Home Blog Page 65

Haftalık Balkan Bülteni/ 8-11 Nisan

0

 

 

Demokratlar 25 Nisan’daki Seçimlerden Muhalefetin Zaferle Çıkacağına İnanıyor

Demokrat milletvekili adayı Agron Shehaj’ın geçtiğimiz cumartesi günü yaptığı açıklamada, “güvenilir anketler gösteriyor ki Demokrat Parti ve muhalefet yaklaşan 25 Nisan seçimlerinde kazanacak” ifadesini kullandı.

Shehaj, Arnavutluk halkının Sosyalist Başbakan Edi Rama ve kabinesi karşısında büyük bir hayal kırıklığı yaşadığını ve köklü değişikliklerin yapılmasının zamanı geldiğini söyledi

“Muhalefet için büyük bir zafer olacağına inanıyorum. Bu ruhu her toplantıda, her gün insanlarla konuştuğumda bana anlattıkları problemleri ve zorlukları dinlerken Tiran’ın her köşesinde hissedebiliyorum.” dedi. Ayrıca yapılan anketlerin toplumdaki eğilimi göstermesi açısından önemli olduğunu vurgulayan Shehaj, Demokrat Parti’nin seçimlerde zafer kazanacağından umutlu olduğunu ekledi.

 

Kaynak: Albanian Daily News

Tarih: 10.04.2021

 

Benjamina Karić, Saraybosna’nın Yeni Belediye Başkanı

Benjamina Karić, Saraybosna’nın 8 Nisan 2021 tarihi itibariyle yeni belediye başkanı seçildi. Belediye Meclisi’nin bugünkü oturumunda yaptığı müzakerede oybirliği ile kararlaştırıldı.

Sosyal Demokratlar Partisi (SDP) komisyonu tarafından önerilen Karic, 1991 yılında Saraybosna’da doğdu. 18 yaşından beri üyesi olduğu partinin 2019 yılından beri başkan yardımcısıdır. Aynı anda Hukuk Fakültesi’nden ve Eğitim Fakültesi’nin Tarih Bölümü’nden mezun oldu. Lisans ve Lisansüstü Eğitimlerde Üstün Başarı için Gümüş Rozet sahibidir.

Halk arasında Bosna Hersek’teki en genç hukuk bilimleri doktoru ve klasik Roma hukukunun savaş sonrası ilk doktoru olarak tanınmaktadır ve Latince elliden fazla yayın, kitap, makale ve çevirinin yazarıdır. Eğitiminin sonundan bu yana akademik çalışmalarla uğraşan Karic asistan, kıdemli asistan ve yardımcı doçent unvanlarına sahip olmuştur. İyi derece de İngilizce ve Almanca bilmektedir.

Karic bu onura eriştiği için çok mutlu ve gururlu olduğunu söyledi.

 

Kaynak: Dnevni Avaz

Tarih: 08.04.2021

 

Srdjan Mandic: Saraybosna, Bogic Bogiceviç’in Belediye Başkanı Seçilmesini Engelleyen Siyasi Mafyadan Kurtuldu

Centar Belediye Başkanı Srđan Mandić Twitter’da “Saraybosna yeniden özgür bir şehir” yazdı.

Belediye Meclisi oturumunda Benjamina Karic, SDP’nin bir önerisi olarak oybirliğiyle Saraybosna’nın Belediye Başkanı seçildi.

“Başkanımız Bayan Karić’e tebrikler. Anja Margetić’e ve arkadaşım yoldaşım olan Haris Bašić’e tebrikler. Birlikte devam edelim” yazarak Centar Belediye Başkanı tebriklerini duyurdu. Daha sonra ise “Novi Grad Belediye Başkanı Mr. Asim Sarajlić’in övündüğü Semir Efendić, “The Godfather” filmindeki karakterler gibi vatandaşları özgürlüklerinden ve demokrasilerinden mahrum bıraktıklarını, bugün Saraybosna’nın özgürlüğüne kavuştuğundan beri tamamen açık. Bogić Bogićević’in belediye başkanı olarak seçilmesini engelleyen siyasi mafyadan kurtuldu. Mandiç, şakalar yapan ve hepimizin gurur duyduğu anti-faşist mirası alaya alan beceriksiz ve yozlaşmış bir hükümetten kurtuldu” yazısını sosyal platformunda paylaştı.

 

Kaynak: klix.ba

Tarih: 09.04.2021

 

Bosna Hersek Federasyonu (BHF)’nun sağlık sektörünün modernizasyonunu tartışıldı

Bosna Hersek Federasyonu Başbakanı Fadil Novalić bugün Türk şirketi ‘Oncosem’ sahibi ve yöneticisi Erol Çelik ile BHF Hükümeti’nin Saraybosna’daki merkezinde, özellikle onkoloji alanında sağlık sektörünün modernizasyonu ve COVID-19 için Türkiye’nin hızlı testleri kullanma olanakları hakkında konuştu.

Başbakan Novalić, ziyaret için ve Türkiye Cumhuriyeti ile şirketlerinin özellikle onkoloji hastalarının tedavisi söz konusu olduğunda sağlık alanında yardım etmeye hazır olduklarını ifade ettikleri için teşekkür etti. Aynı zamanda “Özellikle sağlık sektörünün bu kadar önemli alanlarında somut önerilerle karşılanırsınız.  BHF’de sağlık hizmetlerinde bölünmüş yeterlilikler göz önüne alındığında, yakında BHF sağlık sektörü temsilcileriyle işbirliği ve sonraki olası adımları görüşmek üzere yeni bir toplantı düzenlemeye çalışacağız” dedi.

Onkoloji hastalarının tedavisi üzerine geliştirilen ve Türkiye Sağlık Bakanlığı’nın en büyük tedarikçisi olan ‘Oncosem’ şirketi onkoloji hastalarının tedavisinde kullanılan tıbbi cihazlar, yardımcılar ve cihazlar üretmektedir.

“Türkiye düzeyinde hastaların neredeyse yüzde 80’inin yaşadığı yerden ayrılmadan tedavi ve terapi görmesini sağladık ki bu motivasyon açısından çok önemli.” diyen Çelik, BH’de böyle bir sistemin geliştirilmesiyle aynı zamanda tedavi masraflarının üç ila dört katına düşürüleceğini ve daha küçük topluluklarda bile her hastaya eşit fırsatlar sağlanacağını söyledi.

 

Kaynak: FENA

Tarih: 11.04.2021

 

Milorad Dodik: “Sırbistan’a, Sırp Cumhuriyeti’ne Yaptığı Yardımlardan Dolayı Teşekkür Ederiz”

Bosna Hersek Devlet Başkanlığı Konseyi Başkanı Milorad Dodik, Sırbistan’ın Sırp Cumhuriyeti’ne yaptığı tüm yardımlar için teşekkür etti.

Dodik, “Sırbistan bizlere her konuda yardım ediyor. Bunun için çok minnettarız. Son olarak, 50 milyon Euro değerinde yardımları oldu. Bu paranın doğru bir şekilde kullanılacağına eminim.” dedi.

Hırvatistan’ın Bosna Hersek’teki Hırvatlar için 200 milyon Euro bütçe ayırması için ise, “Böyle bir hikâye ortalıkta dolanıyor fakat bunu resmi olarak göremedik.” dedi.

Son olarak, Sırbistan ile birlikte yürütülen Buk Bijela Hidroelektrik Santrali projesi için yapılan iş birliğinden de son derece mutlu olduğunu, proje bittiğinde ise ülkenin en büyük hidroelektrik santrali olacağını duyurdu.

 

Kaynak: Rtrs

Tarih: 10.04.2021

 

Haklar ve Özgürlükler Hareketi Yeni Hükümette Yer Almayacak, Yeni Partilerin Önerdiği Kabineyi Destekleyecek

Hareketin lideri Mustafa Karadayı, Haklar ve Özgürlükler Hareketi’nin seçimi kaybedenlerin hükümetine- GERB ve BSP’yi desteklemeyeceğini, ancak bir sonraki parlamentodaki yeni partilerin kabinesine katılmadan destek vermeye hazır olduğunu duyurdu.

“Partimiz bu seçimde çok iyi bir sonuç elde etti. MRF bu seçimde daha fazla oy alan tek parti olurken, diğer iki büyük parti GERB ve BSP kaybetti biri 300.000’in üzerinde, diğeri 450.000’in üzerinde oy aldı” dedi.

“MRF, kaybeden partilerin hükümetine- GERB ve BSP’yi desteklemeyecek. Bir kabine önerirlerse, onu desteklemeyeceğiz. Ancak Bulgaristan, şu anda sürmekte olan ortak Avrupa tartışmasına katılmalıdır. Bu nedenle, Halk ve ülke, net ve kesin hedefleri olan yeni Millet Meclisinde yeni partilerden oluşan bir kabineye katılmadan destek vereceğimizi ilan ediyoruz” dedi.

 

Kaynak: Sofia News Agency

Tarih: 9.4.2021

 

VMRO Birden Fazla Usulsüzlük İddiası, Türkiye’de Oy Sonuçlarının İptalini İstiyor

Milliyetçi VMRO partisi, yeni bir Bulgar parlamentosu için Türkiye’deki oylama sonuçlarının iptal edilmesini istiyor. Partinin tutumu, Avrupa Parlamentosu’ndaki iki VMRO temsilcisinden biri olan Angel Cambazki’nin yaptığı bir haber ile kamuoyuna açıklandı. Partisinin seçim sonuçlarını tanıdığını ve birden fazla usulsüzlük nedeniyle yalnızca Türkiye’de sonuçların iptal edilmesini istediğini söyledi.

VMRO, önceki parlamentodaki güç paylaşım milliyetçi koalisyonu United Patriots’un bir parçasıydı, ancak United Patriots ortağı NFSB ile yolları ayırdıktan sonra Yasama Meclisine girmenin yüzde 4’lük engelini kaldırmayı başaramadı.

Türkiye’deki Bulgar göçmenlerin sürekli olarak Haklar ve Özgürlükler Hareketi’ne oy verdikleri biliniyor. United Patriots’un önerisi üzerine, Türkiye ve diğer AB üyesi olmayan ülkelerdeki Bulgar seçimleri için oy kullanma bölümü sayısı 35 ile sınırlandırıldı. VMRO, hükümete, Başsavcılığa, Yüksek İdare Mahkemesi Başkanı ve Yargıtay’a ve TBMM’ye, Anayasa Mahkemesinden Türkiye’deki 35 oylama bölümünün sonuçlarını iptal etmesini isteyebilecek gerekçeli bir önergeyi gönderdi.

Dzhambazki, Türkiye’deki oylamanın MRF yararına Türk Devleti tarafından düzenlendiğini söyledi. “Bu, Bulgaristan’ın içişlerine müdahaledir ve kabul edilemez.” dedi. Dzhamazki, güç rotasyonunun anlamını takdir ettiklerini ve ne pahasına olursa olsun Parlamento’da olmak istemediklerini söyledi. Parlamentoya yeni gelenler olarak adlandırdığı ‘protesto partileri’ halk desteğine sahip ve bunu parlamento çalışmasına dönüştürme şansına sahip olmaları gerektiğini söyledi.

 

Kaynak: Sofia News Agency

Tarih: 10.04.2021

 

Bulgaristan’ın Seçim Sonrası Belirsizliği Nedeni ile Kuzey Makedonya ile İlişkiler Askıya Alındı

Son seçimlerden sonra Bulgaristan’da hangi hükümetin ortaya çıkacağına dair kafa karışıklığı, Kuzey Makedonya’nın aralarındaki farklılıklara hızlı bir çözüm bulma ve AB’ye giden yolun yeniden açılması umutlarını zayıflattı. Geçen haftaya kadar, Kuzey Makedonya Dışişleri Bakanı Bujar Osmani, Bulgaristan’da pazar günü yapılan parlamento seçimleri sona erdiğinde, iki komşu arasındaki farklılıkların çözülebileceğine inanıyordu. Seçim kampanyasının ateşli açıklamaları olmadan, iki tarafın tekrar müzakere masasına oturup tarihle ilgili ihtilaflarına çözüm üzerinde çalışabileceklerine, Bulgaristan ise Kuzey Makedonya’nın AB üyelik müzakerelerinin başlangıcında ablukasına son vereceğine inanıyordu.

Osmani, “Sektörel işbirliği yoluyla yeni bir güven inşa etme yaklaşımı ve Bulgaristan’da seçim sürecinin tamamlanmasıyla rasyonel bir tartışma atmosferine döneceğimiz konusunda iyimserim” dedi. Meseleler yeniden ‘rasyonel’ hale gelirse, Kuzey Makedonya’nın Haziran-Temmuz AB zirveleri sırasında, AB’nin nihayet müzakere çerçevesi ve ilk hükümetler arası konferansı düzenleme konusunda bir fikir birliğine varmasını bekleyebileceğini de sözlerine ekledi. Bu da Kuzey Makedonya’nın üyelik müzakerelerinin başlangıcı olacak.

 

Kaynak: Sofia News Agency

Tarih: 11.04.2021

 

Hırvat Cumhurbaşkanı Zoran Milanovic, Uluslararası Roman Günü’nde Eşitlik, Anayasal Bir Soyutlama Olmamalı Dedi

Cumhurbaşkanı Zoran Milanovic perşembe günü Uluslararası Roman Günü’nde eşitliğin anayasal bir soyutlama olmaması gerektiğini söyleyerek selamlarını uzattı.

Milanovic, “Bugün, bağımsız Hırvatistan’da Romanların kendi devletleri var, onları eşit yurttaşlar olarak isteyen bir devlet, aynı zamanda Romanların benzersiz kaderinin ve yaşam koşullarının farkında olan, azınlık statüsünü resmen tanımanın yanı sıra, üstlenmesi gereken bir devlet de var” dedi. Ayrıca Cumhurbaşkanı mesajında, yaşam koşullarının iyileştirilmesi için özel sorumluluk alınacağını söyledi.

Milanovic “Roman azınlığı her zaman rahatsız eden sorunlar ortadan kalkmadı, bir yerlerde hafifletildi, ancak bir yerlerde hala çok belirgindir. Bunları çözmede en çok yardımcı olabilecek şeyin sabırlı ve organize ortak çalışmadır” dedi.

Eşitliği, okula ve üniversiteye giden Roman çocuklarının sayısı, Roman ailelerinin sosyal ve belediye standartlarına göre ve Romanları sosyal ve ekonomik yaşamın çeşitli bölümlerinde çalıştırma olanaklarına göre net bir şekilde ölçebileceklerini de sözlerine ekledi.

 

Kaynak: Total Croatia News

Tarih: 08.04.2021

 

Hırvatistan Başbakanı Andrej Plenkovic, Prens Philip’in Ölümü Üzerine Başsağlığı Diledi

Hırvatistan Başbakanı Andrej PlenkoviC cuma günü Edinburgh Dükü Prens Philip’in ölümü üzerine Kraliçe II. Elizabeth, kraliyet ailesi ve İngiliz halkına başsağlığı diledi.

Plenkovic, “Hırvat Hükümeti adına, Edinburgh Dükü’nün ölümü üzerine Majesteleri Kraliçe @RoyalFamily’e ve İngiliz halkına en içten taziyelerimi sunuyorum. Prens Philip, ömür boyu Birleşik Krallık’a hizmet ettiği için hatırlanacak” tweetini attı.

Buckingham Sarayı, Kraliçe’nin kocasının 99 yaşında Windsor’da vefat ettiğini kamuoyuna duyurdu.

 

 

Kaynak: Total Croatia News

Tarih: 09.04.2021

 

Djukanovic: Krivokapic’in İmaları Ahlaka Aykırı

Karadağ Cumhurbaşkanı Milo Dukanoviç, Başbakan Zdravko Krivokapiç’in eski hükümeti cehaleti, taahhüt eksikliği ve tutarsızlıktan suçlama girişimlerinin boşuna olduğunu söyledi. Bugün erken saatlerde Krivokapiç, Djukanoviç’i devleti istikrarsızlaştırmamaya ve kendisinin de belirttiği gibi kendisini sokaklara götüren insanları eve dönmeye çağırmaya çağırdı. Dukanovic, Twitter’da Krivokapiç’in bu tür imalarının ahlaka aykırı olduğunu belirtti. Söylediği üzere, Krivokapiç’in tüm cehaletini, bağlılığını ve tutarsızlığını eski hükümeti her şey için “papağan gibi” suçlayarak örtme çabalarının bir sonucu olmayacak.

Dukanovic: “Şimdi bunu bana şahsen yapacak. Bilindiği üzere, seçimlerdeki zaferden sonraki coşkulu ruh hali anlarında bizzat Başbakan bunun hakkında konuştu, yürütme gücünü oluşturmak ve mümkün olduğu kadar iyi işleyebilmek için her türlü çabayı sarf ettiğimi ve yaptığımı söyledi.” dedi. Bunu yaptığını ve devlete karşı sorumluluğu dışında yaptığını söyledi. “Kimin yeniden inşası için, başbakanın aksine, iz bırakmadan çalıştım ve kesinlikle oy kullandım ve ilerlemesi için hala çalışıyorum ” diye ekledi.

 

Kaynak: CDM

Tarih: 08.04.2021

 

İsviçre Diasporası, Karadağ’a Yapılan Bağış ve Yardımlara Son Verilmesi Çağrısında Bulundu

İsviçre’deki çok sayıda Karadağ vatandaşı derneğinin Yönetim Kurulları, Karadağ’daki olayları ve Hükümetin vatandaşlık verme niyetini yakından takip ettiklerini belirttikleri bir protesto mektubu Karadağ Hükümetine gönderdiler. Bu mektuplarda; eğer Hükümet niyetinde ısrar ederse çeşitli şekillerde direneceklerinden bahsediyorlar. Gösterdikleri gibi, tüm diasporayı Karadağ’a yönelik tüm bağışları, yardımları ve yatırımları ve Hükümet ile her türlü işbirliği ve teması geçici olarak askıya almaya çağırıyorlar. Ayrıca, vatandaşlık kararı geri alınana kadar tüm büyükelçilik ve konsoloslukların boykot edilmesi çağrısında bulunuyorlar. Diasporanın akrabalarına gönderdiği, Karadağ’da hangilerinin harcandığını ve katma değer vergisinin alındığı yılda 900 milyon avroluk mali gelirin ne anlama geldiğini Hükümetin hızla anlayacağını söylüyorlar. Karadağ’ı ve kendisine ait tüm hakları mevcut tüm imkanlarla savunacaklarını vurguluyorlar.

 

Kaynak: CDM

Tarih: 10.04.2021

 

Krivokapiç: Henüz Kimse Devleti Yenmedi

Demokrasi protesto demektir. Ancak bunların nefret, şovenizm ve münhasırlık mesajları olmadan demokratik bir ruh halinde olması gerektiğini söyleyen Başbakan Zdravko Krivokapiç, henüz kimsenin ülkeyi yenmediğini de sözlerine ekledi. Karadağ’da yaşanan son siyasi olayların ardından yayınladığı bir mesajda Karadağ’da özgürlük ve demokrasinin kapısının açıldığını belirtti.  

Krivokapiç, bunun bugünlerde bu özgürlüğü belirli bir şekilde ihlal eden ve başkalarının özgürlüğünü durduran toplantılar düzenlemek için bir neden olmadığını da sözlerine ekledi. Krivokapiç, “Demokrasi aynı zamanda protestolar demektir, ancak bu protestolar demokrasi ruhu içinde olmalıdır, bu da nefret, şovenizm ve münhasırlık mesajları içermemelidir.” dedi. Kendisinin de söylediği gibi, son günlerde Karadağ, ülkede daha önce hiç bulunmamış mesajları dinliyor, “bunlar yeni gelenler ve yerliler, yerliler ve mülteciler olarak bölünme mesajları” olarak aktarıyor. Ayrıca milletvekillerinin “canavarı kafesten salıverme” tehditlerini, birçok nefret, hatta şiddet mesajlarını dinliyoruz ve sonunda şiddeti kışkırtanlar Karadağ’da Karadağ baharını dayatırken bekliyorlar. Muhtemelen bu kişiler Arap Baharı’nı ima ediyor” dedi. Krivokapiç’e göre o yıllar ve o baharlar geçti.

Karadağ sokaklarından birisinin göndermek istediği resimlerin doğrudan devlete, ekonomisine ve sıkı çalışan herkese aleyhine işlediğini söyledi. Krivokapiç’e göre, Karadağ’daki tüm siyasi oluşumların yükümlülüğü, taraftarlarını toplantılardan ve karşı toplantılardan vazgeçmeye, evde kalmaya ve günlük yükümlülüklere, barışa, düzene ve çalışmaya yönelmeye çağırmaktır.

 

Kaynak: Mina News

Tarih: 11.04.2021

 

Abazovic, Krivokapic Yerine Milli Güvenlik Konseyi’ne Başkanlık Ediyor

Karadağ Hükümeti’nin yeni kabul edilen Kural Kitabı (Kanundan daha düşük bir yasal güç eylemi) uyarınca, Başbakan Yardımcısı Dritan Abazoviç Milli Güvenlik Konseyi’nin yetkilerini devralmaktadır. Eski müzakere başkanı Marijana Lakoviç Draskoviç, bu durumun Konsey Başkanının Başbakan olmasını, Başbakan Yardımcısının ise Konsey üyelerinden olmasını şart koşan İstihbarat ve Güvenlik Sektörünün Temelleri Yasası ile çeliştiğini söyledi. Söz konusu 23. ve 24. Bölümleri, bu belgenin Başbakan Yardımcılığına olağanüstü bir görev tanımı verdiğini açıklıyor.

 

Son olarak, Karadağ Hükümeti Genel Sekreterliğinin örgütlenmesi ve sistematik hale getirilmesine ilişkin Kural Kitabı kabul edildi. Dikkatimi çeken ilk şey, daha sonra okumayı bıraktım, Başbakan Yardımcılığının yaptığı işin inanılmaz bir açıklamasıydı. Kitaptan alıntı yapıyorum: “Başbakan Yardımcılığı makamında, Başbakan Yardımcısının ve Hükümetin daimi çalışma organının Başkanının işlevinin yerine getirilmesi ile bağlantılı olarak mesleki ve idari görevler yerine getirilir. Lakoviç Draskoviç, ulusal güvenliği, savunmayı iyileştirmek için önlemler öneren ve güvenlik hizmetleriyle birlikte, güvenlik sektöründen kurum ve hizmetlerin çalışmaları ile sürekli iletişim ve koordinasyon yoluyla faaliyetlerinin önceliklerini belirleme” dedi. Bu nedenle, Başbakan Yardımcısının, Kural Kitabına uygun olarak, Milli Güvenlik Kurulunun yetkilerini devraldığını ekliyor. Diğer şeylerin yanı sıra yönlendirmek, koordine etmek ve çalışmaktan sorumlu, ulusal güvenliğin korunması ve iyileştirilmesi ve hayati ulusal çıkarların korunması için önlemler önermekte.

 

Kaynak: CDM

Tarih: 11.04.2021

 

Sırbistan ile Karşılıklı Tanıma Gerekli

ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken, Kosova Başbakanı Albin Kurti’ye bir tebrik mektubu gönderdi. Kosova ile Sırbistan arasında on yıl önce başlayan normalleşme müzakereleri 2020 yılında askıya alınmıştı. Kurti de göreve geldikten sonra yaptığı konuşmada Sırbistan ile müzakerelerin öncelikli hedefleri arasında olmadığını söylemişti. Blinken ise gönderdiği mektupta, Sırbistan ile karşılıklı tanımaya odaklanan bir anlaşma yapılmasının Kosova’nın gerçek potansiyeline ulaşması ve Avrupa Birliği üyelik yolunda ilerlemesi için şart olduğunu söyledi. İlişkilerin normalleşmesi açısından da önemli olduğunu vurgulayan Bakan Blinken, “Bu konuda Amerika Birleşik Devletleri’nin tam desteğine sahip olacaksınız” sözlerini de mektuba ekledi.

 

Kaynak: Aljazeera

Tarih: 08.04.2021

 

Turizm Konusunda Tiran Deklarasyonu

Tiran’da düzenlenmiş olan bölgesel konferansta, Batı Balkan ülkelerinin bakanları ve temsilcileri, bölgede turizmin canlanmasını ve gelişmesini desteklemek amacıyla “Tiran Deklarasyonu” imzaladılar. Bu deklarasyon, AB tarafından finanse edilen Bölgesel İşbirliği Konseyi (RCC) “Turizmi Teşvik ve Geliştirme Programı’nın tamamlandığını göstermiş oldu. Tiran Deklarasyonu’nun turizmi bölgesel ekonomik iyileşme için kilit bir sektör olarak görmesi, turizm ve seyahat tedarik zincirinin açılmasını ve kesintisiz çalışmasını koordine etmesi, bölgenin öneminin vurgulanması için Batı Balkanlar’a güvenli ulaşımı kolaylaştırması gibi amaçları var.

 

Kaynak: Ibna

Tarih: 08.04.2021

 

Cumhurbaşkanı Osmani’ye Kutlamalar Devam Ediyor

Kosova Cumhurbaşkanı Vjosa Osmani dünya ve bölge liderlerinden kutlama almaya devam ediyor.  Gönderilen mektuplarda,  İtalya Başkanı Sergio Mattarella, Osmani’nin yönetiminde Kosova’nın iç reformlarda somut adım atma durumunda olacağı ümidini belirtti, AB Dış Politika Şefi Joseph Borell, kutlamanın yanında ülke kurumlarının reformlar süreci ve diyaloga odaklanması gerektiğini dile getirdi, Arnavutluk Başkanı İlir Meta, Cumhurbaşkanı Osmani’nin tüm vatandaşlar arasında uzlaşma ruhu, kurumlar arası işbirliğinin güçlendirilmesi ve kardeşlik ilişkilerine büyük bir sorumlulukla hizmet edeceğini vurguladı, Kuzey Makedonya Cumhurbaşkanı Pendarovski, iyi komşuluk ilişkilerinin devam etmesini istediğini söyledi, Karadağ Başkanı Djukanoviç,  Osmani’nin başında olduğu Kosova’nın,  devlet ve toplum için yeni bir çağ oluşturacağını vurguladı.

Norveç Krallığı Prensi Haakon, Osmani ve Kosova halkına ilerleme ve refah diledi. AB Genişlemeden Sorumlu Komisyoner Oliver Varhelyi, Avrupa gündemini ileriye taşıyacağı ümidini dile getirdi. Kuveyt Emiri Şeyh Nawaf Al Ahmad Al Jabar Al Sabah, iki ülke arasında ilişkilerin derinleşmesini dileyenler arasında yer aldı. Suudi Veliaht Prensi Muhammed bin Selman bin Abdülaziz El Suud, Kosova’nın olabildiğince fazla ilerleme kaydetmesini dileklerinde bulundu. TBMM Başkanı Mustafa Şentop ise iki ülke arasındaki iyi ilişkilerin Osmani yönetiminde devam etmesi ümidini vurguladı.

 

Kaynak: Kosova Haber

Tarih:  10.04.2021

 

Sırbistan ve İngiltere Yeni Bir Ticaret Anlaşması Yapmayı Planlıyor

Sırbistan Ticaret, Turizm ve Telekomünikasyon Bakanı Tatiana Matić 7 Nisan’da İngiltere İhracat Sekreteri Graham ile yaptığı görüşmede, Sırbistan-İngiltere Ortaklık, Ticaret ve İşbirliği Anlaşmasının iki ülke arasında hem siyasi hem de ekonomik alanda işbirliğinin sürekliliğini sağlaması gerektiğini söyledi. Stewart. Bu, Sırp haber ajansı Srbija danas tarafından bildirildi.

Avrupa Toplulukları, üye devletleri ve Sırbistan arasındaki 1 Ocak 2021 tarihli İstikrar ve Ortaklık Anlaşması artık iki ülke arasındaki ikili ticareti düzenlemenin yasal dayanağı olmadığından, bu anlaşma iki ülke arasındaki gelecekteki ticari ilişkileri belirlemektedir.

Matiç, her alanda önceden belirlenmiş işbirliği düzeyini korumanın önemini hatırlatarak, anlaşmanın metni üzerindeki anlaşmayı başarılı bir şekilde müzakere etme sözünden ötürü Bakan Graham’a teşekkür etti.

 

Kaynak: Regnum.ru

Tarih: 08.04.2021

 

Lavrov, 16 Nisan’da Moskova’da Sırbistan Dışişleri Bakanı ile Görüşecek

Rusya Dışişleri Bakanı Sergei Lavrov, 16 Nisan’da Sırbistan Dışişleri Bakanı Nikola Selakoviç ile Moskova’da görüşecek. Bu, 9 Nisan’da Rusya Dışişleri Bakanlığı’nın resmi temsilcisi Maria Zakharova tarafından duyuruldu. “16 Nisan’da Moskova, Rusya Dışişleri Bakanı Sergei Lavrov ile Sırbistan Dışişleri Bakanı arasındaki görüşmelere ev sahipliği yapacak” dedi.

Zakharova, toplantı sırasında tarafların iki ülke arasındaki işbirliğini tartışmanın yanı sıra güncel uluslararası ve bölgesel sorunlar hakkında görüş alışverişinde bulunma niyetinde olduklarını da açıkladı.

IA REGNUM tarafından bildirildiği üzere, 5 Nisan’da Rusya ve Sırbistan, Sputnik V aşısının üretimine yönelik teknolojilerin Sırp tarafına aktarılması konusunda bir anlaşma imzaladılar.

 

Kaynak: Regnum.ru

Tarih:10.04.2021

 

Yunanistan, AstraZeneca Aşısı İçin Yaş Sınırlamalarını Gözden Geçiriyor

Sağlık Bakanlığı yetkilisi perşembe günü yaptığı açıklamada, Yunanistan Ulusal Aşı Komitesi’nin Oxford / AstraZeneca Covid-19 aşısının kullanımını, nadir görülen bir kan pıhtısı sendromu riski nedeniyle belirli bir yaş grubuyla kısıtlayıp kısıtlamamayı düşündüğünü söyledi. Sağlık Bakanlığı Temel Sağlık Hizmetleri Genel Sekreteri Marios Themistokleous, “Ulusal Aşılama Komitesi, AstraZeneca aşısı hakkında büyük olasılıkla bugün veya en geç yarın görüş verecektir” dedi. “Aşılama programımızda büyük değişiklikler beklemiyoruz ve herhangi bir Avrupa ülkesinde bu aşı ile aşıların durdurulmasına dair bir soru yok ancak “tartışılan şey yaş kısıtlamasıdır” diye ekledi. Kargaşaya rağmen halkın aşılara katılım oranının yüzde 90’ı aştığını ve Astra Zeneca ile günlük olarak 10.000-12.000 aşı yapıldığını söyledi

 

Kaynak: Ekathimerini

Tarih: 8.04.2021

 

Yunan Gazeteci Atina’da ‘İnfaz Tarzı’ Cinayetle Vurularak Öldürüldü

Hükümet, Yorgos Karaivaz’ın bir motosiklet üzerinde iki kişi tarafından öldürülmesinin ‘hepimizi şok ettiğini’ söyledi. Tanınmış bir Yunan Gazeteci, Atina’daki evinin yakınında “infaz tarzı” cinayet olarak tanımlanan olayda vurularak öldürüldü. Özel Star TV kanalında yaptığı yasa ve emir hikayeleriyle Yunanistan’ın denizcilerinin altını aydınlatmaya çalışan Yorgos Karaivaz, şehrin güneyindeki evinin önünde kurşun yaraları sonucu hayatını kaybetti. Basında çıkan haberlere göre, yanına motosikletli iki adam çıktı ve yolcu, işten dönerken gazeteciye ateş açtı. Olay yerinde on iki mermi kovanı bulundu ve polis Karaivaz’ın 9 mm’lik tabancayla en az altı kez vurulduğunu söyledi. Silah muhtemelen bir susturucuyla boğulmuştu. Merkez sağ hükümet sözcüsü Aristotelia Peloni, cinayetin “hepimizi şok ettiğini” söyledi. “Yetkililer zaten failleri tutuklamak ve adalete teslim etmek için soruşturma yürütüyorlar” dedi.

 

Kaynak: The Guardian

Tarih: 9.04.2021

 

BAE ve İsrail, Yunanistan’daki Uluslararası Manevralara Katıldı

BAE ve İsrail hava kuvvetleri, savaşlar ve felaketlerle yüzleşmek için büyük işbirliğinin bir parçası olarak Yunanistan’daki Andravida hava üssünde uluslararası manevralara katılacak. Yunanistan ve iki ülkenin yanı sıra ABD, Kanada, Fransa, Kıbrıs, İsrail, Slovenya, İspanya katılacak. Yunan Hava Kuvvetleri liderliğinde yapılacak olan INIOCHOS 21, 12-22 Nisan tarihleri arasında gerçekleşecek. Ancak Tel Aviv’deki bir kaynak, bunun BAE ve İsrail’in birlikte manevralara ilk kez katılmadığını söyledi. INIOCHOS 2018-2019’da ve 2016’da Amerika Birleşik Devletleri Hava Kuvvetleri tarafından düzenlenen Kırmızı Bayrak Tatbikatında yer aldılar. BAE ve Yunanistan F-16’ları konuşlandırırken, ABD F-15 ve F-16 savaşçıları, KC-135 Stratotanker’lar ve MQ-9 İHA’larla katılacak. Tel Aviv’deki kaynaklara göre, bu yıl İsrail’in katılımına F-15’ler ve F-16’lar dahildir, Fransa ise ona Rafale ve M-2000D uçakları getirdi.

 

Kaynak: Tel Aviv – Asharq Al –Awsat

Tarih: 10.04.2021

 

Türkiye Kültür ve Turizm Bakanı Ersoy, Arnavutluk Başbakanı Rama ile Görüştü

 Türkiye Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy, iki günlük ziyaret kapsamında geldiği Arnavutluk’un Gjirokastra kentinde Arnavutluk Başbakanı Edi Rama ile bir araya geldi.

Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy iki günlük ziyaret kapsamında Arnavutluk’a geldi. Ersoy, Gjirokastra kentinde Arnavutluk Başbakanı Edi Rama ile görüştü. TİKA tarafından restore edilen Gjirokastra Çarşı camiinde gerçekleştirilen görüşmeye Arnavutluk Turizm ve Çevre Bakanı Blendi Klosi ile Arnavutluk Kültür Bakanı Elva Margariti de katıldı. Görüşme sonrasında Bakanı Ersoy ile Bakan Margariti ve Bakan Klosi şehirde bulunan ve müze olarak kullanılan Zekât Evini ziyaret ettiler. Ziyaret sırasında Türkiye ve Arnavutluk arasında Turizm ve Kültür alanlarında iki ayrı anlaşma imzalandı.

İmzalanan anlaşmalarından sonra medyaya konuşan Bakan Klosi, Kültür ve Turizm hakkında iki anlaşma imzaladıklarını ifade ederek, Türkiye’nin bu konuda tecrübeli bir aktör olduğuna dikkat çekti. Korunan yerler ve müze alanlarında Türkiye ile işbirliğinin devam edeceğini söyleyen Klosi, bu alanların gerçek çekici alanlar haline çevirmek için Türkiye ile yakından çalışacaklarını belirtti. Bakan Ersoy’un Arnavutluk için önemli bir tecrübe olacağını söyleyen Klosi devamında işbirliği için Türkiye’ye teşekkür etti.

 

Kaynak: Time Balkan

Tarih: 08.04.2021

 

Macron Karadağ ve Batı Balkanlar’ın AB Üyeliğini Destekliyor

Podgorica hükümeti 7 Nisan Çarşamba günü yaptığı açıklamada, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un Karadağ ve diğer Batı Balkan ülkelerinin Avrupa Birliği’ne entegrasyonuna tam destek verdiğini belirtti.

Açıklamaya göre Macron, Karadağ Başbakanı Zdravko Krivokapić’e Fransa’nın Karadağ’daki reform sürecinde Avrupa Birliği üyeliğine giden yolda desteğini öneren bir mektup gönderdi.

Mektuba göre Macron, pandeminin zorluklarının yanı sıra hukukun üstünlüğünü ve ekonomik ve sosyal kalkınmayı güçlendirme zorluklarıyla karşı karşıya kaınldığında, Fransa’nın mevcut durumda yanlarında olduğundan emin olabileceklerini belirtti.

Batı Balkanlar stratejisinin bir parçası olarak Fransız kalkınma ajansının, sürdürülebilir kalkınma hedeflerine uygun olarak küçük ve orta ölçekli işletmelerin ve belediyelerin finansmanını desteklemek için 50 milyon avroluk bir proje ile Karadağ’da faaliyete başlayacağını söyledi.

Macron, ikili ilişkilerinin güçlenmeye devam etmesini istediğini ve Karadağ dışişleri bakanının Paris’e yapacağı ziyaretin buna katkı sağlayacağını ifade etti.

 

Kaynak: N1

Tarih: 08.04.2021

 

Blinken’dan Kurti’ye: Sırbistan ile Diyalog Süreci Gecikme Yaşanmadan Başlamalı

ABD Dışişleri Bakanı Anthony Blinken, Başbakan Albin Kurti’ye gönderdiği bir mektupta, Sırbistan ile diyalog sürecinin daha fazla gecikme yaşanmaksızın başlaması gerektiğini belirtti.

ABD Dışişleri Bakanı Anthony Blinken, Kosova’da yeni hükümetin kurulmasından dolayı duyduğu memnuniyeti dile getirerek, egemen, bağımsız, çok etnikli ve demokratik bir Kosova’nın, Avrupa-Atlantik ailesinde eşit bir ortak olarak yerini almasını sağlamak için işbirliğine hazır olduklarını ifade etti.

Blinken, Başbakan Kurti’nin yolsuzlukla mücadele, hukukun üstünlüğünü güçlendirme ve COVID-19 salgınıyla mücadeleye yönelik taahhütleri memnuniyetle karşıladığını da ifade etti.

ABD Dişileri Bakanı Blinken, mektubunda Kosova ve Sırbistan arasındaki diyalog sürecine de değindi.

Blinken, “Kosova, AB arabuluculuğunda ve ABD’nin de desteklediği Sırbistan ile diyalog sürecine daha fazla gecikme yaşanmadan katılmalıdır. Sırbistan ile varılacak anlaşmanın merkezinde karşılıklı tanıma olmalıdır. Diyalog süreci, Kosova’nın AB yolunda ilerlemesi için önemlidir” ifadelerine yer verdi.

 

Kaynak: Time Balkan

Tarih: 09.04.2021

 

Türkiye’nin Yeni Pazar Başkonsolosluğu Resmen Hizmete Başladı

Sırbistan’da Boşnak nüfusun yoğun bulunduğu Sancak bölgesinde açılan Yeni Pazar Başkonsolosluğu, resmi olarak hizmete başladı.

Başkent Belgrad’da bulunan Sırbistan Dışişleri Bakanlığında bu vesileyle düzenlenen törene, Başkonsolos Başar Başol, Sırbistan Dışişleri Bakan Yardımcısı Vera Vukicevic ve Türkiye’nin Belgrad Büyükelçisi Hami Aksoy katıldı.

Tören kapsamında, Vukicevic’den buyrultu belgesini alan Başol, görevine resmen başladı.

Yeni Pazar Başkonsolosluğunun açılacağı, Türkiye Cumhurbaşkanı  Erdoğan’ın, 2019 yılında Sırbistan’a yaptığı resmi ziyarette Sırbistan Cumhurbaşkanı Aleksandar Vucic ile yaptığı ortak basın toplantısında duyurulmuştu.

Türkiye’nin Belgrad Büyükelçiliğinden yapılan açıklamada, Yeni Pazar’da kurulan ilk diplomatik temsilcilik olan Başkonsolosluğun, Türkiye ile Sırbistan arasında dostluk köprüsü olarak görülen Yeni Pazar ve bölge halkına ekonomik, kültürel ve siyasi olarak hizmet götürmeyi hedeflediği bildirildi.

Sırbistan makamları, Şubat 2021’de Türkiye’den sonra Bosna Hersek’e de Yeni Pazar’da başkonsolosluk açma izni vermişti.

 

Kaynak: Time Balkan

Tarih: 09.04.02021

 

Stano: “AB, Karadağ’daki durumu izliyor”

Avrupa Komisyonu sözcüsü Peter Stano, Karadağ’daki vatandaşlık alanındaki mevzuatta yapılacak her türlü değişikliğin kapsamlı istişareler sonrasında ve ilgili tüm karar vericilerin katılımıyla uygulanması gerektiğini belirtti.

Karadağ Televizyonundan gelen bir soruya yanıt olarak, Avrupa Birliği’nin Karadağ’daki olayları çok yakından takip ettiğini ve bu bağlamda tüm tarafları ölçülü davranmaya, hukukun üstünlüğüne saygı göstermeye ve yapıcı diyaloğa girmeye çağırdığını belirtti.

Vatandaşlık yasasında reform kararı alındıktan sonra Karadağ’da yaşanan memnuniyetsizlik ve protestolarla ilgili olarak, toplanma özgürlüğünün temel bir AB hakkı olduğunu, ancak yine de halk sağlığını olumsuz etkilemeden kullanılması gerektiğini söyledi.

Stano, herhangi bir yasa ihlali için yerel makamların ulusal mevzuata uygun hareket etmesi ve Karadağ’ın uluslararası standartları ve yükümlülüklerini akılda tutması gerektiğini ifade etti.

Öte yandan, Karadağ’da Vatandaşlık Yasasında yapılan değişikliklere taraftarlar ve muhalifler arasında siyasi çatışmalar devam ediyor. Nikšić- Podgorica karayolunda dün meydana gelen olaydan sonra Karadağ Ordusu’nun iki üyesi saldırıya uğradı. Yurtsever Komitas Alliance’ın bir grup destekçisi dün Podgorica’ya yöneldi, ancak polis tarafından durduruldu. Vatandaşlar yolu kapatarak Karadağ Başbakanı Zdravko Krivokapić’in kızının sürdüğü araca saldırdı. İddiaya göre, askerler saldırıya uğradığında, yakınlarda olaya tepki vermeyen bir polis devriyesi vardı. Meclisteki bazı milletvekillerinin ve bu olayla bağlantılı olarak İçişleri Bakanı Sergej Sekulić’in duruşmaya çağrılmasını isteyecekleri açıklaması yapıldı.

 

Kaynak: Independent Balkan News Agency

Tarih: 09.04.2021

 

AB Priştine’yi Belgrad ile Diyaloğa Odaklanmaya Çağırıyor

AB sözcüsü Peter Stano 9 Nisan Cuma günü yaptığı açıklamada, Avrupa Birliği’nin Kosova’dan Belgrad ile ilişkilerin normalleşmesi konulu diyaloğa yeni kurumlar kurulduktan sonra odaklanmasını beklediğini ifade etti.

Stano, Priştine Koha gazetesine verdiği demeçte, AB dış politika başkanı Josep Borrell’in yakında Cumhurbaşkanı Vjosa Osmani Başbakanı Albin Kurti ile görüşmeler beklediğini söyledi. “Kosova artık AB ile ilgili reformları ve AB liderliğindeki diyaloğu ilerletmek de dahil olmak üzere önemli konulara kararlı bir şekilde odaklanabilir” dedi.

Öte yandan Stano, Brüksel’deki bir sonraki üst düzey toplantının olası tarihinden bahsetmezken şartlar uygun olduğunda bunun yapılacağını belirtti.

Hem Osmani hem de Kurti geçtiğimiz günlerde, Belgrad ile diyaloğun Priştine’nin yeni yetkililerinin önceliği olmadığını söylemişler, diyaloğun gerekli olduğunu ancak belirli koşullar sağlandığında yapılacağını belirtmişlerdi.

 

Kaynak: N1

Tarih: 09.04.2021

 

AB Sırbistan’a 857 Bin Avro Değerinde Koruyucu Ekipman Bağışladı

AB Bilgi Merkezi 9 Nisan Cuma günü yaptığı açıklamada, Avrupa Birliği’nin acil durumlar için özel bir araç olan rescEU kapsamında Sırbistan’a 857 bin avro değerinde koruyucu maske ve eldiven bağışladığını söyledi.

Belçika ve Romanya’daki stoklardan gelen ekipman, AB Sivil Koruma Mekanizması aracılığıyla Sırbistan’a yapılan AB bağışının bir parçasını oluşturuyor. Yapılan bağış İçişleri Bakanlığı deposuna teslim edilen 310.000 FFP2 maskesi, 730.000 cerrahi maske ve 730.000 çift koruyucu eldiven içermekte.

Sırbistan, koronavirüs pandemisinin neden olduğu kriz sırasında Avrupa’da rescEU cihazının en büyük kullanıcısı konumunda. Şimdiye kadar ülke 6,8 milyon Euro değerinde kişisel koruyucu ekipman aldı.

AB, Sırbistan’ın çeşitli bağışlarla, sağlık çalışanlarının işe alınmasını finanse ederek, milyonlarca kişisel koruyucu ekipman bağışlayarak, ambulans satın alarak ve koronavirüsle savaşmasına yardımcı oldu.

 

Kaynak: N1

Tarih: 09.04.2021

 

AB’den Yunanistan’ın Sorunlu Kredi Programını Uzatmasına Onay

Avrupa Birliği (AB), Yunanistan’ın bankalardaki sorunlu kredileri azaltmak için hazırladığı programın süresini uzatmasına onay verdi.

AB Komisyonu, Yunanistan’da sorunlu kredilerinin azaltılmasını amaçlayan “Herkül” adlı varlık koruma programının 18 ay uzatılmasına onay verildiğini açıkladı. Açıklamada, Yunanistan’daki söz konusu programın 2019 yılında başlatıldığı anımsatılarak, son kararla birlikte bunun 2022 yılı ekim ayına kadar devam edeceği kaydedildi.

Herkül programının Yunanistan bankalarındaki sorunlu kredileri piyasaya zarar vermeden düşürmeyi amaçladığına dikkat çekilen açıklamada, bu programın AB kurallarını ihlal etmediği belirtildi.

Yunan hükümetinin programı, bankalardaki 30 milyar avroluk sorunlu kredileri varlığa dayalı menkul kıymetlerle birleştirerek yatırımcılara satışa sunuyor.

Üye ülkelerin kamu desteklemelerini ne şekilde sağlayacaklarını belirleme yetkisi AB Komisyonu’nun görev alanında. AB ülkeleri, kamu desteklemelerini sadece rekabete zarar vermeyecek şekilde ve kamu yararına uygun durumlarda kullanabiliyor.

 

Kaynak: Time Balkan

Tarih: 10.04.2021

 

Türkiye’den Sırbistan ve Rusya’ya ‘Covid-19 Aşı Turları’: Yetkililerden ‘Dikkat’ Uyarısı

Covid-19 vaka ve ölümlerinin son dönemlerde arttığı Türkiye’de bazı seyahat acenteleri, Türk vatandaşlarının vizesiz seyahat edebildiği Sırbistan’a aşı olabileceklerini öne sürdüğü “Pfizer-Biontech aşı turları” düzenlemeye başladı.

Şirketlerin sosyal medya hesaplarından yapılan paylaşımlarda söz konusu aşı turlarının 1099 ile 324 euro arasında değiştiği belirtiliyor.

Euronews’in ulaştığı Türk seyahat acentesi yetkilisi, çok yoğun talep aldıklarını belirterek Türkiye’den Belgrad’a düzenlenen ilk turun daha şimdiden dolduğunu ve bu sebeple Rusya’nın başkenti Moskova’ya Sputnik V aşısı turu eklediklerini belirtti. Şirket yetkilisi yapılan telefon görüşmelerinde aşıların garantili olduğunu ve alınan hizmet sonrası müşterilere aşı olduğuna dair bir sertifika verileceğini ifade ediyor. Söz konusu yetkili aşıların hangi kaynaktan temin edildiğine ilişkin soruları ise yanıtsız bıraktı.

Sırbistan Başbakanı Ana Brnabic mart ayında yaptığı açıklamada İngiltere’den temin edilen yaklaşık 20-25 bin doz Astra-Zeneca aşısının son kullanma tarihinin nisan başında biteceğini, bu sebeple de komşu ülke vatandaşlarını bu aşılardan olmaları için ülkelerine davet ettiklerini söylemişti.

DHA’ya açıklama yapan Türkiye-Belgrad Büyükelçiliği ise daha önceden Türk vatandaşlarına yönelik Sırbistan’da Covid-19 aşısı olunabildiğine ilişkin çağrı yaptıklarını, ancak şu an için bu durumun söz konusu olmadığını belirtti.

Büyükelçilik, “Bunun dışında, herhangi bir turizm acentesinin Türk vatandaşlarını Sırbistan’a getirip aşı olmalarını sağlaması gibi bir durum söz konusu değil. Olsa, buradaki yetkili makamların haberi olurdu. Sağlık Bakanı Ana Brnabic de bir açıklama yaparak, bundan sonra yurt dışından gelenlere aşı yapılmayacağına dair bilgi verdi.”

Şirket yetkilileri aşının nereden temin edildiği sorusuna cevap vermezken, Türkiye-Belgrad Büyükelçiliği, Sırbistan’da aşılamanın artık söz konusu olmadığını vurgulayarak, ilgililerden dikkatli davranmalarını istedi.

 

Kaynak: Balkan Postası

Tarih: 11.04.02021

 

 

HAZIRLAYANLAR:

Aybüke Koçak, Didem Şimşek, Dilara Nesrin Bulut, Dilek Keçeci, Ece Sumru Güvemli, Elifnur Ayhan, Hatice Deniz Hızal, İleyna Savuk, Melisa Agoviç, Rümeysa Güner, Şamil Orhan, Taha Yüceses

TUİÇ Balkan Stajyerleri

 

 

 

 

 

Rusya’nın Arktik Bölgesindeki Enerji Politikaları

Özet

Rusya ekonomisinin temel yapı taşlarından biri olan enerji sektörünün yeni gözdesi Arktik bölgesidir. Özellikle küresel iklim krizinin en yoğun yaşandığı bölgelerden biri olan Arktik için Rusya’nın birçok politikası mevcut. Sadece Rusya’nın değil, aynı zamanda bölgedeki diğer devletlerin ve bölge dışı aktörlerin de bu bölgeye yönelik yayınladıkları politikalar mevcut. Bölgede birden fazla aktörün olması bölgenin çok boyutlu bir şekilde incelenmesini gerektirse de konunun kapsamı bakımından bu çalışmada sadece Rusya tarafından Arktik bölgesine bakılacaktır. Çalışmanın temel amacı ise Rusya’nın Arktik bölgesindeki enerji politikalarının açıklanmaya çalışılmasıdır. Bu yüzden öncelikle realist bir bakış açısıyla konu ele alınacak olup ardından Rusya’nın bölgedeki enerji politikalarının tarihsel süreci incelenecektir. Daha sonrasında ise Kırım’ın ilhakı ile başlayan Rus enerji sektöründeki dalgalanmalar incelenecektir. Son olarak kuzeydeki enerjinin geleceği ele alınıp Rusya açısından Arktik bölgesindeki enerjinin güvenliği ile konu sonuçlandırılacaktır.

Anahtar kelimeler: Rusya, Arktik Bölgesi, Enerji, Jeopolitika, Realizm.

Abstract

One of the main building blocks of the Russian economy is the Arctic region, which is the new favourite of the energy sector. Russia has many policies, especially for the Arctic, one of the regions where the global climate crisis is the most intense. Not only Russia but also other states in the region and non-regional actors have policies issued for this region. However, because there is more than one actor in the region, the region needs to be examined in a multidimensional way, but in terms of the scope of the subject, only the Arctic region will be looked at by Russia in this study. The main purpose of the study is to try to explain Russia’s energy policies in the Arctic region. Therefore, the issue will be discussed from a realist point of view and then the historical process of Russian energy politics in the region will be discussed. Subsequently, fluctuations in the Russian energy sector, which began with the annexation of Crimea, will be examined. Finally, the future of energy in the north will be discussed and the issue will be concluded with the security of energy in the Arctic region for Russia.

Keywords: Russia, Arctic Region, Energy, Geopolitics, Realism.

Giriş

Arktik bölgesi giderek artan jeostratejik önemi ile günümüz siyasetinde her geçen gün kendine daha çok yer edinmektedir. Gerek iklim değişikliği nedeniyle kutup dairesindeki buzulların erimesi gerekse de alternatif enerji kaynağı rezervleri arama dolayısıyla bölgenin ticari ve ekonomik değeri artmış ve Arktik Okyanusu’na kıyısı olan ülkeler iç ve dış politikalarını özellikle 21. yüzyılın başından itibaren güncellemeye başlamışlardır. Arktik Okyanusu’na coğrafi olarak doğrudan kıyısı olan ülkeler Amerika Birleşik Devletleri (ABD), Danimarka (Grönland), Kanada, Norveç ve Rusya olduğu için bölgeyi ilgilendiren politikalarda “Arktik Beşlisi” denilen bu beş ülke rol oynamakta.

Arktik Okyanusu’na olan 24,140 km kıyı şeridiyle Rusya, bu bölgede en çok öneme sahip olan aktör konumundadır zira bölge birçok değerli enerji kaynaklarına ev sahipliği yapmakta ve bu kaynakların yaklaşık olarak %80’i Rusya’nın kıta sahanlığı içerisinde bulunmaktadır (Sağsen, 2019). Zaten Rusya uluslararası ticarette ihracatının üçte ikisinden fazlasını başta doğal gaz olmak üzere fosil yakıtlar ve değerli madenlerden sağlamakta. Ülkedeki doğal gaz rezervlerinin %80’i ve petrol rezervlerinin %70’inden fazlası Arktik bölgelerinde olup bu kaynakların üçte ikisi bölgenin batı tarafındaki Barents Denizi ve Kara Denizi’nde bulunuyor, fakat buradaki hidrokarbon kaynaklarının bile henüz çok azı çıkarılabilmiş durumda. Rusya Sanayi ve Enerji Bakanlığı’na göre 2030’a kadar Arktik bölgesinden 110 milyon ton petrol ve 160 milyar metreküp doğal gaz çıkarılabilir. Diğer yandan Arktik bölgesinin ağırlıklı olarak doğu tarafında ise daha çok nikel, kalay, platin ve altın gibi değerli madenlerin önemli miktarlardaki depoları bulunuyor (Laruelle, 2014).

Bu veriler ışığında Arktik bölgesinin ve bölgedeki enerji kaynaklarının Rusya’nın ekonomi-politiği için öneminin ne derece büyük olduğu aşikar. Bu yazıda 2000’lerde giderek artan jeostratejik önemi ile Arktik bölgesindeki en önemli aktör olarak Rusya’nın enerji politikaları incelenecektir. Tarihsel süreçte bu politikaların nasıl değiştiğini incelerken birincil kaynak olarak jeopolitik güvenliği sağlamada önemli aktörler olan devletler ve uluslararası örgütlerin dokümanlarının yanı sıra kitap, makale ve haber gibi ikincil kaynaklara da bolca atıfta bulunulacaktır. Yazının ilk kısmına teorik bir yaklaşım getirilerek konuya bir uluslararası ilişkiler teorisi olan realizm perspektifinden bakıp kuramsal bir değerlendirme yapılacaktır. Daha sonra ikinci kısımda tarihsel süreç kronolojik sıra ile günümüze kadar ele alınacak. Üçüncü kısımda ise son on yıldaki yaptırımlar değerlendirilecek, dördüncü kısımda da bu yaptırımları da göz önüne alan bölgedeki aktörlerin enerjinin geleceğine yönelik izlediği politikalara değinilecek. Beşinci kısımda Rusya’nın enerji politikalarını en son yasa ve taslaklara atıfta bulunularak enerji güvenliği ve verimliliği açısından değerlendirilecek, son güncel politikalar çerçevesinde genel bir değerlendirme yapılarak gelecek olasılıklar incelenecektir.

1. Konuya Realist Teori Perspektifinden Bakış

Uluslararası ilişkilerde realizm; kaotik bir düzene sahip bir uluslararası ortamda bulunan tüm aktörlerin birbirleriyle rekabet içinde olduğu ve her birinin hakimiyet kurarak bu anarşik ortamda egemen güç olma arzusu güttüğü, bu çerçevede rakiplerine karşı önleyici müdahale yöntemi ile sert güç uygulayarak doğrudan harekete geçtikleri bir sistemi açıklamaktadır. Realist perspektife göre bu ortamdaki temel aktörler rasyonel ve bütüncül bir yapıya sahip olan devletlerdir. Thomas Hobbes’a göre klasik realizm, uluslararası politikaları insan doğasıyla açıklamakta ve insanların doğuştan sahip olduğu kötü ve çıkarcı özelliklerini devletlere yükleyerek devletlerin de onlara benzediğini söylemektedir. Hans J. Morgenthau, Hobbes’un düşüncelerine ekleyerek devletlerin hareketlerinin evrensel ahlak kurallarıyla açıklanamayacağını çünkü hepsinin çıkar kavramlarının farklı olduğunu ve bu kavramların da devletlerin siyasal ve kültürel çevrelerine bağlı olduğunu ve devletlerin hareketlerinin neden ve sonuç ilişkilerini ancak içinde bulundukları şartların ve zamanın belirlediğini savunur. Dolayısıyla çıkara dayalı ve herkesin otorite sağlamak üzere güç peşinde olduğu bir ortamda çatışma kaçınılmaz hale gelmektedir. Öte yandan çıkarlara dayalı bu çatışmalar istikrarsızlıklara neden olup uluslararası yapıdaki güç dengesini sağlar. Yani aslında devletler güç mücadelesini sürdürürken uluslararası ilişkiler kurarak istikrarı sağlamış olur (Arı, 2018).

Realist perspektiften bakıldığında enerji kaynakları da devletlerin üzerinde hakimiyet kurmak isteyeceği bir emtiadır zira gerek politik gerekse de ekonomik anlamda bu kaynaklar üzerinden maddi kazanç ve stratejik güç elde etmek mümkündür. Ayrıca enerji, askeri güç elde etmek için de ihtiyaç duyulan bir emtia olduğu için enerji kaynakları, özellikle de hidrokarbon açısından zengin ülkeler uluslararası ilişkilerde daha avantajlı olarak değerlendirilmektedir. Bunlar sınırlı kaynaklar olduğundan bu kaynaklara sahip olan devletler, olmayanlara kıyasla daha çok güç sahibi olmakta ve diğer devletleri kendilerine bağımlı hale getirerek asimetrik bir güç dengesi kurmaktadırlar. Bunun örneklerini daha önce 1973’te Orta Doğu devletlerinin petrole uyguladığı ambargolarla görmüştük. Keza günümüzde Rusya için de benzer bir durumun olduğu aşikar. Nitekim Rusya bugün Kuzey Akım 2 projesinde ABD tarafından uygulanmak istenen yaptırımlarla karşı karşıya çünkü ABD, Avrupa Birliği’nin (AB) yeni doğal gaz tedarikçisi olmayı hedeflediğinden Rusya’nın yoluna taş koymakta.

Rusya, enerji güvenliği politikalarında diğer birçok güvenlik politikasında olduğu gibi sert güç uygulayarak bölgedeki hakimiyetini sürdürme amacı gütmektedir. Arktik bölgesine kıyıdaş ülkeler arasında güncel düzende giderek artan bir iş birliği olsa da uluslararası ilişkiler bağlamında jeopolitik çıkarların gözetildiği örtük bir çatışma bu bölgenin ana dinamiğini oluşturuyor. Rusya, dünyanın en büyük doğal gaz üreticisi ve ihracatçısı konumu ile başta Almanya olmak üzere AB üyesi ülkelerin doğal gaz ihtiyacını karşılayan en önemli aktör. Dolayısıyla AB ile Rusya arasında karşılıklı bağımlılığa dayalı bir çatışma olduğu için bölgedeki güç dengesi sağlanıyor çünkü iki tarafın ilişkileri sıfır toplamlı bir oyun. Rusya, dünyanın en büyük doğal gaz üreticisi olarak ticaret yaptığı ülkelerin ona bağımlı olduklarını bildiği için sahip olduğu enerji kaynaklarını caydırıcılık amacıyla bir koz olarak kullanarak güç elde etmekte ve enerji sektöründe söz sahibi olmaktadır. Bu caydırıcılığı bölgeyi askeri tesisler ve nükleer kuvvetlerle güçlendirerek sağladığını söylemek mümkün çünkü 2015’te Kuzey Deniz Yolu (Northern Sea Route) boyunca S-400 uçaksavar füze sistemleri ve modernize edilmiş MiG-31 önleme uçaklarına ek olarak fazladan 10 uçak pisti ile birlikte 10 yeni radar tesisi kurulması planlandı. Ayrıca Rusya’nın deniz nükleer kuvvetlerinin üçte ikisi Kola Yarımadası’nda konumlanmış durumda (Pay & Calvo, 2020). Rusya’nın Arktik bölgesindeki bütün bu savunma sistemlerindeki silahlanma artışına yönelik olan politikaları düşünüldüğünde bu stratejilerin realist kuramdan başka bir kurama yoğrulması mümkün görünmüyor. Kısacası Rusya, Arktik bölgesindeki enerji politikalarında önceliği olan Sovyetler Birliği’nin realpolitik anlayışını sürdürmektedir.

2. Tarihsel Süreç

Rusya’nın Arktik bölgesine olan ilgisi 16. yüzyılda bölgeye yapılan keşiflerle başlamıştır. İlk zamanlarda bölge daha çok orman kaynakları, balık ve kürk ihracatına yönelik olarak kullanılmışsa da enerji politikasına dair somut adımların Sovyetler Birliği Komünist Partisi Genel Sekreteri Josef Stalin tarafından atıldığını görmekteyiz (Shapovalova, Galimullin ve Grushevenko, 2020). Stalin, Arktik bölgesine olan ilgisinden dolayı bu yönde olan çalışmaları hızlandırıp bölgeye kaşifler göndererek burada keşif yapmalarını istemişti. Bu dönemdeki çalışmalar bölgedeki metal ve madenleri çıkarmaya yönelikti. Stalin ciddi yatırımlar yaparak kuzeyde büyük şehirler kurdu ve bölgeyi kolonileştirdi. 1930 yılında Arktik bölgesindeki ilk petrol sahası Komi Cumhuriyeti’nde keşfedildi. 1937 yılında ise Kuzey Kutbu’ndaki ilk araştırma istasyonu Sovyetler Birliği hükümeti tarafından kuruldu (Aydın, 2014). Daha sonra 1960’larda Arktik’teki petrol faaliyetlerinin artmasında önemli rol oynayan Arktik Jeoloji Araştırma Enstitüsü de 1948’de kuruldu. Yani Sovyetler Birliği döneminde Stalin tarafından atılan bu adımlar ileride Rusya Federasyonu tarafından benimsenecek olan kaynak kullanımı odaklı bir ekonomik modelin başlangıcıydı. 1960’lı yıllara gelindiğinde ise dünyanın ilk nükleer buzkıranı olan Lenin, Rusya’nın kuzeybatısında yer alan Murmansk bölgesinde faaliyete geçti. Böylelikle bölgedeki ilk nükleer hareketlilik de başlamış oldu (Rosatom, 2020). Bu çalışmalar bölgedeki doğal kaynak alanlarının devlet mülkiyeti olarak merkezi planlama politikalarıyla güçlendirilmiş bir şekilde uygulanması yoluyla 1991’e kadar devam etti. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra ise özellikle petrol üreten kuzey bölgeleri, serbest piyasa ekonomisine geçişten çok etkilendi ve Arktik bölgesindeki üretim seviyesinde ciddi düşüşler meydana geldi (Shapovalova ve diğerleri, 2020).

Yeni ekonomik model dolayısıyla 1990’larda yapılan özelleştirmeler sırasında petrol endüstrisinde de bir sürü şirket kurularak sektörde çeşitlilik sağlandı ancak şirketler arası rekabet siyasallaşmıştı. Örneğin 1996-2003 yılları arasında Rusya’nın en büyük şirketlerinden olan ve ülkenin petrol üretiminin %20’sini gerçekleştiren Yukos, Vladimir Putin döneminde petrol ve doğal gaz endüstrisinin devlet kontrolüne alınmasına karşı çıktığı için vergi borçları gerekçe gösterilerek tasfiye edildi ve Rosneft tarafından alınarak 2004’te yeniden kamulaştırıldı (BBC News, 2005).

Devletin kuzeydeki kaynakların üzerindeki hakimiyetini güçlendirmek için 1992 yılında petrol yasası yeniden düzenlendi. Bu yasaya göre Arktik’te offshore petrol ve doğal gaz lisansı almak için yalnızca Rus kıta sahanlığında en az beş yıllık bir sondaj tecrübesi olan ve devletin %50’den fazla oranla sahibi olduğu şirketlere izin verilecekti. Bu yasaya ek olarak daha sonra 2017’de Ticari Nakliye Yasası da yeniden düzenlendi ve Kuzey Deniz Yolu üzerinden petrol ürünleri taşıyan Rus bayraklı gemilere özel haklar tanındı (Shapovalova ve diğerleri, 2020). Bu iki yasa Rusya’nın bölgede egemen güç olma isteğini ve çıkarcı tavrını yansıtmaktadır.

Öte yandan 1996 yılında Ottava’da kurulan Arktik Konseyi ile birlikte Rusya bu bölgedeki çalışmalarını diğer konsey üyeleri ile birlikte olmak üzere yürütmeye devam ediyor. Uzun bir süre askeri faaliyetlerinden dolayı konseye başkanlık yapamamış olsa da 2021 yılı itibari ile Rusya’nın Arktik Konseyi’ne yeniden başkanlık yapacağı duyurulmuştu. Ayrıca yeni dönemde Rusya’nın bölgedeki ılımlı yaklaşımını sürdürerek iş birliklerini arttırmak için doksandan fazla etkinlik ve organizasyon düzenleyeceği bildirildi (arctic.ru, 2021).

Arktik Okyanusu’nun dibinde bulunan hidrokarbon kaynaklarının farkında olan Rusya, bu bölgeye olan yatırımları ve keşiflerinden dolayı bu bölgenin kendi ana karasının doğal bir uzantısı olduğunu iddia etmektedir. Diğer devletler tarafından reddedilen bu iddiayı bir üst seviyeye çıkaran Rusya’nın, 2 Ağustos 2007 tarihinde Kuzey Kutbu’nda Arktik Okyanusu’nun derinliklerine bayrak dikmesi başta Kanada olmak üzere birçok ülkeden sert eleştiriler almasına neden olmuştu (Yılmaz & Çiftçi, 2013). Kısa süre sonra ABD’nin bölgedeki jeolojik araştırmalarına dayanarak dünyanın henüz keşfedilmemiş petrol ve doğal gazının %22’sinin Arktik bölgesinde bulunduğu açıklanmıştır (Shapovalova ve diğerleri, 2020). Küresel çapta bölgede olası bir çatışma çıkmasından endişelenilirken iç işlerinde Rusya, 1982 tarihli Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’ne (UNCLOS) dayandırdığı bir kural neticesinde 200 deniz mili olan kıyı sınırlarına ek 150 deniz mili daha ekleyerek Arktik Okyanusu’ndaki iddialarını bilimsel ve hukuka uygun bir hale getirerek diğer devletlerin önüne geçmek istemektedir. Bu bağlamda Rusya’nın Arktik politikası diğer devletler tarafından kuşkuyla takip edilmektedir çünkü Rusya sürekli olarak değişken bir tavır ve tutum sergilemektedir. Bir yandan bölgede diğer devletlerle iş birliğinin artırılmasına yönelik açıklamalar yaparken diğer yandan bölgedeki askeri faaliyetlerini artırması ve bölgede nükleer bir buzkırana sahip olması nedeniyle başta ABD olmak üzere Arktik Beşlisi’ni oluşturan diğer ülkeler tarafından da sert bir şekilde eleştirilmektedir (Yılmaz & Çiftçi, 2013). Bu kapsamda 2008 yılında devletin 2020’ye kadarki Arktik politikasının esaslarını içeren bir belge kabul edildi; bu belge Rusya’nın Arktik’teki kaynak yönetimine yeni bir adım attığının göstergesiydi. Söz konusu belge Nisan 2020’de güncellendi ve 2035’e kadarki devlet politikası olarak geçerliliğini sürdürmektedir (Shapovalova ve diğerleri, 2020).

3. Batı’nın Yaptırımları

Rusya açısından enerji kaynakları sadece birer ekonomik kaynak değil, aynı zamanda siyasi açıdan da stratejik birer devlet politikası olarak kabul edilmektedir (Sönmez, 2010). Bu durumun haklı bir göstergesi olarak Mart 2014’te Kırım’ın ilhak edilmesinden dolayı başta ABD ve AB’nin birçok ülkesi Rusya’ya enerji alanı başta olmak üzere birçok alanda yaptırım uygulamıştır. Teknolojik ekipmanın ihracatına da yaptırımlar yoluyla yasak getirilmiştir. Kutup Dairesi üzerinde kaya gazı oluşumlarında ve derin sularda petrol üretimi için kullanılan ekipmanların finansmanı, ihracatı, nakli, tedariki ve satışı engellenmiştir. Yabancı ekipmana ulaşımın önünün kesilmesinin offshore petrol üretiminde gerekli olan yabancı şirketlerin de hepten önünü kestiğini şirketlerin yanı sıra hükümet de kabul ediyor zira Rusya offshore kaynakların üretiminde %80-90 oranında ithal teknolojilere bağlı. Bu yaptırımlar şimdiye dek Rusya’nın Arktik’teki projelerini tamamen terk etmesine neden olmadı ancak projelerde gecikmeler oldu. Yaptırımlar dolayısıyla Asya ülkelerinin teknolojilerinin tercih edilmesi ve yerli teknolojilerin geliştirilmesine yönelme de söz konusu (Shapovalova ve diğerleri, 2020).

Avrupa devletlerini enerji yönünden sürekli kendine yakın tutmak isteyen Rusya enerji yatırımlarına da büyük ölçüde önem vermektedir. Bu yatırımların başında ise Kuzey Akım 2 projesi geliyor. Kuzey Akım 2 projesi ile birlikte Baltık Denizi üzerinden transit ülke olmadan Arktik doğal gazını Almanya’ya ve diğer AB ülkelerine ulaştırmayı hedefleyen Rusya’nın devlet destekli enerji şirketi Gazprom ile birlikte çalışması da bu konuya verdiği önemi ortaya koymaktadır (petroleumworld.com, 2006). Ancak bu proje de ABD’nin yaptırımlarından etkilenmiş ve son zamanlarda çalışmalar hızlansa da proje halen uygulamaya konulamamıştır. Bunun nedeni ise ABD’nin kendi kaya gazını AB ülkelerine satmasına engel olacağı için Avrupa üzerindeki kontrolünün zayıflayacak olması ve Almanya’nın özellikle Doğu Avrupa’da önemli bir güç haline gelecek olmasıdır (Demirci, 2019).

Rusya’nın enerji alanında en büyük özel şirketi olan Novatek, 2019 yılında Kuzey Kutbu başta olmak üzere Arktik bölgesine yakın yerlerde yeni çalışmalar başlattığını duyurmuştu. Bu çalışmalara 20 milyar dolarlık bir yatırım yapan şirket başta sıvılaştırılmış doğal gaz (LNG) olmak üzere birçok alanda çalışmalar yapacağını açıklamıştı. Nitekim yaptığı büyük yatırımlar sonucunda Yamal projesindeki ilk LNG ihracatını Asya ülkelerinden Japonya’ya yapmıştır (7deniz.net, 2019). Kuzey Akım’ı da besleyen Arktik doğal gazı Yamal sahasından çıkmakta ve bu saha, Rusya’nın en önemli enerji projelerinden birini oluşturmaktadır zira buradan çıkan doğal gaz, LNG gibi kolay bulunmayan ve zor, ancak gittikçe değerlenen ve ticari getirisi yüksek bir teknoloji. Önemli miktarlarda sübvansiyon, vergi indirimi ve altyapı desteği alan bu projeyle diğer ülkelerin yanı sıra Japonya ve Birleşik Krallık’a LNG ihraç ediliyor (Shapovalova ve diğerleri, 2020).

Rusya’nın, Batı’nın yaptırımlarına karşı uyguladığı en etkili politikası ithal ikamesi uygulamak. Yamal sahasından gelecek olan LNG için Rusya topraklarında sondaj kuleleri inşa edilmiş olup Rosneft de offshore kaynak çıkarımı için gerekli teknoloji ve ekipmanı sağlamaya yönelik üretici firmalara yardımcı olacağını duyurmuştu. Daha sonra federal düzeyde Sanayi ve Ticaret Bakanlığı, Enerji Stratejisi 2035 Taslağı altında petrol endüstrisi sektöründe ‘hızlandırılmış ithal ikamesi’ yapılacağını vurguladı. Bu taslakla özel şirketlerin offshore lisansı almalarının kolaylaştırılması ve uzun dönemli yatırım için zemin hazırlanması hedefleniyor (Shapovalova ve diğerleri, 2020).

4. Kuzeydeki Enerjinin Geleceği

Bilimsel araştırmalar Arktik bölgesinde bulunan enerji kaynaklarının başta doğal gaz olmak üzere dünyanın enerji ihtiyacını karşılamada yeterli olacağını gösteriyor. Bunu daha ayrıntılı bir şekilde açıklamak gerekirse eğer, bölgenin 48 trilyon metreküp doğal gaz ve 90 milyar varil petrole sahip olduğu düşünülmektedir (Sağsen, 2019). Mevcut veriler sadece araştırılmış bölgelere ait verilerdir. Bölgenin hala buzullarla kaplı olması ve bilimsel çalışmalara uygun olmaması net verilerin elde edilememesine neden olmaktadır.

Küresel iklim krizinin hedef noktalarından biri olan Arktik bölgesinde buzulların beklenenden hızlı erimesi ve özellikle 2040 yılına kadar bu bölgedeki yaz aylarına ait buzulların erimesi diğer devletlerin de bölgedeki çalışmalarına hız vermesine neden olmuştur (Taner, 2017). İş birliğinin önemli olduğu bölgede Rusya özellikle enerji kaynaklarının çıkarılması konusunda diğer devletlerle birlikte hareket etmek durumunda kalmaktadır. Bu bağlamda özellikle Rusya’nın Arktik Beşlisi ile ortak çalışmalara ağırlık vermesi ve ticari ortaklıklar kurması beklenmektedir. Arktik Beşlisi’nin ise yeni dönemde konsey başkanı olacak olan Rusya önderliğinde bu ticari ortaklıkların geliştirilmesi konusunda daha olumlu adımlar atması öngörülmektedir.           

Rusya’nın bol hidrokarbon rezervlerine sahip olması neticesinde bu alana yaptığı yatırımlar ve Rusya için günümüz teknolojik gelişmelerinin hala yenilenebilir enerji kaynaklarının geliştirilmesi bakımından yetersiz kalması dolayısıyla uzun bir süre daha yenilenemez enerji kaynaklarını kullanacaklarını gösteriyor. Bu yüzden enerji şirketlerinin Kuzey Kutbu bölgesindeki bu noktalara olan çalışmalarını sürdürmesi ve devletlerin birbirleriyle olan ilişkilerinin Arktik bölgesi üzerinden farklı noktalara gelmesi beklenmektedir. Özellikle Gazprom, Rosneft ve Shell‘in bu noktada yaptığı çalışmalar diğer devletler tarafından dikkatli bir şekilde incelenmektedir (Griffin, 2020).

Öte yandan Gazprom, Total ve Statoil’in iş birliği dahilinde uygulanacak olan Shtokman projesi bölgedeki iş birliği girişimlerinin her zaman yolunda gitmeyeceğinin bir göstergesi. Murmansk’ın 650 kilometre açığında bulunan ve 3.8 trilyon metreküp doğal gaza sahip olduğu düşünülen Shtokman sahası, teknik açıdan zor bir bölgeydi ve finansal kriz nedeniyle proje sürekli ertelendi. En nihayetinde de 2019 yılında projeden vazgeçildi. Bu süreçte tarafların proje tasarımı ve masraflarıyla ilgili meselelerde uzlaşamamalarının yanı sıra ABD’nin kaya gazı ihracatının patlayıp doğal gazın değer kaybetmesi de rol oynadı. Yani sektörün kırılganlığı yalnızca yaptırımlardan mütevellit değil, Shtokman örneğinde görüldüğü üzere, çevrenin zorluğunun neden olduğu teknolojik yetersizlikler ve elverişsiz piyasa şartları da Arktik bölgesi gibi hassas bir bölgede önemli etkenler olarak göze çarpmaktadır (Shapovalova ve diğerleri, 2020).

5. Küresel Enerji Güvenlik Bölgesi Olarak Arktik Bölgesi

30 Mart 2009 tarihinde resmi hükümet gazetesinde yayınlanan Rusya’nın Arktik bölgesine yönelik politikalarından sonra bölge üzerinde birçok hamleler yapıldı. Özellikle ABD’nin bölgedeki askeri varlığını arttırması ve Kanada ile Rusya’nın birçok konuda görüş ayrılığına düşmesi bölgedeki gerilimi iyice arttırdı. Son zamanlarda ise Danimarka ile ABD’nin yakınlaşması Rusya tarafından dikkatlice izlendi. Bu yüzden 2021 yılı itibari ile Rusya Arktik bölgesinde daha ılımlı bir politika izlemeye karar verdi. Rusya’nın enerji güvenliğinin ve stratejik enerji kaynaklarının korunmasına yönelik politikalar Putin tarafından öncelikli hale getirildi (Erbil, 2010).

Rusya’nın Arktik bölgesindeki ulusal çıkarlarına yönelik ilk politikasının “Rusya’nın sosyal ve ekonomik kalkınma sorunlarının çözümünü sağlayan stratejik bir kaynak üssü olarak kullanılması” (Russian Federation Policy …, 2009, Madde 4) şeklinde tanımlanması; enerji, maden kaynakları ve Kuzey Deniz Yolu üzerinde çok yönlü çalışmaların yapıldığını ve bunların her birinin Rusya’nın sorunlarına yönelik çözümlerde çok büyük rol oynadığını göstermektedir. Kuzey Deniz Yolu’nun, küresel ısınmanın neden olduğu sıcaklık artışı dolayısıyla önem kazanması, Rusya’yı Kuzey Deniz Yolu’nu daha etkili bir şekilde kullanmaya teşvik etti. Özellikle son on yıldaki değişimleri göz önüne alarak gelecekte Rusya enerji kaynaklarını Avrupa’ya direkt taşıyabilecek hatta yeni projeler ile birlikte Arktik Okyanusu’nun tabanından da diğer ülkelere bu enerji sevkiyatını yapabilir hale gelecektir.

Bir önceki paragrafta adı geçen politikada “Arktik’in benzersiz ekolojik sistemlerinin korunması” (Russian Federation Policy …, 2009, Madde 4) şeklinde bir ifade yer alsa da bu politikaya yönelik adımların gerçekçi olmadığı görülmektedir. Örneğin Rusya’nın Arktik bölgesinde kurduğu askeri ve nükleer üsler yayınladığı politikalar ile ters düşmektedir. Ya da Rusya’nın bölgede bulunan enerji şirketlerinin yoğun çalışması ile birlikte bölgenin iklimi ilgilendiren boyutunu çok farklı bir noktaya taşıması da yine bu politikaları ile ters düşmektedir. Son yıllarda diğer ülkelere ait gemilere de çeşitli şartlar getiren Rusya hükümetinin Kuzey Deniz Yolu boyunca hidrokarbon enerji kaynaklarının sadece Rusya’ya ait gemilerle taşınması şartını getirmesi ve bunu da kendi enerji güvenliği konusuna dayandırması yine bölgedeki sıcak tartışmaları arttırmaktadır. Aslında bölgenin sadece iklimi ilgilendiren boyutundan ziyade bir kaynak üssü olarak görülmesi Arktik ülkeleri ve diğer uluslararası örgütler tarafından kınanmaktadır (Aliyev, 2019).

Enerji verimliliği alanında bölgedeki çalışmalarını sürdüren Rusya’nın devlet politikalarını gerçekleştirmeye yönelik temel hedeflerinden biri de bölgedeki enerji kaynaklarının verimli bir şekilde işlenmesi ve yine aynı titizlikle lojistiğinin sağlanmasıdır. Özellikle bunun için bölgede yeni tesisler açan Rus hükümeti aynı zamanda bölgedeki eski enerji tesislerinin de modernizasyonunu yapmaktadır. Ayrıca diğer devletlerin bölgedeki çalışmalarını da engellemek isteyen Rusya, Arktik bölgesini münhasır ekonomik bölge olarak ilan edebilecek devletleri de yine aynı politikasında Arktik beşlisini oluşturan diğer devletler şeklinde açıklamıştır (Russian Federation Policy …, 2009). Yine benzer şekilde bölgedeki bilimsel çalışmaların da arttırılmasını teşvik etmek isteyen Rusya buna rağmen kendi münhasır ekonomik bölgesinde ABD’nin çalışmalar yapmasına izin vermemektedir.

Devletlerin enerjiye olan ihtiyaçlarının her geçen yıl artması ve bu açığın kapatılmasında yenilenebilir enerji kaynaklarının yeterli olmaması özellikle hidrokarbon enerji kaynaklarına olan eğilimlerini arttırmaktadır. Tam da bu nedenden dolayı Rusya Arktik bölgesindeki çıkarlarını korumaya devam edecektir. Özellikle Avrupa’ya enerji tedarikini yapan ve gelirlerinin büyük çoğunluğunu enerji kaynaklarından sağlayan bir devlet için bu bölgenin önemi ayrı bir yerdedir. Fakat buradaki en büyük sorunlardan biri bölgedeki aktörlerin dünya siyasetine yön veren ülkelerin olmasıdır. Örneğin Arktik bölgesi sadece bu bölgedeki devletleri değil, aynı zamanda bölgeye sınırı olmayan devletlerin de dış politikalarını etkilemektedir. Bunun örneğini 1920’de çok taraflı olarak imzalanan Svalbard Antlaşması’nda görmek mümkün: anlaşmaya taraf olan devletler bölgede başta kömür madenciliği olmak üzere ticari faaliyetlerini eşit şartlar altında sürdürmektedir ve ada bu tarihten beri askersizleştirilmiştir (Spitsbergen Svalbard, 2020). Rusya ise geçmişten günümüze kadar kendi Arktik sınırları içerisinde yaptığı çalışmaları dış politika haline getirmiş ve sadece enerji politikaları açısından değil, aynı zamanda bir sınır güvenliği meselesi olarak da bölgenin korunmasına yönelik adımlar atmıştır.

Günümüzde Rusya’nın daha çok enerji verimliliği konusuna yönelmesinin başlıca nedeni Dünya Bankası ve Rusya Enerji Verimliliği Merkezi’nin açıkladığı rapora dayanmaktadır. Rusya’nın birincil enerji kaynaklarının tüketiminden %45 daha fazla tasarruf sağlayacağı açıklanmıştır. Bu rapordan sonra Rusya’nın özellikle Arktik bölgesindeki enerji merkezlerini yenilediği ve verimliliği artırmaya yönelik çalışmalar yaptığı gözlemlenmiştir. Böylelikle 2020 yılına kadar Rusya ekonomisinin enerji yoğunluğunu %40 oranında azaltma politikasını benimsemişlerdir (Laruelle, 2014).

Rusya’nın bölgedeki her bir hamlesinin tasarlanarak yapıldığını görmek mümkün. Özellikle enerji taşımacılığı konusunda artan rekabetten dolayı yeni devlet politikaları geliştirilmiş durumda. Bunun en güzel örneği bölgedeki sadece kamu enerji şirketlerinin değil, tüm özel enerji şirketlerinin ihtiyacı olan nükleer tesislerin ve buzkıranların Atomflot ve Rusya Devlet Atom Enerjisi tarafından sağlanmasıdır. Böylelikle Rusya üretimi arttırmakla kalmayacak, aynı zamanda hem kaynaklara ulaşımı kolaylaştırmış hem de bölgede artan rekabette bir adım öne geçmiş olacaktır. Nükleer araçlarla birlikte bölgede üretilen enerjinin 2030 yılına dek 900 milyar metreküpe kadar ulaşması hedeflenmektedir (Laruelle, 2014).

Artan enerji rekabetinin sonunda Arktik bölgesinin de bu rekabet içerisinde büyük bir değişime uğraması beklenmektedir. Özellikle küresel iklim kriziyle birlikte buzulların her geçen yıl erimesinin yanı sıra sera gazı emisyonlarının dünyayı sarması da bu bölge için tehlike yaratmaktadır. Mevcut teknoloji ile bölgedeki enerji kaynakları hakkında sadece tahminler yapılabilmektedir. Birkaç on yıl sonra ise kuzeydeki buzulların erimesi ile birlikte açılacak olan yeni rotalarla birlikte bölgedeki enerji kaynaklarının büyük çoğunluğu ulaşılabilir ve çıkarılmaya hazır olacaktır. Bu noktadan sonra Arktik bölgesine yönelik rekabetin başka bir boyuta evrileceği öngörülmektedir.

Ülke ekonomisinin büyük çoğunluğunun enerji sektörü tarafından oluşturulması da Rusya’yı geleceğe yönelik farklı adımlar atmaya yöneltmiştir. Özellikle enerji sektöründen elde edilen kazancın yine bu sektöre yatırım yapılması yerine başka gelir modelleri sağlanması üzerinden tartışmalar yapılmaktadır. Petrol ve doğal gaza dayalı bir ekonominin peşinden gitmek istemeyen Rusya hükümeti özellikle gelecek yıllarda kendilerini bekleyen sorunları şimdiden öngörmüş bulunmaktadır. Bu yüzden güncel veriler ışığında gerek Arktik bölgesinde gerekse de Rusya’da büyük bir modernizasyon yapılması beklenebilir. Her ne kadar hidrokarbon enerji kaynakları günümüzde büyük önem taşısa da gelecek için aynı şeyi söylemek pek mümkün değil. Bu yüzden gelişen teknolojiler sadece yenilenebilir enerji kaynakları üzerinde değil aynı zamanda Arktik gibi hidrokarbon enerji kaynakları bakımından zengin yerlerin gelişimi için de önemlidir. Çünkü enerjinin keşfedilmesi kadar bu enerjinin çıkarılması ve verimli bir şekilde işlenmesi de maddi olarak büyük harcamalar anlamına geliyor.

Teknolojinin buradaki işlevi sadece enerjinin çıkarılması ya da taşınması değil, aynı zamanda tüm bu süreçlerde doğaya ve çevreye verilebilecek maksimum zararı da en aza indirgemesidir. Tam olarak bu yüzden bölgede bilinçsiz çalışmaların yapılmaması ve Arktik bölgesinde bulunan her bir devletin bu süreçte birbirleriyle olan iletişiminin en iyi şekilde olması gerekmektedir.

Sonuç

Yüzyıllardır önemli bir enerji kaynakları üssü olarak kullanılan Arktik bölgesi, yönetim değişikliklerine rağmen hep benzer stratejilerle yönetilmiş ve sıkı devlet kontrolü altında tutulmuştur. Gerek Sovyetler Birliği’nde gerekse de Rusya Federasyonu’nda ekonominin en önemli unsuru olarak Arktik bölgesindeki enerji kaynaklarının çıkarılması, işlenmesi ve ticaretinin iklim krizinin de etkisiyle giderek önem kazanması gelecekte bu bölgede çatışmalar olabileceğini gösteriyor.

Batı’nın bölgedeki yaptırımlarına rağmen sektörün sürdürülmesine dayanarak artan devlet kontrolünün etkisiyle Rusya’nın başarılı bir şekilde bölgedeki hakimiyetini devam ettirmesi bu yaptırımların Rusya için önemsizliğini kanıtlıyor. Hatta bu yaptırımların Rusya açısından ekonomik kalkınmaya vesile olduğunu söylemek yanlış olmaz zira yeni yasalarla kaynak yönetiminde önemli değişiklikler yapan Rusya, yerli teknolojilerin kurulmasını teşvik eden ithal ikamesi politikası ile Arktik bölgesine yönelik uzun vadeli bir kalkınma planını uygulamaya devam ediyor.

İlaveten Rusya’nın yeni politikası olarak offshore lisansına erişimin kolaylaştırılması, tedarik piyasasını çeşitlendirmeyi ve başta Asya ülkeleri olmak üzere LNG ihracatının arttırılmasını hedefliyor. LNG teknolojisine diğer aktörlere kıyasla daha erken adım attığından, bu piyasadaki rekabetin artması Rusya’nın enerji sektöründeki hakimiyetini daha da güçlendiriyor.

Öte yandan sürdürülebilir enerji kaynaklarının değer kazanması, hidrokarbon kaynakları açısından olumsuz bir etken gibi görünse de sektördeki bu değişimin aşamalı bir geçiş şeklinde olması ve petrol ve doğal gaz arzının sürdürüleceği için gerekli talebin karşılanmasına ihtiyaç duyulması dolayısıyla bir süre daha üretim sürdürülebilirliği sağlanacaktır ancak uzun vadede petrol ve doğal gaz sektörünün ekonomik çekiciliğini yitireceğini söylemeye gerek dahi yok.

 

 

NİSA DURDU

SERKAN UĞUR

Rusya Çalışmaları Staj Programı

 

 

KAYNAKÇA

7deniz.net. (28 Haziran 2019). Novatek, Kuzey Kutbu’nda Bir İlki Gerçekleştirdi. https://www.7deniz.net/haber-novatek-kuzey-kutbu-nda-bir-ilki-gerceklestirdi-30223.html (13 Şubat 2021).

Aliyev, N. (2019). Russia’s Military Capabilities in the Arctic. ICDS Diplomaatia Magazine. https://icds.ee/en/russias-military-capabilities-in-the-arctic/ (23 Şubat 2021).

arctic.ru. (18 Şubat 2021). About 90 Events to Be Held During Russia’s Arctic Council Chairmanship. https://arctic.ru/international/20210218/991125.html (15 Şubat 2021).

Arı, T. (2018). Uluslararası İlişkiler Teorileri: Çatışma, Hegemonya, İşbirliği. Bursa: Aktüel Yayınları.

Aydın, A. (26 Aralık 2014). Rusya’nın Arktika Politikası (Bölüm I). https://siyasalhayvan.com/rusyanin-arktika-politikasi-bolum/ (16 Şubat 2021).

BBC News. (31 Mayıs 2005). Timeline: The Rise and Fall of Yukos. http://news.bbc.co.uk/2/hi/business/4041551.stm (24 Şubat 2021).

Demirci, M. C. (30 Aralık 2019). ABD Kuzey Akım-2 Projesine Neden Karşı Çıkıyor? https://tr.euronews.com/2019/12/30/abd-kuzey-akim-2-projesine-neden-karsi-cikiyor (19 Şubat 2021).

Erbil, Y. (2010). Rusya-Ukrayna Doğalgaz Krizi ve Enerji Güvenliği. Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi. İstanbul: Kadir Has Üniversitesi SBE.

Griffin, R. (21 Temmuz 2020). Gazprom Neft, Shell to Set Up New Arctic Joint Venture. https://www.spglobal.com/marketintelligence/en/news-insights/latest-news-headlines/gazprom-neft-shell-to-set-up-new-arctic-joint-venture-59513184 (23 Şubat 2021).

Laruelle, M. (2014). Russia’s Arctic Strategies and the Future of the Far North. New York: M.E. Sharpe.

Pay, V. N. ve H. G. Calvo (2020). Arctic Diplomacy: A Theoretical Evaluation of Russian Foreign Policy in the High North. Russian Politics. 5, 105-130.

petroleumworld.com. (8 Mayıs 2006). Gazprom Market Cap Soars Above 300 Bln Dlrs to World Number 3. https://web.archive.org/web/20070928093742/http://www.petroleumworld.com/story06050803.htm (20 Şubat 2021).

Rosatom. (2020). Atomflot: Altmış Yıllık Uzun Yol. Rosatom Newsletter. 229.5, https://rosatomnewsletter.com/tr/2020/05/27/atomflot-sixty-years-long-road/

Russian Federation Policy for the Arctic to 2020. (2009). Rossiyskaya Gazeta (30 Mart 2009) (Rusça’dan İngilizce’ye Çeviri). http://www.arctis-search.com/tiki-index.php?page=Russian%20Federation%20Policy%20for%20the%20Arctic%20to%202020 (23 Şubat 2021).

Sağsen, İ. (22 Nisan 2019). Arktik Bölgesi Jeopolitiği. Anadolu Ajansı. https://www.aa.com.tr/tr/analiz/arktik-bolgesi-jeopolitigi/1459727 (3 Şubat 2021).

Shapovalova, D., E. Galimullin ve E. Grushevenko. (2020). Russian Arctic Offshore Petroleum Governance: The Effects of Western Sanctions and Outlook for Northern Development. Energy Policy. 146, 1-8.

Sönmez, A. S. (2010). Moskova’nın Kutuplaşma Çabaları: Putin Dönemi Rus Dış Politikası. Avrasya Etüdleri. 37.1, 37-76.

Spitsbergen Svalbard. (2020). The History of Spitsbergen. https://www.spitsbergen-svalbard.com/spitsbergen-information/history.html (24 Şubat 2021).

Taner, A. C. (2017). Kuzey Kutbu Arktik Denizi Buzullarının Erimesi Sonucu Küresel Isınma, Global İklim Değişiklikleri ve Dünya Sıcaklık Artışları Hızlanması Perspektifleri. Fizik Mühendisleri Odası. https://www.fmo.org.tr/wp-content/uploads/2011/07/Kuzey-Kutbu-Arktik-Denizi-Buzullarinin-Erimesi-Sonucu-Kuresel-Isinma-Global-Iklim-Degisiklikleri-ve-Dunya-Sicaklik-Artislari-Hizlanmasi-Perspektifleri.pdf (22 Şubat 2021).

Yılmaz, N. ve A. Çiftçi (2013). Arktika Bölgesi’nin Siyasal Önemi ve Siyasal ve Hukuksal Statüsünün Karşılaştırmalı Değerlendirmesi. Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi. 31, 1-16.

 

Kuzey Makedonya Özelinde NATO’nun Balkanlar Genişlemesi

0

ÖZET

NATO’nun 30. Üyesi ve Batı Balkanlar genişlemesinin bir parçası olan Kuzey Makedonya, 1991’de Yugoslavya’nın dağılmasıyla o dönem “Makedonya Cumhuriyeti” ismiyle bağımsızlığını ilan etmişti. Kuzey Makedonya’nın Avrupa-Atlantik kurumlarına katılmasının önündeki en büyük engel Yunanistan ile yaşadığı isim sorunu olmuştu. Kuzey Makedonya, yıllar sonra Prespa Anlaşması ile çözüme kavuşacak bu sorunda ülkenin adıyla ilgili önemli ödünler verecek kadar cesur olduğunu göstermiş ve Avrupa-Atlantik ittifakının bir parçası olmanın kendileri için ne kadar önemli olduğunu kanıtlamıştır. Ayrıca NATO’nun Balkanlar genişlemesi istikrar ve güvenliğin yanında bölgeye demokratik ve ekonomik reformlar getirmesi açısından oldukça önemlidir. Bu çalışmanın amacı NATO’nun Balkanlar bölgesinde edindiği misyonun ve genişleme politikalarının Kuzey Makedonya özelinde detaylıca incelenmesidir.

Anahtar Kelimeler: Kuzey Makedonya, Balkanlar, NATO, İsim Sorunu, Genişleme

ABSTRACT

North Macedonia, the 30th member of NATO and a part of the Western Balkans enlargement, declared its independence with the name “Republic of Macedonia” in Yugoslavia in 1991. The biggest obstacle to North Macedonia’s participation in Euro-Atlantic institutions was the naming dispute with Greece. North Macedonia has shown that the country is brave enough to make significant concessions on the country’s name in the naming dispute, which will be resolved years later with the Prespa Agreement and proved how important it to be a part of the Euro-Atlantic alliance for them. Bear in mind that NATO’s expansion in the Balkans is significant to bring democratic and economic reforms to the region and stability and security. The purpose of this study is to examine NATO’s mission and enlargement policies in the Balkans region in the subject of North Macedonia.

Key Words: North Macedonia, Balkans, NATO, Naming Dispute, Expansion

1. Giriş

1949 yılında 12 ülkeyle macerasına başlayan NATO, günümüzde 30 üye devletle birlikte benzersiz bir siyasi ve askeri topluluğa dönüşmüştür. Slovenya (2004), Hırvatistan (2009), Arnavutluk (2009) ve Karadağ’ın (2017) İttifak’a girişi Batı Balkanlar’ı Yugoslavya’nın kanlı bir şekilde dağılmasından sonra kriz ve istikrarsızlık merkezi olmaktan çıkarıp NATO genişleme sürecinin bir parçası haline getirmiştir. Son olarak Kuzey Makedonya 2020 yılında NATO’ya üye olmuştur. Kuzey Makedonya’nın NATO’ya katılımı genel olarak bu siyasi ve askeri sistemin ‘savunma şemsiyesi’ altındayken ülkenin güvenliği için bir fayda olmakla beraber, uygun çalışma koşulları oluşturulup yabancı yatırımları artırarak ülkenin ekonomik ilerleyişi anlamına da gelmektedir (Iliev, Nikolovska, & Petrova, 2020: 41).

NATO’nun Batı Balkanlar genişlemesinin bir parçası olan Kuzey Makedonya, 17 Kasım 1991’de o dönem ‘Makedonya Cumhuriyeti’ ismiyle bağımsızlığını ilan etmişti. Ancak bu isim uluslararası toplumda yer edinmeye çalışan yeni Makedonya Cumhuriyeti için Yunanistan ile uzun yıllar boyu sürecek ve uluslararası gündemi meşgul edecek bir sorunun fitilini ateşlemiştir. Yunanistan kendi sınırları içerisindeki ‘Makedonya’ isimli bölgenin varlığından dolayı ileride hak iddia edilebileceği endişesiyle bu isme karşı çıkmıştır. Bu isim sorunu Kuzey Makedonya’nın NATO ve Avrupa Birliği’ne üyelik sürecinin başlamasına engel olmuş ve ülkenin Birleşmiş Milletler üyeliği ancak FYROM (the former Yugoslav Republic of Macedonia, Eski Yugoslav Cumhuriyeti Makedonya) ismiyle kabul edilebilmiştir.

Bu çalışma üç bölümden oluşacaktır. Birinci bölümde NATO’nun Balkanlar Misyonu ve Genişleme Politikası, İttifakın ve bölge ülkelerinin açısından incelenecektir. İkinci bölümde Kuzey Makedonya ve Yunanistan arasında yaşanan isim sorununun geçmişine göz atılacak olup üçüncü bölümde ise Kuzey Makedonya’nın NATO üyelik süreci ele alınacaktır.

NATO’nun Balkanlar Misyonu ve Genişleme Politikası

1949 yılında 12 ülke tarafından kurulan NATO günümüzde 30 üye devlete ulaşmıştır. İttifaktaki üye devlet sayısında yaşanan bu önemli artış NATO’nun ‘Açık Kapı Politikası’ sonucudur. NATO’nun ‘Açık Kapı Politikası’ incelendiğinde İttifakın kurucu anlaşması olan Washington Anlaşması’nın 10. maddesi karşımıza çıkmaktadır. Bu maddeye göre:

“Taraflar, bu Antlaşma’nın ilkelerini geliştirebilecek ve Kuzey Atlantik Bölgesi’nin güvenliğine katkı yapacak durumda olan herhangi bir Avrupa devletini bu Anlaşma’ya katılmaya oy birliği ile davet edebilirler” (The North Atlantic Treaty, 2021).

Bu maddeden de açıkça anlaşılacağı üzere gerekli koşullar sağlandığı takdirde NATO yeni devletlere İttifaka katılma imkanı tanımaktadır. Geçmişten günümüze birçok genişleme süreci yaşayan NATO için Balkanlar ayrı bir öneme sahiptir. Çünkü hem ABD’nin hem de Avrupa’nın Balkanlar’da çıkarları olmakla birlikte bölgedeki istikrarsızlık veya güvenlik tehditleri diğer Avrupa devletlerinin güvenliğini de doğrudan etkileyebilir ve dolayısıyla İttifakın bir bütün olarak etkilenebilme potansiyeli vardır (Lang, 2018: 14-15).

NATO’nun 1991 yılında düzenlenen Roma Zirvesi’nde barış ve iş birliği bildirisi ve bunun sonucunda İttifakın yeni stratejik misyonuna onay verilmiştir. Bu bildiride NATO’nun Doğu ve Orta Avrupa ülkeleri ile beraber gelişmeye başlayan ortaklık anlayışına ve Avrupa’nın gelecek zamandaki güvenliğinin genel kurumsal bazda gerçekleştireceği politikaları ve görevleri tanımlanmıştır (Adanmış, 2019). Soğuk Savaş sonrası dönemde Avrupa’da istikrarın korunmasına önem veren ABD, NATO mekanizmasıyla bölge üzerindeki etkinliğini artırmayı amaçlamış, Bosna Hersek ve Kosova krizlerindeki müdahaleler ABD’nin Soğuk Savaş sonrası dönemde şekillenmeye başlayan yeni uluslararası sistem sonucunda ortaya çıkan kaygılarının bir ürünü olmuştur (Arı & Pirinççi, 2011: 24-25).

Yakın tarihi incelediğimizde Soğuk Savaş’ın bitimiyle birlikte NATO, barışı koruma ve barışı destekleme operasyonlarında uluslararası toplumun menfaatlerini düşünerek, köklü sorunların çözülmesine yardımcı olmak, acıyı hafifletmek ve barış süreçlerinin kendi kendini idame ettirebileceği koşulları yaratmak için diğer kuruluşlarla birlikte çalışmalar yürütmüştür. NATO ilk büyük kriz müdahale operasyonunu Bosna Hersek’te gerçekleştirmiştir. NATO liderliğindeki Uygulama Gücü (IFOR) Aralık 1995’te Dayton Barış Anlaşmasının askeri yönlerini uygulamak için konuşlandırıldı ve bir yıl sonra NATO önderliğindeki İstikrar Gücü (SFOR) ile yer değiştirdi. SFOR, 1992-1995 savaşının ardından güvenli bir ortamın korunmasına ve ülkenin yeniden yapılanmasının kolaylaştırılmasına yardımcı olmuştur (NATO, 2019). SFOR ise yerini 2004 yılında Avrupa Birliği Gücü’ne (EUFOR) bırakmıştır.

NATO, bölgede barış ve istikrarı inşa etmeye yönelik daha geniş uluslararası çabaları desteklemek için Haziran 1999’dan beri Kosova’da barışa destek operasyonuna liderlik etmiştir. NATO’nun girişimleri sonucunda Miloseviç rejimine karşı Kosova’daki şiddeti bitirebilmek adına Kosova Gücü (KFOR) kurulmuştur (NATO, 2020a). KFOR’un asıl hedefleri incelendiğinde yenilenen düşmanlıkları caydırmak, güvenli bir ortam oluşturmak ve kamu düzenini sağlamak, Kosova Kurtuluş Ordusu’nu askerden arındırmak ve uluslararası insani çabaları desteklemek görülmektedir (NATO, 2020a).

Çek Cumhuriyeti, Polonya ve Macaristan NATO’nun 1997’deki Madrid Zirvesi’nde katılım müzakerelerine başlamaya davet edilmiş ve akabinde bu üç ülke 1999’da NATO’ya katılan Varşova Paktı’nın ilk eski üyeleri olarak karşımıza çıkmaktadır (NATO, 2020b). 1999 Washington Zirvesi’nde ise Üyelik Eylem Planı (MAP) diğer aday ülkelerin olası üyeliğe hazırlanmalarına yardımcı olmak için başlatıldı. Bulgaristan, Estonya, Letonya, Litvanya, Romanya, Slovakya ve Slovenya NATO’nun 2002’deki Prag Zirvesi’nde katılım müzakerelerine başlamaya davet edildi ve bu ülkeler 2004’te NATO’ya üye oldular (NATO, 2020b). 2008 NATO Bükreş Zirvesi ise NATO’nun Soğuk Savaş sonrası dönemdeki üçüncü genişleme süreci olarak bilinmektedir. Müttefikler bu zirvede Hırvatistan ve Arnavutluk’u üyelik müzakerelerine başlamak için davet etmişlerdir. Ancak o dönem ismi ‘Makedonya Cumhuriyeti’ olan Kuzey Makedonya’nın Yunanistan ile yaşadığı isim sorunu gerekçesiyle bu sorunun çözüme ulaştığı zaman İttifaka dahil edileceği konusunda anlaşma sağlanmıştır. Neticede Hırvatistan ve Arnavutluk 2009 yılında NATO’ya katılmışlardır. Kuzey Makedonya ise bölgedeki diğer ülkelere kıyasla ancak 2020 yılında bir NATO üyesi olabilecekti.

21 Mayıs 2006’da yapılan referandum sonucunda eski Yugoslavya’nın geriye kalan tek birleşik devleti olan Sırbistan-Karadağ’dan bağımsızlığını ilan eden Karadağ, bağımsızlığından kısa bir süre sonra Aralık 2006’da NATO’nun Barış İçin Ortaklık (PfP) Programına dahil olmuş, 2009 yılında ise Üyelik Eylem Planı’na (MAP) katılmıştır. Aralık 2015’te İttifaka katılmak üzere katılım müzakerelerine başlamak için davet edilen ülke ile 19 Mayıs 2016’da Katılım Protokolü imzalanmıştır. Katılım Protokolü’nün tüm üye ülkelerin Parlamentoları tarafından onaylanmasının ardından Karadağ, 5 Haziran 2017’de resmen NATO’nun 29. müttefiki olmuştur. Hırvatistan, Slovenya, Arnavutluk, Karadağ ve son olarak 2020 yılında Kuzey Makedonya’nın NATO’ya üye olmaları, NATO’nun bölgenin güvenlik ve istikrarını sağlamak adına Batı Balkan devletlerini İttifaka entegre etme çabalarını açıkça ortaya koymuştur. Ayrıca bölge ülkelerinden Bosna Hersek, resmi olarak NATO’ya aday ülke statüsüne sahip olduğunu belirtmek gerekir.

Balkan yarımadasının batısında bulunan Hırvatistan, Karadağ ve Arnavutluk’un NATO üyelikleri bu üç kıyı komşusu ülkenin arasındaki güvenlik bağlarının güçlenmesine katkıda bulunmuş ve Adriyatik Denizi’nin de artık bir NATO denizine dönüştüğünün göstergesi olmuştur. Öte yandan Balkanlar’ın Doğu tarafında ise hem Bulgaristan hem de Romanya’nın 2004’ten bu yana İttifaka katkıda bulunduklarını ve bu ülkelerin Karadeniz’in Batı kıyılarını korudukları görülmektedir. Yunanistan ve Türkiye’nin 1952 yılında İttifaka dahil olmaları bu iki rakip ülke arasındaki ilişkilerin istikrara kavuşmasına yardımcı olan çok önemli bir unsur olarak göze çarpmaktadır. Kuzey Makedonya örneğinde ise Üsküp hükümetinin, bölgedeki olası çatışmaları önlemek ve ulusal çıkarlarını NATO ittifakında genişletmek için ülkenin adıyla ilgili önemli ödünler verecek kadar cesur olduklarını göstermiştir. Son olarak Kuzey Makedonya’nın İttifaka girişiyle birlikte bölgedeki eksik parçaların yalnızca Bosna Hersek, Kosova ve Sırbistan olduğu görülmektedir. Bosna Hersek’in Boşnak, Sırp ve Hırvat taraflar arasında bölünmesi NATO hedefleri açısından sıkıntılar doğurabileceği gibi Kosova’ya baktığımızda İttifaka giriş yolunun devlet olma yolunda bazı adımlar atılması ve Sırbistan ile yaşadıkları sorunları çözmekten geçtiğini gözlemlemekteyiz.

NATO’nun 1999 yılında Yugoslavya’yı bombalaması, Sırbistan’da askeri açıdan tarafsızlık durumu ve askeri bloklardan herhangi biri ile saf tutmayı reddetme durumu oluşmuştur (Sıvış, 2020: 802). Şu ana kadar Sırbistan, İttifak tatbikatlarına katılmasına rağmen NATO’ya katılmakta tereddüt etmiştir. Sırbistan’ın ayrıca Kuzey Makedonya, Arnavutluk ve Hırvatistan da dahil olmak üzere tüm NATO müttefikleriyle ilişkilerini geliştirdiği gözlenmektedir.

Kuzey Makedonya-Yunanistan İsim Sorunu

Kuzey Makedonya’nın Yunanistan ile yaşadığı isim sorunu ülkenin Avrupa-Atlantik kurumlarına entegrasyonunda çok önemli bir engel teşkil etmiştir. Yugoslavya’nın dağılmasıyla birlikte ortaya çıkan 7 yeni devletten birisi olan Kuzey Makedonya, 17 Kasım 1991’de bağımsızlığını ilan etti. Ortaya çıkan bu yeni Cumhuriyet’in halkı Makedon dilini (Makedonski) konuşuyor, Makedonlar, Makedonca’da (Makedonci) olarak biliniyor ve referandumla birlikte yeni devletlerine Makedonya Cumhuriyeti (Republika Makedonija) adını veren bir Anayasa kabul etmişlerdi (Nimetz, 2020:. 207).

Makedonya Cumhuriyeti ismiyle uluslararası tanınma arayışlarına giren bu yeni devlete güney komşusu Yunanistan tarafından itirazlar geldi. Yunanistan, kendi sınırları içerisinde bulunan Makedonya bölgesinin varlığından ötürü ileride hak iddia edilebileceği düşüncesiyle bu isme şiddetle karşı çıktı. Yunan tezine göre tarihsel olarak Yunanca bir sözcük olan ‘Makedonya’ terimi, Yunan ulusunun bir parçası olan Krallığa ve Eski Makedonların kültürüne atıfta bulunmakla birlikte coğrafi olarak Yunan topraklarının kuzey kesimiyle bazı Balkan ülkelerinin mevcut topraklarını da kapsayan daha geniş bir alanı ifade etmektedir (Yunanistan Dışişleri Bakanlığı, 2021). Bu bağlamda Yunanistan, Makedonya teriminin salt haliyle bir ülke adında kullanılmasına sıcak bakmıyordu. Yunanistan için bir diğer itiraz sebebi ise Makedonya Cumhuriyeti Anayasası’nın 49. Maddesinde belirtilen yurt dışında yaşayan Makedonlarla alakalı ifadelerdir. İlgili madde şu şekildedir:

“Cumhuriyet, komşu ülkelerdeki Makedon halkına ait kişilerin ve Makedon gurbetçilerin statüsüne ve haklarına önem verir, kültürel gelişimlerine yardımcı olur ve onlarla bağları teşvik eder. Cumhuriyet, yurt dışındaki Cumhuriyet vatandaşlarının kültürel, ekonomik ve sosyal haklarına önem verir.” (Makedonya Cumhuriyeti Anayasası, 2021)

Tarihi açıdan Makedonya’yı Helen kültürünün ve kimliğinin ayrılmaz bir parçası olarak gören Yunanistan, değerlerinin gasp edildiği düşüncesiyle Makedonya Cumhuriyeti’ni tanımayı reddetmiş ve bu yeni devletin Anayasası’nda yer alan ‘komşu ülkelerdeki Makedon halkına ait kişilerin’ ifadesini de kendi sınırları içerisinde bulunan Makedonya bölgesine yönelik bir yayılmacılık şeklinde algılamıştır (Derin, 2019, s. 244).

Bağımsızlık ilanıyla birlikte ortaya çıkan isim sorunu neticesinde güney komşusu Yunanistan’ın sert tutumuyla karşılaşan, uluslararası örgütlere üyeliği sekteye uğrayan ve dünya siyasetine girme konusunda sıkıntılar yaşayan Makedonya Cumhuriyeti’ni Birleşmiş Milletler üyesi yapacak formül, ülkenin FYROM geçici adını kullanmasıydı. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 7 Nisan 1993 tarihli 817 kararına göre, “Makedonya Cumhuriyeti’nin FYROM geçici adıyla Birleşmiş Milletler’e katılması” ve “sorunun hızlı bir şekilde çözüme kavuşturulması için tarafların Eski Yugoslavya Uluslararası Konferansı Yürütme Komitesi Eş Başkanları ile iş birliğine devam etmesi” tavsiye edilmiştir (United Nations Resolution 817, 1993). Öte yandan Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 18 Haziran 1993 tarihli 845 kararında ise “tarafların aralarındaki kalan sorunların hızlı bir şekilde çözüme kavuşturulması için Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri gözetiminde çabalarını sürdürmeleri” istenmiştir (United Nations Resolution 845, 1993).

Makedonya Cumhuriyeti 8 Nisan 1993 tarihinde, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi 817 kararının ertesi gününde, FYROM geçici adıyla Birleşmiş Milletler’e resmen üye olmuştur. Ancak Makedonya Cumhuriyeti FYROM adına sert bir tepki göstermiş, bu adı kullanmayı reddetmiş ve uluslararası alanda Makedonya Cumhuriyeti adını kullanmaya devam etmiştir. Bunun üzerine Şubat 1994’te Yunanistan, ek bir baskı aracı olarak Makedonya Cumhuriyeti’ne ticari ambargo uygulamıştır (Kjorbayram, 2018, s. 95). Yaşanan bu gelişmelerden sonra Eylül 1995’e gelindiğinde, Makedonya ve Yunanistan New York’ta ABD’nin arabuluculuğunda isim sorunu hariç geri kalan diğer problemleri çözüme ulaştırmak adına Geçici Uzlaşma (Interim Accord) imzalamışlardır. Bu anlaşmayla birlikte iki ülke isim sorununa dair farklı görüşlerin ikili ilişkileri geliştirmeye engel olmayacağı konusunda mutabık olmuşlardır (Demircioğlu, 2019, s. 208).

Makedonya’da faaliyet gösteren neredeyse bütün siyasi aktörlerin ülkenin Avrupa Birliği ve NATO üyeliklerini desteklemelerine rağmen, Yunanistan ile yaşanan isim sorununun çözüme kavuşturulmaması bu destekleri sonuçsuz bırakmıştır (Derin, 2019: 250). 2004 yılında Avrupa Birliği üyeliği başvurusu yapan Makedonya, 2005 yılında Aday Ülke statüsü kazanmıştır. Yunanistan, söz konusu statünün kazanılmasına rağmen isim sorununu gerekçe göstererek Makedonya’nın üyelik müzakerelerine başlamasını uzun yıllar engellemiştir. 2008 yılına gelindiğinde Makedonya’nın NATO’ya üyeliği de benzer bir şekilde Yunanistan engeline takılmıştır. Nisan 2008’de NATO Bükreş Zirvesi’nde FYROM adıyla üyelik başvurusunda bulunan Makedonya tekrardan Yunanistan vetosuyla karşı karşıya kalınca 17 Kasım 2008 tarihinde Uluslararası Adalet Divanı’na başvuruda bulunmuştur (Ayhan, 2019: 230). Öte yandan Bükreş Zirvesi’nde, Yunanistan ile yaşanan isim sorununun çözüme kavuşturulması halinde Makedonya’nın NATO’ya üyelik müzakerelerinin başlayacağı belirtilmiştir.

Uluslararası Adalet Divanı 5 Aralık 2011 tarihli 37 numaralı kararında Yunanistan’ın, Makedonya’nın NATO’ya kabulünü engellemesiyle 1995 yılında imzalanan Geçici Uzlaşma’dan kaynaklanan yükümlülüklerini ihlal ettiği kararına varmıştır (Uluslararası Adalet Divanı, 2011/37). Yunanistan’ın tutumu Divan’ın kararına rağmen değişmemiştir. Buradan anlaşılacağı üzere Makedonya hukuken haklı olsa bile isim sorunu çözülene dek Yunanistan’ın üyesi olduğu herhangi bir uluslararası örgüte girememe durumu ortaya çıkıyordu (Ayhan, 2019: 230).

1991 yılında Makedonya Cumhuriyeti’nin bağımsızlığından itibaren başlayan ve sadece Balkan coğrafyasını değil uluslararası gündemi de uzun süre meşgul eden isim sorunu 27 yıl sonra çözüme kavuşturulabilmiştir. 17 Haziran 2018 tarihinde Yunanistan-Makedonya sınırında iki ülkenin Dışişleri Bakanları tarafından imzalanan Prespa Anlaşmasıyla birlikte bu uzun soluklu anlaşmazlık kısmen de olsa sona ermiştir. Bu anlaşma sonucunda Makedonya Cumhuriyeti isminin resmi olarak Kuzey Makedonya Cumhuriyeti’ne dönüşeceği ve Yunanistan’ın Kuzey Makedonya’nın Avrupa Birliği ve NATO üyeliklerine yeşil ışık yakacağı taahhüt ediliyordu.

Prespa Anlaşması’nın iki ülke Parlamentosu tarafından onaylanmasının ardından Anlaşma resmen yürürlüğe girdi. Bu, neredeyse çeyrek asır süren bir anlaşmazlığın son aşamasıydı ve Kuzey Makedonya Cumhuriyeti’nin NATO ve Avrupa Birliği’ne katılımı için yeni bir sayfa açması anlamına geliyordu (Möller, 2019, s. 40). Neticede Kuzey Makedonya 27 Mart 2020 tarihinde 30. üye devlet olarak resmen NATO’ya katılmıştır. Kuzey Makedonya’nın NATO’ya üyelik süreci bir sonraki bölümde detaylı bir şekilde incelenecektir.

Kuzey Makedonya’nın NATO’ya Üyelik Süreci

Kuzey Makedonya’nın NATO ile ilişkileri ülkenin Kasım 1995’te NATO’nun Barış için Ortaklık (PfP) Programına katılması ile başlamıştır. Öte yandan Kuzey Makedonya 1999 yılında reform planlarını ve zaman çizelgelerini Yıllık Ulusal Programda belirleyen Üyelik Eylem Planının (MAP) bir parçası olmuştur. (NATO, 2020c).

Kuzey Makedonya uzun yıllar boyunca NATO liderliğindeki operasyonlara ve misyonlara değerli bir destek sağlamıştır. Ülke 2002’den 2014’ün sonuna kadar Afganistan’da NATO liderliğindeki Uluslararası Güvenlik Yardım Gücünü desteklemek için asker konuşlandırırken, hala Afgan güvenlik güçlerini eğitmek için devam etmekte olan Kararlı Destek Misyonu’na katkıda bulunmaktadır. Kuzey Makedonya ayrıca çatışmanın yayılmasını durdurmak ve Kosova Gücüne (KFOR) lojistik destek sağlamak için 1999 yılında Kosova’da NATO liderliğindeki istikrar operasyonlarını desteklemede kilit bir ortaktı. Bunun yanı sıra NATO müttefikleri Kosova’dan Kuzey Makedonya’ya gelen mülteciler konusunda ülkeye yardımcı olmuşlardır (NATO, 2020c).

2008 Nisan ayında Bükreş’te düzenlenen NATO Zirvesi’nde üye ülkeler, Makedonya’nın NATO’ya katılma davetinin Yunanistan ile yaşanan isim anlaşmazlığı yüzünden karşılıklı olarak kabul edilebilir bir çözüm üzerinde anlaşmaya varılır varılmaz uzatılacağı konusunda anlaştılar ve burada aslında Yunanistan vetosuna rağmen Makedonya’nın gerekli diğer tüm şartları yerine getirmiş olarak NATO’ya katılmaya hazır olduğu görülmektedir (Lang, 2018: 11)

Yunanistan ile imzalanan, ülkenin yasal adının Makedonya Cumhuriyeti’nden Kuzey Makedonya Cumhuriyeti’ne dönüşmesinde dönüm noktası niteliğindeki Prespa Anlaşması’nın onaylanmasının ardından Atina, Üsküp’ün NATO üyeliğine muhalefetini sona erdirdi. NATO, Yunanistan ile anlaşmaya varılmasının ardından kısa bir süre sonra Makedonya’yı İttifaka katılmaya davet etti. Şubat 2019’da Brüksel’de NATO Müttefikleri yeni adı Kuzey Makedonya Cumhuriyeti olan ülkeyle katılım protokolü imzaladı. Katılım protokolünün imzalanmasını bir onay süreci izledi ve bu da 29 NATO üyesi ülkenin parlamentolarının Kuzey Makedonya Cumhuriyeti’nin İttifaka katılım protokolünü onaylaması gerektiği anlamına geliyordu. Onay sürecinin bütün ülke parlamentoları tarafından tamamlanmasının ardından Kuzey Makedonya, 27 Mart 2020 tarihinde resmen bir NATO üyesi olmuştur.

Sonuç

Bağımsızlığının ardından geçen 30 yıl incelendiğinde Kuzey Makedonya diğer Balkan ülkelerine kıyasla birçok sorunla mücadele etmek zorunda kalmıştır. Bölgedeki diğer ülkeler çoktan Avrupa-Atlantik kurumlarına entegre olmuşken, Kuzey Makedonya, Yunanistan ile yaşadığı isim sorunu sebebiyle NATO ittifakına çok sonradan dahil olmuştur.

1990’lı yıllarda Balkan yarımadası İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana belki de en ciddi çatışmalara sahne olmuştur. Ayrıca NATO için en önemli bölgelerden biri haline gelmiş, İttifakın ilk operasyonu ve ilk barışı koruma misyonu Balkanlar’da gerçekleşmiştir. Gerilim dolu 1990’lardan bu yana, bölgede dramatik değişiklikler gerçekleşmiş ve yıkıcı çatışmalardan çıkan devletlerin çoğu şimdi tam bir Avrupa-Atlantik entegrasyonuna doğru emin adımlarla ilerlemektedir. Yine de bölgedeki istikrara rağmen, Balkan yarımadası İttifak açısından stratejik öneminden hiçbir şey kaybetmemiştir.

Bölgedeki olaylar NATO’nun Soğuk Savaş sonrası gelişimini güçlü bir şekilde etkilediğinden İttifak için her zaman özel bir ilgi alanı olmuştur. Yıllar boyunca, NATO yalnızca başka bir düşmanlığın patlak vermesini önlemede değil, aynı zamanda tek tek devletlerin Avrupa-Atlantik bölgesinin tam bir parçası olmasına yardım etmede de aktif olmuştur. Çoğu durumda, bu girişimlerin başarılı olduğunu gözlemlemekteyiz. Bununla birlikte Balkanlar’da ciddi bir silahlı çatışma çıkma olasılığı şüpheli olsa da sağlanan barış kırılganlığını korumaktadır. Bölgede Rusya’nın etkisi her ne kadar eskisi gibi olmasa da İttifak’ın Balkanlar’a yönelik stratejisini yeniden gözden geçirmesi ve yeni yol haritaları bulması gerekmektedir.

Burak Tunahan Gökalp

Balkan Çalışmaları Staj Programı

KAYNAKÇA

Adanmış, Z. (2019). Soğuk Ssavaş Sonrası NATO’nun Güvenlik Yaklaşımında Yaşanan Dönüşüm. Barış Araştırmaları ve Çatışma Çözümleri Dergisi, 6(2), 91-116.

Arı, T., & Pirinççi, F. (2011). Soğuk Savaş Sonrasında ABD’nin Balkan Politikası. Alternatif Politika, 3(1), 1-30.

Ayhan, H. (2019). Makedonya ile Yunanistan Arasındaki İsim Sorununun Çözümünde Arabuluculuğun Etkisi. Kırıkkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 9(1), 215-244.

Demircioğlu, F. (2019). Makedonya Cumhuriyeti’nde Barış ve Güvenlik Meseleleri. Bilecik Şeyh Edebali Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 4(1), 201-246.

Derin, M. (2019). Kuzey Makedonya’da İsim Tartışmaları ve Prespa Antlaşması. Meriç Uluslararası Sosyal ve Stratejik Araştırmalar Dergisi, 3(8), 239-260.

Iliev, A., Nikolovska, A. I., & Petrova, E. (2020). Historical retrospective of integration in NATO and European Union of the Republic of North Macedonia. The Euro-Atlantic values in Balkan countries, (s. 39-59). Ohrid, Republic of North Macedonia.

Kjorbayram, S. (2018). Bağımsızlığından Günümüze Makedonya (1991-2014). Edirne: Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.

Lang, E. (2018). Promoting Security in the Western Balkans through Further NATO Enlargement. Transatlantic Students’ Conference Addressing Diplomatic, Economic, and Migration Challenges in Southeastern Europe. Florence.

Makedonya Cumhuriyeti Anayasası. (2021). https://www.wipo.int/edocs/lexdocs/laws/en/mk/mk014en.pdf adresinden alındı. Erişim tarihi: 23.02.2021

Möller, B. A. (2019). The Name Game: The Prespa Agreement and the Macedonia naming dispute on the board. UNIVERSIDADE DA BEIRA INTERIOR Ciências Sociais e Humanas.

NATO. (2019, Nisan 26). Peace support operations in Bosnia and Herzegovina: https://www.nato.int/cps/en/natolive/topics_52122.htm adresinden alındı. Erişim tarihi: 23.02.2021

NATO. (2020a, Kasım 16). NATO’s role in Kosovo: https://www.nato.int/cps/en/natolive/topics_48818.htm adresinden alındı. Erişim tarihi: 23.02.2021

NATO. (2020b, Mayıs 5). Enlargement: https://www.nato.int/cps/en/natolive/topics_49212.htm adresinden alındı. Erişim tarihi: 23.02.2021

NATO. (2020c, Eylül 17). Relations with the Republic of North Macedonia: https://www.nato.int/cps/en/natohq/topics_48830.htm#:~:text=North%20Macedonia%20became%20a%20full,full%20integration%20into%20the%20Alliance. adresinden alındı. Erişim tarihi: 23.02.2021

Nimetz, M. (2020). The Macedonian “Name” Dispute: The Macedonian Question—Resolved? Nationalities Papers, 48(2), 205-214.

Sıvış, E. (2020). Soğuk Savaş Sonrasında Rusya ve Transatlantik Bağlantılar Arasında Balkan Ülkeleri: Sırbistan, Karadağ ve Makedonya ÖRNEKLERİ. Elektronik Sosyal Bilimler Dergisi, 19(74), 797-811.

The North Atlantic Treaty. (2021). https://www.nato.int/cps/en/natolive/official_texts_17120.htm adresinden alındı. Erişim tarihi: 25.02.2021

Uluslararası Adalet Divanı. (2011/37). https://www.icj-cij.org/public/files/case-related/142/16841.pdf adresinden alındı. Erişim tarihi: 25.02.2021

United Nations Resolution 817. (1993). https://undocs.org/S/RES/817(1993) adresinden alındı. Erişim tarihi: 25.02.2021

United Nations Resolution 845. (1993). https://undocs.org/S/RES/845(1993) adresinden alındı. Erişim tarihi: 25.02.2021

Yunanistan Dışişleri Bakanlığı. (2021). The Issue of the Name of North Macedonia: https://www.mfa.gr/en/the-question-of-the-name-of-the-republic-of-north/ adresinden alındı. Erişim tarihi: 23.02.2021

Yusuf Vehbi Dalda ile Interpol ve İstihbarat Faaliyetleri Üzerine

Bu röportaj Interpol Daire Başkanlığı Görevinde Bulunmuş Emekli Emniyet Genel Müdürü Sayın Yusuf Vehbi Dalda ile Interpol ve İstihbarat Faaliyetleri üzerine yapılmıştır. 

1. Emniyet güçlerinin istihbarat faaliyetlerine yaklaşımı ile ulusal/uluslararası istihbarat servislerinin istihbarat faaliyeti algısı arasında nasıl bir fark olduğunu düşünüyorsunuz?

Özünde teknik olarak bir fark bulunmamaktadır. Ancak her bir kurum kendi kuruluş amaç ve belirlenen faaliyet alanıyla ilgili çalışmalar yaparlar. Ulusal ve uluslararası alandaki çalışmalar konu ve yer ve alan açısından farklılık gösterdiği için doğal olarak bu birimlerin organizasyonu ve işleyişi de farklılık gösterir. 

2. Bu kapsamda Türkiye’de kolluk kuvvetlerince elde edilen istihbarat verilerinin değerlendirilmesi süreci ile Interpol gibi uluslararası organizasyonların bilgiyi değerlendirme süreci arasında farklar bulunduğunu düşünüyor musunuz?

Doğal olarak böyle bir farklılık mevcuttur. Türkiye’deki veya herhangi bir devletin kolluk kuvvetleri öncelikli olarak yurt içinde işlenecek suçları önleme ve faillerinin yakalanması yönündeki çalışmaları sürdürürler. Suçun mahiyetine göre uluslararası bir nitelik olduğu zaman da ise Interpol ve uluslararası organizasyonlarla işbirliği yapılabilir. 

3. İstihbarat ve araştırma faaliyetlerinin yürütülmesinde ülkenin sosyolojik yapısının önemli olduğunu düşünüyor musunuz? Bu bağlamda Türkiye’de “istihbaratçı”, “muhbir” gibi kavramların olumsuz imaj yaratan kavramlar olarak görülmesini nasıl yorumlarsınız?

Bu tür faaliyetleri yürütürken ülkenin sosyolojik yapısı gibi pek çok faktör rol oynamaktadır. Bu faaliyetler yasalar çerçevesinde yürütüldüğü ve gerekli idari ve adli denetimler yapıldığı sürece herhangi bir olumsuzluk olduğu değerlendirilemez. Zira bunlar, tarihten günümüze suçları önleme ve suçluların yakalanması ve adalete teslim edilmesindeki en önemli metotlardan biridir. Her kavramda olduğu gibi, maalesef zaman zaman karşılaşılan şu veya bu şekilde suistimal edilmesi vatandaşlarda olumsuz etki yaratabilir.

4. Araştırma ve istihbarat faaliyetlerinin sivilleştirilmesi noktasında uluslararası örneklerle kıyaslandığında Türkiye’nin durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu hizmetler özelliğine göre sivil ve yeri geldiğinde diğer resmi görevlilerce yürütülür. Aşağı yukarı tüm ülkelerde bu ilkeler geçerlidir. Sonuçta bir bilgiye erişmek için o ortama ulaşabilecek durumda olabilmek gerekir. Tarihsel süreçte bunların her biri kullanılmış ve kullanılmaktadır. 

5. İnterpol denildiği zaman genel anlamda bilinen istihbarat kavramlarından farklı olarak karşımıza suç istihbaratı kavramı çıkmaktadır. Genel istihbarat kavramı ile suç istihbaratı arasında ne gibi bir fark mevcuttur? Suç istihbaratının analiz süreci hakkında bilgi verebilir misiniz?

Genel olarak istihbarat tabiri kullanılsa da bu bir tür suçu önleme, suçluyu yakalamak için bilgi derleme faaliyetidir. Interpol, Interpol Ana Tüzüğü ve diğer uluslararası anlaşmalar çerçevesindeki sadece kriminal suç faaliyetleriyle ilgili ve genelde üye ülkeler arasında gönüllü bilgi paylaşımıdır. Tüzüğe göre; dini, siyasi ve askeri mahiyetteki konularla ilgilenmez. Doğal olarak genel istihbarat daha geniş bir kavramdır. Kriminal Suç istihbaratında somut olaylara dayalı verilere göre analiz yapılır. 

6. İstihbarat örgütleri gelişen teknolojiye en hızlı ayak uydurmak zorunda olan kurumlardır. Yeni teknolojilerin icadı, istihbarat tekniklerini sizce ne yönde etkilemiştir, günümüzde insan istihbaratına verilen önemin azaldığından söz edebilir miyiz?

Hayatın genel akışı içinde, tüm faaliyetlerde olduğu üzere, bilgi toplama ve suçlarla mücadelede de başta iletişim, bilişim ve benzeri tüm teknolojik cihazlar kullanılır. Hatta bunların bazıları sırf bu amaçlar için icat edilir. Bunlar, suçu önleme ve yakalamada önemli bir faktör olan hızlı ve vakitli hareketi sağlar. Bir örnek vermek gerekirse, sanıyorum 1994 veya 95 yılındaydı, bir bankayı dolandırıp uçakla yurt dışına kaçmakta olan kişi, hızlı bir iletişimle, uçak daha havada iken ilgili ülke yetkilileriyle yapılan haberleşmeyle, uçak alana iner inmez yakalanması söz konusu olmuştu. Ancak sonuçta, yine bu cihazları kullanan insanlar olduğu ve veriler de konunun uzmanı kişilerce değerlendirilip ona göre hareket planı belirlendiğinden, insan unsuru her zaman ön plandadır. 

7. İnterpol’ün şu anda 190 civarında üye ülkesi olduğu ve terörizm faaliyetlerinin Interpol tarafından ele alındığı bilinmektedir. Ancak terörizm konusunda uluslararası bir standart tanımı bulunmamakta ve ülkeler ulusal düzeyde terörizm kavramını ele almaktadırlar. Interpol terör eylemlerinde bu farklılığı nasıl aşmakta ve bu anlamda bir ülkenin ulusal terör sorunlarına nasıl bir destek sunmaktadır?

Doğrudur, maalesef ulusal planda olduğu üzere, uluslararası planda suç tanımıyla ilgili her konuda tam mutabakat olunamamaktadır. Terör ve terörizm de bunlardan biridir. Yine de ortak yönler bulabilmek için bazı kriterler belirlenmeye çalışılmıştır ve bu şekilde iş birliği sürdürülmeye gayret edilmektedir. Burada bir hususu da iyi vurgulamak gerekir, neticede Interpol iş birliğinin yapılmasını sağlayan bir mekanizmadır. Uluslararası suç ve suçlularla mücadele için yapılan uluslararası çok taraflı ve ikili adli yardım ve iade anlaşmaları mevcuttur. Uluslararası düzeyde aranan bir suçlunun, herhangi bir ülkede izinin tespit edilmesi halinde, ki buraya kadar Interpol çerçevesinde polisiye iş birliği sağlanır, yakalanması ve talep eden ülkeye iadesi o ülkenin önce Adalet Bakanlığı, sonra da Dışişleri Bakanlığı/Hükümetin sorumluluğundadır. Anlaşmalarda belirlenen belli maddeler çerçevesinde bazı suçluların iadesi yapılmamaktadır. Örneğin; suçlunun yakalandığı ülkede idam cezası yoksa idam cezası olan bir ülkeye iade yapılmaz. Bu tür uygulamalar bazen her ülke tarafından yapılmaktadır. Hemen hemen hiçbir ülke kendi vatandaşını başka bir ülkeye iade etmez, gerekli şartlar oluşursa, ülkede yargılama yapar.

Özge Nur ŞAFAK, Müge ŞAHİNOĞLU, Buğra ÇELİKBİLEK

İstihbarat Çalışmaları Staj Programı

LGBTİ+’ların Çalışma Hayatında Yaşadıkları Damgalanma ve Dışlanma Pratikleri Üzerine

Özet

Bu yazı, literatürde oldukça az çalışılan, çalışma yaşamında cinsel yönelime dayalı damgalanma ve bunun sonucunda oluşan ayrımcı pratikler üzerinde durmaktadır. Heteronormatif toplumlarda LGBTİ+ kişiler iş hayatlarında ne gibi dışlayıcı pratiklere maruz kalıyor? Bu pratikler nerede ve kim tarafından başlatılmaktadır? Maruz kalınan bu ayrımcılık sonucunda baş etme stratejileri ne olmaktadır? Tarzdaki  sorulara bu araştırma çalışmasında cevaplar aranmaya çalışılmıştır. Literatür taraması sonucunda ulaşılan araştırmalar ve yazılar etiketleme ve damga teorileri çerçevesinde değerlendirilmiştir. Bu çalışmalar sonucunda, LGBTİ+ kişilerin çalışma hayatında iş başvurularından, çalışma ortamındaki formel ve enformel ilişkilerde damgalanmaları sonucunda ayrımcılığa uğramaktadır. Bu durumda kişilerin cinsel yönelimlerini gizleme eğiliminde olduklarını ve belli açıklık-kapalılık stratejileri belirledikleri anlaşılmaktadır. Fakat ne yazık ki her iki durumda da çalışma yaşamında hem çalışılan kişiler hem de çalışma hayatını yönetenler tarafından dışlanmakta ve itibarsızlaştırılmaktadırlar.

 

Anahtar kavramlar: cinsel yönelim, damgalanma, çalışma hayatından dışlanma, cinsel yönelime dayalı ayrımcılık, LGBTİ+.

 

Abstract

This study emphasizes stigmatization based on sexual orientation and discriminatory practices resulting from sexual orientation in working life, which are rarely studied in the literature. In heteronormative patterns, what kinds of discriminative practices are LGBTI+ people exposed to in their working life? Where and by whom are these practices initiated? What are the coping strategies as a result of this discrimination? This study sought answers to all these questions. The researches and articles analyzed as a result of the literature review were evaluated within the framework of labeling and stigma theories. LGBTI+ experiences discrimination as a result of their job applications in working life and stigmatization in formal and informal relationships in the working environment. It is understood that people tend to hide their sexual orientation and determine certain openness or closure strategies. However, unfortunately, they are excluded and discredited in both strategies by both those who work in the working life and manage the working life.

 

Keywords: sexual orientation, stigmatization, discrimination from working life, discrimination based on sexual orientation, LGBTI+.

 

Giriş

Cinsiyet ve toplumsal cinsiyetin kültürel ve toplumsal olarak yaratılması sonucunda modern yaşamın her alanında yalnızca eril ve dişil cinsel kimlikler kabul görmektedir. Başka bir deyişle, ‘’Toplumsal cinsiyetin ‘birliği’ toplumsal cinsiyet kimliğini zorunlu heteroseksüellik üzerinden tek biçimli kılmaya çalışan düzenleyici pratiğin etkisidir. (…) dışlayıcı bir üretim mekanizması üzerinden ‘heteroseksüellik’, ‘eşcinsellik’, ve ‘biseksüelliğin’ göreli anlamlarının yanı sıra, onların çakıştığı ve yeniden anlamlandırıldığı altüst edici mevkileri de kısıtlamaya yeten bir kuvvettir.’’ (Butler, 2008, s. 87)

Toplum tarafından kabul edilen ikili cinsiyet rejimi sonucunda farklı cinsel kimlikler ve yönelimler ’normal olmayan ve sapkın’’ olarak algılanıp konumlandırılmaktadır (Becker, 2015, s. 233-30). Heteroseksizmin hâkim olduğu toplumlarda homofobi, transfobi gibi nefret söylemleri içeren kavramlar, bu gruplar üzerinde sosyal, ekonomik ve kültürel bazı dışlayıcı pratiklere dönüşmektedir.

Bu gruplar toplumda damgalanıp dışlandıkları gibi hayatlarının büyük bir kısmını kaygı içinde geçirebilmektedir. Günümüzde dezavantajlı ve marjinal gruplar olarak görülen LGBTİ+’lar toplumsal hayatın önemli bir bölümü olan çalışma hayatında da etiketlenip damgalanma pratiklerine maruz kalmaktadır.

Etiketlenme teorisi çerçevesinde etiketlenenler ve etiketleyenler arasındaki etkileşimi incelenirken, damga teorisinin gözden düşürülmeye müsait kişiler kategorisinde eşcinsel kişilerin yer aldığı görülmektedir. Bu teoriler çerçevesinde çalışma hayatında LGBTİ+ kişiler iş başvurusundan, iş yaşamındaki sosyal ilişkilerine kadar olan her türlü ilişkilerinde nasıl etiketleniyorlar, hangi damga pratikleriyle karşılaşıyorlar ve bunlarla nasıl baş ediyorlar gibi soruların incelenmesi bu yazının temel amacını oluşturmaktadır.

 

TEMEL KAVRAMLARA KISA BİR BAKIŞ

Cinsiyet

En yaygın anlamda cinsiyet (sex); bireylerin doğumundan itibaren belli başlı biyolojik ve fizyolojik bazı özelliklere bakılarak verilen genellikle ikili kimlikler olarak anlaşılabilir. Penis, vajina, testis, sperm ya da anatomik özellikler üzerinden verilen kadın ve erkek kimlikleri kolay atanabilir olduğu düşünülse de aslında problematik bir konudur (Altunpolat, 2017, s. 3).

1970’li yıllardan itibaren katı bir şekilde belirlenmiş olan ikili cinsiyet rejimi sorgulanmaya başlanmıştır. 1972 yılında Ann Oakley’in ‘’Sex, Gender and Society’’  kitabında ilk defa toplumsal cinsiyet kavramı kullanılmış, kadın ve erkek ikililiğinin nasıl kültürel ve tarihsel olarak yapılandırıldığını detaylı bir şekilde anlatmıştır. ‘’Sex and Gender’’ bölümünde toplumsal cinsiyetin nasıl yaratıldığına dair bir psikanalistin yaptığı bir çalışmayı örnek verir. Bu çalışmada penisi olmadan doğan iki erkek çocuk ailelerin birinin ona kendini ‘normal’ bir erkek gibi davranmasıyla eril davranışlar sergilemeye başlaması ve diğer ailenin ona ‘anormal’ davranmasıyla kendisini ‘eksik’ hissetmesine sebep olmasıyla birlikte aslında ailesel birtakım davranışların kişinin cinsel kimliği üzerinde nasıl bir rol oynadığını göstermiş ve biyolojik determinizmin sorunlu konumunu gözler önüne sermiştir (Oakley, 1972, s. 160-161).

 

Toplumsal Cinsiyet

Cinsiyet (gender) başlarda toplumsal cinsiyetten biyolojik bir kader ifadesi ayrımı olarak kullanılıyordu. Toplumsal cinsiyet, cinsiyetli bedenin içerdiği kültürel anlamların bütünüyse bu kavramın tek bir cinsiyet çatısı altında durduğundan da bahsedilemez. Butler bu kavramın yalnızca cinsiyetten bağımsız olarak ele aldığımızda erkek bedeninde dişi, dişi bedeninde erkek bedenini algılayıp anlayabileceğimizi de savunur. Cinsiyetten arındırılmış bir toplumsal cinsiyet ortaya konulduğunda cinsiyet ve toplumsal cinsiyet arasında aslında bir ayrım olmadığı hatta cinsiyet adı altında sunulan her şeyin bir kültürel inşa olarak adlandırılan toplumsal cinsiyet olduğu ortaya çıkmakta olduğunu belirtir (Butler, 2008, s. 50-54).

Butler (2008), ‘’idrak edilebilen’’ toplumsal cinsiyetler cinsiyet, cinsel pratik, toplumsal cinsiyet kavramları arasındaki tutarlılık ve süreklilik ilişkisi içeren, arzunun heteroseksüelleştirilmesiyle dişil ve eril arasında düzenleyici pratikler sayesinde üretildiğinden bahseder. Toplumsal cinsiyeti; performatif olarak kurulan toplumsal cinsiyet kimliği barındırmayan bir kavram olarak nitelendirir (s. 66-77).

Fausto-Sterling, ‘Why Male and Female Are Not Enough’ adlı makalesinde Batı kültürlerinde kabul görmüş olan ikili cinsiyet rejiminin yerine neredeyse beş farklı cinsiyetin belki de daha fazlasının olduğunu yapılan çalışmalar sonucunda ortaya koymuştur (Fausto-Sterling, 1993, s. 20-24).

Tüm bu kavramların incelendiğinde cinsiyetlerin yalnızca ‘kadın’ ve ‘erkek’ olarak sınırlandırılmış olması ve ‘normal’ olanın ikili cinsiyet rejimi olarak kabul edilmesi yalnızca biyolojik bir kabul olarak görülmesi kültürel ve tarihsel bir matrisin hem nedeni hem de sonucudur (Butler, 2008).

 

Cinsel Yönelim

Cinsel yönelim kavramını açıklamadan önce cinsel kimlik kavramını açmak yönelim kavramını anlamak için elzemdir. Cinsiyet kimliği; kişinin biyolojik cinsiyetinin değil kendisini ait hissettiği cinsiyete ilişkin kimliktir. Bu duruma biyolojik olarak erkek doğan bireyin kadın olarak hissetmesi verilebilir (Türkiye’de Cinsel Yönelim veya Cinsiyet Kimliği Temelinde Ayrımcılığın İzlenmesi Raporu, 2011, s. 20).

Cinsel yönelim, cinsel kimlikten bazı noktalarda ayrılmaktadır. Cinsel kimlik, kişinin biyolojik bedeniyle hissettiği cinsel kimliğin uyuşmasını gerektirirken, cinsel yönelim, belli bir cinsiyetteki belli bir bireye duyulan arzu, yöneliş ve duygusallıkla açıklanabilir. Cinsel yönelim bir tercih olmadığı gibi dilendiği zaman herhangi bir işlemle değiştirilip dönüştürülmesi de mümkün değildir (Altunpolat, 2017, s. 3-4).

Bilim insanları tarafından bireyin cinsel yöneliminin nasıl belirlendiği tam olarak belirlenemese de farklı teoriler bu durumun biyolojik, psikolojik ve sosyal durumların bir harmanı şeklinde belirlendiğini belirtmektedir.

Kaos GL (Kaos Gey ve Lezbiyen Kültürel Araştırmalar ve Dayanışma Derneği) sözlüğünde (2020) ise cinsel yönelim; belli cinsiyetteki kişi/kişilere karşı romantik, duygusal, arzu, cinsel çekimi ifade etmektedir. Buna ek olarak, kişiler kendi beyanlarıyla cinsel yönelimlerini ifade edebilir ya da herhangi bir şiddet veya baskı ihtimaliyle etmeyebilirler (KAOS GL, 2020).

 

Heteronormativite, Heteroseksizm ve Homofobi

Önceki bölümlerde anlatıldığı üzere Batılı toplumların genelinde ikili cinsiyet rejiminin bir sonucu olarak kabul edilebilir tek cinsel yönelimin heteroseksüellik olduğu açıktır. Biyolojik determinizmden beslenen bu bakış açısı, topluma çeşitli heteronormatif araçlarla yayılır. Bu bakış açısıyla toplum ‘normal’ ve ‘normal olmayan’ olarak kutuplaştırılır.

Heteronormativiteye göre bütün bir toplum heteroseksüellik üzerinden yaşam tarzı ve değerlerini belirler ve bunun dışında kalan herkes ‘anormal, sapkın’ kategorisine sokulmaktadır (Altunpolat, 2017, s. 6). Marjinal gruplar olarak görünün bu cinsel yönelimler toplum içinde çeşitli baskı, şiddet ve damgalanmaya maruz kalmaktadır.

Marshall’ın (1999) Sosyoloji Sözlüğü’nde heteroseksizm ise şu şekilde açıklanmaktadır.

’Karşı cinsten insanların ilişkiye girdiği heteroseksüelliğin karşıtı olarak aynı cinsten insanların ilişkiye girdiği homoseksüelliğin yer aldığı bir dizi toplumsal arenada (okul, iş, kilise vb.) heteroseksüelliğe ayrıcalıklı bir rol atfedilen çok çeşitli toplumsal pratikleri (dil bilimselden fiziksele, kamusal alanda ve özel alanda, açık ve üstü kapalı olarak) anlatan terim. Bununla birlikte kullanılan kavramlar arasında ‘mecburi heteroseksüellik’ ve daha psikolojik bir eğilim olan “homofobi” sayılabilir. ‘’(s. 300)

 Herek’e göre (2004) homofobi teriminin ilk defa George Weinberg tarafından kullanılmıştır. Weingber, homoseksüelliğin iş, ilişki ya da hayatlarının diğer yönlerideki problemlerinin kaynağı olduğuna dair yaygın inanca inanmıyordu. Buna yönelik olarak homofobi kelimesini eşcinsellere yönelik bir fobi olarak tanımlar. Bunun bir çeşit eşcinsellere yakın olma ve nefret etme duygusu olduğunu belirtir (s. 6-7).

Sonuç olarak heteroseksizm ve heteronormativite toplumda kabul edilen bir norm olarak bilinirken bu durum sonucunda eşcinsellik ya da farklı cinsel yönelimler toplumda ‘sapkın, normal olmayan’ olarak görülüyor. Toplumdaki kültürel ve tarihsel bir inşa sonucu oluşan cinsiyet ve toplumsal cinsiyet kavramları, günlük ve sosyal hayatımızı derinden etkiliyor. Bu durum sonucunda dışlanan, damgalanan ve toplumdan bir şekilde koparılan (koparılmaya çalışılan) gruplar ve topluluklar ciddi sonuçlarla karşılaşıyor.

 

TEORİK ÇERÇEVE

Etiketleme Teorisi

Bu kuram temellerini George Herbert Mead (1934) ve Charles Cooley (1909)’in sembolik etkileşimci kuramcıların metinlerinden almıştır. İlk olarak kullanımı Frank Tonnenbaum (1938)’la olurken, gelişimi Edwin Lemert (1951), John Kitsuse (1962), Kai Erikson (1962) ve Howard Becker (1963)’ın çalışmalarıyla olmuştur.

1960’lı yıllarda sembolik etkileşimciliğin popülaritesi artarken Chicago Üniversitesinde ‘etiketleme kuramı’ çalışılmaya başlanmıştır. Bu yaklaşımla birlikte bireylerin genetik özelliklerinden ziyade, belirli insanlara uyguladığımız toplumsal etiketleri, algılanan sapkınlığa iten davranışları ve sapkınlığı arttıran yaklaşımlarımıza dair teoriler geliştirilmeye başlandı (Slattery, 2011, s. 215). Bu teoride önemli olarak görülen ve çalışma boyunca üzerinde duracağımız iki isimden biri Howard Becker ve Erving Goffman olacaktır.

Hariciler kitabında Becker sosyolojik bir bakış açısına göre her toplumun yada grubun üzerinde uzlaşmaya varılmış kurallarına uymayan herkes dışardakiler olarak ‘etiketlenir’. Bu durum kural koyanlar ve kural uygulayanlar arasındaki etkileşimi de içermektedir. Kural koyucular, kendilerini ahlak savaşçısı reform koyucular olarak görüp koyulan kuralların kutsal bir misyona hizmet ettiğine inanırlar. Kural uygulayıcılar ise, kuralın içeriği ile ilgilenmekten ziyade, bu kuralın kendisine verdiği varoluş amacı, iş, eğitim ile ilgilenmektedir. İnşa edilen bu kurallara uymayan herkesin etiketlenmesi ve dışlanması bu döngünün kurumsallaşması sonucunda meydana gelmektedir (Becker, 2015).

Sapkınlık toplum tarafından inşa edilmiştir ve duruma, bağlama, zaman ve yere göre değişkenlik gösterir. Kendi tanımıyla: “Toplumsal gruplar, ihlal edilmesi sapkınlık olarak tanımlanan kurallar koyarak sapkınlığı yaratırlar” (Becker, 2015, s. 29).

Becker’ın ortaya koyduğu en önemli meselelerden biri şudur; etiketleme, toplumsal güç ve politikayla yakından ilgilidir. Güçlü gruplar kendi kurallarının koyup empoze etme gücüne sahiptir ve onlara hizmet etmektedir. Kanun koyucuların önyargı ve sınıf taraftarlığı ‘sapkının’ kim olduğunu tanımlayama hizmet eder (Bal, 2013, s. 55).

Bu çalışmanın üzerinde duracağı etiketleme teorisinin katkılarından biri olan; toplumsal etiketleme eyleminin etiketlenen kişinin günlük yaşamını normal rutinler çerçevesinde sürdürememesi ve olağandışı koşullara sürükleyen yapısına dikkat çekmesidir (Becker, 2015, s. 217).

 

Damga (Stigma)

Damga, ilk olarak Yunanlıların kişinin ahlaki statüsünde kötü olanı ifşa etmeye yönelik bir bedensel işaretlemeyle belirtilirdi. Böylece kişi bu damgalanma soncunda kamusal alanda kaçınılacak biri olduğunu üzerinde taşırdı. Goffman’a göre günümüzde bedensel anlamından çok damga kavramı gözden düşürülen ya da gözden düşürülme ihtimali olanla bağlantılıdır.

Goffman (2014) üç farklı damga tipinden bahsetmektedir:

  1. Bedenle ilgili olan fiziki deformasyonlar (sağırlık, cücelik, kötürümlük),
  2. Doğal olmayan tutkular, ahlaksızlık, sapkın olarak algılanan bireysel bozuklukları taşıdığı düşünülen alkolizm, eşcinsellik, bağımlılık veyahut hüküm giyme,
  3. Etnisite, din ile ilgili toplumsal ilişkiler. (s. 33)

Goffman, Damga (2014) kitabında, kişinin fiili kimliği ve toplumsal kimliği arasında bir uyuşmazlık olduğu fark edildiğinde kişinin bireysel kimliğinin örselenebileceğinden bahseder. Bunun sonucunda kişi hem kendisinden hem de toplumdan dışlanabilir. Öyle ki eşcinsel bireyler, “gözden düşürülmeye müsait kişiler’’, yakınlarının onu damgalamasının yanında kamusal alanda da damgalamaya maruz kalacağını ve onların bireysel kimliklerini saklama eğiliminde olduklarını belirtir (s. 79-93).

Tüm bu teorilere bakınca, damgalanma ve etiketlenme sonucunda normal olan ve olmayan arasına bir sınır çizildiğini ve dezavantajlı bazı grupların var olduklarını görüyoruz. Genelde toplumsal güç ve politikayla ilgili olan bu damgalama durumu sonucunda açıktır ki sosyal, politik ve ekonomik alanlarda ayrımcılık ve mahrum bırakma gibi toplumsal süreçlerle karşılaşıyoruz. Dünyada ve ülkemizde heteroseksüel matrisin yarattığı sosyal inşanın ‘dışında’ kalan sapkın olarak nitelendirilen ve çalışma, barınma ve kabul görme gibi toplumsal haklardan yararlanamayan en kırılgan gruplardan biri de LGBTİ+ olarak görülmektedir.

 

ÇALIŞMA HAYATINDA LGBTİ+

Çalışma Hakkı

LGBTİ+ bireylerin hem iş bulma hem de çalışma süreçleri içerisinde cinsel yönelimlerine dayalı olarak ayrımcılığa uğradıklarını ve damgalandıklarını literatürdeki çalışmalar sonucunda (Levine & Leonard, 1984; Badgett, 1995; Weichselbaumer, 2003; Drydakis, 2009; Demirdizen vd., 2012; Yılmaz, 2012; Doğan, 2012; Baert, 2017; Öner, 2017; Erdur ve Ozgunlu, 2020) görüyoruz. Çalışma hayatı cinsel yönelime dayalı dışlanmanın en çok görüldüğü yer olsa bile en az dile getirilen yerlerden biri olmaya devam etmektedir (Vatansever, 2015).

Çalışma hakkı, çalışma hakkı özgürlüğü, istihdam edilme, ücret ve menfaat eşitliği, iş sağlığı ve korunma hakkı gibi birçok alt başlığı bünyesinde barındıran bir insanlık hakkıdır. İnsan Hakları Genel Bildirgesi’nin 23. ve 24. Maddelerinde de belirtildiği üzere “Herkesin çalışma, işini özgürce seçme, adil ve elverişli koşullarda çalışma ve işsizliğe karşı korunma hakkı vardır” (İnsan Hakları Derneği, 30 Kasım 1999).

 Ulusal mevzuatta Anayasanın 10. Maddesine göre “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyaset, düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayrım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.  ve İş Kanunu’nun 5. Maddesiyle ’iş yaşamında herkes eşittir’ ibaresi yer almaktadır. Fakat bu maddelerde ‘cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği’ ifadeleri yer almadığı için LGBTİ+ örgütleri tarafından eleştirilmektedir (ör: KAOS GL, 2015).

Çoğu kanunda yer alan ‘utanç, terbiye, ahlak’ kavramları LGBTİ+’ların aleyhine kullanılabilmekte ve iş yaşamlarında etiketlenmeye sebep olmaya olabilmektedir (Erdur ve Özgünlü, 2020, s. 482). Türkiye’de LGBT Yurttaşlara Yönelik İnsan Hakları İhalleri Raporu’na göre algılanan cinsiyet kimliğinden ötürü Memurlar Yasası’nın 125/E(g) maddesi ‘’Memurluk sıfatı ile bağdaşmayacak nitelik ve derecede yüz kızartıcı ve utanç verici hareketlerde bulunan’’ maddesi nedeniyle 2012 yılında bir polis memurunun görevine son verilmiştir (Türkiye’de LGBT Yurttaşlara Yönelik İnsan Hakları İhlali, 2014).

Erdur ve Ozgunlu’nun (2020) araştırma sonuçlarına baktığımızda da 17 görüşmecinin yer aldığı çalışmada yalnızca iki kişi kamu sektöründe çalışmaktadır. Diğer bir ilgi çekici noktada katılımcıların çoğu cinsel yönelimlerini iş ortamında damgalanmamak ve sonucunda ayrımcı pratiklere maruz kalmamak adına bu yönelimleri açıkça dile getirememektedir (s. 491).

 

İşe Alım Süreci

Türkiye’de sosyal güvenlik sistemi kişinin kayıtlı istihdam edildiği süre içinde sağlık, emeklilik geliri de içerdiği için çalışma yalnızca bir gelir değil toplumsal bir önem ve güvence anlamına da geliyor (Yılmaz, 2012, 81). Equaldex verilerine baktığımızda dünyanın genelinde 92 ülkede çalışma hayatında ayrımcılığa dair yasal bir koruma varken, 25 ülkede ‘bazı’ koruma hakları olduğunu fakat 83 ülkede herhangi bir koruma olmadığını ülkemizde ise yasal bir hak ya da illegal bir durum olmadığını yalnızca ‘’ambiguous (müphem)’’ kavramıyla karşılaşıyoruz (EQUALDEX, LGBT Rights in Turkey).

Bu durum LGBTİ+ aleyhine kullanılabildiğini ve iş bulma ve işe alım süreci gibi haklardan yasalar çerçevesinde yararlanamadıkları sonucunu çıkmaktadır. Bu bağlamda, LGBTİ+ kişilerin çalışma hayatında, işe alım, iş yaşamındaki kurumsal ve sosyal ilişkilere kadar hangi noktalarda, nasıl ve ne tür damgalanma pratiklerine maruz kaldıklarını irdelemek toplumsal bir problem haline gelmektedir.

Kurgusal özgeçmişler hazırlanıp işyerlerine gönderilmiş ve sonucunda gey çalışanların işe alım sürecinde ve karar aşamasında heteroseksüel birine göre daha dezavantajlı olduğu sonucuna ulaşmıştır. Endüstriyel alan, restoran, kafe, satış ve ofis işleri gibi farklı iş kollarına gönderilen bu özgeçmişlerde işe alım aşamasında gey adayların %64,3 oranında dışlandığını ve ayrımcı pratiklere maruz kalmaktadır. Gey adaylar, heteroseksüel bir adaya göre iş görüşmelerine çok daha az çağrılmaktadırlar (Drydakis, 2009, s. 369).

Weichselbaumer (2003) çalışmasında Becker (1957) çalışmasından aktardığına göre; iş sahipleri işe alım aşamasında daha az verimli ve yüksek maaş almalarına rağmen heteroseksüel çalışanları tercih ediyorlar. Aynı şekilde aynı işyerinde çalışan kişiler de gey ve lezbiyen kişilerde çalışmaktan hoşlanmadıklarını belirtmiştir. Weichselbaumer, çalışmasında heteroseksüel kadınların görüşmeye çağrılması oranının %60,82 olduğunu fakat ‘masculine lesbian’ yani literatürde ‘butch’ olarak da geçen erkeksi özelliklere sahip olan lezbiyenlerin çağrılma oranının %47,95’e düştüğünü gözlemlemiştir (s. 637-638).

Diğer bir araştırmada ise gey bir adayın iş için geri dönüş alma oranını heteroseksüel bir adaya göre daha az olduğunu ortaya konulmuştur (Baert, 2017, s. 1024). 

2015 yılında yayınlanan bir gazete haberinde Halil İbrahim Dinçdağ’ın eşcinsel olması sebebiyle hakemlik görevine son verildiği ve işsiz kaldığı bilinmektedir. Dinçdağ, işsiz kalmasının yanı sıra basında haberlerin çıkması üzerine yaşadığı şehri terk etmek zorunda kalmış ve sonrasında başvurduğu her işten de ret cevabı almıştır (Karakaş, 2018).

Demirdizen vd. (2012) yaptığı alan araştırmasında 25 kişinin bulunduğu çalışmasında yalnızca LGB kişilerle görüşme yapabilmiştir. Bu araştırmanın sınırları gösteriyor ki; transların iş yaşamına bile giremiyor oluşu başka bir araştırmanın konusu olacak kadar sorunlu bir haldedir (s. 319).

Bu duruma örnek olacak şekilde 2018 yılına ait bir haberde trans kadın Pınar, üniversiteden kılık kıyafetini düzenlememe gerekçesiyle uzaklaştırılmış olduğunu aktarmıştır. Ayrıca mavi kimliği nedeniyle iş bulamadığını ve iş bulamadığı için intihar eşeğine kadar geldiğini belirtiyor (Karakaş, 2018).

Ayrıca 2009 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nde yapılan Transgender Ayrımcılık Anketi’ndeki ön bulgulara göre, katılımcıların %47 oranında olumsuz iş deneyimi yaşadıkları raporlanmıştır. Buna ek olarak %26’sı cinsel yönelimleri sebebiyle işini kaybettiği ve %44’ü transgender statüsü sebebiyle işe alınmadığı raporlanmıştır. Katılımcıların yarısının ise iş yaşamında tacize ve rahatsızlık veren davranışlara maruz kaldığı da açıkça belirtilmiştir (National Center for Transgender Equality & The National Gay and Lesbian Task Force, 2009).

Tüm bu çalışmalara ve günümüzdeki örneklere baktığımızda açıkça LGBTİ+’ların çalışma yaşamında ve iş bulma sürecinde etiketlenme ve damgalanmaları sonucunda ‘sapkın’ konumuna getirildikleri ve Goffman’ın üzerinde durduğu gibi bireysel kimlik ve toplumsal kimlik arasındaki çatışma sonucu kişi hem kendinden hem de toplumdan dışlanmaktadır.

 

Çalışma Hayatı

Levine ve Leonard (1984) lezbiyenlerin çalışma yaşamında dışlanması üzerine yürüttüğü çalışmasında, iş yaşamında açıklık veya kapalılık stratejisi gösteren katılımcılar üzerinden ‘formel’ ve ‘enformell’ ayrımcılık adı altında iki kavram öne sürmüştür. Cinsel yönelimlerini kapalılık stratejilerini yürütmelerinin başlıca sebeplerinin; işyerinde dışlanma, zorbalığa uğrama, etiketlenme ve işten çıkarılma gibi beklenen ayrımcılık konularıyla bağdaştırıldığı görülmektedir. Açıklık stratejisi sonrasında lezbiyen çalışanlar bazı formel ve enformel ayrımcılık pratiklerine maruz kalmaktadır. Formel ayrımcılık kurumsal olan; işten çıkarma, işe almama, zam artışı olmaması gibi konuları içerirken, enformel ayrımcılık ise kurumsal olmayan; taciz, dedikodu, dalga geçilme, mobbing hatta fiziksel şiddet gibi konuları içermektedir (Levine & Leonard, 1984).

Kaos GL ve Kadir Has Üniversitesi Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Çalışmaları Araştırma Merkezi’nin 2020 yılında Türkiye’de Kamu Çalışanı Lezbiyen, Gey, Biseksüel, Trans, İnterseks ve Artıların Durumu Araştırması’nda LGBTİ+ olduğunu beyan eden 175 kişinin çevrimiçi anket cevaplaması sonucunda katılımcıların %57,7’si cinsel kimliğini erkek, cinsel yönelimini gey olarak beyan etmiştir.

Bu çalışmada, LGBTİ+ çalışanların kamu işyerlerinde tamamen açık olması oranı 2018’de %7 iken 2020 yılında bu oran %3,4’e kadar düşmüştür. Ayrıca örneklem içindeki LGBTİ+’ların %94’ü kurumda cinsiyet kimliği, yönelimi gibi konularda tamamen açık davranmaktan kaçınmaktadır. Katılımcıların %56,6’sı çalıştığı kurumda LGBTİ+ bireylere yönelik nefret söylemiyle karşılaştıklarını beyan etmişlerdir (KAOS GL, 2020).

Buna ek olarak kamuda çalışan LGBTİ+’lerin cinsel yönelimleri sebebiyle disiplin cezası aldıkları bilinmektedir. Milli Eğitim Bakanlığı’nın “hariçte muallimlik sıfatı ile telif edilemeyen iffetsizlik’’ ibaresini içeren mevzuat gerekçe gösterilerek iş yaşamlarına son verilmektedir (Yılmaz, 2012, s. 82).

Aynı araştırmanın özel sektör başlıklı diğer bir raporunda LGBTİ+ olduğunu beyan eden 674 kişinin çevrimiçi anket soruları cevaplaması sonucunda katılımcıların %49,6’sı cinsiyet kimliğinin erkek, trans erkek, cinsel yönelimini gey olarak beyan etmiştir.

Ağırlıklı olarak eğitim, ardından sağlık, bilişim, gıda, mağazacılık sektörlerinde çalışan LGBTİ+ bireylerin işyerinde tamamen açık olduğunu beyan edenlerin oranı %14,8’dir. Bu oran, kamuda olduğu gibi düşüşünü sürdürmektedir. Özel sektörde de her iki LGBTİ+ bireyden biri, işe alım sürecinde, çalıştığı işyerinde ya ayrımcılığa maruz kalmış ya da bu durumu gizlediği için atanmış bir heteroseksüel kimliğiyle ayrımcılığa maruz kalmamıştır. %36,9 oranındaki katılımcılar, çalıştığı işyerinde LGBTİ+’lara yönelik nefret söylemiyle karşılaştığını beyan etmiştir. Bu oran bize LGBTİ+’lar arasındaki açık olma oranının özel sektörde kamuya göre daha fazla oranda görüldüğünü göstermektedir (KAOS GL, 2020).

Öner’in beyaz yakalı sekiz lezbiyen, on iki gey ile toplam 20 kişiden oluşan bu araştırması da bahsedilen ayrımcılık bulgularını destekler niteliktedir. Araştırmada çalışılan bir üniversitenin mevzuatında cinsel yönelime dayalı ayrımcılık yasak olsa bile katılımcı bu duruma rağmen her zaman ayrımcılığa maruz kalma ihtimalini dile getirmektedir. Buna ek olarak, lezbiyen ve gey görüşmeciler, açık davranma sonucunda en çok işlerine son verilme durumundan endişe ettiklerini belirtmişlerdir (Öner, 2017, s. 32).

Aynı şekilde çalışma hayatında cinsel yönelimin maaş üzerindeki etkisini araştıran çalışmaelde edilen bulgulara göre, aynı eğitim ve iş deneyimine sahip lezbiyen/biseksüel kadınlar, heteroseksüel kadınlara göre %12 ila %30 arasında daha az, gey/biseksüel erkekler, heteroseksüel erkeklere göre %11 ila %27 arasında daha az maaş almaktadır (Badget, 1995).

Bu araştırmaların bulgularından yola çıkarak LGBTİ+ bireylerin işe alınma sürecinden çalışma hayatları boyunca nefret söylemine, ayrımcılığa ve damgalanmaya maruz kalma ihtimallerin oldukça yüksek olduğunu anlıyoruz. Bazı çalışma ortamlarında kapalılık stratejisi denilen cinsel yönelimini belli etmeme ya da dile getirmeme durumu da her zaman işe yaramaktadır. Herhangi bir söz, beden dili ya da tutum sonucunda bu kişiler etiketlenmeye ve sonucunda dışlanmaya ve ayrımcılığa maruz kalabilmektedirler. Buna ek olarak ülkemizde homofobi, transfobi ve ayrımcılığın sonucunda bireylerin resmî kanallara başvurmadığı belirtilmiştir. LGBTİ+ bireylerin bu sürece inançları olmadığı gibi, bu süreç sonucunda cinsel yönelimleri yüzünden daha da mağdur edilmekten, ayrımcılığa uğramaktan endişe etmektedirler.

 

SONUÇ YERİNE

Bu yazıda, toplumsal cinsiyet temelli heteronormatif çerçevenin çizdiği sınırlar dahilinde LGBTİ+’ların çalışma hayatlarında uğradığı ayrımcı pratikler incelenmiştir. Görülen odur ki, çalışma hayatında ayrımcı pratikler en fazla cinsel yönelime dayalı olmaktadır. Bu da toplumsal güç ve politikanın yarattığı dişil ve eril tabanlı düzenleyici pratikler sonucunda meydana gelmektedir. Bunun sonucunda ‘normal’ ve ‘anormal’ olarak bir ikilik karşımıza çıktığı gibi bazı dezavantajlı gruplar, ya da kırılgan gruplar, toplum tarafından etiketlenip damgalanır. Bu damgalama sonucunda fiili kimliği ve toplumsal kimliği arasında yaşanan çatışma kişiyi hem kendinden hem de toplumsal olandan dışlamaktadır. Bu eylemler süreci ve sonrasında belli gruplar ya da kişiler, en temel haklardan biri olarak bilinen çalışma hakkından ve buna bağlı olarak gelir ve toplumsal itibardan da mahrum kalmaktadır.

Çalışma hayatının ilk adımı olarak bilinen iş başvurusu ve alım sürecinde bile, aynı eğitim ve iş tecrübesine sahip olunsa bile heteroseksüel adaylara göre LGBTİ+ adaylar dezavantajlı olarak görülmekte ve tercih edilmemektedir. Çalışma hayatında cinsel yönelimini dile getiren ya da getirmeyen yer alan LGBTİ+’lar, yine de formel ya da informel ayrımcı pratiklere maruz kalmaktadır. Kapalılık stratejisinde bile en ufak davranış ya da cinsel yönelimini belli edecek herhangi bir işaret bile iş hayatını tehlikeye sokmaktadır. Bunun sonucunda oluşan kaygı bu kişilerin iş hayatında her daim diken üstünde olmalarına sebebiyet vermektedir. Çalışma hayatında trans kişilerin yer almaması ya da bu çalışmaların azlığı nedeniyle, bu yazı çerçevesinde transların iş hayatında maruz kaldığı ayrımcı pratiklere oldukça az yer verilmek zorunda kalındığı söylenebilir.

Son olarak şu söylenebilir ki LGBTİ+ kişiler çalışma hayatında iş başvurusundan, çalışma ortamındaki sosyal ilişkilere, işte yükselmeden, fiziksel, cinsel şiddete maruz kalmaktadır. Ayrıca resmî kanallara başvurmada da dışlanma ve etiketlenmeye maruz kalacaklarını düşündükleri için çekingen kaldıkları da görülmektedir.

 

DİLŞAD KARAKURT

Toplumsal Cinsiyet Çalışmaları Staj Programı

 

KAYNAKÇA

Altunpolat, R. (2017). LGBTİ’lere Yönelik Ayrımcılığı Tarihsel ve Politik Temelde Kavramak. Türk Tabipleri Birliği Mesleki Sağlık ve Güvenlik Dergisi. Nisan-Mayıs-Haziran, 2-14.

Badgett, M.L. (1995). The Wage Effects of Sexual Orientation Discrimination. Industrial & Labor Relations Review, 48(4), 726-739.

Baert, S. (2017). Hiring a gay man, taking a risk? A lab experiment on employment discrimination and risk aversion. Journal of Homosexuality, 65(8), 1015-1031.

Bal, H. (2013). Suç Sosyoloji. Isparta: Fakülte Kitabevi.

Becker, S. H. (2015) Hariciler (Outsiders) Bir Sapkınlık Sosyolojisi Çalışması (2.bs; Ş. Geniş & L. Ünsaldı, Çev) Ankara: Heretik.

Butler, J. (2008). Cinsiyet Belası: Feminizm ve Kimliğin Altüst Edilmesi. (Çev. Başak Ertür)İstanbul: Metis.

Demirdizen, D., Çınar, S., & Kesici, M. R. (2012). İşyerinde cinsel yönelim ayrımcılığı: LGB bireylere yönelik bir alan çalışması. IV. Sosyal Haklar Sempozyumu, 311-330.

Doğan, E.T. (2015). İşgücü piyasasında cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği ayrımcılığının Sosyal Politika Açısından Değerlendirilmesi. Y. Tar (Yay. Haz.), Çalışma Hayatında Ayrımcılık ve Ayrımcılığa Karşı Mücadele içinde, 57-70.

Drydakis, N. (2009). Sexual orientation discrimination in the labour market. Labour Economics, 16(4), 364-372. https://www.sciencedirect.com/science/article/abs/pii/S0927537108001322 sitesinden alındı.

Erdur, D.A. & Ozgunlu F. (2020). Çalışma Yaşamında Ayrımcılık: LGBT+ Bireylere Yönelik

Nitel Bir Araştırma. Business and Economics Research Journal. 11(2), 479-494.  https://www.berjournal.com/tr/discrimination-in-work-life-a-qualitative-research-on-lgbt-individuals sitesinden alındı.

EQUALDEX. LGBT Rights in Turkey. https://www.equaldex.com/region/turkey adresinden alındı.

Fausto-Sterling, A. (1993). The five sexes: Why male and female are not enough. The Sciences, 20-24.

Goffman, E. (2014). Damga Örselenmiş Kimliğin İdare Edilişi Üzerine Notlar (2.bs; Ş. Geniş, L. Ünsaldı, S.N. Ağırnaslı, Çev). Ankara: Heretik.

Güner, U., Kalkan, P., Öz, Y., Ceylan Özsoy, E., Söyle, F. (2011). Türkiye’de Cinsel Yönelim veya Cinsiyet Kimliği Temelinde Ayrımcılığın İzlenmesi Raporu. İstanbul.

İnsan Hakları Derneği. (1999). İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi. https://www.ihd.org.tr/insan-haklari-evrensel-beyannames/ adresinden alındı.

KAOS GL, IGLHRC, LGBTI News Turkey. (2014). Türkiye’de LGBT Yurttaşlara Yönelik İnsan Hakları İhlali. Türkiye Cumhuriyeti Birleşmiş Milletler Evrensel Periyodik İnceleme Sunumu. http://www.pembehayat.org/uploads/editor/files/de_lgbt_yurttaslara_ynelik_insan_haklari_ihlalleri.pdf adresinden alındı.

KAOS GL. (2020). KAOS GL Sözlük: Cinsel Yönelim. https://kaosgl.org/haber/kaos-gl-sozluk-cinsel-yonelim adresinden alındı.

Karakaş, B. (2018, 3 Ekim). Eşcinsel hakem: Sanırım hayatım hukuk mücadelesiyle geçecek.

Deutsche Welle Türkçe. https://www.dw.com/tr/eşcinsel-hakem-sanırım-hayatım-hukuk-mücadelesiyle-geçecek/a-45741680 sitesinden alındı.

Karakaş, B. (2018, 14 Aralık). İş hayatında LGBTİ’ler: ‘’Derhal terk edin burayı’’. Deutsche Welle Türkçe. https://www.dw.com/tr/iş-hayatında-lgbtiler-derhal-terk-edin-burayı/a-46733048 sitesinden alındı.

Levine, M. P., & Leonard, R. (1984). Discrimination against lesbians in the work force. Journal of Women in Culture and Society, 9(4), 700-710. https://www.jstor.org/stable/3173618?seq=1 sitesinden alındı.

National Center for Transgender Equality & the National Gay and Lesbian Task Force. (2009), Preliminary findings: National Transgender Discrimination Survey, November 2009. http://transequality.org/Resources/Trans_Discrim_Survey.pdf, Erişim Tarihi: 26 Mart 2021.

Oakley, A. (1972). Sex, Gender and Society. London: Harper & Row Publishers. https://archive.org/details/sexgendersociety00oaklrich/page/n3/mode/2up?view=theater sitesinden alındı.

O’Neil, M. & Ergün, R. & Değirmenci, S. & Turanlı, K. & Erkengel, D. (2020).

Türkiyede Kamu Çalışanı Lezbiyen, Gey, Biseksüel, Trans, İnterseks ve Artıların Durumu 2020 Yılı Araştırması. Murat K. & Defne G. (Ed) Ankara: Kaos Gey Lezbiyen Kültürel Araştırmalar ve Dayanışma Derneği (Kaos GL) ve Kadir Has Üniversitesi Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Çalışmaları Araştırma Merkezi.

O’Neil, M. & Ergün, R. & Değirmenci, S. & Turanlı, K. & Erkengel, D. (2020). Türkiyede Özel Sektörde Çalışanı Lezbiyen, Gey, Biseksüel, Trans, İnterseks ve Artıların Durumu 2020 Yılı Araştırması. Murat K. & Defne G. (Ed) Ankara: Kaos Gey Lezbiyen Kültürel Araştırmalar ve Dayanışma Derneği (Kaos GL) ve Kadir Has Üniversitesi Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Çalışmaları Araştırma Merkezi.

Öner, A. (2017). Beyaz Yakalı Lezbiyen ve Gey Bireylerin İşyerinde Karşılaştıkları CinselYönelim Ayrımcılığının Etkileri. Türk Tabipleri Birliği Mesleki Sağlık ve Güvenlik Dergisi, 29-36.

Slattery, M. (2011). Sosyolojide Temel Fikirler. Ü. Tatlıcan (Ed.) İstanbul: Sentez.

Vatansever, T. (2015, 21 Haziran). Çalışma Hayatında LGBTİ gerçeğinin farkına varmak. 

Evrensel Gazetesi. https://www.evrensel.net/haber/254155/calisma-hayatinda-lgbti-gerceginin-farkina-varmak adresinden alındı

Yılmaz, V. (2012). Yurttaşlığı ‘’Açmak’’: LGBT Bireyler ve Sosyal Politikalar. Kültür ve  Siyasette Feminist Yaklaşımlar. 17, 73-92. http://www.feministyaklasimlar.org/sayi-17-haziran-2012/yurttasligi-acmak/ sitesinden alındı.

Weichselbaumer, D. (2003). Sexual orientation discrimination in hiring. Labour Economics, 10, 629–642. https://www.sciencedirect.com/science/article/abs/pii/S0927537103000745 sitesinden alındı.

Haftalık Göç Bülteni/ 5-11 Nisan

0

 

 COVID-19 Etkisinde Küresel Hareketlilik Raporu Yayımlandı

Göç Politikası Enstitüsü (MPI) ve Uluslararası Göç Örgütü (IOM), pandemi gölgesinde değişen seyahat koşullarının toplum üzerindeki etkisini incelemek üzere yayımladıkları raporda, yerinden edilen mülteci ve sığınmacıların uğradığı hak ihlallerinin salgın nedeniyle daha da arttığını vurgularken temel ihtiyaçlara olan erişimin ne denli zorlaştığını açıkça ortaya koydu.

 

 

Rapor sonuçlarına göre, salgından en çok etkilenenlerden Venezuelalı göçmenler ve mülteciler sosyal koruma ve sağlık hizmetlerine erişimde zorlukları artırdı. 2020 itibariyle 1,7 milyon Venezuelalı, Peru (1,0 milyon) ve Şili (457,300) gibi komşu ülkelerde yaşıyor.

 

Raporu Okumak için: https://www.migrationpolicy.org/sites/default/files/publications/mpi-covid19-impact-global-mobility-final.pdf

 

 

Kaynak: MPI News

Tarih: 5.04.2021

 

 BMMYK: Mültecilerin Aşılanmasında Eşitlik Gözetilmeli

BM Mülteci Ajansı (BMMYK), Dünya Sağlık Günü’nde devletlere çağrı yaparak koronavirüs aşısının mültecilere eşit hak ve koşullar doğrultusunda yapılmasını talep etti.

Covid-19 aşısının dünyadaki dengesiz mevcudiyeti ve devletler arası aşı paylaşımının yapılmaması bazı ülkelerde sağlık kapasitesini oldukça düşmesine sebep olurken, BMMYK Komiseri Grandi tarafından da ‘Önce ülkem’ yaklaşımı, sınır tanımayan bir salgında işe yaramaz’ denilerek eleştirildi.

Dünyadaki mültecilerin yaklaşık yüzde 85’i, düşük gelirli ülkelerde barınırken ev sahibi ülkeler daha da artan finansal zorluklarla ve hassas sağlık sistemleriyle karşı karşıya kalıyor.  BMMYK, zorlu durumlardan kaçan mültecilere ülkesinin kapılarını açan bu cömert devletlerin COVID-19 aşıları da dahil olmak üzere hem vatandaşlarının hem de mültecilerin acil sağlık ihtiyaçlarını karşılamak için daha fazla desteğe ihtiyaç duyduğunu belirtti.

 

Kaynak: UNHCR News

Tarih: 7.04.2021

 

Yerinden Edilen Mozambikliler Geçici Barınaklara Sevk Edildi

Kuzey Mozambik’te bulunan Palma’da yaşanan korkunç saldırının ardından yerinden edilen binlerce kişiye Uluslararası Göç Örgütü (IOM), fiziksel ve psikolojik destek vermeye, ihtiyaç sahibi kişilere tekerlekli sandalye ve değnek dağıtmaya başladı.

8.04.2021 itibariyle bölgeden yerinden edilen kişi sayısının 14.000 olduğu da Yerinden Edilme İzleme Matrisi (DTM) verilerine göre açıklandı. Saldırıdan kurtulan Hilario, “Gördüklerim görünmez olamaz, ölümün böyle olabileceğini hiç düşünmemiştim. İki küçük oğlumla Palma’dan kaçmayı başardım.” dedi.

 

 

Kaynak: IOM News

Tarih: 9.04.2021

 

Berlin’de Sığınmacıların Sınır Dışı Edilmesini Engellemek için Yüzlerce Kişi Eylem Yaptı

Almanya’nın başkenti olan Berlin’de, Afgan sığınmacıların ülkeden geri gönderilmesini engellemek üzere toplanan ve sayısı yüzü aşkın kişi, havaalanında eylem yaptı. Eylemde, başta Almanya olmak üzere, AB’nin göç politikası eleştirildi.

Brandenburg Mülteci Konseyi tarafından düzenlendiği bilinen eylemde Afgan sığınmacıların sınır dışı edilmesini engellemek için terminal girişini bloke eden eylemciler, polis saldırısından ardından eyleme son verdi.

 

Kaynak: Yeryüzü Postası

Tarih: 8.04.2021

 

“Dönersem Öldürüleceğim” Diyen Mülteci Türkiye’ye Sığındı

Nijerya vatandaşı olan O.B.N, ülkesinde yaşadığı tehditten kaçarak İstanbul’a gelmişti ancak sığınma başvurusu hava alanında kabul edilmeyince sesini paylaştığı video ile duyurdu.

Ülkesine gönderilirse öldürüleceğini söyleyen O.B.N, ailesini ve arkadaşlarını kaybettiğini ve eğer kaçamaz ise onun da artık şansı kalmayacağını söyledi. Bu tehdidin kaynağı ise Nijerya’da kurulmuş bir şeriat örgütü olan: ‘Boko Haram’.

Sesini duyuran Nijeryalı gence yardım etmek üzere onun adına sığınma başvurusunda bulunan avukatlar süreci gönüllü olarak takip edeceklerini belirttiler.

 

Kaynak: Evrensel Gazetesi

Tarih: 7.04.2021

 

The Times: ABD, Erdoğan’a Mülteci Geçişini Durdurmak için Daha Çok Para Teklif Etti

Cumhurbaşkanı Erdoğan, geçtiğimiz günlerde AB liderleri ile görüşmüştü. Bunun üzerine İngiliz Gazetesi olan The Times, bu görüşmelere ilişkin olarak mültecilerin durdurulması için Türkiye ile yapılan 5 yıllık anlaşmanın uzatıldığı ve daha önceden verilen 6 milyar doların daha fazlasının talep edildiğini söyledi.

Henüz detaylarının kamuoyu ile paylaşılmadığını belirten gazete, AB’nin Türkiye, Lübnan ve Ürdün’deki mültecilere yardım paketlerini açıklayacağını duyurdu.

 

Kaynak: Halk TV

Tarih: 7.04.2021

 

İstanbul Sözleşmesi Eylemine Katıldığı için Sınır Dışı Edilecek

İran’a geri gönderilirse işkenceye maruz kalacağını söyleyen Esmail Fattahi, önce göz altına alındı daha sonra ise hakkında sınır dışı edilme kararı verildi. Fattahi’nin göz altına alınma sebebi ise, katılımının yasak olmadığı İstanbul Sözleşmesi eylemine ikamet ettiği Denizli’de katılım göstermesi oldu.

Fattahi, yaşadığı süreci ve şu an içerisinde bulunduğu durumu anlatarak Evrensel Gazetesi’ne ses kaydı ile iletti. Eylem yapmak yasal iken, söz konusu mülteciler olduğunda kamu düzenini bozmak iddiası ile göz altına alındıklarından şikayet eden genç kadın aynı zamanda tutuklandığında kötü muameleye de uğradığını söyledi.

 

Kaynak: Evrensel Gazetesi

Tarih: 6.04.2021

 

İş Cinayetlerinin Sonu Gelmiyor

İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin (İSİG), paylaştığı veriler gösteriyor ki ihmal ve tedbirsizlik nedeniyle her ay ortalama 4 mülteci canından oluyor. Mülteciler düşük ücretli işlerde sigortasız çalıştırıldığı için hayatlarından oluyor.

İSİG araştırmalarına göre 8 yılda 502 işçi de intihar etti. İntihar eden işçilerin de en az 12’si mülteci. İntihar sebeplerinin %50’si bilinmediği gibi işsiz kalmak, borç, iş yerinde uygulanan baskı gibi gerekçeler de intihara yol açabiliyor.

 

Kaynak: Mülteci Medyası

Tarih: 5.04.2021

 

 

 

Hazırlayan: Yağmur BAŞ

 

 

 

 

 

 

Türkiye’de Göçmenlik

 

 

 

1- Türkiye’de entegrasyon sürecinde ne gibi sıkıntılar yaşadınız?

Bence entegrasyon anlamında yaşanan en büyük problem, göçmen olarak gelen insanların bir arada kalmaları yüzünden Türkiye’ye alışmakta çok fazla zorluk yaşamalarıdır çünkü bu bir arada kalan diğer insanlar ile iletişime geçmelerini aksatabilmektedir. Bir diğer sıkıntı dil probleminin ciddi sıkıntılar oluşturmasıdır. Öğrenci olarak gelen göçmenler mecburi bir şekilde dili öğrenirken diğer göçmenlerde böyle bir zorunluluk olmuyor. Bu yüzden dili tam anlamıyla kavrayamıyorlar.

 

2- Sizce göçmenlerin entegrasyon süreci nasıl kolaylaştırılabilir?

Gelen insanların bir arada yaşamaları Türkiye’ye entegre olmalarını zorlaştırmaktadır. Bu yüzden gelen göçmenlerin karma ortamlarda Türkler ile birlikte ortam paylaşmaları gerekir çünkü insan sosyal bir varlık olduğundan entegrasyon süreçleri daha kolaylaşabilir. Ayrıca göçmenler için bazı batılı ülkeler gibi dil öğrenmenin mecburi olması gerekir çünkü böylece entegrasyon süreci daha hızlı olabilir. Bazı kurumlar sadece dil öğretmektedir. Dilin yanında bazı kültürel eğitim kursları sunulursa bunun entegrasyon sürecine katkısı olabilir.

 

3- Eğitim için göçmen olarak geldiğinizde eğitim alanında ne gibi sıkıntılar yaşadınız?

Eğitim konusunda burslu öğrenci olarak geldiğimde Türkçe dili eğitim mecburiydi, buna rağmen hiç bilmediğim bir dil konusunda eğitim almak çok zorladı. Ne kadar kursa da gidilse en çok sıkıntıyı burada yaşadım. Bir diğer sorun göçmen olarak gelen öğrencilerin konaklama sorunudur çünkü yurtlar yeterli değildi. Bu yüzden ev tutmak zorunlu oluyordu. Bu  durum da maddi sorun demektir. Mesela diğer ülkelerde genel olarak yurt kapasiteleri çok fazla öğrenci alabilmekteyken Türkiye’de kapasite sorunları vardır.

 

4- Türkiye’ye gelme sürecinde ne gibi etkenler etkili oldu?

Türkiye’ye gelmem konusunda esas etken Türkiye’nin Müslüman bir ülke olmasıdır. Ayrıca burs kazanma konusunda kolay burs kazanma imkanları etkili olmuştu. Bu yüzden bu iki faktör önemli oldu. Geldiğim ülkeden daha gelişmişti burası, dolayısıyla kendimi burada daha iyi geliştireceğime inandım.

 

5- Geldiğiniz ülke ile Türkiye arasında ne gibi farklılıklar yaşadınız?

Çok ciddi anlamda kültürel farklardan bahsedilebilir ama kültürler, dinsel alanlarda kültür benzeşmesi yaşamaktadır. Geldiğim ülke olan Bangladeş, Sünni ve Hanefi mezheplerine sahiptir. Bu durum aynı zamanda Türkiye’nin de sahip olduğu bir şeydir. Yani benzerlikler yer almaktadır. Din kültürleri arasında sorun yaşamadım ama örf ve adet gibi kültürel anlamda farklılıklar yaşadım. Hem düğün gelenekleri hem de giyim kuşam konusunda farklılıklar yaşadım ve yemek kültüründe de sıkıntılar yaşadım. Özellikle Bangladeş’de yemeklerde çok fazla baharat kullanılmaktadır ama Türkiye’de aynı kültür yoktur dolayısıyla biraz zorluk yaşadım. Son olarak mizah anlayışları konusunda ciddi sorun yaşamıştım. Örneğin Türkiye’de herkes Kemal Sunal filmlerine fazlasıyla gülmekteyken ben yapılan esprileri anlamıyordum ama zamanla bu kültüre alışarak Kemal Sunal filmlerine gülmeye başladım.

 

6- Okuduğunuz okuldan mezun olduktan sonra iş bulma sürecinde iş verenlerin göçmen olmanız konusunda olumsuz yorumları oldu mu? Eğer olduysa bu yorumlar nasıl yorumlardı?

Ben çalıştığım kurumdaki ilk yabancı çalışandım. Çalıştığım kurum yabancı vatandaşlara da fazlasıyla hitap etmekteydi. Bu yüzden benim orada çalışmam yabancı kökenli insanların dikkatini çekmekteydi. Ben ilk 2 sene çalışmanın zorluğunu ciddi anlamda yaşadım çünkü bazı insanlar bana karşı olumlu yaklaşırken bazı insanlar soğuk yaklaşmaktaydı. Soğuk yaklaşan insanlar beni karşılarında gördüklerinde şaşırmaktaydılar ama genel olarak olumsuz yorum çok olmadı. Eğer herhangi bir Avrupa ülkesinde çalışmış olsaydım çok daha fazla olumsuzlukla karşılaşabilirdim.

 

 

 

EMRE AYDIN

Göç Çalışmaları Staj Programı

 

 

 

Vişegrad Ülkeleri Gölgesinde Avrupa Birliği Ortak Kimliğinin Geleceği

ÖZET

Avrupa Birliği, tarihi boyunca, siyasi ve ekonomik politikalarında üye devletlerle işbirliğine girerek bir ortak kimlik oluşturmaya çalıştı. Bu kimliği, derinleştirme ve genişletme politikalarıyla etkin tutmaya devam etti. 2015 yılı sonrasında AB, bu ortak politikaları yürütmede etkinliğini kaybetmeye başladı. 2015 yılında yaşanılan göç krizi, Avrupa topraklarında başta yabancı düşmanlığı, İslamofobi, milliyetçilik olmak üzere pek çok duyguyu körükledi. Avrupa’da yükselen milliyetçi söylemlerin karşılık bulduğu Vişegrad ülkeleri, AB’nin göçmenler için getirdiği bütün zorunlu kotaları reddetti. Bu durum, AB’nin ortak politika yürütme ve ortak kimlik oluşturma ilkesinin keskinliğini köreltti. Buradan hareketle de, yeni tartışmalar ortaya çıktı. “Milliyetçiliğin sonu mu, değil mi?” tartışmaları devam ederken buna “Milliyetçilikler, AB’nin bütünlüğünü tehdit ediyor mu, etmiyor mu?” tartışması eklendi.

Anahtar Sözcükler: Avrupa Birliği, Ortak Kimlik, Vişegrad Grubu, Göç Krizi, Milliyetçilik

ABSTRACT

European Union has tried to create a common identity by aligning with member states for its political and economic policies historically. It continued to keep active this identity with its deepening and widening policies. After 2015, the EU started to lose its effectiveness in carrying out these common policies. The migration crisis which experienced in 2015 light the touchpaper of many emotions in the European territory, especially xenophobia, islamophobia, and nationalism. The Visegrad countries where the rising nationalist rhetoric in Europe arose, rejected all mandatory quotas imposed by the EU for immigrants. This situation blunted the sharpness of the EU’s principle that is about carrying out common policies and constitution of common identity. Based on these events, new discussions arose. While the debates on “Is it the end of nationalism or not?” were going on, the debate on “Do nationalism threaten the integrity of the EU, or not?” was added to this.

Keywords: European Union, Common Identity, Visegrad Group, Immıgration Crisis, Nationalism.

1. Giriş

Milliyetçilikler, bir insan topluluğunu belirli bir kimlik etrafında toplayarak yüceltir, onları biricik olduklarına inandırır. Her yeni olayla kimliğini inşa eder, bir disiplin edindirmeye çalışır. Davranışlarının doğruluğunu yanlışlığını, bir kolektif hafıza ile temellendirir. Buradan hareketle kahramanlarını ve düşmanlarını inşa eder. Bünyesindeki kahramanlarla ulusu birleştirir, düşmanlarıyla ulusları ayrıştırır. Yaratılan kolektif kimlikle “biz” olgusu oluşturulurken aynı zamanda öteki/ötekiler de oluşur. “Ötekiler hem içeride, hem dışarıdadır. Dışarıdakiler diğer milletler, içerdekiler ise kimi zaman farklı kültürel özelliklere sahip ‘azınlıklar’ ya da herhangi bir nedenle – kimi zaman yeterince ‘gelişememiş/aydınlanamamış’ olmalarından dolayı- milliyetçi projenin önünde engel oluşturanlardır” (Kerestecioğlu, 2018).

Milliyetçiliklerin ve millet olgusunun biraz olsun aşılmaya başlandığı dönem savaşlardan sonra olan dönemdir. Ekonomik ve siyasi ittifaklarla oluşan bu milliyetçilik aşılmaları, birkaç ulusu bir araya getirebilme şeklinde ortaya çıktı ve Avrupa Birliği (AB) gibi örgütlenmelerin kapısını araladı. Fakat bu birliğe üye devletler ulusalcılıktan kopamadı, kriz dönemlerinde yükselen sağ partiler aracılığıyla her fırsatta ulusal çıkar önde tutuldu. Mesela, Ortadoğu’da Arap milliyetçisi rejimlerin petrolü millileştirme istekleri üzerine 1973 yılında petrol krizi yaşandı. Dünya ekonomisi, 1973-74 yıllarında petrol fiyatlarının tek yönlü artmasıyla ağır bir durgunluk dönemine girdi. Tam da bu dönem, milliyetçi söylemler artış gösterdi. Yabancı düşmanlığı tavrını da Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti’nin dağılmasıyla beraberinde getiren milliyetçilikler, buradan hareketle devletlerin iç ve dış güvenliği tehdit eden unsur haline geldi.

Elimizde ulusçuluğun aşılma tavrının en somut örneği AB’dir. AB’nin, varlığına ve yaratmaya çalıştığı ortak kimliğine şüphe duyulmaya başlanmıştır. Peki, gerçekten milliyetçilikler AB için bir tehdit unsuru oluşturuyor muydu? AB, bütünlüğünü tehdit eden unsurlarla özellikle derinleşme sürecinde karşılaştı. Bu görüşler özellikle 2008 Euro krizi, Avrupalı kimliği yaratılmaya çalışılması ve göçmen akınlarıyla pekişti. Birlik içerisindeki ekonomik, toplumsal ve siyasi sorunlar, vatandaşların aşırı sağ partilere yönelmesine sebep oldu. Aşırı sağ partiler; milliyetçiliklere ve ulusal çıkarlara yaptıkları vurgularla, siyasi politikalarla ve nefret söylemleri oluşturan retorikleri ile göçmenler başta olmak üzere, ulusları kendilerine yabancılaştırdılar. Ötekileştirilen göçmenler düşman olarak algılandı, kendi öz kimlikleri için tehdit unsuru olarak görüldü. Bu sırada, AB’nin göçmenlerin alımı için gönüllülük ilkesinden zorunlu kota sistemine geçmesi üzerine, aşırı sağ partiler çok kültürlülüğe olan düşmanlıkları ile açık bir şekilde AB’ye karşı tutumlarını dile getirmeye başladılar ve zorunlu kota sistemini reddettiler. Buradan hareketle bu çalışma, günümüzde milliyetçiliğin, ulus çıkarların öneminin AB ortak kimliği oluşturulması ile rafa kaldırılmaya başlandığı görüşüne karşı, bu olguların sönümlenmediğini politikalar üzerinden analiz etmeye çalışacaktır. Çalışmanın ilk bölümünde, AB’nin kimlik oluşturma sürecine değinilerek bu sürecin beraberinde getirdiği birlik şüpheciliğinin oluşumuna ve şüpheciliği destekleyen aşırı sağ partilerin tutumlarına ve milliyetçiliğin AB kimliğinde nasıl ayrıştırıcı bir unsur olduğuna değinilecektir. İkinci bölümde ise, AB kimliği oluşumuna gölge düşüren olaylardan biri olan göç krizi, Visegrad ülkelerindeki politikacıların söylemleri ve vatandaşların tavırları üzerinden ele alınacak ve milliyetçiliğin halleri ortaya konulacaktır.

2. Avrupa Birliği’ne Milliyetçilik Üzerinden Bir Bakış

2.1. “Çeşitlilik İçinde Birlik” mi? Yoksa Birlik İçinde Teklik mi?

“In varietate concordia” (Çeşitlilikte Birlik) 

-AB Sloganı

Avrupa yüzyıllardır kanlı savaşların merkezlerinden biri oldu. 1870-1945 yılları arasında Fransa ve Almanya arasındaki savaşlar ve dünya savaşlarının yıkıcı etkisiyle Avrupalı devlet insanları ve düşünürleri kalıcı barışın sağlanabilmesi -özellikle Fransa ve Almanya arasında- yolunun ülkelerin ekonomik ve siyasi birleşmesiyle gerçekleşebileceğini savundular (T.C. Avrupa Birliği Başkanlığı, 2020). Bu düşünceden hareketle 6 kurucu üye ülkeyle (Belçika, Federal Almanya, Lüksemburg, Fransa, İtalya ve Hollanda) Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu 1951 tarihli Schuman Deklarasyonu ile kuruldu. Bu ekonomik birliktelik 1957 yılında Avrupa Ekonomik Topluluğu kurularak devam ettirildi. Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle Avrupa’daki siyasi yapılar değişti ve üye devletler birlikteliklerini güçlendirme kararıyla Maastricht Antlaşması’nı 1993 yılında kabul ettiler. Böylece Avrupa Topluluğu’nun adı Avrupa Birliği olarak değiştirildi (T.C. Avrupa Birliği Başkanlığı, 2020).

Avrupa devletlerinin ekonomik ve siyasi birliktelikleri ile başlayan bu süreç gittikçe derinleşti ve genişledi. Genişleme, yeni üye ülkelerle yapılan anlaşmalar sonucunda birliğin hem nüfus hem de coğrafi sınır olarak kapasitesini arttırması şeklinde gerçekleşti. AB, 2020 yılı itibariyle 27 üye ülkeyle ekonomik ve siyasi birliktelik içerisindedir. AB çok uluslu ve çok kültürlü bir yapıya sahiptir. Bu durumu göz önüne alırsak birliğin tek bir çatı altında tutulması için yeni düzenlemelere ihtiyacı olduğunu görüyoruz. Bu doğrultuda AB’nin derinleşme süreci de artış göstermektedir. Avrupa Birliği’nde derinleşme kavramı, Birliğin kurulduğu tarihten itibaren yetki ve faaliyet alanlarında meydana gelen artış ile kurumsal yapı içinde meydana gelen reform ve değişiklikleri ifade etmek üzere kullanılır.” (T.C. Avrupa Birliği Başkanlığı). AB derinleşme sürecinde üye devletlerle birçok antlaşma imzaladı. Maastricht, Nice, Amsterdam Antlaşmaları ve Ortak Dış ve Güvenlik Politikası ile güvenlik ve barışı korumanın yanında ‘kimlik’ vurgusu çabaları da gözlenmektedir. Oluşturulmak istenen kimlik 2004 yılında AB Anayasası Antlaşması’yla gündeme geldi. Fakat anayasa hayata geçirilemedi. Bunun sonucu olarak da üye ülkelerle Lizbon Antlaşması imzalandı. Bu kimlik olgusundan hareketle AB, ‘vatandaşlar birliği’ olmak için çalışmalar yürütürken, karşılaştığı temel sorunlardan birisini ‘Avrupalı kimliği’ oluşturmaktadır.

Antlaşmada, Avrupa Birliği’nin hedefleri arasında ‘Bir birlik vatandaşlığı kurmak suretiyle üye devlet vatandaşlarının hak ve menfaatlerinin korunmasını arttırmak’ ifadesi yer almıştır.” (Yekeler, 2016). “Vatandaşlar birliği” kavramının gelişiminde hukuki ve siyasi süreçler yaşandı. Bu süreçler Maastricht Antlaşması’ndan önce kurucu metinlerde yer aldı fakat bu kavrama bir statü kazandırmak için bazı hükümler öngörüldü. Avrupa Birliği’nin üye ülkeleri arasında daha sıkı bir birlik oluşturmanın aracı olarak görülen vatandaşlar birliği, Maastricht Antlaşması sonrasında da geliştirilmeye çalışıldı. Üye ülkelerin AB çatısı altında etkin bir siyasi bütünleşme gerçekleştirebilmesi için kendilerini Avrupalı hissetmeleri gerekli görüldü. Bu doğrultuda anayasa fikri ortaya atıldı ve yeni çalışmalar başlatıldı. Burada vurgulanan anayasanın sadece hükümler arası ilişkileri düzenlemekle kalmayıp ortak bir kimliği de yansıtacak şekilde oluşturulmak istenmesidir. Avrupa Anayasa Antlaşması, 2004 yılında Roma’da imzalandı ve 2005 yılında da Avrupa Parlamentosu tarafından onaylandı. Fakat Fransa ve Hollanda’nın referandumundan hayır cevabının çıkması üzerine Anayasa kabul edilmedi. Fransa ve Hollanda sandıklarından çıkan hayır oyundan her üye devletin farklı fikirlerde olduğunu çıkarabiliriz. Hollanda hükümeti, “AB’ye adalet ve içişleri alanında daha fazla yetki” tanınmasına karşı çıktı ve “bir devletin sembolü olduğu gerekçesiyle milli marş ve bayrağın da metin içerisinden çıkarılmasını savundu” (Riegert, 2007). “Fransa ise metinde sadece temel hakların dile getirildiği “basitleştirilmiş bir sözleşmeye”ye dönüştürülmesini talep etti” (Riegert, 2007).

Anayasa Antlaşması’yla ulus devletin etkinliğinin azaltılarak siyasi bütünleşmenin Avrupalı kimliği ile tamamlanması ön görüldü. Maastricht Antlaşması ile birlik vatandaşlığı üye ülkelerle sınırlandırıldı ve öngörülen haklarda yalnızca üye ülkenin vatandaşlarına yönelikti. Bu sebeple, üye ülkelerde ikamet eden üçüncü ülke vatandaşları bu hakların dışında tutuldu. Burada da üye ülke vatandaşı olmayan kişilerin ötekileştirilmesi söz konusudur. Oluşturulmak istenen Avrupalı kimliğinin temel çekirdeklerini coğrafi unsur ve din oluşturmaktadır. Coğrafi unsurdan kastedilen günümüzde Avrupa toprakları olarak bahsedilen sınırlardır. Birliğin inşa ettiği kimlik algısının diğer bir unsuru olan din, üye ülkelerin Hıristiyan olmasıyla bütünleştirilmiştir. Polonya hükümetinin her ne kadar başarısızlıkla sonuçlansa da anayasa yapım aşamasındaki itirazı “Anayasa metninde Hıristiyanlığa ilişkin ifadelere yer verilmesi” (Bayır, 2014) şeklindeydi. Kaçinski daha sonra da AB’nin yeni anayasası sayılan Lizbon Antlaşması’na da itiraz ederek antlaşmayı “anlamsız bulduğunu” dile getirdi (DW, 2008).

 Avrupa Birliği oluşturmak istediği kimlik inşasıyla üye devletlerin birçok eleştirisiyle karşılaştı. Bu eleştiriler ilk önce Margaret Thatcher’ın Euroscepticism (Avrupa şüpheciliği) ifadesini Birlik entegrasyonuna güvensizliği ve şüpheciliği içeren bir anlam olarak kullanmasıyla başladı. Yaşanan ekonomik sorunlar şüpheciliğin ilk nedenlerinden biridir. 2007 yılında yaşanan Euro krizi, ortak para birimine ve AB Merkez Bankası’na duyulan güvensizlik ve kuzey-güney ülkeleri arasındaki gelişmişlik seviyelerindeki farklılık şüpheciliğin güçlenmesine katkı sağladı. AB kuruluşunu incelediğimizde ilk olarak ekonomik entegrasyonun sağlanmasının amaçlandığını görürüz. Daha sonra bu durum sosyal ve siyasi bir birliktelik haline dönüştü. Bu dönüşüm şüpheciliğin sosyal ve siyasi alana da kaymasına sebep oldu. Maastricht Antlaşması sonrası geliştirilen politikaların ulusal çıkarlara zarar vereceği düşüncesi gündeme gelmeye başladı. Bu düşünceyi oluşturan aktörler; siyasi partiler ve siyasi liderlerdir. Bu aktörler milliyetçi tutumlarıyla ön plana çıkan aşırı sağ ve muhafazakâr partilerde kendilerini göstermektedir. Aşırı sağ partilerin ortak özellikleri arasında milliyetçilik vurgusu, ırkçı söylemler ve ötekileştirilmiş yabancı düşmanlığı yer almaktadır.

2.2. Aşırı Sağ Partilerin Yükselmesinin Nedenleri ve Seçim Sonuçlarına Etkisi

Tarihsel olarak sağ partilerin gelişimlerine baktığımızda 1945-1950 yılları arasında sosyo-ekonomik eşitsizlikten beslendiklerini görmekteyiz (Çolakoğlu, Temmuz 2019). Almanya’da Sosyalist Reich Partisi ve İtalya’daki İtalyan Sosyal Hareketi bu dönemdeki sağ partilere örnek olarak gösterilebilir. İkinci Dünya Savaşı’nın etkisiyle bu partiler etkinliğini kaybetti. 1970’lerde başlayan ve devam eden ekonomik krizler sonrası Alman Milliyetçi Partisi, Ulusal Cephe Partisi ve Özgürlük Partisi dikkat çekmeye başladı. Günümüzde ise Avrupa’daki aşırı sağ partiler giderek ivme kazanmaya başladı. Avrupalılar yaşadıkları ekonomik ve siyasi krizlerin sebepleri olarak göçmenleri ve yabancıları görmeye başladı. Özellikle Arap Baharı ile birlikte Avrupa devletleri kendilerini göç dalgasından korumak için sert söylemlere başvurdu. Bu söylemler Suriye İç Savaşı’nın da etkisiyle Avrupa’nın kapılarını zorlayan göçmenlere karşı sert davranışlara dönüştü. 11 Eylül sonrası İslami kimliğe sahip ülkeler ötekileştirilerek uluslararası sistemde İslam karşıtlığı inşa edildi. 14 Temmuz 2016 Fransa’da ve 19 Aralık 2016 Almanya’da ve birçok Avrupa ülkesinde yaşanan terör saldırıları bu durumu pekiştirdi. Aşırı sağ partilerin yabancı karşıtlığı ve milliyetçi tutumları halk tarafından da destek görmekte ve oy oranlarını artırarak ulusal parlamentolarda, Avrupa Parlamentosu’nda daha fazla sandalye kazanmakta ve hatta koalisyon hükümeti kurmaktadırlar. İtalya’nın Basilicata bölgesindeki yerel parlamento seçimlerinde yaklaşık %42’lik oyla sağ partilerin ittifakı 24 yıldır bölgeyi yöneten sol partiyi geride bırakarak seçimleri kazandı (Sputnik, 2019). 2007 yılında ABD’de başlayan ekonomik kriz 2008 yılında Avrupa’ya ulaştı. Kriz yüzünden AB’nin uyguladığı kemer sıkma politikaları vatandaşlar arasında memnuniyetsizliği arttırdı ve 11 Eylül sonrası artan İslamofobi ile aşırı sağ partilerin önem kazanmasını sağladı. 2014 seçimleri tam da bu krizlerin yaşandığı dönemde gerçekleşti. Bunlara ek olarak, 2010 yılında Tunus’ta başlayan ve dalgalar halinde diğer Arap ülkelerini etkileyen siyasi kriz sonucunda ortaya çıkan göç problemi aşırı sağ partilerin oy oranlarını olumlu yönde etkiledi. Son 40 yılın en düşük katılımıyla gerçekleşen 2014 AP seçimlerinde Hıristiyan Demokratların oyları aşırı sağcılara kaydı (Akşemsettinoğlu, Haziran 2020).

2019 AP seçim sonuçlarını incelediğimizde ise aşırı sağcı ve milliyetçi kesimlerin grubu olan Kimlik ve Demokrasi (ID) grubu, -eski adıyla Uluslar ve Özgürlükler Avrupası- 751 sandalyeden 73’ünü kazandı (Tablo 1). Sandalye sayısı Brexit sonrası 705’e düştü. Bu durum ID grubunun 2 fazla sandalye daha kazanmasını sağladı (European Union, 2019). Ulusal sonuçlara baktığımızda da İngiltere, Fransa, İtalya ve İspanya’da yabancı düşmanlığının aşırı sağ partilerin oylarının artması ile sonuçlandığını görmekteyiz. Fransa’da Marine Le Pen liderliğindeki Ulusal Cephe Partisi, Macron’un Cumhuriyetçi Yürüyüş Hareketi Partisi’ni geride bırakarak %23,34 oyla AP’de 22 sandalye kazandı (European Union, 2019).

Tablo 1. AP Seçim Sonuçları ve Siyasi Partiler

 

 

Avrupa Birliği 2014-2019

Seçimleri

Oy Oranları (%)

Koltuk Sayıları

Avrupa Birliği 2019-2024

Seçimleri

Oy Oranları (%)

Koltuk Sayıları

 

Avrupa Halk Partisi (EPP)

29.43

221

Avrupa Halk Partisi (EPP)

24.23

182

 

Sosyalistlerin ve Demokratlar İleri İttifakı (S&D)

25.43

191

Sosyalistlerin ve Demokratların İleri İttifakı (S&D)

20.51

154

 

Avrupa Muhafazakârlar ve Reformistler (ECR)

9.32

70

Avrupa Muhafazakârlar ve Reformistler (ECR)

8.26

62

 

Avrupa için Liberaller ve Demokratlar İttifakı (ALDE)

8.32

67

Kimlik ve Demokrasi (ID)

9.72

73

 

Avrupa Birleşik Solu/Nordik Solu (NGL/GUE)

6.92

52

Avrupa Birleşik Solu/ Nordik Solu (GUE/NGL)

5.46

41

 

Yeşiller ve Avrupa Özgürlük İttifakı (Greens/EFA)

6.66

50

Yeşiller ve Avrupa Özgür İttifakı (Greens/EFA)

9.85

74

 

Avrupa Özgürlük ve Doğrudan Demokrası Grubu (EFDD)

6.39

48

Avrupa’yı Yenile (Renew Europe)

14.38

108

 

Bağımsızlar (NI)

6.92

52

Bağımsızlar (NI)

7.59

57

 

İtalya’da ise göçmen karşıtlığı söylemleriyle dikkat çeken Lig Partisi %34,26 oy oranıyla birinci parti olurken, kendisini düzen karşıtı bir parti olarak tanımlayan Beş Yıldız Partisi %17,06 oy oranıyla üçüncü sırada yer aldı (European Union, 2019).

Söz konusu Avrupa Parlamentosunda bulunan siyasi parti grupları, üye ülke vatandaşlarının doğrudan seçimleriyle belirlenmektedir. Tablo 1’den ve yukarıda örneklendirdiğimiz ulusal seçim sonuçlarından da anlaşılacağı üzere hem ulusal hem de AP özelinde aşırı sağcı partilerin oy oranlarında ciddi artış görülmektedir. Bu artışa sebep olan farklı faktörler olsa da sonuçlar aslında hep aynı: Avrupa Birliği entegrasyonu bu durumdan nasıl etkilenecektir? AB entegrasyonunu derinleştirmeye yönelik atılan vatandaşlar birliği adımıyla kimlik oluşturma süreci başlatıldı. Fakat bu kimliği benimseyen gruplar için ötekileştirici bir durum söz konusudur. (Tablo 2). Bu ülkeleri öteki olarak nitelememizin sebebi AB kimliğine karşı çıkmalarıdır. Aynı zamanda bu ülkeler göçmen karşıtlığıyla kendi milli kimliklerini ön plana çıkarmaya başladılar. Bu tutum en çok Vişegrad ülkeleri arasında desteklendi. Kısaca bu ülkelerin seçim sonuçlarına değinecek olursak:

Tablo 2. AB’ye Karşı Akla Gelen Düşünceler

 

V4 Ülkeleri

Şüphe

Umut

Macaristan

29

23

Polonya

30

30

Slovakya

34

26

Çek Cumhuriyeti

51

19

Avrupa Birliği

33

28

Macaristan’ın 2018 seçimlerinde göçmen ve çok kültürlülüğe karşı tutumlarıyla öne çıkan Victor Orban’ın partisi olan FİDESZ, %48,85 oyla seçimleri kazandı (Fondation Robert Schuman, 2018). Macaristan’ın aşırı sağ partisi olan Jobbik, küreselleşme ve göç karşıtı görüşleriyle FİDESZ partisi ile benzer söylemler içerisindedir. Ayrıca iki parti de göçmenler konusuna kültür, güvenlik ve ekonomi açısından olumsuz görüş içerisindedir. Çek Cumhuriyeti’nde göçmen karşıtı yaklaşımıyla 2019 seçimlerinde Andrej Babiş’in ANO partisi %21,18 ile en çok oyu alan parti olurken (European Union, 2019) Slovakya’da milliyetçi ve göçmen karşıtı söylemleri ile tanınan SMER partisi %15,72 ile en çok oyu alan ikinci parti oldu (European Union, 2019). Polonya’da ise mülteci karşıtı tutumlarıyla bilinen Kaçinski liderliğinde Adalet ve Hukuk Partisi (PİS) 2019 seçimlerinde %45,38 oyla birinci parti oldu (European Union, 2019). Kaçinski seçim kampanyasında: “Yunan adalarına kolera, Viyana’ya da dizanteri ve benzeri parazitleri” (Kayaoğlu, 2015) söylemlerinde bulundu.

Dikkat edilirse son verdiğimiz örnekler Vişegrad ülkelerine aittir. V4 ülkeleri arasındaki benzer tutumun sebebi AB’nin uyguladığı zorunlu kota sistemidir. Her ülke kendi milli kimliklerini savunarak AB’nin göç politikasına karşı çıktılar. Kaçinski Frankfurter Allgemeine Zeitung (FAZ) gazetesine verdiği röportajda “AB, iki ciddi hata dışında genel olarak başarılıydı: 2007’de AB’nin gücünü önemli ölçüde arttıran Lizbon Antlaşması ve mülteci krizi” olduğunu belirtti (DW, 2017). Bu sebeple oluşturulmak istenen vatandaşlar birliğine karşı çıktılar çünkü önemli olan kendi milli kimlikleridir. Kaçinski yine aynı gazeteye verdiği demeçte “ulus devletleri güçlendirmeliyiz ve Birliğin yargı yetkisini azaltmalıyız” dedi (DW,2017). Bu grup özellikle Almanya’nın savunduğu zorunlu kota uygulamasına karşı çıktılar. Macaristan Başbakanı Victor Orban Angela Merkel’in bu tutumunu sürekli eleştirdi ve bu durumun ülkesinin “egemenliğini ve kültürünü” tehdit edeceğini savundu (DW, Hungary election: Viktor Orban claims landslide victory, 2018).

V4 ülkelerinin bu karşı çıkışı AB şüpheciliğini de besledi. Göç/göçmen karşıtlığının oluşturduğu birleştiricilik AB bütünleşmesini nasıl etkilediğine sonucuna varmadan önce V4 ülkelerindeki milliyetçi söylemlerle göç/göçmen karşıtlığının incelenmesi uygun gördük.

3. Visegrad Ülkelerinde Göç Krizi

Vişegrad ülkeleri, tarihi boyunca iki emperyal mücadeleci aktör olan Sovyetler Birliği ve Almanya arasında kaldı, komünist rejimlerin yıkılmasından sonra da bölge sorunlarını önceleyen bir bölgesel ortaklık kurdular. Siyasi politikalarında paralellik gösteren bu bölgesel birlik; 1991 yılında kurulmuş olup, 1993 yılında Çekoslovakya’nın bölünmesiyle bünyesinde Çek Cumhuriyeti, Macaristan, Polonya ve Slovakya’yı barındıran bir yapıya bürünmüştür. “Üyeleri arasında siyasal ve kültürel ilişkiler geliştirilmesi için kurulan Visegrad Grubu’nun ilk yıllardaki en önemli amacı üye ülkelerin Avrupa Birliği ve NATO ile bütünleşme sürecinde politikalarını düzenlemekti.” (Faruk Sönmezoğlu, 2014) 2004 yılında “demokratikleşme dönemi ve kendi ekonomilerini dünyaya açmaları girişimini takiben birliğe katılmayı başardılar” (Tabosa, 2018). Dolayısıyla 2004’te bu öncelikli amaçlarını gerçekleştirdiler fakat birliği sonlandırmadılar. AB’ye girerek güçlenen bu ülke birliği, ekonomik ve siyasi kararlarında işbirliğine yönelmeye devam etti.

2015’te vuku bulan göç akınlarıyla ilgili kararlar, birliğin AB’ye karşı tavır almasına sebep oldu. Fakat, bu tavır alış göç sürecinin başında oluşmadı. Sürecin oluşumu, AB Konseyi’nin 19 ve 20 Mart 2015’teki kararında, Akdeniz’de ölen göçmenlere duyduğu üzüntüyü belirtmesi ile başladı (AB Konseyi, 2015). AB Konseyi, durumu trajik olarak nitelendirdi ve göçü uygun şekilde yürütmenin AB’yi ilgilendirdiği belirtildi (AB Konseyi, 2015). Avrupa Birliği’nin ilk tepkisi çok temkinliydi: sorun, “Menşe -olayın doğduğu- ülkelerle iş birliğine ilaveten, üye devletlerin birliğinin gönüllülüğüne ve isteğine dayanan yeniden yerleştirme programları ile halledilecek.” (Bauerová, 2018). Vişegrad ülkeleri bu tepkiden sonra göçmenler için başsağlığı dilemekle yetindi. Fakat daha sonraları AB’nin göçmenler üzerinde gönüllülük esasına göre değil, zorunluluk esasına göre karar alması tepkilere sebep oldu. AB’nin eşit dağıtım yöntemini belirlemesi üzerine gelen tepkiler, AB ortak kimliğinin varlığının sorgulanmasına neden oldu. Oluşan Göç Krizi, bu dönem Vişegrad ülkeleri arasındaki birlik fikrini daha da pekiştirdi. Hem geçmişleri hem de şimdileri bu ülkeleri ortak bir politika uygulamaya yönlendirdi. Kültürel benzerlik ve coğrafi yakınlık, iş birliğini sağlam bir şekilde temellendirdi. “V4 yapısı, AB Göç Politikasına karşı ortak bir amaç belirlemeyi kolaylaştırdı” (Bauerová, 2018). Vişegrad ülkeleri, AB’nin göç sorununa karşı bir birlik bünyesinde karar almalarını eleştiriyorlar ve “problemlerin çözümünün üye ülkelerin kendilerine bırakılması gerektiğini iddia ediyorlardı.” (Ivanova, 2016). Mülteci meselesini bir ortak sorun olarak görmeyi kabul etmediler, bunun en açık yansımasını Macaristan Başbakanı Viktor Orbán’ın bir söyleminde görebiliriz: “Mülteci meselesi bir Avrupa meselesi değil, Almanya meselesidir” (Aktaran: Hekimler, 2018). Vişegrad ülkelerinin bu tip tavır takınmalarının altında yabancı karşıtlığı ve islamofobi gibi sebepler de vardır. Avrupa’nın batısı, tarihi boyunca çok kültürlü ve her kesimden insan barındırma fırsatı yakalayabildi fakat doğusu, bu tip bir çeşitliliği yaşamadı. Bu ülkelerin büyük oranda homojen bir nüfusa sahip olmaları, uzun yıllar içine kapalı yaşamaları, Merkezi ve Doğu Avrupa ülkelerinin göçmen tecrübesine sahip olmayışı ve çok kültürlülüğe olan yabancılıkları göçmenlere yönelik önyargılar ve ayrılıkçı tepkilerin temelini oluşturmaktadır. (Aktaran: Hekimler, 2018.) Popülist ve sağ partilerin giderek yükselmesi, göç krizine olan yabancı karşıtı tavrı gözle görülür bir şekilde arttı. Çalışmanın bu bölümü, Vişegrad ülkelerinin göçmen krizi sürecindeki tavırlarını; bu ülkelerdeki iktidar söylemleri ve halkların siyasal yönelimleri ile açıklamaya çalışacaktır.

3.1. İktidar ve Politikacıların Söylemleri Üzerinden Göç Krizi

Slovakya

Slovakya, AB’nin diğer ülkeleri kadar gelişmediği için göçmen barındırma koşulları bakımından AB standartlarının çok altında bir seviyededir. Bu acı gerçeği, 2015 yılında İçişleri Bakanı olan Robert Kaliňák’ın yerleştirildikleri yerlerden memnun olmayan Suriyeli mültecilerin eleştirilerine karşı “Sheraton Arabella Oteli’nde değilsiniz” şeklindeki kaba hatırlatmasıyla gözler önüne serdi (Stepper, 2016). Bu durumun kendisine çok yüksek maliyete sebep olacağını bahane ederek belirlenen kotalardan kaçınılmaya çalışıldı. Fakat hükümetin söylemlerinde olayın aslında başka bir çerçeveden alındığını ve göçmenlere korkuyla yaklaşıldığını görüyoruz. Öncelikle, Başbakan Robert Fico’nun geliştirdiği önerilerde bu tavrı görebiliyoruz. Robert Fico, “mültecilerin geri gönderilmesinin, toplum refahı ve ekonomi için daha iyi bir çözüm olacağını düşünüyor ve geçiş bariyerleri (barriers to navigate) inşa edilmesinin gerekliliğini belirtiyor.” (Aktaran: Stepper, 2016). Göçmenleri, “parazit” olarak görme, sadece Slovak hükümetinin politik ve sosyal söylemine özgü değildir. “Müslüman teröristlerin kamplarda gizlenmesi de, toplum genelinde bir tartışmaya yol açtı.” (Stepper, 2016) İlk zamanlarda asıl korkularını gizleyip, göçmenlerin ülkelerine gelmesini ekonomik koşullarının yetersizliğini bahane ederek engellemeye çalışan Slovak politikacılar; sonraları korkularını alenen dile getirmekte hiçbir sakınca görmediler. Bunun en net örneğini, Slovakya İçişleri Bakanı Ivan Netik’in şu konuşmasında görürüz: “Slovakya sadece gelenlerden Hıristiyan olanları kabul edecek… Müslümanlar Slovakya’ya gelmemeli çünkü ülkenin çoğunluklu Hıristiyan toplumuna entegre olamayacaklar.” (BBC News, 2015) İslamofobi olarak adlandırılan Müslümanlara karşı olan bu korku, 2015 sonrası göç krizinin doğurduğu bir olgu değildir. Göç krizi ile bu tepki pekişti. Hıristiyanlığın özünün bozulacağının ve kendi toplumsal yaşayışlarının değişebileceğinin tereddüdü, Slovakları Visegrad grubu ile göçmen karşıtı bir tavır almasına neden oluyor ve AB ortak kararlarına karşı gelmeyi kolaylaştırıyor, AB ortak kimliğini tehdit ediyordu. Burada da görülüyor ki, ulus fikri aşılamadı hatta aşılması gereken bir durum olarak hiçbir zaman görülmedi. Günü kurtarma amaçlı girdikleri AB’ye yıllar sonra başka bir birlikle karşı gelebildiler. Fakat AB’ye karşı Vişegrad ülkeleri her zaman bu tarz bir tavır takınmadı. Kendi özleriyle AB kimliğini bir tutmaya çalışmışlar ve aslında bu zorunlu kota politikalarıyla AB’nin de kimliğinin bozulduğunu düşünmüşlerdir.

Polonya

Polonya, iltica uygulamalarını göç krizi ile başlatmadı. Bu uygulamalara, 1992’de taraf olduğu Cenova Sözleşmesi ile başladı (Stepper, 2016). Sorunların ya da göçün başlangıcını 2015 yılı olarak almamak, bizi bir soruya götürür: 2015’te neden kriz olarak dile getirilir oldu ve daha somut tepkiler verilmeye başlandı? Bu sorunun cevabını söylemsel analiz yoluyla siyasetçilerin söylemlerinden çıkarmaya çalışacağız fakat burada çokça etkili bir ölçüt “yığın olarak gelme” olabilir. “Polonya başlarda sistem lehine 7000 göçmene ev sahipliği yapmayı kabul etti. Fakat sonra yeni ulusal seçimlerle, AB’nin teklif ettiği önlemlere karşı V4 grubuna bağlı yeni bir hükümet oluşturuldu” (Tabosa, 2018). Bu seçimin sonuçları Polonya halkının göçmenlere tavrı hakkında fikir veriyordu. Halk da durumdan memnun değildi.

Polonya’da tereddüdün yansımalarını politikacıların söylemlerinden ele alacak olursak, Jarosław Kaczyński’ den bahsetmemiz gerekecektir. Eski Başbakan olan Kaczyński’nin, “Durumun, çok tehlikeli ve uzun süre Avrupa’da görülmemiş hastalıklar doğurma riski var: Yunan adalarında kolera, Viyana’da dizanteri… O insanların bünyelerinde tehlike barındırmayan fakat buraya geldiklerinde tehlikeli olabilecek parazitler var.” (Cienski, 2015) diyerek Polonya’yı hatta genel olarak bu insanların bölgeden uzak tutulmasının gerekliliğini sağlık koşulları üzerinden belirtti. 

Polonya’nın göç krizi üzerine attığı bir diğer adım da, göçmenleri kategorilendirmek oldu. “Hakiki mülteci” ve “ekonomik göçmen” ayrımı yapıldı. Aslında bu ayrıma ulaşma çabası, sürekli birilerini eleme isteğinden doğuyordu. İspanya da bu tavrı sergileyerek, barındırdığı “ekonomik göçmenleri” sınır dışı etmeye çalıştı. Dönemin Polonya European People’s Partisi’nden Rafał Trzaskowski, İspanya’yı örnek alarak “Geri göndermeye tabi tutulacak insanlar için bir güvenli ülkeler listesi oluşturmalıyız, sonra mültecilere odaklanabiliriz. Bence, bu sınırlarımızdaki baskıyı hafifletir.” diye belirtmiştir. (Cienski, Politico, 2015) Burada kendi toplumsal bütünlüğünü korumak isteyen Polonya’nın topu başka ülkelere atma hedefinde olduğunu görüyoruz.

Çekya

Çekya’nın iltica üzerine tavrı 2004’ten sonra keskin bir şekilde değişti. AB’nin göçmen kotalarına karşı gelmeye başladı. Önemli bir politikacı olan Bohuslav Sobotka, 22 Eylül 2015’teki konuşmasında, AB bütünlüğünü ne kadar öncelik haline getirmediğini açıkça belirtiyordu: “Çek Cumhuriyeti, sığınmacıların AB üyeleri arasında yeniden dağıtımını amaçlayan zorunlu kota sistemini reddetmekte ısrarcı bir pozisyondadır… Biz, sığınmacıların dağıtımı üzerine herhangi bir daimi mekanizmanın lanse edilmesi teşebbüsüne daima karşı çıkacağız… Aynı şekilde, herhangi bir geçici mekanizmadaki kota sistemini de reddederiz.” (Lopatka & Muller, 2015).

Çekya Başkanı Miloš Zeman ise göç meselesini tepkiyle karşılayan politikacılardan biri. 26 Aralık 2015 tarihinde yaptığı bir konuşmada, “organize olmuş bir istila ile yüzleştiğimize derinden inanıyorum, bu doğal ve kendiliğinden oluşmuş bir mülteci hareketi değil.” (DW, 2015) diyerek göçmenleri sınır dışı etmenin kapısını araladı. Sınır koruma politikaları, diğer politikacılar tarafından insafsızca görünse de tüm bu eleştirilere karşı söylemi eleştirilerin gelip geçici bir durumdan ibaret olduğunu belirtiyordu: “Bazıları beni nefret, korku ve panik yaymayla suçluyor. Bu politikacılar bana, ufukta küçük bir dalga varken Tayland sahillerinde deniz banyosu yapan Çek turistleri hatırlatıyor. Aslında bu bir tsunamiydi.” (Aktaran: Stepper, 2016)

Macaristan

Göçmenler için Macaristan; “sadece bir geçiş ülkesi değil, aynı zamanda mülteciler için bir varış noktasıydı.” (Stepper, 2016) Bu durum, Macaristan’ı daha net çözümler alma yoluna itti. Macaristan Başbakanı Victor Orbán, “Macaristan 2015 yılında göçmenlerin baskısı altındaydı. Günde binlerce kişi yasa dışı yollardan sınırı geçti. Göç ve göçmenler Avrupa’ya karışıklık, kaos, suç, terör eylemleri ve korku getirdi” (Sputnik News, 2016) söylemiyle genel olarak Avrupa korkusundan bahsetmesi dikkat çekiciydi. Buradan Macaristan’ın sadece sınırlarını değil aynı zamanda AB bünyesini korumaya çalıştığını da görüyoruz. Almanya’nın göçmen krizine dair kararlarını her defasında AB bünyesine hakaret olarak algıladılar. ”Tüm bunlar olurken Avrupa korumasız ve zayıf. Açık bir şekilde görülüyor ki Brüksel’in göçmen krizini çözüm politikası iflas etmiş durumda. Brüksel hâlâ yasa dışı göçmenlerin Avrupa Birliği topraklarına girişlerine izin vermeye hatta onları taşımaya çalışıyor. Sonra da bunları zorunlu bir şekilde dağıtmak istiyor. Bu Brüksel’in göçmen krizini çözüm politikası. Bu planı Macar hükümeti kabul etmiyor ve uygulanmasına da karşı çıkıyor.” (Sputnik News, 2016) diye ekleyen Orbán, AB’ye karşı cephe aldı. Diğer Vişegrad ülkeleri gibi Macaristan da askeri önlem almanın gerekliliği üzerine durdu, sınırdaki tel örgüleri sağlamlaştırmakla yetinmedi ve yeni tel örgülerinin ihtiyacını belirtti. (Sputnik News, 2016)

3.2. Vatandaşların İstemleri Üzerinden Göç Krizi

V4 grubu ülkelerinin vatandaşları, politikacıları kadar keskin karşıtlığa sahip olmadı. “Var olan kanılardan biri bu ülkelerin yalnızca birer transit bölge oldukları ve esasında hiçbir göçmen ve sığınmacının uzun vadede de AB’nin ‘Yoksul Doğusunda’ kalmak niyetinde olmadığıdır.” (Aktaran: Hekimler, 2018). Bu niyetten hareketle göçmenlere köstek değil, destek olmaya meyilli kamuoyu bazen hükümeti bile karşısına alacak eylemler yaptı. Eylemlerin en bilinen örneklerinden biri, “Slovakya’da yetmiş bir göçmenin, bir kamyon içinde ölü bulunması üzerine, sayısı 11.000 kişiyi bulan grup bir araya gelerek ‘Göçmen meselesi artık soyut politik bir mesele değildir. Bu trajedi kapımızın önünde gerçekleşmektedir ve buna seyirci kalmak mümkün değildir.’ sloganıyla hükümete insani yardım ve destek çağrısında bulunmuşlardır” (Hekimler, 2018).

Çoğu çalışmada AB’ye üye devletlerdeki göçmen karşıtı söylemler, sağ partilerin yükselişi üzerinden ele alınır ve kamuoyunun, iktidar söylemleri ile birebir örtüşen bir tavrı olduğu zannedilir. Fakat hem daha önce bahsettiğimiz eylemler hem de bazı istatistikler göz önüne alındığında bu tavrın birebir örtüştüğü şeklindeki yorum, muğlak kalıyor. Bu istatistikleri ele alacak olursak, AB’nin yaptığı bir ankette, “kendinizi mültecilerle sosyal ilişkiye girme durumunda nasıl hissederdiniz?” sorusuna en fazla “rahatsızlık duyarım” cevabını veren ülkeler arasında V4 grubu vardır. (Çekya %64, Macaristan %73) ( European Union, 2018) Fakat, “Prag merkezli ‘Göçmenlere Destek Örgütü (Organizace pro pomoc uprchlıkum)’ tarafından yapılan bir araştırma, Çek yurttaşların %99’unun o güne dek hiç göçmen/mülteci görmediklerini ancak buna rağmen toplumun %81’inin göçmen karşıtı olduğunu ortaya koymuştur.” (Hekimler, 2018). Burada, “bu göçmen karşıtı tutumu tetikleyen olgulardan biri, çok kere politik sığınmacı ile yasadışı göçmen ayrımının, İslam ile İslamcılık, radikal İslamcı hareketlerle Müslümanlar arası farkın görünmezden gelinmesidir.” (Aktaran: Hekimler, 2018) Bu ayrımları gözetemeyen AB’ye bağlı devletlerin vatandaşları şüphesiz bir yanılma içerisindedir. Terörizme, yasadışı faaliyetlere karşı tutumların çokça benimsendiği bu coğrafya, iktidar yönlendirmeleri ve radikal İslamcı hareketlerin saldırılarıyla göçmenlere karşı da aynı tavrı almalarına neden oldu. İktidar yönlendirmeleri önemsenmesi gereken bir durumdur, halk göçmenlere yönelik farklı bir tutum izlese de iktidarın söylemlerini ulusal çıkara, dine bağlaması sonucu halk yine iktidardan taraf olabilir. Buradaki muğlaklığın çözülememesinin sebebi budur. Anketlerde sorulan sorular, yapılan araştırmalar genelde halkın göçmenler hakkında ne düşündüğü üzerinedir. Martin Ruhs’un da belirttiği gibi “büyük toplumsal tartışmalara sebep olmasına rağmen, Avrupa’nın iltica ve mülteci politikalarının nasıl reforme edilmesi gerektiğine dair hiçbir araştırma yoktur. Halkın, iltica sorunlarının ve mülteci korumasının nasıl reforme edilmesi gerektiği hakkındaki düşüncelerini hiç bilmiyoruz.” (Lindsay, 2019) Reform planlarında halk görüşünün arkada kalmasının, dikkate alınmamasının sebebi başta günü kurtarma amaçlı milliyetçi politikalar olmak üzere pek çok şey olabilir. Kısaca açıklamak gerekirse, halk bir terör eyleminin, yasadışı faaliyetin, hukuksuzluğun oluştuğu durumun failini bir göçmen olarak gördüğünde göçmen karşıtı olabiliyor fakat halkın, bu durumların yokluğu veyahut düzeltilmesi üzerine görüşlerine rastlayamıyoruz.

4. Sonuç

Avrupa Birliği 1951 yılında ekonomik birliktelik içeren Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu’nun kurulması ve ardından birçok farklı antlaşmalarla üye ülkeler arasında ortak politikalar ve iş birliğini geliştirmeye çalıştı. AB bu doğrultuda genişleme ve derinleşme politikalarını benimsedi. Fakat bu iki politika AB’nin kendi içerisinde birtakım eleştirilerle karşılaştı. Makale boyunca da değindiğimiz bu eleştirilerden biri AB’nin entegrasyonunu arttırmaya yönelik oluşturduğu “kimlik” olgusudur. Kimlik bir bireyi ya da grubu tanımlarken onu diğerlerinden ayıran özelliği belirtir. Bu tanımlama aynı zamanda karşı tarafı da diğeri olarak tanımlar ve diğerlerinin de kimliğini belirler. AB 2004 yılında Avrupa Birliği Antlaşması’yla ortak bir kimlik oluşturmak istedi. Fakat Avrupa coğrafyasında yaşanan sorunlar nedeniyle ortak kimliğin tehlike altında olduğunu söyleyebiliriz. Bu sorunların en önemlileri 2010 yılında Arap Baharıyla başlayan ve 2011 Suriye İç Savaşı’yla devam eden göçmen akınları oluşturmaktadır. AB göçmenler için zorunlu kota uygulamasını uygun gördü fakat Vişegrad ülkeleri kendi milli kimliklerini ön planda tutarak bu durumu kabul etmediler. Burada AB ortak kimliğine kendi ulus kimliklerini üstün tutarak bir karşı çıkış görülürken aynı zamanda Birliğin politikalarına uymama durumu da görülmektedir. Bu durum bizi(e) “Çeşitlilik İçinde Birlik” sloganının sahibi olan AB’nin tam da bu çeşitlilikten kaynaklanan sorunlarla baş başa olduğunu gösteriyor. Bu sorunların en belirgini Vişegrad ülkelerinde öne çıkmaktadır.

2015 göç krizi ile birlikte sorunlar Vişegrad ülkelerinde büyümeye başladı, iktidar söylemlerine ve vatandaşların tavırlarına yansıdı. Vişegrad ülkelerindeki iktidar söylemlerini ele aldığımızda milliyetçilik dalgalanmalarının yükselmesi ve buradan hareketle ortak kimliğin yok olması sonucuna varılabilir. Fakat AB vatandaşlarının, ortak kimlik unsurlarından birine zarar getirecek her olaya olumsuz tavrı ile de AB kimliğine bağlı oldukları sonucuna varılabilir. Milliyetçiliklerin sonundan bahsetmenin de, ortak kimliği milliyetçiliklerin bozacağı görüşünün de aslında o kadar tutarlı olmadığını görüyoruz. Milliyetçiliklerin sonundan bahsedemeyiz çünkü her ne kadar “inşa” yoluyla oluşturulduğunu iddia etsek de durumun halk ve seçimler üzerinde doğurduğu gayet somut sonuçları vardır. Ortak kimliği milliyetçiliklerin bozduğundan da kesin olarak bahsedemeyiz çünkü AB vatandaşları direkt olarak bir milliyeti yabancılaştırma eğiliminde değildir. AB ortak kimliğine zarar verdiği ölçüde anketlerde tepkilerini göstermişler, yalın olarak ya da nasıl restore edileceğine dair sonuçlar elimizde olmadığından böyle bir yargıya varmak yersizdir. Eğer AB vatandaşlarının durumun nasıl düzeltilebileceğine dair araştırmalar olsaydı, “katılıyorum, katılmıyorum” gibi cevaplar yerine fikirlerini nasıl temellendirdiklerini bilebilseydik göçmenlere aslında nasıl bir gözle baktıklarını anlayabilirdik. Sonuç olarak, bir yargıya varmak yerine süreci incelemek en doğrusu olacaktır. AB bünyesinde hem milliyetçi eğilimler vardır hem de ortak kimliği üst düzeyde tutmaya çalışan görüşler vardır. Bunlar iç içedir, birinin varlığı diğerini yok edemez. Dolayısıyla milliyetçiliğin sonu ya da ortak kimliğin bozulacağı çıkarımlarına varmak için henüz erkendir.

Ayşegül Tuncer

Rabia Yazar

Milliyetçilik Çalışmaları Staj Programı

KAYNAKÇA

AB Konseyi. (2015). 19/20 Mart 2015 Kararları. Brüksel: Avrupa Birliği Konseyi.

Akşemsettinoğlu, G. (Haziran 2020). Avrupa Parlamentosu Seçimlerinde 40 Yıl: 1979 – 2019. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi, 176.

Bauerová, H. (2018). Migration Policy of the V4 in the Context. Politics in Central Europe, 101.

BBC News. (2015, Ağustos 19). https://www.bbc.com/news/world-europe-33986738 adresinden alındı

Bayır, Ö. E. (2014). Doğu AVrupa Ortamında Polonya’nın Dış Politikası. Ö. E. Faruk Sönmezoğlu içinde, Dış Politika Karşılaştırmalı Bir Bakış (s. 335). İstanbul: Der Yayınları.

Cienski, J. (2015, Ekim 14). Politico: https://www.politico.eu/article/migrants-asylum-poland-kaczynski-election/ adresinden alındı

Cienski, J. (2015, Eylül 4). Politico: https://www.politico.eu/article/poland-migrants-asylum-refugees-crisis-commission-kopacz-trzaskowski/ adresinden alındı

Çolakoğlu, E. (Temmuz 2019). Avrupa’da Mülteciler, Yükselen Aşırı Sağ. İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt: 33, Sayı: 3, 935.

DW. (2015, Aralık 26). https://www.dw.com/en/czech-president-zeman-says-refugee-wave-is-organized-invasion/a-18943660 adresinden alındı

DW. (2008, Temmuz 1). AB’de “Lizbon krizi“ alarm veriyor. https://p.dw.com/p/EUD9 adresinden alındı

DW. (2017, Temmuz 2). Poland’s influential PiS party leader Jaroslaw Kaczynski calls for EU reform. https://p.dw.com/p/2X4hz adresinden alındı

DW. (2018, Nisan 8). Hungary election: Viktor Orban claims landslide victory. https://p.dw.com/p/2vgzB adresinden alındı

European Union. (2018). Integration of immigrants in the European Union.

European Union. (2019, 9 25). 2019 European election results. France: https://www.europarl.europa.eu/election-results-2019/en/national-results/france/2019-2024/ adresinden alındı

European Union. (2019, 9 25). 2019 European election results. Italy: https://www.europarl.europa.eu/election-results-2019/en/national-results/italy/2019-2024/ adresinden alındı

European Union. (2019, 9 25). 2019 European election results. Czechia: https://www.europarl.europa.eu/election-results-2019/en/national-results/czechia/2019-2024/ adresinden alındı

European Union. (2019, 9 25). 2019 European election results. Slovakia: https://www.europarl.europa.eu/election-results-2019/en/national-results/slovakia/2019-2024/ adresinden alındı

European Union. (2019, 5 29). 2019 European election results. Poland: https://www.europarl.europa.eu/election-results-2019/en/national-results/poland/2019-2024/ adresinden alındı

European Union. (2019, 7 2). 2019 European Election Results. https://www.europarl.europa.eu/election-results-2019/en/european-results/2019-2024/ adresinden alındı

Faruk Sönmezoğlu, Ö. E. (2014). Dış Politika – Karşılaştırmalı Bir Bakış. İstanbul: Der Yayınları.

Fondation Robert Schuman. (2018). General Election in Hungry.

Hekimler, O. (2018). Batı-Doğu Çekişmesi: Göçmen Meselesi Avrupa’da Yeni Bir Bloklaşmaya Sebebiyet Verebilir Mi? Ankara Üniversitesi SBF Dergisi.

Ivanova, D. (2016). MIGRANT CRISIS AND THE VISEGRÁD GROUP`S POLICY. 35.

Kayaoğlu, A. (2015, 10 26). Euronews. Polonya’daki “genç ve eğitimli kesim” sağcı parti PİS’i iktidara taşıdı: https://tr.euronews.com/2015/10/26/polonya-daki-genc-ve-egitimli-kesim-sagci-parti-pis-i-iktidara-tasidi adresinden alındı

Kerestecioğlu, İ. Ö. (2018). Milliyetçilik: Uyuyan Güzeli Uyandıran Prens’ten Frankeştayn’ın Canavarına. H. B. Hekimoğlu içinde, 19. Yüzyıldan 20. Yüzyıla Modern Siyasal İdeolojiler (s. 319). İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.

Lindsay, F. (2019, Ekim 3). Forbes: https://www.forbes.com/sites/freylindsay/2019/10/03/europe-is-not-as-divided-on-refugees-as-you-think/?sh=ac96e73239d5 adresinden alındı

Lopatka, J., & Muller, R. (2015, Eylül 22). Reuters: https://www.reuters.com/article/us-europe-migrants-czech-idUSKCN0RM10420150922 adresinden alındı

Reuters. (tarih yok). http://fingfx.thomsonreuters.com/gfx/rngs/HUNGARY-ELECTION/0100619X2QP/index.html adresinden alındı

Riegert, B. (2007, 6 20). DW. https://www.dw.com/tr/polonyadan-uzla%C5%9Fma-mesaj%C4%B1/a-2616280 adresinden alındı

Schuman, F. R. (2018). General Elections in Hungary.

Sputnik. (2019, 3 25). https://sptnkne.ws/mazc adresinden alındı

Sputnik News. (2016, Şubat 15). https://tr.sputniknews.com/avrupa/201602151020893288-macaristan-gocmen-krizi-viktor-orban/ adresinden alındı

Stepper, P. (2016). The Visegrad Group and the EU agenda on migration: A. COJOURN , 68.

T.C. Avrupa Birliği Başkanlığı . (2020, 5 8). Avrupa Birliği Tarihçesi. https://www.ab.gov.tr/avrupa-birliginin-tarihcesi_105.html adresinden alındı

T.C. Avrupa Birliği Başkanlığı. (tarih yok). AB’ye Genel Bakış. AB Başkanlığı: https://www.ab.gov.tr/files/rehber/02_rehber.pdf adresinden alındı

Tabosa, C. d. (2018). Europeanization of Common Migration and Asylum. Center for Comparative Immıgration Studies, 7-8.

Yekeler, B. (2016). Avrupa Birliği Vatandaşlığı. EuroPolitika, 49.

Interview with Mevluddin Ibish about North Macedonia and Turkey Relations

0

This interview was made with Mevluddin Ibish on North Mecedonia and Turkey relations.

Who is Mevluddin Ibish? 

Mevludin Ibish was born in Skopje. He completed his university education in Skopje Aziz Cyril and Methodius University, Faculty of Law, Department of Political Sciences. He also completed his master’s degree at the Faculty of Political Sciences at the University of Bologna, Italy. He completed his doctorate at Serbia’s Novi Pazar University Faculty of Law. Since 2010, he has been working as a lecturer at the International Balkan University. He also served as vice-rector at the same university in 2015-2016. Balkans and Turkey has been conducting research on the subject. It focuses on political history, political parties, civil society and political systems. Western Balkan countries and has written articles on political developments in Turkey towards European integration and political developments, the democratic process, political culture, political leadership and political responsibilities towards analysis was penned. He has also been a member of the scientific board of some scientific journals.

1. First of all, thank you for accepting my offer to interview you. Could you tell us a bit about yourself and your research?

It’s my great pleasure to be part of your research, and I hope you’ll succeed in your work. I was born in Skopje, North Macedonia and live with my family here. I have a PhD in political sciences and work as an Associate Professor at International Balkan University; furthermore, I have been a lecturer at Istanbul Sabahattin Zaim University-Turkey for five academic years, starting from 2015/16 until 2019/20. My main research field is Balkans and Turkey’s region related to soft power, political systems, political culture, and regional policies. I have conducted reports and written articles in this spectrum and joined TV debates related to Balkan politics and Turkey. I speak eight languages, and this helps me very much to conduct my research and to have a more realistic approach while I do study the Balkans and Turkey.     

2. Your studies are usually on the Balkans and Turkey. What drives you to work in this field?

Balkan politics is a field of analyses that requires a systematic approach and deep knowledge about its historical background. The complexity of identities, the ethnic divisions and the political diversity motivated me to further this field. The Balkan Peninsula in itself incorporates a tremendous historical background. Its very much vivid construction having in mind the ideological penetrations that have been involved after the dissolution of the Ottoman Empire, more precisely with the start of the Balkan wars 1912 and the very beginning of the IWW-1914. Analyzing Turkey additionally towards the Balkans gave me an impetus and motivation to explore further the sui generis relationship that Turkey does have with the Balkans, having in mind its social capital constructed during the Ottoman period. It’s an economic and political relationship that has been driven during Yugoslavia and, more importantly, after the dissolution of Yugoslavia, once the Western Balkan reached their independencies.

3. There has been a long-term Name problem between North Macedonia and Greece. How much has this problem affected North Macedonia’s accession process to the European Union?

Of course, the name issue is very well known in the field of bilateral disputes, and these two neighbours (North Macedonia and Greece) are a substantial case study in the field of political sciences. The conflict started once  Macedonia got its independence, as it left the federation of Yugoslavia. At that moment, Greece began to bilaterally dispute Macedonia’s label by advocating that there’s another Macedonia label for its northern region in Greece. Furthermore, Greece lobbied so much in the UN at the very beginning to stop the entrance of Macedonia, which means it obstacle the acceptance of Macedonia’s statehood. They thus achieved this fact by pushing Macedonia to accept a very illogical name as Former Yugoslav Republic of Macedonia (FYROM) and with an acceptance that they will further negotiate towards finding a permanent solution in the future. In this regard, I think that Greece, with the name issue, created a significant problem for Macedonia to achieve its integration. Not only that but Greece also systematically disputed even the integration towards NATO. Until 2018, the Prespa Agreement was reached between the two neighbours, and Macedonia changed its name to North Macedonia. The NATO entrance issue was achieved, and North Macedonia is a member state starting from 2020. At this point, Greece changed its narrative and tried to help North Macedonia towards EU integration. Furthermore, Greece sees North Macedonia as a bilateral friend that is profoundly needed to start the negotiations with the EU. Of course, these changes came after the Prespa Agreement was achieved.   

4. How has North Macedonia’s EU accession process affected or will affect the country’s foreign capital attractiveness?

We can state that being part of the EU does have a significant impact on the state economy. Still, I would say that being a NATO member somehow created a powerful platform for the FDI’s (Foreign Direct Investors) to be freer to invest, knowing that North Macedonia is a secure place once it entered NATO. This substitute is not for long. Therefore, North Macedonia needs to deepen its negotiation processes, mainly because it didn’t yet since Bulgaria blocks it. Otherwise, it will lose another period for finding and attracting FDI’s. Still, it will lose the opportunity to get more knowledge and educational capacities to compete with the EU market. You know that the negotiations process means support for North Macedonia’s institutions and economic capabilities to prepare for the whole-fledged entrance. As such, the economy should be prepared for competition and attraction of FDIs At this point, to make a summary, North Macedonia is lacking FDIs not only for not starting the negotiations with the EU, it also has to do with the high level of corruption, state establishment, the political culture and the shortages in the educational capacities. 

5. Can we say that North Macedonia’s legacy of socialism creates a political challenge for the country? Why? How?

We know, and we have to admit, that North Macedonia was part of the Yugoslavian political construction, and it was an integrated entity within. Hence, as an ideological frame, socialism created its values and impacted its citizens and society.  Thus, socialism’s legacy can still be visible in how the public administration functions and how the political parties behave once they win the elections. In this perspective, I always state that political parties are obliged to bring policies; instead, they employ people. As such, I think that there’s a legacy from socialism, knowing that the state was the employer, so parties continue to play that role.

Furthermore, I can see corruption and nepotism as a kind form of continuation from ex Yugoslavia’s socialist legacy. Political accountability as well can be targeted, and the institutional responsibility is duly related to your question. So, I would say, from a global scale, North Macedonia moved towards the democratic provisions, but the insight deteriorated because of these legacies and continues to struggle with these issues.

6. In your article “Western Balkans and Turkey After the Coup D’etat Attempt”, you said that the motto of relations between Western Balkans and Turkey is that the Western Balkans needs Turkey, which suits the Turkish state. So why North Macedonia needs Turkey?

I continue to push for this standpoint, and I bring lots of arguments for this, starting from the need that the Balkans and, in particular, North Macedonia does have from Turkey concerning:

  • trade,
  • health care knowledge,
  • energy recourses (Turkey became the most significant energy factor proving routes for Russian and Azerbaijani oil and gas that links them to the European markets and the Balkans in particular),
  • social capital
  • experiences
  • Military support and guidance via NATO, etc.

And this suits Turkey because the Balkans is a region in which Turkey does have an influence having in mind its social and cultural relations seen via the door of history and economic, military and political support, and this gives a position to Turkey to be seen as a natural player in the Balkans. Turkey benefits from having its role in the Balkans because its involvement can be seen as a regional force and factor.

7. Relations between Turkey and the Balkans are also present figure comes close to the Ottomans. You were born in Skopje and grew up as one; you’ve seen North Macedonia and Turkey’s relations. How do you handle this relationship? Can you make a general statement about the relationship between them North Macedonia and Turkey?

The relationship of North Macedonia with turkey is in perfect shape, and it was historically like that. After its independence, North Macedonia followed a very positive approach towards Turkey and vice versa. In addition to this, I would say that Turkey followed a more positive path towards North Macedonia, having in mind that Turkey is the first country that recognized by its name Macedonia and never disputed that name, by that created a very positive and natural relationship. This can be seen as an opposite approach from what Greece had until 2018, and in that format, it strengthened its position of Turkey’s involvement in North Macedonia. But Turkey has a challenging situation in North Macedonia, keeping in mind that we are a heterogonous society and all ethnicities have different interests and balancing it. It’s pretty complex. Turkey created good platforms and space for all sides, and by doing so, Turkey does have good support by all political end ethnic compartments. If you ask me as an Albanian who lives in North Macedonia, Albanians and Turks’ coexistence in North Macedonia representing the Muslim community was always in an excellent perspective—doing so created social capital that makes these assets more and more visible about both countries. With this, even Macedonians who are Christians have a favourable opinion of Turkey, which shows a good path for the Turkish factor and its involvement. 

8. Turkey is one of North Macedonia’s critical commercial partners. With the agreement on trade and Economic Cooperation in 1994, how is the process going today?

That’s true, Turkey does have an excellent trade relationship with North Macedonia, and in that regard, if you see the statistics, Turkey does handle very well in terms of export of goods and services in agriculture, textile industry, steel industry and other formats, as well as tourism and health tourism which is being very much advanced lately I think. Even though Turkey is the winner in these comparative analyses, it still ensured that quality in goods and services is why the consumers in North Macedonia are attracted to Turkish products, which made a strong bond. I would say that Turkey fulfilled the gap once the Balkan states exited communism and, while transformed their economies needed products and services, and as such, Turkey implied itself in the Balkans markets. Furthermore, being near the Balkans from a geographical point of view gave Turkey an additional economic boost and the possibility for interaction and complex interdependency.        

9. The Balkans have always been an essential region in Turkish foreign policy. What do you think about Turkey-North Macedonia Foreign Policy relations recently?

The foreign policy relations between North Macedonia and Turkey, as previously stated, we can easily say that its visible a tremendous bilateral relationship that resulted in a significant political, military, economic and social interdependency. Turkey supported North Macedonia systematically at all levels and is being historically recognized. Moreover, I think that terms as a “brother country” or a “close friend” are being referred to and used in the foreign policy vocabulary once visits are being formalized amongst both countries. Turkey continues to support North Macedonia at all levels. Sometimes I say in my analyses that all political factors never achieved the maximum of what Turkey can deliver as support towards North Macedonian society in terms of investments, social capital, access to knowledge, military aid, etc.

10. Finally, is there anything you want to add or say about the North Macedonia-Turkey relationship?

I would like to say that Turkey’s position after the Prespa Agreement 2018 between North Macedonia and Greece somehow changed Turkey’s old part as a regional factor. Greece fulfils the space in support towards North Macedonia in terms of security and EU approach. Of course, Turkey has a tremendous social and cultural relationship that Greece does not, but I would change some Turkish state’s methodologies in recent years via its soft power assets. This can be a discussion for other opportunities.   

Mine Nur Çıbık

Balkan Çalışmaları Staj Programı

Turkey and Israel’s Activities’ Investigation on Mavi Marmara Incident In Terms of International Law

Abstract

The Mavi Marmara incident is a cornerstone in Turkish-Israeli relations’ history. In terms of its consequences, it has both a political and an international law aspect. The Gaza Naval Blockade imposed by Israel after Operation Cast Lead is one of the most significant factors in turning into a crisis. The international reports after the incident are worth examining in terms of contradictions they caused. The legitimacy of the blockade and the intervention are discussed in the international public. For all these reasons, the incident is investigated as a whole with its political and legal aspects.

Keywords: Naval Blockade, Mavi Marmara, Gaza Strip, Turkish-Israeli Relations, International Law.

Introduction

The Mavi Marmara incident is the most severe and unpleasant incident between the two countries since the beginning of Turkish-Israeli relations in 1949 due to its direct element of violence (Efron, 2018, pp. 9-10). The Mavi Marmara accident incident stands out both in terms of its political background and international law aspect. As a result of this incident’s consequences, it was described as Turkey’s 9/11 by Ahmet Davutoglu, Turkey’s Foreign Minister at the time (Milliyet, 2010).

Due to the reasons mentioned above in the Mavi Marmara incident, it is crucial to examine it both with its political background and international law aspect. Looking at the Mavi Marmara incident’s political background, Israel’s Operation Cast Lead against Gaza at the end of 2008 constitutes a turning point. Until the operation, relations between Turkey and Israel continued on the axis of the Palestinian issue as they have throughout its history, but Turkey also played a mediation role by hosting indirect talks between Israel and Syria at the time. In other words, the outlook for Turkish-Israeli relations and expectations for the Middle East’s future was very positive. However, with Israel’s announcement that it had declared a blockade in Gaza after Operation Cast Lead, a line of crises occurred between them. Several crises, first between Turkish Prime Minister Recep Tayyip Erdogan and Israeli President Shimon Peres at the Davos Economic Forum, followed by the effects of the results of the 2009 elections in Israel on bilateral relations, the cancellation by Turkey of the international part of the Anatolian Eagle Exercise, the broadcast of scenes against Israel in some Turkish television series, and the lower chair crisis caused by this, strained bilateral relations before the Mavi Marmara incident. Therefore, explaining the impact of the two countries’ political crises before examining the international law aspect of the Mavi Marmara incident will form the first part of this study.

Israel, which refused to accept the Hamas government coming to power, carried out ‘Operation Cast Lead’ into the Gaza Strip. As a result of the operation, Israel applied a naval blockade to Gaza. The Gaza Blockade is against international law in terms of the conditions applied. At this point, it is necessary to consider the concept of the blockade in international law and the conditions of applying a legitimate blockade. And then, international organizations took action because Gaza’s civilian population could not meet their basic needs. A humanitarian aid flotilla has been set up to deliver aid to Gaza. Israel disapproved of the aid flotilla idea and the aid flotilla moving in the high sea. The death of nine people resulted from the Mavi Marmara incident and the fact that such an incident in the high seas caused reactions in the international arena. Therefore, this intervention of Israel is an issue that needs to be addressed in terms of the Law of the Sea. Besides, the need to address the demands of Turkey as a result of the Mavi Marmara incident. How the State of Israel responds to these demands is one of the issues that need to be addressed. Additionally, after this event also how to progress in Turkey-Israel relations is another topic of discussion.

Due to intervention in the flotilla in international waters, it is vital to examine international conventions. Regulations on this subject were made in the 1958 Geneva Conventions on The Law of The Sea and the 1982 United Nations Convention on the Law of the Sea. This article will examine the related articles of these two conventions. As it is known, after the Mavi Marmara incident, two reports were prepared by bodies within the United Nations (UN). These reports are diametrically opposed to each other. (Aksar, 2012, p. 25). The finding of these two reports and the highly referenced UN Charter are also considered in this article. The relevant two articles of the UN Charter were especially evaluated due to the reports prepared and the countries’ frequent application. In this three-part of this article, the flotilla and Israel activities are evaluated in terms of international law.

Political Background Until the Mavi Marmara Incident

1.1.  Turkish-Israeli Relations From the 2006 Palestinian Elections to Operation Cast Lead

After Hamas won the Palestinian elections in January 2006, Hamas’ exiled leader Khaled Mashal paid an informal visit to Ankara in February 2006, which was met with a backlash by Israel (Hale, 2013, p.229). While Turkey says Hamas’ election victory must be respected, Israel’s description of Hamas as a radical Islamist terrorist organization has created a new crisis in bilateral relations (Hale, 2013; Yeşilyurt, 2017, p. 441). Turkey’s recognition of Hamas and its election victory caused a huge backlash on the Israeli side, while Turkey also broke away from its Western allies, such as the European Union and the United States, which recognized Hamas as a terrorist organization (Sever & Almog, 2019, p. 67-68).

Although the idea of Turkey being an intermediary in the negotiations between Syria and Israel dates back to 2004, it was only possible at the beginning of 2008 that this idea became concrete action, which continued until the launch of Operation Cast Lead by Israel (Tür, 2012, pp.55-56). Turkey had hosted four of the indirect talks between Israel and Syria, and a positive result was now expected in the fifth meeting. However, after completing this indirect meeting, Israeli Prime Minister Ehud Olmert returned to his country to get his government’s opinion. After Olmert’s return, the talks’ positive outlook changed in a moment, and Israel launched Operation Cast Lead for Gaza. Following this operation, Turkish Prime Minister Erdogan said Israel had deceived Turkey and was preparing operations while conducting peace talks, and bilateral relations have entered a new crisis (Tür, 2012, p. 55).

1.2. Crisis in Bilateral Relations From Cast Lead Operation to Mavi Marmara Incident

The first crisis stemming from the Israeli Operation Cast Lead was the end of peace talks between Syria and Israel brokered by Turkey (Ulutaş, 2010, p. 6). In January 2009, after Prime Minister Erdogan’s statement that Israel’s membership in the UN should be questioned, there was a harsh polemic between Prime Minister Erdogan and Israeli President Shimon Peres at the Davos Economic Forum, and Erdogan left the hall where the panel was held (Yeşilyurt, 2017, p. 442). At the root of the harsh polemic on the panel was Israeli President Peres’s defense on the attacks in Gaza as Israel’s legitimate self-defense (Ulutaş, 2010). Following this crisis, a new crisis emerged after the Israeli elections in 2009. After Israel’s 2009 elections, a coalition government formed in which Benyamin Netanyahu became prime minister, with far-right elements forming a majority, exacerbated the tensions between the two countries (Yeşilyurt, 2017).

In October 2009, Israel was blocked from participating in the Anatolian Eagle Exercise on Erdogan’s orders, after which the United States and Italy announced that they were withdrawing from the exercise to demonstrate their protests against Turkey’s decision, and the international part of the exercise was cancelled (Efron, 2018: 9; Yeşilyurt, 2017, pp. 442-443). Meanwhile, the two countries’ relations were marked by tv-series crises (Yeşilyurt, 2017, p. 443). The broadcast of some scenes against Israel in the Turkish television series Ayrılık and the publication of similar scenes in the series Kurtlar Vadisi before this crisis was resolved raised Israel’s ire, and thus another crisis emerged (Yeşilyurt, 2017; Tür, 2012, p. 56). This crisis led to another crisis, and a diplomatic scandal or crisis called a ‘lower chair’ crisis occurred (Tür, 2012). Danny Ayalon, Israel’s Deputy Foreign Minister and a member of the anti-Arab Israel Beitanu Party, summoned Turkey’s Ambassador to Tel Aviv, Oguz Celikkol, to his office, during which he made statements in Hebrew (which the ambassador does not know) in front of the cameras, placing only the Israeli flag on the table and placing the Turkish Ambassador in a lower seat (Hale, 2013, p. 230). Following Israeli Deputy Foreign Minister Ayalon’s humiliating stance against the Turkish ambassador to Tel Aviv, Turkish President Abdullah Gul demanded a formal apology from Israel, and tension between the two countries softened slightly after Israel met that demand (Yeşilyurt, 2017, p. 443).

After the previous consecutive crises, the harshest crisis in the history of the two countries’ relations occurred with the Mavi Marmara incident (Sever & Almog, 2019, p. 73). The Humanitarian Relief Organization (IHH), which stands out with its Islamist identity, set out with a flotilla loaded with humanitarian aid and 700 participants from various countries around the world to break Israel’s blockade in Gaza (Hale, 2013, p. 230). On May 31, 2010, Israeli soldiers intervened in the Gaza Freedom Flotilla, spearheaded by the Turkish non-governmental organization IHH, which resulted in the deaths of 9 Turkish citizens on board (Sever & Almog, 2019, p. 73). After the Mavi Marmara intervention, Israel accused the Turkish government of not warning the activists on board of the dangers they may face (Sever & Almog, 2019). Turkey’s reaction to the intervention on the Mavi Marmara was strong, and Turkey, with the international public’s support, considered Israel’s intervention as an act of terrorism and piracy (Yeşilyurt, 2017, p. 443). Israel, on the other hand, has claimed that the purpose of the flotilla is not only to deliver humanitarian supplies to Gaza, but to have a political purpose in favor of Hamas, which Israel considers a security threat to its existence, and for these reasons Israel’s intervention on the Mavi Marmara is its legitimate right (Sever & Almog, 2019). Following this crisis, Turkey summoned Tel Aviv Ambassador Oguz Celikkol to Ankara, and relations were reduced to the level of chargé d’affaires (Yeşilyurt, 2017).

 Following this reaction, Turkey made five requests for the normalization of relations, including an apology from Israel, compensation payment, lifting of the blockade on Gaza, the establishment of an international commission of inquiry into the incident, and the extradition of confiscated vessels and arrested activists (Yeşilyurt, 2017). After that, two of those requests were accepted by Israel under pressure from the United States, and Israel agreed to join the UN panel investigating the incident and extradited the vessels seized after the incident in August 2010 (Yeşilyurt, 2017; Özcan, 2010, p. 36). Although the UN Human Rights Council report found that the intervention of Israeli forces violated international law, quite the contrary, the Palmer report found that Israel’s intervention on the Mavi Marmara had been excessive and unreasonable, while Israel’s naval blockade of Gaza was legitimate under international law (Hale, 2013, pp. 231-232). After the Palmer report found that the Gaza blockade was in accordance with international law, Turkey said it had ignored the report and asked the Israeli Ambassador to Ankara Gaby Levin to leave Turkey (Yeşilyurt, 2017, p. 444). In addition to its move, Turkey announced five sanctions, including reducing diplomatic representation with Israel to the Second Secretary level, suspending all military agreements between the two countries, taking the necessary measures for the release of navigation in the Eastern Mediterranean, ensuring that the Gaza blockade is examined at the International Court of Justice, and supporting attempts to search for the rights of all victims (Yeşilyurt, 2017, p. 445).

The Blockade

According to international law, states have the right to cut off the enemy state’s connection with the external world in an armed conflict. In this context, a blockade under international law means surrounds the ports and coasts of the enemy state and a method of war that controls the entry and exit of all ships and aircraft into the blockade area (Topal, 2012, p. 110). The blockade aims to render the enemy state economically ineffective. There are certain conditions necessary for the blockade to comply with international law. For the blockade to become binding, the state implementing the blockade must fulfil the obligatory blockade conditions and execute the blockade effectively. An effective blockade can block access to the blockade area and means protecting the territory with a naval force (Duman, 2016, p. 2). The blockade can be applied unilaterally between states. Besides, as the UN Security Council is responsible for protecting international peace and security, it has the right to impose a blockade when it deems necessary. According to some thinkers, with the development of war and weapon technology, the naval blockade has become unnecessary. However, the Gaza Blockade proves that this situation is a strategic military move today (Topal, 2012, p. 111). According to some reports prepared in consequence of the blockade in Gaza, the blockade and terms of the blockade imposed by Israel on Gaza are against international law (Yücel, 2018, p. 52).

The Gaza Blockade is against international law concerning the blockade conditions applied. Accordingly, the Gaza Blockade has determined which legal requirements must be followed to implement the naval blockade. Although the concept of the blockade has been a method used in wars since ancient times, there was no international agreement regarding the application principles and legitimacy of this method. In the 19th century, the first regulation regarding the blockade was the Paris Declaration, known as ‘The 1856 Paris Declaration Respecting Maritime Law’. This declaration mentioned that the blockade should be implemented effectively (Topal, 2012). Another treaty affecting the Naval Blockade process is the London Declaration Concerning the Laws of Naval War on February 26, 1909. This declaration consists of 71 articles and is prepared to determine the high seas’ legal status in times of war. However, it is not legally binding as it does not receive sufficient approval from states (Duman, 2018: 3). Finally, in the regulations made on Naval Blockade, ‘The San Remo Manual on International Law Applicable to Armed Conflict at Sea / SRM’ appears. SRM is the most comprehensive international agreement on the naval blockade. San Remo has determined the legal conditions that must be applied to prevent humanitarian crises in the areas under blockade. According to these conditions, the blockade decision should be declared, and the blockade should be implemented effectively, the blockade should not create impediment on the coastline or ports of neutral states and should be applied to the ships of all state, should not deprive the blockade area of ​​basic needs that would cause a humanitarian crisis, and should not be applied to punish the civilian population (Duman, 2018, p. 4). Besides, if the blockade prevents the civilian population from reaching their basic needs, the party implementing the blockade should allow campaigns to deliver humanitarian aid to the civilian population. The point to be considered is that the distribution of aid should be under the supervision of a protective force or a neutral international organization such as the International Committee of the Red Cross.

Gaza Blockade

After the Arab-Israeli wars in 1948, the 1949 Armistice Agreement was signed, and the United Nations determined the official borders of the Gaza Strip (Güleryüz, 2013, p. 31). The Arab-Israeli wars between 1964-1967 became the Six-Day War in 1967. However, Israel gained supremacy in the war, and Israel occupied the West Bank, Golan Heights, and the Gaza Strip, thus winning the war. These occupied territories continued under Israel’s rule until 2005. The peace negotiations that continued until 2005 concluded. In this way, Israel decided to withdraw its soldiers and civilian elements from Gaza. Although Israel withdrew its soldiers from the Gaza Strip, Israel continued to control the Gaza Strip’s airspace, territorial waters, and entry and exit. (Güleryüz, 2013). The Gaza Strip occupation, which started in 1967, ended with Israel’s withdrawal from the region in 2005 (Topal, 2012, p. 104). 

On January 25, 2006, after Israel withdrew from the Gaza Strip, political elections were held in the Gaza Strip, and Hamas won the elections. The Hamas government won the election and established its government under the Palestinian National Authority (Topal, 2012, p. 105). Israel did not recognize the Hamas government, which won the elections democratically, and did not see it as a political actor. However, Israel declared the Hamas government a terrorist group, and the U.S. State Department determined Hamas as a Foreign Terrorist Organization (FTO) (Migdalovitz, 2010: 1). Moreover, Israel did not acknowledge Hamas’ political success and applied many policies and sanctions to destroy its government (Güleryüz, 2013, p. 32). Israel organized attacks on the Gaza Strip from time to time and banned the entry of basic needs into the region. Israel succeeded in the wake of these sanctions, and the Hamas government lost its power. As a result of the political vacuum that emerged, the ‘Palestinian National Unity Government’ consisting of independent members came to power (Topal, 2012). Hamas did not accept the new power and gained supremacy in the Palestinian territories by taking exact control of the Gaza Strip. After the Hamas government took control, Israel did not remain unresponsive. Israel applied stricter political and economic sanctions on the Gaza Strip and declared the Gaza Strip “hostile territory.” The Hamas government did not remain unresponsive to these policies, and it caused material damage by firing mortar shells in the southern regions of Israel (Güleryüz, 2013).

When the Gaza Strip caused material damage in Israel, Israel found an excuse to attack and intervened in the Gaza Strip. In doing so, Israel used disproportionate force, and it left the people living in the Gaza Strip in a difficult situation. Then, there was a ceasefire between the states, but before long, Israel broke the ceasefire and attacked the Gaza Strip. The Hamas government responded to these attacks. Thus, Israel organized “Operation Cast Lead” on December 27, 2008 (Topal, 2012: 106). With this operation, Israel took the Gaza Strip naval blockade on January 3, 2009. Thus, it prevented the entry of weapons and military ammunition into the Gaza Strip. The blockades imposed by Israel and the closing of the border crossing by Egypt affected the people living in the Gaza Strip very badly, and the people there could not even find their basic needs (Güleryüz, 2013). However, there was a humanitarian crisis in issues such as the economy, health, and education; then, the international arena, with the support of many non-governmental organizations, campaigns organized to deliver aid to the Gaza Strip.

The Mavi Marmara Incident

After the blockade applied by Israel on the Gaza Strip, the Egyptian state closed the Rafah border gate to Gaza, and the sanctions imposed by Israel in Gaza Strip caused a humanitarian crisis.[4] The people of Gaza could not meet their basic needs due to the blockade applied by Israel. This situation established an impact on the international system, and the poor conditions of the people of Gaza mobilized international societies and organizations (Güleryüz, 2013, p. 32). Thus, the UN Relief and Works Agency (UNRWA) and the Director of UNRWA operations in Gaza made a call to bring aid to Gaza, and then many non-governmental organizations took action. The free Gaza Movement created a humanitarian aid flotilla with more than 700 volunteers from 36 different countries (Topal, 2012, p. 107). The Turkey Foundation for Human Rights and Freedoms and Humanitarian Relief (IHH), founded in 1995, wanted to bring aid to Gaza (Migdalovitz, 2010: 3). IHH and the Free Gaza Movement reacted to Israel’s blockade in Gaza because the blockade created a humanitarian crisis; therefore, these organizations thought the blockade imposed by Israel was unlawful (Ulutaş, 2010, p. 4). For this reason, these organizations created an aid flotilla to attract the attention of the international system and to bring aid to Gaza by breaking the blockade. The IHH aimed to bring aid to the people living in Gaza by breaking the blockade and said that if Israel stops them, they will not back down.

Mavi Marmara was one of the six ships that formed the aid flotilla, and it belonged to Turkey. On May 22, 2010, the humanitarian flotilla with six ships moved to bring 10,000 tons of aid to the Gaza Strip. The aid flotilla wanted to deliver basic needs to the people living in Gaza, such as medicine, medical supplies, clothing, toys, and building supplies. The aid flotilla did not carry weapons or military vehicles that caused the conflict. Thus, first, when the ships arrived in Antalya Port, these ships were widely checked. And then, the ships that came together in the high seas moved towards Gaza (Migdalovitz, 2010, p. 2). Israel opposed the aid flotilla movement and did not allow the ships to go to Gaza. Therefore, Israel called the ships to the port of Ashdod to check, but the aid ships did not accept this proposal (Ulutaş, 2010, p. 4). Therefore, Israel intervened the Mavi Marmara ship, using its right to navigate in international high seas, 72 miles from the nearest coast point and 64 miles from the blockade area. Israel surrounded the flotilla with around 30 zodiacs and four warships. Later, Israel Defence Forces (IDF) landed on Mavi Marmara by helicopter and violated the principle of proportionality. The IDF used disproportionate force on the people on board Mavi Marmara. As a result, nine people died, and many were injured (Güleryüz, 2013, p. 35). After the intervention, Israel took aid ships and aid flotillas to the port of Ashdod and confiscated them. The term ‘High Sea’ in international law refers to the sea areas that all states can use. Every state has the right to navigate on high seas without any distinction between states (Topal, 2012, p. 143). In case of piracy, slave trade, drug trafficking, unauthorized broadcasting from high seas through audio or video, the right to navigation may be limited. The Israeli state’s intervention on the Mavi Marmara can be considered as an act against the law of the sea because this intervention occurred on the high seas.

Intervention in International Waters

As known, the Mavi Marmara incident took place on the high seas. It is a crucial point to consider the incident rightfully. High seas express the international waters that belong to every country. This definition was made in both the 1958 Geneva Conventions on The Law of The Sea and the 1982 United Nations Convention on the Law of the Sea. According to the Article 86 of the UNCLOS, these areas include inland waters, territorial waters, waters of the archipelago states, and sea waters outside the exclusive economic zone. As stated by Güleryüz, Article 87 of the UNCLOS stresses the point that every state, whether coastal or land-locked, has some freedoms in the high seas (Güleryüz, 2013: 16).  These freedoms can be listed as follows:

  1. Freedom of navigation,
  2. Freedom of overflight,
  3. Freedom to lay submarine cables and pipelines,
  4. Freedom to construct artificial islands and other installations permitted under international law,
  5. Freedom of fishing,
  6. Freedom of scientific research (1982, UNCLOS, Art. 87).

Another point that should be known before the examination of the Mavi Marmara incident is the flag state. The flag state is a term that defines States where ships fly their flag on the high seas (Aksar, 2012, p. 27). On the high seas, ships can only sail under the flag of one state (Usanmaz, 2012, p. 8), and they are under the exclusive jurisdiction of the state of the flag they are carrying (Güleryüz, 2013, p. 19). With a few exceptions, only the flag states have the right to intervene in vessels in the high seas (Güleryüz, 2013, p. 27). In accordance with the UNCLOS, Article 110 has identified these exceptions, such as the ship is engaged in piracy, in the slave trade, in unauthorized broadcasting, or the ship is without nationality (1982, UNCLOS art. 110). In any situation where these exceptions exist, a foreign state also has the right to intervene in the ship in question (Aksar, 2012, p. 27).

For the examination of Israel’s intervention in Mavi Marmara, the intervention took place while the ship was 72 nautical miles from the coast and 64 nautical miles from the blockade area of ​​Israel, that is, while it was in the high sea (Report of Turkish National Commission of Inquiry, 2010). Since Israel is not the flag state of the Mavi Marmara, it cannot be considered rightful under the international sea law. If the exceptions are taken into account, it is seen that the Mavi Marmara does not create any security problems that may justify the intervention. Therefore, it can be concluded that Israel’s intervention in the Mavi Marmara in the high sea is unfair, and this restricts the freedom of navigation of this ship.

Reports Prepared Regarding the Mavi Marmara Incident

After the incident, The United Nations Commission on Human Rights set up a fact-finding mission to investigate international law violations, including international humanitarian and human rights law (Aksar, 2012, p. 25). The report was completed in September 2010 and considered the blockade unlawful and cannot be sustained in law (Human Rights Council, 2010, para. 261). Also, it considers the Israeli military’s conduct towards the flotilla passengers is disproportionate, totally unnecessary, and incredible violence (Human Rights Council, 2010: para. 264). Moreover, the mission thinks that several violations and offences have been committed, such as wilful killing, torture, or inhuman treatment and wilfully causing great suffering or serious injury to body or health (Human Rights Council, 2010, para. 265). In the end, the mission advice to Israel that people who suffer damage as a result of the unlawful actions of the Israeli army be compensated immediately (Human Rights Council, 2010, para. 278).

The Secretary-General of the United Nations prepared the second report on the Gaza Flotilla Intervention. The UN Secretary-General has set up a four-person panel of inquiry headed by former New Zealand Prime Minister Geoffrey Palmer. In the Palmer Report, it was investigated that Turkey and Israel prepared both reports, and after that, the conclusion reached by the delegation was presented. The issues evaluated in the report are as follows: the naval blockade, the actions of the flotilla, diplomatic efforts, the Israeli boarding, and take-over operation, the use of force on the Mavi Marmara, treatment of the passengers after the take-over was completed (Report of the Secretary-General’s Panel of Inquiry, 2011).

Firstly, about the naval blockade, the Palmer Report gave the place the Turkish thesis. Turkish Commission argues that the naval blockade was illegal, so the intervention to the flotilla vessels on the high seas was also illegal, and it should be considered as a breach of freedom of navigation (Report of the Secretary-General’s Panel of Inquiry, 2011, para. 69). One of the allegations made here was that Israel could not base this blockade on the San Remo arrangements since it never recognized Palestine as a state and never described its conflict with Hamas as international (2011: para. 23(a)). Also, it was among the claims of the Turkish Commission that the duration and scope of the blockade were not specified sufficiently, that Israel was an occupying power in Gaza, and that the blockade was punishing the civilians in Gaza (2011, para. 21, 23(b), 23(d), 23(e)). On the other hand, the deaths of Israeli citizens by missiles coming from Gaza and the material damage caused by these missiles have been sufficient reasons for the blockade for the Palmer commission and Israel (2011, para. 70, 71). In contrast to Turkey’s allegation, the Panel is not persuaded about the disproportionation of the naval blockade (2011, para. 72).  As for the claims that the blockade did not comply with San Remo regulations, the Panel found the report prepared by the Israeli delegation more convincing and found the blockade in accordance with international law (2011, para. 81, 82).

The flotilla’s actions are considered harmful by Israel because they are associated with Hamas, while Turkey appears to be utterly humanitarian (2011). Regarding Hamas’ association, the Panel thinks that there is no sufficient information to assess that claim (2011, para. 86). But still, the Panel considered the flotilla’s aim not just humanitarian but to generate publicity (2011, para. 89). The Panel reinforces its idea with the number of vessels. The report claims that there was no need for six vessels for a purely humanitarian mission and this much journalist to deliver the humanitarian supplies (2011, para. 89). The Panel also considered the public statements by the flotilla organizers, which include one of the aims is the breach of the naval blockade (2011, para. 87, 88). In conclusion, according to the Panel, the flotilla has been reckless in attempting to breach the naval blockade, and even if the majority of the flotilla had no violent intentions, there is a serious question about IHH’s nature and objectives (2011, para. 95).

On the assessment of diplomatic efforts, considering the steps taken by both countries before and during the incident with at least twelve diplomatic discussions (2011, para. 100), the Panel considers this outcome undesirable for both countries (2011,  para. 103). Despite these contacts still, there is a problem even the Panel cannot reach evidence to resolve it. Turkey’s argument is there was an agreement between the Turkish side and flotilla to divert their course to Al-Arish (an Egypt port) if necessary. On the other hand, Israel denies such an agreement (2011, para. 102). Consequently, it considers that more can be done to alert the flotilla participants to possible risks and deter them from their actions (2011, para. 103).

Under the fourth headline, the Report criticises the Israeli boarding and take-over operation. According to both national reports, it is verified that Israel has no right to stop or order the flotilla on the international waters (2011, para. 105). As reported by the Turkish National Commission, between 10.58 p.m. and 11.58 p.m., the Mavi Marmara changed its course. According to Turkey, this change means to change the course to Al-Arish, Israel argues that this means to divert the course directly to Gaza and perceive it as a threat of the naval blockade (2011, para. 107). One of the essential questions of the Panel is about Israel’s boarding whether it is reasonable. The Panel finds it unreasonable because before boarding, the vessels were never asked to stop or any permit to come on board. Even if there were four warnings, there must be a final warning that ‘the navy’ [was] obliged to take all necessary measures,’ and after that, the ship should have been boarding. (2011, para.  110, 111). The Panel’s conclusion is that Israel’s intervention in the flotilla on the high seas was unreasonable. There must be a clear prior warning that the vessels were to be boarded, and to minimize the causalities, the operation should have reassessed its options (2011, para. 117)

For the examination of the use of power, the Turkish report argues that before any Israel Defence Forces personnel had landed on the vessel, live-fire was used. Israeli report argues the right opposite. (2011, para. 120). The Panel examined the photos and videos about the incident. While photographs show the bullet marks on the funnel of the vessels consistent with the Turkish report, the Panel cannot find it persuasive and conclude that the live-fire used after the IDF personnel landed the vessels (2011, para. 122). Boarding the vessels has concluded the unacceptable nine deaths of nine passengers. Even ill-treatment of three soldiers does not cause this disproportionate use of force. This is also unacceptable to many people wounded by the IDF using disproportionate force (2011, para. 125-134).

Lastly, the Palmer Report investigates the treatment of the passengers after the take-over was completed. Based on passengers’ testimonies, the report concludes that there was significant mistreatment to them, including physical mistreatment, harassment, and intimidation, unjustified confiscation of belongings, and the denial of timely consular assistance (2011, para. 145). Passengers were subjected to overly tight handcuffing. Also, their bathroom access, access to medication denied, and their food and drink access were limited by the IDF personnel according to many testimonies and witnesses (2011, para. 139). The Panel finds these testimonies persuasive and accepts the mistreatment of Israel.

The next part of the report contains the Panel’s reminders and recommendations on avoiding similar events by considering the legal rules, possible situations, and San Remo rules mentioned so far. The recommendations are as follows:

  1. Israel must make an appropriate declaration of repentance regarding the incident in light of the consequences of the incident,
  2. Israel must offer payment for the benefit of the deceased and injured victims and their families, to be managed by the two governments through a joint trust fund in sufficient amount to be decided by them,
  3. Turkey and Israel, the Middle East, and stability in repairing their relationship to international peace and security should continue to full diplomatic relations. Establishing a political roundtable as a forum for the exchange of views can help this end (2011, para. 169). 

The Mavi Marmara Incident According to the United Nations Charter

Israel and the Palmer report base Israel’s right of self-defense in this incident on Article 51 of the United Nations Charter. In that point, it will be useful to examine Article 2(4) of the UN Charter first. This article, in essence, summarizes the aim of the United Nations. Article 2 regulates the peaceful resolution of disputes, and in Article 2(4), states have prohibited the threat or use of force against each other (Aksar, 2012, p. 31, p. 32). According to this:

 “All Members shall refrain in their international relations from the threat or use of force against the territorial integrity or political independence of any state, or in any other manner inconsistent with the Purposes of the United Nations.” (UN Charter, Art. 2(4)).

According to this article, the prohibition of using force is considered as jus cogens (peremptory norm) (Aksar, 2012: 32). According to today’s international law rules, any state’s use of force to solve disputes unilaterally means a clear violation of international law.

The only exception to this rule is the Article 51 of the UN Charter. This article:

“Nothing in the present Charter shall impair the inherent right of individual or collective self-defense if an armed attack occurs against a Member of the United Nations until the Security Council has taken measures necessary to maintain international peace and security. Measures taken by Members in the exercise of this right of self-defense shall be immediately reported to the Security Council and shall not in any way affect the authority and responsibility of the Security Council under the present Charter to take at any time such action as it deems necessary to maintain or restore international peace and security.” (UN Charter, Art. 51)

It is obvious that this article only allows the use of force if any state has been subjected to an armed attack. But still, there is a different and more broad interpretation of this article, and it’s called pre-emptive self-defense (Aksar, 2012, p. 33). In accordance with this interpretation, even if the main reason for using force is very different, for example, the protection of economic interests, the legal reason for using force is explained as the exercise of the right of self-defense (2012, p. 33).

This interpretation is contrary to Article 2(4) since the armed attack requirement is specifically stated in Article 51. Since Israel bases its thesis on this article, it can be concluded that Israel’s intervention in Mavi Marmara is against the UN Charter.

Turkish-Israeli Relations after the Mavi Marmara Incident

Israel’s intervention on the Mavi Marmara ship received a great reaction in the international system in a short time. Israel’s intervention on the Mavi Marmara and across the killing of Turkish citizens, Turkey did not remain silent. Turkey has found Israel’s behavior unlawful, and with international organizations, disapprove of this behaviour have organized meetings (Ulutaş, 2010, p. 8). As a result of meetings held by Turkey, the United Nations Security Council has condemned the intervention. Also, the UN asked for an impartial and transparent investigation of the incident with international standards. After the Israeli intervention, people on the flotilla were taken to the Israeli harbour of Ashdod and arrested. Against this background, the release of Turkey’s arrested citizens was asked to be delivered to Turkey of the dead and injured passengers. Also, Turkey has requested a formal apology from Israel (Ulutaş, 2010). However, Israel claimed that volunteers in Mavi Marmara attacked IDF Navy commandos with light weapons such as knives and sticks. Thus, Israel tried to legitimize its behaviour by claiming that the IDF was self-defense. Turkey began negotiations with the United States in response to the attitude of Israel and told their demands. With the intervention of the United States, Turkish nationals who were arrested in Israel were delivered to Turkey. However, Israel did not accept an international investigation file. Israel will not apologize to Turkey was clear statements. However, Israel has said it will ease the blockade of Gaza. The people of Gaza’s situation was discussed in the US-Israel relations that developed as a result of the events. Many good activities took place in this regard. The Egyptian state opened the Rafah border gate indefinitely (Migdalovitz, 2010, p. 12).

All these events had an impact on Turkey-Israel relations. Turkey’s Middle East policy that supports peace and the policies of Israel did not agree. In the Gaza Blockade of Turkey-Israel relations, it has become possible to say that this is a turning point (Ulutaş, 2010, p. 9). Turkey, the policies that Israel implements were found false. As a result, good leading Turkey-Israeli relations after 1990 deteriorated after the Mavi Marmara incident. It is complicated to guess the bilateral relations of these states that implement opposite foreign policies. However, the current intervention has created a break in bilateral relations.

Conclusion

The Gaza Naval Blockade imposed by Israel caused lots of crises in Turkish-Israeli relations. After Operation Cast Lead, Turkey’s mediation role between Syria and Israel ended, and many political crises emerged between the two countries. These crises include diplomatic and military components. After the incident, bilateral relations reduced to the lowest level and tension between them continued.

In terms of its consequences, The Gaza Naval Blockade is controversial in both political and legal aspects. In terms of legal aspects, the blockade’s implementation conditions and legitimacy are discussed in international law. Also, the intervention is considered according to international sea law. The intervention in international waters is considered against the 1982 UNCLOS and the UN Charter. The international reports, including the UN Human Rights Council report and the Palmer report, are examined, and their findings have been transferred. As a result of this sequence of developments with the US’s efforts, Israel discharged its responsibilities that stemmed from international reports about the incident.  

Yaprak AKKAYA

Kübra AYHAN

Gökalp BADAK     

Uluslararası Hukuk Staj Programı                        

Bibliography:

Aksar, Y. (2012), Birleşmiş Milletler Palmer (Mavi Marmara) Raporu ve Uluslararası Hukuk, Uluslararası İlişkiler, 9(33), 23-40.

Duman, F. (2016). Gazze Deniz Ablukası. Uluslararası Afro-Avrasya Araştırmaları Dergisi, 1(1), pp. 1-13.

Efron, S. (2018). The Future of Israeli-Turkish Relations. Santa Monica, CA: RAND Corporation. As of February 23, 2021: https://www.rand.org/pubs/research_reports/RR2445.html

Güleryüz, B. (2013). Uluslararası Hukuk Açısından İsrail’in Mavi Marmara Gemisine Müdahalesi. Yıldız Teknik University, İstanbul. 1-68.

Hale, W. (2013). Turkish Foreign Policy Since 1774. (3rd ed.). Abingdon, United Kingdom: Routledge.

Migdalovitz, C. (2010). Israel’s Blockade of Gaza, the Mavi Marmara Incident, and Its Aftermath. Congressional Research Service. Specialist in Middle Eastern Affairs. 1-17.

Milliyet.com.tr. (2010, June 06). İsrail’in SALDIRISI bizim 11 EYLÜL’ÜMÜZ. Retrieved February 23, 2021, from https://www.milliyet.com.tr/siyaset/israil-in-saldirisi-bizim-11-eylul-umuz-1247560

Özcan, G. (2010). Mavi Marmara Bunalımında Sonun Başlangıcına Doğru. Ortadoğu Analiz, 2(21), pp. 29–38. Retrieved from https://www.orsam.org.tr/tr/mavi-marmara-bunaliminda-sonun-baslangicina-dogru/

Report of the Secretary-General’s Panel of Inquiry on the May 31 2010 Flotilla Incident, (July 2011).

Sever, A., & Almog, O. (2019). Contemporary Israeli–Turkish Relations in Comparative Perspective. In A. Sever & O. Almog (Eds.), The Mavi Marmara: An Embattled Voyage and Its Consequences (1st ed. 2019 ed., pp. 61–100). London, UK: Palgrave Macmillan.

Topal, A. H. (2012). İsrail’in Gazze Ablukası ve Mavi Marmara Saldırısı. Public International Law Bulletin. MHB. 32(1), pp. 103-154.

Turkish National Commission of Inquiry, Report on The Israeli Attack on The Humanitarian Aid Convoy to Gaza on May 31 2010, available online at: http://www.mfa.gov.tr/data/Turkish%20Interim%20Report.pdf

Tür, Ö. (2012). Turkey and Israel in the 2000s—From Cooperation to Conflict. Israel Studies, 17(3), 45-66. doi:10.2979/israelstudies.17.3.45  

Ulutaş, U. (2010). Turkey-Israel: A Fluctuating Alliance (42). SETA. Retrieved from https://www.setav.org/en/turkey-israel-a-fluctuating-alliance/

Ulutaş, U. (2010). Turkey and Israel in the Aftermath of the Flotilla Crisis. Ankara, Seta Policy Brief, (s. 1-11).

UN General Assembly, Report of the international fact-finding mission to investigate violations of international law, including international humanitarian and human rights law, resulting from the Israeli attacks on the flotilla of ships carrying humanitarian assistance, September 27 2010, A/HRC/15/21, available at: https://www.refworld.org/docid/4cd3a8e32.html [accessed February 23 2021]

United Nations, Charter of the United Nations, October 24 1945, 1 UNTS XVI, available at: https://www.refworld.org/docid/3ae6b3930.html [accessed February 24 2021]

United Nations Convention on the Law of the Sea of December 10 1982

Usanmaz, Ş. (2012). Açık Denizlerde Devletlerin Müdahale Yetkileri: Mavi Marmara Örneği, Akdeniz Üniversitesi, Antalya pp. 1-65

Yeşilyurt, N. (2017). Ortadoğu ile İlişkiler. B. Oran (Ed.) In Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar Cilt 3 2001-2012, (3. baskı) (401-462). İstanbul: İletişim Yayınları.

Yücel, Ö. (2018). Filistin’de İsrail’in İnsan Hakları İhlalleri ve Türkiye. Middle Eastern Studies, 10(1), 40-61.