu maddeye göre ‘’soykırım’’ fiili cezalandırılacak bir eylemdir (Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi, 1951). Müdahaleyi hukuken meşru gören hukukçu ve yazarlar, Sırpların, Kosova’daki Arnavutlara yönelik bir soykırım hedefi olduğu gerekçesiyle NATO tarafından cezalandırıldığını ve bunun uluslararası hukuka uygun olduğunu ileri sürmektedirler. Fakat bu görüşe sahip hukukçu ve yazarların bir meşruiyet belgesi olarak kullandıkları Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’nin 8. maddesine göre; “Sözleşmeci Devletlerden herhangi biri, soykırım fillerinin veya Üçüncü maddede belirtilen herhangi bir fiilin önlenmesi ve sona erdirilmesi için gerekli gördükleri takdirde, Birleşmiş Milletlerin yetkili organlarından, Birleşmiş Milletler Şartı’na göre harekete geçmesini isteyebilir” (Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi, 1951). Dolayısıyla Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi, bir devlete silahlı kuvvet kullanarak müdahale edilebilmesi için Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nden karar alınması gerekliliğini ortadan kaldırmaz (Çagırga & Özkerim Güner, 2015, s. 86). Aksine bahsi geçen Sözleşme, 8. maddesinde ifade edildiği üzere, Birleşmiş Milletler ile kuvvet kullanımı konusunda iş birliğine gitmiştir (Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi, 1951).

Uluslararası hukukun bahsedilen normları ve antlaşmaları yönünde; NATO’nun Kosova müdahalesi, Birleşmiş Milletler Şartı’nın kuvvet kullanma yasağına getirdiği iki istisnai duruma sahip olmadığından ve Şart’ın 2. maddesinde açıklanan kuvvet kullanma yasağını ihlal ettiğinden hukuken meşru değildir.

NATO’nun Kosova müdahalesindeki amacı; büyük çapta etnik temizliği, göçe zorlamayı, insan hakları ihlallerini ve bir insani krizi durdurmaktı. Bu amaçlarıyla NATO müdahalesi Koruma Sorumluluğu doktrinindeki “doğru amaç” kriterine uygunluk göstermekteydi. Ancak 2008 yılında Kosova’nın bağımsızlığını ilan etmesi, NATO’nun amacının doğruluğunu sorgulatmıştı. Bu bağımsızlık ilanı ardından NATO’nun asıl amacının Yugoslavya Federal Cumhuriyeti’nin toprak bütünlüğünü bozmak olduğu ileri sürülmüş ve bu yüzden uluslararası hukuka aykırı görülmüştü. Buna karşı, Kosova bağımsızlığının bölgede tekrar bir çatışma çıkmaması ve bölgede sağlanan barışın kalıcı olması adına gerekli olduğu ve yeniden inşa sorumluluğu gereğince ilan edildiği görüşü de uluslararası toplumda yaygındı (Acar, 2015, s. 128).

Bahsedilen Birleşmiş Milletler Şartı maddeleri, Güvenlik Konseyi kararları ve NATO müdahalesinin meşruluğu konusunda ikiye ayrılan görüşler insani müdahale kavramının uluslararası hukukta eksik düzenlendiği gerçeğini ortaya çıkarmış ve Koruma Sorumluluğu doktrininin oluşmasını sağlamıştır. Koruma Sorumluluğu raporunun hazırlanmasında en önemli etken Kosova’da yaşanan insani krizler ve bunun sonucunda yaşanan NATO’nun Kosova’ya “insani müdahalesi” olmuştur (Arsava, 2011, s. 105).

5. Sonuç

Kosova’da, Arnavutlar ve Sırplar arasındaki çatışma, eski çağlarda başlamıştır. Bu çatışmanın sebebi, Kosova’nın Osmanlı hakimiyetine kadar yalnızca etnik köken sebepliyken, Osmanlı hakimiyetinden sonra buna din çatışması da eklenmiştir. Bu çatışmaların sebep olduğu, Kosova’nın paylaşılamama durumu, birçok insanın göçe zorlanmasına ve hatta ölmesine yol açmıştır. Tito döneminde olduğu gibi, Kosova, kimi zaman diğer yıllara nazaran stabil dönemler geçirse de bu dönemler uzun sürmemiş ve iki milletin milliyetçiliği ve uluslararası toplumunun bölgeye ilgisizliği, 1998’deki iç savaşa neden olmuştur. Bu iç savaş, 1999 yılında, NATO’yu bölgeye çekmiştir.

NATO’nun 1999’da Kosova’da gerçekleştirdiği müttefik güç harekâtı insani ve hukuki açıdan Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin kararı olmadığı için tartışmalı bir konumdadır. Müdahaleyi gerçekleştirenler her ne kadar meşrulaştıracak durumları öne sürse de hukuki açıdan direk olarak geçersiz olduğunu savunanlar da mevcuttur. İnsan haklarını koruma ve Birleşmiş Milletler’in rolü Kosova müdahalesinde kendini gösteren bir başka husustur. İnsan haklarını korumada Birleşmiş Milletler sorumlu olduğu halde aldığı kararlarla Kosova’da başarılı olamadığı için NATO müdahale gerçekleştirme kararı almıştır. Lakin NATO’nun Kosova’ya “insani” duygularla olduğu iddia edilen müdahalesi uzun yıllar tartışma konusu olmuştur. İnsan haklarının fazlaca ihlalini, Sırpların Arnavutları göçe zorlamasını ve Sırpların kanıtlanmış olmasa da “At Nalı Operasyonu” adı altında Arnavutları yok etme girişiminde olmaları nedenlerini ileri sürerek müdahalede bulunan NATO; bu olumsuz sonuçları bastırmak istemiş, ancak müdahale ile beraber çok sayıda sivil hayatını kaybetmiş, bölge bombalarla çok fazla tahrip edilmiş ve daha fazla insan göç etmek zorunda kalmıştır. Dolayısıyla NATO orantılı bir güç kullanmadığından bu müdahaleyi “insani” duygularla gerçekleştirdiği konusu şüphelidir. Bununla beraber NATO; uluslararası hukukun temeli olan Birleşmiş Milletler Şartı’nın 2/4. Maddesindeki kuvvet kullanma yasağını, yine Şart’ta belirtilen iki istisnaya da sahip olmayarak, çiğnemiştir. Sonuç olarak NATO’nun Kosova müdahalesi her ne kadar ‘’insani müdahale’’ kavramı ile yapılmış olsa da müdahalenin insaniliği tartışmalıdır ve müdahale uluslararası hukuk gereği meşru değildir. Ayrıca uluslararası hukukta “insaniliği” çokça tartışılan ve böylece literatürdeki eksiklikleri ortaya çıkaran bu müdahale; Koruma Sorumluluğu doktrininin oluşmasında etkili olmuştur.

Özge İrem AYDIN

Gülcere NİŞANGAH

Dilek YILMAZ

Uluslararası Örgütler Staj Programı

Kaynakça

Acar, Z. S. (2015). Doktrinleşme Sürecindeki İnsani Müdahale: Nato’nun Kosova Müdahalesi ve Koruma Sorumluluğu Kavramı. Ege Stratejik Araştırmalar Dergisi, 6(1), 113-131.

Agolli, G. (2019). Kosova Sorunu Örneğinde Sırp ve Arnavut Milliyetçilikleri. Ankara Üniversitesi Akademik Arşiv Sistemi: https://dspace.ankara.edu.tr/xmlui/handle/20.500.12575/68896 adresinden alındı

Alpkaya, G. (1999, Haziran). NATO Müdahalesi Üzerine. Tartışma Metinleri 15.

Arsava, F. (2011). Egemenlik ve Koruma Sorumluluğu. Gazi Üniversitesi Hukuk Dergisi, 15(1), 101-124.

Bağbaşlıoğlu, T. (2016). İnsani Müdahalenin Meşruiyeti ve Kosova Müdahalesini Yeniden Düşünmek. E. Akıllı (Dü.) içinde, Türkiye’de ve Dünyada Dış Yardımlar (s. 140-152). Ankara: Nobel Akademik Yayıncılık.

Baş, N. (2009). Kosova Sorununun Ortaya Çıkışı ve Balkanlar Üzerine. http://tez.sdu.edu.tr/Tezler/TS00714.pdf adresinden alındı

Birleşmiş Milletler Antlaşması. (1945, Haziran 26). İnsan Hakları Dairesi Başkanlığı Web Sitesi: https://inhak.adalet.gov.tr/Resimler/SayfaDokuman/2212020141836bm_01.pdf adresinden alındı

Chomsky, N. (1999). Kosovo Peace Accord. Z Magazine.

Çagırga, S., & Özkerim Güner, N. (2015). İnsanİ Müdahalenin Hukuka Uygunluğu Sorunu. İzmir Barosu Dergisi(3), 69-100.

Çevikbaş, A. (2011). Müttefik Güç Harekâtı İnsani Müdahalelerin Bir İstisnası mıdır? NATO’nun Kosova’ya Yönelik Harekâtının Uluslararası Hukuk ve Askeri Bakış Açılarından Değerlendirilmesi. Savunma Bilimleri Dergisi, 10(2), 18-57.

Erler Bayır, Ö., & Sönmezoğlu, F. (2014). Dış Politika Analizinde Temel Öğeler. F. Sönmezoğlu, & Ö. Erler Bayır içinde, Dış Politika Karşılaştırmalı Bir Bakış (s. 5-44). İstanbul: Der Yayınları.

Ertuğrul, Ü. E. (2007). İnsani Müdahale(!). Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu: https://www.ayk.gov.tr/wp-content/uploads/2015/01/EL%C3%87%C4%B0N-ERTU%C4%9ERUL-%C3%9Cmm%C3%BChan-%C4%B0NSAN%C4%B0-M%C3%9CDAHALE-.pdf adresinden alındı

Ertuğrul, Ü. E. (2016). Koruma Sorumluluğu: İnsani Müdahaleyi Makyajlamak. Gazi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 20(2), 441-470.

Gündüz, A. (2018). Kuzey Atlantik Antlaşması Teşkilatı . A. Gündüz içinde, Milletlerarası Hukuk (s. 643-646). Savaş Yayınevi.

Human Rights Council. (2020). https://www.ohchr.org/Documents/HRBodies/HRCouncil/HRC_booklet_EN.pdf adresinden alındı

International Commission on Intervention and State Sovereignty. (2001). The Responsibility To Protect. Kanada: International Commission on Intervention and State Sovereignty.

Kor, Z. T. (2004). NATO’nun Washington Zirvesi’yle Yenilenen Kimliği. Anlayış Aylık Siyaset, Ekonomi, Toplum Dergisi.

Levent, Z. (2013). Tarihi Süreçte Kosova. Atatürk Yolu Dergisi, 13(52).

North Atlantic Treaty Organization. (1951, Haziran 19). https://www.nato.int/cps/en/natohq/official_texts_17265.htm adresinden alındı

Oduncu, T. (2019). 1999 Kosova Krizi ve NATO’nun Kosova Müdahalesi. Bucak İşletme Fakültesi Dergisi, 2(1), 1-15.

Oğultürk, M. C. (2014). Kosova’nın Bağımsızlık Süreci Kapsamında ABD Dış Politikasının Analizi. Güvenlik Stratejileri Dergisi, 10(19).

Pazarcı, H. (2018). Uluslararası Hukuk. Ankara: Turhan Kitabevi.

Pekyardımcı, E. B. (2006). İnsancıl Müdahale Kavramı ve Kosova Sorunu. Ankara Üniversitesi Akademik Arşiv Sistemi: https://dspace.ankara.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/20.500.12575/28641/2935.pdf?sequence=1 adresinden alındı

Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi. (1951, Ocak 12). Dış İlişkiler ve Avrupa Birliği Genel Müdürlüğü: https://diabgm.adalet.gov.tr/arsiv/sozlesmeler/coktaraflisoz/bm/bm_11.pdf adresinden alındı

Taşar, M. M. (1999, Ocak). Kosova Arnavutlarının Bağımsızlık Mücadelesi. Ülke Dergisi(33).

Ural, S. (2014). Balkanlarda Aşırı Milliyetçiliğin Gölgesinde Kosova ve Bağımsızlık. Çankırı Karatekin Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi: https://dergipark.org.tr/tr/pub/jiss/issue/25892/272858 adresinden alındı

 

 

 

 

Türkiye’nin Açık Kapı Politikası

Suriye’deki savaş ortamı, yaklaşık 5 milyon Suriyeliyi evinden ederken, dünyanın en büyük mülteci gruplarından birisi haline gelen Suriyelilerin en çok göç ettiği ülkelerin başında Türkiye gelmektedir. ‘Açık kapı politikası’ ile Suriyeli mültecilerin gelmesi için sınırları açan Türkiye, son dönemde bu insanlara karşı yoğunlaşan gösteriler ve saldırılara sahne olmaktadır.

Suriyeli mülteciler meselesi hakkında en çok merak edilenleri, Uluslararası Mülteci Haklar Derneği’nde Hukuk Kurulu Üyesi ve aynı zamanda avukatlık yapan Zeynep ERTEKİN’e sorduk;

 

1- Türkiye’de daha önce, 2011’de yaşandığı gibi, bir mülteci krizi yaşandı mı? Yaşandıysa o zamanki devlet politikalarıyla şu anki devlet politikasının farkları nelerdir?

Şimdi  birinci sorunuz 2011’den önce bir kriz yaşandı mı yaşandıysa devletin politikası ile alakalı bir soru olmuş ama açıkçası bu konuda hem çok fikrim yok hem de hukukçu  olarak,  avukat olarak yorum yapmak bizim haddimiz olmaz zannımca, Bu biraz daha sanki siyasi bir soru yani belki siyaset bilimci bir kişinin cevaplaması gerekebilir. Ama 2011 krizinden sonra, yani benim bildiğim, daha öncesinde sınıra gelen bu denli büyük bir göç dalgası yok. Böyle büyük bir  göç dalgasına karşı devletin tutumu da haliyle ilk etapta biraz acemice oldu diyebiliriz kısacası. Hâlâ da oturmuş bir sistem olduğunu söylemek mümkün değil. Göç sistemimizde ciddi sıkıntılar mevcut.

 

2) Türkiye’deki muhalif kesimin mültecilere bakışını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Türkiye’de muhalif kesimin mültecilere yaklaşımından bahsetmişsiniz sorunuzda, muhalif kesimden kastınız  iktidar muhalefeti  yani sol cenahtan bahsediyoruz. Öncelikle ikili bir ayrim yapilabilir bu konuda çünkü sol cenahın da ciddi anlamda mülteci savunuculuğunu yapan güzel kurumları vardır. Bazı dernek ve vakıflar vardır.  Özellikle ‘Hepimiz Göçmeniz Platformu’ altında toplanan bir grup var bunlar iktidara yakın gruplar değillerdir. Bizlerden daha hızlı tepki verebiliyorlar. Örneğin geçtiğimiz yıl Ali Elhemdan diye Suriyeli bir kardeşimiz Adana’da bir polis kurşunu ile vefat etti. O olayda bizim cenahtan olan pek cok sivil toplum kuruluşu bekleme tarafındaydı. Ancak insan hakları grupları, baroların multeci gruplari, mülteci hakları merkezleri veyahut İnsan Hakları Dernegi dışında Hepimiz Göçmeniz Platformu sığınmacı göçmenler derneği gibi, ASAM gibi daha farkli cenahlar diyelim, İslami hassasiyet gütmeden bu işi yapan kesimlerin iktidara bakmaksizin cok daha güçlü bir şekilde tavır aldığını söylemek mümkün.  Bana kalırsa onların da eksigi LGBTİ+ dediğimiz kilit mülteci grup olarak nitelendirdiğimiz gruplar üzerinde eksiklikleri var. Bu da şunu doğuruyor, sadece bir insani kimlik seçiminden dolayı ve aynı zamanda mülteci ise sadece bu kimlik kendi tabirleri ile cinsiyet eğiliminden dolayı onu körü körüne savunmanın yanlış olduğunu düşünüyorum. En büyük hatalarının bu olduğunu düşünüyorum. Diğer türlü dediğim gibi muhalif olarak değerlendireceksek burada bizim karnemiz daha zayıftır.

 

3- Avrupa’nın Türkiye ile olan mülteci anlaşmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Avrupa’nın Türkiye ile olan antlaşmasının tamamen siyasi olduğunu düşünüyorum. Bunun hukuki bir yönü yok. Aksi halde her ülke İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nde geçen, herkes zulüm görmesi durumunda, başka bir ülkenin sığınmasından yararlanma hakkına sahiptir.

 

4- Siz bu alanda çalışmaya nasıl başladınız?

Benim bu alanda nasıl çalıştığımı sormuşsunuz. şöyle başlayayım, ben üniversitedeyken de çeşitli gruplarla, derneklerle mülteciler alanında çalışmalar yapıyordum. Öğrenci kulüpleri ağırlıklı olarak yardım çalışmaları yapıyordum. Ama daha sonrasında profesyonel olarak hukuk fakültesinden mezun olduktan sonra bir staj dönemimiz var ve o staj döneminde Uluslararası Mülteci Hakları Derneği’nde stajyer avukat olarak çalışmaya başladım. 2017 yılının kasım ayıydı, o günden beri de hem stajımın tamamını orada yaptım, yani bir yıllık bir süre, bir yılı biraz daha geçkin, akabinde de derneğin profesyonel olarak avukatlığını da yapmaya devam ediyorum. Bu benim tercihimdi, ama keyif alıyorum aynı zamanda da insani olarak, vicdani olarak çok tatmin olduğum bi alan. İnsanlara yardımcı olabilmek beni mutlu ediyor, bu şekilde çalışmaya devam ediyorum.

 

5- Mültecilerin uyum sorunlarının başında dil yetersizliği ve iletişim sorunu geliyor. Siz  ülkemizin uyguladığı eğitim alanındaki uygulamaları nasıl değerlendiriyorsunuz ? Suriyeli çocukların eğitim sorunu için ne gibi adımlar atılıyor/atılabilir?

 Uyum ve eğitime dair bir sorunumuz var zannediyorum. Bunu da belki eğitimcilerle konuşmak lazım, daha işin içinde insanlar olarak. Benim gördüğüm ve değerlendirdiğim kadarıyla çocuklarda, özellikle okul çağındaki çocuklarda dil öğrenme konusunda herhangi bir problem yok entegrasyon gayet başarılı devam ediyor. Tam tersi, bizim tarafımızdaki, yani Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan kişilerin, öğretmenlerin ve velilerin tavrı bence burada önemli. Çünkü özellikle dışlayıcı bir tavır var ve bunu Esenyurt gibi Bağcılar gibi mültecilerin ve yabancıların ağırlıklı olduğu yerlerde daha net görüyoruz. Bu şekilde değerlendirebiliriz ama devletin eğitim politikası nasıl ilerliyor, bildiğim kadarıyla Avrupa Birliği ile bazı projeler yürütülüyor. Bu kapsamda neler yapılıyor, bilmiyorum. Bana sorarsanız yapılması gereken şöyle bir şey var bence, bir dönem uygulandı. Suriyeli çocuklara ayrı bir  eğitim verilme projesi, yani onların ayrı bir okulu vardı. Bunun kesinlikle yanlış olduğunu düşünüyorum. Çünkü o çocukların bu saatten sonra buradan ayrılması gitmesi vs çok saçma. Yani bunları düşünmemek lazım. Onların artık geçici değil, kalıcı çözümleri olması lazım. O yüzden entegrasyon açısından şu anda uygulanan karma sistemin daha doğru olduğunu düşünüyorum. Ama dediğim gibi, maalesef uzun vadede özellikle, belki şundan bahsetmek gerekebilir hukukçu kimliğimizle geçtiğimiz yıl böyle bir dosya takip etmiştik. Esenyurt ilçesinde birkaç okulda aynı anda Suriyeli kız çocuklarının öğretmenler veya okul görevlileri tarafından cinsel istismara uğradığı bilgisini aldık ve ciddi bir araştırma yaptığımızda bu sayının bize ulaştığı kadar, 3-5 değil, çok daha fazla olduğunu gördük. Ama tabii devlet kurumları olduğu için bu çocuklar ve aileleri konuşmak ve görüşmek istemediler bizimle. Şikayetçi olmak istemediler. Dolayısıyla böyle bazı sıkıntılar yaşadığımız durumlar olabilmekte. Belki uyum açısından bence Suriyelilerden ziyade bizim eksikliklerimizi konuşmak daha doğru daha yapıcı olabilir. En azından biz üstümüze düşeni yapalım ki çünkü çocuğunun cinsel istismara uğradığı bir okulda takdir edersiniz ki ben de asla o çocuğun buraya gitmesini devam etmesini istemem. “Daha iyi eğitim alacaksın çocuğum sen yine de git,” şeklinde bir söylem çok makul değil.

 

6- Suriyeli mültecilerin açtıkları dükkânlarda vergi vermedikleri veya üniversiteye sınavsız giriş hakları olduğu doğru mu?

Böyle bir şeyin gerçekliği yok. Bununla ilgili derneğimizin kendi sayfasında da doğru bilinen yanlışlar diye bir kısım var, oradan detaylı bilgi alabilirsiniz. Ama kesinlikle böyle bir durum yok. Onlar da vergiye bizim gibi tabiler.

 

7- Toplumda mültecilere karşı nefret neden büyüyor ?

 Toplumda mültecilere karşı nefret neden büyüyor? Bunu, hukukçu olarak çok fazla konuşmamız gereken bir konu olmadığını düşünüyorum. Açıkçası sosyologlar cok daha iyi bir şekilde analiz edeceklerdir. Benim alanım değil. Ama kendim takip ettiğim bazı soruşturma dosyaları var. Özellikle halkı kin ve  düşmanlığa tahrikten dolayı takip ettiğimiz özellik olarak işler var. Fatih Altaylı, Nilay Aksoy gibi,  Mudanya’da bir belediye başkanının yaptığı açıklamaya karşı, Bolu’da bir belediye başkanının yaptığı açıklamaya karşı benim görüşüm şu anda bu işin tırmandırılıp bunun üzerinden siyasi rant elde etmeye çalışan insanların varlığı bunu körüklüyor.   Biz de bunlara karşı  sonuna kadar mücadele etmeye çalışıyoruz, hukuki yollarla tabii ki. Bizim silahımız hukuk. O şekilde yürütüyoruz ama  bunun toplum nezdinde çalışma şartları olsun  okullardaki problemler olsun vs bunun kaynaklarını, çözümlerini; sosyologlar, psikologlar ve eğitimciler bir araya gelip konuşurlarsa onların cevap vereceği bir şey olursa daha iyi olur. Bunlar maalesef avukatların ilgilendiği hususlar değil.

 

8- Her bir başvuruyu nasıl değerlendiriyorsunuz, kadın ve erkekle ayrı mı görüşüyorsunuz?

Her bir başvuruyu biz ayrı ayrı değerlendiriyoruz tabi ki. Ama birbiri içinde eğer bi aile durumu varsa ya da aynı olay söz konusuysa onları beraber değerlendiriyoruz. Kadın, erkek için ayrı görüşme odalarımız var. Duruma göre ofislerimiz var, orada yapıyoruz. Eğer dernek merkezinde yapılması gerekiyorsa hassasiyet içinde şu şekilde yürütüyoruz: Olaylarla ilgisi olmayan kimseyi görüşmeye almıyoruz, yani kişilerin kendi özel durumlarını açıklayacak görüşme ortamı sağlıyoruz.

 

9- Son olarak mültecilerin geri gönderilmesi sizin çalışmalarınızı etkiledi mi? Mülteciler hakkında belirtmek istediğiniz başka bir husus varsa onu da dinlemek isteriz.

Gönüllü geri dönüş kapsamında geri dönmeleri bizimle alakalı bir durum değil, tamamen kişisel tercihleri. Bizim ağırlıklı çalışma alanımız sınır dışı etme vakaları. Hassasiyetimiz de şunda, eğer ki kişinin gönderileceği ülkede, kendi ülkesi de olabilir, sınır dışı etme kararı alınmış bir üçüncü ülke de olabilir. Buralarda işkence görme, kötü muamele görme veya ölüm cezasına çarptırılma gibi ihtimaller varsa biz onların önüne geçmeye çalışıyoruz. Bizim esas pozisyonumuz aslında bu. Sınır dışı etme kararı bir idari işlemdir ve bu idari işleme karşı da hukuki yollar var ve onları yürüterek biz bunları engellemeye çalışıyoruz, öyle söyleyeyim. Ama kimlerin sınır dışı edilmesini engelliyoruz diye sorarsanız, tam olarak az önce saydığım gibi işkence ve kötü muameleye uğrayacak kişilerin ya da aile birlikleri zedelenecek olan kişilerin gönderilmelerini engellemeye çalışıyoruz.

 

 

ESRA DURU

Göç Çalışmaları Staj Programı