Home Blog Page 63

Devrim Arabaları (2008)

0

Devrim Arabaları filmi Türkiye’deki 1960 darbesinden sonra Cemal Gürsel’in emri ile Türkiye’nin ilk yerli otomobili yapılma sürecini ve işçilerin başından geçenleri konu edinir. Yönetmenliğini Tolga Örnek’in yaptığı filmde Selçuk Yöntem, Halit Ergenç, Taner Birsel ve kısa bir rolü de olsa Haluk Bilginer gibi başarılı oyuncular yer alıyor.

Filmimizden kısaca bahsedecek olursak, Cemal Gürsel yerli bir otomobil yapılmasını ister ve hemen gizli bir ekip kurulur fakat ekibe verilen süre 129 günlük kısa bir süredir. Ekibin başına Gündüz adlı karakter geçirilir ve Eskişehir’deki fabrikada çalışmalara başlarlar. “Türkiye’de hiçbir başarı cezasız kalmaz” sözü filmde Latif adlı karakter tarafından söylenip aslında filmin ana temasını, yani büyük bir güvensizlik ve şüpheye rağmen otomobilin yapılma hikâyesini anlatır aslında bize.

Filmin başlangıcında Cemal Gürsel Otomotiv Kongesi’ndeki konuşmasında, özellikle tarım yerine sanayinin öneminden bahseder ve konuyla ilgili şöyle bir örnek verir: “bir vapur dolusu pamuk karşılığı ancak birkaç otobüs alabiliyoruz”. Bu da geçmiş iktidar olan Demokrat Parti’nin aldığı yardımlarla tarıma yaptığı yatırıma bir eleştiri olmakla birlikte, Cumhuriyet’in ilk safhalarındaki sanayiye verilen önemin tekrarlanmasına bir atıftır. Fakat kongre sonrasındaki konuşmalarda ülkenin ekonomik durumunun yetersiz olduğu düşünülmesi, inançsızlık ve “biz daha toplu iğne üretemiyoruz.” gibi söylemler Cemal Gürsel’i bir hayli rahatsız etmiş olmalı ki filmde şu sözü söyler: “asıl devrimi zihinlerde yapmamız gerekir”. Mühendis ekibi kendine güvenen bir ekip liderine sahiptir ve yer yer moral bozulmalarına ve şüpheye düşen ekip arkadaşlarına destek olur.

Bunların dışında Devlet Planlama Teşkilatı ve Ankara’da bu otomobilin yapılmamasını isteyen bir ekip de vardır. Neden istemedikleri filmde tam olarak açıklanmasa da benim fikrimce; bu heyetin Amerikalı bir temsilciyi de yanlarında götürdükleri Eskişehir’deki fabrikaya ani bir ziyareti ve odalarında otomobil ile alakalı konuşulurken, odaya Amerikalı temsilci girince, “neyse biz gerçekleştirebileceğimiz yatırımlara bakalım.” denmesinin de tesadüf olduğunu düşünmüyorum.

Filmdeki bazı ödenek düşüşü ve ardındaki iç gerginliklerden sonra genç mühendis Necip ile deneyimli mühendis Latif ile aralarındaki konuşmada, Latif Hollanda’dan büyük siparişler alan Ankara’daki kapatılan Tayyare Fabrikası’na değinir. Bu da aslında filmdeki anlatılmak istenen, sanayiyi üretmek ve geliştirmek isteyen insanların önüne geçildiğini ve önlenildiğini vurgular ve yukarıda da belirttiğimiz o acı cümleyi kurar: “Türkiye’de hiçbir başarı cezasız kalmaz”.

Filmin arka planında yer yer Meclis Senatosu, Yassıada Davası, Adnan Menderes ve Fatih Rüştü Zorlu’nun idama mahkûm edilmesi ve Cemal Gürsel’in cumhurbaşkanı seçilmesi gibi dönemde yaşanan olayların küçük aralarla, filmi bölmeden araya iliştirilmesi de hem izleyiciyi gerçekten o dönemdeymiş gibi hissettiriyor hem de filme atmosfer gücü katıyor.

Ankara’daki heyetin, filmdeki “Biz bu otomobili yaparsak bir çuval fındık bile satamayız” gibi konuşmalarından da aslında otomobilin yapılmasından ziyade bunun uluslararası politik bir durum olduğunu ve bazı yaptırımlarının olabileceğinden korkulduğunu ve çekinmenin bundan kaynaklandığını da anlayabiliyoruz.

Zaten yapıtın birkaç kısmında da aslında otomobilin yapılması karşıtı düşünürlerin gazetede çıkan; ‘Yerli Otomobil Pembe Bir Rüya’, ‘1 Milyon Liraya 1 Araba’ gibi başlık ve haberlerden hangi yollarla karşı çıkılmak istendiğini de anlamış oluyoruz. Filmin bir diğer ana akışı etkilemeyen ama dönemle alakalı bir bilgi verip, atmosferi güçlendiren faktörü de gece bekçileri sanırım. Burada da darbe sonrasındaki sıkıyönetime ve akşamları olan sokağa çıkma yasağına vurgu yapılıyor.

Sonuç olarak, filmi hem başarılı oyuncularla hem de daha önce de Gelibolu gibi tarihsel filmler çeken tecrübeli bir yönetmenle desteklenen sanatsal açıdan hem de otomotiv sanayisini güçlendirmeye çalışırken köstek olunmasına bir eleştirisel manadaki bakış açısıyla ortaya çıkan eseri başarılı bulduğumu söyleyebilirim.

Yiğit KURNAZ

Türk Siyasal Hayatı Staj Programı

Güney Ferhat Batı ile Balkan Ülkeleri Arasındaki İş birliği ve Batı Balkan Zirveleri Üzerine Röportaj

Bu röportaj, Güney Ferhat Batı ile “Balkan Ülkeleri Arasındaki İş birliği ve Batı Balkan Zirveleri” üzerine yapılmıştır.

 Güney Ferhat Batı Kimdir?

Araştırmacı Güney Ferhat Batı, Kıbrıs Amerikan Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü’nde öğretim görevlisidir.

Eskişehir Anadolu Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi lisans mezunudur. Erzurum Atatürk Üniversitesinden yüksek lisans derecesini almış, bu dönemde “Avrupa Birliği ve Balkanlar” alanında çalışmalar gerçekleştirmiştir.

Uzmanlık ve çalışma alanları; Avrupa Birliği, Balkanlar, Uluslararası Örgütler, Uluslararası Siyaset ve Kamu Politikası’dır.

1. Tarihi perspektiften bakacak olursak Balkan ülkelerinin bağımsızlık istemelerindeki en büyük etken ne olmuştur?

Balkanlar ve milletleri uzun yıllar Osmanlı İmparatorluğu himayesinde ve tebaası altında yaşadı(lar). Bu da ister istemez Osmanlı’dan kalma izlerin ve etkilerin sirayet etmesi demektir. Bunu sadece bizim ülkemizdeki uzmanlar söylemiyor, Balkan ülkelerinde ilgili alanlarda çalışan uzmanlar tarafından da dile getiriliyor. Zira Balkan devletlerinde kurulu birçok üniversite, enstitü ve benzeri gibi kurumlarda araştırmacılar tarafından da bunlar bilinir. Bu minvalde, Balkan ülkelerinin bağımsızlık istemelerinin altındaki en büyük etken tek kelimeyle özetlersek; milliyetçiliktir. Birinci Dünya Savaşı öncesinde Osmanlı’nın Balkan Savaşlarındaki kayıplarına baktığımızda bunu net olarak görebiliyoruz. Muhakkak ki, milliyetçiliğin Balkanlarda yükselmesinin altında yatan neden(ler) emperyalist devletlerin etnik bağlamda bölgedeki devletleri kışkırtmaları/desteklemeleri ve Osmanlı’nın freni patlamış bir kamyon misali yokuş aşağı gerilemesi ve yıkılma sürecine gitmesidir. 

2. Balkan coğrafyasının savaşlarda ve iş birliklerinde önemli olmasının sebepleri nelerdir?

Balkan coğrafyasının savaşlarda ve iş birliklerinde önemli olması şöyle açıklanabilir; Balkanlar, sıcak denizlere çıkış imkânı verebilen coğrafi özelliğe sahiptir. Keza aynı zamanda tarih sahnesinde yüzyıllarca Balkanları elde edebilmek ve tutabilmek için birçok mücadelenin var olduğu da bir gerçektir. Nitekim bu mücadele ortamı Balkanların önemli bir bölge/coğrafya olduğunu bizlere göstermektedir. Bu bağlamda 20. yüzyılın başından itibaren yaşanan savaşların en uzun olanları ve şiddetli ağır kayıpların verildiği dönemler bu topraklarda yaşanmış ve ne yazıktır ki sürekli olarak işgale ve baskıya dayalı bir mücadele Balkanlarda var olagelmiştir. Soğuk Savaş Dönemi’nde Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) tarafından Halford John Mackinder’in “Kara Hâkimiyet Teorisi”ne dayalı jeopolitik algılaması ile Batı Bloğu’nun Nicholas John Spykman’a ait olan “Kenar Kuşak Teorisi”nin izlerini ve delillerini Balkanlarda apaçık görmek mümkündür. Bu kutupsal güç mücadelesinin en şiddetlisi yine Balkan coğrafyası üzerinde yaşanmıştır ve bu mücadelenin en fazla Balkan toplumlarını etkileyecek şekilde Batı uygarlığının (emperyalist güçler) zaferi ile sonuçlandığını belirtebiliriz. Soğuk Savaş Dönemi’nin sona ermesinin ardından güç mücadelesi anlayışının arka planında enerji kaynakları ve bu kaynakların dünya piyasalarında dolaşımı için kullanılabilecek güzergâhlarının kontrolü gündem olmuştur. Bu gündem ile birlikte, Avrupa’nın enerji ihtiyacının karşılanması kapsamında Ortadoğu ve Hazar Havzasındaki enerji kaynakları ile Doğu Akdeniz’de keşfedilecek hidrokarbon yatakları için de en uygun rotanın yine Balkan coğrafyası olduğu gerçeği ortaya çıkmaktadır. Bu nedenledir ki Balkanlar, iş birliklerinde de 21. yüzyılın başından itibaren güç mücadelelerinin yeniden yaşandığı bir bölge haline dönüşmektedir. Ezcümle; Balkanlar gerek savaşlarda gerekse iş birliklerinde stratejik bir konum kazanmıştır/kazanacaktır da.

3. Balkan ülkeleri açısından Avrupa Birliği’ne katılma, siyasi, iktisadi ve en önemlisi güvenlik konusunda büyük önem taşımaktadır. Bu durum neden kaynaklanmaktadır?

Nedenlerini öğrenebilmek için öncelikle Balkanlardaki “Yugoslavya” gerçeğine değinmek lazım. yıllardır AB çatısı altına girmek isteyen ve bu süreci yaşayan Batı Balkan ülkelerini anlamak açısından da bu önemlidir. Soğuk Savaş Soğuk Savaş döneminin sona ermesinin Balkanlara en önemli etkisinin devlet yapılarının işleyişlerine yönelik olduğunu söyleyebiliriz. Balkan coğ­rafyasının yaklaşık yüzde 70’ini kaplayan Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti’nin dağılmasıyla birlikte birçok sorun da gündeme gelmiştir. Balkanların orta bölümünde farklı etnik, dil ve dinin bir arada yaşayabilmesini sağlayan denge bozulmuştur. Balkan kültürü içinde beraber yaşayan milletler, ken­di kimliklerini koruyabilmek için, farklı sınırlara ayrılmış devlet yapılarını oluşturmaya yönelmişlerdir. Bu yönelme neticesinde Balkanların ortasında bütün coğrafyayı etkileyen milliyetçilik tabanlı bölgesel çatışmalar zinci­rinin oluşmasına neden olmuştur. Bu kapsamda bağımsız yapısını devam ettiren Arnavutluk’un yanı sıra Hırvatistan, Kuzey Makedonya ve Slovenya 1991, Bosna-Hersek 1992, Karadağ ve Sırbistan 2006, Kosova 2008’de bağım­sızlıklarını kazanarak yüzlerini AB’ye çevirmişlerdir. Geçmişten günümüze baktığımızda Batı Balkan ülkelerinin Yugoslavya’nın parçalanarak dağılmasından sonra siyasi ve ekonomik darboğazlar/çalkantılar yaşadığını ifade etmek gerekir. Çünkü Sovyet döneminden kalma bir ekonomik sistemi yürüten Balkan ülkeleri kendi kendilerine yetemeyeceklerini ve kapitalist ekonomik sistemin çevrelerini sarmakla birlikte ülkelerine sirayet edeceğinin farkındaydılar.

Bu kapitalist ekonomik sistem içerisinde hedef AB üyeliği olmuştur, ekonomik olarak gün geçtikçe büyüyen ve güçlenen AB çatısı altında yer almak Batı Balkan ülkelerini refaha ve barışa kavuşturacak, aynı zamanda uluslararası güvenliklerini de sağlayacaktır. Ne var ki, Batı Balkan ülkelerinin AB’nin siyasi, iktisadi ve hukuki kriterlerini yerine getirmekten uzak olduğunu belirtmeliyiz. Bu olumsuz tabloya rağmen AB’nin uzun süre duran/aksayan ‘Genişleme Politikası’ çerçevesinde 2025 yılında ve sonrasında birkaç Balkan ülkesini tam üyeliğe alma ihtimali yüksektir. AB’nin gerek güneyden gerekse doğudan uluslararası terörizm, göç ve insan kaçakçılığı gibi tehditlerle yüz yüze olduğunu varsaydığımızda “Güneydoğu” Avrupa’nın yani Balkanların önemi daha iyi anlaşılmaktadır.

4. NATO’nun 1998-99 Kosova Savaşı sırasında müdahalesi ve müdahalenin etkisi ne olmuştur?

Yugoslavya lideri Josip Broz Tito’nun ölümünün ardından yük­selen Sırp milliyetçiliği, Kosovalı Arnavutların bağımsızlık fikrinin daha güçlü bir şekilde dile getirilmesine sebep olmuştu. Kosova’daki gelişmelerin kaderini etkileyen ve belki de momentum olarak değerlendirilebilecek olay, Slobodan Miloşeviç’in 1989 yılında Kosova Ovası’nda Kosova Savaşı’nın 600. yıldönümünde yaptığı, milliyet­çi tonu yüksek ve Yugoslavya’nın içindeki bütün ulusları korkutan konuşmasıdır. Miloşeviç, Kosova’nın özerkliğini kaldırarak bu korkuların artmasına ve Kosovalı Arnavutların bağımsızlık dışında herhangi bir alternatif düşünmemesine neden olmuştu.

1991-1995 yılları arasında Bosna-Hersek’te etnik soykırım yaşandı. Geçmişte yaşanan bu soykırımdan dolayıdır ki Kosovalılar bağımsızlıktan başka bir seçenek düşünmüyordu. 1998 yılında Kosovalıları göçe zorlayıp bu sefer farklı bir etnik temizlik yöntemi uygulayan Sırpların bu tavırları Bosna-Hersek’te geç kalan uluslararası aktörleri harekete geçirmiş ve Kosova’nın bağımsızlığına kadar gidecek sancılı süreç başla­mıştı. 1999 yılında NATO’nun Sırbistan ve Kosova’daki Sırp ordusuna düzen­lediği operasyon ile Sırpların Kosova’dan çekilmesini sağlamış ve bölge BM’nin denetimi altına alınmıştır. Yugoslavya’nın dağılmasından itibaren geçen sürede Kosova sorunu ne “uluslararasılaştırılabilmiş” ne de çözüm­lenmiştir.

NATO, “Müttefik Güç Harekâtı” ismini verdiği operasyonla Belgrat ve Kosova’daki Sırp askeri merkezlerini bombalamıştır. Günlerce NATO’nun hava operasyonu sürmüş, Sırpların çekilmeyi kabul etmesi ve NATO’nun “Kosovo Force” isimli kara ordusunun (KFOR) Kosova’ya girme emri almasıyla sona ermiştir. Birkaç gün sonra İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana Avrupa’da gerçekleştirilen en geniş çaplı bir kara harekâtıyla NATO birlikleri Kosova’ya girmiş ve Kosova’daki çatışmalar sona ermiştir. NATO’nun Sırbistan’a müdahale etmesinin ardından, Sırplar Kosova’dan çekilmek zorunda kalmış­tır. Bunun ardından da Kosova’ya giren NATO askerleri, KFOR ismiyle güvenliği sağladıktan sonra, Kosova UNMİK denilen BM’nin geçici idaresine geçmiş, son­rasında ise AB de bu idarenin bir bölümüne dâhil edilmiştir. Bu süreçten sonra Kosova’nın bağımsızlık süreci fiilen başlamıştır. Ancak 2000’den itibaren Sırplarla yürütülen müzakerelerde herhangi bir mesafe kat edilememesi sonucunda, Ko­sova Sırpların uzlaşmaz tavırlarına kızan uluslararası toplumun desteğini alıp ba­ğımsızlığını ilan etmesinin yolunu açmıştır. Böylelikle 2008 yılında Kosova bağımsız olmuştur. Balkanları ve Yugoslavya’yı iyi anlayabilmek için “Bir Savaşı Bitirmek” eseri bu minvalde tavsiyemdir, sahaflardan bulabilirsiniz.

5. Batı Balkan Zirveleri’nin yapılma nedenleri nelerdir, Avrupa Birliği ile Balkan ülkeleri arasındaki iş birliğine katkısı olumlu yönde midir?

Batı Balkan zirvelerinin yapılma nedenleri bölge ülkelerini AB çıpasına taşımaktır, ayrıca ekonomik, siyasi ve hukuki olarak AB’ye entegrasyonlarını gerçekleştirmek adına uzun yıllara yayılan ve rutin olarak gerçekleştirilen zirvelerdir. Her ne kadar Batı Balkan ülkelerinin yolsuzluk, kara para, uyuşturucu ve insan kaçakçılığı, kamu politikasında şeffaflık ve saydamlık hatta hesap verebilirlik gibi birçok noksanlığı olsa bile AB’ye üyelik müzakerelerinin yürütülmesine yönelik gerçekleşen zirveler olumludur. Bu tür zirvelerde bir yol haritası çerçevesinde AB’nin Batı Balkan ülkelerinden üyelik için gerekli kriterleri yerine getirmelerinin gerekliliği vurgulanmakta ve üzerine düşen ödevlerini yapmaları istenmektedir.

Burada bir şeyi gözden kaçırmamak gerekir; AB’nin lokomotifi olan Almanya ve Fransa arasında Batı Balkanlar konusunda fikir ayrılıklarının var olduğunu ve bunun da özelde Fransa Devlet Başkanı Emmanuel Macron’un ihtiyati davranmasından kaynaklı olduğudur. Zira Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Balkanlardaki nüfuzundan Fransa rahatsızdır. Bu da Batı Balkanların AB’ye üyeliği yolunda kavisli ve taşlı yollardan biridir. Ne var ki Almanya farklı bir açıdan bakmakta ve Batı Balkanların AB “Genişleme Politikası” perspektifinde olması gerektiğini ve bunun iş birliği çerçevesinde iki taraf için de kazanç olacağını düşünmektedir. 

Rümeysa Güner

Balkan Çalışmaları Staj Programı

Haftalık Balkan Bülteni / 15-18 Nisan

0

 

Basha: “Yerine Getirilmeyen Sözlerin Zamanı Tükendi”

Arnavutluk Demokratik Partisi (PD) lideri Lulzim Basha’nın Tropoja’da seçim kampanyasını ilişkin yaptığı pazar günkü (18.04.2021) toplantıda, 25 Nisan Genel Seçimleri ile yerine getirilmeyen sözlerin zamanının biteceğini belirtti.

“Arnavutluk için zaman daralıyor ve ikinci bir şans daha yok. Demokratik Parti olarak AB üyeliği, istihdam olanakları ve genç neslin ülkeye geri dönüşü için çalışmalar yapacağız. 25 Nisan seçimleriyle başa gelecek olan Demokratik Parti hükümeti her bir Arnavut vatandaşın temsil edildiği bir hükümet olacak.”

Edi Rama ve hükümetini eleştirilerin odağına taşıyan Lulzim Basha, iktidarın sekiz yıllık görev sürecinde verdikleri vaatleri ve sorumlulukları yerine getirmediğini ifade etti. Basha ayrıca önümüzdeki hafta pazar günü gerçekleşecek olan genel seçimlerden Demokratik Parti’nin zaferle ayrılacağından hiç şüphesi olmadığını dile getirdi.

 

Kaynak: Albanian Daily News

Tarih: 18.04.2021

 

Grubeša ve Satler: Bosna Hersek’in Avrupa Birliği’ne doğru başarılı bir yol izlemesi için çevrimiçi toplantı düzenledi

Bosna Hersek (BH) Adalet Bakanı Josip Grubesa, Avrupa Birliği(AB)’nin BH Delegasyonu Başkanı ve AB’nin Özel Temsilcisi Johann Satler ile çevrimiçi bir toplantı yaptı. Bu toplantı sırasında bakanlığın yetki alanına giren birden fazla konuya değinildi ve AB’ye katılım sürecinin gerçekleştirilmesi için 14 temel öncelik sıralandı.

Adalet sektörünün reform stratejisinin Çıkar Çatışması Yasası üzerine yapılması gerektiğini vurgulanan toplantıda pek çok belirsizliği ortadan kaldırmak için tüm önlemlerin BH Adalet Bakanlığı tarafından alınması gerektiği bildirildi.

AB’nin aday statüsünü kazanmaya bir adım daha yaklaşılmasına değinilen toplantıda yargı reformu, hukukun üstünlüğü ve kamu idaresi alanlarındaki kilit konuları en iyi hukuki çözümleri getirerek büyük başarı elde etmek için profesyonel ve teknik yardımların sağlanmaya devam edeceği de vurguladı.

Bakan Grubeša, Satler’e kayıtsız desteği için teşekkür ederek, Avrupa’nın entegrasyonuna olan bağlılığının tartışılmaz olduğunu ve diğer partilerin tam katılımını beklediğini, çünkü yalnızca ortak çabalar ve diyaloglar sonucunda BH’in Avrupa’ya giden başarılı yolunu garantileyebileceğini söyledi.

 

Kaynak: Dnevni Avaz

Tarih: 16.04.2021

 

Coviç: Bir ayrılıktan bahsetmemek için reformlar yapmamız gerekiyor

Bosna Hersek Hırvat Demokratik Birliği lideri Dragan Coviç, parti adına seçilen Belediye Başkanları ile Kiseljak’ta bir araya geldi ve ardından bir basın toplantısı düzenledi.

BH’de bir bölünmeden bahsedebilmek için reformların Anayasa’ya saygı duyacak şekilde, bir şeylerin değiştirilmesi gerekmekte ve prosedürlere göre nasıl değiştirileceği konusunda bir anlayışa ihtiyaç duyulmakta olduğundan da basın toplantısında bahsetti.

Her zaman farklı spekülatörler olacağını sözlerine ekleyerek, entegrasyon süreçleri için bir isteğin önemini de vurgulayan Covic’e göre, Avrupa’da değer sistemi oluşturmakla ilgilenirken entegrasyon süreçlerini içtenlikle isteyip istemediğimizin önemli bir faktör oluşunu farklı spekülatörler sayesinde olacağını bilecek olmaktır.

Kaynak: klix.ba

Tarih: 17.04.2021

 

Sırp Cumhuriyeti ve Sırbistan, Stratejik İş birliği için Anlaşma İmzaladı

Sırp Cumhuriyeti Enerji ve Madencilik Bakanı Petar Dokic ile Sırbistan’dan NIS şirketi temsilcileri arasında enerji, doğal kaynak alanlarında stratejik iş birliği konusunda anlaşma sağladılar. İmzacılar anlaşmayı Banja Luka’da imzaladı.

Görüşmede, şimdiye kadar yapılan çalışmaların olumlu sonuçlarının olduğundan bahsedildi. Taraflar, jeolojik araştırma projelerinin ortak bir şekilde yürütülmesinden oldukça memnun olduklarını açıklarlarken yapılan iş birliğinin, Sırp Cumhuriyeti’nin yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanılmasına yönelik genel çıkarına katkı sağlayacağını vurguladılar.

 

Kaynak: Rtrs

Tarih: 15.04.2021

 

Sırp Cumhuriyeti, Çin’den 160.000 Doz Aşı Tedarik Edecek

Sırp Cumhuriyeti Sağlık Bakanı Alen Seranic yaptığı açıklamada, Çin’den aşı temin etmeyi planladıklarını açıkladı. Bu iş ile ilgili olarak da Halk Sağlığı Enstitüsü’ne yetki verdiğini ve 80 bin kişi için 160 bin doz Sinofarm aşısının tedarik edilmesi gerektiğini söyledi.

 

Kaynak: Rtrs

Tarih: 16.04.2021

 

Bulgar Sosyalist Partisi, Cumhurbaşkanı olarak ikinci dönem için Radev’i destekliyor

BSP’nin sadece yüzde 15 oyla üçüncü sıraya düştüğünü gören Bulgaristan parlamento seçimlerinden 13 gün sonra ulusal konsey düzenlendi. Parti lideri Kornelia Ninova’nın seçim kampanyası eleştirmenler tarafından sertçe eleştirildi. Radev ile ilgili kararsızlığın, BSP’nin uzun yıllardır partinin çok kötü olmasının Nisan 2021 parlamento seçimi sonucuna katkıda bulunduğu görülüyor. Boiko Borissov hükümetini rutin olarak eleştiren Radev, BSP’de popüler bir figür.   Alpha Research tarafından yapılan bir anket, aralık ayında Radev’in ulusal onay notunun üç ayda yüzde 42’den 46’ya yükseldiğini ortaya çıkardı.

 

Kaynak: Sofia Globe

Tarih: 17.04.2021

 

Cumhurbaşkanı Radev Olası Yeni Hükümet Konusunda Taraflarla İstişarelere Başlayacak

Cumhurbaşkanı Rumen Radev, Bulgaristan Anayasası uyarınca 45. Ulusal Meclis’teki parlamento gruplarının temsilcileriyle istişarelerde bulunacak. Bu istişareler, en büyük parlamento grubu  GERB-UDF’den Başbakanlığa aday gösterilen adaya bir hükümet kurma yetkisinin verilmesinden önce gerçekleşecek. Cumhurbaşkanlığı basın bürosundan yapılan açıklamaya göre, Anayasa’da öngörülen parlamento grupları ile istişarelerin 19 Nisan 2021 Pazartesi günü Cumhurbaşkanlığı kurumunda yapılacağı açıklandı.

İstişare programı aşağıdaki gibidir:

GERB-UDF parlamento grubunun temsilcileri, saat 9.00’dan itibaren istişarelere davet edildi. Saat 10.15’ten itibaren devlet başkanı, “Böyle bir halk var” parlamento grubunun temsilcileriyle görüşecek. Bulgaristan parlamento grubu için BSP temsilcileriyle görüşme  gerçekleştirecek. Başkan, 13.30’dan itibaren Haklar ve Özgürlükler Hareketi parlamento grubunun temsilcileriyle görüşecek.

“Demokratik Bulgaristan” meclis grubunun temsilcileriyle yapılacak istişareler 14.45’ten itibaren yapılacak. “Ayağa kalk! Mutri dışarı!” Meclis grubu ile toplantı. 16.00’da başlayacak. Toplantıların sırası, 4 Nisan’da yapılan parlamento seçimlerine göre en büyük gruptan başlayarak her bir parlamento partisinin sandalye sayısına göre gerçekleşecektir.

 

Kaynak: Sofia News Agency

Tarih: 17.04.2021

 

Karadağ Parlamentosu, Eski Liderin Srebrenica Rolünü İnceleme Çağrısı Yaptı

Karadağ’ın iktidar ittifakının bir parçası olan Değişim Hareketi Partisi, eski lider Milo Djukanoviç yönetiminin Bosnalı Sırp güçlerinin 1995’te Srebrenica’daki ölümcül operasyonlarına verdiği iddia edilen desteğe ilişkin bir parlamento soruşturması yapılması için çağrısında bulundu.

Değişim Hareketi partisi lideri Nebojsa Medojevic 14 Nisan 2021 Çarşamba günü, Milo Djukanoviç’in Sosyalist Demokrat Partisi liderliğindeki eski hükümetin 1995 yılında Srebrenica’daki Bosnalı Sırp güçlerini ve diğer lojistiği yardımlarla desteklediğini söyledi. Bu sebeple de parlamentoyu soruşturmaya çağırdı. Karadağ parlamentosunun bir soruşturma başlatarak, “savaş suçlarını kınama konusunda tarihi bir uygulamada bulunabileceğini’’ savundu. Meclis kurallarına göre, milletvekillerinin yeterli oy kullanması halinde soruşturma açılabilir.

 

Kaynak: Balkan Insight

Tarih: 14.04.2021

 

Karadağ, AB’nin Çin Otoyol Kredisini Geri Ödemesine Yardımcı Olacağını Umuyor

Brüksel’den daha önce gelen reddetmelere rağmen, Podgorica hükümeti Avrupa Birliği’nin Bar-Boljare otoyolunun tamamlanmamış ilk aşaması için Çin’den aldığı milyar dolarlık krediyi geri ödemesine yardım edeceğini umuyor. Bar-Boljare otoyol şeridi, Adriyatik kıyılarından Sırbistan’ın başkenti Belgrad’a uzanan bir otoyolun Karadağ ayağını temsil ediyor.

Karadağ Maliye ve Sosyal Bakım Bakanı Milojko Spajiç’in perşembe günü yaptığı açıklamada, Hükümetin söz konusu otoyolun tamamlanmamış ilk aşaması için Çin’den bir milyar dolarlık kredinin geri ödenmesi konusunda Avrupa Birliği ile pazarlık yapmayı planladığını duyurdu. Spajiç, Hükümetin en büyük altyapı projesini daha uygun koşullar altında finanse etmenin yollarını aradığını söyledi.

Spajic Nova.rs.’ye verdiği demeçte, “Karadağ hükümet yetkilileri, karayolu da dahil olmak üzere ülkedeki projeleri en uygun şekilde finanse etmenin bir yolunu bulmak için Avrupalı ortaklarla görüşüyor” dedi.

Otoyolun Karadağ ayağı, CRBC China Road and Bridge Corporation tarafından inşa ediliyor. İlk bölüm, Çin’in Exim Bankasından alınan 944 milyon dolarlık krediyle yüzde 85 oranında finanse ediliyor.

 

Kaynak: Balkan Insight

Tarih: 15.04.2021

 

Abazovic: İktidardan Kimse Vatandaşlık Yasasında Değişiklik İstemedi

Karadağ halkı bir süredir İçişleri Bakanlığı’nın Vatandaşlık Yasası’na ilişkin değişikliği gündeme getirmesini protesto ediyor.

Karadağ Başbakan Yardımcısı Dritan Abazoviç, vatandaşlık konusuna ilişkin H1 TV’de konuştu. Ülke içi protestoların neden yapıldığını bilmediğini belirterek, iktidardan hiç kimsenin Vatandaşlık Yasası’nın değiştirilmesi konusunu gündeme getirmediğini iddia etti. Abazoviç, “Kimse yasada değişiklik talep etmedi, sadece Bakanlığın ve vatandaşların talebi üzerine, 2008 yılından itibaren yasadan normların uygulanmasına ilişkin bir açıklama yapması gerekiyordu. Ne Hükümette ne de Parlamentoda Vatandaşlık Yasasında veya oy kullanma hakkıyla ilgili başka bir yasada değişiklik başlattığını duymadım” dedi. Ayrıca herhangi birinden vatandaşlık almak istediklerinin doğru olmadığını da sözlerine ekledi.

Genç lider sözlerinin arkasında olduğunu söyledi. Ona göre sokağa çıkıp protesto edenlerin farklı bir amacı var ve bazı siyasi taleplerini sunmak için yanlış bir anlatım kullanıyorlar. Fakat Abazoviç 30-50 bin kişinin Karadağ vatandaşlığını alacağına dikkat çekti.

 

Kaynak: CDM

Tarih: 15.04.2021

 

DPS: Abazoviç Ekonomiye Zarar Veriyor

Democratic Party of Socialists (DPS), başbakan yardımcılığı görevine geldiğinden beri Dritan Abazoviç’in ciddi devlet işlerine gösterdiği anlamsız yaklaşımın bariz bir şekilde çok kötü sonuçlara yol açtığını; bu nedenle de devlet tahvilleri değerinin tarihteki en büyük günlük düşüşüne neden olduğunu söyledi. DPS’ye göre, “Kısa bir süre önce, bir milletvekili olarak Abazoviç, Tayland ve Tayvan’ı karıştırdı. Bunun üzerine Karadağ’da dahil olmak üzere dünyadaki yaklaşık 150 ülkenin tanımadığı bir ülkede bulunan Karadağ devlet bayrağını kaldırdı. Yalnızca güvenlik konusunda değil, aynı zamanda ekonomi konusunda da bir uzman olduğuna inanan ve Avrupalı milletvekillerinin önünde yatırım alanında üstünlük sağlamaya çalıştı.’’ Partiye göre, bu tür sorumsuz davranışların sonuçları Karadağ devletine ve ekonomisine büyük zarar veriyor. Ayrıca yapılan açıklamada, Abazoviç’in politika konusundaki popülist yaklaşımının  Çin’e olan borca ilişkin yaptığı açıklamaların dramatik sonuçlar doğurduğunu ifade ettiler. DPS’nin isteği: değerlerin çöküşünü durdurmak ve Abazoviç’in ürettiği zararı en azından biraz azaltmak adına Hükümet’ten acil bir tepki gelmesi ve bu sayede tahvil piyasasındaki durumu stabilize edilmesi olarak duyuruldu.

 

Kaynak: CDM

Tarih: 18.04.2021

 

AB Savaş Sesine Sağır Kalamaz

İnsan Hakları için Gençlik Girişimi’nin Bosna Hersek, Karadağ, Hırvatistan, Kosova ve Sırbistan’dan oluşan bölgesel ağı, bölgede ve ötesinde halkı heyecanlandıran olayların yaşandığını söyledi. ‘Kâğıt dışı belge’ olarak bahsedilen dokümanların ortalığı hareketlendirdiği belirtildi. Bahsedilen belgenin yazarı kim olursa olsun, yalnızca farklı milletlerden aşırı milliyetçilerin onlarca yıllık özlemlerini dile getirmiştir. Bu politika adına 1990’larda 130.000’den fazla insanın hayatı feda edildi ve etnik olarak saf köyler, şehirler, bölgelerde yaşayan insanlar devlet yaratmak uğruna kovuldu. Bölgesel Ağ, “Bu politikayı uygulamak için askeri, polis ve paramiliter cinayet, zulüm, kamplar, yerel ve uluslararası mahkemelerde savaş suçları, insanlığa karşı suçlar, Srebrenica örneğinde: soykırım olarak doğru bir şekilde nitelendirildi.” Söz konusu Ağ yetkilileri, Batı Balkanlar’da ateşkes sağlandığını ve büyük güçlükle sürdürüldüğünü, ancak kalıcı bir barış sağlanamadığını belirtiyor. Bölgesel Ağ, “Bu iddianın en iyi kanıtı, bu ‘kâğıt dışı’ belgesinin içinde yer alan önerilerin yüksek politik çevrelerde dikkate değer öneriler olarak dolaşmasıdır” diyor.

 

Kaynak: CDM

Tarih: 18.04.2021

 

 

Üç Görüşme Birden Yapıldı

Cumhurbaşkanı Vjosa Osmani, BM Kalkınma Koordinatörü Ulrika Richardson ve Kosova’da faaliyet gösteren tüm Birleşmiş Milletler kurumlarının ve ajanslarının başkanları ile bir görüşme gerçekleştirdi. Richardson önce, tüm Birleşmiş Milletler ajansları adına Cumhurbaşkanı Osmani’yi tebrik etti, daha sonra halihazırdaki iş birliğinin devamı için hazır olduğunu belirtip desteğin devam edeceğini söyledi. Osmani de ülkenin sosyo-ekonomik durumunun iyileştirilmesindeki katkılarından ve kamuoyunun dikkatini çeken konuları ele aldıklarından dolayı tüm ajansları tebrik etti. Toplantının sonunda taraflar,   devam eden iş birliği ve katılımın somutlaştırılması konusunda mutabık kaldılar.

Kosova İçişleri Bakanı Xhevat Sveçla, İtalya’nın Priştine Büyükelçisi Nicola Orlando ve Büyükelçilik Ataşesi Enrico Gurnari’yi makamında ağırladı. Sveçla, suçla mücadele konusunda İtalya’nın Kosova İçişleri Bakanlığı ve Kosova Polisi’ne verdiği eğitim ve desteklerden dolayı teşekkür etti.

Kosova Ekonomi Bakanı Artane Rizvanolli, ABD’nin Priştine Büyükelçisi Philip Kosnett ile görüşme sağladı. Rizvanolli, enerji sektöründeki zorluklar ve kamu işletmelerinin performans ve hesap verebilirliği konularında Büyükelçi Kosnett’e bilgiler verdi. Görüşmede, enerji kaynaklarının çeşitlendirilmesi, enerji sektöründe bölgesel iş birliği ve enerji stratejisinin gözden geçirilmesi hakkında istişarelerde bulunuldu. Kosnett, Kosova Hükümeti’nin sürdürülebilir ekonomik kalkınma için kurumlar arasındaki iş birliğinden hoşnut olduğunu dile getirdi ve bu konuda ABD’den tam destek alacağına dair söz verdi.

 

Kaynak: Kosova Haber

Tarih: 15.04.2021

 

Kuzey Makedonya Avrupa Farklılıklarına Saygı Duyuyor

Başbakan Zoran Zaev ve Hırvatistan’ın Kuzey Makedonya Büyükelçisi Nives Tiganj ile yaptığı görüşmede Kuzey Makedonya’nın diyaloga bağlılığını sürdürdüğünü belirtti. Bulgaristan’da yeni kurulan hükümet ile de Dostluk Anlaşması’nın uygulanması konusunda fikir birliğine varacaklarını, ortak bir yol bulacaklarını ifade etti.

 

Kaynak: MNA

Tarih: 16.04.2021

 

Pendarovski: Balkan Sınırlarının Yeniden Çizilmesi Bölgesel İstikrarı Tehdit Ediyor

Kuzey Makedonya Cumhurbaşkanı Stevo Pendarovski, Slovenya Başbakanı Janez Jansa’nın Avrupa Birliği üst düzey yetkililerine gönderdiği iddiaları olan resmi olmayan belge ile ilgili konuştu. Pendarovski bu belgeye dair eğer Balkanların sınırları yeniden çizilirse Balkanlar’daki istikrarın bozulacağı ve Avrupa Birliği’nin de bu belgeye destek vermeyeceği yorumlarını yaptı.

 

Kaynak: MNA

Tarih: 16.04.2021

 

Dışişleri Bakanı Bujar Osmani’den Açıklama

Bujar Osmani cumartesi günü yaptığı açıklamada bölgedeki NATO’nun genişlemesine ve Avrupa Birliği entegrasyonuna karşı net bir perspektif oluşturulmasının sorunların çözülmesinde büyük katkısı olacağını belirtti. Sözlerinde Batı Balkanlar’ın kendisinin Avrupa entegrasyonu için de Atlantik genişlemesi için de çözüm olduğunu ifade eden Osmani, Sloven Başbakan Janez Jansa’nın AB’ye gönderildiği söylenen resmi olmayan belgenin olmadığını da ekledi.

 

Kaynak: MNA

Tarih: 17.04.2021

 

Zaev’den Arnavutluk’taki Makedonlara Sosyalist Parti için Oy Çağrısı

Kuzey Makedonya Başbakanı Zoran Zaev cuma günü Arnavut vatandaşı olan Makedonlara Arnavutluk’taki iktidar Sosyalist Parti’ye, Başbakan Edi Rama’ya, 25 Nisan’da yapılacak seçimlerde oy vermeleri için seslendi. Edi Rama’nın haricinde Sosyalist Parti’den milletvekili olan etnik Makedon Vasil Sterjovski’nin de Korça’da adaylığı olduğunu hatırlatarak Vasil için de oy çağrısında bulundu.

Kaynak: exitnews

Tarih: 18.04.2021

 

Sırbistan Cumhurbaşkanı, Karadağ’daki Sırpların Durumundan Memnuniyetsizliğini Dile Getirdi

Sırbistan Cumhurbaşkanı Aleksandar Vuciç 16 Nisan’da düzenlediği basın toplantısında, Sırbistan’ın Karadağ’ın bağımsızlığına ve devletine saygı duyduğunu, ancak bu ülkedeki Sırp nüfusunun durumundan endişe duyduğunu söyledi. Vuciç’e göre, Karadağ Cumhurbaşkanı Milo Cukanoviç durumun Sırp halkı için ne kadar zor olduğunu gösterdi. Bu, Sırp haber ajansı RTS tarafından bildirildi.

Vuciç, Sırbistan’ın Karadağ’daki siyasi süreçlere doğrudan müdahale edip etmediği sorusuna yanıt olarak, Djukanoviç’in televizyonda yaptığı konuşmayı izlediğini söyleyerek, “Gösterinin en az bir bölümünün Sırbistan’dan ve isminden bahsetmeden geçip geçmeyeceğini merak ediyordu. Sırp halkı mağara milliyetçiliği, şovenizm ve diğer her şeyle suçlandı “

Karadağ’da yeni fabrikaların, işlerin, hastanelerin kurulması ve aşıların satın alınması gibi tartışılması gereken daha önemli konular olduğunu, ancak Djukanoviç’e göre Sırbistan’ın her şeyden sorumlu olduğunu anladı.

 

Kaynak: Regnum.ru

Tarih: 16.04.2021

 

Sırbistan Dışişleri Bakanı: Belgrad Rusya’ya Yaptırım Uygulamayacak

Sırbistan Dışişleri Bakanı Nikola Selakoviç Rus mevkidaşı Sergei Lavrov ile Moskova’da bir araya geldi. Rusya Dışişleri Bakanı, Rusya’nın hazır olduğunu ve Sırbistan’ın toprak bütünlüğünü korumasına yardım etmeye devam edeceğini söyledi. Selakoviç, Sırbistan’ın tutumunun değişmeyeceğini ve Belgrad’ın ‘dost Rusya’ya yaptırım uygulamayacağını’ doğruladı. Bu, Sırp haber ajansı RTS tarafından bildirildi.

“Sırp dostlarımıza yardım etmeye, Belgrad’ın Kosova ve Metohija’daki yasal hakkını savunmaya hazır olduğumuzu yineledik. Bu konuya BM Güvenlik Konseyi’nde öncelik vermeye ve Belgrad ile Priştine arasında Kosova’nın statüsü konusunda bir anlaşma sağlayan 1244 sayılı Karara tam saygıyı teşvik etmeye devam edeceğiz ve bu anlaşmanın Güvenlik Konseyi tarafından onaylanması gerekiyor.” dedi.

Yetkili ayrıca, Rusya’nın, Priştine’nin UNESCO’nun Interpol adlı uluslararası örgütlerine üye olma yolundaki yasadışı girişimlerini önlemede Sırbistan’a yardım sağlamaya devam edeceğini de sözlerine ekledi.

Lavrov, Selakovich ile tüm ortak iş birliği ve ortaklık alanlarını, ikili ilişkilerin yanı sıra bölgesel ve uluslararası sorunları görüştüğünü söyledi.

 

Kaynak: Regnum.ru

Tarih: 17.04.2021

 

Yunan Dışişleri Bakanı Nikos Dendias, Türk Mevkidaşı Mevlüt Çavuşoğlu ile Ankara’daki Ortak Basın Toplantısında Bir Araya Geldi

Toplantıda da Türk tarafı Trakya’daki Müslüman azınlık konusunu gündeme getirdi, aynı zamanda Yunanistan’daki Osmanlı anıtlarının restorasyonu için ortak komitelerin kurulması ihtiyacını da gündeme getirdi. Türkiye ayrıca Yunanistan’ı 18.000 göçmen geri itmekle suçladı, Atina bunu reddetti. Öte yandan, Atina ile Ankara arasındaki keşif müzakerelerinin yeniden başlamasına övgüde bulundu ve gerginliğin hafifletilmesi çağrısında bulundu. Dendias, “Yunanistan ve Türkiye birçok karmaşık sorunun olduğu bir bölgede birlikte yaşamaya mahkumdur” dedi ve “yangın çıkaran eylemlerin ve yorumların gerilemesi” olmadığı sürece ilerleme sağlanamayacağını vurguladı. Türk Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, Dendias’ın Lozan Antlaşması’nın ihlalleri hakkındaki yorumlarına yanıt olarak, Ege’deki birkaç Yunan adasının askerden arındırılması çağrıların da bulundu. Ancak Dendias, karşı sahilde Türk askeri güçleri olduğu için adaların bu nedenle askersizleştirildiğini söyledi.

 

Kaynak: Ekathimerini

Tarih :16.04.2021

 

Yunanistan, Kıbrıs, İsrail ve BAE’nin Dörtlü Toplantısı Baf’ta Sonuçlandı

Yunanistan Dışişleri Bakanı Nikos Dendias, cuma günü Baf’ta Yunanistan, Kıbrıs, İsrail ve BAE’nin ilk dörtlü toplantısının sonunda yaptığı konuşmada, Kıbrıs konulu dört ülkeyi birleştiren şeyin, “temel ilke ve değerlere ortak bir bağlılık” olduğunu söyledi. Toplantıya Kıbrıs Dışişleri Bakanı Nikos Christodoulides, İsrail Dışişleri Bakanı Gabi Ashkenazi, BAE Dışişleri Bakanı Şeyh Abdullah bin Zayed Al Nahyan (telekonferans yoluyla) ve temsilcisi Anwar Gargash, BAE Cumhurbaşkanının Diplomatik Danışmanı ve eski Dışişleri Bakanı katıldı. Görüşmede, dört dışişleri bakanı enerji sektöründen başlayarak çeşitli alanlarda iş birliğinin genişletilmesi konusunu ele aldı.

 

Kaynak: Atina Makedon Haber Ajansı

Tarih :16.04.2021

 

İsrail ve Yunanistan 1,6 milyar Dolarlık Savunma Anlaşması İmzaladı

İki ülke arasındaki en büyük savunma tedarik anlaşması uyarınca, İsrail’in Elbit Systems, Yunan Hava Kuvvetleri için bir uçuş okulu kuracak ve işletecek. Anlaşma, İsrail savunma şirketi Elbit Systems tarafından inşa edilecek ve 22 yıl süreyle işletilecek olan Yunan Hava Kuvvetleri için bir uçuş eğitim merkezinin kurulmasını içeriyor. Anlaşma çerçevesinde Elbit Systems, Yunan Hava Kuvvetleri’nin Beechcraft T-6 Texan II eğitim uçağının yükseltilmesi ve çalıştırılması için kitler ile eğitim, simülatörler ve lojistik destek de sağlayacak. Ortak bildiride, “Gelecekte taraflar, İsrail uçuş akademisi ile Yunan Hava Kuvvetleri Akademisi arasındaki iş birliği alanlarını da değerlendirecekler” dedi.

 

Kaynak: Jewish News Syndicate

Tarih: 18.04.2021

 

Lahey Mahkemesi Sırbistan’ın BM Güvenlik Konseyi’ne Bildirilmesini Talep Etti

Lahey’deki Uluslararası Ceza Mahkemeleri Mekanizmasından Yargıç Liu Daqun Mahkeme Başkanı Carmel Agius’tan Sırbistan’ı Sırp Radikal Partisi’nden (SRS) iki yetkiliyi tutuklamayı reddettiği için BM Güvenlik Konseyi’ne rapor etmesini istedi.

Sırbistan’ın BM Güvenlik Konseyi’nin yükümlülüklerini yerine getirmeyerek Radikal Parti siyasetçileri Petar Jojic ve Vjerica Radeta’yı tutuklamadığı için çağrıda bulunan Yargıç Daqun, “Sanıkların Sırbistan’da olduğu ve Sırbistan’ın kendilerini tutuklamak ve Lahey’e göndermek için tekrarlanan taleplere uymadığı tartışılmaz” açıklamasında bulundu.

Petar Jojic ve Vjerica Radeta Ekim 2012’de, parti lideri Vojislav Seselj aleyhindeki Lahey davasında tanıkları, ifadelerini değiştirmeleri veya ifade vermemeleri için tehdit ederek, şantaj yaparak ve rüşvet vererek etkilemekle suçlanmışlardı.

 

Kaynak: Balkan Insight

Tarih: 16.04.2021

 

Bilčík: “Batı Balkanlar’ın AB’ye giden kestirme yolu yok”

Avrupa Parlamentosu üyesi Vladímir Bilčík, Batı Balkanlar’daki geleceğinin yapılacak reformlar yoluyla gerçekleşeceğini ve üyeliğe giden hiçbir kestirme yol bulunmadığını söyledi.

Bilčík, Twitter hesabında yaptığı açıklamada Batı Balkanlar’daki sınır değişiklikleri hakkında Slovenya Başbakanı Janez Jansa’ya atfedilen bir iddiayla ilgili medya spekülasyonlarını yorumlayarak, “Sınırların ve toprak takasının, geçmişe giden tehlikeli bir yol olduğunu” yazdı.

 

Kaynak: N1

Tarih: 16.04.2021

 

Sırbistan Kültür Bakanlığı ile TÜRKSOY Arasında İş Birliği Protokolü İmzalandı

Uluslararası Türk Kültürü Teşkilatı ile Sırbistan Kültür Bakanlığı arasında kültür alanındaki iş birliğini güçlendirmek için protokol imzalandı.

Sırbistan’ın başkenti Belgrad’da düzenlenen imza törenine, Kültür Bakanı Maja Gojkovic ile TÜRKSOY Genel Sekreteri Düsen Kaseinov’un yanı sıra Türkiye’nin yeni Belgrad Büyükelçisi Hami Aksoy da katıldı. Gojkovic, imza töreninin ardından yaptığı açıklamada, söz konusu protokolün, kültürel ve tarihi ilişkileri daha ileri düzeye taşıyacağını söyledi.

İş birliği protokolünün serbest fikir ve tecrübe alışverişine imkân sağladığını aktaran Gojkovic, “İş birliğimizi hangi alanlarda güçlendirebileceğimiz konusunda uzun uzun konuştuk. Başta sinema, tiyatro, müze, arşiv ve müzik olmak üzere birçok alanda iş birliği yapabileceğimizi anladık.” dedi. Gojkovic, imzalanan belgenin yıllar süren iş birliğine hukuki çerçeve oluşturduğunu ifade etti.

 

Kaynak: Time Balkan

Tarih: 17.04.2021

 

Grandi: Yunanistan, Güney Kıbrıs Rum Kesimi ve Hırvatistan’ın Düzensiz Göçmenleri Geri İtmesi Kabul Edilemez

Birleşmiş Milletler (BM) Mülteciler Yüksek Komiseri Filippo Grandi, Yunanistan, Güney Kıbrıs Rum Kesimi ve Hırvatistan’ın düzensiz göçmenleri geri itmesinin kabul edilemez olduğunu bildirdi.

İtalya’nın başkenti Roma’da iki gündür temaslarda bulunan Birleşmiş Milletler (BM) Mülteciler Yüksek Komiseri Filippo Grandi, bugün düzenlediği basın toplantısında gündemdeki konulara ilişkin açıklamalarda bulundu.

Yüksek Komiser,  “Balkan rotası” olarak bilinen düzensiz göç rotasında göçmenlerin maruz kaldığı kötü muameleye değinerek, “Yunanistan, Kıbrıs (Rum Kesimi), Hırvatistan gibi ülkeler tarafından yapılan acımasız ve fiziksel şiddet içeren geri itmeler kabul edilemez. Bundan endişeliyiz. Bu hususu, ilgili ülkelere ve Avrupa Birliği (AB) Komisyonu’na da belirttim.” dedi.

Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (BMMYK) olarak Avrupa Komisyonu’nun gündeme getirdiği yeni göç ve iltica paktına ilişkin görüşlerini verdiklerini anlatan Grandi, göçmenlerin uluslararası insancıl hukuka saygılı, dengeli biçimde alınmasını sağlamaya yönelik AB izleme mekanizmasının etkinleştirilmesi gerektiğini dile getirdi.

 

Kaynak: Time Balkan

Tarih: 17.04.2021

 

 

 

HAZIRLAYANLAR:

Aybüke Koçak, Didem Şimşek, Dilara Nesrin Bulut, Dilek Keçeci, Ece Sumru Güvemli, Elifnur Ayhan, Hatice Deniz Hızal, İleyna Savuk, Melisa Agoviç, Rümeysa Güner, Şamil Orhan

TUİÇ Balkan Stajyerleri

 

 

Haftalık Göç Bülteni / 12-17 Nisan

0

 

Tunus Açıklarında Batan Bot Sonrası 41 Mülteci Yaşamını Kaybetti

BM Mülteci Ajansı (BMMYK) ve Uluslararası Göç Örgütü’nün ortak basın açıklamasına göre Tunus’un güneydoğusunda bulunan Sidi Mansour kıyısında yaşanan bir gemi enkazı nedeniyle aralarında çocukların da olduğu bilinen 41 kişi can verdi.

Cuma gününe kadar devam eden arama çalışmaları sonucunda mültecilerin tamamının Safra Altı Afrika’dan olduğu belirlendi. BMMYK ve IOM ortak verilerine göre, bu yıl Orta Akdeniz’de toplam 290 mülteci iltica etmeye çalışırken yaşamını kaybetti. IOM’a göre trajik can kayıpları, Orta Akdeniz’de devlet öncülüğündeki arama ve kurtarma operasyonlarını geliştirme ve genişletme ihtiyacının bir kez daha altını çiziyor.

 

Kaynak: IOM

Tarih: 16.04.2021

 

Kanarya Adaları’na İltica Eden Mülteci Sayısı 8 Katına Ulaştı

Pandeminin gölgesinde yaşanan göç hareketliliği, seyahat kısıtlamalarına rağmen ekonomik ve sosyal sorunlar nedeniyle artan hızla devam ediyor. Hedef bölgelerden biri haline gelen Kanarya Adaları’na ulaşan mülteci sayısı 2020 yılında neredeyse 8 kat arttı.

Uluslararası Göç Örgütü’nün duyurduğu habere göre bölgeye göç eden mülteci sayısı gibi iltica etmeye çalışırken yaşanan kazalar nedeniyle hayatını kaybeden kişi sayısı da oldukça yüksek. IOM, bu bölgede yaşamı son bulan en az 54 mültecinin olduğunu belirtti.

 

Kaynak: IOM

Tarih:  12.04.2021

 

İsveç’in Mültecilere Yönelik Yasaları Sıkılaşıyor

İsveç, AB’de mültecilere en çok ev sahipliği yapan ülkelerden biri olarak özellikle 2015 yılında 160 binin üzerinde mülteciye kapılarını açarak gerçek bir çekim merkezi haline gelmişti. Ancak, Göç Bakanı Morgan Johansonn’ın yaptığı açıklamaya göre, mültecilere uygulanan yasalar üzerinde yapılacak değişiklikler ile geçici oturum izni 3 sene olarak belirlenecek olup bu süreyi aşan bireyler için kalıcı oturum iznine başvuru öncesinde İsveç dilini biliyor olmak gibi temel şartlar aranacağını duyurdu. Yasa taslağı, parlamentodan geçer ise bu yaz uygulamaya geçilecek.

 

Kaynak: Sözcü Gazetesi

Tarih:  12.04.2021

 

İnsan Kaçakçıları Tarafından Sınırdan ‘Fırlatılan’ Çocuklar Ailelerine Kavuşacak

Meksika- ABD sınırında yaşanan trajik olaylar son bulmuyor, sınırda bulunan termal kameralara yansıyan görüntüler ise dehşete düşürmeye devam ediyor.

Ailesi New York’ta yaşayan iki küçük kız kardeş insan kaçakçıları tarafından sınırın öteki tarafından 4,5 metrelik bir duvardan fırlatılarak ABD sınırına atıldı. Yaşları 3 ve 5 olan kız kardeşlerin uğradığı bu olay sonrasında insan kaçakçıları uzaklaşarak kaçtı. ABD sınır ekipleri tarafından korunan kardeşlerin sağlık durumlarının iyi olduğu ve ailelerine teslim edileceği duyuruldu.

 

 

Kaynak: Hürriyet

Tarih: 14.04.2021

 

Türkiye’den Gidenler Geri Dönmek İstemiyor

Türkiye’den Almanya’ya çevre eğitimi üzerine bir proje kapsamında gönderilen öğrenciler geri dönmek istemiyor.

Malatya’nın Yeşilyurt Belediyesi’nin düzenlediği ‘Çevreye Duyarlı Bireyler Yetiştirme Projesi’ ile 45 öğrenci Almanya’ya gönderildi. Projenin tamamlamasının ardından ülkeye geri gelmeleri beklenen öğrencilerden yalnızca 2’si dönmüş olup 43 öğrencinin eğitimin ardından aylar geçmiş olmasına rağmen Türkiye’ye dönmedi. Malatya Valiliği’nin yazılı açıklamasına göre, bahsi geçen kişilere konu hakkında inceleme başlatılacak.

 

Kaynak: Euronews

Tarih: 12.04.2021

 

Danimarka, Suriyeli Sığınmacıların Oturum İzinlerini Yenilemeyecek

Danimarka, Suriyeli sığınmacıların oturum izinlerini yenileme başvurularını Suriye’nin eskisi gibi olmadığı ve artık Suriye’de de güvenli alanların bulunduğunu belirterek reddetti.

Başbakan ve Sosyal Demokrat Parti liderinin mültecilere yönelik katı politikalar izlediği bilinen Danimarka’da sivil toplum örgütleri ve muhalifler, Suriye’nin önemli bir kısmının hala savaşta olduğunu ayrıca savaşın olmadığı alanlar var diye sığınmacılar için geri dönmenin sakıncasız olduğu anlamına gelmediğini savunuyor.

Elektronik posta aracılığı ile oturum izninin yenilenmeyeceği haberini alan ve liseden henüz mezun olmuş 20 yaşındaki Daher, iletiyi okuduğunda saatlerce ağladığını ve kendisini yaşadığı yere çok yabancı hissettiğini belirtti.

 

Kaynak: BBC Türkçe

Tarih: 14.04.2021

 

Suriyeli Çocuğu Taciz Eden Saldırgana 24 Yıl Hapis Cezası Verildi

Geçtiğimiz sene, Beyoğlu’nda Suriyeli bir çocuğa zor kullanıp hürriyetine engel olan ve 7 yaşındaki çocuğa cinsel istismarda bulunduğu gerekçesiyle yargılanan saldırgan Adnan Y. hakkında İstanbul 31. Ağır Ceza Mahkemesi karar verdi.

7 yaşındaki Suriyeli D.A’ya cinsel istismarda bulunan saldırgan hakkında 24 yıl hapis cezasına karar verildi.

 

Kaynak: Mülteci Medyası

Tarih: 12.04.2021

 

 

Hazırlayan: YAĞMUR BAŞ

 

Neo-Avrasyacılık Bağlamında Rusya’nın Orta Asya Politikaları

ÖZET

Avrasya kavramı, coğrafi bir terim olmakla birlikle 20. yüzyılda siyasi bir nitelik kazanmaya başlamış bir fikir akımına dönüşmüştür. Avrasya coğrafyasının bu fikir akımını en çok kullanan ülkesi olan Rusya, Avrasyacılığı Orta Asya gibi etki alanlarında hem bir dış politika aracı olarak kullanmış hem de gerek Çarlık Rusya gerekse Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra Post-Sovyet ve slav halkları tarafından bir kimlik biçimi olarak  kullanmıştır. 19. yüzyılda ilk kez kendini göstermiş olsa da günümüzde Neo-Avrasya olarak varlığını sürdürmektedir. Buradan hareketle de bu yazıda ilk önce Avrasya’nın bilinen tanımları incelenip daha sonra tarihsel gelişimi ele alınacaktır. Avrasya’nın devletler üzerindeki ideolojik etkileri ve bunların uluslararası ilişkilerdeki yaklaşımları Konstrüktivizm teorisi ışığında ele alınacaktır. Rusya’nın Orta Asya politikaları, Neo-Avrasyacılık ekseninde gelişen politikalar ve Avrasyacılığın Orta Asya üzerindeki politik ve ekonomik etkileri ele alınacaktır.

Anahtar Kelimeler: Rusya, Avrasya, Orta Asya, Neo Avrasyacılık, Avrasyacılık, Orta Asya Politikaları.

 

ABSTRACT

Although the concept of Eurasia is a geographical term, it has turned into an idea that started to gain a political structure in the 20th century. Russia, which is the country that uses Eurasianism the most in the Eurasian geography, has used Eurasianism as a foreign policy tool in areas such as Central Asia and used it as a form of identity by both Tsarist Russia and the Post-Soviet and Slavic people after the dissolution of the Soviet Union. Although it manifested itself for the first time in the 19th century, it continues to exist today as Neo-Eurasianism Thus, in this article, firstly the known definitions of Eurasia will be examined and then its historical development will be discussed. The ideological effects of Eurasia on states and their approaches in international relations will be discussed in the light of Constructivism.. Also, the Central Asian policies of Russia, the policies developing in the axis of Neo-Eurasianism and the political and economic effects of Eurasianism on Central Asia will be discussed.

Keywords: Russia, Eurasia, Center Asia, Neo Eurasianism, Eurasianism,  Central Asia Policies.

 

1.     GİRİŞ

Avrasya, filolojik olarak Avrupa ve Asya sözcüklerinin birleştirilmesiyle oluşmuştur. Avrupa ve Asya kıtalarının ortak noktalarını kapsayan bölgeye denmektedir ve literatüre Humboldt tarafından sokulmuştur. Avrupa kıtasının Orta Avrupa olarak nitelendirdiğimiz kısmından başlayarak Asya’nın kalbine doğru uzanmaktadır. Avrasya, iki kıtayı kapsaması nedeniyle oldukça büyük bir alana ve siyasi coğrafyaya sahiptir. Kendi içinde de birden fazla bölge bulundurmaktadır. Basitçe saymak gerekirse Almanya’nın doğusunda kalan bölgeden başlayarak Balkanlar, Karadeniz ve çevre ülkeleri, Kafkasya, Anadolu ve Orta Asya, Avrasya’yı oluşturmaktadır. Hem coğrafi hem de tarihi açıdan baktığımız zaman bahsedilen bölgelerin, medeniyetlerin kurulup geliştiği, ve birçok kültüre ve gelişmeye ev sahipliği yaptığını da söylemek mümkündür. Bu nedenle de kültürel çeşitlilik ve birikim açısından da oldukça gelişmiş bir bölgedir. Dünya nüfusunun da çoğunluğunu barındırır. Kesin çizgilerle çizilmiş bir sınırı olmamakla birlikte “Avrasya Nedir?” ve “Avrasya Neresidir?” sorularının da cevapları çok fazladır. Dünya haritasının diğer kıtalara göre tam ortasında konumlanmış olması jeopolitik kitaplarında Avrasya’ya “Heartland” denmesine neden olmuştur. Stratejik olarak da ekonomik-dini noktaların hakimiyeti konusunda bir merkez olması da Heartland’in önemini vurgular niteliktedir. (Özder, 2013). Bu nedenle de Avrasya hakkında kesin yargılara ulaşmak güçtür.

 

1.1 Avrasya’nın Tarihsel Gelişimi

Tarihin başlangıç noktasının ve medeniyetlerin ilk kurulduğu, yayıldığı topraklar olması nedeniyle tarihi süreç oldukça geniş ve çeşitlidir fakat Özder burada bir göçebe-yerleşik ayrımı yaparak sayıca çok olan toplumları en aza indirgemeye çalışmıştır.

Tarihi açıdan baktığımızda karşımıza çıkan ilk sahne bir “göçebe-yerleşik” çatışmasıdır. Farklı kültürleri bir arada bulundurduğundan ve elbette bu farkları toplumların örf-adet-gelenekleri farklı olduğundan ilk çatışmaların toprağa bağlı yaşamdan kaynaklandığını söyleyebiliriz. Her diyalektik gibi bu iki oluşum da birbirlerinden etkilenmişlerdir. Bu etkileşimin de en güçlü örneği ise Büyük İskender’in Pers İmparatorluğu’nu fethetmesi ve ardından Orta Asya’ya ilerlemesidir. Büyük İskender Avrasya üzerinde ilerlerken fethettiği göçebe halkların yönetim ve idare şekillerinden etkilenmiş ve kendi sistemini buna göre düzenlemiştir (Özder, 2013). Bu etkileşimler, hem Orta Asya’da etnik bir çeşitlilik yaratmış hem de kültürü çeşitlendirmiştir. Elbette Avrasya dediğimiz zaman Türk göçebe halklarından bahsetmemiz gerekir. Dağınık, sürekli hareket halinde, yayılan nüfusu ve egemenlikleriyle Türk göçebeleri Avrasya coğrafyasının önemli bir bölümünü oluşturmaktaydılar. Üç ana kolda bakacak olursak Batı, Merkezi ve Doğu olarak geniş Türk halklarını, devletlerini görürüz. Tarihi şekillendiren Kavimler Göçü de bu topraklarda başlamış, Attila ve Batı Hunları’nın Avrupa’ya ilerleyişi ve Doğu’da Çin’i sıkıştıran Doğu Hunları kıtalararası bir göç başlatmışlar fakat zamanla güçlerini kaybedip yerlerini başka devletlere bırakmışlardır. Orta Asya’da ilk Türk adıyla kurulan Göktürk Devletiyle devam etmiş; Türkistan, İskender İmparatorluğu coğrafyasını etkilemişler İslam ile tanışmalarından sonra Ön Asya’da bir Türk-İslam olgusu oluşturmuşlardır. Anadolu’ya doğru ilerlemeleriyle de anavatanları olan Asya’dan getirdikleri kültürle Avrupa’yı etkilemiş ve Avrupa halklarından etkilenmişlerdir. Avrasya tarihine bakacak olduğumuzda Türk-Türki halkların etkileri oldukça fazladır. Asya kültürlerini bir noktada kaybetmiş olsalar da sentezledikleri kültürlerle arada bir kültürel köprü görevi gördükleri söylenebilir. (Özder, 2013).

 

2.  AVRASYACILIK

Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki Çarlık Rusya’nın yıkılmasının ardından gelen Sovyetler, Rus kimliğinde bir zedelenmeye neden olmuştur. Milli kimlik yaratılışında günümüzde dahi sorunlar çıkmaktadır. Avrasyacılık da Ekim Devrimi ile birlikte Avrupa’ya göç etmek zorunda kalan Rus aydınlarının kimlik sorunlarına bir cevap olmak amacıyla fikirselleştirilmiş bir ideolojidir. Avrupa ve Asya topluluklarının ortak coğrafi bölgesi olan Avrasya’da yer alan Rusya’nın içinde bu çeşitli halkların ve kültürlerin barış içinde beraber yaşamalarını temele alan bir düşünce olarak da tanımlamak mümkün. Aslında tarihi olarak da Rusya’yı bir İmparatorluğa çeviren I. Petro ve onun Avrupa’ya açılma politikalarına dayandığını söyleyebiliriz. Bu dönemde Rusya’nın kısmi Avrupalaşması söz konusudur. Çarlık boyunca devam eden bu yakınlaşma Devrim ile birlikte keskin bir sekteye uğramıştır. Sovyetler döneminde daha önce bahsettiğimiz aydın-düşünür ve sanatçıların Avrupa’ya göçlerinin sebebi de aslında Sovyetler’in devlet lehine olmayan fikirleri yasaklamasından kaynaklanmaktadır. Avrasyacılık hem gelişmeyi ve bir nevi Avrupalılaşmayı hem de yerlileşmeyi savunur. Onlara göre Batı aslında üstün ırk değildir, her toplum kendi kültürüyle gelişmelidir ve Batılı olmanın yolu da öz kimliğini kaybetmek değildir. Avrasyacılık, tamamıyla yandaşı olan Batılı görüş ile onun tam aksi yönde oluşan Pan-Slavist fikrin ortasında bulunmaktadır.  Buna bir nevi üçüncü yol demek de mümkündür. 20. yüzyılda bu fikre katkı sağlayan aydınların Avrupa’ya göç etmesiyle bu ideoloji Avrasya’da susturulmuştur. Tekrar Avrasya’ya ideolojik açıdan bakmak için 1990 sonrasın, yani Sovyet sonrası Rusya’ya bakmak gerekmektedir (Serbest, 2018). Avrasya halklarının multi-kültürel bir devlet tarafından yönetilmesi ve öz kimlik kaybedilmeden yeni bir ortak yaşam -Avrasya- alanında ortak bir kültür inşası fikri, İnşacılık teorisine uygundur. Bu yönleriyle ilk Avrasya fikrinin bu temelde incelenmesi de mümkündür. Klasik Avrasyacılığın ilk fikir babaları Modernizmin ulusal devlet-ulusal kültür inşasına karşı çıkmış, Batı’yı merkeze alan ve Batı dışındakileri “öteki” olarak tanımlayan sistemi eleştirmişlerdir. Avrupalı devletlerin evrensel kültür yaratma çabalarını da kabul etmezler. Bu yönleriyle ulusal devlet-ulusal kültür; liberal dünyada küreselleşmeyi, bunun kültürel yansımalarını savunan Modernizmin eleştirisi Post-Modernist teoriye yakınlaştıklarını da söylemek mümkündür. Ancak bahsedildiği üzere Sovyet baskısından kaçan Avrasyacıların fikirlerinin temeli olan halktan ve topraklardan soyutlanmaları bu ideolojinin 20. yüzyılın sonuna kadar sessiz kalmasına neden olmuştur. Değişen dünya düzeni, teknoloji, sosyal toplum ve politik değişiklikler var olan fikirlerin de revize edilmesine yol açmıştır. 1990 sonrası yeni bir Rus toplumunun inşası yapılırken Neo-Avrasyacılık sahneye çıkmıştır.

 

2.1 Neo-Avrasyacılık

Tıpkı 19. yüzyıl Osmanlı Devletinde görüldüğü gibi çok uluslu bir devleti ayakta tutma çabaları, halkları birbirlerine bağlamak amacıyla sosyal bir kimlik inşa edilmesi Sovyetlerin dağılmasından önce de görülmüştür. Ancak burada bir Neo-Slavofil düşünce etkisini göstermiştir. Bu düşüncenin özünde ise Sovyetler içerisindeki Avrasya halklarının dışlanması ve -Ukrayna, Beyaz Rusya, Rusya- slav halklarla bir devletin varlığına devam etmesi düşüncesi vardır fakat çabalara rağmen Sovyetler dağılmış, günümüzde Bağımsız Devletler Topluluğu üyeleri olarak bildiğimiz devletler bağımsızlıklarını kazanmışlardır. Tarihsel ve sosyolojik olarak baktığımızda, her çok uluslu devlet gibi Sovyet halkları da kültürel olarak birbirlerini etkilemişlerdir. Günümüzde, Avrasya halkları dil,din ve kültürel olarak hem farklı hem de aynı özellikleri taşımaktadırlar. Bu hem asimilasyon hem de kültürel alışveriş olarak açıklanabilir. Fakat her iki açıdan baktığımız zaman da bir başka deyişle, Sovyetler döneminde baskı altında kalan Avrasya halkları zorla Ruslaştırılmış- Slavlaştırılmış olsalar da zamana ve sosyal yaşama bağlı olarak farklı kültürler devlet içerisinde birbirlerini etkilemiş olsalar da sonuçta Avrasya halkları arasında ortak bir kimlik inşa edilmiştir. Slavofillere karşı Nazarbayev’in de savunucusu olduğu Yeni Avrasyacılık fikri böyle bir ortamda yavaş yavaş yayılmaya başlamıştır.

Neo-Avrasyacılık ve Avrasyacılık kökenleri gereği aynı temele dayanmaktadır. Değişen dünya ile birlikte karşı çıktıkları Orta Avrupa temelli Batı olgusu, ABD-Atlantikçi eleştirisine dönüşmüştür. Klasik Avrasyacılık’ta bir Çarlık coğrafyası bütünleşmesi varken Neo-Avrasyacılık’ta geniş Sovyet sınırları ve Avrasya halklarının yaşam alanına odaklanma vardır. Neo-Avrasyacılık’ın önde gelen isimlerinden olan Dugin’e göre Bağımsız Devletler Topluluğu, Rusya’nın gözetiminde gelişirse bütünleşmesi mümkündür ve Avrasya Birliği’ni oluşturabilir. Aynı zamanda Dugin, coğrafi bir sınır çizmeye çalışmış burada Slav ve Sovyet halklarının dışında Asya kültürüne sahip diğer devletleri de Avrasya tanımının içerisine almıştır, örneğin güneydeki Müslüman devletler ve doğuda Çin, Hindistan gibi (Serbest,2018). Yeni bir kültürel kimliğe dayalı devletin yerine Klasik Avrasyacıların karşı çıktığı evrensel birleşmeyi Avrasya’da yapmak isteyen Dugin, bu birleştirme amacı güttüğü fikriyle Post-Modernizm’e yaklaşan Avrasyacılardan farklılaşır. Ancak Sosyal İnşacı teoriden baktığımızda ise teorinin kilit noktası şudur: kültür aktörleri, aktörler de devleti yaratır. Dugin, Yeni Avrasyacılık’ta Avrasya kültürlerinin birleşip bir Avrasya Birliği kurulmasıyla -ki bu teorinin en  üst  seviyesini işaret etmektedir- büyük bir Avrasya bütünleşmesiyle hem Büyük Rus Devleti’nin devamlılığı sağlanacaktır hem de Batı’ya karşı güçlü bir Hasmane Kültür1 politikası güdebilecektir. Dugin’in Ruski standartlarıyla oluşturduğu ve liderliğini yaptığı Yeni Avrasyacı düşüncede strateji ve jeopolitik oldukça önemlidir. Batı (Avrupa, ABD) karşıtlığına ek olarak olası bir Avrasya Birliği’nde Rusya’nın gücünü sarsacak bir diğer unsur da Orta Asya’daki Türk varlığıdır. Türk varlığı, Azerbaycan üzerinden tüm Orta Asya’ya yayılarak Rus egemenliğine tehdit oluşturmaktadır.(Serbest, 2018)

Buradan hareketle, Dugin’in Türki halkları ve   ancak Rus Avrasyacılığı dediğimiz zaman ki bu daha uygun bir tanımlama olacaktır, Rusya önderliğinde ve gözetiminde kurulacak bir birlik olgusu aklımıza gelmelidir. İnşacılık üzerinden baktığımızda Yeni Avrasyacılığın bir sosyal kimlik inşasındansa Sovyet sonrası güçlü bir ulus devlet kurmak ve Batı’nın kurmak istediği liberal yeni dünyaya karşı Rus kontrolü altında Avrasya gibi stratejik bir bölgede geniş bir hegemonya kurmak gayesi güdüldüğünü söyleyebiliriz ki İnşacı yaklaşımdan uzak dış politika hedeflerine göre şekillendirilmiş güce dayandırılması yönüyle de devletin gücüne önem veren, devlet çıkarını gözeten bir fikirsellik olarak gözükmektedir. Bu kapsamda Yeni Avrasyacılar, Rusya’nın hakimiyet alanı olan Orta Asya’da BDT ve benzer örgütler ile etkisini artırmaya çalışmakta ve dış politikadaki üstünlüğünü ortaya koymaya çalışmaktadır.

 

2.2 Orta Asya Kavramı ve Jeopolitik-Stratejik Önemi

Orta Asya kavramı esasen ilk defa eski Çin belgelerinde Batı Çin’i tanımlamak için kullanılmıştır. Aynı zamanda bazı kaynaklarda Türkistan adıyla da geçer. Sovyetler Birliği’nin yaptığı tanımlamaya göre ise Orta Asya bölgesi Özbekistan, Tacikistan, Türkmenistan, Kırgızistan devletlerinden oluşur. Bu tanımlamaya Moğolistan ve Kazakistan dahil edilmez fakat sonradan Yeni Rusya devleti bu tanıma Kazakistan’ı da dahil etmiştir. Geniş manada açıklamak gerekirse Pakistan’ın kuzeyi ve Afganistan, Çin’in batısı yani Doğu Türkistan ve Tibet, Moğolistan ve Rusya’nın bir kısmı ve kuzeydoğu İran’ı kapsayan bölgeyi adlandırmak için kullanılan coğrafi bir terimdir. Bu coğrafyada bulunan ülkeler kendi stratejisini ve çıkarlarını, kendi ulusal politikasını yürütmeye çalışmaktadır.

Orta Asya bölgesi bir yandan da Türk halklarının ve Türk soyunun da anavatanıdır. Tarihi İpek Yolu’nu içinde barındıran, Semerkant ve Kaşgar gibi önemli şehirleriyle eskiden beri insanlığın ticaret yolu ve Asya ile Avrupa arasında bir geçiş oluşturmasından dolayı bölge stratejik olarak da önemli bir konumdadır. Aynı zamanda bünyesinde dünya tarihinin seyrini önemli ölçüde etkileyen imparatorluklara da ev sahipliği yapmıştır. Örneğin Moğol İmparatorluğu, Hun İmparatorluğu, Göktürkler gibi. Bu bölge yüksek düzlükler, dağlar ve büyük ölçüde çöllerden oluştuğu için bozkırdır. Toprakların büyük kısmı bozkır olduğu için tarım çok fazla gelişmemiştir bu yüzden insanlar daha çok hayvancılıkla uğraşırlar. Orta Asya, coğrafi olarak doğu ve batı arasında bir köprü işlevi görür.  

Çoğunluğu Rusya ve Çin arasında bölüşülen bölge, 1991 senesinde Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte içerisinde bulunan Orta Asya devletleri birer birer bağımsızlıklarını ilan etmiştir. 11 Eylül saldırılarından sonra ABD, güvenlik kaygıları ve terörle mücadele maksadıyla burada askeri üsler kurmaya başlamıştır. Rusya da buna karşılık bölgede ekonomik ve siyasi patronajlığını kaybetmemek adına çeşitli yollarla buradaki etkinliğini sürdürmeye çalışmaktadır. Çünkü Orta Asya, Rusya’nın arka bahçesidir ve buradaki gücünü kaybedemez.  

 

2.3 Neo-Avrasyacılık ve Orta Asya

Orta Asya ve Kafkaslar bölgesini Avrasya olarak tek elde açıklasak da politik ve kültürel olarak heterojen olması nedeniyle birleşik bir bölge olduğunu söyleyemeyiz. Ancak bu devletlerin ortak noktaları vardır, o da Sovyet geçmişini paylaşmalarıdır. Bu bağlamda Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından bu devletlerin neredeyse tamamı oldukça düşük bir siyasi yapılanmayla yeniden devlet oluşturma ve ekonomik sorunlarıyla yüzleşmişlerdir. Haliyle bütün bu problemler Orta Asya’nın politik ve ekonomik değişimine etki etmiştir. Dolayısıyla Sovyetlerin dağılmasından sonra bu ülkelerin bağımsızlıklarının sürdürülebilirliği, bölge ülkelerinin çıkarları için son derece önemli olduğundan Neo-Avrasyacı akımın ve Rus jeopolitik ekolün hatta bölgeye yönelik olarak Batılı ekollerin kabul edilebilirliğinin gözden geçirilmesi gerekmektedir. Bu sebeple bölgesel ve küresel olarak bir müdahale olmadan bölge ülkelerinin gelişmesini düşünmek pek de rasyonel bir yaklaşım olmayacaktır. (Mangır, 2020, s201). Rus jeopolitik teorileriyle birlikte Avrasyacılığın açık biçimde Rus revizyonizmini harekete geçirdiği bir gerçektir. Bu sayede Rusya burada yapacağı işbirliğiyle bölgenin ekonomik ve politik dönüşümünde söz sahibi olacaktır.

11 Eylül’de Amerika’da yaşananlar sonrası Washington hükümetinin terörizmle mücadele edeceğini belirtmesi ve bölgede siyasal kültürün oluşturulması, adalet ve hukuk kavramlarının yerleştirilmesi, toplumsal problemlere çözüm arayışı gibi konularda olayları kendi lehine çevirmeye çalışması ABD’nin bu coğrafyadaki çıkarlarının sadece enerji kaynakları olmadığını bize göstermektedir. (Laruelle, 2008, s118). Dolayısıyla bölgedeki politik değişimle Rusya potansiyel müttefikliğini kaybetmeyle karşı karşıya kalabilir. ABD’nin doğrudan yönetilmeyen tüm rejimleri birer birer tasfiye edeceği argümanıyla hareket eden Neo-Avrasyacıların ABD’nin eski Yugoslavya’da, Afganistan’da, Irak’ta, Gürcistan’da (Gül Devrimi), Kırgızistan’da (Lale Devrimi), Ukrayna’da (Turuncu Devrim), Ortadoğu’da (Arap Baharı) demokrasi, barış, huzur, istikrar, uluslararası terörizm gibi kavramların ardında küresel egemenlik çabasının olduğu endişeleri yersiz değildir. (Mangır, 2020, s201). Neo-Avrasyacılara göre ABD’nin dünyada terörizmle savaşmaya soyunmasının içeriğinde bu coğrafyayı ve Rusya’yı etkisizleştirme ve burada Amerikan etkisini yayma, petrol ve doğal gaz kaynaklarını kontrol etme ve rakip ülkelerin bölgeyle etkileşimini engelleme gibi amaçları olduğunu söylemektedirler.

Orta Asya’da Neo-Avrasyacılık ekolünün yayılmasının sebebi Sovyetler sonrasında Kırgızistan’da, Ukrayna’da ve Gürcistan’da gerçekleşen devrimler sonucu ABD taraftarı yönetimlerin kurulmaya çalışılması sonucu olmuştur. Bu anlamda Dugin, Avrasya’ya tam hakimiyet, tüm Sovyet sonrası alanda turuncu devrimleri gerektirmekte ve sırada Moldova’nın, Kırgızistan’ın, Kazakistan’ın ve Beyaz Rusya’dan sonra Rusya’da başlatılacak devrimin ülkenin dağılmasına yol açacağı öngörüsünde bulunmuştur (Dugin, 2010, s340). Orta Asya’da yaşanan bu devrimler sonucunda bekledikleri desteği Avrasya ülkelerinden cephe oluşturmak ve bu devrimlerle yüzleşmek gerektiğini düşünmektedirler.

Rusya’nın turuncu devrimlere karşı gösterdiği hassasiyet dikkate alındığında Orta Asya üzerindeki kontrolün Rus/Avrasya İmparatorluğu için ne kadar önemli olduğu açıkça görülmektedir. Rusya, Avrasya’nın petrol ve doğal gazını kontrol eden gücün Avrupa’yı da kontrol edeceği argümanından hareket etmektedir. Dolayısıyla Avrupa’daki mevcut durum, Rusya’nın jeopolitik bir silah olarak petrol kullanmasını kolaylaştırmaktadır. Bu bağlamda Avrupa ülkelerinde kontrolü sağlamak için yalnızca birkaç baskın ülke ile dostane bir ilişki kurmak Neo-Avrasyacıların amaçlarına hizmet edecektir (Özer, 2008, s174-175).

Kazakistan lideri Nazarbayev, Dugin’in görüşleri doğrultusunda Rusya ve Kazakistan ile bir Avrasya birliği oluşturma fikrini olumlu karşılamıştır. Bu doğrultuda ekonomik ve jeopolitik işbirliği çerçevesinde Rusya’nın petrol ve doğal gaz satışı konusunda Kazakistan ile işbirliği yapması gerektiği vurgulanmıştır. Dolayısıyla Nazarbayev, Avrasya birliğinin kurulmasında önemli bir oyuncu olarak Neo-Avrasyacı ideolojisini Lev Gumilyov’un fikirleriyle bütünleştirerek politikalarına yansıtmıştır (Kaplan, 2014, s22).

Neo-Avrasyacılık ideolojisi Kazakistan’da sahiplenildiği kadar diğer eski Sovyet cumhuriyetlerinde emperyalist zorbalık korkusu nedeniyle sahiplenilmedi. Bu korku Gürcistan, Özbekistan, Ukrayna, Azerbaycan ve Moldova’yı içeren Rusya’ya karşı bir ittifak olan GUUAM’ın (Demokrasi ve Ekonomik Kalkınma Örgütü) ortaya çıkardı (Özbekistan 2005’te örgütten ayrıldı). GUUAM, Kafkaslar üzerinden Avrupa’dan Asya’ya yeni bir ulaşım koridoru geliştirilmesine büyük ilgi göstermektedir. Bu durum daha uzun ve dolayısıyla daha pahalı olarak Rusya üzerinden mevcut rotayı atlayan Asya ve Avrupa arasında bir ulaşım merkezi kuracaktır. GUUAM ülkeleri, tarihi İpek Yolu’nun restorasyonu ile alternatif bir ulaşım koridorunun geliştirilmesinin her birinin ihracat kapasitelerini artırmalarına ve çeşitli mal ve enerji kaynaklarının temini ve nakliyesinde Rusya’ya bağımlılıklarını azaltmalarına yardımcı olacağına inanmaktadırlar (Pavliuk, 1998, s9). Dolayısıyla bu girişim Rusya dışında bir işbirliğiyle Neo-Avrasyacılığa karşı olarak bağımsız politikalar geliştirme ve yürütme girişimi olarak adlandırılabilir.

 

3.  RUSYA’NIN ORTA ASYA POLİTİKASI

16. yüzyılda Kazan, Astrahan ve Sibirya hanlıklarını ele geçiren Rusya için Orta Asya yeni bir odak noktasıydı. Bu coğrafya askeri, ekonomik, siyasi olarak Rusya için önem teşkil ediyordu. Eskiden beri Türk kavimleriyle karşılaşan ve yaşayan Ruslar için Orta Asya artık yayılmacı politika izleyebileceği bir alandı. Rusya bu devletleri egemenliği altına alarak hem sınır güvenliğini sağlıyor hem de askeri ve ekonomik olarak işbirliğine gidiyor. Daha sonrasında yaşanan Sovyet yönetimi burada Ruslaştırma politikası olarak devam etti. Orta Asya kültür ve etnik bakımdan çok katmanlıdır. Bu katmanlılığı yönetebilmek için ise Rusya, bölgeye baskıcı politikalar uygulamıştır. Bu devletlerin rejimlerine el atmış ve Moskova yanlısı yöneticilerin geçmesini sağlayarak bir aykırılık oluşmasını önlemiştir. Aynı zamanda Orta Asya’ya yatırım yaparak bu devletlerin kalkınmalarını ve ekonomik ticari ortakları olmaları için gereken yardımı yapmıştır. Orta Asya’nın sahip olduğu zengin petrol ve doğal gazın kullanılmasında çok kıskanç olan ve bölgede başka bir devletin varlığını istemeyen Rusya, çoğunluğu ülke içerisinde kalan enerji hatlarıyla bu kaynakları kullanıma açmıştır. Aynı zamanda yumuşak gücünü de kullanarak belli bir otorite sağlamaya çalışan Rusya, Orta Asya’da birçok okul ve eğitim kurumu açarak burada kendi kültürünü ve dilini yaymaya çalışmıştır. Orta Asya’daki öğrencilere çeşitli burs imkanları sağlayarak Rusça dilinin bu anlamda kullanımını genişletmiştir. Bugün bizim Türk coğrafyası olarak baktığımız Orta Asya; asimile olmuş, kendi dillerini unutmuş, çoğunluğu Kiril alfabesini kullanarak Rusça konuşan bir kimliğe bürünmüştür.

Sovyetler Birliği’nin çökmesinden sonra bağımsızlığını ilan eden Orta Asya ülkeleri yaşadıkları ekonomik ve sosyal bunalımla çokta güçlü bir devlet profili oluşturamamışlardır ve Rusya’dan kopamamışlardır, keza Rusya da aynı şekilde Orta Asya’yı bırakmamıştır. Burada kendileri lehine siyaset yürütebilecek liderleri desteklemişlerdir. Orta Asya’yı kendi arka bahçesi olarak gören Rusya burada etkinliğini devam ettirebilmek için çeşitli örgütlenme yoluna giderek Orta Asya ile ekonomik, siyasi, askeri olarak entegrasyonunu sürdürüyordur.

 

3.1 Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT)

8 Aralık 1991’de Belarus’un başkenti Minsk’te toplanan Belarus, Rusya ve Ukrayna devlet başkanları tarafından imzalanan 14 maddelik bir anlaşmayla kurulmuştur. Batıda NATO’ya karşı kurulan Varşova Paktı 1991’de Sovyet rejiminin sona ermesiyle dağıldı. Rusya’da bölge ve dünya siyasetindeki yerini korumak için ve eski Sovyet ülkeleri ile olan bağını koparmamak için bu kuruluşun öncülüğünü yaptı. Üye ülkeler: Rusya, Azerbaycan, Belarus, Ermenistan, Kazakistan, Kırgızistan, Moldova, Özbekistan ve Tacikistan’dır. 2005’te Türkmenistan tam üyelikten çıkmıştır, 2008’de Gürcistan, Güney Osetya Savaşı’ndan ötürü bu topluluktan ayrılmıştır, 2014’te ise Rusya’nın Kırım’ı ilhakı ile Ukrayna topluluktan çıkmıştır. Buna ek olarak Baltık ülkeleri de (Estonya, Letonya, Litvanya) yoktur. Şuan 9 üyesi bulunmaktadır. Üye devletlerin tarafları birbirinin toprak bütünlüğünü ve sınırlarının dokunulmazlığını tanımışlar ve buna saygı göstermişlerdir. (Hüseynov, 2003). Askeri ve ekonomik konularda iş birliğini öngören bu kuruluşun belli başlı hedefleri şunlardır:

-Dış politikada atılacak adımların koordinasyonu

-Ortak ekonomik alan yaratmak ve ortak Avrupa ve Avrasya pazarlarının oluşumu ve gelişimi, gümrük konusunda iş birliği sağlamak

-Ulaştırma ve çevrenin korunması alanında iş birliği

-Göç politikası konuları ve organize suçlarla mücadele

Ancak BDT üyesi ülkelerin çok yönlü iş birliğine olan yaklaşımları farklılık gösterdiğinden karşılaştıkları sorunlara bölgesel çözüm arayışları içerisinde oldukları için daha etkin bir iş birliğinin sağlanması maksadıyla farklı devletlerarası oluşumlara gidilmiştir.

 

3.2 Şangay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ)

Örgüt, Orta Asya’da güvenlik amacıyla kurulmuştur. Asil ve gözlemci olarak 13 üyesi bulunmaktadır. Bunlar Rusya ve Çin liderliğinde Özbekistan, Kırgızistan, Kazakistan, Tacikistan’dır. Gözlemci statüsüne sahip ülkeler ise İran, Hindistan, Pakistan ve Moğolistan’dır. Aslına bakılırsa Orta Asya’da etkinliklerini kaybetmek istemeyen Çin ve Rusya’nın örgüte olan ilgileri ABD etkisini Orta Asya’dan uzak tutmaya dayalıdır. Andican’da yaşanan sorunlardan sonra Özbekistan, ŞİÖ (Şanghay İşbirliği Örgütü) toplantısından sonra ABD üssünü kapatma kararı almıştır. Alınan kararların bağlayıcı olması ve hemen uygulamaya geçilmesi örgütü bölgede önemli bir statüye taşımıştır. Aynı zamanda Rusya, Çin ve diğer üye ülkelerin birlikte düzenledikleri askeri tatbikatlar bölgede güvenliği sağlamayı amaçlayan örgüt için hem bir prestij gösterisi hem de ABD’ye karşı Rusya ve Çin’in bölgede etkin olduğunun göstergesidir. Askeri yönü güçlü olan örgüt bu yönüyle Batı’da endişe yaratmış, NATO’nun alternatifi ya da bir başka deyişle ABD’nin sorun yaşadığı ülkelerin güçlü bir ittifak olarak kullanabilecekleri bir örgüt haline gelmiştir. Özellikle de ABD ile son zamanlarda büyük sorunlar yaşayan İran’ın ŞİÖ’ye katılması Batı’da endişeye neden olmuştur. Her ne kadar askeri yönleri kuvvetli olsa da örgüt askeri niteliğe sahip değildir. Caydırıcılık politikası güttüğünü söylemek daha doğru olacaktır. Bölgesel güvenlik adına, terör, uyuşturucu kaçakçılığı, ekonomi ve enerji ile ilgili olarak iş birliği sağlanmaktadır. Orta Asya, büyük bir ekonomik pazar olduğu için Örgütün ticari ve ekonomik ilişkileri gün geçtikçe hız kazanmaktadır (Kamalov, 2011).

 

3.3 Avrasya Ekonomik Topluluğu (AET)

1991 yılında dağılan Sovyetler Birliği’nden sonra kurulan BDT, daha çok siyasi bir örgüt olduğu için ilgili ülkeler arasında ekonomik iş birliği konuları üzerinde pek durulmamıştır. Fakat bilindiği üzere SSCB döneminde Sovyet ülkeleri arasındaki ekonomik ilişkiler çok iyiydi. Kurulan bu sisteme göre ülkeler tek başlarına üretim yapamazlar, yani ülkelerde ayrı olarak malların üretimi oluyor ve sonra da birleştiriliyordu. SSCB’nin dağılma kararıyla beraber böyle ilişkileri devam ettirmek bir taraftan fiyatların liberalizasyonu sonucu tırmanan yüksek enflasyon, diğer taraftan da siyasi ve diğer iktisadi nedenlerden dolayı imkânsız hale gelmişti ve sonuçta da ilk bağımsızlık döneminde tüm ülkelerde hızlı üretim düşüşü yaşandı. Bu anlamda etkili bir ekonomik iş birliğine gitmek için 2001’de Rusya, Beyaz Rusya, Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan ülkelerini kapsayan Avrasya Ekonomik Topluluğu kuruldu. Bu anlaşma söz konusu ülkeler tarafından 10 Ekim 2000 tarihinde imzalandı. Özbekistan, örgüte 2006’da dahil oldu ancak 2008’de daha çok siyasi nedenlerden ötürü örgütten ayrıldı. 2002’de Moldova ve Ukrayna, 2003’te de Ermenistan gözlemci olarak örgüte katılmışlardır. Örgütün temel görevi olarak şunları sayabiliriz:

-Serbest ticaret ve gümrük birliği oluşturmak

-Sermayenin serbest dolaşmasını sağlamak

-Ortak mali piyasa oluşturmak

-Örgüt çerçevesinde ortak paraya geçmek için adımlar atmak

-Ortak enerji piyasasının oluşturulması

-Örgüt üye ülkelerin vatandaşlarına tüm üye ülkelerde eğitim ve sağlık hizmetlerinden yararlanmada eşit hakların sağlanması

Genel olarak, örgütün temel görevleri üye ülkeler arası ekonomik iş birliğinin artırılması ve etkinleştirilmesi amacı taşır. Ayrıca, söz konusu örgüt dışa açık bir örgüttür ve isteyen herhangi bir ülke örgüte girebilir. Bazılarına göre bu ülke ekonomilerinin iyi gelişmemiş olmaları bölge içi ticaretin düşük olmasının temel nedenidir. Diğer iktisatçılar ise bölgedeki ticari ilişkilerin olumsuz nedenleri olarak kara ve demir yollarının etkin ve iyi durumda olmaması, gümrük prosedürlerinin çok zaman alması, gümrük kontrol ve ülke içi mal kontrollerinin uyumlu yürütülmemesi, bilgi (enformasyon) değişiminde etkin sistemin olmayışı, transit vergilerin yüksek olması, resmi olmayan ödemeler ve altyapının iyi gelişmemiş olması gibi faktörleri saymaktadır. (Pirimbayev, Ganiyev, 2010). Bunlara etkin uluslararası ödeme sisteminin olmaması faktörü de eklenebilir.

Diğer taraftan uzmanlara göre bölgedeki gümrük tarifelerinin genel düzeyi karşılaştırmalı olarak düşük düzeydedir. Diğer bir önemli sorun da ülkeler arası bilgi değişim sisteminin yokluğu ve ekonomik verilerdeki hata ve noksanlar, yani ülkeler arasında ekonomik verilerin uyumsuz olmasıdır. Bunun nedeninin yolsuzluk olduğu öne sürülmektedir (Pirimbayev, Ganiyev, 2010).

 

 3.4 Kolektif Güvenlik Anlaşması Örgütü (KGAÖ)

Sovyetlerin çöküşüyle Orta Asya devletleri komşu bölgelerden gelebilecek tehditlere açık hale gelmişti. Bu yüzden sınırların güvenliğinin sağlanması gerekiyordu. Bu nedenle 1992’de Taşkent’te Rusya, Ermenistan, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Özbekistan tarafından Kolektif Güvenlik Anlaşması imzalanmıştır. Azerbaycan, Gürcistan ve Özbekistan ise anlaşmayı imzalamış ancak örgüte üye olmamışlardır. Bu belgenin imzalanması yeni koşullarda bölgesel ve ulusal güvenliğin sağlanması adına atılan bilinçli bir adımdır. Anlaşmanın ilk maddesi taraf devletlerin güç kullanmaktan ve tehdit etmekten kaçınmalarını, kendi aralarında ve diğer ülkelerle olan sorunları barışçıl yollarla çözümlemeye gideceklerini söylüyor. Bu anlaşmaya göre üye devletler kendi üyelerine karşı olan askeri işbirliklerine girmeyecekler ya da başka devlet gruplaşmalarına katılmayacaklardır. Bu anlaşmaya göre üye ülkelerden birine yapılacak olan herhangi bir saldırı tüm üyelere yapılmış sayılacak ve ona göre tutum sergilenecektir. Bu madde bağlamında NATO’nun 5. maddesini çağrıştırmaktadır.

1990’lı yıllara gelindiğinde örgüt, üye ülkelerin güvenliklerini sağlamaktan ziyade öncelikle eski Sovyet bölgesinde Rus askeri etkinliğini sürdürme misyonu yürütmüştür. Bu nedenle 1999’da örgütün uzatma konusu konuşulduğunda Özbekistan, Azerbaycan ve Gürcistan, anlaşmanın etkinsizliğini gerekçe göstererek üyelikten çekilmişlerdir ve geriye Ermenistan, Beyaz Rusya, Kazakistan, Kırgızistan, Rusya ve Tacikistan kalmıştır. (Kydyralieva ve Abdibaitova, 2018). Putin başa geldiğinde 1990’lı yıllarda yapılan hatalardan ders çıkararak bölge ülkeleriyle Rusya arasında güvenlik açısından iş birliğine gitmeye önem vermiştir. Fakat KGAÖ’nün 2002’deki kuruluşunun Afganistan’daki terör olaylarıyla mücadele ve ABD’nin Orta Asya’da üsler kurmaya başlamasına denk geldiğini söylemek gerek. Bu durum örgütün askeri bir uluslararası örgüt olarak yeniden revize edilmesini sağlamış ve Rusya hükümetinin örgüte liderlik etmesinin nedeni olarak da ABD’nin Orta Asya’da etkili olmasına müsade etmemek olduğunu söyleyebiliriz.

KGAÖ, dış dünyada Rusya’nın siyasi ve askeri egemenliğinin bir uzantısıdır. Üye ülkelerle Rusya’nın arasının iyi olması demek söz konusu ülkelere sağlanacak olan özel fiyatlı silah alma imkanı demektir. Ancak KGAÖ’nün değişimi de söz konusu olabilir çünkü her gün değişen dünya düzeninde örgüt, yaşanan güncel sorunlara cevap vermelidir. Bu yüzden örgüt bağlamında alınacak her türlü karar, üye ülkelerin güvenliklerini garanti altına almak zorundadır (Kydyralieva ve Abdibaitova, 2018).

 

SONUÇ

Bu çalışmada Konstrüktivizm (Sosyal İnşacılık) teorisini kullanarak Avrasya kavramını, Avrasyacılığı, Neo-Avrasyacılık’ı ve bu fikir akımlarının Orta Asya jeopolitiği ile bağlamını ve son olarak Rusya’nın Orta Asya için politikalardan ve yürüttüğü planlardan bahsedilmiştir. Sıcak çatışmanın yaşanmadığı ancak devletler arası yaşanan çekişmelerle Soğuk Savaş’a Doğu Bloku olarak liderlik eden Rusya, 1991’de Sovyetlerin yıkılmasıyla yerini farklı bir dönüşüme bırakmıştır. SSCB dağıldıktan sonra bağımsızlıklarını ilan eden eski Sovyet ülkelerinin ortak geçmiş ve bölgesel misyon bağlamında savunuculuğunu Rusya üstlenmeye çalışmıştır. Putin’in iktidara gelmesiyle birlikte yeni ve güçlü bir Rusya yaratmak için bu anlamdaki ilk adım “Avrasyacılık” ortaya atılmıştır. Sovyet yönetiminin Orta Asya’dan çekilmesinden sonra açığa çıkan otorite boşluğunu doldurmak, bu ülkelerle ekonomik ve siyasi ilişkileri derinleştirmek, zengin doğal kaynaklardan faydalanmak ve eski Sovyet mirası olan bu coğrafyada tekrar kendi sözünü geçirebilmek için Rusya bu politikayı uygulamayı uygun görmüştür. Sonrasında gelişen Neo-Avrasyacılık ise Avrasyacılarla benzer noktaları paylaşsa bile farklı yanlarıda vardır. Bu düşünceye göre Rusya, Anti-Atlantik ve ABD hegemonyasına karşı dikkatli olmalıdır. Bu anlamda gerekirse Avrupa ile iş birliğine gidilmesi gerektiğini savunan Neo-Avrasyacılar, Avrasya ülkelerinde yaşanan devrimler sonucu burada ABD etkisinin artacağını ve son olarak Orta Asya’nın da halkanın bir parçası olabileceğinin ihtimali üzerinde durdukları için Rusya bu topraklarda etkisini yitirmemeli ve Orta Asya üzerinde dış güçlerin hegemonyası olmamalıdır. Rusya’nın devraldığı bu miras dolayısıyla Orta Asya üzerinde neden etkili olmaya çalıştığını anlayabiliriz. Ayrıca bu bölgenin yeraltı zenginlikleri, enerji kaynağı açısından Rusya’ya kazanç sağlamaktadır. Diğer ülkelerin Orta Asya’da söz sahibi olmaması adına Rusya daima bu bölgede kendisini söz konusu ülkelere hatırlatma ihtiyacından dolayı çeşitli örgütlenmeler yoluna gitmiştir. AB’ye ve NATO’ya karşılık kurduğu ve öncülüğünü yaptığı bu örgütler Rusya’nın bölge üzerinde sağlamaya çalıştığı patronajlığını sürdürme politikalarıdır. Bu yapılanmaların bir hayal olduğunu ve geçersiz olacağını düşünen Batı için olaylar beklediği gibi gelişmemiştir. Çünkü bugün baktığımızda ekonomik iş birliğine dayanan Avrasya Birliği hızla gücünü arttırmaktadır. Aynı zamanda ortak geçmiş mahiyetinde Rusya’nın bu bölge ülkelerine sağladığı geçiş kolaylığı, iş ve eğitim imkanları da Orta Asya ülkelerine cazip gelmektedir. Son olarak söylemek gerekirse Rusya Federasyonu bugün bu coğrafya ile ilişkilerini derinleştirip bu coğrafyada başka alternatiflerin olamayacağını belirtiyor. ABD’nin ya da diğer güçlerin Orta Asya’da var olma çabalarına karşın Putin Rusya’sının bu coğrafyada ve dünya siyasetinde daha aktif olabilmesi için çeşitli girişimlerde bulunduğunu biliyoruz. Ayrıca eski Sovyet ülkeleri üzerinde gücünü tesis etmek ve etkinliğini arttırmak için de Rusya bu bölgede çalışmalarına tüm hızıyla devam edecektir diyebiliriz.

 

ECEM AKGÖL

FATMA YILDIZ

Rusya Çalışmaları Staj Programı

 

KAYNAKÇA

AYDIN, A. (2015), Küresel Mücadele Politikaları: Orta Asya’da Rusya, ABD ve Çin, Vizyoner Dergisi, 6(13), 1-11.

DUGIN, A. (2010), Rus Jeopolitiği Avrasyacı Yaklaşım, İstanbul: Küre Yayınları.

HÜSEYİNOV, F. (2003), Bağımsız Devletler Topluluğu’nun Oluşumunun Hukuki Boyutu, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 52(4), 387-401.

Kamalov, İ. (2011), RUSYA’NIN ORTA ASYA POLİTİKALARI, Ahmet Yesevi Üniversitesi. (2), 30-51.

KAPLAN, S. (2014), Nursultan Nazarbayev’in Avrasya Entegrasyonu Politikası, Tarih Kültür ve Sanat Araştırmaları Dergisi, (3), 20-32.

Kurt, S. (2018). Neo-Avrasyacı Perspektiften Rusya Federasyonu’nun Güvenlik Algısı, Güvenlik Stratejileri Dergisi, 14 (28), 91-125.

KYDYRALIEVA, S. ve ABDIBAITOVA, B. (2018), Kolektif Güvenlik Anlaşması Örgütü’nün Merkezî Asya’daki Etkinsizliği, Bilge Strateji Dergisi, 10(18), 93-109.

LARUELLE, M. (2008), Russian Eurasianism an Ideology of Empire, Washington D. C: Woodrow Wilson Center Press/ The John Hopkins University Press.

MANGIR, D. Ş. (2020), Coğrafi ve Jeopolitik Eksende Neo-Avrasyacılık, Selçuk Ün. Sos. Bil. Ens. Dergisi, (43), 193-208.

Özer, S. (2008), Avrupa Birliği Rusya ve ABD’nin Avrupa Güvenliğine Farklı Yaklaşımlarının Transatlantik İttifakına Etkileri, Akdeniz İİBF Dergisi, (15), 170-195.

Özder, A. (2014). AVRASYA KAVRAMI VE ÖNEMİ, Avrasya İncelemeleri Dergisi, 2 (2), 65-88.

Pavliuk, O. (1998), Guuam The Spillover of Politics into Economics, The Turkish Yearbook, 2-27.

PİRİMBAYEV, C. Ve GANİYEV, C. (2010), Avrasya Ekonomik Topluluğu: Bir İktisadi İşbirliği Alternatifi, International Conference on Eurasian Economies 2010, 82-85.

Serbest, M. (2017). Tarihsel Süreçte Rus Avrasyacılığı: Klasik Avrasyacılıktan Neo-Avrasyacılığa, MANAS Sosyal Araştırmalar Dergisi , 6 (3) , 285-307.

Yılmaz, S . (2015). YENİ AVRASYACILIK VE RUSYA, Sosyal ve Beşeri Bilimler Araştırmaları Dergisi , 16 (34) , 111-120.

Kosova’da Sırplar ve Siyasi Partileri

ÖZET:

1999 yılında yapılan NATO operasyonu ile Birleşmiş Milletler kontrolü altına giren Kosova, 17 Şubat 2008 yılında bağımsızlığını ilan etmesi ile dünya ülkeleri arasında yerini almıştır. Sırbistan ile aralarında olan sürekli gerilim ortamı ülkeyi etkilemektedir. Birçok etnik grubu bir arada bulunduran Kosova Cumhuriyetinde, Sırp ve Arnavut halk çoğunluk konumdadır. Ülkenin genellikle Kuzey Mitrovica bölgesinde yaşayan Sırp kesim, ülke siyasetinde de yer almaktadır. Anayasa tarafından tanınan haklarla mecliste hakları vardır. Sırp siyasi partilerine en çok destek Kuzey Mitrovica’dan gelmektedir. Sırplar, Kosova meclisinde siyasi partiler tarafından temsil edilmektedir ve seçilen vekiller hükümette çeşitli görevlerde yer almaktadır. Bu araştırma yazısı, Kosova Cumhuriyeti’nin kuruluşunu, ülkenin etnik, dini ve siyasi yapısını, ülkede bulunan Sırpları ve ülkede yaşayan Sırpların kurduğu siyasi partileri incelemektedir.

Anahtar Kelime: Kosova Cumhuriyeti, Kosova’da yaşayan Sırplar, Kosova’daki Sırp siyasi partileri

ABSTRACT

Kosovo, which came under the United Nations’ control with the NATO operation in 1999, took its place among the world countries after declaring its independence on 17 February 2008. The environment of constant tension with Serbia affects the country. In the Republic of Kosovo, which contains many ethnic groups, Serbian and Albanian people are in the majority position. Serbian people, who generally live in the country’s North Mitrovica region, are also involved in the country’s politics. They have rights in the parliament with the rights recognized by the Constitution. The most support for Serbian political parties comes from North Mitrovica. Political parties in the Kosovo parliament represent Serbs, and their elected deputies take up various positions in the government. This research article examines the Republic of Kosovo’s establishment, the ethnic, religious and political structure, the Serbs in the country and the political parties established by the Serbs living in the country.

Keywords: The Republic of Kosovo, Serbs living in Kosovo, Serbian political parties in Kosovo

1. Giriş 

Kosova Cumhuriyet’i Güneydoğu Avrupa’da yer alan Balkan ülkelerinden biridir. Dünyanın en genç ülkelerinden biri sayılmaktadır. Ülkenin kuzey ve doğusu kısmında Sırbistan, güney kısmında Kuzey Makedonya ve Arnavutluk, batı kısmında ise Karadağ ile komşuluğu bulunmaktadır. Yugoslav ülkelerinin federasyondan ayrılması ile başlayan Kosova Arnavutları ve Sırp Milliyetçiliği arasındaki gergin ortam, 1999 yılında zirve noktasına ulaşmış ve bölgeye NATO müdahalesi gerçekleşmiştir. 24 Mart 1999 yılında NATO (North Atlantic Treaty Organization) tarafından başlatılan operasyon ile Sırbistan ve Kosova Sırp ordusunun geri adım atması sağlanmıştır. Sırpların Kosova’dan çekilmek zorunda kalması ile bölge Birleşmiş Milletler geçici kontrolü altına girmiştir (Ülger, 2016). Ahtisaari Planı ilkelerini esas alan ülke, Kosova’nın başka bir ülke ile birleşip bölünemeyeceğine dayanarak 17 Şubat 2008 yılında tek taraflı bağımsızlığını tüm dünyaya ilan etmiştir. Ülkenin bağımsızlığı ilk olarak Kosta Rika tarafından tanınmıştır. Kosova Cumhuriyeti 2020 yılı itibariyle, 111 ülke tarafından resmen tanınmaktadır (Antonopoulos, 2020). Sırbistan, ülkenin bağımsızlığını uluslararası hukukun ihlali olduğunu belirtmiştir ve tanımayı reddetmiştir ve kendisine bağlı Kosova ve Metohija Özerk bölgesi olarak kabul etmektedir. İki ülke arasındaki tanıma sorunu günümüzde hala devam etmektedir.

Kosova Cumhuriyeti’nin 2020 yılı verilerine göre ülke nüfusu 1.840.720’dir (Internet Archive, 2014) 2014 yılı itibari ile ülkede 96.000 Sırp yaşamaktadır. Başkenti Priştine’dir. Ülke yüzölçümü olarak küçük bir yapıya sahiptir ve bünyesinde birçok farklı etnik grup barındırmaktadır. Arnavutlar %85-90 arasında bir yüzdelikle en fazla orana sahip gruptur. Arnavutluk’tan sonra en çok Arnavut nüfusuna sahip ülkedir. %5,3 oranında Sırp, %1,6 oranında Boşnak ve %1,5 oranında Türk nüfusu ülkede yaşamaktadır (Emin, 2014). Ülkenin resmi dilleri Arnavutça ve Sırpçadır. Ayrıca anayasa tarafından verilen hakla Boşnakça, Romca ve Türkçe, resmi olarak belediyelerde kullanılabilir. Dini yapıda %96 oranında Müslüman, %2,2 oranında Katolik ve %1,5 oranında Ortodoks bulunmaktadır. Ülke siyasi olarak 7 bölgeye ayrılmıştır. Kuzey Mitrovica bölgesi Sırp azınlıkların en fazla yaşadığı bölgedir.

Ülkenin en önemli ve güncel konusu Sırbistan ile olan ilişkileridir. Sırbistan ve Kosova arasında 2011 yılına kadar resmi bir üst düzey görüşme gerçekleşmemiştir. 2011 yılında temsilciler ile başlayan görüşme, ülkeler arası ilişkileri normalleştirme amacıyla 2012 yılından itibaren Cumhurbaşkanları ve Başbakanlar arasında devam etmiştir.

Kosova yönetimi Çok Partili Parlamenter Temsili Demokrasidir. Anayasadan gelen Yasama, Yürütme ve Yargı kurumları tarafından yönetilir. Yasama organı Parlamento ve Bakanlara verilmiştir. Yürütme organı, Kosova Hükümeti tarafından yapılır. Arnavut ve Sırpların ülke siyasetinde etkin rolleri vardır. Ayrıca ülkede azınlıklar da siyasette varlığını sürdürmektedir. Anayasa 120 üyeli mecliste Sırplar ve diğer azınlıklar için en az 10 koltuk verir. Sırp ve azınlıkların hükümette yer alması anayasa tarafından garanti altına alınır. Ülke bağımsızlığını kazandıktan sonra 2010 yılında ilk parlamento seçimlerini yapmıştır. Seçim sonuçlarına göre Kosova Demokratik Partisi (Partia Demokratike e Kosovës, PDK) %32,11, Kosova Demokratik Birliği (Lidhjia Demokratile e Kosovës, LDK) %24,69 ve Kendi Kaderini Tayin Hareketi (Vetëvendosje) %12,7 oranı ile en yüksek oyları kazanmıştır. Sırp azınlık partileri olan Bağımsız Liberal Parti (İndependent Liberal Party, SLS) %2.05 ve Sırp Listesi (Srpska Lista) %3,96 oranında oy almıştır. (Wikipedia, 2021). Kosova meclisinde 120 koltuktan 3’ünü almışlardır. En son yapılan 2017 Kosova Parlamento seçimlerine göre Arnavut partileri tarafından yapılan PANA koalisyonu %34,7 oranıyla mecliste 39 koltuk kazanmıştır. Vetevendosje Hareketi (VH) seçim sonuçlarına göre oy oranını ikiye katlamıştır ve ikinci en çok oyu alan parti olmuştur. Sırp Listesi, Bağımsız Liberal Parti ve İlerici Demokrat Parti (Progressive Democratic Party, PDS) koalisyonu ile Sırplar mecliste 10 koltuk kazanmışlardır. (NDARJA E ULËSEVE SIPAS SUBJEKTEVE, 2017)

2. Kuzey Mitrovica’da Yaşayan Sırplar ve Siyasete Katılan Sırp Partileri

Kosova’nın kuzeyinde bulunan Mitrovica şehri, ülke için önemli bir şehirdir. Kosova-Sırbistan arası ilişkilerin en gerilimli olduğu bölgedir. İbra Nehrinin kuzey ve güney olarak ikiye ayırdığı Mitrovica şehri ülkede Arnavutlarla birlikte yaşamak istemeyen Sırpların sorunu olarak da bilinmektedir. Sırplar, kuzey kısımda yoğunluklu olarak yaşamaktadır. Mitrovica beldesinin nüfusu 100.000’in üzerindedir. Kuzey bölgesinde belediye yönetiminde Sırp kesim üstün durumdadır. Belediyenin demografik dağılımı kuzey ve güney kısma göre ayrılmaktadır. Ülkenin kuzey kısmında 12.000 Sırp, 3000 Arnavut, 2000 Slav Müslüman, 600 Türk ve 500 Roman’ın yaşadığı tahmin edilmektedir. Güney kısmında ise genel Arnavut nüfus yaşamaktadır. ((Janjic), tarih yok) Savaş ve sonrası dönemde Sırbistan, Mitrovica bölgesinde varlığını hissettirmiş ve bölgedeki Sırplarla yakından ilgilenmiştir. Nehrin kuzeyinde kalan kısımda Sırpların durumu, ülkedeki gerginlik ortamını oluşturmaktadır. Priştine ve Belgrad arasındaki müzakerelerde en önemli konu, Mitrovicalı Sırpların Kosova–Belgrad müzakerelerine katılmamasıdır. Bölgede olan gergin siyasal ortam, son yıllarda normalleşme süreci yaşamıştır ve normalleşme yolunda adımlar atılmıştır. Sırplar 2014 yılında yapılan Kosova Parlamento seçimlerini boykot etmemişlerdir. Ahtisaari Planı merkeziyetçiliği kapsamında Kosovalı Sırp belediyelerinin dördünde yalına seçimleri ve 15 Kasım 2009 yılında yapılan seçimler Kosova’da yaşayan Sırp nüfusu için çok önemli bir dönüm noktası olmuştur. Siyasette bulunan 20 üzerinde Sırp partisinin ve ülkede bulunan diğer etnik gruplarla Sırp adaylar arasındaki rekabet, katılım için umut verici olmuştur. Kayıtlı Sırp siyasi partileri arasında Sırp Listesi, Bağımsız Liberal Parti, Kosova Sırp Partisi, İlerici Demokrat Parti ve Sırp Sivil Hareketi gibi oy oranı daha yüksek partiler bulunmaktadır. Bu partilerin yanı sıra ülkede daha küçük Sırp azınlık partileri de bulunmaktadır. (2017)

2. Sırp Siyasi Partileri

2.1. Sırp Listesi (Srpska Lista)

Sırp Listesi, Kosova siyasi parti hayatındaki Sırp azınlık partisidir. İlk önce sivil toplum kuruluşu olarak kurulan parti ardından siyasi parti olarak devam etmiştir ve Belgrad- Priştine arası ilişkilerin normalleştirilmesi için faaliyetlerde bulunmuştur. Siyasi parti olarak 2014 yılında faaliyete geçmiştir. Faaliyete geçtiği yıldan beri, Kosova siyasetinde bulunan diğer Sırp siyasi partilerinden daha baskın konumdadır. Ayrıca parti, Sırbistan Cumhurbaşkanı ve üst düzey devlet yetkililerinden destek almaktadır. Sırp Listesi hedeflerini “eşitlik ve eşitlik ilkesine, Kosova ve Metohija’da yaşayan vatandaşların istikrarlı ekonomik, güvenli ve kaygısız yaşamalarına saygı göstererek, hukukun üstünlüğü ilkelerine dayanan siyasi çalışmalara uygun olarak çalışmayı amaçlamaktadır” şeklinde tanımlar. Alexandar Jablonović partinin kurucu üyesidir ve 2014-2015 yılları arasında başkanlık görevini yürütmüştür. 2015 yılında görevden alınan Jablonović, Kosovalı Sırp Partisinin lideridir ve Sırp Listesi’nin de en büyük rakibidir. Partinin şu anki başkanı 2017 yılından beri görevli olan Goran Rakić’ dir. Vinka Radosavljevic, Milan Radocic, Nedad Rikalo, Dalibor Jevtic ve İgor Simiç başkan yardımcıları olarak görev almaktadır. (WİKİ, 2021) Rakić aynı zamanda 3 Haziran 2020 yılından beri Kosova Başbakan Yardımcısı olarak görev yapmaktadır. Sırp Listesi üyeleri Slavko Şimiç ve Dalibor Jevtiç de sırasıyla Meclis Başkan Yardımcısı ve Başbakan Yardımcısı olarak hizmet etmişlerdir.

Parti 2014, 2017 ve 2019 yılında Kosova Parlamento seçimlerine katılmıştır. 2014 seçimleri sonuçlarına göre %5,30’luk bir oy dilime sahip olmuştur ve parlamentoda sekiz sandalye kazanmıştır. 2017 yılında yapılan seçim sonuçlarına göre kurulan hükümette, Sırp Listesi’nden 4 bakan yer almıştır. 2019 yılı seçimleri sonucunda %6,61’lik oy dilimi ile, meclisteki 120 sandalyeden on tanesini kazanmışlardır. Yapılan son seçimlere Sırp nüfusunun fazla olduğu belediyelerde üstünlük sağlamıştır ve Leposavić, Kuzey Mitrovica dahil on belediyede yerel yönetimini oluşturmuştur. 2017 yılında yapılan seçimlerde hükümette daha fazla koltuk sahibi olabilmek için Bağımsız Liberal Parti ve İlerici Demokrat Parti ile Koalisyon kurmuşlardır ve Sırp Listesi olarak 9 koltuk kazanmışlardır.

2.2. Kosova Sırp Partisi (Kosova Serb Party)

Kosova siyasi yaşamına yakın zamanda katılmış Sırp azınlık partisidir. Parti 2017 yılında siyasi faaliyetlerine başlamıştır. Kosova Sırp Partisi yeni bir parti sayılmasına rağmen Sırp Listesi’nin en büyük rakibi olarak görülmektedir. Partinin kurucu üyesi daha önce de Kosova siyasetinde aktif olarak yer almış ve Sırp Listesi’nin kurucu üyesi ve eski başkan olarak görev almış Alexandar Jablonović’tir. Jablonović Kosova’nın Toplumlar ve Dönüşler Bakanı olarak iki ay hizmet etmiş ardından görevden alınmıştır. Görevden alındıktan sonra Sırbistan Cumhuriyeti Çalışma ve Sosyal İşler Bakanlığı’nda Devlet sekreteri olarak görev yapmıştır. Parti en büyük desteğini Kosova’nın Mitrovica ilçesinde bulunan ve Sırbistan’a bağlı bulunan Leposaviç kasabasından almaktadır. Parti kurulduğu yıldan itibaren Parlamento seçimleri ve 2017 yerel seçimlerine katılarak iki seçimde yer almıştır. Ancak 2019 yılı Belediye Başkanlığı seçimlerine katılım göstermemiştir. (Kosovo sever portal, 2019)

2.3. Sırbistan Sivil, Demokrasi ve Adalet Hareketi (G.I. Sdp, Granđaska Incijativa Srbijia, Demokratija, Pravda)

Sırbistan sivil, demokrasi ve adalet partisi, Kosova’da Sırp siyasal azınlıklarını korumak için kurulmuş azınlık partisidir. Partinin Başkanı Oliver Ivanoviç’tir. G.I. SDP yerel bir parti olarak Kosova siyasetinde yer almaktadır ve milliyetçi bir yaklaşım sergilediği bilinmektedir. Parti isminde “Sırbistan” ifadesi yer aldığı için, Kosova Merkez Seçim Komisyonu tarafından isminin değiştirilmesi istenmiştir. Partinin ismi yüzünden provokasyon suçlanan parti, Sırbistan ifadesi yerine ‘Sırp’ kelimesini kullanmıştır. Parti 2013 seçimlerine yeni ismiyle katılmıştır ve Başkanı Ivanoviç Kuzey Mitrovica bölgesinde adaylığını koymuştur. Kampanya sırasında Sırbistan Hükümeti’ni ve Sırp İlerici Partisi’ni, Kosova’da bulunan Sırp partilerine müdahale etmekle suçlamıştır. Şubat ayında yapılan seçimler öncesinde, 1998-1999 yılları arasında Kosova Savaşı’nda Arnavut halkın öldürülmesi ve şehirden sürülmesinden sorumlu tutulmuştur ve EULEX tarafından tutuklanmıştır. 12 Ocak 2017 tarihinde tutuksuz yargılanmasına karar verilmiştir. Parti Başkanının savaş suçları yüzünden tutuklanması halkta güvensizliğe yol açmıştır ve parti siyasal hayatında ciddi bir darbe almıştır. 2014 yılında yapılan seçimlerde parti herhangi bir varlık gösterememiştir. Partinin başkanı Oliver Ivanoviç 16 Ocak 2018’de Mitrovica’nın kuzeyinde parti binası önünde silahla vurulmuştur ve saldırı sonucu kaldırıldığı hastanede hayatını kaybetmiştir. Ivanoviç’in öldürülmesi “bir terör eylemi ve Sırplara karşı yapılan bir saldırı” olarak nitelendirilmiştir. (Wikipedia, 2020)

2.4. Bağımsız Liberal Parti (SLS, Samostalna Liberalna Stranka)

Bağımsız Liberal Parti, 21 Ocak 2006 yılında Slobodan Petrovic tarafından kurulmuştur. Parti Kosovalı Sırpların azınlık haklarını koruma amacı doğrultusunda hareket etmiştir. Ayrıca Kosova’daki Sırp toplumlarının çıkarlarını korumayı hedeflemiştir ve genel duruşu liberaldir. 2007 yılında yapılan seçimlerde mecliste 5 sandalye almıştır ve Kosova’da Sırp milletini temsil eden en büyük siyasi parti olmuştur. 2009 yerel seçimlerinde Gracanica, Strpce ve Kllokot’un belediyelerinin Belediye Başkanlığını almışlardır. Ayrıca belediye konseylerinde çoğunluğu sağlamışlardır. 2010 yılı seçimlerinde Parlamentoda 8 koltuk kazanmışlardır ve en iyi seçim sonuçlarını kaydetmiştir. Ayrıca Bağımsız Liberal Parti üyeleri Kosova Meclisi Başbakan Yardımcısı, Bakan, Bakan Yardımcısı, Danışman, Belediye Başkanı, Yerel meclislerde meclis üyeliği ve Kabine başkanlı olarak çeşitli görevlerde yer almışlardır. Parti milliyetçi bir çizgiye sahiptir ve diğer Sırp partilerine kıyasla daha ılımlı bir yaklaşım izler. Parti Avrupa Birliği (AB) Entegrasyonu ve AB değerlerini benimsemiştir ve Belgrad ile iyi yönde ilişkilere sahiptir. Ek olarak, Priştine Hükümeti ile en iyi ilişkilere sahip partilerdendir. SLS lideri Slobodan Petroviç 2011 yılında, Kosova Başbakanı önerisiyle koalisyon hükümetine katılmıştır ve Kosova Meclis Başkanı Yardımcısı ve Yerel Yönetimler Bakanı olarak görev yapmıştır. 2014 yılı seçimlerinde Sırp Listesi ile yaptığı koalisyon ile 4 milletvekili çıkarmıştır. 2017 yılı Kosova Parlamento seçimlerinde oyların %3.540’ını kazanmıştır. Sırp Listesi ve İlerici Demokrat Parti ile yaptığı koalisyon ile Kosova Hükümetinde 1 koltuk kazanmıştır.

2.5. İlerici Demokrat Parti (Progressive Democratic Party)

İlerici Demokrat Parti, 2013 yılında Bağımsız Liberal Parti’den ayrılarak kurulan siyasi bir partidir. Partinin kurucusu Nenad Rasic’tir. Bağımsız Liberal Parti ile fikir ayrılığı yaşayan Nenad Rasic, Kosova’da Priştine yakınlarındaki Graçaniça adlı kasabada partinin genel merkezini kurmuştur. Ayrıca 2007 ve 2014 yıllarında iki dönem Sosyal Refah ve Çalışma Bakanı olarak görev yapan Rasiç, ılımlı tavrıyla otantik bir Kosovalı Sırp olarak tanınmaktadır. Parti 2014 ve 2017 yıllarında Kosova Parlamento seçimleri ve yerel seçimlere katılmıştır. Parti 2014 yılı yerel seçimlerinde 5.973 oy kazanarak Sırplar için ayrılmış on koltuktan birini kazanmıştır ve 2017 yılı Parlamento seçimlerinde 1.698 oy kazanmıştır. 2015 yılında Sırp Listesi Parlamentosu grubuna katılmıştır. Parti kurulduğu yıldan itibaren birçok faaliyette yer almıştır. Partinin Kosova’nın kuzey kısmında bir etkinliği olmamıştır.

2.6. Kosova ve Metohija için Sırp Listesi (Serb List For Kosovo and Metohjia)

Kosova ve Metohija için Sırp Listesi, ülkede Sırp azınlık haklarını korumak için kurulmuş bir partidir. Parti 2004 yılında Kosovalı Sırplar için kurulmuştur. 24 Ekim 2004 seçimlerinde %0,2 oranında oy kazanmıştır ve Sırp temsilcileri mecliste 120 koltuktan 8’ine sahip olmuştur. Parti seçimler sonucunda koltuk kazanmasına rağmen kurumları boykot etmişlerdir ve mecliste hiçbir zaman yer almamışlardır. Oy oranları az olmasına rağmen Kosova’da önde gelen siyasi partilerden olmuştur. Partinin üyeleri bazı meclis komitesi çalışmalarına katılım göstermiştir. Ayrıca partiden bağımsız iki Kosovalı Sırp partisi daha kurulmuştur.

2.7. Sırp Sivil Hareketi (S.I. Sırpksa, Granđaska Incijtiva Srpkska)

Sırp Sivil Hareketi 2013 yılında Belgrad destekli bir parti olarak kurulmuştur. Belgrad tarafından desteklenen adayları siyasete dahil etmek için 2013 seçimlerinden hemen önce faaliyete geçmiştir. Partinin kurucusu Vladeta Kostiç’tir. Parti diğer Sırp partileri gibi milliyetçi bir yaklaşım izlemektedir ve yerel siyasette aktiftir. Sırpların daha fazla yaşadığı bölgelerden oy kazanan G.I. Sırpska, 2013 seçimlerinde başarı elde etti. Kuzey Mitrovista’da seçimleri kazanan partiden “bu seçim sonucu ile Kosova’daki Sırplar, Kosova’nın Sırbistan ile kalmasını tercih ettiği mesajını vermiştir” yorumu geldi (Emin, 2014). Ayrıca 2014 yılında Gracanica’da yapılan olağanüstü belediye seçimlerinde Kostiç, %65 oyla Belediye Başkanı seçilmiştir. 2014 seçimlerine katılan Kostiç, aynı zamanda Sırbistan meclisinde de milletvekili olarak seçilmiştir. Bu sebepten Kosova Yüksek Seçim Kurulu, Kostiç’in vekilliğini geçersiz saymıştır.

2.8. Yeni Kosova Partisi (New Kosovo Party)

Yeni Kosova Partisi, Sırp Kosova Metohija partisinin alt kolu olarak kurulmuş siyasi partidir. Parti hedeflerini, gençlerin istihdamı, Kosova’daki vatandaşların güvenliğini sağlamak, yaşadıkları yerlerden edilmiş insanların hayat şartlarını kolaylaştırmak ve geri dönüşlerini sağlamak, Arnavutlarla ve Kosova’da yaşayan diger toplumlarla ilişkilerini iyileştirmek ve geliştirmek olarak belirlemiştir. Partinin başkanı Dragiša Miriç’tir. Miriç 2005 yılından beri siyasette aktif bir rol oynamaktadır. 2005 ve 2007 yılları arasında Kosova Eğitim Bakanının danışmanı, daha sonra 2011 yılına kadar Kosova meclisinde milletvekili olarak görev almıştır.

3. Sonuç

Güneydoğu Avrupa’da bulunan Kosova Cumhuriyeti, bünyesinde birçok etnik grubu barındırmaktadır. Arnavut, Sırp, Türk ve Boşnak nüfusu burada bir arada yaşamaktadır. 2008 yılında tek taraflı bağımsızlığını ilan eden ve dünyanın en genç ülkelerinden biri olan Kosova, 113 ülke tarafından resmen tanınmaktadır, Sırbistan tarafından ise kendine bağlı bir bölge olarak görülmektedir. Parlamenter Temsili Demokrasi ile yönetilen Kosova’da, yasama, yürütme ve yargı anayasa tarafından kurumlara verilmiştir. Arnavut ve Sırp nüfusunun ülke siyasetinde etkin rolleri vardır. Ülke nüfusunun %92’sini oluşturan Arnavutlar, genel olarak siyasette de kendini belli etmektedir. Arnavut partileri çoğunlukta olmasına rağmen, Sırp ve azınlık partileri de varlığını belli etmektedir.

Özellikle Kuzey Mitrovica’da Sırp nüfusu çoğunluk göstermektedir ve Sırp partilerinin çoğu en büyük desteği bu bölgeden almaktadır. Kurulan siyasi partiler azınlık konumunda bulunan Sırpların haklarını korumaya ve hükümette yer almaya çalışmaktadır. Ayrıca bazı partiler Sırbistan tarafından, Kuzey Mitrovica’da yaşayan Sırpların haklarını korumak için, destek görmektedir. Yapılan yerel seçimlerde belediyeleri kazanan Sırp partileri, Parlamento seçimlerinde oy oranlarına göre Kosova Meclisinde yer almaktadır. Meclise girebilmek için koalisyonlar oluşturmaktadırlar. Kosovalı Sırp siyaset adamları, hükümette bakan, danışman, başbakan yardımcısı gibi konumlarda görev almaktadır. Ülkede Sırp haklarının temsil edildiği birçok siyasi parti mevcuttur. Bunlardan en fazla oy oranına sahip olanı, Sırp Listesi’dir. Belgrad-Priştine arası ilişkileri normalleştirme adına faaliyetlerde bulunan parti, diğer Sırp partileri arasında daha baskın konumdadır. Sırp Listesi’nin en büyük rakibi olarak görülen Kosova Sırp Partisi, 2017 yılında faaliyete geçen ve mecliste yer alan diğer Sırp siyasi partisidir. Bağımsız Liberal Parti ve Kosova ve Metohija için Sırp Listesi, ülke siyasetinde eski ve köklü partiler olarak yer almıştır. Siyasi partiler hariç dernek ve vakıflar, Sırp halkı için faaliyetler sürdürmüşlerdir ve günümüzde de devam etmektedir.

Zülfiye ÇOBANOĞLU

Balkan Çalışmaları Staj Programı

Kaynakça:

(Janjic), F. S. http://kosovo.net/mitrovica_divided.html adresinden alındı

SRPSKALİSTA (2014). http://srpskalista.net/o-nama/?script=lat adresinden alındı

(2015, Kasım 24). http://www.kuvendikosoves.org/common/docs/Comprehensive %20Proposal%20.pdf adresinden alındı

(2017, Haziran 22). https://www.globalsecurity.org/military/world/europe/ks-political-parties.htm adresinden alındı

Balkan Insight. (2010, september 27). https://balkaninsight.com/2010/09/27/who-is-who-political-parties-in-kosovo/ adresinden alındı

Demirtaş Coşkun, B. (2010). Kosova’nın Bağımsızlığı ve Türk Dış Politikası. Uluslararası İlişkiler Akademik Dergi, 7(27), 51-86.

Emin, N. (2014). Kosova Siyasetini Anlama Kılavuzu. İstanbul: SETA yayınları.

Final Report Kosovo Legislative Elections. (2017). European Union Election Observation Mission.

Kosova Haber. (2021, Ocak 26). https://www.kosovahaber.net/?page=2,9,28242 adresinden alındı

Kosovo Sever Portal. (2019, Ocak 03). https://kossev.info/kosovo-serb-political-landscape-independent-liberal-party/ adresinden alındı

Kosovo Sever Portal. (2019, Eylül 5). https://kossev.info/kosovo-serb-political-landscape-progressive-democratic-party/ adresinden alındı

Kosovo Sever Portal. (2019, Ekim 5). https://kossev.info/kosovo-serb-political-landscape-new-kosovo-party/ adresinden alındı

Kosovo’s June 2017 Parliamentary Elections. (2017). National Democratic Institute for international affairs, 2-4.

Levent, Z. (2013). Tarihi Süreçte Kosova. Ankara Üniversitesi Türk inkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, 853-874.

SRPSKALİSTA. http://srpskalista.net/o-nama/?script=lat adresinden alındı

Türkiye Cumhuriyeti Dışİşleri Bakanlığı. http://www.mfa.gov.tr/kosova-siyasi-gorunumu.tr.mfa adresinden alındı

Ülger, İ. K. (2016). Kosova’nın Bağımsızlığının Self Determinasyon Çevresinde Analizi. Kosbed, 39-64

Kosova’da Sırplar Kosova’da Sırplar Kosova’da Sırplar Kosova’da Sırplar

‘Uluslararası İlişkilerci Olmak’ Tüm Seçkin Satış Noktalarında!

0

Türkiye’de uluslararası ilişkiler alanında önde gelen akademisyenlerin görüşlerinden oluşan çalışmamız, uluslararası ilişkilerin bir meslek olup olmadığını, dünyada ve Türkiye özelinde yapılan çeşitli karşılaştırmaları, bir uluslararası ilişkiler öğrencisinin neleri nasıl yapması gerektiğini içeriyor.
Editörlüğünü Burak Yalım, Ersin Kopuz ve İlknur Elbeye’nin hazırladığı kitap, genişletilmiş yeni baskısıyla D&R, Kitap Koala, Kitap Sepeti, Kidega, İlgi Kitap ve tüm seçkin satış noktalarında! Satın almak veya incelemek için aşağıdaki bağlantıları kullanabilirsiniz.

İlgi Kitap

D&R

Kidega

Kitapsepeti

Kitap Koala

 

 

Türkiye’de Kadın Olmak ve Kadına Yönelik Şiddet

Bu röportaj, Nazmiye Akaltun Işık ile Türkiye’de kadın olmak ve şiddet üzerine yapılmıştır.

Nazmiye Akaltun Işık Hakkında: 

2 Eylül 1966 Artvin doğumlu olan Nazmiye Akaltun Işık, Beşikdüzü Kız Öğretmen Lisesi mezunudur. İstanbul’da ikamet etmekte olup Sarıyer İyi Parti Kadın Politikaları başkan yardımcısıdır. Yaşamına, kadın politikaları altında kadınlara yönelik çalışmalar yaparak ve kadın mücadelesine destek olarak devam etmektedir.

 

Merhaba öncelikle, benimle röportaj yapmayı kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederim. Genel olarak kadına yönelik çalışmalarınız, kadın mücadelesine verdiğiniz destek, bütün kadınlar için çok değerli. Bugün Türkiye’de kadın olmak ve şiddet konusunda hazırlamış olduğum birkaç soruyu size soracağım. Umarım keyifli bir çalışma olur!

 

1- Türkiye’de kadın olmayı nasıl tanımlarsınız?

Daha çocukken pembe kıyafetler giydirilerek “kız-kadın” kimliğine toplum tarafından atanıyoruz. Belirli yargılarla yetiştiriliyoruz. Kız dediğin hanım hanımcık olmalı, sesini çıkartmamalı, bağırmamalı, ev işleri onun sorumluluğunda; büyüdüğü zaman çocukta baksın, yemekte yapsın, ev işi de yapsın hatta kocasının gönlünü de yapsın. Eğer kadın kocasını hoşnut tutmazsa erkek başkasına gider. Kocam karakterli olduğu için dışarıya bakmasın. Böyle empoze edilerek büyütülüyoruz. Erkeklere güç veren, güçlü pozisyonuna sokan toplum, kadını hep baskılıyor. Kadın azıcık isyan etmeye, baş kaldırmaya çalışsa erkek onu bir şekilde susturuyor. Şiddetin başladığı ve sonuçlandığı yer de tam olarak burası.

 

2- Türkiye’de kadına yönelik şiddetin artmasının sebepleri nelerdir?

En önemli sebebinin kadının istihdamı olarak görüyorum. Kadının iş hayatının olmaması, gelirinin olmaması, ekonomik özgürlüğünü kısıtlamaktadır. Bu durumun ortadan kalkmasının veya azalmasının şiddeti de aynı ölçüde azaltacağını düşünüyorum. Bunun yanı sıra, cehalet aynı şekilde çok etkili. Özellikle ülke bazında çocuk gelin, küçük yaşta evlenme, evlendirilme birçok sorunu da beraberinde getiriyor. 14-15 yaşlarında kızları alıp evin kadını yapan erkek, “onu yapmadın, bunu niye böyle yaptın” gibi bahanelerle şiddete meyilleniyor. Kadınların da gözü açılınca bu sefer kendilerini sosyal medya aracılığıyla -ki bununda çok önemli bir faktör olarak görüyorum- yeni kişilerle tanışma, sevgi gösteren kişiye kaçma, evi terk etme gibi eylemlerde bulunabiliyor. Bunun sonucu olarak, eş tarafından öldürülme ya da beraber olduğu, kaçtığı kişi tarafından şiddete/cinsel tacize maruz kalabiliyor. Bunlar hep son zamanlarda ülkemizde yaşanan olay örnekler. Altında yatan sebeplerin başlıcaları; cehalet, eğitimsizlik, istihdama katılamama ve aile baskısı.

 

3- Kadına yönelik yasalar ve düzenlemeler yeterli mi?

Tabi ki de yeterli değil. Yeterli görmediğimiz için zaten İstanbul Sözleşmesi’ni destekliyoruz ve uygulatmak istiyoruz. İstanbul Sözleşmesi, çok kapsamlı bir düzenleme. Kadına yönelik şiddeti durduracak faillerin gereken cezayı almasını sağlayacak caydırıcı cezalar şiddete imkan tanımayacak çocuk gelinler engellenecektir. Parti olarak da biz bu mücadeleyi veriyoruz. Umarım siyasilere bu sözleşmeyi kabul ettirebiliriz.

 

4- Peki, İyi Parti Sarıyer Kadın Kolları olarak, sizin kadına yönelik çalışmalarınız nelerdir? Siz bu mücadeleye nasıl destek veriyorsunuz?

Şuan da parti logosu olmaksızın, kadınların kendilerini özgür hissetmeleri için partinin gölgesi altında olmadan, bağımsız kadın kooperatifleri kuruyoruz. İsmi; Güneşin Kadınları. Amacımız, kadının istihdamını arttırmak ve iş gücüne katılımlarını aktif bir şekilde sağlamak. Şu ana kadar 10 kooperatif kuruldu, inşallah en yakın zamanda 11. metropol kooperatif olarak İstanbul’da kurulacak. Amacımız 81 ile bunu tamamlamak ve Türkiye geneline yayılmak. Örneğin, Düzce’de yeni bir kooperatif kuruldu. Düzce küçük bir yer ve şimdiden 51 kadının istihdamı sağlandı. Çok güzel bir şey bu. Kadınlar kendi el emeklerini, göz nurlarını, yapmış oldukları reçelleri, tarhanaları, yiyecekleri burada pazarlayabiliyorlar ve kazanç sağlıyorlar. İyi Parti’nin yapmış olduğu çok güzel bir proje, 81 il amacıyla yola çıktık, epey yol aldık. Meral Akşener, her zaman kadının istihdamını önemsediği için ve kadının “istihdamla” güçleneceğine inandığı için hep bu hedefin peşinde. Geçen gün de Fatma Şengül’ün katilinin ceza almasını sağlamak için bölge adliye mahkemesindeydik. Faillerin gereken cezayı almaları için de elimizden geleni yapıyoruz.

 

5- Bu şiddetin önlenmesi için ne gibi yasal düzenlemeler yapılabilir?

Önlemek amaçlı öncelikle caydırıcı cezalar verilmeli. Ceza indirimi, ceza affı gibi yaptırımları azaltacak yasalar düzenlenmeli veya ortadan kaldırılmalı. Aslında ben bir kadın olarak, bize karşı yapılan örneğin cinayet davalarında, normal yasaya göre değil, kadınlar için özellikle farklı bir yasa üzerinden işlenmesi gerektiğini düşünüyorum. Daha farklı bir politika izlenmesi isterim, bu benim kendi düşüncem.

 

6- Kadınların özgür olduklarını düşünüyor musunuz?

Hayır düşünmüyorum. Kadının özgür olmadığı bir ülkede yaşıyoruz. Mesela ben gecenin bir yarısı çıkıp  Taksim’de İstiklal’de rahatça dolaşamıyorum. Neden dolaşamıyorum? Sadece kadın olduğum için. Bir erkek dolaşıyor ama… Kafama yıldırım düşecek, doğal afet olacak diye değil, erkekler bana bir şey yapar diye korkuyorum. Kendi cinsimden, insandan korkuyorum. Toplumun kendisi kadın ve erkeğe belli sınırlar çizmiş; bu sınırların dışına çıktığın zaman öldürülebilirsin, tecavüz edilebilirsin. Bu tamamen toplum tarafından atanmış kadının yapması ve yapmaması gereken davranışlardır. “Kadın milleti gece sokağa çıkmazmış.” Neden çıkmayayım?

 

7- Peki erkek siyasetçilerin kadını ilgilendiren, öznesi kadın olan konularda kendi başlarına bunu tartışıp “kadın” siyasetçiyi gruplarına dahil etmemeleri hakkında ne düşünüyorsunuz? Örneğin; birkaç ay önce bir haber kanalında İstanbul Sözleşmesi hakkında tartışan bir grup siyasetçi vardı fakat içlerinde bir tane bile kadın yoktu. Bu durumu nasıl karşılıyorsunuz?

Çok doğru bir noktaya değindin. Biz kadın politikalarıyla ilgili bir eğitim alıyoruz. Aynı şekilde eğitmenimiz- Şenol Sunat, “İstanbul sözleşmesini tartışıyorlar bir tane kadın yok içlerinde” dedi. Maalesef siyasette gelmiş geçmiş düzen bu şekilde. Yıllar önce Milliyetçi Hareket Partisi’ndeydim, orada da aynı düzen vardı. Kadın hiçbir zaman ön planda olmadı. Geçmişte bir kurultay esnasında çıkıp dedim: “Arkadaşlar, şurası parti güya, kadınlardan oy alıyorsunuz, iki üç tane kadın var, hepiniz erkeksiniz! ” Kadınlar saha da çalışsın istiyorlar ama kurultayda, toplantıda kadın olmasın. Böyle bir şey olamaz. Bir de çevre baskısı var. Gece geç dönebiliyoruz evlere, hemen kadın için şu soru: “Nereden geliyor?” Ben eşimle de bu mücadeleyi verdim, ama şimdi o da anladı, çalışan, topluma hizmet eden bir kadınım. Mücadeleye, partime destek veriyorum. Ben kadın için en mücadeleci partiyi İyi Parti olarak gördüm, orada buldum kendimi. Eskiden bulunduğum yerlerde kadınlar, erkeklerden sıraya giremezlerdi, yer kalmazdı. Benim partimde bir yere girerken önce kadınlara yol veriyorlar. Bu benim için çok değerli.

 

8- Kadına yönelik şiddet arttıkça gelen tepkiler üzerine siyasetçilerin yaptırımlara yönelik söylemleri de artıyor. Fakat ortada hiçbir şey yok. Bu söylemler sizce samimi mi yoksa sadece söylemden ibaret mi?

Ben hiçbirinin samimi olduğunu düşünmüyorum, hepsi söylemde kalıyor. Bu ülkede oy almak, birilerini taraflarına çekmek için çok şeyler yapıldı. Bu yüzden ben kendimden eminim, sadece kendi söylemlerime güveniyorum. Bu karşı taraf bir görüş olduğum için değil, İstanbul Sözleşmesi’ne karşı çıkan görüşler varsa eğer, bu kadını düşünmediklerini gösterir. Bütün maddelerini okursanız, hiçbirinde aykırı bir maddeye rastlayamazsınız. Hepsi kadının korunması, şiddetin sona ermesi için. KADES uygulaması yapılan yeni bir uygulama. Kullanmak durumunda kalan bir arkadaşım oldu, gerçekten de çok kısa zamanda geliyorlar. Evet güzel bir devlet politikası oldu fakat yeterli değil.

 

Benim sorularım bu kadardı, vaktinizi ayırıp cevapladığınız için çok teşekkür ediyorum. Çok keyifli bir röportajdı. Umarım bu çalışmalarınız devam eder, mücadeleye olan inancınız hiç bitmez!

 

 

ZEYCAN KARAASLAN

Toplumsal Cinsiyet Staj Programı

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

23 March 2021 Israel Elections Report

0

Israel is a country that draws attention with its unique political structure. In this respect, it is important to know Israel’s political structure in general. Israeli elections are important both for Israel’s domestic and foreign policy. Due to Israel’s important position in international relations as well as its role in the region, the general situation needs to be analyzed before the March 23 elections. Israel is going to elections for the fourth time in the last two years, and it is the scene of one of the rare situations that may arise in politics. Israel will hold elections on March 23, 2021, after the Knesset is automatically dissolved as a result of the current government’s failure to pass the budget through the Knesset in December 2020.

Some of the important features of Israel’s political structure, what happened in the 2019 and 2020 elections, and what came to the fore while going to the elections on March 23, 2021, will be evaluated in this study. In addition, a situation assessment will be made in this study by conducting a meeting with Dr. Ferit Belder from Marmara University, Department of International Relations on the Israeli political system and the Israeli elections on March 23, 2021.

 Israel’s Political Structure

1. Israel Political System

The political system in Israel stands out as a unique system. In line with the votes of the people, 120 deputies are elected to the Knesset, the Israeli parliament, for four years, and in this system, all of Israel is considered a single constituency (Ulutaş et al., 2012: 32). However, the most unique feature of the Israeli political system is the envisaged election threshold. As a matter of fact, no single party has come to power alone in Israel until today and therefore all governments are formed by coalitions formed by the coming together of different parties (Ben-Haim, 2008: 79). In this sense, it can be said that coalition governments in Israel are an integral part of the political system (Belder, 2021: 1). A party that wants to be in power must have 61 seats in the 120-seat Knesset, and since generally no single party can reach this number of seats, the importance of small parties in the system increases because the number of deputies they obtain becomes critical for the party that wants to establish a coalition. Therefore, when forming a government in Israel, parties have to cooperate with smaller parties as coalition partners because the electoral threshold is 3.25 and small parties have a significant number of seats due to this low electoral threshold (Belder, 2021). However, although it is claimed that this structure of the Israeli political system reflects the diversity of opinions and beliefs in the country due to the large number of parties in the system parties (Ben-Haim, 2008: 82), it makes it difficult to form stable governments and makes coalition governments inevitable for Israel. Looking at the list of governments since the establishment of the State of Israel in Figure 1 below, it is seen that all of the governments that have been established are coalition governments and that governments have not been established for a very long time. Another point is, as can be seen from Figure 1, the coalition government established by Netanyahu and Benny Gantz under the prime ministry of Netanyahu after the March 2020 elections in Israel has been the government that has the most ministers in the history of Israel. This situation stands out as one of the reasons explaining why the last established government was so short-lived. In other words, while the fourth elections are being held in two years, Figure 1 provides important information in this sense.

Figure 1: List of Governments Since the Founding of the State of Israel

Source: https://www.jewishvirtuallibrary.org/israel-government-cabinet-and-ministers

2. Elections in 2019 and 2020

On the way to the March 23, 2021 elections, Israel went through three important electoral process: April 2019, September 2019 and March 2020. Each election took place in a different atmosphere, and there were several factors that could answer the question of why Israel went to the fourth election in two years. According to Belder (Belder, 2021:1), the main debate in Israel ahead of the April 2019 elections was the ideological rivalry of the parties in the election race. Results in the April 2019 elections indicated that the right-wing bloc had won the elections, and after the elections, Netanyahu took the necessary authority to form a coalition from the President Reuven Rivlin (Lis, 2019). Netanyahu, however, has failed to reconcile the diametrically opposed demands of the Yisrael Beitenu Party leader Liberman and Haredi parties (Belder, 2021: 6). Liberman argued that ultra-Orthodox Jews should also serve in the military, while the Haredi parties did not want to make any concessions on the religious status quo. Netanyahu, on the other hand, was in no position to make concessions to any side because he needed the support of both sides to reach 61 seats. If he had fulfilled Liberman’s request, he would have lost the support of the Haredi parties, which have 16 seats, and if he had done the opposite, he would have lost the five seats held by Liberman’s party (Mitchell, 2019). Liberman’s main motto after the results was not to cooperate with the Arabs or the Haredis, and instead he was in favor of the formation of a secular government of national unity (Gill, 2019). At this point, one of the most challenging points of the Israeli political system is seen. When forming coalition governments in Israel, there are various difficulties because each party represents a social identity, which causes a crisis during each election period (Belder, 2021: 6). The results of the April 2019 elections are shown in Figure 2.

Figure 2: The Results of the April 2019 Elections

Source: https://www.bicom.org.uk/analysis/israeli-elections-everything-you-want-and-need-to-know/

After Netanyahu failed to form a government after the April 2019 elections, the Knesset dissolved itself and a re-election was called (bicom.org.uk, 2019a). The results of the September 2019 elections are shown in Figure 3. The most prominent name in these elections was Benny Gantz, who participated in the elections with his Blue and White Party. In the first elections he entered with his party, which he founded by including the left and center parties, he reached a very serious number of seats and attracted attention with Netanyahu as the most serious candidate for power. However, since no leader could form a government, it was decided to hold an election in Israel in September 2019. In the process leading to the September 2019 elections, the most ambitious names were Gantz and Netanyahu, and the fact that the Arab parties entered the elections together with the name of the Joint List for the first time was a factor that differentiated the September 2019 elections. At the same time, Naftali Bennett left the party leadership to Ayelet Shaked after the failure in the April 2019 elections.

Figure 3: The Results of the September 2019 Elections

Source: https://www.bicom.org.uk/analysis/september-17-israeli-elections-everything-you-need-to-know/

The two highlights of this election were the increase in Liberman’s number of seats to 8, and the Joint List of Arab parties reaching 13 seats. The rise of Arab parties has been driven by Netanyahu’s accusations against Arabs ahead of the elections and his proposal to use cameras in Arab regions when voting (bicom.org.uk, 2019). Following these results, Netanyahu was once again given the power to form a government, but after failing once again to form a coalition, Blue and White leader Benny Gantz was given the task of forming a government (Mitchell, 2019). In the failure to form a coalition after the September 2019 elections, the disagreement between Liberman and Netanyahu over the government to be formed with external support from Arab parties and Kahol Lavan leader Gantz’s declaration that he would never form a government with Netanyahu are the most important factors (bicom.org.uk, 2019b). However, after Gantz also failed to form a government, elections were decided for the third time in a row and the election date was set for March 2, 2020. The results of the March 2020 elections are shown in Figure 4:

Figure 4: The Results of the March 2020 Elections

Source: https://www.bicom.org.uk/analysis/march-2-israeli-elections-everything-you-need-to-know/

Compared to the September 2019 elections, the change in the election results are shown in Figure 5. Looking at Figure 5, which shows the change in the number of seats in the March 2020 elections according to the September elections, it is seen that the Arab parties broke a record and had 15 seats in this election, which they entered under the name of the Joint List. It is seen that Likud is the first party again, and the number of seats for Blue and White has not changed. The number of seats in Yamina, where Naftali Bennett was the party leader again, decreased by 1 chair to 6. Avigdor Liberman’s party also lost 1 seat. The most striking point of the March 2020 elections is that Benny Gantz formed a coalition with Netanyahu after these elections and therefore lost the support of Arabs and left parties who supported him. On the way to the March 23, 2021 elections, the breaking point here came to the fore as an important factor for the Arab parties to experience a split again.

Figure 5: The Change in the 2020 Elections Results Compared to the September 2019 Elections

Source: https://www.bicom.org.uk/analysis/march-2-israeli-elections-everything-you-need-to-know/

As seen in Figures 4 and 5, Gantz and Netanyahu had the highest number of seats in the March 2020 elections.Two months later after the elections, Netanyahu and Blue and White leader Gantz formed a coalition government, reconciling with the rotating prime minister’s formula. Under their agreement, Netanyahu would be prime minister for the first 18 months and Gantz would be prime minister for the next 18 months. As mentioned above, Gantz announced before the elections that he would never form a government with Netanyahu, but later announced that this coalition government was formed under abnormal circumstances to overcome the difficulties caused by Covid-19 (Yolande, 2020). However, left-wing parties that were previously in the same bloc as Gantz accused Gantz of deceiving them after the move. Gantz claimed that they were under abnormal conditions due to Covid-19 and that Israel needed a national unity government to overcome the crises experienced during the pandemic. The results of Gantz’s move will be discussed in more detail in the next section of the analysis of the 2021 elections.

Fourth Election in Two Years

1. The Process Leading to the March 23, 2021 Elections

The last time a budget was made in Israel was in 2018, and since no government has been formed as a result of the elections since then, it is up to the Netanyahu-Gantz coalition formed after the March 2020 elections (Yohanan, 2021). According to the law, the 2020 budget had to be made 95 days after the government was formed in May, and the deadline for this was August 25. Otherwise the Knesset would be resolved automatically. According to the coalition agreement between Netanyahu and Gantz, the 2020 and 2021 budgets would be made at the same time. The main purpose here was to overcome the problems arising from the inability to make a budget for a long time and to achieve stability by making a two-year budget at the same time. However, when Netanyahu insisted that only the 2020 budget be made, Gantz refused and asked for a two-year budget as stipulated in the coalition agreement (middleeastmonitor, 2020). When the two coalition partners could not reach an agreement on this issue, the Knesset was automatically dissolved, as the law stipulated, and it was decided to hold elections on March 23, 2021.

While going to the elections on March 23, 2021 in Israel, perhaps the most important difference that separates this election from other elections was Covid-19, which affected the whole world. According to the information provided by the Israel Democracy Institute, while only 37 percent of Israelis trust Netanyahu’s way of managing Covid-19, this ratio remains low even among Orthodox Jews, Netanyahu’s foremost loyal supporters (Yohanan, 2021). Apart from Covid-19, another important reason that distinguishes the process leading to the March 23 elections from other elections is that there are more ambitious candidates against Netanyahu. Unlike the previous elections, there are people who have worked with Netanyahu before. The first of these names is Naftali Bennett, the leader of the Yamina Party, who was a minister in the previous Netanyahu governments and was also Netanyahu’s former chief of staff. The other name is Gideon Sa’ar, who previously served as a minister in Netanyahu’s governments and appeared on the political scene with the popular New Hope Party. One of the most important features of the two names mentioned above is that they both previously served as ministers in Netanyahu governments and are on the right side of the political spectrum. In this respect, Netanyahu’s struggle in these elections will be much more difficult because Netanyahu was able to consolidate the masses by adopting a discourse that accused his opponents of not being patriotic and of leftism and thus creating a security language (Belder, 2021: 8).

However, Netanyahu will not be able to apply his old tactic in these elections because his opponents are in the same position as him in the political spectrum and they have worked with him before.

2. Political Parties and Leaders’ Positions Before the March 23, 2021 Elections

In Israel, there are 13 parties that came to the fore in the 23 March 2021 elections. These parties consist of Likud, Yamina, Religious Zionists, Shas, United Torah Judaism (UTJ), New Hope, Yisrael Beitenu, Blue and White, Yesh Atid, Labor, Meretz, Joint List, and Raam. Considering the positions of the parties in the political spectrum, Labor, Meretz, Joint List and Raam are on the left. Likud, Yamina, Religious Zionists, Shas, UTJ, New Hope, Yisrael Beitenu are located on the right. Yesh Atid led by Yair Lapid and Blue and White led by Benny Gantz are located in the centre.

The positions of the parties regarding Netanyahu, parties’ stance on the Palestinian issue, the West Bank and Annexation before the election are shown in Figure 6 below. The most important information given in Figure 6 is a simple explanation of the parties’ opposition to Netanyahu and their positions on critical issues. It is possible to use Figure 6 to estimate the possible coalition government to be formed after the March 23 elections. Judging from Figure 6, Netanyahu is likely to form a coalition government with Shas, UTJ and Yamina after the results of the March 23 elections become clear. As will be evaluated later in the study, it can be predicted that the anti-Netanyahu bloc is unlikely to come together to form a coalition government due to their ideological stance and their wide variety, and even if they succeed, it would not be a long-lasting government.

Figure 6: Party Size and Where They Stand on Political Issues

Source: https://www.bicom.org.uk/analysis/23-march-israeli-elections-everything-you-need-to-know/

On the way to elections, leaders take different approaches while carrying out their campaigns. Netanyahu points out that what he has done for the Israeli and Israeli economy in the past as the guarantee of tomorrow, he emphasizes that the economy, which has been hit by Covid-19, will recover if he becomes prime minister (bicom.org, 2021c). In this sense, Netanyahu’s campaign is focused on the economy and the vaccination process. At the same time, Netanyahu makes various accusations against Yesh Atid leader Yair Lapid, who appears to be the biggest competitor in the campaign process according to the polls. Netanyahu says that he has recovered the Israeli economy from the crisis twice before and has experience in management, while emphasizing that Yair Lapid is the worst finance minister in Israeli history.

Yair Lapid draws attention by running a digital campaign process. Lapid, who met with many people through Zoom and held a digital meeting, does not hesitate to state that his goal is not to be the prime minister but to end the Netanyahu era (David, 2021). In this sense, it can be said that Lapid is conducting a campaign that focuses on ending the Netanyahu era rather than personal wishes and ambitions. Lapid emphasizes the most that if Netanyahu is elected as prime minister in Israel again, Israel will face the danger of becoming an illiberal democracy. At this point, Lapid says he sees the March 23 elections as a national urgency and that a change of government is essential in Israel.

Another name that seems to be in a key position in the polls so far is Naftali Bennett (Mati, 2021). Bennett stands out as a key party in a coalition on the right in polls conducted to date. Because Bennett stated that they would not enter a coalition under a prime minister from the left, but did not say anything clearly about whether he would enter a coalition with Netanyahu (bicom.org, 2021c). In this regard, it is possible to predict that Bennett and his party Yamina’s position are still neutral, but they can take part in a government to be formed on the right (Işık & Yavuz, 2021).

Another prominent name in the election is New Hope leader Gideon Sa’ar. While Sa’ar clearly demonstrated his opposition to Netanyahu throughout his election campaign, Sa’ar also stated that Yair Lapid could not become prime minister due to the position of the left in the social base and the Knesset, but could become a coalition partner with him (Toi, 2021a). Sa’ar also emphasizes that the real competition is between him and Netanyahu, and the main debate in the elections is whether to establish a Netanyahu government in Israel once again, or to establish a government under his prime ministry. In this sense, it is possible to say that Netanyahu’s rivals, Bennett and Sa’ar, will not participate in a government to be established under Lapid’s prime ministry, but they can take part in the government with Lapid as a coalition partner.

Another critical point in the March 23 elections is the situation of Arab parties in Israel. As can be seen from the figures shown above for the election results in 2019 and 2020, the Arab parties have been steadily rising, breaking a record by winning 15 seats as The Joint List in the March 2020 elections. After these elections, the Arabs, which became an important party with the number of seats they won, supported the Blue and White leader Gantz (Belder, 2021:10). However, Gantz’s formation of a coalition government with Netanyahu due to the conditions of Covid-19 was met with reaction from the left parties and Arabs (Younes, 2021). Following the failure of this coalition government and re-elections in Israel, there was also a split between Arab parties. With the decision of Raam leader Mansour Abbas to leave The Joint List in the March 23 elections, the Arabs in Israel will go in a split way. While it is argued that the main purpose of Mansour Abbas’s move in this election is for Palestinian communities in Israel to gain greater economic benefits, other leaders in The Joint List argue that Abbas’s move will not change the marginalized status of Arabs in Israeli politics, and that in the long run, entering into such political bargains could damage their status.

Other left-wing parties in Israeli politics, Labour and Meretz, are in a position to support Yair Lapid’s prime ministry (Toi, 2021b). Meanwhile, Yair Lapid says voters of smaller parties in the centre-left bloc such as Blue and White, Labour and Meretz should back him because they cannot cause any change of government with the current number of seats (bicom.org.uk, 2021d).

3. What Do the Polls Say?

In this section, the data revealed by the polls for the elections will be analyzed. The data shown by Bicom and Haaretz’s election polls make it possible to make some analysis. Figure 7 below shows Bicom’s last pre-election poll.

Figure 7: Aggregate Polling, March 4-19

Source: https://www.bicom.org.uk/news/israelis-vote-tomorrow/

In the light of the data shown above, although it seems that the anti-Netanyahu bloc is the majority in terms of the number of seats before the elections, this does not mean that the anti-Netanyahu bloc can form a government. Because the anti-Netanyahu bloc is not made up of parties that share the same ideology and values, and this shows that even if the anti-Netanyahu bloc constitutes the majority in terms of the number of seats in the elections, it may have difficulties in forming a government. On the other hand, Naftali Bennett’s announcement that he would not form a government with Yair Lapid by breaking his neutral position seems to have made the work of the anti-Netanyahu bloc even more difficult (arutz20, 2021).

On the other hand, the data obtained by Haaretz by combining the data obtained in the polls conducted by Channel 13 News, Channel 12 News, Kan News, 103FM, Channel 20, Israel Hayom & i24News, Ma’ariv and Walla News are as shown in Figure 8.

Figure 8: Poll of Polls (average)

Source: https://www.haaretz.com/israel-news/elections/EXT-INTERACTIVE-latest-polls-israel-election-2021-1.7695785

When comparing Bicom’s latest poll and Haaretz’s above compilation poll, it is observed that there are minor differences. The biggest difference between Figure 7 and Figure 8 is whether the Raam Party, who left the Joint List and entered the elections alone, will pass the election threshold or not. In Bicom’s poll, Raam is predicted to pass the election threshold and win 4 seats, while in the poll compiled by Haaretz, Raam does not pass the threshold. Whether Raam will pass the election threshold remains to be seen only after the election results are announced.

In the light of the above polls, it is possible to make an evaluation on the coalition formulas that may emerge from the possible results. First of all, if Netanyahu’s prime ministry and an analysis of how a right-wing coalition government can be established, an appearance like in Figure 9 emerges.

Figure 9: Possible Right-wing Coalition Government

The most vulnerable point of this scenario is the disagreements between Yisrael Beitenu leader Avigdor Liberman and the ultra-Orthodox Jewish parties in a possible right-wing coalition government. Indeed, Liberman and the ultra-Orthodox Jewish parties developed an opposing discourse throughout the election campaign (bicom.org.uk, 2021e). However, after the election results are announced, Liberman and the ultra-Orthodox Jewish parties may compromise in exchange for their desired positions in the government to be guaranteed by Netanyahu’s prime ministry. On the other hand, if Avigdor Liberman does not come close to compromise, there may be another government formation crisis. As it is known that Gideon Sa’ar will not form a government with Netanyahu, as mentioned above, it may be necessary to reconcile Liberman with the ultra-Orthodox Jewish parties to form a right-wing coalition government. Considering that Naftali Bennett will not take part in a left and anti-Netanyahu government, a stable right-wing coalition government can be formed if Netanyahu succeeds in reconciling Liberman and the ultra-Orthodox Jewish parties. The possible coalition government that the anti-Netanyahu bloc can form could be as shown in Figure 10.

Figure 10: Possible Coalition Government That Can Be Formed by anti-Netanyahu Block

As can be seen from Figure 10, a coalition government that the anti-Netanyahu bloc can establish can be composed of a more complex structure than the possible right-wing coalition, which shares same different ideologies and values. Besides, for the anti-Netanyahu bloc to form a government, Blue and White and Meretz must also pass the electoral threshold (Susan, 2021). Avigdor Liberman’s problems with ultra-Orthodox Jews and his willingness to become finance minister, Sa’ar’s clear anti-Netanyahu opposition, and the role of Arab parties require a great effort to reconcile and establish a government (bicom.org.uk, 2021e). Even if such a government is formed, it can be predicted that there will not be a long-term government. In addition, issues such as the presence of Gideon Sa’ar and Liberman, who are at least as right-wing as Netanyahu in the anti-Netanyahu bloc, and how to determine the prime minister, draw attention as difficult issues to predict.

As a result, looking at the possible scenarios and polls, it seems more likely that the right coalition government will be formed in the March 23 elections, but it is not possible to say anything clear. However, it can be more or less predicted that Netanyahu will be the prime minister in the right-wing coalition government to be formed. On the other hand, looking at the above data, it is understood that the anti-Netanyahu bloc is in a more difficult situation. There may be major problems both in reaching enough seats to form a coalition government and in reconciling the interests of the parties in the coalition, even if this sufficient number of seats is reached. However, after all these polls and the election process, it should not be surprised if the 5th election will be held in Israel.

Highlights From the Meeting with Dr. Ferit Belder on the Israeli Political System and the 23 March Elections[1]

The results of the Israeli political system were mentioned at the beginning of this study. From what is mentioned here, it seems that the Israeli political system is the main factor that led to the formation of short-lived coalition governments. However, it is controversial whether this situation is an element of stability or a source of instability. In this study, a personal meeting was held with Ferit Belder in order to better understand the Israeli political system and to make predictions about the elections. Dr. Ferit Belder is a lecturer at Marmara University, Department of International Relations. Ferit Belder completed his doctorate on the analysis of Ultra-Orthodox (Haredi) political parties in Israel. According to Ferit Belder, the Israeli political system is an element of stability. Because, looking at the social structure of Israel, it shows that the political system reflects the diversity in this social structure, causing the establishment of short-lived coalition governments and thus attaining a stability within itself.

Ferit Belder also thinks that the Israeli political system is built entirely on mathematics and that the system should be analyzed in terms of this mathematical logic. In this sense, although Israel held 3 elections in 2019 and 2020 in total, the results did not reveal dramatic differences. As a matter of fact, if Netanyahu had won another seat in the last elections, neither the fourth elections held in Israel in two years nor the political system would have been discussed. If Netanyahu had succeeded in this in the last elections, perhaps the most harmonious and stable government in Israeli history could have been established, since there would not be Liberman in this government, there would be no problems between the ultra-Orthodox Jewish parties and the secular right.

According to Ferit Belder, there are some aspects of the 23 March 2021 elections that differ from the other 3 elections. The main agenda of the election is the economic problems brought by Covid-19 and the divisions within the religious Zionism, Arab list and the Blue and White. The economic and social problems caused by Covid-19 and the vaccination process stand out as important determining factors in this election.

The Joint List’s entry into this election split in two after the record-breaking elections in March 2020 and the result of Mansour Abbas’s move are among the important differences between the other elections and the March 23 elections. According to Belder, Mansour Abbas’s move is a reaction to the Israeli left, and Arabs who have been trying to gain a place in Israeli politics under the shadow of the left for years now want to show that this strategy should be abandoned. Ferit Belder states that the question of whether Mansour Abbas’ move will be successful or not is a tricky matter and that he thinks it will not make a positive contribution to the role of Arabs in Israeli politics in the long run. Belder also states that he thinks Arabs cannot be in coalition governments for a long time and that even if they are in a coalition, minor ministries will be given to Arabs. In this sense, Belder thinks that Netanyahu’s approach to Arabs in the March 23 elections was a result of the mathematical logic in Israeli politics and that he would not take sincere steps in the issue of settlements or the social and political status of Arabs.

As a result, the unique aspects of the Israeli political system and whether it can be considered as an element of stability or instability is a controversial issue. However, it is possible to see the effects of the results of the Israeli political system in every field since the establishment of the State of Israel. The failure to form a government after the results of the 2019 and 2020 elections can be explained by the mathematical logic of the Israeli political system. At the same time, although the participation of some people who worked with Netanyahu in the past by establishing different parties prevented the right-wing, which was the dominant element of Israeli politics, from forming a government by uniting in previous elections, this situation did not end the dominance of the right in Israeli politics. The anti-Netanyahu bloc’s failure to gain a majority in the elections and its fragmented and dispersed structure prevented the establishment of an alternative government. In addition to these, the fact that Arabs could not be included in coalitions in the anti-Netanyahu bloc caused the Arabs to enter the elections in the elections in the March 23 elections. Based on the data given throughout the study, it can be said that the March 23 elections in Israel are open to all kinds of surprises, but it is more likely to establish a right-wing coalition government under Netanyahu’s prime ministry.

Gökalp BADAK*

Akademi Birimi 

Bibliography

Arutz20, (2021). ‘Bennett signs in Channel 20 studio a commitment not to form a government with Lapid – and invites Netanyahu to sign that he will not rely on Abbas | Join the interview’, https://twitter.com/arutz20/status/1373729884116287489?s=20 (accessed 21 March 2021)

Mitchell, B. (2019). ‘Israeli Electoral History: 2019 Elections to the 21st and 22nd Knesset’, https://www.jewishvirtuallibrary.org/israeli-electoral-history-elections-to-the-21st-knesset (accessed 12 March 2021)

Bicom. (2019a). ‘April 9 Israeli Elections: Everything you need to know’, 30th May 2019. https://www.bicom.org.uk/analysis/israeli-elections-everything-you-want-and-need-to-know/ (accessed 12 March 2021)

Bicom. (2019b). ‘Israel heads to third election as Knesset dissolves’, 12th December 2019. https://www.bicom.org.uk/news/israel-heads-to-third-election-as-knesset-dissolves/ (accessed 12 March 2021)

Bicom. (2021c). ‘Election campaign enters last two weeks’, 10th March 2021. https://www.bicom.org.uk/news/election-campaign-enters-last-two-weeks/ (accessed 12 March 2021)

Bicom. (2021d). ‘Campaigning heats up eight days ahead of election’, 15th March 2021. https://www.bicom.org.uk/news/campaigning-heats-up-eight-days-ahead-of-election/ (accessed 15 March 2021)

Bicom. (2021e). ‘Israelis vote tomorrow’, 22nd March 2021. https://www.bicom.org.uk/news/israelis-vote-tomorrow/ (accessed 22 March 2021)

Belder, F. (2021). Decoding the crisis of the legitimate circle of coalition building in Israel: a critical analysis of the puzzling election trio of 2019–20. Middle Eastern Studies, 1–15. https://doi.org/10.1080/00263206.2020.1870449 (accessed 19 January 2021)

Belder, F. (2021, March 12). Personal Interview. (via Zoom)

Horovitz, D. (2021). ‘Lapid: My ambitions can wait; if Netanyahu wins, Israel will enter dark times’, https://www.timesofisrael.com/lapid-my-ambitions-can-wait-if-netanyahu-wins-israel-will-enter-dark-times/ (accessed 12 March 2021)

Hoffman, G. (2019). ‘Liberman rules out minority government and right-wing coalition’, https://www.jpost.com/israel-news/politics-and-diplomacy/liberman-set-to-decide-fate-of-coalition-608403 (accessed 12 March 2021)

Işık & Yavuz, (2021). I.Ş. Fatih – Y.M. Fatih, ‘İsrailPod #21 | Naftali Bennett ve Pragmatizmi’, Ortadoğu Podcast Kanalı, 7 March 2021. https://www.spreaker.com/user/12685703/israilpod-21-tam (accessed 15 March 2021)

Lis, J. (2019). ‘Final Israeli Election Results: Likud Loses Seat, but Netanyahu Still Set to Form Next Government’, https://www.haaretz.com/israel-news/elections/final-israeli-election-results-likud-loses-seat-but-netanyahu-will-still-form-next-1.7133089 (accessed 16 March 2021)

Knell, Y. (2020). ‘Israel swears in unity government after long political crisis’, https://www.bbc.com/news/world-middle-east-52699156 (accessed 11 March 2021)

Middle east monitor, (2020). ‘Israel government dissolved, elections set for 23 March’, https://www.middleeastmonitor.com/20201223-israel-government-dissolved-elections-set-for-23-march/ (accessed 12 March 2021)

Plesner, Y. (2021). ‘Israel Heads Toward Its Fourth Elections’, The Israel Democracy Institute, https://en.idi.org.il/articles/33476 (accessed 12 March 2021)

R. Ben-Haim, (2008). İsrail Adında Gerçekler, ed. İsrail Enformasyon Merkezi. Kudüs: Keter Pres.

Rolef, H. S. (2021). ‘Israel Elections: What will determine the election results?’, https://www.jpost.com/israel-elections/what-will-determine-the-election-results-661989 (accessed 22 March 2021)

Staff, T. (2021 a). ‘Joining Bennett, Sa’ar says Lapid won’t be prime minister’, https://www.timesofisrael.com/joining-bennett-saar-says-lapid-wont-be-prime-minister/ (accessed 12 March 2021)

Staff, T. (2021 b). ‘Labor joins Meretz in saying it will back Lapid as next prime minister’, https://www.timesofisrael.com/labor-joins-meretz-in-saying-it-will-back-lapid-as-next-prime-minister/ (accessed 16 March 2021)

Tuchfeld, M. (2021). ‘Key to right-wing government in Bennett’s hands, poll shows’, https://www.israelhayom.com/2021/03/12/key-to-right-wing-government-in-bennetts-hands-poll-shows/ (accessed 12 March 2021)

Ulutaş, U., Bölme, S. M., Demir, G. N., Torlak, F., Ziya, S., (2012). İsrail Siyasetini Anlama Kılavuzu, SETA, 1. Baskı, Ankara, Aralık, 2012.

Younes. A. (2021). ‘Split in Israeli-Arab parliamentary bloc could prove costly’, Arab News, 9 March 2021. https://www.arabnews.com/node/1822291/middle-east (accessed 15 March 2021)

[1] Belder, F. (2021, March 12). Personal Interview.

[2] Hacettepe University, Department of International Relations Undergraduate Student, [email protected]

Birleşmiş Milletler Barışı Koruma Misyonu: Darfur Analizi

 Özet

Uzun süren bir sömürge döneminden sonra 1956 yılında bağımsızlığını kazanan Sudan, ne yazık ki bu süreçte de ülke genelinde refahı sağlayamamış ve istikrarlı bir yönetim izleyememiştir. Darfur bölgesinde çeşitli ekonomik ve sosyal nedenlerle yıllarca devam eden kabileler arası anlaşmazlıkların şiddetli çatışmalara dönüşmesine engel olamamıştır. Hükümete karşı örgütler ve hükümet yanlısı örgütler ortaya çıkmıştır. Çatışmalar başta masum insanlar olmak üzere birçok kişinin hayatını kaybetmesine neden olmuştur. Arada yapılan anlaşmalara ise uyulmamış tekrar şiddetlenen çatışmalar, uluslararası barışı ve güvenliği tehdit altında bırakmıştır. Darfur’da yaşanan bu insanlık dışı çatışmalar, uluslararası güvenliğin yanı sıra ağır insan hakları ihlallerine de sahne olmuş ve BM’nin ‘Koruma Yükümlülüğü’ ilkesi ilk kez pratikte de uygulanmaya çalışılmıştır. Ancak bu doğrultuda yapılacak müdahale önerileri sürekli engellere takılmış, bir türlü başarı sağlanamamıştır. Sonuç olarak, birçok insanın mezarı olan Darfur’a ait araştırmalara bakıldığında, uluslararası örgütlerin sunduğu raporlar birbirine yakın olsa da, devletlerin tutumları birbirinden oldukça farklıdır.

Anahtar Sözcükler: Birleşmiş Milletler(BM), Darfur, Sudan, Cancavidler, Koruma Yükümlülüğü, Uluslararası Toplum

ABSTRACT

Resulting from various economic and social causes, disputes among the tribes have continued for many years in Darfur region. However, Sudanese administration was unable to prevent these disputes from escalating into violent conflicts. They have emerged organizations against the government and pro-government organizations. Conflicts have resulted in the loss of many lives, especially innocent people. The agreements that were not followed and the re-exacerbated conflicts threatened international peace and security. These inhuman conflicts in Darfur witnessed serious human rights violations as well as international security, and the UN’s ‘Responsibility to Protect’ principle was tried to be implemented for the first time in practice. However, intervention proposals to be made in this direction were constantly stuck with obstacles and no success was achieved. As a result, when looking at the researches of Darfur, which is the grave of many people, although the reports presented by international organizations are close to each other, the attitudes of the states are quite different from each other.

Key Words: United Nations(UN), Darfur, Sudan, Janjaweeds, Responsibility to Protect, International Community

1. Giriş

Afrika’nın birçok ülkesi gibi Sudan da yıllarca süren isyanlar, iç savaş ve çatışmalarla ilgilenmek zorunda kalmıştır. Yüzlerce farklı kabileden ve etnik gruplardan oluşan Sudan, sömürge döneminden sonra bağımsızlığını kazanmasına rağmen ülke bütünlüğü tam olarak hiçbir zaman sağlanamamıştır.

Darfur Sorunu, yıllardır var olan kabileler arasındaki küçük çaplı anlaşmazlıkların, ekonomik, sosyal ve etnik sebeplerle 20. yüzyılın sonlarında başlayıp uzun süre devam eden şiddetli çatışmalara dönüşmesiyle açıklanabilir. Çatışmaların şiddetlenmesi de, hükümet karşıtı iki örgüt Sudan Kurtuluş Hareketi/ Ordusu ve Adalet ve Eşitlik Hareketi (AEH) önemli rol oynamıştır. Hükümet bu karşıt grupları bastırmak amacıyla kullandığı Halk Savunma Gücü (HSG) ve Cancavidler olayların daha da yoğunlaşmasına neden olmuştur.

Ruanda, Srebrenitsa ve Kosova’da yaşanan katliam ve insan hakları ihlallerinin ardından bakıldığında bu olaylarda başarısız ve tutarlı sayılamayacak bir Birleşmiş Milletler görebiliriz. Tüm bu acı olaylar sebebiyle, BM çalışmalarını hızlandırmış, insan hakları ihlallerine karşı uluslararası karşılık verebilmek amacıyla kolları sıvamış ve yarattığı ‘insancıl müdahale’ ve ‘koruma yükümlülüğü’ kavramlarının çalışmasını Darfur olaylarında test etme fırsatı bulmuştur. Binlerce insana mezar olan Darfur’da ise alınan kararların yine hazırlanan kavramlar doğrultusunda sürekli engellere takılmış olması ise maalesef BM’nin yine tökezlediğini ve soru işaretlerinin devam ettiğini bize göstermektedir.

Bu çalışmanın amacı, Darfur Sorunu’nun BM barışı koruma misyonuna bağlı olarak koruma yükümlülüğü açısından incelemektir. Darfur Sorunu’nun iyi kavranabilmesi için kısaca Sudan’a sonrasında da Darfur’un iç yapısına ve çatışmaya giden sürecin nedenlerine değinilmiştir. Sonrasında çatışma süreci ve aktörler ele alınmış, son olarak da BM’nin Darfur’daki misyonu tartışılmıştır. Bu çalışmayı hazırlarken tarihsel araştırma yöntemi kullanılmış, olaylar neden-sonuç ilişkisi içerisinde incelenmiştir.

2. Darfur’da Genel Durum ve Darfur Sorunu’nun Nedenleri

Sudan, 2011 yılında Sudan Cumhuriyeti ve Güney Sudan Cumhuriyeti olarak ikiye ayrılmadan önce toprak genişliği açısından Afrika kıtasının birinci, dünyanın ise dokuzuncu büyük ülkesiydi. Günümüzde, sahip olduğu 1.886.000 km² ve yaklaşık 41 milyonluk nüfusuyla dünyanın en büyük on altıncı ülkesi konumundadır. Sudan Cumhuriyeti bağımsızlığını 1956 yılında kazanmış olsa da üzerinde bulunduğu toprakların tarihi çok eski dönemlere dayanır ve birçok medeniyetin izlerini taşır. Darfur, Kordofan ve Func gibi sultanlıkların hüküm sürdüğü bu topraklar, 1821 yılından itibaren Osmanlı-Mısır tarafından yönetilmeye başlanmıştır. Diğer yandan, Sudan Müslüman tüccarlar sayesinde İslam ile tanışmış, ilerleyen yıllarda Arap göçleriyle birlikte, İslamiyet bu topraklarda güçlenmiştir. 1898 yılında ise İngiliz işgaliyle Sudan, İngiliz-Mısır ortak yönetiminde idare edilmeye başlanmış ve bağımsızlığını elde edene kadar İngiliz sömürgesi olarak kalmıştır. Bağımsızlığını kazandıktan sonra da Sudan ülke içinde güvenli ve istikrarlı bir süreç yaşamamıştır. Bağımsızlığın hemen ardından başlayan Güney Sudan Sorunu 20. yüzyılın sonlarında Darfur bölgesine sıçramış, yıllardır farklı sebeplerden dolayı devam eden anlaşmazlıklar yüzbinlerce kişinin hayatını kaybettiği silahlı çatışmalara dönüşmüştür. Bu çatışmaların altında yatan şey tek bir neden değildir, birçok farklı durum ve koşul bir araya gelerek bu soruna zemin hazırlamıştır. Çatışma sürecini ve yaşananları anlayabilmek ve benimseyebilmek için Darfur ’un genel yapısına değinmek oldukça önemlidir.

2.1 Coğrafi Yapı

Darfur, Sudan’ın batısında Çad, Libya ve Orta Afrika Cumhuriyeti ile sınır bölgede bulunur. Günümüzde 493.180 km²’lik alan üzerinde bulunan ve yaklaşık 7,4 milyonluk nüfusa sahip olan Darfur, 3 farklı şekilde incelenebilecek coğrafi yapılardan oluşur. Kuzey bölümü Libya Çölü’nün alt kısmında kalmasından dolayı kurak bir iklime sahiptir. Orta kısmına bakıldığında, burada Cebel Marra (Marrah Dağı) olarak anılan bir dağ bulunur. Bu dağın etekleri bölgenin tarım için elverişli ve verimli topraklarına sahiptir. Son olarak, Güney Darfur ise diğer bölgelere göre daha fazla yağış alan tropikal iklimi ile ormanlık alanlardan oluşur (Mamdani, 2009, s.10). Coğrafi yapıya bağlı olarak tarım alanlarının azlığı dolaylı yoldan kabileler arası çatışmaları tetikler niteliktedir.

2.2. Ekonomi ve Geçim Kaynakları

Darfur ‘un sahip olduğu iklim ve coğrafi şartlar nedeniyle, bölgede farklı ekonomik faaliyetler sürdürülür. Kuzeyinde uzanan çöllerden dolayı, burada deve yetiştiriciliği yapılırken, güneyinde ise büyükbaş ve küçükbaş hayvancılık için elverişli olan meralarda hayvancılık yapılmaktadır. Bölgenin en verimli ancak kısıtlı olan orta kısmında da tütün, pamuk, domates ve kavun gibi ürünlerin tarımı yapılır (Mamdani, 2009, s.10). Yapılan tarım daha çok yağmur suları ve kısıtlı yerel sulama teknikleriyle gerçekleştirilir. Tarım arazilerinin ve hayvan otlaklarının azlığı, su kaynaklarının yetersizliği zaman zaman kabileler arasında çatışmalara neden olmaktadır. Örneğin, kuzeyde yaşayan Araplar hayvanlarını otlatmak ve su kaynaklarından faydalanmak için güneye inerlerdi (Okur, 2009, s.202). Bu kabilelerin hoş karşılamadığı bir durumdu ve bu gibi konularda sık sık küçük çaplı çatışmalar yaşanırdı. Öte yandan, Darfur’un topraklarının genişlememesine rağmen yıllar içinde hızla artan nüfusu kısıtlı kaynaklar nedeniyle diğer bir anlaşmazlık nedenini oluşturmuştur.

2.3. Etnik Yapı ve Din

Etnik yapı açısından bölünmüş ve heterojen yapıya sahip olan Sudan’da, sadece Darfur bölgesinde yaklaşık 100 farklı etnik grubun bulunduğu belirtilmektedir (Doğan, 2019, s.19). Darfur’daki etnik gruplar temelde iki ana kategoriye ayrılır. Bunlar Araplar ve Arap olmayan Afrikalılar anlamına gelen Zurkalardır (Doğan, 2019, s.22). Bu ayrım aslında insanların etnik kökenlerine göre değil, yaşadıkları bölge, yaptıkları iş ve geçim kaynaklarına göre belirlenir. Darfur’un kuzeyinde deve yetiştiriciliği yapan ve göçebe yaşam süren nüfus Araplardır. Orta bölgelerde yerleşik olarak yaşayan ve tarımla uğraşan kesimin çoğunluğunu Darfur’un ismini aldığı Afrikalı Fur kabilesi oluşturur. Güneye inildiğinde ise Araplar ve Afrikalılar burada bir arada yaşamaktadır (Flint, De Wall,2005, s.4). Bölgedeki Arapların geçmişi çok eskidir ve Abbasilere dayanmaktadır. Abbasilerin güç kaybetmeye başlamasıyla orada bulunan Araplar Afrika’ya göç etmeye başlamıştır. Bu nedenle yüzlerce yıl öncesinde başlayan Arap göçlerinin sadece Darfur’u değil tüm Sudan’ı Arap kültürü etkisi altına alması şaşırılacak bir şey değildir (Flint, De Wall, 2005, s.5-6). Abbasilerin gücünden dolayı Arapların üstün görülmesi Arapçanın halk arasında çok yaygın olarak konuşulmasına neden olmuştur. Hatta Afrikalı bazı kabileler bile zamanla Arapçayı benimsemeye başlamışlardır. Öyle ki Sudan Cumhuriyeti’nin resmi dilleri İngilizce ve Arapçadır. Zamanla Araplar ve Afrikalı yerliler arasında yapılan evlilikler yoluyla Arapların asimile olduğu söylemi yanlış olmaz. Dolayısıyla, günümüzde Araplar ve Afrikalıların ten rengi veya yüz yapısı gibi fiziksel özellikleriyle birbirlerinden ayırt edilmesi pek mümkün değildir. Buna ek olarak, konuştuğu dili ya da inancını temel alarak bir Arap/Afrikalı ayrımı yapılması da oldukça güçtür. Dine dayalı ayrımın güçlüğünün sebebi Darfur bölgesinin neredeyse tamamının Müslüman olmasıdır.

2.4. Sömürgeciliğin Etkisi

Yıllar geçmesine rağmen Afrika’daki diğer birçok bölge gibi, Darfur da sömürgeciliğin izlerinden kurtulamamıştır. Sömürge güçlerinin giderken arkalarında bıraktıkları enkazları toplamak her açıdan fakir olan bu bölgede daha da zordur. Araştırmacı Ali Mazrui’nin de dediği gibi, “Afrika’da yaşanan savaşların rengi siyahtır, ama bu savaşların kökleri beyazdır” (Mazrui, 2008, s.36). Darfur’da yaşananlar da bu sözün bizzat örneğidir.

 Sömürgeci güçler, Avrupa’da yeni bir dönem başlatan ulus devlet yapısını Afrika’daki ülkeler için de uygulamaya çalışmıştır (Bates, 1983, s.38-45). Ancak bu bölgedeki devlet yapısı ve düşüncesi Avrupa’daki düşüncelerden çok farklıydı. Afrika’da sömürge dönemine kadar çeşitli bir siyasi yapı vardı. Darfur’da da diğer bölgeler gibi birden çok siyasi yapı mevcuttu. Bu yapılar coğrafi şartlara göre şekilleniyordu ve bölgeler arası göç edilebiliyordu. Yukarıda da bahsedildiği gibi çok sık olmamakla birlikte bu göçler kabileler arası küçük çatışmalara neden oluyordu. İngiliz sömürgeciliği ile birlikte hakim siyasi yapı değişti ve yerini ulus devlet aldı. Ulus devlet yapısıyla herkese eşit şartlar sunulurken, bazı kabileler ellerinde bulundurdukları fırsat ve imkanları paylaşmaya sıcak bakmıyordu. Bu yüzden Khalid, Darfur’da yaşanan krizi, “geleneksel Fur anlayışı ile modern vatandaş anlayışının bir çatışması” olarak tanımlar (Khalid, 2009).

Diğer önemli bir sömürgeciliğin etkisi ise bazı düzenleyici ve asayiş sağlayan kurumların İngiliz güçleri tarafından ortadan kaldırılmasıdır. Sömürgeci güçler kendi politikalarını uygulayabilmek için bu tür mekanizmaları ortadan kaldırmıştır fakat yerine yenilerini koymada başarılı olamamıştır. Örneğin, sömürge öncesi dönemde Darfur’da kabileler tarafından oluşturulan, Cudiyye adı verilen bir arabuluculuk mekanizması bulunmaktaydı. Bu mekanizma kabileler arası herhangi bir anlaşmazlık ya da çatışma durumunda arabulucu olarak müdahale eden alim veya bilge kişilerden oluşmaktaydı. Bu sayede herhangi benzer bir durumda sorun büyümeden çözülebiliyordu. Bu tür mekanizmaların ortadan kalkması küçük sorunların bile kabile çatışmalarına dönüşmesine neden oldu (Doğan, 2019, s.34).

2.5. Sudan Hükümetlerin İlgisizliği ve Yetersizliği

Bağımsızlığını kazanan Sudan hükümetleri Darfur bölgesinin temel ihtiyaçlarını bile karşılamamış, bu durum da bölge halkının hükümetlerden uzaklaştırmaya başlamıştır. Aynı zamanda Nil Havzasına yapılan ciddi yatırımlara rağmen Darfur bölgesi için hiçbir kalkınma ve geliştirme politikası izlemeyerek bölge tamamen ihmal edilmiştir. 1983-1984 yıllarında yaşanan büyük kuraklık ve kıtlık döneminde, hükümetlerin öncesinde bu durumdan bilgisi olduğu halde herhangi bir önlem alınmaması ve sürecin iyi yönetilememesi binlerce insanın hayatını kaybetmesine neden olmuştur (Flint, De Wall, 2005, s.22-23). Bu gelişmeler, Darfur halkının hükümetlere olan karşıtlığını ve olumsuz duygularını daha da kuvvetlendirmiştir.

2.6. Çad İç Savaşı ve Yaşanan Gerginlikler

Günümüzde Nil Havzası içerisinde bahsedilen Darfur bölgesi aslında yakınlığı itibariyle Çad Gölü Havzası içerisinde bulunmaktadır. Hatta bölgede yaşayan halk kendini Nil tarafındaki kabilelerden çok Çad tarafındaki kabilelerle daha yakın görür. Bu durumun sebebi bölge halkı tarafından Darfur ile Sudan’ın doğu kısmını birbirinden ayıran dağlık alanlar doğal bir sınır gibi kabul edilmektedir. Çad ile olan bu coğrafi yakınlık ve doğal sınır Sudan Hükümetleri tarafından komşu ülke tehditleri olarak algılanırken, aslında Çad Hükümetleri de bölge için mücadele ederek bu tehditleri doğrulamıştır. Çad Hükümetine karşı Libya ile ortak olan Sudan, Libya’nın Çad ile arasındaki mücadelede Darfur’un üs olarak kullanılmasına izin vermiştir. Bu mücadeleler Darfuru her yönden olumsuz etkilemiş ve kendi savaşları olmamasına rağmen güvensiz ve çatışmacı bir ortama dönüştürmüştür. Bu dönemde, mühimmat olarak getirilen silahların kontrolü sağlanamamıştır. Bu kontrolsüzlük; bölgede suç oranlarının artmasına ve çatışmaların şiddetlenmesine yol açmıştır. Buna ek olarak, 1956 yılında başlayan Çad iç savaşının en yoğun gerçekleştiği bölge Çad’ın doğusu ve aslında Darfur sınırıdır. Hemen batısında yıllarca süren bu savaş da Darfur’un hem ekonomik hem de sosyal kalkınmasına engel olmuştur (Prunier, 2008).

1.7. Güney Sudan Sorunu

Bağımsızlığını kazandıktan sonra Sudan kuzeyindeki Araplar tarafından yönetilmeye başlanmıştır. Ancak Güneyliler ülkenin kaynaklarından yeterince yararlanamadıklarını öne sürmüşlerdir. Bunun yanında İslami bir yönetimi de benimsemeyerek kendi bağımsız devletlerini kurmak amacıyla Güney’de ayaklanmalar çıkarmaya başlamışlardır (Doğan, 2019, s.43). Bu ayaklanmalar yıllarca sürecek olan Kuzey-Güney iç savaşının temellerini atmıştır. Güney, konum olarak Darfur’a yakın olması sebebiyle burada başlayan ayaklanmalar ve şiddet olayları bölgeye de sıçramıştır. Darfur çatışmalarının başlamasında ve olayların şiddetlenmesi de Güney’de kurulan Sudan Kurtuluş Hareketi/Ordusu’nun Darfur’a doğru kayması ve bu bölgenin üs olarak kullanılmaya başlanılması önemli derecede etkili olmuştur.

Çatışmalara Doğru İlerleyen Süreç

Prunier, “Darfur tarihinin en kötü döneminin 1984’ten sonra başladığını ve henüz sona ermediğini” söyler (Prunier, 2008, s.53). Öyle ki yukarıda değinilen gelişmeler, zaten kötü olan şartların daha da kötüleşerek şiddetli bir çatışma sürecinin temelini oluşturmuştur. Yıllarca süren küçük çaptaki anlaşmazlıklar ve çatışmalar bir kar topu gibi yıllar geçtikçe büyümüş ve yoğunluk kazanmıştır. 1983- 1984 yıllarında yaşanan kuraklık ve kıtlık, 1985 yılına gelindiğinde göçebe ve yerleşik kabileler arasında başlayan otlak ve su kaynakları mücadelesini şiddetlendirmiştir. Göçebe Araplar ve yerleşik Fur’lar arasında çıkan anlaşmazlıklar kısa sürede ideolojik ve etnik çatışma halini almıştır. 1987-1989 yıllarında aralıksız olarak devam eden bu çatışmalar 1989 yılında düzenlenen bölgesel ve ulusal uzlaştırıcı konferanslarla çözülmeye çalışılmıştır (Bayram, 2014, s.183).

1989 yılında darbeyle yönetimi ele geçiren Ömer Hasan El Beşir, meclisi dağıtmış ve tek partili bir yönetim sistemi getirmiş, ilerleyen yıllarda yasama ve yürütme gibi güçleri de kendi elinde toplamıştır. Kendini devlet başkanı olarak ilan El Beşir döneminde İslamlaştırma ve Araplaştırma hareketleri yoğunluk kazanmıştır (Dalar, 2013, s.11).

Yaşanan gelişmeler üzerine, Darfur’da hükümete karşı örgütlenmeler başlamıştır. 1998’den itibaren Fur kabilesinden olan gençleri örgütlemeye başlayan Abdulvahid Muhammed Nur ve etrafındakiler Darfur Kurtuluş Cephesi adıyla eylemlere başlamışlardır. 2001 yılına kadar üye sayılarını daha da artırıp bir araya gelen örgüt militanları haklarını aramak amacıyla El Beşir hükümetine karşı isyan kararı almışlardır. Yıllarca bir arada yaşayan kabileler arasında zaman zaman sosyal ve ekonomik nedenlerle ortaya çıkan küçük çaplı sorunlar olayların siyasallaştırılması ve etnik boyuta taşınmasına yol açmıştır. Aynı zamanda, hükümetin olaylara aşırı şiddet ile karşılık vermesi, Darfur’da yüzbinlerce insanın hayatını kaybedeceği ve ciddi insan hakları ihlallerine neden olacak çatışma sürecini başlatmıştır.

3. Darfur’da Çatışmanın Aktörleri ve Çatışma Süreci

Sudan’ın Darfur eyaletinde yaşanan krizde ele almamız gereken bir diğer konu çatışmanın aktörleri ve çatışma sürecidir. Bu konuyu ele almamız sürecin devamını, tarafların düşüncesini ve hareketlerinin altında yatan sebepleri çok daha iyi anlayarak ilerlememize sebep olacaktır.

3.1 Darfur’da Çatışmanın Aktörleri

“‘Aktörler’ derken neyin kast edildiğini bilmekte fayda vardır. Taraf olmadığı halde, sorunların oluşumunda içeriden veyahut dışarıdan etkileri-yönlendirmeleri olan kişi ya da kişilere ‘aktör/aktörler’ diyebilmek mümkündür” (Acar, 2010, s.37).

 Sudan’ın Darfur eyaletinde belirli bir kısımda yer alan verimli topraklar üzerinde hakim olma çabası, belli başlı karşıt grupları ortaya çıkarmıştır. Kimisi hükümete karşı isyan başlatmıştır. Kimisi de aksine hükümet yanlısı olarak hareketleri bastırmaya çalışmıştır, fakat bir süre sonra olaylar bambaşka boyuta evrilmiştir. Hükümet yeterli gelemediği andan itibaren Arap kabilelerinden yardım istemiş, böylelikle çatışmanın fitili daha da alevlenmiştir.

2.1.1 Hükümet Karşıtı Siyasi Hareketler/ Örgütler

Ekonomik açıdan fakir olan Darfur eyaletinde verimli topraklar üzerinde çıkan çatışmada, tarih boyunca bölgede yaşayan kabileler arasında anlaşmazlıklarda mevcuttur. Bu anlaşmazlıklar zamanla artmıştır. Öte yandan, hükümetlerde olan değişikliklerde ise, başa gelen hükümet bölgede kendilerine hangi grubu yakın görüyorsa onları desteklemiştir. Desteklerin çoğu Arap kabilelerine yönelik olmuştur.

“Güney Sudan iç savaşının yaşandığı dönemde çatışan isyancı gruplardan bazıları Darfur’a geçerek Darfur halkını daha geniş haklara sahip olma ve bağımsızlık mücadelesi kapsamında hükümete karşı silahlı mücadeleye teşvik etmişlerdir. Bu süreçte hükümette ayrılıkçı grupların bu girişmelerini önleyebilmek için kendisine yakın gördüğü Arap kabileleri silahlandırarak isyancılara karşı kullanmıştır. Bu durumda ister istemez Arap Afrikalı ayrımının yapıldığına dair düşüncelerin oluşmasına ve zaten var olan gerginliklerin daha da büyümesine zemin oluşturmuştur” (Arpa, 2013, s. 129).

Hükümet karşıtı grupların oluşturduğu siyasi hareketlere/örgütlere bakacak olursak en önemli olan iki örgüt Sudan Kurtuluş Hareketi/ Ordusu ve Adalet ve Eşitlik Hareketi (AEH)’dir. Geriye onlar kadar etkili olmayan diğer partiler kalmaktadır. Onlara da kısaca değinmek onların düşüncelerini kavramamamız açısından önemlidir.

3.1.1.1 Sudan Kurtuluş Hareketi/ Ordusu (SKH/O)

Hükümet karşıtı oluşturulan örgütlerden en önemlisi Sudan Kurtuluş Hareketi/ Ordusu, (SKH/O)’dur. Güney Sudan’ın isyancı örgütünden ortaya çıkan Sudan Kurtuluş Hareketi/Ordusu (SKH/O)’nun iki lideri bulunmaktadır. Bir tarafta Sudanlı ve Fur kabilesinden olan Abdulvahid Muhammed Nur, diğer tarafta Zagava kabilesinden Minni Minawi vardır. Her örgütte olduğu gibi bu örgütte de belli başlı sorunlar ileri sürülerek çatışma başlamıştır. Öncelikli 2 hedefi şöyledir:

1- Sudan Kurtuluş Hareketi/ Ordusu (SKH/O)’na göre oluşan yeni demokratik Sudan’ı desteklemek ve hükümete karşı saldırıları yürütmek.

2- Kuzey’de Arap Milislere karşı mücadeleyi devam ettirmek onları saf dışı bırakmak.

Darfur’da bulunan önemli ve en büyük silahlı örgüt olarak kabul edilen Sudan Kurtuluş Hareketi/ Ordusu hedefleri dışında sebeplerini de açıklamaktan kaçınmamıştır. Sudan’da olan olaylardan dolayı Darfur’u, Hükümetin ihlal ettiğini, geri bıraktığını ve insanların yok sayılıp hükümetin Araplara karşı ayrıcalık sağladığını belirtmiştir. Saldırılarında öncelik olarak askeri alanları hedef alan bu örgüt savaş uçakları olmak üzere birçok askeri garnizonda tahribata yol açmıştır. 2003 yılında yaptıkları saldırılardan biri olan Kuzey Darfur’un başkenti El Fashir Askeri Hava Üssü’nde 100 asker hayatını kaybetmiştir.

Başlangıçta örgütün iki lideri arasında hiçbir sorun yokken 2005 yılında fikir ayrılıkları ortaya çıkmıştır. Darfur Barış Anlaşması’nı yok sayan Abdulvahid Muhammed Nur imza atmayı reddetmiş, Minni Minawi barış görüşmelerine katılıp Darfur Barış Anlaşmasına imza atmayı tercih etmiştir. Böylelikle iki liderin yolları ayrılmıştır (Acar, 2010, s.39).

3.1.1.2 Adalet ve Eşitlik Hareketi (AEH)

Hükümete karşı oluşturulan ve ses getiren diğer örgüt Dr. Khalil İbrahim liderliğinde olan Adalet ve Eşitlik Hareketi (AEH)’ dir. 1993 yılından beri olan bu örgüt ilk başlarda dini söylemleri ve İslamlaşma sürecinde ön plana çıkmıştır. Fakat daha sonra Sudan Kurtuluş Hareketi/ Ordusu (SKH/O) içerisinde olduğu fikir ayrılıkları burada da yaşanmış ve örgüt Adalet Ve Eşitlik Hareketi olarak 2003 yılında karşımıza çıkmıştır. Örgüt kitlelere kendisini kitap yoluyla tanıtmayı benimsemiştir. 2000 yılında yayınladıkları ‘Kara Kitap’ hükümetin yönetiminden, insanların ekonomik hayatlarına, bölgesel adaletsizlik ve eşitsizliğe, Kuzeyli Arapların daha önde tutulduğuna dair bir çok konuda eleştirilerini dile getirmiştir. Ayrıca örgütün lideri olan Khalil İbrahim İngiltere’de yaşayıp örgütün kontrolünü oradan sağlamıştır. Darfur Barış görüşmelerinden sonra örgüt tekrardan bir askeriyeye yönelik saldırı düzenlemiş, başarısız olmuştur. İsyanların çıkış yeri; halkın etnik ve fikir ayrılıkları üzerine kurulurken ayrıca bölgesel ayrımlar ve kabilelere yönelik yapılan ayrıştırmalarda örgütler tarafından ileri sürülüyordu.

3.1.1.3 Diğer Partilerin Tutumu

Yukarıda bahsedilen Sudan Kurtuluş Hareketi/ Ordusu (SKH/O) ve Adalet ve Eşitlik Hareketi (AEH) dışında bölgede fazla ses getirmeyen kendi içlerinde azınlık olan belli başlı partiler kurulmuştur. Çatışmaya taraf olan partiler dış güçler ve komşu ülkeler tarafından destek görmüştür. Çatışmaya taraf olmayan tarafsız kişiler ise yine de bu krizde zarar görmüş sonucunda bu kriz onların hayatlarını kaybetmelerine sebep olmuştur. Taraf olan partilerin arasında zaman içerisinde Sudan Hükümeti ile anlaşma sağlayan da olmuştur.

3.1.2 Hükümet Yanlısı Güçler

Darfur’da yaşanan anlaşmazlıklara karşılık hükümetin yanında olan örgütlerde ortaya çıkmıştır. Yönetimde olan askeriye dışında, Halk Savunma Gücü (HSG) hükümet yanlısı bir silahlı örgüttür. Hükümetin gücünün yetmediği anda devreye giren diğer örgüt ise Cancavidler’dir. Hükümet isyanlara karşı bu iki örgütten faydalanmıştır.

3.1.2.1 Halk Savunma Gücü

Halk Savunma Gücü (HSG)’nün ortaya çıkışı tarihe bakıldığında İngiliz- Mısır ortak yönetimine dayanmaktadır. İngiliz sömürüsü zamanında, yönetime karşı çıkanları bastırmak amacıyla oluşan bu örgüt, 1989 yılında El- Beşir döneminde hükümete karşı bağlı bir güç olduklarını belirtmiştir. 2005’te yapılan Kapsamlı Barış Anlaşması’nın imzalanmasının ardından düzenli ordu birliklerinden sayılmıştır. Devletin yetersiz kaldığı alanlarda vatandaşları askeri konularda bilgilendirmek ve eğitmek ayrıca güvenliği sağlamakla sorumlu tutulmuştur.

3.1.2.2 Cancavidler

Cancavid’lerin asıl özüne bakıldığında yıkma yağmalama yoluyla halkı gasp eden bir çete olduğunu görmek mümkündür. Hükümet isyanlarla karşı çıkamadığı an Cancavidler’den isyanları bastırmak için yardım istemiş ve onları desteklemiştir (Bayram, 2013:88). Cancavidler zamanla kendi isteklerine göre hareket ederek hükümete yardım etmeyi kenara bırakıp halkı yağmalamaya ve zarar vermeye başlamıştır. Verimli arazilerde bulunan halka eziyet edip oraya yerleşme girişiminde bulunmuşlardır. Böylelikle yakılan köyler ve göçe zorunlu insanlar ortaya çıkmıştır. Cancavidler sivillere yönelik yapılan katliamlardan sorumlu tutulmuştur.

Cancavidler kendi aralarında 3 gruba ayrılır:

1- Devletten belli başlı mühimmat desteği alan fakat devlete karşı bir bağı olmayan kişilerden oluşmaktadır.

2- Askeri eğitim görüp belli başlı kabile liderlerinden emir alan kişilerden oluşmaktadır. Burada yine devlet bağlılığı söz konusu değildir.

3- Askeri eğitim alan ve orduda bulunan tamamen ordunun emrinde olan Halk Savunma Gücü (HSG)’nden oluşur.

Daha sonra Cancavidler’in dağılmasını hedef alan görüşmeler yapılmıştır.

3.2 Çatışma Süreci ve Sorunun Tırmanması

Çatışmaların bir süre sonra artması ve dünyada uluslararası bir konumda yer alması 2003 yılında başlamaktadır. Burada ele alınacak konular: çatışmaların nasıl başladığı devamı, insani sonuçları ve çatışma sonunda yapılan bazı anlaşmalardır.

3.2.1 Çatışmanın Başlangıcı

Yukarıda bahsedilen hükümet karşıtı örgütlerin ileriye sunduğu sebepler çatışmaların ana kaynağını oluşturmaktadır. Bunlar, Arap kabilelerine karşı ayrımcılık başta olmak üzere, verimli kaynakların paylaşımı, değişen hükümet sistemleri ve sömürgecilik olarak sıralanmaktadır. Sudan bağımsızlığını kazandıktan sonra ortaya çıkan sorun Güney Sudan’a sıçramıştır. Oradaki isyanlar ise Darfur’u etkisi altına almıştır. Hükümete karşı örgütler olan Sudan Kurtuluş Hareketi/ Ordusu (SKH/O) ve Adalet Ve Eşitlik Hareketi (AEH) tam bu noktada ortaya çıkmıştır. Saldırılarında önceliği askeri alanda yapan bu örgütler hükümetin sahip olduğu teçhizata vurgun yapmak istemiştir. Hükümeti savunmasız bırakma düşüncesiyle hareket etmişlerdir.

3.2.2 Çatışmanın Gidişatı

Kuzey Darfur’un başkenti El Fashir Askeri Hava Üssü’ne yapılan saldırının ardından hükümet başta askerleri olmak üzere ağır kayıplar vermiştir. Buna karşılık hükümet yetersiz kaldığı anda yerel güçlerden yardım istemiştir. Cancavidler tam bu noktada olaya dahil olmuştur. Bir noktaya kadar hükümet lehine hareket eden Cancavidler bir noktadan sonra kendi çıkarlarına göre hareket etmeyi tercih etmişlerdir. Bu durum Darfur’daki krizi kötü yönde etkilemiştir. Hükümet bu sefer tüm bu karışıklıkla baş etmek amacıyla bölgeyi bombalamaya başlamıştır. Bu durumda çok sayıda sivil hayatını kaybetmiştir. Bölgede artık barış ve güvenlik tam anlamıyla tehdit altına girmiştir. Kaçabilen insanlar ise Çad’a sığınmayı tercih etmişlerdir. Öyle ki, 2004 yılında imzalanan N’Djamena Ateşkes Antlaşması’na bile uyulmamış antlaşma geçersiz sayılmıştır. (Özmen, 2008, s.197-198).

3.2.3 Çatışmanın İnsani Sonuçları

Her savaş sonunda olduğu gibi burada da birçok masum insan ölmüştür. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) raporuna göre 2006 yılında 200 bin kişi, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK) raporuna göre bu sayı 300 bin kişidir. Sudan Hükümeti ise bu sayıları reddederek ölen kişi sayısını 10 bin olarak belirtmiştir. Çatışmadan kaçmayı başarabilen göç eden insanların sayısı ise 2007 yılındaki verilere göre 2.5 milyon kişidir.

3.3.1 Darfur Barış Antlaşması

Bu anlaşma Afrika Birliği ve Birleşmiş Milletler önderliğinde Sudan Kurtuluş Hareketi/ Ordusu (SKH/O) lideri olan Minni Minavi ile sağlanmıştır. Örgütün diğer lideri olan Ahdulvahid Muhammed Nur bu anlaşmaya katılım sağlamamıştır (Güneysu, 2014: 226). Adalet ve Eşitlik Hareketi (AEH)’de bu anlaşmayı reddetmiştir. Bir süre sonra yaşanan gelişmeler ardından Minavi anlaşmadan çekildiğini dile getirmiştir. Sonrasında tekrardan çatışmalarda yer alacağını belirtmiştir. Bu durum olayı çıkılmaz bir hale getirmiştir.

2.3.2 Doha Barış Antlaşması

Azınlık olan kesim tarafından kurulan Kurtuluş ve Adalet Hareketi (KAH) ile Sudan Hükümeti arasında yapılan anlaşma 78 maddeden oluşmaktadır. İnsanların canlarına mal olan bu krizde ilk madde ‘insan hakları’ ile ilgili olmuştur. Bu anlaşma yaşanan olaylar ardından bölgede barış güvenlik ve kalıcı istikrarı sağlamak amacıyla oluşturulmuştur. Uluslararası güçlerin de katkısı mevcuttur. Darfur’un idari durumunda yer alan hükümetin tarafsızlığı ve bağımsızlığı üzerinde durulmuştur. Askeri ordunun düzenli ve profesyonel olacağını bildiren bu anlaşma sorunların kaynağı olan çoğu konuya değinmiştir. Adalet ve Eşitlik Hareketi (AEH) anlaşma sağlamıştır.

3.3.3 Donörler Konferansı

Yaşanan ağır kayıplardan ve zararlardan sonra bölgenin tekrar hayata dönmesi için Darfur’un imarı ve kalkınmasını sağlamak amacıyla uluslararası bağışçıların katılım sağladığı bir konferans olan Donörler konferansı hayal kırıklığından başka bir şey olmamıştır. Konferansta yer aldığı halde beklenen şekilde mali desteklerde bulunmayan başta ABD ve Japonya olmak üzere, bölgede olan zengin ülkeler; Suudi Arabistan, Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri hayal kırıklığında etken olan sebeplerdir (Doğan, 2019, s. 57).

4. Koruma Yükümlülüğü Çerçevesinde Darfur Krizi

4.1. İnsancıl Müdahale Kavramı ve Koruma Yükümlülüğü

Soğuk Savaş dönemi öncesi ve sırasında, insan haklarına yapılan tüm müdahaleler devlet egemenliği çatısı altında değerlendirilmekteydi. Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından yeniden yapılanmaya giren uluslararası sistem ise oluşturulması planlanan yeni düzende, insan hakları ihlalleri ve müdahalelerini devlet egemenliği başlığı altından alarak uluslararası gündeme taşımıştır. Tam olarak 1990’lı yılları işaret eden bu dönemde, konunun uluslararası politikaya taşınmasının ardından, insan haklarına yapılan müdahalelere uluslarararası toplumun nasıl tepki vermesi gerektiğine dair soru işaretleri ortaya çıkmıştır. Bu dönemde ortaya çıkan “insancıl müdahale” kavramı ise şu şekilde tanımlanmaktadır: İnsan haklarının ağır ve tekrar eden ihlallerine maruz kalan halkı korumak amacıyla, üçüncü devletlerin silahlı güç kullanarak olaya müdahale etmesidir. Ancak bu müdahalenin, devlet egemenliği ile ilişkisi, Annan’ın “Eğer insancıl müdahale egemenliğe karşı kabul edilemez bir saldırı ise, bir Ruanda’ya, bir Srebrenica’ya, insan haklarının ağır ve sistematik ihlallerine nasıl karşılık vermeliyiz?” sorusuyla ortaya koymakta ve “koruma yükümlülüğü’’ de bu soruya cevap aramaktadır (Keskin, 2009, s.70).

Uluslararası barış ve güvenliğin sürdürülebilmesi ve insan haklarının korunması üzerine kurulan ve dayanağı BM Güvenlik Konseyi olan “koruma yükümlülüğü”, sırasıyla üç ana sorumluluktan oluşmaktadır. BM’nin devlet egemenliği noktasındaki hassasiyeti burada da dikkate alınmış, uluslararası toplumun yalnızca ilgili devlet koruma sağla(ya)madığında müdahale edebileceği belirtilmiş ve bu üç ana sorumluluk kısaca şöyle açıklanmıştır:

  1. Önleme Sorumluluğu: İnsan haklarına aykırı herhangi bir problemde çatışma halinin önlenmesi ve sorunun çözümü ilk etapta devletin kendi görevi olup, durdurulamadığı takdirde uluslararası düzen için tehlike yarattığından, görev uluslararası topluma devredilmektedir.
  2. Harekete Geçme Sorumluluğu: Önleme sorumluluğu genellikle tam anlamıyla yerine getirilemeyip sorunun çözümü olamadığı için yine aynı sırayla çatışmaya bir takım yaptırımlar ile tepki gösterebilir. Başta askeri olmayan güçlü yaptırımlar, yetersiz kalması durumunda ise gerekirse askeri müdahaleler bu sorumluluğun çizgisidir. ICISS raporuna göre ise müdahale, iki sınır doğrultusunda yapılmalıdır: geniş çaplı insan kaybı ve yapılan/planlanan etnik temizlik.
  3. Yeniden İnşa Etme; Yapılan müdahalelerin ardından taraflar arası barışın sağlanmasıyla BM ve taraflar, problemin yaşandığı bölgede yıkılan sivil otoriteyi yeniden inşa etmekle yükümlüdür (RtoP, 2001, s. 64-66).

“Koruma Sorumluluğu Raporu’na göre müdahale için doğru kabul edilecek otorite, sırasıyla BMGK, BM Genel Kurulu, bölgesel örgütler ve ad hoc devletler veya devlet gruplarıydı’’ (Evans ve Sahnoun, 2002: 106; RtoP, 53-5). Ancak, Dünya Zirvesi görüşmelerinden çıkan sonuçta bu hali kabul görmedi ve BM çizgisi dışına çıkılmayarak otorite yalnızca BMGK olarak belirlenmiş ve gereken durumlarda Genel Kurul’un da sorumlulukları takip edileceği belirtilmiştir. Ancak BMGK’de karar sağlanamazsa ne olacağı konusu hala gizemini korumaktadır.

4.2. Darfur Krizi ve Koruma Yükümlülüğünün İşle(yeme)mesi

2001 yılı Aralık ayında yayınlanan ICISS raporunun ardından, koruma yükümlülüğünün uluslararası toplum tarafından ilk kez gözlemlendiği ve raporun ilk pratik sınavı olacağı olay Darfur Krizi olmuştur. Raporun eksiklikleri ve bu sorumluluğun bir araç mı yoksa gerçekten insani bir müdahale mi olduğu hala tartışılmaktadır.

4.2.1. Sudan Yükümlülüğü

Darfur bölgesinin iki farklı etnik yapıya ev sahipliği yapması ve etnik yapıların da kendi aralarında gruplaşması, yıllar boyunca ayrımcı politikalar yürütülmesine ve şiddetli çatışmalara neden olmuştur. Çatışmanın dayanağı çok eski olsa da güncel kriz, muhalif grupların Sudan hükümetine saldırmasıyla başlamıştır. SKH/O, AEH ile kıyaslandığında askeri güç olarak daha ön plandadır. Fakat bünyesinde farklı etnik yapılar barındırıyor oluşu gücünü bölmektedir. Bu iki muhalif grupta, SKH/O etnik gruplara dayalıyken; AEH ise Sudan İslami Hareketi ile bağlantılıdır.

Saldırıların başlamasının hemen ardından, hükümet destekli Cancavid militanları ve Sudan askeri güçleri saldırıya karşılık vermiş ve bu sırada yürüttükleri operasyonlarda kitlesel infazlar, tecavüz ve diğer cinsel şiddet olayları, yağmalama, sivillere yönelik saldırılar, tarlaların ve köylerin yakılması ve sivillere yönelik olarak sistematik şiddet kullanmışlardır (Özbayın, 2020, s. 118-120). Hükümet ise, ayrım yapmaksızın hava saldırıları düzenlemiş ve büyük katliamlara sebep olmuştur. Human Rights Watch tarafından hazırlanan raporda da, hükümetin savaşı önlemek bir yana Cancavidlerin yürüttüğü etnik temizlk saldırılarına da destek olduğu ortaya konmuştur. Son olarak, 2005 yılındaki anlaşmanın şartlarında Cancavidlere 6 kez silahsızlanma çağrısı yapılmasına rağmen Sudan hükümeti bu konuda herhangi bir çalışma yürütmemiş ve HRW raporunda ortaya konan sonuçları bir nevi kanıtlamıştır.

4.2.2. Uluslararası Toplum Yükümlülüğü

Sudan hükümetinin tutumu, ülkesi ve kendi ırkının çıkarları doğrultusunda acımasız bir rejim için anlaşılabilir. Ancak bu, durumun bir vahşet ve uluslararası sistemde bir suç olduğunu değiştirmiyor. Yine de uluslararası toplumun bu konudaki başarısızlığını örtmek için kullanabileceği herhangi bir mazereti bulunmamaktadır. 

ICISS raporundaki 6 maddelik sınırlamaya bakıldığında, Darfur krizinin bu sınırlar içinde kaldığı ortadadır. Olayın asıl trajik noktası ise, Uluslararası Kriz Grubu, İnsan Hakları İzleme Örgütü, Uluslararası Af Örgütü ve New York Times’dan Nick Kristof ve BM Genel Sekreteri’nin soykırımın önlenmesi özel Danışmanı Juan Mendez gibi diğer kişilerin çalışmaları sayesinde, bu zulümlerin hepsi çok iyi belgelenmiş ve kamuoyuna duyurulmuştur (GRONO, 2006, s. 625-626). Ancak buna rağmen, Darfur bölgesine müdahale etmek için, dünya liderlerleri ve uluslararası yapılanmalar yeterince çabalamamışlardır.

Darfur’da uluslararası ana aktör, bölgesel örgüt olan Afrika Birliği olmuştur. Olayların büyümemesi adına üçüncü bir müdahalenin gerektiği açıktır ve bu doğrultuda Afrika Birliği ile birlikte NATO ve BM de müdahalelerde bulunmuştur. Özellikle 2003 yılı itibariyle tam manasıyla kan gölüne dönen Darfur’a, Afrika Birliği (AU) müdahale için kolları sıvamış ve 2004 yılında 60–80 kişilik gözlemci ve 300 kişilik koruma gücü yerleştirme önerisini kabul ettirmiştir. Ancak çok vakit geçmeden bu gücün yetersiz olduğu belirlenmiş ve AU ve sudan tarafları ile görüşmeler başlatılmıştır. Çok geçmeden, 2341’i askeri olmak üzere 3320 personelden oluşan yeni bir güç oluşturulmuş ve sınırlar tehdit altında olan sivilleri, kaynakları ve imkanları korumak olarak belirlenmiştir. AU’nun tutumu, uluslararası toplum tarafından destek görse de, genel anlamıyla gücünün yetersiz kaldığı çok açıktır. Kaldı ki koruması gereken yalnızca siviller de değildir.

BM’nin buradaki ilk kararı ise, olaylar 2000 yılından beri devam etmesine rağmen, 2004 yılında olmuş, AU çalışmalarını onaylamış ve Cancavidlerin silahsızlandırılması ve yargılanması için Sudan hükümetine yaptırımlar uygulamıştır. Devamında ise 10000 kişilik Sudan BM Misyonu’nu kurmuş ve AU ile ortak çalışmalar yürütmesini istemiş ve Cancavidler konusunda geri adım atılmadığını fark edince müdahale kararı almıştır.

AU, 2006 yılında bir barış antlaşması sağlamasına rağmen bu antlaşma isyancı gruplar arasında ortak bir payda oluşturamamıştır. Bunun sebebi de Sudan Hükümeti’ne silahsızlanma konusunda inanmamaları ve yönetimde söz hakkı verilmemesidir.

2006 yılında, artık daha fazla gücünün yetmeyeceğini belirten AU, bunun üzerine NATO’dan destek istemiş ve buna göre BMGK, 22000 kişilik bir güç oluşturulmasına ve bu gücün AU’nun yerini almasına karar vermiştir. Ancak bunu Sudan’ın onayına bağlamıştır. Sudan ise, gücün Afrikalı karakterinin korunacağı sözlerine rağmen devlet egemenliği ilkesini göstererek bu gücün yerleştirilmesini kesinlikle reddetmiştir (Udombana, 2007, s. 98).

2007 yılına geldiğimizde BM/AU görüşmeleri yeniden başlamış ve bu dönemde karma bir güç (UNAMIS) oluşturulma kararı alınmıştır. Bunun üzerine bu karar uluslararası barışı tehdit olarak nitelendirilip Darfur’a direkt olarak müdahale olarak kararlaştırılmıştır. Üç aşamalı bir yerleştirme planı olan gücün, ilk 12 aylık süreçte birinci adımının tamamlanması ve alt düzeyde çalışması beklenmiştir. Yerleşme tamamlandığında AMIS ile birlikte toplamda 20000 asker, 6000 polis ve güçlü bir sivil topluluk oluşturulması hedeflenmiştir. Güç oluşumu için Afrikalı kimliğin korunması şartı aranmış ve Afrika dışı her katılım için tarafların onayı şartı konmuştur.

Ancak gücün başarılı olamayacağı maalesef 2008 yılında çıkan kararla belli olacaktır. Oluşturulan kararda, yollanan gücün korunması için ek güç talep edilmiş, Darfur’un hala uluslararası barışı tehdit ettiği belirtilmiştir.

Müdahale çıkmazı bu durumdayken, BMGK; Eylül 2004’te, yaşananların hukuki çalışmalarını başlatmak için bir Soruşturma Komisyonu oluşturmuş ve bölgede araştırmalar yapmak için görevlendirmiştir. Görevlendirilen komisyon, bölgedeki katliamların soykırım amacı taşımadığını ancak soykırım kadar büyük bir vahşet ve savaş suçu yaşandığını belirtmiş; “hükümet güçleri ve milislerin tüm Darfur’da sivillerin öldürülmesi, işkence, kaybolma, köylerin yıkılması, tecavüz ve diğer cinsel suçlar, yağma ve yerinden etme de dâhil olmak üzere sivil ayrımı gözetmeden saldırdıkları” sonucuna varmıştır (Report of the International Commission of Inquiry on Darfur to the United Nations Secretary-General, s. 3) .Bunun sonucunda olayın Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne iletilmesi tavsiye edilmiştir.

Aynı yıl nisanda, BM İnsan Hakları Komisyonu da Darfur’a soruşturma yapması için bir komisyon yollamış ve hazırlanan raporda, insan haklarının ve insancıl hukukun temel ilkelerinin çiğnendiği ve bundan Sudan silahlı kuvvetlerinin ve Cancavidlerin sorumlu olduğu belirtilmiştir (Slim, 2004, s. 817). Ancak, rapor içeriği basına sızdırılmış ve bunun üzerine yalnızca basit bir kınama kararı çıkarttırılmıştır. BMGK görüşmelerinde de devletlerin tutumu şu şekilde olmuştur: Çin, Rusya ve Pakistan, Darfur’da yaşanan sorunun bir soykırım suçu oluşturmayacağını belirtirken; Fransa, ABD, İngiltere ise komisyon raporunu göstererek Sudan’ın egemenliğini reddetmiştir.

Uluslararası Soruşturma Komisyonun hazırladığı rapor üzerine BMGK’de yapılan konsey sonucuyla Darfur, Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne gönderilmiş ve UCM, 2005 yılında soruşturmayı başlatmıştır. Sudan Hükümeti’nin çıkardığı sorun ve engellere rağmen, UCM bir rapor hazırlamış ve bunu BMGK’ye yollamıştır. Savcı hazırlanan raporda, Darfur’daki katliamları, mübadele sırasındaki işkenceleri, ölümleri, tecavüzleri ve yapılan yağmaları ortaya koymuştur. Bunun sonucunda, 27 Şubat 2007 hükümet ve Cancavid görevlilerinin bir kısmı hakkında tutuklama talep edilmiştir ve 5 Mayıs itibariyle de karar çıkartılmış ve tutuklama gerçekleştirilmiştir.

Ancak yine de, müdahale konusunda gözle görülür ve başarıya ulaşacak hiçbir hamle yapılmaması, BM ve Koruma Yükümlülüğü’nün uygulanması konusunda eksiklikler olduğunu tüm dünyaya kanıtlanmış ve BM bir kez daha uluslararası müdahalede yetersiz kalmıştır. Devlet egemenliği ilkesi, maalesef üretilen çözümler konusunda BM’nin ayağına ket vurmuş, çıkarılan kararların sürekli engellere takılmasına sebep olmuştur.

5. Sonuç

Afrika ülkeleri hem sahip olduğu yüzlerce farklı etnik grup hem de kabileler şeklinde ayrılan toplum yapısıyla hiçbir zaman tam olarak bir bütünlük sağlayamamıştır. Sudan bu açıdan önemli bir örnek teşkil etmektedir. Bağımsızlığını kazandıktan sonra dahi ülkesel bir bütünlük ve istikrar kazanamamıştır. Bunun en acı göstergesi şüphesiz Darfur’da yaşanan çatışmalardır.

Coğrafi yapısından kaynaklı ekonomik imkanların kısıtlılığı, hükümetlerin ilgisizliği ve yetersizliği, doğal kaynakların sebep olduğu kabileler arası mücadele, nüfusun hızla artışı, Güney Sudan’da yıllardır süren ayaklanmalar ve Çad sınırındaki savaş bir araya gelerek Darfur’u çıkmaza sokmuştur. Geçmişten beri devam eden göçebe Araplar ve yerleşik Afrikalı kabileler arasında çıkan genellikle temeli ekonomik olan küçük anlaşmazlıklar, 1990’larda devletin başına geçen Ömer Hasan El Beşir tarafından izlenen politikalar, bu çatışmaların şiddetini daha da tırmandırmıştır. Bu politikalar yüzyıllarca bir arada yaşamış ve neredeyse kendi etnik kimliklerini unutan kabilelerin arasındaki küçük sorunları yine kendi içlerinde çözdükleri bir dönemden, şiddetli çatışmaların yaşandığı, binlerce insanın hayatını kaybettiği bir sürece sürüklemiştir. Kimileri Darfur Krizi’nin etnik ve dini temelli olduğunu savunur. Ancak bu savı benimsemek yıllarca bu bölgedeki şartları ve yaşanılanları göz ardı etmek olur. Bölgeye ve bölge halkına gereken önemin verilmemesi nedeniyle küçük sayılabilecek sorunların, 21. yüzyıl başlarında karşımıza büyük bir Darfur Sorunu’nun çıkmasına yol açmıştır.

Hükümet tarafından ihmal edildiklerini düşünen Darfurlular, hükümetin Arapları desteklemesi nedeniyle kendi haklarını savunmak ve imtiyazlar elde etmek için birleşip hükümete karşı isyanlara başlamışlardır. 2003 yılından itibaren artan ve yoğun bir biçimde kendini gösteren çatışmalar uluslararası bir boyut kazanmıştır. Çatışma süreci boyunca hem iç destek, hem dış destek alan örgütler, anlaşmalara kolay kolay yanaşmamışlardır. İsyancıların öncelik hedefleri askeriyeye zarar vermek ve hükümetin ellerindeki mühimmatı azaltmak olmuştur. Sudan Kurtuluş Hareketi/Ordusu içerisinde olan iki liderin ise bir süre sonra değişen tutumları çatışmanın sürecini olumsuz etkilemiş, çözüm yolları kapatılmıştır. Minni Minavi’nin ilk önce Darfur Barış Antlaşması’na katılıp daha sonra anlaşmadan çekilip çatışmaya kaldığı yerden devam edeceğini belirtmesi ekstradan bir sorun olmuştur. Adalet ve Eşitlik Hareketi, Doha Barış Antlaşması’na katılırken Sudan Kurtuluş Hareketi/ Ordusu yanaşmamıştır. Hükümetin, Arap kabileleri silahlandırarak isyancılara karşı kullanması, halkın ayrımcılık yapıldığı düşüncesini doğrulamıştır. Cancavidlerin çatışma sürecinde değişen tutumu krizde yaşanan kayıpların sayısını arttırmaya sebep olmuş, verimli topraklar üzerindeki istekleri ile halka zulüm etmişlerdir. Kaçabilen insanlar Çad’a sığınmış ve Çad bu süreçte Sudan Hükümeti’nden yana bir tavır sergilemiştir. Donörler Konferansı ise büyük devletlerin katılım sağladığı halde beklenildiği gibi yardım yapmamaları üzerine, ülkenin zararlarını gidermek ve kalkınması hayal kırıklığından öteye gidememiştir.

Tüm bu görüşmelerden ziyade, BM’nin uluslararası barış tehditlerinde ve insan haklarına yapılan ağır ihlallere karşı müdahale amacıyla aldığı kararlar ve ortaya koyduğu tutumlar, pratikte bir türlü başarı sağlayamamıştır. Darfur olaylarının, uluslararası boyutlara taşınması için çok geç kalınmış, uluslararası toplumun müdahaleleri çok çekimser kalmıştır. Medya ve BM Komisyonları üzerine düşenleri yapmasına rağmen büyük liderlerin Afrika olaylarına dahil olmakta çekimser kaldığını anlamak zor değildir. 2003 yılı itibariyle korkunç bir boyut kazanan Darfur çatışmalarına, BM’nin oluşturduğu insancıl müdahale çatısı altındaki ilk müdahale Afrika Birliği’nden gelmiştir. BM ve uluslararası toplum tarafından oldukça destek gören Afrika Birliği, bu bölgede elinden gelen her şeyi yapmış ancak yeterli olamamış ve destek güç beklentisine girmiştir. BM bu noktadan sonra, daha büyük askeri müdahalelerde bulunmak için çalışmalar başlatmak zorunda kalmış ama her nasılsa, sivil halkın katili sayılacak Sudan Hükümeti’nin engellerine takılmıştır. Devlet egemenliği sınırı çerçevesinde BM tarafından alınan bir çok askeri yaptırım kararını savuşturmayı başaran Sudan Hükümeti, halkını katleden militer güçlere desteğini esirgememiştir. Bölgede görevli komisyonların hazırlandığı raporlarda her şey ortada olmasına rağmen, koruma yükümlülüğü çerçevesinde alınabilecek kararlar ve durum değerlendirmeleri sonrası devletlerin tutumları Darfur’da yaşanan çatışmaları durdurmaya yetmemiş ve maalesef bölge, kaderine terk edilmiştir. Darfur’da beklenilen yardımlar yapılmamış, yapılan yardımlar sadece bir kısmı için yeterli olmuştur. Bölgede yaşayan masum insanların hayatlarını kaybetmelerine sebep olan bu durum için yeterince çabalanmamıştır.

İlknur DEMİRCAN

Feyza ERPOLAT

Damla ÇELİK

Uluslararası Örgütler Staj Programı

KAYNAKÇA

Acar, İ. (2010). Küresel ve bölgesel ilişkiler zemininde Darfur sorunu. (Yayınlanmış yüksek lisans tezi). Beykent Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul.

Arpa, E. (2013). Afrika satrancında Sudan (Hatıralar/İzlenimler), Ankara: Meneviş Yayınları. 

Bayram, M. (2013). Darfur Sorunu’nun uluslararası boyuta taşınmasında küresel enerji politikalarının rolü. (Yayımlanmış yüksek lisans tezi). Ahi Evran Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı, Kırşehir.

Bayram, M. (2014). Yerel ve küresel boyutlarıyla Darfur sorunu. İ. Ermağan (Ed.), Dünya Siyasetinde Afrika 1 içinde, Ankara: Nobel Kitap.

Bates, R. H. (1983). Essays on the political economy of rural Africa. UK: Cambridge University Press.

Dalar, M. (2013). Tarihsel ve siyasal boyutuyla Darfur: Çatışma, insani kriz, uluslararası müdahale ve barış şansı, Uluslararası Ortadoğu Barış Araştırmaları Merkezi –IMPR.

Darfur’da en az 300 bin kişi öldü. (https://www.dw.com/tr/darfurda-en-az-300-bin-ki%C5%9Fi-%C3%B6ld%C3%BC/a-3287421), Erişim Tarihi (24.02.2021).

Doğan, Ç. (2019). İç dinamikler ve uluslararası bağlamda darfur sorunu. (Yayımlanmamış yüksek lisans tezi.) İnönü Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Malatya.

Evans, G. ve Sahnoun, M. (2002). The Responsibility to Protect. Foreign Affairs, 81(6).

Flint, J., De Waal, A. (2005). Darfur: A short history of a long war. London and New York: Zed Books.

Güneysu, G. (2014). Darfur: Deri renginin yarattığı trajedi, Çakmak C., Çolak F. G., Güneysu G. (Der.) 20. Yüzyılda Soykırım ve Etnik Temizlik içinde, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul.

Grono, N. (2006). Darfur: The international community’s failure to protect. African Affairs, 105(421).

Khalid, Mansour, (2009). Darfur: A problem within a wider problem. In S. M. Hassan and C. E. Ray (Eds.), Darfur and the crisis of governance in Sudan: A critical reader, Ithaca, New York: Cornell University Press.

Keskin, F. (2009). Darfur: Koruma yükümlülüğü ve insancıl müdahale kavramları çerçevesinde bir inceleme, Uluslararası İlişkiler, 6(21).

Mamdani, M. (2009). Saviors and survivors: Darfur, politics, and the war on terror. New York: Pantheon Books.

Mazrui, A. (2008). Conflict in Africa: An overview. A. Nhema and P. Zeleza (Eds.). The roots of African conflicts: The causes & costs içinde. Oxford: James Jurrey.

Mustafa K., M. (2014). Darfur Sorunu’nun Sudan’ın iç güvenliğine etkisi. (Yayınlanmış yüksek lisans tezi). Polis Akademisi Güvenlik Bilimleri Fakültesi Uluslararası Güvenlik Anabilim Dalı, Ankara.

Okur, İ. (2009). Afrika zengin ama yoksul. 10. Baskı. Bursa: Okursoy Kitapları.

Özbayın, M. (2020). Birleşmiş Milletler’in barışı koruma misyonu: Sudan örneği. (Yayımlanmamış yüksek lisans tezi). Uludağ Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Bursa.

 Özmen, E. (2008). Sudan’ın Darfur bölgesi sorunu, Beykent Üniversitesi, Stratejik Araştırmalar Dergisi, 1(1).

Prunier, G. (2008). Darfur: A 21st century genocide. Ithaca, New York: Cornell University Press.

Report of the International Commission of Inquiry on Darfur to the United Nations Secretary-General, Pursuant to Security Counci Resolution 1564 (2004) of 18 September 2004, Annex to Letter dated 31 January 2005 from the Secretary-General addressed to the President of the Security Council, 1 February 2005. http://www.un.org/News/dh/sudan/com_inq_darfur.pdf (Erişim Tarihi 23 Şubat 2021)

Slim, H. (2004). Dithering over Darfur? A Preliminary Review of the International Response. International Affairs, 80(5).

Udombana, Nsongurua J. (2007), Still Playing Dice with Lives: Darfur and Security Council Resolution 1706. Third World Quarterly, 28(1).

Wall, A. (2007). Darfur and the failure of the responsibility to protect. International Affairs, 83(6).

Waal, A. (2005). Who are the Darfurians? Arab and African Identities, violence and external engagement. African Affairs, 104(415).

Yılmaz, M. (2006). Third-Party Intervention in International Conflicts: Peacekeeping and Peacemaking in the Post-Cold War Era. Uluslararası İlişkiler, 3(11)