Home Blog Page 60

Küreselleşmenin Ana Akım Medya ve Sosyal Medya İlişkisi

 

Özet

Çağımızın gündeminde en çok yer alan kavramlardan biri olan küreselleşme, zamanımızın toplumsal hareketlerini açıklamada ilk başvurulan referans noktalarından biri olmuştur. Haberleşme ve iletişimi hızlandırıcı rolü ile medya, küreselleşmenin en önemli aktörlerinden biri olarak kabul edilmektedir. Ayrıca, son yıllarda bilgi ve iletişim teknolojilerinde yaşanan gelişmeler, farklı kültür ve toplumdaki insanların iletişimini artırarak, toplumsal ilişkilerin yerel sınırlarını aşmasını sağlamıştır. Özellikle 20. yüzyılın son çeyreğinden itibaren medyanın az sayıdaki dev şirketlerin eline geçmesi, medyanın küreselleşmesine ve yeni medya düzeninin oluşmasına zemin hazırlamıştır.

Oluşan bu yeni medya düzeni içerisinde kendinden en çok söz ettiren ve hayatımıza en çok etki eden unsurların başında da sosyal medya gelmektedir. Yeni medya içerisinde reklamcılıktan, tüketim alışkanlıklarına kadar birçok alanda hayatımızın içerisine girmiş olan sosyal medya, özellikle kişisel verilerin gizliliği ve etik” konularında son zamanlarda adından çok söz ettirir olmuştur.

Bu çalışma, küreselleşme ile yeni bir şekil kazanan medyanın değişimini, yeni medyanın oluşumunu ve bünyesinde barındırdığı değişimleri incelerken, sosyal medyanın hayatımıza etkisi ve küresel dünya açısından kapladığı yerden bahsetmeyi amaçlamaktadır.

Anahtar Kelimeler: Küreselleşme ve Medya, Medyanın Küreselleşmesi, Küreselleşme, Sosyal Medya

Küreselleşme gündelik hayatımızın her alanında kendini hissettiren, medyadan siyasete, kültürden sanata birçok alanda karşımıza çıkan bir kavramdır. Küreselleşme tanım olarak, sınırları aşan siyasal, kültürel ve ekonomik yayılmalar anlamına gelmektedir. Bu küreselleşme içerisinde medya, en çok etkilenen alanlardan biridir. Bilhassa çok uluslu şirketlerin medya sektörüne girmesi bu etkiyi hızlandırmıştır. Yaklaşık dört yüzyıldır değişerek devam eden ve tüm dünyayı etkisi altına alan küreselleşme, özellikle 1980 sonrası, bilgi iletişim teknolojilerinin gelişmesiyle hızlanmış ve daha etkili bir hal almıştır. Özellikle bilgisayar teknolojisinin gelişmesi ve internetin yaygın bir hale gelmesi bilginin iletilmesi konusunda büyük olanaklar doğurmuştur. İletişim teknolojilerindeki gelişmelerin, iletişim ve ulaşım maliyetlerini düşürmesi küreselleşmenin hızına büyük bir ivme kazandırmıştır.

Akademi Birimi’nden Alican Ekren’in hazırlamış olduğu makalenin tamamını aşağıdaki bağlantıdan indirebilirsiniz.

Küreselleşmenin Ana Akım Medya ve Sosyal Medya İlişkisi

Küreselleşme ve Medya

Amerikan Olmak: Çok kültürlülük Çerçevesinde İç Savaş Sonrası Amerika Birleşik Devletleri Ulusunun Oluşma Süreci

 

 

Özet

Tanımı yeni yapılmış olan ve Kuzey Amerika çıkışlı olduğu kabul edilen çok kültürlülük en temel tanımıyla birden fazla kültürün bir devletin toprakları üzerinde, birlikte bulunmasıdır. Bu kavram aynı zamanda bu kültürlerin barış içerisinde bir arada yaşayabilmesini de içinde barındırır. Çok fazla farklı kültürü içinde barındıran Amerika Birleşik Devletleri içerisinde çok kültürlülüğe dair yapılmış ilk atılımlardan birisi kabul edilebilecek İç Savaş ve bunun sonucunda tanımlanacak olan ulus kavramı ABD’deki kültürlerin dinamiklerinin incelenmesi açısından önemli bir fenomendir. İç Savaş yıllarından başlayarak savaşın ve sonuçlarının Afro-Amerikanlar, Amerikan Yerlileri ile Amerika’ya göç ile gelenler arasındaki ilişki dinamiklerinin çok kültürlülük çerçevesinde işleneceği bu çalışmada amaç uluslaşma sürecinde Amerikan kişisinin bir tanımının yapılıp yapılamayacağını görmektir.

Anahtar Kelimeler: Afro-Amerikanlar, Amerikan Yerlileri, İç Savaş, çok kültürlülük, Uluslaşma Süreci

 

Abstract

Multiculturalism, which is newly defined and accepted to be originating from North America, is the basic definition of the existence of more than one culture over the territory of a state. This concept also includes the peaceful coexistence of these cultures. The Civil War, which can be considered as one of the first breakthrough regarding multiculturalism in the United States, which includes many different cultures, and the concept of nation to be defined as a result, is an important phenomenon in terms of examining the dynamics of cultures in the USA. The Aim of this study, in which the dynamics of the war and its consequences, starting from the Civil War years, between African-Americans, Native Americans and those who came to America through immigration, will be discussed within the framework of multiculturalism, is to see whether a definition of the American person can be made in the process of nationalization.

Keywords: African-Americans, Native Americans, Civil War, Multiculturalism, Nationalization Process

 

Giriş

Çok kültürlülük temel olarak yeni sayılabilecek ve Kuzey Amerika’daki kullanımıyla literatüre girmiş bir kavramdır. En temel anlamıyla, bir toprak parçasında bulunan iki veya daha fazla kültürü ifade etmektedir. Daha derin bir biçimde baktığımızda ise çok kültürlülük kavramının azınlık hakları ve bunları güvence altına alan politikalarla olan bağlantısı görülmektedir. Bu kavramla bağlantılı olarak ulus kavramı da din, dil ve kültür unsurları üzerinden birbirine bağlanan insanları ifade etmektedir. Özellikle Avrupa kökenli ulus devletlerin inşasında bu üç unsurun varlığı gözlenebilir durumdadır.

Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ulus inşasında da devlet inşasında da Avrupa devletlerinden farklı bir yol izlemiştir. Öncelikle, özerklik için İngiliz kraliyetiyle yaptıkları Bağımsızlık Savaşı, genel olarak modern devlet inşasının ilk adımı kabul edilen 1789 Fransız İhtilali’nden önce 1775-1783 yılları arasında gerçekleşmiştir. 13 koloninin bağımsızlığının tanındığı Paris Antlaşması koloniler için görece istikrarlı bir ortam anlamına gelirken Fransız İhtilali’nin sebeplerinden birisi olarak ABD Bağımsızlık Savaşı’na yapılan yardımların ülke ekonomisini zorlaması düşünülebilir. Zira bu savaşın Fransa için ekonomik sonucu yaklaşık 1.3 milyon Fransız lirası olmuştur (Trask, 2005, s. 3). Ancak ABD’nin çok kültürlülüğü bu savaştan çok daha önce, daha kıtanın keşfinde[1] karşımıza çıkan bir unsurdur. Topraklar üzerinde yaşayan yerli halka eklenen İspanyollar ile çok kültürlülüğün temelleri atılmışken onların peşinden gelen Portekiz, Fransız ve İngiliz asıllı göçmenler ile renklenmeye başlamıştır. Bunun yanında köle olarak getirilen Afrikalıların da kendi kültürel değerlerini belli belirsiz de olsa bu havuza katması ile ABD’nin çok kültürlülük havuzunun temel yapı taşları yerlerine oturmuştur.

Amerika’daki ilk sömürge dönemi, 1608 yılında İngiltere’den gelen 100 kişilik bir grubun Virginia bölgesine yerleşmesiyle başlamıştır (Birecikli, 2011, s. 83). Resmi olarak sömürgelik bu tarihte kabul edilse de aslında 1492’de Kolomb kıtaya ilk ayak bastığında başladığı bilinen bir gerçektir, Kolomb ile beraber adanın yerli kültürüne Avrupa kültürü eklenmeye başlamıştır. Ancak 1608 sonrası, Avrupa’dan Amerika’ya olan göç artmış ve koloniler kurulmaya başlamıştır. Bunu izleyen dönemde, bu kolonilerin kazanılması için Avrupalı devletler birbirleriyle savaşmışlarsa da galip çıkan İngiltere olmuş, Yedi Yıl Savaşları’nın sonunda Kuzey Amerika kıtasındaki hâkimiyetini sağlamıştır. Ancak 1763’te kazanılan bu üstünlük çok uzun sürmemiştir, zira İngiltere savaşın yarattığı ekonomik açığı Amerika’daki kolonilerden ek vergiler alarak veya var olan vergileri yükselterek kapatmaya çalışmıştır. Bu ağır ekonomik baskıya karşı birleşerek isyan çıkaran 13 koloninin 1775 yılında fazla siyasi talebi olmasa da kısa sürede fikirler yön değiştirmiş ve bağımsızlık isteği dile getirilmeye başlanmıştır. 1776 yılında istenilen gerçekleşmiş ve Washington komutasında savaşan halk bağımsızlığını ilan ederek bir Amerika bayrağı belirlemiştir. Ancak İngiltere’nin bu bağımsızlığı tanımaması Bağımsızlık Savaşı’nın 7 yıl daha sürerek 1783’te resmi olarak sonlanmasına sebep olmuştur. T. Jefferson başkanlığındaki heyet tarafından 1776 yılında hazırlanmış olan Bağımsızlık Bildirisi sadece Amerika tarihi için değil insan hakları tarihi için de insanın doğuştan gelen haklarını tanımlaması açısından önemli bir belgedir. Bunun yanında belgede Amerika Birleşik Devletleri de federasyon olarak resmiyet kazanmış, kolonilerin iç işlerindeki bağımsız statüsü belirlenmiştir. Burada aslında görülen, birbirinden neredeyse bağımsız olmaya devam edecek olan minik devletçikler ve onları göstermelik olarak bir arada tutacak olan kongredir (Birecikli, 2011, s. 87,88).

Sömürgeleşmesinden bağımsız olmasına kadar geçen sürede ABD’de birçok kültür birlikte var olmaya devam etmiştir. Ancak köleliğin varlığını da göz önüne aldığımızda, çok kültürlülüğün günümüzde tanımladığımız halinden çok en temel anlamıyla var olduğu söylenebilir. Öte yandan, tarihsel perspektife konulduğunda bu en temel tanımdan fazlasını beklememek gerekmektedir.

Çok kültürlülük kapsamında ABD tarihi incelemesi yapan Türkçe eser sayısı çok azdır ve o eserler de kültürel tarihten çok eğitim ve savaş stratejileri temelindedirler. Yazının buraya kadarki kısmı Amerika’daki farklı kültür unsurlarının ülkeye nasıl geldiği ve tek çatı altında birleşmesinin anlaşılması amacıyla yazılmıştır. Devamında İç Savaş yıllarından I. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar girişte tanıtılan kültür unsurları arasındaki dinamiklerin çok kültürlülük tarihi bağlamında nasıl değiştiğinden bahsedilecektir. Tarihsel olarak araştırılacak olan Amerikan ulusunun oluşumunun temellerinin nasıl atıldığı olacaktır.

 

Afro-Amerikanlar Yönünden Tarih

İç Savaş’ın ABD iç dinamiğinde ve milli benliğinin oluşma sürecinde sebep olduğu dalgalanmaların anlaşılabilmesi için öncesinde biraz daha geriye gidip köleliğin açıklanması ve tarihsel altyapının oluşturulması gerekmektedir. Amerika topraklarının sömürgeleşmesinin ilk yıllarında Afrikalı göçmenler ile Avrupalı göçmenler arasında temelde bir kölelik ilişkisi bulunmamaktadır, bu düzenleme daha sonraları gelmiştir (Mızrak, 2017). 17. yüzyıl sonları, özellikle köleliğin işçilerden doğal olarak daha ucuza gelmesiyle, köleliğin yasallaşması ve yaygınlaşmasının görüldüğü dönemdir. Ancak bunun öncesinde 1705 Virginia Kölelik Yasası ile zaten yasal olarak belirlenmiş çizgiler bulunmaktadır. Bu yasa bir yandan hizmetlilerin[2] işverenlerini şikayet etme haklarından, bu şikayetlerin mahkemece geri çevrilemeyeceğinden ve gerekli cezanın hukuka uygun olarak uygulanmasından bahseden, görüntüde hizmetlileri koruyan maddeleri bulunan bir yasadır. Öte yandan aynı yasa, siyahiler ile beyazların evlenmesi durumunda hapis ve para cezasına çarptırılacaklarından, kölelerin terbiye edilmesi amacıyla cezalandırılırken ölmeleri durumunda sahibinin yasal bir yükümlülüğü olmayacağından, kölelerin herhangi bir silah taşıma hakkı bulunmadığından ve kölelerin suçlarının tamamının kırbaçla cezalandırılacağından bahsetmektedir. Ayrıca aynı yasa, bir çocuğun özgür mü köle mi olduğunun annesinin hangisi olduğuna bağlı olmasını sağlamaktadır (Beverley, 1722). Bu noktada, kültürel bir unsur olarak da siyahilerin silinme çabasından söz etmek mümkündür. Zira asimilasyon politikalarının en çok kullanılanı dini asimilasyondur ve kölelere de en çok uygulanan yöntemlerden birisi budur. Başka bir yönden bakılırsa, dini ortaklaştırmak, ortak bir ulus algısına sahip olmanın aşamalarından birisidir. Hıristiyanlık etkisi, siyahların kendi kiliselerini kurarak beyazların kiliselerinden ayrılmaları, hatta beyazlar köleliği din üzerinden meşrulaştırmaya çalışırken siyahların Musa’nın öyküsünü kölelikten kurtuluş olarak yorumlamaları ile sonuçlanmıştır(Mızrak, 2017). Din, İç Savaş ve sonrasında da güçlü bir direniş unsuru olarak karşımıza çıkmaktadır.

19. yüzyılda kölelik Kuzey ve Güney eyaletleri arasında tartışılan bir sorun haline gelmeye başlamıştır. Ekonomisi genel olarak endüstriye dayanan Kuzey eyaletleri ucuz işçi olması açısından köleliğin kaldırılması ve dolayısıyla Güney’deki siyahilerin istedikleri gibi göç ederek kuzeye yerleşebilmesini desteklerken ekonomisi tarıma dayalı olan güney eyaletleri tarlalarında çalışan kölelerinden vazgeçmek istememekteydi. Kuzey eyaletleri köleliğe karşılarmış gibi bir izlenim uyandırmış olsalar da iki tarafın amaçları ekonomik çıkarlarıyla kesişmektedir. Tartışmanın ortasında insani değil ekonomik bir kazanç vardır. Bununla beraber, toplumsal dönüşüm açısından bakıldığında Kuzey tarafı sanayi toplumuna geçiş sürecindeyken Güney tarafının henüz geleneksel toplum olarak kaldığı görülmektedir. Sanayi toplumunda birey ve kişinin kendi sağlayacağı iş gücü/fayda merkezdeyken geleneksel toplumda merkezde olan topluluğun ne kadar fayda getirdiğidir, çünkü sanayi için bir makineyi bir kişinin çalıştırabilmesi yeterli olurken tarımda birden fazla kişinin birlikte çalışması gerekmektedir.

1860 yılı seçimlerinde başkan seçilen Abraham Lincoln’un seçim sözlerinden birisi de köleliğin kaldırılması üzerinedir. Kuzey eyaletlerinde köleliği yasaklayan Lincoln, 2010 tarihli Nihayet Özgürüz dergisinin aktardığına göre, köleliği “canavarca bir haksızlık” olarak görmekteydi ancak hedeflerinden birisi de kurulmuş olan Birliği korumaktır, bu sebeple köleliğin zaten var olduğu yerlere karışmamayı hedeflemektedir (Nihayet Özgürüz, 2010, s. 15). Bu haliyle bakıldığında, azınlık haklarının korunması için ilk adım olarak görülebilecek bu hareketin amacı her ne kadar Birliğin korunması olsa da bugün bildiğimiz haliyle çok kültürlülük politikalarına doğru ABD’de atılmış ilk adımdır. Ancak bu hedefi kendisini bir tehdit olarak gören ve kölelikten vazgeçmek istemeyen Güney eyaletlerinin hamlesi Birlikten ayrılarak kendi Konfederasyonlarını kurmak yönünde olmuştur. 1861 yılında başlayan savaşın seyrini etkileyen önemli bir olay Lincoln’ün 1863 tarihli Özgürlük Bildirisi’dir. Bu bildiri ile özgürleşen kölelerin Kuzey birliklerine katılması savaşın galibini belirlemenin yanında azınlık hakları yönünde atılmış olan önemli bir adımdır.

1865 yılında biten savaşın ardından yapılan 13., 14. ve 15. Değişiklikler ile Afro-Amerikanlara karşı yapılacak her türlü ayrımcılık yasaklanmış ve kölelik kaldırılmıştır. Bu Değişiklikler çerçevesinde özgürleşen bireylere ırk, renk ve eskiden köle olma farkı gözetmeksizin eşit korunma hakkı verilmiş, önceden vergiler sebebiyle oy kullanamamalarından dolayı, oy kullanma hakları da güvenceye alınmıştır (Nihayet Özgürüz, 2010, s. 15). Bu düzenlemeler ile birlikte Afro- Amerikanların vatandaş olarak kabul edilmesinin yanında “Amerikan” kişisinin de temellerinin atıldığı sonucu çıkarılabilir. Zaten 1866 yılında çıkarılan Sivil Haklar Yasası ile ABD’de doğan herkes vatandaş olarak kabul edilmiştir (Nihayet Özgürüz, 2010, s. 19). Öte yandan daha önce yine ABD tarihinde görüldüğü üzere bir hakkın yasal güvence altına alınması, o hakkın kullanılabileceği anlamını doğurmamaktadır, zira yasal olarak herkesin oy kullanma hakkı zaten bulunmaktadır ancak siyahiler vergileri ödeyememelerinden dolayı bu zamana kadar oy kullanamamışlardır. Bu noktada öncelikli olarak anlaşılması gereken durumlardan birisi, kölelerini kaybeden Güneyli halkın ekonomik durumunun da kötüleştiği ve Güney eyaletlerinin fakirleştiğidir. Bir diğer durum da öğretilen üstünlüklerden vazgeçmenin zorluğudur: Güneyli beyazlara doğumlarından itibaren siyahilerin köle olduğu ve kendilerinden sosyal olarak aşağı bir konumda olduğu öğretilmiştir. Güney eyaletlerinin kendi içlerinde oluşturdukları “ulus” bilincini koruma çabasında KuKlux Klan (KKK) gibi, şu anda terör örgütü olarak adlandırılan grupların ortaya çıkışı görülmektedir. Yapılan değişikliklere verilen tepkiler sadece Afro-Amerikanlara karşı değil, onları destekleyen Kuzeyli beyazlara karşı da olmuştur. Aynı dönemlerde kabul edilen JimCrow yasalarının getirdiği segregasyonun kaldırılması için verilecek mücadelelerin örgütlenmesinde önemli yeri olan bir durum, önceden bahsedilen siyahi kiliselerinin artmasıdır. Önceden de bahsedildiği üzere din hem kültürün hem kültür/çok kültürlülük politikalarının önemli bir parçasını oluşturmaktadır. Dini kurumların var olması veya sayılarının artması, vatandaşlık hakkının herkese verilmesinin yanında Afro-Amerikanların ulusa eklemlenmesinin önemli göstergelerindendir.

“Ayrı ama eşit” mottosuyla tanımlanan JimCrow yasalarının ismi, siyahileri aşağılayan beyaz bir komedyenin oluşturduğu bir karakterdengelmektedir. 1960’lara kadar yasal olarak devam edecek olan segregasyon, yani siyahiler ile beyazların her alanda tam ayrılığı, uygulamasının başlangıcıdır. Bu yasalar ile beraber siyahiler ile beyazların yaşadıkları yerler, okulları, hatta trende bindikleri vagonlar dahi birbirinden ayrılmıştır. Louisiana yasası ile tren vagonlarında yapılan bu ayrımın aslında bir ayrım olmadığı çünkü nasıl siyahiler kendi vagonlarında durmak zorundaysa beyazların da kendi vagonların durma zorunluluğu olduğu savunulmuştur, ancak beyazların vagonlarının daha lüks olması konusunda bir açıklama yapılmamıştır. Yasanın savunucularına göre eğer siyahiler bunu ayrılıkçı bir durum olarak görüyorlarsa bu onların sorunudur (Fremon, 2000, s. 45). Bu ayrılığın bir sonucu, kültürel asimilasyon ile karşı karşıya olan Afro-Amerikanların kendi kültür unsurlarını geri kazanmaya başlamalarıdır. Ayrım, bunun da devamında hak arayışlarında bu unsurlar üzerinden birleşerek yeni oluşturulan Amerikan ulusuna farklı aksanları, isimleri, kiliseleri ve daha pek çok kültürel unsurlarıyla eklenerek Amerikan kimliğinin bir parçası haline gelmeleri yolunda görünmez bir adımdır.

Afro-Amerikanlar ile beyazlar arasındaki ilişkinin dinamiğini belirleyen unsurlardan olan “eşit ama ayrı” ilkesi Amerikan ulusunun oluşması sürecinde rol sahibidir. Medeni haklar ile ilgili olan ve sonucunda eşitlik vaat eden İç Savaş sonrasında bu hak arama arayışı durmamış ve savaştan yüz yıl sonraya kadar varlığını sürdürmüştür.

 

Yerliler ve Diğerleri: Kolomb’un Hindistanı’nın Yerli Halkı

Yerlilerin kültürel asimilasyonu Kolomb’un Hindistan sanarak kıtaya ayak bastığı zamandan itibaren başlamış olsa da önceki bölümle tarihsel bağlılığı sağlamak açısından bu bölüm de İç Savaş yılları ve sonrasını ele alacaktır. Öncelikle söylenmesi gereken, Yerlilerin kültürel asimilasyonunun kanlı bir süreç olduğudur. Zira İç Savaş yıllarına gelindiğinde yerlilerin yaşadığı bölgeler, ücra sayılabilecek seyrek nüfuslu yerlerdir. Beş Millet[3] (Chickasaw, Choctaw, Creek (Muscogee), Seminole, Cherokee) diye adlandırılan kabilelerin yaşadığı bölgedeki nüfusun yaklaşık 70.000 kişi civarında olduğu düşünülmektedir (Clampit, 2015, s. 2). Ek olarak, Yerlilerin yaşadığı bu bölgeler hem Konfederasyon hem de Birlik için önemli görülen bölgelerdir, bu nedenle yerliler her iki tarafta da İç Savaş’a katılmışlardır. İç Savaş’a giden süreçte konuşulan konu köleliğin kaldırılması ve eşit haklar olsa da burada Yerlilerin ne olacağı konusu muallaktadır, zira bahsettiğimiz gibi coğrafi olarak arada kalan yerliler ekonomik olarak ve güvenlik açısından da Federasyon ile yapılan anlaşmalara bağımlıdır. Ayrıca gelmekte olan savaş hem Birliğin Batı’ya yayılma olasılığı çevresinde Yerlilerin tekrar bir göçe zorlanması olasılığını doğururken hem de askeri güç açısından Yerli kabilelerin yaşadığı yerlerdeki birliklerin savaşa kaydırılarak bu yerlerde güvenlik açığı oluşması sorunu vardır. Köleliğin kaldırılması çerçevesinde bir kültür unsuru güvence altına alınmaya çalışırken bir diğerinin güvenliği tehlikeye girmektedir. 1861 yılında düşünülen olup Birlik askerleri çekildikten sonra Yerliler ve Konfederasyon arasındaki ilişkilerin artması bunun doğal bir sonucudur (Clampit, 2015, s. 7). Her ne kadar Birlik ve Konfederasyonun bölgeye olan ilgisi Mississippi Nehri’nin 1863’te Birlik askerlerince güvenceye alınması sonrası azalmış olsa da İç Savaş’ın sonuna kadar bölge halkının etkilenmeye devam ettiği bir gerçektir. Beş Millet dışındaki Yerli kabileler de İç Savaş’ın yarattığı çatışmadan kaçamamıştır. Hatta Clampit, savaşın yalnızca Kuzey-Güney arasında değil, Yerli kabileler arasında da ayrılmaya neden olduğunu söylemektedir (Clampit, 2015, s. 4). Bu ayrılmanın sebeplerinden bir tanesi Konfederasyonun verdiği Yerlilerin bağımsız olması konusunda destek verme sözü ile Birlikle yapılanlardan daha açık fikirli antlaşmalar yapılması sözüdür çünkü Konfederasyona katılmayı destekleyen kabilelerin yanında tarafsız kalma taraftarı olup bunun onların savaşı olmadığını savunanlar da bulunmaktadır. Ancak bu durum, büyük oranda, tartışmalar devam etse de daha önce de belirtildiği üzere savaşın başlamasından sonra değişmiştir. Tartışmaların devamının bir sebebi de köle sahibi Yerlilerin varlığından kaynaklıdır.

1865’te sonuçlanan savaş Yerliler açısından hem olumlu hem olumsuz olarak değerlendirilmiştir. Bir yandan barış ve huzurun geri dönmesi anlamına gelirken diğer yandan var olan antlaşmaların yok hükmünde sayılması ve yeni antlaşmalar yapılması gerektiğini simgelemektedir. Azınlık olarak kabul edilen Yerlilerin ilk antlaşmalarda sahip oldukları hakların durumu dahi tartışmalı iken genel olarak Konfederasyonu destekler konumda görüldükleri İç Savaş sonrasındaki antlaşmaların onların ne kadar lehine olacağı, soru işaretleri yaratmıştır. Bu soru işaretleri, özellikle kıtanın keşfinden itibaren sürdürülen kültürel asimilasyon ve nüfus kontrol politikaları ile birleştiğinde, Yerlileri “başkasının savaşı” olarak gördükleri İç Savaş sonrasında yapılacak yeni antlaşmalarda kendi çıkarları için mücadele etmeye itmiştir. Bu çıkarlardan birisi olan özerklik için verdikleri mücadele, İç Savaş ve sonrasındaki Yeniden İnşa sürecinde onları tanımlayan bir unsurdur. Coğrafi olarak ABD’nin diğer eyaletlerinden çok büyük farkı olmasa da Yerlilerin yaşadığı bölgeler, kültürel olarak diğerlerinden ayrılmaktadır. Üstelik bu, asimilasyon politikalarına rağmen varlığını devam ettiren bir farklılaşmadır. Yani, savaş sırasında katıldıkları tarafa bağlı olsalar dahi, kültürel arka planları gereği asıl bağlı oldukları taraf kendi çıkarları olarak kalmıştır. Bunun sonucu olarak da yarı özerk, Amerikan ulusuna tam dahil olmamış ama onun tarafından korunan karmaşık bir role bürünmüşlerdir (Clampit, 2015, s. 13).

1887 yılında kabul edilen Dawes Yasası Yerlileri ekonomik olarak “iyileştirme” vaadiyle ortaya çıkmıştır. Yasaya göre, Yerli kültüründe kabul görmeyen özel mülkiyetin yokluğu bir zayıflık olarak algılanmış ve toprak sahibi olmaları için “teşvik edilmeleri” gerekmektedir, liberalizme geçiş süreci olarak da yorumlayabileceğimiz bu durumun genel sonucu olarak da Yerlilerin kabileden çok birey olarak algılanması durumu doğmuştur (Dunbar, 2011, p. 12). Özellikle Batı eyaletlerinde asimilasyon çalışmaları hızlanmıştır. Bu çalışmalar hem din hem de okullar aracılığıyla yürütülmüştür. Yerlileri modernize etme çabası altında kurulan yatılı okulların zorunlu tutulması, çocukları ailelerinden ayırarak çocukların o dönemlerde tanımlanan haliyle Amerikan bireyler haline gelmesi için çalışırken genellikle Protestan olan topluluklar aracılığıyla Yerlilerin Hıristiyanlığa çekilmesi için çaba göstermişlerdir. Bunun yanında 1892’de Thomas J. Morgan tarafından sunulan kurallar çerçevesinde Yerlilerin bazı dini pratikleri, Anayasa’daki Birinci Değişiklikte din özgürlüğü bütün bireyler için tanınmasına rağmen, açıkça yasa dışı sayılmıştır (Irwin, 1997, p. 36).

Yerlileri modernleştirme çabaları ve buna karşı duruşlar XX. yüzyılda ilişki dinamiklerinin temeli olarak karşımıza çıkmaktadır. Zira bu çaba bir ulus birliği yaratma çabasıyla da birleşmiş olan, bugün tanımlanan halinin aksine çoğunluğa eklemlenme amacı güden çok kültürlülük politikalarının bir başlangıcıdır.

 

Sonuç

Amerika toprakları keşfinden itibaren karmaşık bir kültürel ağa sahiptir. Bu karmaşıklık zaman geçtikçe baskı ve asimilasyon politikalarıyla çözülmeye çalışılsa da çok kültürlü toplumların bir özelliği olarak tam tersine farklılıklarıyla özdeşleşmiş durumdadır. Bu farklılıkların harmonizasyonuna ve azınlık hakları gözetimine doğru bir adım olarak görülebilecek olan İç Savaş, toplumsal dönüşümlerin her türlüsü gibi yasal bir ilk adım olmaktan öteye gidemese de özellikle insan haklarının korunması açısından önemli sonuçları olan bir fenomendir. Ancak burada dikkat edilmesi gereken bir nokta, bu savaşın asimilasyon ve baskı politikalarına bir çözüm getirmiyor oluşudur. Teknik açıdan bakıldığında birleşmeyi simgeleyen savaş, kültürel açıdan bakıldığında derin ayrılıkların bir simgesidir. Zira savaş sonrası görece özgürleşen Afro-Amerikanlar kısa sürede ortaya çıkan segregasyon ile birlikte kamusal alanlarda, yani kültürel harmonizasyonun en çok gerçekleşme olasılığı olan yerlerde, beyazlardan ayrılırken İç Savaş’ın “mağlup” tarafında yer alarak ihanet edenler olarak görülen yerliler üzerindeki beyaz Amerikanlara ve onların uluslarına uyma baskısı artmıştır. Bu durum bazı kültür öğelerinin kaybolmasıyla sonuçlansa da temel olarak bir kızgınlık ortamı ve bu nedenle gizli de olsa Yerlilerin kültürlerine daha çok sarılmasıyla son bulmuştur.

Modern ulus devletlerin doğduğu yer olarak kabul edilen Avrupa’nın aksine ABD, kültürel olarak ne kadar baskın olursa olsunlar, tamamen beyaz Amerikalıların kültürel veya dini altyapısıyla bir ulus bilinci oluşturmamıştır. Afro-Amerikanlara diretilen “eşit ama ayrı” anlayışı ulus restorasyonu sürecine de işlemiş ve asimilasyon politikalarına rağmen var olmaya devam eden farklı alt kültürlerin tam bütünleşme yerine yarım yamalak birleşmesiyle Amerikan kişisi oluşmuştur. Bu sebeple, Amerikan kişisinin kim olduğunu tam olarak tanımlamak mümkün değildir, çünkü Amerikan biraz siyahi, biraz beyaz, biraz da yerlidir.

 

ŞAFAK YILDIZ

Siyasi Tarih Staj Programı

 

 

YAZARIN NOTLARI:

[1] Burada keşif kelimesinin kullanımı sürekliliği sağlamak amaçlıdır. Zira üzerinde zaten insan yerleşimi olan bir yerin ilk defa keşfedildiğini söylemek aslen mantıklı değildir.

[2] İngilizce metinde yazının bu kısmında slave kelimesi değil servant kelimesi kullanılmıştır.

[3] Orijinali: Five Nations. Bazı Kaynaklarda FiveCivilisedTribes/ Beş Uygar Kabile olarak da geçmektedirler.

 

KAYNAKÇA

Beverley, R. (1722). Robert Beverley on slavery, 1705; 1705 Virginia law on servants and slaves. 02 20, 2021 tarihinde National Humanities: http://nationalhumanitiescenter.org/pds/amerbegin/power/text8/BeverlyServSlaves.pdf adresinden alındı

Birecikli, İ. B. (2011). Amerika’nın Kuruluşu ve ABD-Avrupa İlişkileri (1776-1876). History Studies (ABD ve Büyük Ortadoğu İlişkileri Özel Sayısı/ Relationships of the USA and The Great Middele East), 81-103.

Clampit, B. R. (2015). Introduction: The Civil War and Reconstruction. B. R. Clampit içinde, The Civil War and Reconstruction in Indian Territory (s. 1-18). Nebrasca: University of Nebrasca Press.

Dunbar, A. (2011). Native Americans: A Study of Their Civil War Experience. Journal of Interdisciplinary Undergraduate Research , 1-19.

Ereli, G. (2015). Amerika Birleşik Devletleri’nin Irkçılık Politikaları ve Sivil Haklar Hareketi (RacismPolicy of the United States of AmericaandCivilRightsMovement).

Fremon, D. K. (2000). Jim Crow Laws and Rcism in American History. Berkeley Hights, NJ: Enslow Publishers.

Gilmore, Glenda Elizabeth. ‘Somewhere’ in the Nadir of AfricanAmericanHistory, 1890-1920.Freedom’sStory, TeacherServe©. NationalHumanities Center. 02 22 2021 tarihinde
http://nationalhumanitiescenter.org/tserve/freedom/1865-1917/essays/nadir.htm adresinden alındı.

Irwin, L. (1997). Freedom, Law, and Prophecy: A Brief History of Native American Religious Resistance. American Indian Quarterly, 21 (1), 35-55.

Law, V. (1722). Robert Beverley on slavery, 1705; 1705 Virginia law on servants and slaves. 02 20, 2021 tarihinde National Humanities: http://nationalhumanitiescenter.org/pds/amerbegin/power/text8/BeverlyServSlaves.pdf adresinden alındı

McKenzie, F. (1914). TheAssimilation of theAmericanIndian. AmericanJournal of Sociology, 19(6), 761-772. 02 22, 2021 tarihinde http://www.jstor.org/stable/2763215 adresinden alındı.

Mızrak, B. (2017). Amerika’da Ayrımcı Politikalar ve Siyahi Mücadele Tarihi. İHH İnsani ve Sosyal Araştırmalar Merkezi.

Montgamory, Lindsay M. &Colwell, Chip (2020).NativeAmericanChildren’sHistoricForced Assimilation. (Photo Essay) 02 23 2021 tarihinde https://www.sapiens.org/culture/native-american-boarding-schools-photos/ adresinden alındı.

Nihayet Özgürüz. (2010). Nihayet Özgürüz: ABD’de Sivil Haklar Hareketi. 02 20, 2020 tarihinde https://photos.state.gov/libraries/turkey/231771/PDFs/freeatlast_turkish_all.pdf adresinden alındı.

Şan, M & Haşlak, İ. (2014). Asimilasyon ile çok kültürlülük Arasında Amerikan Anaakımını Yeniden Düşünmek. Akademik İncelemeler Dergisi 7 (1), 29-54.

Trask, S. (2005). Fransız Devirmi’nin Gerçek Sebebi Neydi? (B. Canatan, Çeviren) Liberal Düşünce Dergisi (37), 1-9.

Muhalefet Partilerinin Göçmen Politikaları

ÖZET:

Göç konusu, özellikle on yıldan fazla süredir, uluslararası alanda ve ülke siyasetinde çok önemli bir yere sahiptir. İktidar partisinin göç konusundaki tutumu ve politikaları gibi, muhalefet partilerinin göç hakkında planladığı politikaları da bilmek gerekmektedir. Bu çalışmada, CHP, HDP ve İYİ Parti özelinde, muhalefet partilerinin planladığı göçmen politikaları, bir araya getirilmeye çalışılacaktır. Çalışma, büyük oranda, Suriyeli göçmenler konusu üzerinde durmuştur.

Anahtar Kelimeler: Göç, Suriyeli Göçmenler, Muhalefet Partileri, Göçmen Politikaları

ABSTRACT:

The issue of migration is so important, in the international sphere and country politics, especially more than decade. Like the stance and policies of the ruling party on migration, it is also necessary to know the migration policies planned by the opposition parties. In this study, the migration policies planned by the opposition parties, will try to compile specific to the CHP, HDP and IYI Party. The study mainly focused on Syrian migrants.

Keywords: Migration, Syrian migrants, Opposition Parties, Migrant Policies

1. Giriş:

Tüm dünyayı, özellikle de komşu ülke konumunda yer alan Türkiye’yi, her alanda etkileyen; milyonlarca insanın sevdiklerini, evlerini kaybetmesine, doğup büyüdükleri ülkeyi terk etmesine neden olan Suriye’deki iç savaş ve akabinde gerçekleşen ülkemize göçmen akını, bugün, üzerinde durulması gereken en önemli konulardan birinin göç olmasını sağlamıştır. Şüphesiz, düzeni sağlayabilmek bakımından, ülke yönetiminin sergilediği tutum, izlediği yol, hayati önem taşımaktadır. Bir diğer önemli nokta ise; iktidarın mevcut göç politikalarının veya bu politikalar neticesinde ortaya çıkan sorunların, muhalefet partilerince nasıl yorumlandığı, muhalefet partilerinin ne gibi alternatifler ürettiğidir.

Bu çalışmada; muhalefet partilerinin göçmenler konusunda hayata geçirmeyi hedefledikleri politikalar, Cumhuriyet Halk Partisi, Halkların Demokratik Partisi, İYİ Parti özelinde derlenmiştir. Muhalefet partilerinin göç alanındaki çalışmaları da, daha çok, son birkaç yıldır ülkenin içinde bulunduğu durumla da paralel olarak; geçici koruma, statüsündeki Suriyeliler özelinde yoğunlaşmaktadır. Parti programlarında veya yayımladıkları raporlarda eleştiri ve öneri biçiminde, bölümler halinde sunulan yol haritası, bu çalışmada da aynı biçimde verilecek ve değerlendirilecektir.

Muhalefet partilerinin eleştirilerini yönelttiği noktaların daha iyi anlaşılabilmesi için, kısaca; taraf olunan uluslararası sözleşmelerden, ulusal mevzuattan, bazı kavramlardan, mevcut koşullardan ve güncel verilerden bahsedilmelidir.

Mültecilerin Hukuki Durumuna İlişkin 1951 Cenevre Sözleşmesi’ne ve 1967 Protokolü’ne, Türkiye, “coğrafi sınırlama” çekincesi ile taraf olmuştur. Cenevre Sözleşmesi’ne göre ve kanunda belirtilen şekliyle, yalnızca Avrupa’dan gelenlere “mülteci” statüsü verilebilmekte, Avrupa dışından gelenler “şartlı mülteci”, “ikincil koruma”, “geçici koruma” statüleri ile kabul edilmektedir (Ertan & Ertan, 2017).

Yukarıda anlatılanlara açıklama olarak, 11 Nisan 2013 tarihinde yürürlüğe girmiş olan, 6458 sayılı Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanununun (YUKK), (Göç İdaresi GM, 2014) 61. maddesine göre, “Avrupa ülkelerinde meydana gelen olaylar nedeniyle; ırkı, dini, tabiiyeti, belli bir toplumsal gruba mensubiyeti veya siyasi düşüncelerinden dolayı zulme uğrayacağından haklı sebeplerle korktuğu için vatandaşı olduğu ülkenin dışında bulunan ve bu ülkenin korumasından yararlanamayan ya da söz konusu korku nedeniyle yararlanmak istemeyen yabancıya veya bu tür olaylar sonucu önceden yaşadığı ikamet ülkesinin dışında bulunan, oraya dönemeyen veya söz konusu korku nedeniyle dönmek istemeyen vatansız kişiye statü belirleme işlemleri sonrasında mülteci statüsü verilir”.

Yine kanuna göre, “ülkesinden ayrılmaya zorlanmış, ayrıldığı ülkeye geri dönemeyen, acil ve geçici koruma bulmak amacıyla kitlesel olarak sınırlarımıza gelen veya sınırlarımızı geçen yabancılara geçici koruma sağlanabilir.”

Bu kapsamda hazırlanan 22/10/2014 tarihinde yürürlüğe giren Geçici Koruma Yönetmeliğiyle, 28/04/2011 tarihinden itibaren Suriye’de meydana gelen olaylar dolayısıyla kitlesel veya bireysel olarak ülkemize gelen Suriyeliler, uluslararası koruma başvurusunda bulunmuş olsalar bile, geçici koruma altına alınmışlardır (GİGM, 2014). Mevcut durumda, ülkemizdeki Suriyeli göçmenlerin, geçici koruma statüsüne sahip olması muhalefetin eleştirdiği konulardan biridir.

Göç İdaresi Genel Müdürlüğünün resmi internet sitesinden yayınladığı verilere göre, 17.02.2021 tarihi itibarıyla ülkemizde 3.655.067 geçici koruma statüsüne sahip Suriyeli göçmen bulunmaktadır. Göçmenlerin yaş dağılımına baktığımızda, en fazla, 5-9 yaş arası çocuklar mevcuttur. Bu durum, muhalefetin çocuklar üzerine yoğunlaşan politikalarının bir açıklaması sayılabilir. Şehirlere dağılımına baktığımızda, göçmenler, daha çok, İstanbul, Gaziantep, Hatay ve Şanlıurfa’da yaşamayı tercih etmektedirler. Yine güncel rakamlara göre, 58.204 kişi geçici barınma merkezlerinde kalmaktadır. Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’na ait 2019 verilerine göre, Suriyeli göçmenlerden 63.789 kadarına geçici süreliğine çalışma izni verilmiştir (Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı, 2019). Bunun da, eleştirilerde sık sık karşılaşılan “Suriyelilerin çoğu kayıt dışı çalışıyor” iddialarını doğrular nitelikte olduğu görülecektir. Çalışma boyunca, muhalefetin konulara benzer yaklaşımının yanı sıra, tamamen zıt bakış açılarına da şahit olunacaktır.

2. Muhalefet Partileri Nasıl Çalışıyor?

Partilerin göç özelinde plan ve yorumları oluşurken yürüttüğü faaliyetlerden, kısaca bahsetmek gerekmektedir.

CHP tarafından, 2015 yılında, “Göç ve Göçmen Sorunlarını İnceleme Komisyonu” sosyal demokrat bir vizyon ile göç hareketlerine akılcı cevaplar verebilmek amaçlı olarak kurmuştur. Komisyon Türkiye’nin birçok yerinde araştırma faaliyetleri yürütmüştür (Ağbaba, vd, 2016).

HDP, 2016 yılında, bizzat bu konuda çalışmak üzere, bir komisyon kurdu. Komisyon; Orta doğu, Suriye, Rojava, Şengal ve diğer çatışma bölgelerinden ülkemize gelen göçmenlerin temel ihtiyaçlarını karşılayabilmek adına çalışmaya başladı. Kısa bir özetle: Göçmenlerin sağlık, anadilinde eğitim, barınma koşullarını; detaylı biçimde inceledikten sonra yerel teşkilatlanma ve sivil toplum örgütleri ile ortak çalışmalar planlayıp hayata geçirilmesi gerektiğini savunmaktadır (HDP Araştırma Birimi, 2016).

İYİ Parti, bu konu özelinde, parti programında, “Göç ve Mülteci Sorunu” başlığı altında; ülkeye mülteci akınını engellemek için politikalar oluşturacağını, ortak mücadele ve uluslararası iş birliği ile özellikle köken ülkelerde güvenlik alanlarının oluşumunu sağlayacağını belirtmiştir. Parti programına göre: Göçe neden olan veya bunu kolaylaştıran üçüncü ülkelerin de maliyete katlanmaları sağlanacaktır; sınır güvenliğini mümkün kılarak, ideolojik ve askeri unsurların ülkeye girmesini engellenecektir; Türk toplumunun sosyokültürel yapısının değişmesini önlemek adına tedbirler alınacaktır.

2019 yılında, İYİ Parti’nin düzenlediği bir çalıştayda, “Geçici Koruma Altındaki Yabancıların Vatanlarına Geri Dönüş Planı ve Stratejisi” ana konu idi. İlerleyen bölümlerde, bu çalıştay sonunda kamuoyuna açıklanan parti planından bahsedilecektir (Independent Türkçe, 2019).

3. Hukuki Çerçeve 

HDP tarafından, 6458 sayılı Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu’nun yeni ve dar kapsamlı olması eleştirilirken; Göç İdaresi Genel Müdürlüğünün, büyük ölçekte politika meydana getiremediği, var olan sorunları da görmezden gelmeyi tercih ettiği iddia edilmektedir.

İlticaya erişim hakkına ulaşamayan Suriyeli göçmenlerin geçici koruma statüsü, hem Anayasa’daki 16. maddeye atıfla, “temel hak ve hürriyetler, yabancılar için, milletlerarası hukuka uygun olarak kanunla sınırlanabilir” ifadesine hem insan haklarına aykırıdır. Bu biçimde, ulusal mevzuatta yer alan kanunlardan dahi yararlanamadıkları iddia edilmektedir. Bu konuda uzun vadede, toplumda nasıl bir sistem geliştirilebileceğine dair çalışmalar yapılmalıdır. Kalıcı ve yasal statü temelli sistemler üzerine çalışılmalıdır. Mülteci statüsü tanındığında değil, şartlar oluştuğunda gerçekleşir.

Mültecilik, Suriyeli göçmenler için, Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (BMMYK) ve yasalarla belirlenen bir statü haline getirilebilmelidir.

2019 itibarıyla yaklaşık 110 bin Suriyeli göçmene vatandaşlık verilmiş durumdadır (Mülteciler Derneği, 2021). Bu konu, iktidar ile göçmenler arasında faydacılığa dayalı seçmen ilişkisi olarak yorumlansa da HDP’nin desteklediği bir konudur. Geçici koruma statülerinin bitmesinin ardından, vatandaşlık almaları veya kademeli bir biçimde uyum sürecini başlatmak son derece önem arz etmektedir (HDP Araştırma Birimi, 2016).

Fikre tamamen karşı olmamakla birlikte, bugün sayıları hatırı sayılır bir biçimde artmış olan Suriyeli göçmenlerin her birine, sonrasında döngüye uyum sürecinin de dâhil edilmesine rağmen vatandaşlık verilmesi, akılcı bir yol olarak görünmemektedir. Uluslararası alanda, benzer durumda nasıl bir yol izlendiği veya göçmenlerin hukuki geçmişi araştırılarak, süreç işletilebilir.

Benzer şekilde, CHP’nin ilk eleştirilerinden biri; koordinasyonu sağlamak ve politikaları yönetmek amacıyla kurulan Göç İdaresi Genel Müdürlüğü’nün, milyonlarca Suriyeli göçmen ülkemize geldikten iki yıl sonra, 2013 yılında kurulmuş olmasıdır. Göçün yarattığı olumsuz sonuçların kangrenleşmesinin sebebi de iktidarın ikna edici ve sürdürülebilir politikasının olmamasıdır. Yapılan harcamaların, şeffaflıktan uzak, denetimsiz ve takibi imkânsız olduğu iddia edilmektedir.

Suriyeli göçmenlere vatandaşlık verilmesi noktasında, tamamen farklı bir bakış açısıyla CHP, bu durumu “millî iradeyi gasp eden ithal seçmen yaratımı” olarak görmektedir.

İktidara geldiği takdirde, Irak, İran, Suriye ve diğer bölge ülkeleri ile birlikte Orta Doğu Barış ve İş birliği Teşkilatı’nı (OBİT) kurarak, Suriye’nin toprak bütünlüğünü korumak ve barış sağlamak şeklinde meseleye yaklaşmaktadır. Türkiye ile sınır olan bölgeler, “barış havzası” haline getirilecektir. Orta Doğu’nun yıkılan siyasi ve ekonomik yapısının yeniden yaratılmasında Türkiye, öncü ülke olacaktır. Ülkemizde, geçici koruma statüsüyle bulunan Suriyelilerin ülkelerine güvenlikli ve sağlıklı şekilde dönebilmesi için OBİT’in maddi olanaklarının yanı sıra, uluslararası güvence sağlamasının da önü açılacaktır. Türkiye, Suriye yönetimi ile en kısa zamanda temas kuracak, Suriye’nin toprak bütünlüğüne ve egemenliğine destek verdiğini açıkça bildirecektir. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK) kararı olmadan güvenli bölge oluşturulmasına taraf olunmayacaktır. Suriye ile varılan 1998 Adana Mutabakatı ve imzalanan 2010 Terör ve Terör Örgütlerine Karşı Ortak İş birliği Anlaşması işletilecektir. Başta Suriyeliler olmak üzere, ülkemize gelen tüm göçmenler uluslararası yükümlülüklerimize uygun olarak kontrol ve kayıt altına alınacak, sınırların güvenliği sağlanmaya çalışılacaktır. Geri dönüş süreci işleme koyuluncaya değin, ayrım yapmadan ülkemizdeki tüm göçmenlerin, Türkiye Cumhuriyeti yasalarına uygun şekilde, sığınmacı ve mülteci statüsünden yararlanmaları sağlanacaktır. Avrupa Birliği (AB) başta olmak üzere, uluslararası kurumların sorumluluklarını yerine getirmesi adına gerekli girişimlerde bulunulacaktır (CHP Bilim Platformu, 2019).

Yine, iktidara geldiği takdirde, Suriye yönetimi ile aracısız görüşmelere vakit kaybetmeden başlayacağını belirten İYİ Parti, Suriyeli göçmenlere vatandaşlık verilmeyeceğini dile getirmiştir (Independent Türkçe, 2019).

CHP ve İYİ Parti’nin yaklaşımında ise, öyle veya böyle ülkemizde bir düzen kurmuş, hayatını Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde sürdürmek isteyen Suriyeli göçmenler, görmezden gelinmektedir. “Biz güvenli ortamı oluşturunca, hepsi gitmek zorunda” gibi bir bakış açısı hâkimdir ve bu da gerçekçi bir yaklaşım olarak görünmemektedir. İlerleyen kısımda, geri gönderme meselesine tekrar değinilecektir.

4. Temel İhtiyaçlar ve Çalışma Hayatı 

Eğitim, sağlık, barınma gibi temel hizmetlere ulaşmak noktasında oldukça zor şartlarla mücadele eden, “geçicilik” üzerine yaşamını idare etmeye çalışan Suriyeli göçmenler; HDP’nin bakışıyla, insan hakları ihlallerinin öznesi konumundadır. Göçmenlere yönelik en temel çalışma, “ihtiyaç analizi” çalışmasıdır. Bu çalışma Sivil Toplum Örgütleri’nin (STÖ) tek başına yürütemeyeceği kadar büyük bir sorumluluktur. Birebir kurulacak iletişim, bu kanalların sürekli olarak aktif tutulması yolu ile göçmenlere ilişkin her türlü hizmetin, onların istek ve ihtiyaçları doğrultusunda oluşturulmalıdır.

Suriyeli göçmenlere sunulan kamu hizmetleri incelendiğinde, en fazla sağlık hizmetleri alanında gelişmeler vardır. Ancak, ayrımcılıkla karşı karşıya gelmeden, tüm göçmenlerin bu hizmetlerden yararlanması mümkün değildir.

Sığınmacılar veya mülteciler dediğimizde, insanların aklına, genellikle; yardıma muhtaç, erkek, ucuz iş gücünde çalışacak ve eğitimsiz insanlar gelmektedir. Bu yaklaşım toplumsal uzlaşma ihtimallerini düşürürken, birlikte yaşayabilme şartlarını olumsuz etkilemektedir. Suriyeli göçmenlerin kölelik koşullarında, belirlenen asgari düzeyin altında ücretle, uzun saatler, yüksek ölüm ve yaralanma riskiyle çalıştığını iddia eden HDP; çalışma şartlarına ve örgütlenme imkânına ilişkin yasal mevzuatta ciddi değişiklikler yapılması gerektiğini düşünmektedir. Bu düzenlemeler uluslararası anlaşmalara da uyumlu olmalıdır. Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) “İstihdam Amacıyla Göç” hakkındaki 97 sayılı sözleşmesi ve “göçmen işçiler” hakkındaki 143 sayılı sözleşmelerini Türkiye’nin imzalaması ve yürürlüğe koyması gerekmektedir. Bu sözleşmeler, göçmenlerin tüm çalışma şartlarının bulundukları ülkenin vatandaşları ile eşit olmasını sağlar. Ayrıca yaşanan sorunların çözümü için emek piyasasında ortak örgütlenmenin önü açılmalıdır (HDP Araştırma Birimi, 2016).

CHP’ye göre ise, iktidarın yanlış dış politikasının sonucu olarak; Türkiye “Orta doğu bataklığına sürüklenirken” ülkemizdeki Suriyeli göçmenler, geçici korumanın kendilerine sağladığı haklara rağmen, zor koşullar altında yaşarken, temel pek çok alanda sorunlarla karşı karşıya kalmaktadır. Örneğin, AFAD tarafından yayınlanan genelge ile geçici kimlik belgesi almaları durumunda Suriyeliler, temel ve acil sağlık hizmetleri ile bu kapsamdaki tedavi ve ilaçlara katılım payı ödemeden almaktadırlar. Ancak bu hizmetleri yalnızca kayıtlı oldukları şehirde alabilirler. Kayıtlı olmadıkları yerde ancak sevk edilmeleri durumunda hizmet verilmektedir. Vatandaşlarımızın sahip olduğu haklarla beraber, Suriyeli göçmenlerin kamusal alandaki hakları da korunmalıdır ve CHP iktidara geldiği takdirde korunacaktır. Hizmetlere ulaşırken sorun yaşamamaları için gerekli kamu kurumlarında ücretsiz tercümanlık hizmeti sağlanacaktır. Göçmenlere yapılan her türlü yardım ve harcama vatandaşlara bildirilecektir. Bunlara ek olarak; vatandaşlarımızın kamu hizmetlerine erişimini zorlaştırıp, yaşam kalitesini düşürecek şekilde; sosyal güvenlik, konut, altyapı hizmetleri, sağlık, eğitim, özellikle kayıt dışı istihdam olmak üzere, ekonomik sorunlar ülkemizde, pek çok ilde kontrol edilemez bir hale gelmiştir. Örneğin; yetersiz sağlık personeli ve altyapısının hem göçmenlere hem vatandaşlarımıza hizmet verebilmesi mümkün değildir. Yaşanan yığılmalar ve hizmet aksaklıklarının ülkemiz vatandaşlarını olumsuz etkilemesine ve halk sağlığı sorunları yaratmasına izin verilmeyecektir. Suriyelilerin ucuz iş gücü olarak kayıt dışı çalışması genel ücretler seviyesinde düşüşlere neden olmuştur. Her koşulda çalışmaya hazır, çaresiz iş gücü olarak algılanmaları ile vatandaşlarımız sigortasız çalışmaya razı olmak konumuna düşürülmüştür. Suriyelilerin açtığı kayıt dışı işletmeler de piyasayı olumsuz etkilemektedir. Kayıt dışı istihdam alanları konusunda sert tedbirler alınarak işlerini kaybeden yurttaşlarımızın mağduriyeti giderilecektir. Buna paralellikle Suriyelilerin barış ve istikrarın sağlanmasının ardından ülkelerine geri gönderilmesiyle istihdam artırılacak, kayıt dışılık oranı düşecektir (CHP Bilim Platformu, 2019).

Göçmenlere tamamen ülkemiz vatandaşlarının “sorunları” odaklı yaklaşan, Suriyeli göçmenlerin işlettiği ruhsatlı işyerlerinin denetleneceğini, ruhsatsız olanların ise derhal kapatılacağını ifade eden İYİ Parti; ayrıca kaçak mallara el koyup, bunların yeniden Türkiye’ye girmesini engellemeyi hedeflemektedir. İktidara geldiği takdirde, geçici koruma statüsündeki işletmecilere yönelik, “Geçici Mükellefiyet Kanunu” çıkartılarak; vergi kesintisi yapılıp, sigorta katkı payı talep edilecektir (Independent Türkçe, 2019).

5. Söylemler

Söylemler konusu; üzerinde hassasiyetle durulması gereken, en önemli noktalardan biridir. Yukarıda da yer yer anlaşılabileceği gibi, İYİ Partinin, göçmenlere karşı, olumsuz söylem yaratma eğiliminde olduğu iddia edilebilir. Bu noktada, diğer iki partinin yaklaşımına yoğunlaşmak gerekmektedir.

En az diğer ülkeler kadar Suriye’nin içinde bulunduğu durumdan Türkiye’yi de sorumlu tutan HDP komisyonuna göre, “misafir” ve benzeri tanımlamalarla sözleşmelerin Türkiye’ye yüklediği sorumluluklar yok sayılmaktadır. “Misafir” sözcüğü ile geçicilik algısı oluşturmak da doğru bir tutum değildir. “Geçici koruma ve geçici sığınma” tabirleri, yerleşik bir hayata geçememe, gelecek hayali kuramama durumu ile birleşince, ciddi psikolojik problemlere yol açmaktadır. Pek çok psikolojik problem, mikro alandan, makro alana taşınmakta, ayrıca sosyolojik anlamda tüm toplumu tehdit eder bir boyuta ulaşmaktadır.

HDP’nin üzerinde durduğu bir diğer nokta ise, göçmenlere yönelik büyüyen nefret söylemi, ayrımcı yaklaşımın önüne geçebilmektir. “Mülteci sorunu” veya “mülteci krizi” ifadeleri, sanki yaşanan sorunlar tamamen onlardan kaynaklı izlenimi yaratmaktadır. Oysa yaşanan sorunlar, Suriyeli göçmenlerden kaynaklanmamaktadır. “Mülteci dramı” tanımlaması ise, sağlanan en küçük hizmetle bile yetinmeleri gerektiği şeklinde psikolojik baskı yaratmaktadır.

“Kaçak göçmen”, “yasa dışı göç” gibi kullanımlar da sık sık karşımıza çıkan, toplumda olumsuz izlenim yaratan, yanlış kullanımlardır. Yine, “yük” tanımlaması yerine “sorumluluk” kavramının kullanımı önerilmektedir. Suriyeli göçmenlerin eşit yurttaşlar olarak kabul edildiği bir düzenleme ile ortak sorunlarımıza ortak çözümler üretebileceğimiz yapı kurulmalıdır. Toplumdaki Suriyeli göçmenlere yarın ülkesine geri dönecek bir yük veya ucuz iş gücü gözüyle bakan anlayışın yerine, onlara destek olmanın insani bir sorumluluk olduğu anlayış yerleştirilmelidir. Etnik kimlik, cinsel yönelim, inanç, cinsiyet üzerinden türetilen nefret söylemleri konusunda yasal ve sosyal önlemler alınmalıdır. Cezasızlık uygulamasına son verilmelidir. Arap asıllı göçmenlere, IŞİD ile bağlantılı gözüyle bakılması; toplumsal alanda ve yerel yönetimlerin çalışmalarıyla düzeltilmelidir.

Sivil toplum kuruluşları, siyaset, medya, akademi vb. paydaşların bir arada olduğu bir platformlardan göçmenlerin hukuk kurallarıyla uyumlu biçimde, tüm sosyal hakları konusunda ortak kavramsal içerik ve söylem oluşturulmalıdır. Toplumda göçmenler konusunda farkındalık yaratacak etkinlikler düzenlenmelidir. Örneğin; Türkiye’ye ilk Suriyeli göçmen topluluğunun geldiği 29 Nisan tarihinde veya 20 Haziran Dünya Mülteciler Günü kapsamında farkındalığı arttırıcı etkinlikler düzenlenebilir (HDP Araştırma Birimi, 2016).

CHP için, iktidar tarafından oluşturulan olumsuz algılar, her geçen gün daha da büyüyen sosyal gerilim ve yabancı düşmanlığına sebep olmaktadır (CHP Bilim Platformu, 2019). Dışlayıcı, ırkçı söylem ve uygulamalara göz yumulmamalıdır. Mülteciliğin, iltica talebinin bir insanlık hakkı olduğu toplumumuza anlatılmalıdır (Ağbaba, ve diğerleri, 2016). Bilgi kirliliği ile mücadele edilirken, düşmanca tavır ve tutumları körükleyenler yasal sınırlar içerisinde cezalandırılmalıdırlar (CHP Bilim Platformu, 2019).

6. Yerleşim Alanı ve Geri Gönderme

Tamamen geri gönderme odaklı İYİ Partinin, üç aşamalı geri gönderme planı dâhilinde: Suriyeli göçmenlere ait veri tabanında kayıtlı olan bilgilerin doğruluğu kontrol edilecek; eksiklikler mevcutsa giderilmesi için gerekli şeyler yapılacaktır. Tüm il, ilçe ve köylerde denetimlere başlanacaktır. Denetimler ile ülkemizde bulunan kayıtsız Suriyeliler, sınır dışı edilmek amacıyla tespit edilecektir. Hukuk kuralları çerçevesinde; ticaret, bayram ziyareti gibi çeşitli nedenlerle ülkesine gidenlerin, Türkiye’ye tekrar girmesine izin verilmeyecektir. Suç işleyen Suriyeli göçmenler, kanunun öngördüğü cezayı çektikten sonra sınır dışı edileceklerdir.

Planın ikinci aşamasında, İYİ Parti, Suriyeli göçmenlerin geri dönüş sürecini başlatmayı hedeflemekte: “Geri Dönüş Stratejisi ve Eylem Planı” oluşturulduktan sonra; Şam yönetimi ile ortaklaşa bir çalışma yürütülerek, Suriyelilerin önceden yaşadıkları kasaba ve şehirlerde uygun yaşama ortamı oluşturulacaktır. Geri dönüş sürecinde atılması gereken adımlar, kamu spotları ve çeşitli iletişim kanalları ile duyurularak, süreç sorunsuz gerçekleştirilecektir. Yerel yönetimler, gerekli eğitimlerden geçtikten sonra, geri gönderme sürecinde görevlendirileceklerdir.

Planın son aşamasında ise: Geri dönüş sürecinin sürdürülebilir ve kalıcı olması adına çalışmalar yürütülecektir. İYİ Parti, “Herkesin kendi vatanında mutlu olacağına inanıyoruz” şeklinde politikalarının amacını açıklamıştır (Independent Türkçe, 2019).

İYİ Parti Konya Milletvekili Fahrettin Yokuş’un TBMM İnsan Hakları Göç ve Uyum Komisyonu toplantısında sunduğu, “silah kullanan göçmenleri eğitip geri gönderelim, kendi ülkelerini savunsunlar” önerisi, İYİ Partinin bu konudaki bakış açısını net bir biçimde yansıtmaktadır (Ayhan, 2020).

Suriyeli göçmenlerin barınma, yerleştirilme şartları, özellikle HDP ve CHP için bir diğer öne çıkan konudur. HDP’ye ait raporda, bu konu şu şekilde açıklanmaktadır: “Dünyadaki mevcut uygulamalarda da mülteciler, iç kamplaşmayı önlemek için topluca aynı yere yerleştirilemez. Keza kendilerini güvende hissetmedikleri ve oradaki koşullardan dolayı sığınma talep ettikleri ülkenin sınırına da, çatışma çıkması ihtimaline karşı tampon bölge şeklinde yerleştirilmezler. Özellikle Suriye sınırı boyunca demografik yapıyı değiştirmeyi hedefleyen bir yerleşim politikası uzun vadeli toplumsal ve bölgesel sorunlara yol açacaktır… Halkları eşit ve insani koşullarda bir arada yaşamaya yönlendirecek politikalar ve söylem geliştirilmelidir.”

Bugün sayıları azalmış olsa da AFAD kontrolündeki geçici barınma merkezlerinde yaşamını sürdüren göçmenler hâlâ mevcuttur. Bu kişilerin mevsim şartlarından veya toplu halde kalmaktan kaynaklı hastalanacağı; bürokratik işlemlerinin tamamlanması için gerekli olan sürelerin aşıldığı, bu yolla özgürlüklerinin kısıtlandığı; çevreyle bağlarının koparıldığı iddia edilmektedir. HDP’ye göre, göçmenlerin kamp hayatını sona erdirecek politikalar derhal hayata geçirilmelidir. Nerede, nasıl yaşayacakları konusu onların kendi kararıdır. Geri dönmek isteyen göçmenler için Kızılhaç gibi uluslararası örgütler, belli kuruluşlar yardımıyla güvenli geçiş koridorları oluşturulmalıdır. Bu konuda çalışan geri gönderme merkezleri ise; herhangi bir denetime izin verilmeyen “mülteci hapishanesi” olarak isimlendirilmiştir (HDP Araştırma Birimi, 2016).

CHP’ye göre, Suriyeli göçmenlerin sınıra yakın olan illerde yoğunlaşmış biçimde yerleşmesi, geri kalanların İstanbul başta olmak üzere, diğer şehirlere kontrolsüz dağılmasının sebebi, yanlış politikalardır. Sınır illerindeki yoğunluk, sosyoekonomik, kültürel sorunların yanında sosyal güvenlik sorunlarını da doğurmuştur. IŞİD terör örgütünün Ankara garı, Atatürk Havalimanı, Reyhanlı, Suruç başta olmak üzere, pek çok farklı yerde düzenlediği bombalı veya silahlı saldırıların; PYD-PKK terör örgütünün düzenlediği çeşitli saldırıların sebebi olarak, ülkemize kitlesel olarak giriş yapan Suriyeli göçmenler ile bölgede oluşan istikrarsızlaşma gösterilmektedir.

Buna ek olarak, dar gelirli yurttaşların yaşam kalitesini düşürüp uygun fiyatlarda ev bulmasını engelleyen şeyin, Suriyeli göçmenlerin yoğun olarak yaşadığı şehirlerdeki konut kira artışları olduğu belirtilmiştir. Göçmenleri dâhil etmeden, yerel nüfusa göre verilen mevcut bütçeyle belediyeler, sorumlu olduklarından daha çok insana hizmet vermek zorunda kalmaktadır. Zaten yetersiz olan altyapı sorunları ciddi şekilde artmıştır. İktidara gelindiği takdirde kira artış sınırı koyulacak, yasal sınırlamalara uyulması için gerekli önlemler alınacaktır. Yerel yönetimlere ayrılan kaynakların hesaplanmasında Suriyeli sığınmacı nüfus yükü de dikkate alınacaktır.

Ankara’daki Barajlar ve Önder mahallelerinin “küçük Halep” şeklinde anılmasından hareketle gettolaşma eğiliminin; etnik, kültürel çekişmelerin arttığı iddia edilmektedir. Bunun önüne geçilmesi son derece önemlidir (CHP Bilim Platformu, 2019).

Bu çalışmada geniş çaplı yer verilmeyecek olsa da, CHP komisyonunun yaptığı uzun araştırmalarda da, Suriyeli göçmenlerin barınma şartları konusunda çarpıcı detaylara şahit olmak mümkündür (Ağbaba, ve diğerleri, 2016). Güncel hedefte, CHP’ye göre, Suriyeli göçmenler ülkesine dönene kadar, onların uygun koşullarda yaşamaları sağlanmalıdır (CHP Bilim Platformu, 2019).

7. Kadınlar, Çocuklar ve Eğitim

Bu konuda hem CHP hem de HDP’nin titizlikle, yoğun araştırmalar ve politika çalışmaları yürüttüğünü söyleyebilmek mümkündür.

CHP, göçmen nüfusunun büyük bölümünü oluşturan çocuk ve gençlerin çoğunun okula gitmiyor olmasına dikkat çekmektedir. Ayıca, Geçici Eğitim Merkezlerinde (GEM) ve Milli Eğitim Bakanlığı’na (MEB) bağlı okullarda eğitim gören göçmenlerin farklı dil, müfredat ve ortamda eğitim almak konusunda yaşadığı sorunlara; vatandaşlarımızın eğitim kalitesindeki düşüşe değinmektedir. Okullarda artan öğrenci sayısı, zaman zaman göçmen çocuklara ek ders verilmesinin gerekliliği, öğretmenlerin veriminde düşmelere neden olmaktadır. Yetersiz insan kaynağı ve altyapı sorunları öğretmenlerin sırtına yüklenmektedir. Çocuklar arasındaki kültürel farklılıklar da sınıf içi düzeni etkilemektedir. Çocukların yaşadığı travma sonrası etkiler, Türkçe bilmeyen çocuklar ve onların ebeveynleriyle yaşanan iletişim problemi, öğretmenlerin tek başlarına çözebileceklerinden fazladır. Hem travma sonrası sorunlar yaşayan Suriyeli çocukların hem de onlarla aynı sınıfta okuyan diğer öğrencilerin ve bu sınıfların öğretmenlerinin profesyonel psikolojik desteğe ihtiyaçları vardır. Suriyeli çocuklar ile sınıf mevcutlarının ve öğretmen başına düşen öğrenci sayısının çoğalmasına izin verilmemelidir. Gerekli altyapı yatırımlarına ek olarak ihtiyaç duyulan öğretmenlerin istihdamı sağlanmalıdır. Göçmen öğrencilerin Türkçe müfredata uyum sağlayabilecek kadar Türkçe bilmemesi sebebiyle karma eğitim mümkün görünmemektedir (CHP Bilim Platformu, 2019).

Maddi zorluklar yüzünden eğitime devam edemeyen, yasak olmasına rağmen, özellikle mevsimlik işçi olarak, kötü koşullar altında çalışmak zorunda kalan çocuklar; fiziksel, cinsel, psikolojik şiddetle karşı karşıya olan kadınlar; CHP’nin ifadesiyle hayalet bireylerin sorunları başta olmak üzere, konu bazlı sorun çözme mekanizmaları oluşturulmalıdır (Ağbaba, ve diğerleri, 2016).

Özellikle Medeni Kanundaki farklılıklar, Türk toplumunda kabul görmeyen ve yasal olmayan pratiklerin yaşanmasına sebep olmaktadır. Kız çocuklarının erken yaşta evlendirilmeleri, çok eşliliğin artması, Suriyeli kadınların ikinci eş olmayı kabul etmesiyle evliliğin maddi çıkar unsuru haline gelmesi, yalnızca Suriyeli göçmenleri, değil, onların içinde yaşadığı toplumumuzu da etkiler. Çocuk yaşta evliliğe ve ikinci eş uygulamalarına göz yumulmasına asla izin verilmemelidir (CHP Bilim Platformu, 2019).

HDP komisyonu, özellikle, göçmen kadınlara yönelik; şiddet, istismar, tecavüz olaylarına dikkat çekmekte ve bu alanda politikalar hedeflemektedir. Bu bağlamda kadın sığınma evlerinin sayısı, göçmen kadınları da alacak şekilde çoğaltılmalıdır. Yasal düzlemde kadınlar, çocuklar ve heteroseksüel olmayan bireyler için ekstra düzenleme yapılmalıdır. Toplumsal cinsiyet duyarlılığı bağlamında, LGBTİ+ bireylerle doğrudan temasa geçmek, bu kişileri görmezden gelen bir tutum içerisinde olmamak çok önemlidir.

Suriyeli kadın ve kız çocuklarının zorlandığı evliliklerin gerçekte evlilik sayılamayacağı,

18 yaşından küçük kişilerle yapılan evliliğin çocuk istismarı olarak ele alınması noktasında söylem birliği yaratılmalıdır. Ayrıca çok eşli birliktelikler için “evlilik” ifadesi kullanılmamalıdır. İkinci veya üçüncü eş konumundaki kadınları korumak noktasında başka ülkelerin mevzuatları incelenerek, koruyucu maddelerin Türkiye’ye uyarlanması için çalışılmalıdır.

Suriyeli göçmenlerin yeni doğan çocuklarına “vatansız” statüsü verilmektedir. Bu durumun ciddi sorunlara yol açabileceği savunularak çocuklara yönelik politikaların geliştirilmesi önerilmektedir. Özellikle ebeveynlerini kaybetmiş çocukların temel ihtiyaçlarını karşılamak adına özel politikalar geliştirilmelidir.

En fazla sorun yaşayan grup, Suriyeli kadınlar olmakla birlikte, onlarla iletişim kurabilmek, okuma yazma oranının düşüklüğüne de paralel olarak, son derece zordur. Bilgi kaynakları ve iletişim kanallarında Arapça ve Kürtçenin yer alması çok önemlidir.

Tamamen belediyeler bünyesinde, meslek edindirme kursları faaliyete geçirilmelidir.

HDP’ye göre; çocukların eğitim sürecinde, mevcut hizmetlerden ülkemiz vatandaşları ile birlikte yararlanmaları sağlanmalıdır (HDP Araştırma Birimi, 2016).

8. Sonuç:

Muhalefet partilerinin iktidara geldiği takdirde hayata geçirmeyi planladığı göçmen politikalarının veya mevcut iktidara sunduğu önerilerin, farklı başlıklar altında bir araya getirildiği bu araştırmada; özellikle, büyüyen nefret söylemleri, entegrasyon süreçleri, kadınlar ve çocuklar konusunda özenle belirtilen detaylar ve sunulan öneriler, dikkate değerdir.

İYİ Partinin, göçmenlerin maruz kaldığı insanlık dışı şartları ele almadan, yalnızca onları sorun olarak gören ve neredeyse tamamını geri göndermeyi hedefleyen politika planı; gerçekleştirilmesi zor ve akılcı olmayan bir plan şeklinde yorumlanabilir. Ayrıca, bugün pek çok araştırmacının iddiası doğrultusunda, göçmenlerin ülkemizdeki nüfusu her geçen gün artarken ve ülkemizde göçmenlere karşı nefret söylemleri de çoğalırken, İYİ Partinin, “yüzde yüz göçmen karşıtı politika planlayan siyasi parti, oy potansiyelini arttırır” iddialarını test etmek niteliğinde bir yol izlediği de iddia edilebilir.

CHP Komisyonu’nun 2015 yılında hazırladığı “Sınırlar Arasında: İnsanlık Dramından İnsanlık Sınavına” adlı çalışma, göçmenler odaklı bakış açısını yansıtırken, bugün bunun “ülkemizin vatandaşları mağdur oluyor” bakış açısına dönüşmeye başladığı iddia edilebilir. Küçük veya büyük ölçekli, iki taraflı yaşanan tüm olumsuzlukların sebebi olarak iktidar partisinin yanlış politikaları gösterilmiştir.

HDP ise, daha çok, göçmenler odaklı bir bakış açısıyla çalışmalar yürütmekte; önce mültecilik sonra vatandaşlık statüsünün ülkemizde geçici koruma altındaki Suriyelilere verilmesinin ardından, farklı uyum programları hedeflemektedir.

Yalnızca Suriyelileri değil, Afganlı, İranlı, Iraklı ve Afrikalı göçmenleri, hatta düzensiz göçmenleri kapsayacak şekilde, geniş bir bakış açısıyla bu konuyu ele aldığını savunan HDP ve CHP’nin; düzensiz göçmenler konusunda farklı bir politika planı oluşturması gerektiği düşünülmektedir. Pratikte, düzensiz göçmenlerin yakalanıp sınır dışı edilmek korkusuyla geçici koruma statüsündeki göçmenlere sağlanan imkânlardan dahi yararlanamadığı, çeşitli araştırmalarca bilinmektedir.

Merve EKE

Göç Çalışmaları Staj Programı

Kaynakça:

Ağbaba V, Altıok Z., Balbay M., Demir N. ve diğerleri (2016). Sınırlar Arasında: İnsanlık Dramından İnsanlık Sınavına (1. b.), İstanbul: Tekin Yayınevi.

Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı (2019). Yabancıların Çalışma İzinleri.

T.C. Aile Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı Web Sitesi: https://ailevecalisma.gov.tr/istatistikler/calisma-hayati-istatistikleri/resmi- istatistik-programi/yabancilarin-calisma-izinleri/ (Erişim Tarihi:16.02.2021)

Ayhan, D. İYİ Partili Fahrettin Yokuş, Meclis Göç Komisyonu’nda bu teklifte bulundu: Eli silah tutan Suriyeliyi eğitip gönderelim, (2020), Sözcü Web sitesi: https://www.sozcu.com.tr/2020/gundem/iyi-partili-fahrettin-yokus-meclis-goc-komisyonunda-bu-teklifte-bulundu-eli-silah-tutan-suriyeliyi-egitip-gonderelim- 5657083/ (Erişim Tarihi:20.02.2021)

Cumhuriyet Halk Partisi Bilim Platformu. (2019). “Sarayın Yanlış Göçmen Politikasının Faturasını Vatandaş Ödüyor”, CHP Bilim Platformu Politika Notları, S.38 

Cumhuriyet Halk Partisi Bilim Platformu. (2019). “Ensar ve Muhacir Söylemi Suriyeli Sığınmacıya Derman Olmuyor”, CHP Bilim Platformu Politika Notları, S.39 

Ertan K., & Ertan B., (2017). Türkiye’nin Göç Politikası, İktisat ve Sosyal Bilimlerde Güncel Araştırmalar, 1(2), ss.7-39.

Göç İdaresi GM. (2014). Geçici Koruma Yönetmeliği ve Getirdiği Yenilikler, T.C. İçişleri Bakanlığı Göç İdaresi Genel Müdürlüğü Web Sitesi: https://www.goc.gov.tr/gecici-koruma-kanunu-ve-yonetmeligi (Erişim Tarihi: 16.02.2021)

HDP Araştırma Birimi. (2016). “Mülteciler, Hakları, Sorunları ve Çözüm Önerileri”, HDP Araştırma Birimi Yuvarlak Masa Toplantısı Raporu, Ankara

Independent Türkçe. (2019). İYİ Parti: İktidara gelirsek açık kapıyı kapatacağız, bayramda ülkesine giden geri dönemeyecek, Independent Türkçe Web Sitesi: https://www.indyturk.com/node/104651/haber/iyi-parti-iktidara-gelirsek- a%C3%A7%C4%B1k-kap%C4%B1y%C4%B1-kapataca%C4%9F%C4%B1z-bayramda-%C3%BClkesine-giden-geri (ErişimTarihi: 20.02.2021)

Mülteciler Derneği. (2021). Türkiyedeki Suriyeli Sayısı Ocak 2021, Mülteciler Derneği Web Sitesi, (Erişim Tarihi:19.02.2021)

Kanal İstanbul’un Möntrö ve Boğaz Güvenliği’ne Etkisi Ne Olacak?

Bu çalışmada, 16 Kasım 2020 tarihinde BBC News Haber Ajansı’nın Youtube kanalında yayınlanmış olan “Kanal İstanbul’un Montrö ve Boğaz Güvenliğine Etkisi Ne Olacak?” başlıklı belgeselin incelemesi yapılmıştır. Belgesel, Kanal İstanbul Projesini konu alan üç bölümlük serinin 3. Bölümü olarak yayınlanmıştır. “Kanal İstanbul Nedir?” adlı ilk bölüm, projenin Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından “çılgın proje” olarak açıklanması ile başlamaktadır ve yakın tarihteki izlerini araştırmaktadır. İkinci bölüm olan “Kanal İstanbul ve Çevre”, projenin doğal yaşama olacak etkileri üzerindeki yorumlara yoğunluk vermiş olup İstanbul içindeki akarsu ve barajların olumsuz etkilenip etkilenmeyeceğini tartışmıştır. Türkiye’nin gazetecilik ve basın karnesi düşünüldüğünde, Birand Belgesellerini anımsatan belgesel-haber serisi Mahmut Hamsici ve Ege Tatlıcı (Video Journalist) koordinatörlüğünde yayınlanmıştır. 2012 yılında BBC News Türkçe haber kanalında muhabir olarak görev alan Mahmut Hamsici’nin  “Reyhanlı” ve “Zekeriya Öz” gibi ses getirmiş röportajları göz önüne alındığında bu başarı bir tesadüf sayılmayacaktır.

Günümüzde mevcut siyasal idarelerin, uluslararası haber ajanslarına karşı argümanlarında popülist söylemlere başvurmasının bir sonucu olarak BBC, DW, Sputnik gibi haber kanallarının Türkiye masaları, medya sektöründe etkili hale gelmiştir. Hal böyle iken, günümüzün teknolojik imkânları sayesinde pek çok konu dış basını ilgilendirse de 70’li ve 80’li yıllarda yabancı bir basın kuruluşunun Türkiye ile ilgili yayınlayacağı belgeselin önemli bir gündem mevcudiyeti üzerine inşa edilip edilmediği noktaları önem taşımaktaydı. BBC yapımı belgesel, İngiliz gazeteci-raportör David Lomax’ın 1981 ve 1994 yıllarında yapmış olduğu İstanbul belgesellerinden alıntılarla başlar. Lomax’ın İstanbul bağlamlı belgesel ve röportajları aynı zamanda, uluslararası hukuk açısından önemli sayılan iki tarihte kayda alınmıştır. Bunlardan ilki deniz hukuku açısından imzalanmış en kapsamlı metin olarak kabul edilen ve literatürde daha çok Denizler Anayasası olarak geçen 10 Aralık 1981 tarihli Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’dir. İkinci tarih olan 1994 ise 1981 sözleşmesine ek tüzüğün hazırlandığı senedir.

Boğazlar meselesini ele alan hemen hemen her konu, beraberinde Lozan Antlaşması’nı ve Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ni akıllara getirmektedir. Lozan Antlaşması, 1. Dünya Savaşı mağlubu Almanya, Avusturya-Macaristan, Bulgaristan ve Osmanlı Devleti’ne imzalatılan Versailles, Neuilly, Trianon, Saint Germain ve Sevres Antlaşmalarından farklı olarak ikinci bir mücadele sonucunda, hemen hemen eşit şartlarda imzaladığımız bir antlaşmadır. Fakat bugün hala Lozan Antlaşması, toplumun bir kesiminin zihninde kurucu unsur ve devrimleriyle bütünleştiği için kayıtsız şartsız karşı çıkılması mantığı, bu bütünleşmenin bir gereği olarak görülmektedir. Öyle ki Lozan’ın günümüz koşullarıyla değerlendirilmesi sonucunda Montrö Boğazlar Sözleşmesi de aynı bütünün bir parçası olarak kabul edilip atlatılması gereken bir Versay psikolojisi oluşturulmaktadır. Jean Paul Sartre’ın kuramına bağlı olarak kişinin tek bir arzusunu içselleştirmesi sonrası geriye kalan bütün her şeyi o arzuyu açıklamada ya da ona hizmet etmede kullanması, yani aslında bilerek ya da bilmeyerek bir “ben projesi” yaratmasıdır. Sartre’ın sistematize ettiği kadar büyük bir filozofi içermese bile toplumumuz da büyük-mega projelere şahit olmaktadır.

Kanal İstanbul Projesi tartışmalarının, çoğunlukla uluslararası hukukun aygıtları ile dirsek teması halinde olması ve tarihten beslenen bir bakış açısıyla incelemesi önemlidir. Projenin tartışılma üslubu, maalesef siyaset aygıtının elinde ideolojilerle değerlendirilen ve sonuçta desteklenmesi ya da karşı çıkılması, mevcut siyasi kamplardan birine ait olma durumu getiren bir hale evrilmektedir. Nitekim belgeselde, Lomax’ın İstanbul Boğazı’nı eski Sovyet ülkelerinin ve dolayısıyla Rusya’nın dış dünyaya açılması için tek yol olarak gösteren konuşmasının yer alması, kadim “Sovyet Tehlikesi” imajına hala başvurulduğunu göstermektedir.

Hemen hemen yüz yıldır uluslararası hukuk çerçevesinde atılmış pek çok adımın temel düsturu, milletlerarası kararlar alma konusunda eski tip ideolojik refleksleri en aza indirgeme amaçlıdır. 20. yüzyılın ilk çeyreğinde Lenin ve Wilson’ın sunduğu prensiplerden, 1920-1930 arasındaki Milletler Cemiyeti’nin kurulması çabalarına kadar geçen sürede pek çok kez “beynelmilel” kongre ve konferanslarda bütün dünya ülkeleri yerini almıştır. Bu çabalar çoğunlukla Sovyet Sosyalizmi ve Amerikan Kapitalizminin mücadele alanı olarak görülse de yeni düzen, ülkeleri konuşmaktansa dünyayı ilgilendiren konuları tartışmayı salık veriyordu. Bu sebeple yaşanmış iki büyük dünya savaşının yıkıcı etkileri göz ardı edilemeyecek kadar büyük olsa da devletler arası krizlerde, silahlanmanın ve savaş seçeneğinin, hatta diplomasinin dahi yetersiz kaldığı anlaşılmıştır.

Kanal İstanbul Projesi’nin Karadeniz’de aşırı silahlanmaya sebep olacağı düşüncesinin aslında konuyu bağlamından kopardığını söylemek mümkündür. Silahlanmayı sınırlandıracak olan formül herhangi bir projenin uluslararası arenada yaratacağı yankı değil, imzalanmış mevcut sözleşmelerin gerek duyulduğunda yeniden ele alınması olmalıdır. Ayrıca geçmiş uluslararası sözleşmelerin imzalanış süreçleri incelendiğinde, sözleşmelerin gündeme gelişinin silahlanma yarışının bir sonucu olduğu görülmektedir. Bu nedenle belgeselin belli bölümlerinde dile getirildiği gibi, Kanal İstanbul’un yapılması sebebiyle Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin ya da boğazları ilgilendiren diğer sözleşmelerin yeniden gündeme gelmesinden çekinilmesi ya uluslararası hukuk normlarına ya da hukuki yeterliliğimize güvenilmediğini ortaya çıkarmaktadır. Unutulmamalıdır ki Lozan Konferansı’nın özellikle boğazlar oturumunda, Türkiye ve Sovyet Rusya’ya karşı mağrur ve ceberut bir tavır sergileyen Britanya Hükümeti, 1936 konjonktüründe Türkiye’nin diplomatik azmine karşı çaresiz kalmıştır. Bunda elbette Sovyet talepleri de etkili olmuştur. Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin kendi iç kararlarına “büyük devletler” kaygısıyla şerh koymak, aslında yaşanacak doğal tehlikeyi azımsamayı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin yüz yıllık dış politika tecrübesine güvenmemeyi ifade etmektedir.

Belgeselde sıkça vurgusu yapılan diğer bir unsur boğazlarda yaşanan gemi kazalarıdır. Genişliği her anlamda daha büyük olan İstanbul Boğazı’nda yaşanmış gemi kazalarının dar bir kanal ile çözülebileceği düşüncesi, Deniz Harp Okulu Eski Komutanı Türker Ertürk tarafından belirtildiği gibi, mantık dışı görünmektedir. Dünya üzerinde yaşanmış deniz kazalarının genel sebepleri ile ilgili bir istatistiğe baktığımızda en önemli sorunları; %20 hava muhalefeti ve %20 ile teknik arızalar oluşturmaktadır. Bu araştırmada akıntıların oluşturduğu kaza sebebi ise %0 olarak görülmektedir (Gökçek, s. 3). Boğaziçi’nde güçlü akıntıların varlığı bilinen bir gerçek olsa bile bütün bu doğal etkenler, doğanın değiştirilmesiyle değil, geçiş güvenliğinin sağlanması ve öncü tedbirlere başvurularak çözülebilecek konulardır.

Sonuç olarak Kanal İstanbul Projesi’nin uluslararası hukuk çerçevesinde değerlendiren belgeselde, “Hangi uluslararası hukuk?” sorusu önem kazanmaktadır. Projenin, İstanbul’daki su kaynaklarına, toprak yapısına, tarımsal kapasitesine ve daha da önemlisi deniz yaşamı ve popülasyonuna yapacağı tahribatı gözler önüne sermek ya da yeniden düşünmek somut ve yerinde bir karar olacaktır. Kanal, Arnavutköy, Esenyurt ve Başakşehir gibi semtleri ortadan keserek Kuzey Marmara’daki Durusu, Karaburun, Terkos, Baklalı gibi mahalle ve kasabalardan geçecektir. Hâlihazırda yapılmış 3. Havalimanı ile hayvancılıkta büyük zararlar görmüş olan köyleri yeni zorluklar beklemektedir. Bu nedenle Uluslararası Çevre Hukuku’nun, İnsan Çevresi Bildirisi (1972) gibi sözleşmelerin önemini ortaya koymak ve mevcut ihtiyaçlarını tartışmak elzemdir.

 

BERKAY KOÇAK

Uluslararası Hukuk Staj Programı

 

Referanslar

[1] GÖKÇEK, Elif,  Dünya’da Bilinen Deniz Kazalarına Genel Bakış ve Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığına Ait Kıyı Tesislerine İlişkin Acil Müdahale Planı ve Risk Değerlendirmesi Çalışmaları, s.3

Haftalık Sivil Toplum Bülteni / 30 Nisan- 7 Mayıs

0

 

Eğitim Reformu Girişimi- İÖK Buluşmaları Başlıyor 

Eğitimde İyi Örnekler Konferansı’na başvurular devam ediyor. Başvuru sürecine dair tüm detayları konuşmak ve sürece dair soruları yanıtlamak için İÖK öğretmenleriyle Zoom üzerinden toplantı yapılacak. İÖK öğretmenlerinin konferansa nasıl başvuru yapılacağına dair deneyimlerinden yararlanmak için İÖK Buluşmalarına davetlisiniz. 

Başvuru sürecine dair tüm detayların konuşulacağı İÖK Buluşmalarına istediğiniz günü seçerek kaydolabilirsiniz.

Son Başvuru Tarihi: 7 Mayıs 2021

Eğitim Kanalı: Zoom

Başvuru ve Detaylı Bilgi için:  https://www.egitimreformugirisimi.org/iok-bulusmalari-basliyor/ 

 

Habitat Derneği- Çevrimiçi Güvenlik Eğitimi

Dijital dünyayı daha güvenli kullanmak için Kontrol Bende Projesi kapsamında online olarak verilecek Çevrimiçi Güvenlik eğitimine katılabilirsin. 

Eğitim Tarihi: 1 Mayıs 2021

Eğitim Saati: 14:00

Eğitim Kanalı: Online Platformlar

Başvuru ve Detaylı Bilgi için: 

https://habitatdernegi.org/blog/kontrol-bende-projesi-cevrimici-guvenlik-egitimi-8/ 

 

Sivil Sayfalar- Sivil Toplum Haberciliği Atölyesi Düzenliyor! 

Sivil Sayfalar, ‘European Endowment for Democracy’ desteğiyle STK temsilci ve gönüllüleri ile yerel medya çalışanları için Sivil Toplum Haberciliği Atölyeleri düzenliyor. 

Eğitim Tarihi: 7 Mayıs 2021

Eğitim Saati: 14:00-16:00

Eğitim Kanalı: Online Platformlar

Başvuru ve Detaylı Bilgi için: 

https://www.sivilsayfalar.org/2021/04/22/sivil-sayfalar-sivil-toplum-haberciligi-atolyesi-duzenliyor/ 

 

Toplumsal Bilgi ve İletişim DerneğiDijital Şiddet ile Mücadele Wiki Maratonu

Toplumsal Bilgi ve İletişim Derneği (TBİD), Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu (UNFPA) Türkiye’nin finansal desteğiyle yürüttüğü “Dijital Şiddet ile Mücadele Projesi” kapsamındaki etkinliklerine, düzenleyeceği “Dijital Şiddet ile Mücadele Wiki Maratonu” ile devam ediyor.

Eğitim Tarihi: 2 Mayıs 2021

Eğitim Saati: 13:00- 16:00

Eğitim Kanalı: Online Platformlar

Başvuru ve Detaylı Bilgi için: https://dijitalsiddet.org/wikimaraton/

 

İklim Haberciliği Ağı- Covering Climate Now Direktörü Mark Hertsgaard ile İklim Krizini Haberleştirmek

Covering Climate Now Direktörü Mark Hertsgaard’ın katılacağı webinara davetlisiniz. Webinarda Biden’ın İklim Zirvesi Nasıl Geçti? Medyada İklim Aciliyeti Nedir? Nasıl İklim Habercisi Olunur? konularına yer verilecek.

Eğitim Tarihi: 4 Mayıs 2021

Eğitim Saati: 20:00

Eğitim Kanalı: Zoom

Başvuru ve Detaylı Bilgi için: 

https://docs.google.com/forms/d/e/1FAIpQLScRkyFclJ0ILyl7yYvvSFWzoUN4CDwgTAktll0NV0S8XwISxg/viewform?usp=send_form

 

Matrix Gelişim Merkezi- Terapistin Arka Bahçesi ‘ Ben ve Ötekine Dair’

Eğitim Tarihi: 2 Mayıs 2021

Eğitim Saati: 21:00

Eğitim Kanalı: Google Meet

Başvuru ve Detaylı Bilgi için: https://www.instagram.com/p/COOD7bsDY3M/?igshid=19oc9verm9s9g

 

Save the Children- Save the Children Gönüllü Eğitmenlerini Arıyor!

Save the Children Antakya Toplum Merkezi Eğitim projesi için gönüllü eğitmenlerini arıyor.

Eğitim projesi kapsamında 2020-2021 eğitim öğretim dönemi içerisinde 11-18 yaş aralığındaki okul dışı kalmış, okulu bırakma riski bulunan mülteci ve ev sahibi ergenler için Eğitime Destek Kursları açılacaktır.

Bu kapsamda gönüllü arkadaşlarla birlikte eğitimde fırsat eşitliği sağlamak hedefleniyor.

Gönüllü başvuru CV ve Motivasyon Mektubunuzu [email protected] mail adresi üzerinden yapabilirsiniz.

 

Habitat Derneği- Dijital Okuryazarlık ve Dijital İçerik Üretimi Eğitimi

Eğitim Tarihi: 30 Nisan 2021- 1 Mayıs 2021

Eğitim Saati: 21:00

Başvuru ve Detaylı Bilgi için: https://form.jotform.com/211153241857047

 

 

Hazırlayanlar: Banu TÜYSÜZ, Ecem GÜVEN, Gizem AŞAR

TUİÇ Akademi Sivil Toplum Çalışmaları Birimi

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Post-Kolonyal Teori Çerçevesinde Ortadoğu Tarihi Üzerine Genel Bir Bakış

ÖZET

Endüstri devrimi sayesinde teknoloji ve ekonomi alanlarında büyük gelişmeler kaydeden batı devletleri, enerji kaynaklarının bolluğu, ticaret yollarının varlığı ve insan gücü özelliklerine binaen Ortadoğu’ya ilgisini artırmıştır. Bu anlamda birinci dünya savaşının getirdiği zafer ve Osmanlı İmparatorluğunun yıkılması suretiyle bölgede oluşan hegemonya açığını bölgeyi kolonize ederek ve çıkarları etrafında şekillendirerek kapatmış olan Batı devletleri ayrıca yeni bir siyasi yapı oluşturmuşlardır. 1916 Sykes-Picot anlaşması ile tam anlamıyla başlayan süreç, tek devlet altında birlikte yaşayan Arap toplumunu birbirinden ayırmış ve siyasi veya sosyal yapı dikkate alınmaksızın birçok Arap devletinin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Ekonomik sömürü ağını genişleterek emperyalizm projesini de devreye sokan batı, sosyal anlamda da kolonileştirme uygulamalarına devam etmiştir. Bu anlamda bölgenin ismini dahi belirleyen kolonyal güçler, bölgenin kimlik ve kültürel özelliklerini oluşturma çabasına girişmiştir. İkinci dünya savaşı sonrası SSCB ile birlikte başat güç konumuna gelen ABD ise bayrağı devraldığı Avrupa devletlerinin kolonileştirme uygulamalarını bir üst safhaya çıkarmıştır. Çıkarları etrafında bölgeyi şekillendirmeye kararlı olan ABD gerek yumuşak gerek sert gücünü bölge üzerinde sergilemekten geri durmamıştır. Bu düzlemde ekonomik sömürü düzenini bağımsızlığını kazanmış olmalarına rağmen bölge ülkeleri üzerinde genişletme çabası içine girmiş, siyasi ve askeri boyutların yanında söylem kavramını kullanarak bölgeyi ve bölge toplumlarını ötekileştirme politikalarına hız kazandırmıştır. 11 Eylül sonrası ise sert güç kullanımında ileri aşamaya geçen kolonici güç, bölgenin vekalet savaşları sahasına dönüşmesinin yegâne aktörü konumuna geçmiştir. Arap baharı süreci sırasında ise medya ve uluslararası örgütleri kullanan ABD ve diğer kolonici güçler politikalarını meşrulaştırma amacına girişmişlerdir. Kolonyal dönemde oluşturulmuş yapının bozulmaması için ne gerekiyor ise yapmışlardır. Bu çalışmada Ortadoğu’da yaşanmış olan siyasi, askeri ve sosyal olaylar post-kolonyal teori argümanları çerçevesinde incelenecek olup, kolonyal dönemde oluşturulmuş yapının etkilerinin bölge üzerindeki sürekliliği analiz edilecektir.

Anahtar Kelimeler: Ortadoğu, Kolonileşme, Kolonize, Emperyalizm, Post-Kolonyal Teori

ABSTRACT

Thanks to the industrial revolution, the western states, which achieved great technological and economic development, increased their interest in the Middle East due to the abundance of energy resources, the existence of trade routes and the labor force. In this sense, Western states, which closed the hegemony deficit in the region by colonizing the region and shaping it around their interests, also formed a new political structure, as a result of the victory brought by the first world war and the collapse of the Ottoman Empire. The process that started with the Sykes-Picot agreement in 1916 separated the Arab society living together under a single state and caused the emergence of many Arab states regardless of the political or social structure. The West, which activated the imperialism project by expanding its economic exploitation network, continued its social colonization practices. In this sense, the colonial powers, which even determined the name of the region, attempted to create the identity and cultural characteristics of the region. After the Second World War, the USA, which became the dominant power with the USSR, has taken the colonization practices of the European states and carried it to the next level. Determined to shape the region around its interests, the USA did not hesitate to display its soft and hard power over the region. In this plane, although region states gained their independence, USA and other powers tried to expand the economic exploitation system on the countries of the region, using the concept of discourse besides the political and military dimensions, accelerated the policies of marginalizing the region and the societies of the region. The colonial powers, which advanced in the use of hard power after September 11, are the only actors in the region’s transformation into a field of proxy wars. During the Arab Spring process, the US and other colonial powers, using the media and international organizations, attempted to legitimize their policies. In this study, political, military and social events in the Middle East will be examined within the framework of post-colonial theory arguments, and the continuity of the effects of the structure created in the colonial period on the region will be analyzed.

Key Words: Middle East, Colonization, Colonized, Imperialism, Post-Colonial Theory

1. Giriş

Günümüzde demokrasi, barış ve insan hakları gibi kavramlar sadece batının sahip olabileceği üstün nitelikler olarak görülüyor iken bu kavramlara tezat özellikler diğer devletler ile özdeşleştiriliyor. Bu minvalde batı güçlerinin algısına göre demokratik yönetimlere sahip olmayan, gelişmemiş ve meşruiyeti tartışmalı olan devletler, siyasi, sosyal ve ekonomik anlamda gelişmiş devletler tarafından uluslararası alanda üzerinde politika oluşturma alanını oluşturuyor. Batının sahip olduğu değerleri dünyaya yayma çabası ise bu politikaların önünü açıyor. Bu düzlemde “beyaz adamın yükü” olarak modern olmayan toplumların modernleşmesi, demokrasiye ve insan haklarına sahip olmayanların bu değerlere sahip olması, batı tarafından varoluş görevi olarak sahip olduğu değerleri dünyaya yayma çabalarını meşrulaştıran misyon olarak görülüyor. Batı bölgenin koruyucu gücü konumunu bu değerler bakımından dünya kamuoyuna kabul ettirmeye çalışıyor. Fakat sözde üstün değerlere, nitelikli hukuk kurallarına, siyasi ve ekonomik güce sahip olan batının dünya üzerinde başta Ortadoğu olmak üzere birçok bölgede gerçekleştirmiş olduğu siyasi ve sosyal aktiviteler sadece demokrasi temelli midir? Yoksa bu politikaların altında bir çeşit kolonileştirme politikaları etkisini sürdürmekte midir? Bu düzlemde Ortadoğu tarihinde 1916 yılı Sykes-Picot anlaşması ile gerçek anlamda kurulmaya başlanan koloni düzeni ve dekolonizasyon süreci sonrası bıraktığı etki, bölgede yaşanılan ve batının etkisinin olduğu olaylar çerçevesinde post-kolonyal teori ve teorisyenlerinin öne sürdüğü fikirler çerçevesinde analiz edilip, genel bir çerçeve çizilecektir.

2. Osmanlı İmparatorluğu Sonrası Ortadoğu Kolonyal Tarihi

Ortadoğu barındırdığı tarihsel, coğrafi, sosyal ve ekonomik miras sayesinde her zaman önemli bir merkez olmuştur. Bölgede kurulmuş olan köklü medeniyetler sadece bölgeyi değil dünyanın her yerinde yaşayan toplulukları etkilemiştir. Milyonlarca yıl boyunca farklı kültürden insanları, farklı düşünceleri ağırlayan ve onları benimseyen bölge, her anlamda sahip olduğu sosyal ve tarihi çeşitliliği ile öne çıkmıştır, çıkmaya da devam edecektir. Ayrıca üç kutsal dinin çıkış ve yayılma noktası görevini üstlenmesine binaen dünya halkları tarafından kutsal bir alan olarak görülmesi bölgenin dini anlamda da önemini gözler önüne sermektedir. Önemli bir geçiş merkezi olan bölge daha önce değinildiği gibi köklü medeniyetlere ve imparatorluklara ev sahipliği yapması nedeniyle siyasi ve askeri anlamda da Dünya üzerinde var olan en hareketli bölgelerden birisidir. Bu minvalde savaşlar ve çatışmalar yüzyıllarca süre gelen etkileri nedeniyle toplumların alışık olduğu ve bir nevi bölge halklarının kaderi olarak görülen olaylardır. Tarih öncesi çağlardan beri süre gelen siyasi olaylar nedeniyle bölge üzerinde söz sahibi olan ve bu topraklarda hakimiyet tescil etmeye çalışan topluluklar ise boyuna süre gelen çatışmalar nedeniyle sürekli el değiştirmiştir. Bölgede yaşayan toplumların kaderini bu düzlemde savaş ve masada kazanılan siyasi zaferler nedeniyle bölgeye yabancı sömürgeci ve emperyalist topluluklar dizayn etmiştir. Bölgenin yakın geçmişini incelemek gerekir ise Osmanlı Devleti ve onun bölge üzerindeki etkisi gözden kaçırılmamalıdır. 400 seneden daha fazla bir dönem bölgeye hükmeden Osmanlı İmparatorluğu sahip olduğu gücü sayesinde bölgenin yeniden dizayn edilmesi konusunda çok önemli etkilere sahiptir. Bu anlamda dini açıdan bölge halkları ile aynı sosyal özellikleri taşıyan Osmanlı, bölgenin etnik ve dini yapısını iyi analiz etmiş bu sayede bölgeyi uzun bir süre hakimiyeti altında bulundurmuştur. Ayrıca etnik yapı üzerinde ayrıştırıcı politikalar ile egemenlik kurmaktan ziyade hoşgörü ve ortak inanç temelli politikaların uygulanması bölge halklarının Osmanlı İmparatorluğu egemenliğini kabul etmesine sebebiyet vermiştir. Fakat Osmanlı’nın da bir imparatorluk olması hasebiyle farklı kültürden insanları barındırdığı bir gerçektir. Bu anlamda bütün politikalarının doğru olduğu ve herkes tarafından kabul gördüğü bölgenin analizini yaparken bizleri yanlış yola sürükleyebilecek bir olgudur. Fakat makalenin ana konusunun kolonyal sonrası dönem olmasına binaen bu konu üzerinde durulmayacaktır. Bu düzlemde Osmanlı İmparatorluğunun son dönemlerinde endüstri devrimi sayesinde Batı devletlerinin teknolojik ve ekonomik alanda gelişmesi, sömürgeleşme yarışının başlaması ve bölgede bulunan enerji kaynaklarının keşfedilmesi bölgenin batılı devletler tarafından ilgisini çekmesine neden olmuştur. Buna rağmen Batı devletlerinin bölgeye olan ilgisi çok önceden beri süre gelen bir olgudur. 1798 Napolyon’un Mısır seferi, 1882 İngiltere’nin Mısır işgali, İspanya ve Portekiz’in Kuzey Afrika politikaları ve bölgenin ticari yollar üzerindeki konumu nedeniyle diğer devletlerin girişimleri bu anlamda unutulmamalıdır. Osmanlı İmparatorluğu ise son dönemlerinde güç kaybetmiş olmasına rağmen bölge üzerindeki egemenlik tahsisinin güçlü yapısı, imparatorluk geleneği gereği derin siyasi yapısı ve İslam dini özellikleri çerçevesinde cihat politikalarının bölge üzerinde kabul görmesi, bu anlamda geçmişten beri bölgeye ilgisi olan batı devletlerinin işgalini uzunca bir süre ertelemiştir. Dönemin koşullarında sahada yani savaşta kazanan kuralları belirleyen olması sebebi ile kolonyal güçlerin birinci dünya savaşı sayesinde bölge üzerindeki emelleri gerçekleşmeye başlamıştır. Savaş sonrası Osmanlı İmparatorluğunun yıkılması ile bölgede hakimiyet boşluğunun oluşması, Arap halkalarının siyasi ve sosyal anlamda ayrı amaçlar peşinde koşmaları ve ulus-devlet fikirlerinin daha fazla kabul görmesi bölge üzerinde batı devletlerinin hakimiyetini perçinleyen diğer önemli etmenlerdir.

Bölge üzerinde gerçekleştirilmiş olan her türlü siyasi, ekonomik ve sosyal sömürü analizi ve eleştirisinden önce Ortadoğu kavramının tartışılması ve eleştirilmesi gerekir. Çünkü Ortadoğu kavramı kolonyal güçlerin, özellikle İngiltere’nin bölgeye vermiş olduğu bir isimdir. Bu anlamda daha sonra değinilecek olan kimlikçi-kültürcü kolonyalizm çerçevesinde kolonyalizm’in kimliğe etkisi, kolonyal ve emperyal güçler tarafından bölge için yaratılan ayrılıkçı isimden bile anlaşılabilmektedir. Kolonyal politikalar bu anlamda etki ettiği bölgeye siyasi ve ekonomik anlamda etki ettiği kadar kültürel ve kimliksel anlamda da etki eder ve bozulmalara yol açar. Bugün Ortadoğu kavramının geçtiği yerlerin devamında yoksulluk, savaş ve çatışma kavramlarının geçmesi kolonyal dönemin etkisinin hala devam ettiğinin bir göstergesidir. Bunu yaratan emperyal ve kolonyalist batı devletleridir. Bu konuyla bağlantılı olarak kültürel-kimliksel kolonyalizm eleştirileri makalenin devamında bulunmakta olup, Ortadoğu da kolonyal dönemin en temel başlangıç noktası olan 1916 ve sonrası kolonyal dönem, post-kolonyal teori esasları çerçevesinde analiz edilecektir. 1916 yılının önemi İngiltere, Fransa ve Rusya tarafından imzalanan Sykes-Picot anlaşması ile bağlantılıdır, bu anlaşma kolonici devletlerin bölge üzerindeki planlarının ne olduğunun anlaşılması konusunda en güçlü şekilde açığa çıkmış olan kanıttır (Özdemir, 2012). Osmanlı İmparatorluğu döneminde tek devlet altında birlik olarak yaşayan Arap toplumu batılı sömürge devletlerinin bölge üzerindeki çıkarları nedeniyle bu anlaşmaya müteakip birden fazla devlete bölünmüştür. Sınırlar sadece batının planları çerçevesinde onlara hizmet edecek şekilde suni olarak çizilmiştir. Zaten bölgede yaşanan sorunların ana kaynaklarından birisi emperyalist, sömürgeci çıkarlara hizmet edecek şekilde batı tarafından çizilmiş olan bu sınırlardır. Bu anlamda Irak ve Ürdün devletlerinin sınırları İngiliz himayesi ve kontrolü altında, Suriye ve Lübnan sınırları ise Fransa himayesi ve kontrolü altında batılı sömürge güçleri tarafından bölgenin kontrol altında tutulabilmesi ve çıkarlarına hizmet edebilmesi için çizilmiştir (Şahinoğlu, 2017). Bölgede varlığını sürdüren yönetimlerin temel özelliklerine baktığımız zaman ise, yeni kurulmuş olan bu Arap ülkelerinde liderlerin ve alt kademelerin kolonici devletler tarafından makamlara getirildiği aşikardır. Kolonileştirme politikaları bu düzlemde klasik sömürüden daha fazla anlamı içerir. Endüstri devrimi sonrası enerji ve emek ihtiyacı çerçevesinde Marx ve Engels’in ortaya attığı ve bunun için batıyı suçladıkları daha sert ekonomi tabanlı sömürü politikaları uygulayan batı devletleri, Ortadoğu’ya uyguladıkları ve kökten yapıyı değiştirmeye yönelik politikaları sayesinde emperyalizm projesini bir ileri noktaya götürmüşlerdir. Emperyalist politikalar bu çerçevede sadece ekonomik temeli değil siyasal ve toplumsal başta olmak üzere her anlamda kolonizenin sömürülmesinin tümüne işaret eder. Bu düzlemde demokrasi ve medeniyet temsilcisi görevini üstlenmeye çalışan batı devletleri, Cemiyet-i Akvam’ın manda yönetimler hakkındaki tasavvurunu ve onay kararını beklemeden Fransa ve İngiltere gibi devletler başta olmak üzere kendi emperyalist ve çıkarcı hedeflerini perçinlemek için halihazırda bulundukları bölgede otoritelerini daha fazla artırmışlardır (Demirel, 2019). 1922 yılında Cemiyet-i Akvam’ın manda yönetimlerini hukuksal açıdan onaylaması ise o zamanki mevcut durumun ibrasından farklı bir anlama gelmemektedir. Buna rağmen örgüt manda yönetimlere birtakım kısıtlamalar getirmiştir fakat manda yönetimleri bu kararlara çıkarlarıyla ters düşecek olması nedeniyle büyük çoğunlukla uymamışlardır. Çünkü kolonici devletlere göre emperyalist sömürge politikaları uygulamak ve kısıtlamalara uymamak hem batı için hem de bölge için gereklidir. Bu anlamda sömürü düzenin geldiği noktanın analizi ve eleştirisi çok önemlidir. Batı yapmış olduğu kolonileşme politikalarını bugün olduğu gibi o zamanda gerekli görmekte ve kendilerini barış elçisi atfetmektedir. Ayrıca hukuksal açıdan önemli olan kendi kendini yönetebilme ilkesi (Self-Determination Principle) birçok batı devletine (Polonya, Macaristan, Letonya vb.) sağlanıp ve bu devletlere ulus-devlet kurma ve kendilerini yönetebilme şansının verilmesine karşın Arap halklarının çoğuna bu hakkın ikinci dünya savaşı sonrasına kadar “gerçek” anlamda verilmemesi ise post-kolonyal teori çerçevesinde kolonyal dönemin eleştirisinin yapıldığı diğer bir husustur. Çünkü kolonici devletler politikalarını öyle derinleştirmiş ve çıkarlarına öyle bağlanmışlardır ki bölgeyi sadece ekonomik anlamda sömürü alanı olarak görmemişler, bölgeyi siyasal, kültürel ve sosyal anlamda paramparça etmişlerdir. Bunu yaparken kolonileştirme dönemlerinde kolonici devletlerin uyguladıkları ana politikalardan biri olan bölge üzerindeki ayrılıkçı aktörlerle iş birliği yapma politikasını uygulamışlar ve bölgeyi kendi çıkarları etrafında dizayn etmişlerdir. Mekke imamı Şerif Hüseyin önderliğinde Arap halkına İngiltere tarafından vadedilen ve tek çatı altında kurulacak olan bağımsız Arap devleti, kolonici devletlerin bölge üzerinde ayrılıkçılarla yaptığı ve milliyetçilik düzleminde bölgesel değerleri sömürmeleri açısından önemli bir örnektir. Çünkü vadedilmiş bu devlet kolonici devletler tarafından çıkarlarına ulaşmak için sadece bir söylem olarak kalmaktan ileriye gitmemiştir. Zaten daha önce de bahsedildiği gibi sınırlar batı devletleri tarafından bölge gerçeklerinin dışında çizilmiştir. Bölgenin kontrolünü kaybetmemek ve bölgede kontrolü düzeyli şekilde sağlamaya çalışmak için ise İngiltere ayrılıkçı aktörleri kullanmaya devam etmiştir, bu anlamda İbn-i Suud ile anlaşma yapmış, Şerif Hüseyin’i ise Arabistan Kralı olarak kabul etmiştir (Sağlam, 2014). Bu sayede Irak ve Suudi Arabistan gibi devletler sömürge güçleri tarafından yönetilen birer aktör görevinin dışına çıkamamışlardır. Bunun asıl nedeni ise kolonici devletlerin Arap topraklarında uygulamaya çalıştığı ulus-devlet politikaların bir sonucudur, çizilen sınırlara binaen Arap devletlerinde sorunlar çoğalmış, uluslararası sistemde bulunan anarşi sorunu bölgede en gerçek haliyle yaşanmıştır. Bu sorunlar sadece bölge halkları arasında kaosa neden olmamış, batılı devletler karşısında milliyetçi fikirlerini de yeşertmiştir. Irak milliyetçiliği bu anlamda uygun ve en önemli fikirleri barındırmış fakat kendilerine karşı gerçekleştirilen bu tarz olaylarda, ayrılıkçı aktör ve değerler kapsamında yüzyıllardır devam eden bölge içindeki mezhep tartışmaları, batı devletleri tarafından bölge siyasetinde körüklenmiş ve bölge dengede tutulmaya çalışılmıştır. Ayrıca daha önce bahsedilen ve ayrılıkçılar ile yapılan anlaşmalar sayesinde bölgeyi etkileri altına almışlardır. Kolonize devletlerin liderleri ise hayal peşinde koşarak İngiltere ve Fransa ile çok yakın ilişkiler sürdürmüş bunun karşılığında da “sözde” bağımsızlıklarını kazanmışlardır. Son olarak İkinci dünya savaşına kadar devam eden dönemde kolonyal devletlerin politikaları ve ana amaçları değerlendirilecek olursa, gittikçe artan ekonomik gelişmeleri bölgede bulunan doğal kaynaklar ve emek gücü ile perçinlemek, bölgede bulunan Süveyş Kanalı ve Hürmüz Boğazı başta olmak üzere ticaret yollarının güvenliğini sağlamak ve küresel çıkarlarını güvence altına almaktır. Bu amaçların gerçekleştirilmesi icabında ise bölgede ki gruplar ile ortaklıklar kurulması ana politikalar olarak değerlendirilebilir (Sağlam, 2014).

İkinci dünya savaşı ise bir Avrupa kıtası içi güçleri arası başlayan savaş olmasına rağmen giderek genişlemiş ve orta doğuya yayılmıştır. Bu anlamda İtalya ve Almanya’nın Afrika kıtasında gerçekleştirdiği aktiviteler sonrası İngiltere ve Fransa karşı tarafın politikalarına cevaben Irak ve Suriye başta olmak üzere bölgeyi tekrar işgal etmiştir. Savaş sonrası dönemde ise dünya siyasi sisteminin değişmesi, İngiltere ve Fransa’nın güç kaybı yaşaması ve dekolonizasyon sürecine gidilmesi bölgenin her anlamda yeniden gündeme gelmesine sebep olmuştur. İngiltere ve Fransa bölgede kolonizelerini elinde tutmaya devam etmiş fakat savaşın getirdiği ekonomi başta olmak üzere her anlamdaki yıkım siyasi dengenin değişmesine sebep olmuştur. Ayrıca 1947 yılı sonrası Doğu Asya’da başlayan bağımsızlık akımları ve 1955 Bandung Konferansında Doğu Asya ve Afrika ülkeleri tarafından kolonicilere karşı yükselen sesler İngiltere başta olmak üzere her aktörü etkilemiştir. Savaş sonrası dönemde güç kaybeden Avrupa devletleri dekolonizasyon sürecine gitmişlerdir. Bu dönem post-kolonyal yani kolonyal sonrası dönemi işaret etmektedir. Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği ise savaş sonrası dünyanın yeni hâkimi konumuna yükselmişlerdir. Bu anlamda iki güç soğuk savaş öncesi ve soğuk savaş döneminde her alanda olduğu gibi Ortadoğu üzerine de politikalarını empoze etmeye, yeni nesil bir koloni düzeni kurmaya başlamışlardır. ABD’nin bölgeye olan ilgisi daha öncelere dayanmaktadır. 1936 yılında Sykes-Picot anlaşmasını resmen kabul eden ABD, ikinci dünya savaşı sonrası bölge ile yakından ilgilenmiş ve bölgeyi yeniden oluşturmaya yönelik politikalar uygulamıştır. Çünkü her ne kadar Atlantik Bildirgesi çerçevesinde Ortadoğu halkları kendi kaderlerini tayin edebilme ve bağımsız olma hakkını kazanmış olsalar bile her anlamda “güçlü devletlere” ihtiyaç duyuyorlardı. Bağımlılık ve Dünya Sistemi teorilerinde de sık sık karşımıza sunulan bu durum kolonize devletlerin her zaman yaşamak zorunda olduğu durumu çok net şekilde açıklamaktadır. Bu anlamda gelişmiş veyahut hiç sanayii olmayan, güçsüz ekonomik göstergelere sahip, siyasi ve sosyal anlamda da ayrıştırılmış olan Ortadoğu ülkeleri, her anlamda güçlü olan ABD ve diğer devletlerin yardımına ihtiyaç duydu. Kolonici devletler ise “beyaz adamın yükü” misyonunu benimseyerek koloni düzenini genişlettiler, meşrulaştırma alanı buldular ve yeni bir çeşit kolonyalist politikalar uyguladılar. Post-kolonyal yani kolonileşme sonrası dönem olan bu dönemde Ortadoğu her anlamda Post-kolonyal teorinin önemli şahsiyetleri olan Edward Said, Dirks ve Spivak tarafından da öne sürüldüğü üzere kolonileşme döneminin etkilerinden kurtulamamıştır. Çünkü ABD ve diğer güçler her anlamda emperyalist kolonileştirme politikalarından geri adım atmamış, kolonizenin kimliğini yeniden dizayn etmiş, Spivak’ın eserinde önemli bir noktaya işaret eden ve kolonizeleri temsil eden Madun’un konuşmasına izin vermemişlerdir.

İkinci dünya savaşı sonrası dönemin değişen koşullarına müteakip başat aktör konumuna yükselen ABD ve politikaları, kolonyal ve post-kolonyal dönemin analiz edilmesi açısından önemlidir. Bu anlamda ABD öncülüğünde bölgede gerçekleşmiş olaylar bizlere kolonyal dönem sonrası dönemin değerlendirilmesinin ve etkilerinin analizini yapma açısından kolaylık sunacaktır. Bu minvalde birinci dünya savaşı öncesi genel anlamda din okulları ile bölgede var olan ABD, ikinci dünya savaşı sonrası bölge için en önemli karar vericilerden biri haline gelmiştir. Bu dönem için birinci dünya savaşı öncesinden ikinci dünya savaşına kadar olan dönemde İngiltere ve onun rolü için ne söylenmiş ise bu dönem sonrası ABD içinde aynısı söylenebilir. Kendi çıkarları için emperyalist bir koloni düzeni yaratan ABD, bölgenin yeniden dizayn edilmesi konusunda bütün yükü omuzlamıştır. Bölgede bağımsızlık hareketlerini tetikleyecek milliyetçi politikalara ise izin vermemeye büyük gayret sarf etmiştir. İran başbakanı Musaddık’ın milliyetçi politikalarının sonucu olarak ABD çıkarları ile uyuşmaması nedeniyle görevden uzaklaştırılması ve Şah’ın güçlendirilmesi ve bu sayede ABD’nin İran petrolleri üzerinde hak sahibi olması, ABD’nin bölge üzerindeki politikalarının ilk sert yansımalarından birisidir (İşler, 2018). Ayrıca bölgede aynı ırk fakat farklı devlet altında yaşayan Arap toplumun hali hazırda bulunan sorunlarının üzerine İsrail devletinin İngiltere ve ABD öncülüğünde konulması ile bölge sert bir iklime girmiş ve kaderi savaş olan bölge kolonici devletlerin etkisiyle kaderlerine bir kez daha boyun eğmiştir. Arap-İsrail savaşları uzun bir dönem bölgenin en hareketli olayları olmuştur. Bölge ve Post-kolonyal değerlendirme için önemli olan diğer bir olay ise Süveyş Krizidir. Mısır’da iktidar olan Nasır, kolonici batı devletlerinin politikalarına uymamayı ve Süveyş Kanalını millileştirmeyi hedeflemiş, bu yönde de politikalar uygulamıştır. Avrupa devletleri ve İsrail’in işgal girişimlerine karşın amacından geri dönmeyen Nasır, bu sayede batı hegemonyasını reddeden Nasırizm pratiğinin doğmasına neden olmuştur. Kolonyal dönemler üzerine değerlendirmeler yapan Frantz Fanon’un fikirleri çerçevesinde bağımsızlık kazanıldığında kolonici ile tüm bağlar kopartılmalı doktrinini uygulamaya çalışan Nasır, her ne kadar koşullar gereği tam başarılı olmamış olsa bile işaret fişeğini ateşlemiştir. Mısır ekseninde tüm Ortadoğu’ya verilen mesaj sen beyaz adam değilsin, beyaz adam gibi olmaya çalışma şeklindedir. ABD’nin kolonyal dönem sonrası politikalarına geri dönecek olursak, Başkan Eisenhower doktrini çok önemli bir yer tutar. Başkan tarafından oluşturan politika sayesinde Ortadoğu’ya ekonomik ve askeri anlamda yardımlar yapılması planlandı, bu sayede bölge ABD güdümüne daha fazla girmiş ve Sovyet tehlikesi bertaraf edilmeye çalışılmıştı. Ayrıca 1970 yılında Nixon doktrini sayesinde ABD askeri müdahalelere ara vermeye karar vermiş, ekonomik ve ticari yardımları artırma politikasını uygulamaya koymaya çalışmıştır (Erol, 2010). Bu sayede kolonileştirme politikalarını daha çok yumuşak güç üzerinden uygulamaya başlamıştır. Fakat soğuk savaşın getirdiği siyasi endişeler ve Sovyetler Birliği müdahaleleri sonrası ABD özellikle körfez ülkeleri ile ayrıca ilgilenmiş, Basra körfezine yapılacak girişimleri her anlamda engelleme kararı almıştır. Carter doktrini uygulamaları çerçevesinde bağımsızlıklarını daha önce kazanmış ve Basra körfezine komşu olan körfez ülkelerinin iç işlerine bu anlamda bir kez daha müdahale edilmiştir. Soğuk savaş sonrası ise başat güç konumunu perçinleyen ABD, bölge ülkelerinde neo-liberal temelli ekonomi politikaları uygulamayı hedeflemiş ve bunun için ülkelere çeşitli yardımlar yapmıştır. “Beyaz adam’ın yükü” misyonunu uygulamaya çalışan ABD, bölgede demokratikleştirme çalışmalarını hızlandırmıştır. Söylem ve medya yoluyla bölgenin kimliğini yeniden inşa etmeye çalışmıştır. Ayrıca bölgenin bu tarz ekonomik politikalara hazırlıklı olup olmaması ise ABD tarafından önemsenmeyen bir konu iken, medya kullanımı ile liberal politikaların üstünlüğü vurgulanmıştır. Daha önce Nasırizm akımına Baasçılık akımı da eklenmiş, Irak ABD hegemonyası için tehdit oluşturmaya başlamıştır. Irak’ın Kuveyt işgali sonrası çıkarları tehlikeye giren ABD ise bu olaya BM’yi arkasına alarak müdahale etmiştir. Bu tarihten sonra kendini Ortadoğu’nun koruyucu aktörü olarak gören ABD, çıkarları düzleminde politikalarını uygulamaya devam etmiştir.

3. 9/11 Saldırıları ve Büyük Ortadoğu Projesi

11 Eylül bütün dünya ve özellikle bölge için bir milat, dönüm noktasıdır. Post-kolonyal teorinin öne sürdüğü ve söylem üzerinde yoğunlaştığı fikirleri bu olay sonrasında adeta hayat bulmuştur. 11 Eylül sonrası ABD sert güç kullanımını en üst düzeye çıkarmış ve Afganistan ile Irak’ı işgal etmiştir. ABD Başkanı Bush’un öne sürdüğü şer ekseni (Axis of Evil) doktrinin çerçevesinde bölge adeta kötülükler ile özdeşleştirilmiştir. Ötekileştirme uygulamalarında en fazla kullanılan medya, bu olay sonrası ve günümüzde dahil olmak üzere bölgenin portresini en kötü hatlarıyla çizmiş ve bölgeye yeni bir üst kimlik vermiştir. Terörizm ülke veya millet ayrımı yapılmaksızın bölge ile anılmaya başlamıştır. Kendi politikalarını ise verdiği “Kalıcı özgürlük harekâtı”, “Irak’ı özgürleştirme harekâtı” gibi isimler ile meşrulaştırmaya çalışmıştır. “Demokrasi ve insan hakları” getirme vaatleri ise diğer kullandığı söylem üzerinden ötekileştirme politikalarıdır. Bu politikalar ve harekatlar sonrası gerçekleştirilen eylemler ise bölgenin daha da karmaşıklaşmasına sebep olmuştur. Uzun dönemdir uygulanmaya çalışılan ve akıllarda olan Büyük Ortadoğu Projesi ise tam anlamıyla uygulanmaya başlamıştır. Amaç petrolün güvenli bir şekilde Avrupa ve Amerika’ya aktarılması, İsrail’in güvenliğin tam anlamıyla sağlanması, bölgenin ABD’ye daha fazla bağımlı hale gelmesi ile birlikte Ortadoğu’nun siyasi, ekonomik ve etnik yapısı başta olmak üzere her anlamda yeniden “tasarlanmasıdır”. Bu anlamda kimlikçi-kültürcü kolonyalizm’in daha önce öne sürdüğü kolonizenin kimliğinin ve kültürünün kolonici tarafından oluşturulduğu tezi ve Memni’nin öne sürdüğü fikirler ışığında koloniciye göre kolonize kendi başının çaresine ondan yoksun biçimde bakamaz fikirleri, bölgenin 11 Eylül saldırısı sonrası maruz kaldığı kolonyal dönem sonrası etkilerin aslında hala devam ettiğinin bir kanıtıdır.

4. Arap Baharı ve Kolonyal Dönem İlişkisi 

2011 yılında Tunus’ta başlayan Arap Baharı rüzgârı kısa zaman içinde bütün Arap dünyasına yayıldı. Birçok toplumsal olayın üst benliğinde gizli olan nedenler genel anlamda ekonomi ile alakalı olsa da alt benliğinde sadece ekonomik neden barındırmaz. Bu anlamda Arap Baharı hareketi işsizlik, yoksulluk, kötü ekonomik göstergelerin bir sonucu olarak ortaya çıksa bile gittiği nokta siyasi ve toplumsal anlamda bir başkaldırı halini almıştır. Çünkü Arap halkının istekleri ekonomi ile sınırlı olmayıp, Ortadoğu’da sisteminin yeniden dizayn edilmesi konusu ile ilgilidir. Ortadoğu’da liderlerin çoğu halk ile bağlantısı kopmuş, kolonyal devletler ile bağlantıları hat safhada olan liderlerdi. Devletlerin düştüğü durum ise “rentier state” devletlerin özellikleri gereği halk ile bağı olmayan, petrole dayalı özellikler içermekteydi. Bu duruma bir başkaldırı olan Arap Baharı isyanları ayrıca son yüz yıldır “Arap-Müslüman dünyası demokrasiden anlamaz” algısına karşı ise birçok gösterinin ilk başlarda “Avrupalı elitler” gibi olması toplumsal anlamda da olan bir başka başkaldırının diğer eseridir. Daha önce bahsedilmiş olan Sykes-Picot anlaşmasının getirdiği yıkımı sorgulayan özellikleri barındıran Arap İsyanları batının hegemonyasını sarsmaya başlamıştı ki Libya müdahalesi geldi. Fransa önderliğinde BM’nin Libya müdahalesi Arap Baharı isyanlarının seyrini değiştirdi. Bu anlamda isyanlara batı tarzı yeni bir kimlik kazandırdı ve Ortadoğu halklarının isyanını şiddete yöneltti. Oysa “batı ilkeleri” gereği kolonyalist devletlerin liderleri bu olayları bölge ve bölge halkları için bir şans olarak görüyordu. Fakat Ortadoğu topraklarında liderlerin tek tek düşmeye başlaması, Tunus ve Mısır başta olmak üzere seçim ile yeni yöneticilerin göreve gelmesi batı hegemonyasını sarsmamalıydı. Bunun için Libya müdahalesine ek olarak medya ve söylem araçları kullanarak batının bölgeye hareketlenmesi sağlandı. Uluslararası örgütler ise bu kararları meşrulaştırma aracı görevini gördü. Bölge ülkelerine silah satışlarını artırdı. Kolonyal dönem etkileri üzerine çalışmalar yapan Homi Bhabba’nın teorileri çerçevesinde “taklitçilik” kolonizeler üstünde önemli bir etki içerir. Bu anlamda batı, üçüncü dünya ülkelerine demokrasi, insan hakları, kapitalizm ve çağdaşçılık çerçevesinde batı gibi olma vurgusu yapar, bu etkilemeler üçüncü dünya ülkelerini batıyı taklit etmeye iter. Bu ülkeler batı da ne varsa kendi sosyal ve siyasal yapılarına dikkat etmeden uygulamaya çalışır. Bu durumun sonucunda birçok değer altında bu ülkeler batı hegemonyası altına girer, batı ise çelişkili olmasına rağmen üçüncü dünyanın tam kendisi gibi olmasını asla istemez. Yani batı ile “neredeyse aynı ol fakat eşit olma” ilkesi batının benimsediği bir ilkedir. Bu anlamda Arap isyanlarının başlangıcında ve gittiği süreçte batının sahip olduğu demokratik ilkelerin vücut bulması, liderlerin görevlerini bırakıp seçim yapılması yani kısaca Ortadoğu’nun uykusundan uyanması batı tarafından istenmez. Bunun için bölgeye müdahaleler her anlamda artar. Bu değerlendirmeler bazında Mısır’da Mursi’nin görevinden uzaklaştırılması sonrası yerine Darbeci Sisi gelmesi, Libya müdahalesi sonrası Libya’nın üç parçaya bölünmesi, Yemen ve Suriye’de batı çıkarlarının sağlanması için bölgenin vekalet savaşları alanına dönüşüp, terör örgütlerinin meşrulaşması ve iç savaş’ın bu ülkelerde kronikleşmesi önemlidir. Bu örnekler ve Post-kolonyal dönem üzerine değerlendirmeler yapan Homi Bhabba, Edward Said ve diğer teorisyenlerin düşünceleri çerçevesinde batı hegemonyasına karşı başlayan gösteriler, batının müdahaleleri ile onların istediği hali almıştır. Bu anlamda kolonyal dönemin etkilerinin devam ettiği tezi öne sürülebilecek ve bu hususlar bağlamında kanıtlanabilecek niteliktedir.

5. Sonuç

Uluslararası ilişkiler alanında post-kolonyal teori kolonyal dönemin etkisinin devam ettiği yönündeki fikirler etrafında şekillenerek, bu dönemde yaşanmış olayları sorunsallaştırır. Bu anlamda enerji kaynakları, ticaret yolları ve sosyal özelliklerine binaen kolonyalist ve hegemon devletlerin politika üretme ve uygulama sahası buldukları Ortadoğu, post-kolonyal teori çerçevesinde batı merkezciliğine öne sürdüğü fikirler çerçevesinde eleştiri getirir. Çünkü Osmanlı İmparatorluğunun çöküşü ile Ortadoğu’ya hâkim olan batı, bölgeyi siyasi, sosyal ve ekonomi başta olmak üzere her anlamda bir koloni merkezine dönüştürmüştür. Koloni döneminin temel başlangıç noktası olan 1916 Sykes-Picot anlaşmasından günümüzde devam eden bu dönemin etkileri bölgeyi darmaduman etmiş ve bıraktığı bu derin etkiye sebep olan sorunlar hala sürmektedir. Batı öncülüğünde siyasi yapıya dikkat edilmeksizin çizilen sınırlar, kurulan devletler ve onları yöneten kişilerin batı ile ilişkili olması ise bu dönemde yaşanılan sorunların kökünü oluşturur. Ayrıca edebiyat ve medya alanlarında üretilen eserler ile yeniden oluşturulan Ortadoğulu kimliği, bu etkilerin sadece siyasi ve ekonomi düzeyinde kalmadığını gösterir. Ötekileştirme politikaları ile uygulanmaya ve empoze edilmeye çalışan özellikler, Dünya’nın Ortadoğu’ya olan bakışını değiştirmiştir. Hatta Ortadoğu kavramı bile batı tarafından oluşturulmuş bir kavramdır. Ekonomik anlamda sömürü düzenini oturtan Batı ayrıca kendini sosyal anlamda da bölgeye örnek aktör konumuna yükselterek, sömürü düzeyini ileri noktaya götürmüştür. Bölgede yükselen milliyetçi akımları engellemek, bağımlılığı artırmak için ise her türlü politikayı bölgeye gelecekte bırakacağı etkiye bakmaksızın uygulamaktan çekinmemiştir. “Beyaz adamın yükü” ve “Demokrasi” temelli kavramları ve uluslararası örgütleri kullanarak bu politikalarını meşrulaştırmıştır. Arap Baharı ayaklanmalarında olduğu gibi başta demokrasi temelli giden olayların batının çıkarlarını etkileyebilme kapasitesine sahip olabileceği görüşüyle bölgeye müdahil olmuştur. Bu ve bunun gibi birçok örnekten de anlaşılacağı gibi bölgenin koloni döneminde kurulmuş olan yapısal etkilerden kurtulduğu muammadır. Dekolonizasyon süreci ise sadece fiziksel anlamda bir geri çekilişi simgeler iken bırakılan temel etkiler üzerine bölgenin işleyişi yine başkaları tarafından yürütülmektedir.

Ahmet Yılmaz

Uluslararası İlişkiler Teorileri Staj Programı

KAYNAKÇA:

Acar, A., Aydın H. (2017). Arap Baharı Üzerine Oryantilist ve Marksist Değerlendirmeler, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, 22(2), 511-524.

Akdeniz, S. (1988). Kültür Sömürgeciliği. İstanbul.

Alkış, M. (2019). The Arab Spring: The End of Postcolonialism, Sosyal Bilimler Akademi Dergisi, 2(1), 46-50.

Artizan. (2005). Ortadoğu Tarihi, 2. Bölüm: 1939-1967, Klasik Sömürgeciliğin Bölgeden Çekilişi, Yükselen Arap Milliyetçiliği, http://www.art-izan.org/artizan-arsivi/ortadogu-tarihi-2-bolum-1939-1967-klasik-somurgeciligin-bolgeden-cekilisi-yukselen-arap-milliyetciligi/ (Erişim: 15.03.2021)

Çavuşoğlu, E. (2017). Ortadoğu’da Güçlenen Kolonyal Politikalar, Ortadoğu ve Afrika araştırmaları derneği.

Çelik, A. (2015). Buazizi’den Rabia’ya, Trablus’tan Şam’a Arap Baharının Sonuçları Üzerine Bir Değerlendirme, AKADEMİK YAKLAŞIMLAR DERGİSİ, 6(2), 34-53.

Demirel, A. (2017). ORTADOĞU’DA FRANSIZ EMPERYALİZMİ: FRANSIZ MANDA YÖNETİMİ DÖNEMİNDE SURİYE (1920-1946), Hatay Mustafa Kemal Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Dergisi, 1(1), 69-80.

Gözen, R. (2014). Ulus­lar­ara­sı İlişkiler Teorileri. 405-445. 

GÜLER, E. (2011). Arap Milliyetçiliği: Mısır ve Nasırcılık, Tahrir Meydanı’nda Korkuyu Yenmek. Yazılama Yayınları.

Gündüz, A. (2016). SÖMÜRGECİLİK KAVRAMI VE SÖMÜRGECİ DEVLETLERİN UYGULADIKLARI TAKTİKLER “Ortadoğu Örneği”, Tarih Okulu Dergisi (TOD), 9(15), 763-784.

İşler, A., Savaş, A. (2018). 20. Yy. Uluslararası Güç Odağında Ortadoğu ve Batı Ülkelerinin Gelişmişliğine Tarihsel Bir Bakış, Bitlis Eren Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 7(2), 757-772.

Sağlam, Z. (2014). İNGİLTERE’NİN ORTADOĞU POLİTİKASI. İnsani ve sosyal araştırmalar merkezi

Seth, S (2011). Postcolonial Theory and the Critique of International Relations, Millennium: Journal of International Studies, 40(1), 167–183.

Sinkaya, B. (2016). ORTADOĞU SIYASETINE GIRIŞ: TEMEL FAKTÖRLER, AKTÖRLER VE DINAMIKLER, ORSAM KAYNAK, (1). 

Şahinoğlu, M. (2017). ORTA DOĞU’DA DARBELERİN ARKA PLANI: MISIR ÖRNEĞİ, TESAM Akademi Dergisi, 4(1), 97-131.

Şener, B. (2014). Uluslararası İlişkilerde Hegemonya Olgusu ve ABD Hegemonyasının Siyasal ve Kültürel Kaynağı: “Amerikan İstisnacılığı” Ya da “Açık/Kaçınılmaz Yazgı”, International Journal Of Social Science, 26, 405-420.

Walberg, E. (2014). Postmodern Emperyalizm, Jeopolitik ve Büyük Oyunlar. (Çev. Nurdan Sosyal). İstanbul: Say Yayınları.

Yamak, T., Saygın E. (2017). Ortadoğu’da Kayıp Yüzyılın Son Halkası: Arap İsyanları Sürecinde Kurumların Belirleyici Rolü, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi İİBF Dergisi, 12(2), 113-13.

YAŞAR, N. (2013). Geçmişin Gölgesinde Mısır’da Darbe, Orsam Yayınları. Orsam Rapor No: 168

Zahar, R. (1999). Sömürgecilik ve Yabancılaşma. (Çev. Bayram Doktor). İstanbul: İnsan Yayınları

Haftalık Balkan Bülteni /26-28 Nisan

0

 

Arnavutluk

 

Edi Rama Genel Seçim Zaferini İlan Etti

  • Edi Rama, geçtiğimiz salı günkü Facebook paylaşımında, partisinin parlamento seçimlerini kazandığını duyurdu ve destekçilerini Tiran’daki kutlamalara davet etti.
  • Arnavutluk Merkez Seçim Komisyonu’nun (CEC) sonuçlarına göre, sandıkların yaklaşık yüzde 95’i açıldı. Komisyon, son sekiz yıldır iktidarda olan Rama’nın Sosyalist Partisi’nin, 140 sandalyeli parlamentodan henüz 72 – 73 sandalye kazandığını açıkladı.
  • Lulzim Başa liderliğindeki Demokrat Parti – Değişim İttifakı muhalefet koalisyonunun yanı sıra Arnavutluk Cumhurbaşkanı Ilir Meta’nın eşi Monika Kryemadhi liderliğindeki Sosyalist Bütünleşme Hareketi de muhalefette kalacak gibi gözüküyor.
  • Seçimlere yüzde kaç katılım olduğu henüz yayınlanmadı, ancak seçim komisyonunun son güncellemesine göre 2017 Genel Seçimlerinden daha yüksek bir oran olduğu düşünülüyor.

 

Kaynak: Balkan Insight

Tarih: 27.04.2021

 

Bosna – Hersek

 

Bosna Hersek Federasyonu 2021-2027’nin Kalkınma Stratejisi’ni kabul etti

  • Bosna Hersek (BH) Federasyonu Parlamentosu Temsilciler Meclisi milletvekilleri oy çokluğu ile 2021-2027 Kalkınma Stratejisi önerisini büyük destek geldi.
  • Strateji daha önce Federal Parlamento’daki muhalefetin BHF hükümetini belirlediği belirli hedefler nedeniyle eleştirmesiyle saatlerce süren tartışmalara yol açmıştı. Çağrının uygulanmayacağına dair görüşler duyuldu. Ancak milletvekillerinin çoğu bu stratejik belgeyi desteklemeye karar verdi.
  • Hükümet, bu belgenin önümüzdeki yedi yıl içinde BHF topraklarında kamu politikalarını tanımlayan ve sosyo-ekonomik kalkınmayı yönlendirecek çok sektörlü bir stratejik belge olduğunu belirtti.
  • İlk hedefi, üretkenliği ve istihdamı artırmaya dayalı hızlandırılmış ekonomik kalkınmayı sağlamaktır. İkincisi ise kapsayıcı bir sosyal kalkınma yapmaktır. Üçüncü hedef, kaynakların verimli kullanılarak sürdürülebilir kalkınmayı sağlamaktır. Son olarak, dördüncüsü ise çevresel sürdürülebilirlik sağlanırken hızlandırılmış sosyal ve ekonomik kalkınmayı oluşturmaktır.
  • BH Federasyonu’nun şu ana kadar bir kalkınma stratejisi olmadığı için, hükümet bu önemli belgenin hazırlanmasına ilişkin kararı 13 Eylül 2018’de düzenlenen 156. oturumda kabul etti.

 

Kaynak: klix.ba

Tarih: 26.04.2021

 

Tegeltija: Uluslararası Para Fonu, BH için yeni bir destek programı hazırlıyor

  • Bosna Hersek Bakanlar Kurulu Başkanı Zoran Tegeltija, Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) Eylül ayında halka sunulacak ve 1 Ocak’ta faaliyete geçecek yeni bir destek programı hazırladığını söyledi.
  • Oturumun devamında, BH Bakanlar Kurulu’nun çalışmalarına ilişkin gensoruya atıfta bulunan iki sonuç önerildi. ASDA Milletvekili Jasmin Emrić, Temsilciler Meclisinin Bakanlar Kurulu’ndan salgının neden olduğu ekonomik hasarı 60 gün içinde onarması için bir plan hazırlamasını ve sunmasını istemesini önerse de bu sonuç gerekli çoğunluğu sağlamadı.Bir diğer öneri de imzacıları Predrag Kojović, Nermin Nikšić, Aida Baručija, Sasa Magazinović, Nada Mladina, Zukan Helez, Mirjana Marinković-Lepić ve Damir Arnaut tarafından, yetkideki yetersizliği dikkate alınarak, BH Bakanlar Kurulu Başkanı Zoran Tegeltija’nın görevinden istifa etmesi öne sürülse de sonuç kabul edilmedi.

 

Kaynak: Dnevni Avaz

Tarih: 28.04.2021

 

Vojvodina Özerk Bölge’den Sırp Cumhuriyeti’ne Ziyaret

  • Vojvodina Özerk Eyaleti Başbakanı Igor Mirovic, Milorad Dodik ile Banja Luka’da bir araya geldi.
  • İlişkilerin iyi yönde seyrettiğini belirten Dodik, Kostajnica’da meydana gelen deprem sonrasında yardım yollayan Mirovic’e teşekkürlerini sundu.
  • Igor Mirovic, Milorad Dodik ile yapılan görüşmenin ardından Sırp Cumhuriyeti Başbakanı Radovan Viskoviç ile de görüştü.
  • Viskoviç de yardımlar için teşekkür ederken Vojvodina’nın Sırp Cumhuriyeti için samimi bir dost olduğunu ifade etti.
  • Miroviç ise Vojvodina’nın Sırp Cumhuriyeti vatandaşlarına her türlü konuda yardımcı olabileceklerini vurguladı.

 

Kaynak: Rtrs & Srpska Info

Tarih: 27.04.2021

 

Karadağlı Bakanlar ile Sırp Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Görüştü

  • Sırp Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Zeljka Cvijanovic, Karadağ Ekonomi ve Sosyal Refah Bakanları ile 28 Nisan’da yapılan görüşmede bir araya geldi.
  • Cvijanovic, özel sektördeki mevcut iş birliğinin yolunda olmasından oldukça memnun olduklarını, kurumsal alandaki bağların da güçlenmesi temennisinde bulunduklarını dile getirdi.
  • Yapılan görüşmenin ardından tarafların Banja Luka’da gazetecilere verilen demeçte, bölgesel ve ekonomik bağlantıların daha da güçlendirilmesi yönünde iş birliklerinin devam edeceği konusu vurgulandı.

 

Kaynak: Srpska Info

Tarih: 28.04.2021

 

Hırvatistan

 

Zagreb’de Emek ve Dayanışma Partisi Belediye Başkanı Adayı Planlarını Anlattı

  • Emek ve Dayanışma Partisi’nden Zagreb Belediye Başkan Adayı olan Jelena Pavicic, “Sizinle Birlikte” sloganıyla seçilirse neler yapacağını anlattı.
  • Seçim kampanyasını 5 konu üzerinden yürüteceğini söyleyen Belediye Başkanı Adayı konuları Zagreb’in yeniden inşası, refah haklar, vatandaşın doğrudan karar alma sürecine katılabilmesi, atık ve trafik sorunlarını çözme olarak sınıflandırdı. Çalışmalarını halkla iç içe bir yönetim şeklinde planlayan Pavicic, yönetimin halkın isteklerini direkt olarak iletebileceği dijital sistemlerle yürütüleceğini açıkladı.
  • Başkan yardımcılarının Otto Baric ve Ivica Lovric’in olacağını aktaran Pavicic, yeniden yapılandırma ve kahverengi alan yatırımları ile Baric’in ilgileneceğini söylerken Lovric’in kültür, spor ve eğitim gibi konulara yöneleceğini de ekledi.

 

Kaynak: Total Crotia News

Tarih: 26.04.2021

 

Bakan Butkovic, Dubrovnik-Neretva İlçesindeki liman Projelerini Ziyaret Etti

  • Deniz, Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Oleg Butkovic, Dubrovnik’e giderek liman projelerinin ziyaretini gerçekleştirdi.
  • 26 Nisan’da Dubrovnik’in yeniden yapılandırılması ve Lapad sahil yolunun genişletilmesi projelerinin takibine başladı.
  • Neretva ilçesindeki liman yapımı, bölgede 800 milyondan fazla eden 8 liman ve altyapı projesinden biridir.

 

Kaynak: PortSEurope

Tarih: 27.04.2021

 

Hırvatistan İki Savaş Zamanı Komutanını Sivil Öldürmekle Suçladı

  • Polis, ismini açıklamadığı biri Hırvat biri Sırp olan iki eski komutanı 1991 yılında Lika bilgesinde 35 sivilin öldürülmesiyle ilgili olarak savaş suçu işlemekler suçladı.
  • Polisi bu iki komutanın Hırvatistan’ın Lika bölgesinde astları tarafından 35 sivilin öldürülmesine, 5 sivilin de ağır yaralanmasına, bölge köylerinde büyük tahripler meydana getirilmesine engel olmayarak uluslararası hukuk kurallarına aykırı davrandıklarını belirtmiştir.
  • Bu iki komutan hakkında tutuklama emri çıkarıldığı açıklandı.

 

Kaynak: Balkan Insıght

Tarih: 28.04.2021

 

Karadağ

 

Karadağ Hükümetinden Yeni Yasa Düzenlemeleri

  •  Hükümet bugünkü oturumda, cinsel özgürlüğe karşı tüm cezai suçları kapsayan ve çocukların ve güçsüz kişilerin korunmasını ilgilendiren Ceza Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısını onayladı.
  • Tüm bu suçlar için daha katı hapis cezalarının verilmesi öneriliyor. En ağır suç için faile öngörülen ceza süresi 40 yıl olarak belirlendi. Bu, söz konusu suçlar için iç ceza hukuku tarafından verilen en ağır ceza niteliğindedir.
  • Hükümet bu yasanın çıkarılmasının amacının, sosyal koşullarda acil sosyal ve kriminolojik profilaksi ihtiyacı ve cinsel özgürlüklere karşı suçların potansiyel faillerine karşı önleyici tedbirlere acil ihtiyaç olduğu ve çocukların özel olarak korunması olduğunu dile getirdi. 

Kaynak: CDM 

Tarih: 28.04.2021

 

Kosova

 

Kurti, Arnavutluk Seçimlerinde Oy Kullandı

 

  • Binlerce Kosovalı gibi hem Kosova hem de Arnavutluk çifte vatandaşlığına sahip olan Kosova Başbakanı Albin Kurti, Tiran’daki Arnavutluk parlamento seçimlerinde oy kullandı.
  • Kosova’daki muhalefet partileri, seçimlerde kampanya yürütmesi ve oy kullanması nedeniyle Kurti’yi kınadılar, devam eden salgın üzerine de daha çok odaklanılması gerektiğini söylediler.
  • Kosova Demokratik Birliği LDK başkanı Lumir Abdixhiku, “Her iki saatte bir Kosova’da bir vatandaşın öldüğü bir zamanda, Başbakanımız Tiran’da broşürler dağıtıyor. İki haftadan fazla bir süredir Arnavutluk’u dört kez fakat Kosova Bulaşıcı Kliniğini bir kez ziyaret etti” dedi.

 

Kaynak: Balkan Insight

Tarih: 26.04.2021

 

Kosova, Askeri Tatbikata Katılacak

  • Kosova, ABD Ordusu öncülüğünde düzenlenmiş olan ve NATO’nun Avrupa’daki en büyük askeri tatbikatı olan “DEFENDER-Avrupa” Askeri Tatbikatı’na katılacak.
  • Bu askeri tatbikat, ABD, NATO ve ortak ülkeler arasında, hazırlıklı olma ve birlikte çalışmayı sağlamak amacıyla her yıl düzenlenen çok uluslu bir tatbikat olma özelliğine sahip.
  • Tatbikat hazırlıkları bağlamında, mart ayından beri 1.200 askeri araç ABD’den Avrupa ülkelerine taşındı.
  • Bu yıl yapılacak tatbikatta ise 26 ülkeden toplam 28.000 asker olacak.

 

Kaynak: Kosova Haber

Tarih: 28.04.2021 

 

Kuzey Makedonya

 

Kuzey Makedonya Cumhurbaşkanı, Balkanlar’da Sınır Değişikliğinin Kan Banyosu Yaratacağını Söyledi

  • Euronews’e konuşan Kuzey Makedonya Cumhurbaşkanı Stevo Pendarovski, Balkan bölgesindeki sınırların değişmesinin anında bir “kan banyosuna” yol açacağını söyledi.
  • Stevo Pendarovski’nin yorumları, diplomatik çevrelerde ‘kağıt dışı’ olarak adlandırılan imzasız bir belgenin Sırbistan, Hırvatistan ve Arnavutluk’un Bosna-Hersek, Kuzey Makedonya ve Kosova aleyhine genişlemesini önerdiği haberlerinin ardından geldi.
  • Pendarovski, Kuzey Makedonya’nın sınır değişikliklerini asla kabul etmeyeceğini söyledi ve bu dönüşümlerin getirdiği insani maliyetin dayanılamayacak kadar ağır olduğunu
  • Pendarovski, fikirlerin yaratıcısı kim olursa olsun, AB kurumlarının bu fikirleri kınaması gerektiğini söyledi.

 

Kaynak: Gazeta Express

Tarih: 28.04.2021

 

Freedom House: Kuzey Makedonya, Batı Balkanlar’da Hibrit Sistemden Geçiş Halindeki Ülkeler Arasında Tek Demokratik İlerleme Gösteren Ülke

  • Freedom House’un “2021’de Geçiş Sürecindeki Milletler” başlıklı raporuna göre Kuzey Makedonya, geçiş halindeki bir devlet olarak geçtiğimiz yıl 0.07 puanlık bir iyileşme ile demokratik ilerleme kaydetti, yani bölgedeki çoğu ülkenin aksine demokrasi endeksini 3,75’ten 3,82’ye çıkardı.
  • Bu, raporda analiz edilen 29 ülke arasında ikinci en iyi sonuç, ilk ülke ise Ermenistan. Yine de bu ilerlemeye rağmen, ülke hala “geçiş rejimleri veya melez rejimler” grubunda yer alıyor.
  • Freedom House, tüm Balkan bölgesindeki devletlerin demokrasiden uzaklaştığını ya da kendilerini bir aksilikler ve kısmi iyileşmeler döngüsüne hapsolmuş halde bulduklarını belirtiyor.
  • Kuzey Makedonya aynı zamanda sivil toplum alanında en iyi nota (4.75) sahipken, yargı, bağımsızlık ve yolsuzluk alanlarında en kötü nota (3.5) sahip gözüküyor.
  • Freedom House değerlendirmesine göre, ülkede yolsuzluk hala ciddi bir sorun teşkil ediyor. Söz konusu parlamento üyeleri ve yargı olduğunda, hükümet yetkilileri tarafından yolsuzluğa karşı oldukça geniş kapsamlı bir ‘cezasızlık’ yöntemi izleniyor.

 

Kaynak: Meta.mk

Tarih: 28.04.2021

 

Sırbistan

Sırbistan Cumhurbaşkanı: Belgrad’ın Kosova’yı Tanıyacağını Hayal Bile Etmeyin

  • Sırbistan Cumhurbaşkanı, Kosova Cumhurbaşkanı Osmani’yi ve geçici Priştine yetkililerini Sırbistan’ın Kosova’nın bağımsızlığını tanımasını hayal bile etmemeleri gerektiğini uyardı.
  • “Her şey için onu her zaman suçladıklarını” ve Sırbistan’ı ve kendisine böyle bir soru sorulmasaydı, Osmani’nin açıklamaları hakkında yorum bile yapmayacağını kaydetti.
  • Ahtisaari Planı’nın, eski Finlandiya Cumhurbaşkanı Martti Ahtisaari tarafından önerilen, Kosova’nın statüsünü çözmek için resmi olarak kapsamlı bir teklif olduğunu hatırlatalım.

 

Kaynak: Regnum.ru

Tarih: 28.04.2021

 

Yunanistan

 

Yunan Dışişleri Bakanı Nikos Dendias  Kıbrıslı Mevkidaşı Nikos Anastasiadis’in Cenevre’deki Toplantısı

“Yunanistan ile Kıbrıs Arasında Sürekli ve Yakın Koordinasyon”

  • Yunan Dışişleri Bakanı Nikos Dendias, Kıbrıs sorunuyla ilgili Gayri Resmi Pentagon’un başlamasından önce Cenevre’de Kıbrıslı mevkidaşı Nikos Christodoulidis’in huzurunda Kıbrıs Cumhurbaşkanı Nikos Anastasiadis ile bir araya geldi.
  • Nikos Dendias görüşmeden sonra Twitter’da, “Yunanistan ile Kıbrıs arasında sürekli ve yakın koordinasyon ve Kıbrıs sorununun BM Güvenlik Konseyi kararları ve Avrupa müktesebatı temelinde çözümüne tam destek verilmelidir “ dedi.

 

Kaynak: Atina Makedon Haber Ajansı

Tarih: 27.04.2021

 

Dış Aktörler

 

Yunanistan Aleyhinde Ege’de Geri Gönderme Operasyonları için AİHM’de Dava Açıldı

  • Yunanistan’da faaliyet gösteren sivil toplum kuruluşu “Legal Centre Lesvos”, Ege’den Avrupa’ya geçmek isteyen mültecilerin Yunan güvenlik güçlerince Türkiye’ye geri itilmeleri konusunda Yunan devleti aleyhinde AİHM’e dava açtı.
  • Yapılan açıklamada, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine (AİHM) Yunan devleti aleyhinde 12 Nisan’da sunulan dava dosyasında, Ege’de Yunan sahil güvenlik birimlerinin ülkeye gelen mültecileri geri itme operasyonlarının konu edildiği belirtildi.
  • Dava konusu olan ve 20 Ekim 2020’de yaşandığı aktarılan olayda, Yunan makamlarının Ege’de kötü hava koşulları nedeniyle yardım çağrısında bulunan bir balıkçı teknesindeki yaklaşık 200 düzensiz göçmene şiddet uygulayarak denize terk ettiği vurgulandı.
  • Yunan güvenlik görevlilerin daha önce de Yunanistan’a gelen mültecileri işkence ve küçük düşürücü uygulamalara maruz bıraktığı, hiçbir güvenlik önlemi ve yardım çağırma imkanı olmaksızın denize terk ettiği belirtilen açıklamada, söz konusu davanın LCL’nin bu konuda Yunanistan aleyhinde açtığı 5. dava olduğuna dikkat çekildi.

 

Kaynak: Time Balkan

Tarih: 26.04.2021

 

AB: Balkanlar’da Herhangi Bir Sınır Değişikliğinden Yana Değiliz

  • Avrupa Birliği yetkilileri, Slovenya Başbakanı Jansa’nın AB Konseyi Başkanı Michel’e gönderdiği iddia edilen Balkanlar’da sınır değişikliğiyle ilgili resmi olmayan belgeyi (non-paper) görmediklerini, herhangi bir sınır değişikliğini desteklemediklerini bildirdi.
  • Avrupa Birliği (AB) Komisyonu Sözcüsü Eric Mamer, “AB’nin bu konudaki pozisyonu bellidir. Herhangi bir sınır değişikliğinden yana değiliz. Bence bu artık tamamen unutmamız gereken bir konu. Hangi belge geldiyse, gelecekse veya gelmeyecekse bu meselede tutumumuz çok açıktır.” ifadesini kullandı.
  • Slovenya medyasındaki haberlerde içeriği yayımlanan belgede, Bosna Hersek’in parçalanması, Bosna Hersek’in iki entitesinden biri olan Sırp Cumhuriyeti’nin (RS) Sırbistan’a bağlanması ve Kosova’nın Arnavutluk ile birleşmesi maddelerinin yer aldığı ortaya çıkmıştı.

 

Kaynak: Time Balkan

Tarih: 26.04.2021

 

NATO: Balkanlar’da Sınır Değişikliğiyle İlgili Spekülasyonlar İstikrarı Bozar

  • NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg, Slovenya’nın hazırladığı ileri sürülen resmi olmayan belgeyi görmediğini belirterek, “Sınırların değiştirilmesi hakkındaki spekülasyonlar belirsizliğe katkı yapar ve bölgede istikrarsızlık riskine neden olur.” dedi.
  • Stoltenberg, Balkanlar’da sınır değişikliğiyle ilgili “resmi olmayan belge” (non-paper) hakkındaki haberleri gördüğünü ifade etti. Genel Sekreter, “Görmediğim bir belge hakkında yorum yapamam. NATO için önemli olan Batı Balkanlar’daki güvenlik ve istikrardır. Bu, hem bölgenin hem de Avrupa’nın güvenliği için önemlidir. NATO bölgenin istikrarını farklı şekillerde desteklemektedir.” diye konuştu.
  • Stoltenberg, NATO’nun bölgedeki üyeleri ve ortaklarıyla istikrar için çalışmayı sürdüreceğini vurgulayarak, “Yapıcı diyalog ve uluslararası anlamda tanınan sınırlara saygı gösterilmesi, bölgede istikrar ve güvenliğin sağlanması için en iyi yoldur.” değerlendirmesini yaptı.

 

Kaynak: Time Balkan

Tarih: 28.04.2021

 

Bilcik: Sırbistan’ın AB yolunda reform taahhüdü çok önemli

  • Avrupa Parlamentosu Raportörü Vladimir Bilcik 28 Nisan Çarşamba günü Sırbistan Parlamentosu Avrupa Entegrasyon Komitesi’nin çevrimiçi toplantısının ardından yapılan basın açıklamasında, iç reformlara olan bağlılığın Sırbistan’ın Avrupa Birliği’ne giden yolunun hızlandırılmasında çok önemli olacağını ifade etti.
  • “Avrupa Parlamentosu ile Sırbistan Ulusal Meclisi arasında iyi ilişkilerin geliştirilmesinin önemli bir parçası olduğuna ve nihayetinde Sırbistan’ın AB geleceği konusunda kamusal ve siyasi bir tartışmaya katkıda bulunduğuna inanıyorum” ifadelerini kullandı.

 

Kaynak: N1

Tarih: 28.04.2021

 

 

 

HAZIRLAYANLAR:

Aybüke Koçak, Didem Şimşek, Dilara Nesrin Bulut, Dilek Keçeci, Ece Sumru Güvemli, Elifnur Ayhan, Hatice Deniz Hızal, Hilal Yel, İleyna Savuk, Melisa Agoviç, Rümeysa Güner, Şamil Orhan

TUİÇ Balkan Stajyerleri

Sivil Toplumun Önemli Meslek Alanlarından Proje Koordinatörlerine Dair Uçan Süpürge Vakfı Proje Koordinatörünün Deneyim ve Paylaşımları

Bu röportaj Uçan Süpürge Vakfı Proje Koordinatörü, Ceren Kurt ile yapılmıştır. 

 

1- Uçan Süpürge Vakfı’nın Proje Koordinatörü olmak nasıl bir duygu? Neler hissediyor ve neler yapıyorsunuz?

Harika bir duygu. Sivil toplumla tanışmam 4 yıl kadar önce oldu. 4 yıldır sivil toplum gönüllüsü ve çalışanı olmaktan mutluluk duyuyorum. Her ne kadar şu anki pozisyonum proje koordinatörlüğü olsa da film festivali, etkinlikler ve diğer eylemler içerisinde de sorumluluklarım bulunuyor. Kültür ve sanatın, kadının görünürlüğü ve farkındalık kazanma konusundaki etkisi çok güçlü.  Esasında avukat olsam da lisansıma paralel bir meslek seçimim olmadı. Bu kararımdan da çok memnunum. İnsanları dinlemek, hayatlarına değmek, bakış açısı kazandırmak çok güzel bir duygu ve bu duygularla eve dönmek hayatımı anlamlı kılıyor.

 

2- Sizin gibi projeler ve etkinlikler ile uğraşmak isteyen bireylere ne gibi tavsiyeleriniz olur? Mesleğinizin ve alanın kesişen problemleri var mı?

Mutlaka lisans hayatlarında bir sivil toplum kuruluşunda gönüllü olmalarını öneririm. Bu çok önemli bir konu ancak Türkiye’de sivil toplum konusu hep es geçiliyor. Gençlerin birçoğu sivil toplum konusundan bihaber. İkinci bir diğer konu ise dil öğrenmek. Mültecilerle çalışmak isteyenler için Arapça öğrenmek çok önemli oluyor. Çünkü, dil engeli bazen çevirmenle aşılabiliyor gibi gözükse de bu engel duygu engeli haline gelebiliyor. Herkesin kendini mutlu hissedeceği ve yeteneklerini geliştirip kullanabileceği farklı sivil toplum kuruluşları var. Bu kuruluşlarla tanışmak ve gönüllü olmak için hiçbir zaman geç değil.

 

3- Uçan Süpürge Vakfı olarak etkinlik ve projelerinizi daha çok hangi alanlarda, nasıl gerçekleştiriyorsunuz?

Bizim 2 ana konu başlığımız oluyor: Birincisi, proje ve etkinlikler ikincisiyse festivaller. Proje ve etkinlikler kapsamında çoğunlukla kadın hakları üzerine çalışıyoruz. Çoğunlukla diyorum çünkü çocuk yaşta erken ve zorla evlilikler konusunda uzun yıllar süren bir çalışmamız oldu bu çalışmaya hala da devam ediyoruz. Festivalde ise, kadın yönetmenlerin 24 yıllık bir zaman periyodunda çektiği filmlerin gösterildiği bir uluslararası kadın filmleri festivalimiz bulunuyor. Kadının sinema alanındaki görünürlüğünü artırmak için “24 Yıldır” festivalimiz sürüyor.

 

4- Sizin kendi savunuculuk hayatınız ve aktivizim alanlarınız neleri barındırıyor?

Avukat olmam sebebiyle özellikle dava izleme ve raporlama çalışmaları yürütmeye çalışıyorum. Vakıf içerisindeki savunuculuk birimimizde de bu faaliyetler sürüyor. Stajyer avukatlar, avukatlar, hakimler ve savcılar üzerine de proje önerileri götürmeye çalışıyoruz. Zira hukuk sistemindeki eksiklikler ve ortaya çıkan ihlaller bu konunun ne kadar önemli olduğunu gözler önüne seriyor.

 

5- Eğitim hayatınızın şu an bulunduğunuz konuma ne gibi katkıları olduğunu söyleyebilirsiniz?

Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde hukuk klinikleri çalışmaları gerçekleştirdik. Toplumsal cinsiyet ve hukuk bağlamında sayısız dersler aldım. Şimdi de Hacettepe Üniversitesi Kadın ve Toplumsal Cinsiyet Çalışmaları alanında yüksek lisans yapıyorum. Buralardan öğrendiğim bilgilerin vakfımıza yansıyışı konusunda çok mutluyum. Alanın teorik bilgisini sahaya taşımak, sağlam adımlarla hareket etmeye olanak sağlıyor. Hem hukuki boyut hem de feminist metodoloji bağlamında öğrendiklerimi vakıf çalışmalarında kullanmaya çalışıyorum. Disiplinlerarası bir alanda olmam ekip ve sınıf arkadaşlarımın deneyimlerini de öğrenmeme sebebiyet veriyor. Herkesin sesine kulak vermek ve genelleyici uygulamalardan kaçınarak tüm kadınları anlamaya çalışmak hem eğitim hem de çalışma hayatımın bir parçası.

 

6- Bu röportaj sorularını yanıtlamayı kabul ettiğiniz için teşekkürler.

Ben teşekkür ederim.

 

 

DOĞA BAYRAKTAR

Toplumsal Cinsiyet Staj Programı

Sivil Toplum Kuruluşları ve Yerel Yönetimlerin Kırılgan Gruplar Üzerinden Kadınları Hayata Kazandırmadaki Rolü

 

ÖZET

Küreselleşme çağı ile birlikte günümüzde sivil toplum örgütlerinin faaliyeti giderek artmıştır. Dolayısıyla toplumu yönlendiren, harekete geçiren temel etmen olarak görülmektedir. Sivil toplum kavramının tarihsel süreci incelenmiştir. Eski Yunan’dan 18.yüzyıla kadar devletin bir parçasıydı. Burjuvazinin ortaya çıkmasıyla birlikte sivil toplum, liberal ideolojiye benzer olarak birey ve toplulukların, hak ve özgürlüklerin devletten bağımsız işlemesi gerektiğine varılmasıyla, devletten ayrışma sürecine başlamıştır. Yerel yönetim mekanizmalarının görevi vatandaşların ihtiyaç ve isteklerine yönelik hizmet sistemini geliştirerek uygulamaktır. Günümüz dünyasında özellikle dezavantajlı gruplar olarak adlandırılan kadınlara yönelik hizmetler üzerinde durulmaktadır. Kadınların ihtiyaç ve isteklerine göre, yerel yönetimlerin hizmetleri bu süreçte değişim göstermiştir. Bu çalışma ile yerel yönetimlerin kadınlara yönelik hizmetleri, toplumsal cinsiyet kapsamında değerlendirilmiştir. Toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin kadınların günlük yaşamına etkisi, kadın hareketinin nasıl farklılaştığı incelenecektir. Kadınların her alanda yerel yönetim, siyaset, eğitim, istihdam alanlarında yaşadıkları ayrıma değinilerek, cinsiyet eşitliğini ülkeler bazında değerlendirilmiştir. 

Anahtar Kelimeler: Sivil Toplum, Yerel Yönetimler, Kırılgan Gruplar,Toplumsal Cinsiyet,Kadın

ABSTRACT

With the age of globalization, the activity of non-governmental organizations has increased steadily today. Therefore, it is seen as the main factor that drives and mobilizes society. The historical process of civil society concept has been examined. With the emergence of the bourgeoisie, civil society began the process of separation from the state, with the conclusion that individuals and communities, rights and freedoms should operate independently of the state, similar to liberal ideology. The task of local government mechanisms is to develop and implement the service system for the needs and wishes of citizens. In today’s world, services for women are especially focused on so-called disadvantaged groups. According to the needs and wishes of women, the services of local governments have changed in this process. In this study, the services of local governments for women were evaluated within the scope of gender. The impact of gender inequality on women’s daily lives will be studied, how the women’s movement differs. Gender equality was evaluated on a country-by-country basis,addressing the distinction that women experience in all areas in local government, politics,education, and employment.

Keywords: Civil Society, Local Governments, Fragile Groups, Gender, Woman

1. Giriş

Yerel yönetim ve sivil toplumların toplumun ortak çıkarı üzerine hareket ettiği ve çeşitli yardım eli uzatıldığı bilinmektedir. Ancak bu yardımların yetersizliği birlik olamamaktan kaynaklandığı üzerine şekillenen bu çalışmada öncelikle kurumların yapıları ve grupların çeşitliliği ve kurumların gruplar için ne yapabileceği araştırmanın problemi olarak seçilmiştir. Sosyal yardımların ayrı ayrı kollar ile gerçekleşmeden bir bütün halinde hareket ederek dayanışmanın öneminin artacağına ve yardımların kalıcılığı düşünülerek her iki kuruluşun da birlikte ne tür faaliyetlerde bulunması gerektiğine dair önerilerde bulunarak dezavantajlı grupların hayata kazandırılmasında bir pay sağlamak amacıyla tasarlanmıştır.

Bu çalışmanın ilk iki bölümde, sivil toplum ve yerel yönetimlere genel bir bakış ile yapıları açıklanmaya çalışılmıştır. Ardından dezavantajlı bireylerin kimler olduğuna ve neye göre avantajsız sayıldığı incelenerek toplumsal mücadeleleri aktarılmaya çalışılmıştır. Kırılgan gruplar arasında yer alan ve günümüzde maalesef hala göz ardı edilerek yaşam haklarına dahi müdahale edilmesinden dolayı toplumun daima kanayan yarası olan kadınlara toplumsal cinsiyet temelinde kamusal ve özel alanda kendilerini var etmek için çabalarken daha da kırılganlaştıklarına değinilmiş ve veriler ile desteklenmiş olup farkındalık kazandırmaya çalışılmıştır. Sonuç bölümünde, yerel yönetimler ve sivil toplumların bir bütün halinde çalışarak kadınlar için birlik içinde ne yapılması ve nasıl gelişeceğine dair fikri ilişkiler kurulmaya çalışılmıştır.

2. Sivil Topluma GeneL Bakış

Dünyada 1980’lerde giderek gelişen küreselleşme argümanına bağlı olarak siyasi parti yönetim işleyiş tarzının vahim bir temsil ve meşruiyet krizi geçirmeleri akıbeti, demokrasiye ilişkin meydana gelen tartışmalar, sivil toplum nosyonunun önemini ortaya çıkararak işlevsel sürecine başlamıştır. Sivil toplum, devletin idarî yapılanması dışında, bağımsız, gönüllülük esasına dayalı, bir hukuk sistemine bağlı olmakla beraber kendi iç düzenini kendisi belirleyen, toplumsal ortak bir yaşam alanı olarak tanımlanabilir (Özer, 2008, s. 87). ‘Sivil’ sözcüğü, Latince ‘civis’ kökünden ortaya çıkmış ve ‘yurttaş veya kenttaş’ anlamına gelir. ‘Sivil toplum’ kavramı ise, Fransızca’daki ‘société civile’ den gelmektedir. Bütün bu argümanlara bağlı olarak, sivil kelimesi, aslında, vatandaşlık kelimesi ile ilişkilidir. Dolayısıyla sivil toplum, yurttaşlar toplumu olmaktadır (Talas, 2011). Sivil toplum kavramının tarihsel kökenine bakıldığında Eski Yunan sitelerine kadar uzanan epey eski bir tarihi geçmişe sahip olduğu görülür. Bu kavram ilk defa Aristoteles ile anlam kazanmıştır. Aristo’ya kadar uzanan sivil toplum, devlet ile aynı anlamda kullanılan bir terim olarak karşımıza çıkar. Aristoteles’in bahsetmiş olduğu sivil toplum, hayatın her alanını kapsayan siyasal toplum ile aynı anlama gelmektedir. Bu durum bireylere, devletin yasalarına uymayı ve diğer bireylere zarar vermeden bir arada yaşama gayreti vermektedir. Aile, din, eğitim gibi unsurların hepsi siyasal toplumun ‘polis’ in bir parçası kabul edilmekteydi. Dolayısıyla ‘polis’ bir sivil toplumdur. Aristoteles’in kavramı ile günümüz dünyasının aksine sivil toplum ve devlet arasında bir fark olmamaktadır. Sivil toplum, Aristoteles’in ‘politike koinonia’ olarak tanımladığı yurttaşların, kenttaşların, politeslerin oluşturduğu siyasal bir sistemdir. ‘Koinonia’ dayanışma, dostluk veya etkileşime bakılmaksızın tüm topluluğu kapsamaktadır. Diğer bir ifadeyle ‘Politike koinonia’ ortak hareket etme kabiliyetine sahip, homojen bir sivil toplum düzenidir. Aristo’ya göre, sivil toplum, bireysel çıkarlardan bağımsız, kamusal iyiliği sağlamayı amaçlayan konulan kurallara uygun olarak yönetilen toplumu ifade etmektedir (Aslan, 2010, s. 190). Feodal yapı, meydana gelen burjuvazinin gelişmesinin önünde engel oluşturmaya çalışmıştır. Ekonomik değişimler, toplumsal ilişkiler ve örgütlenmelerde de bir dönüşüm sürecinin yaşanmasını zaruri kılmıştır. 12.yüzyıl ve 19.yüzyıl arasında Avrupa’da yaşanan gelişmeler, ticaretin canlanması ile yavaş yavaş feodal yapıyı dağıtacak kadar etkili olmuştur. Burjuvazinin oluşması ve sanayi devrimi ile beraber gelen ekonomik güç, üretim araçlarında oluşan gelişmeler bu tarihsel sürecin temelini oluşturmuştur. Feodalizmin son kalıntıları ise Sanayi Devrimi ile tamamen ortadan kalkmıştır. Sivil toplum teriminin günümüz halini almasında 12. yüzyıl ile 19. yüzyıl arasında Avrupa’da yaşanan bu gelişmeler etkili olmuştur (Haşlak, 2006). Sivil toplumun ilk kuramcılarından biri olan Hegel, yerel yönetimin sivil toplumun bir parçası olduğunu ifade eder. Hegel, olası bir devlet müdahalesine karşın yerel özerkliğin özenle korunması gerektiğini belirtmiş; sivil toplum kuruluşları çözümlemesinde yerel yönetim ve özel kurum, kuruluşlar bağlamında herhangi bir ayrıma gitmemiştir. Toplum yapısındaki değişim ve gelişim sürecini hızlandırıcı bir etki getiren sivil toplumun yaygınlaşması ve gelişmesi ile demokratik düşüncenin benimsenmesine önemli düzeyde katkıda bulunacaktır. Yerel yönetim ve sivil toplum ilişkisi, kentsel yaşam alanında yerel yönetimlerin demokratikleşmesini sağlamak için kullanılmaktadır. Yerel yönetimler, halka daha yakın yönetim olmaları ve bireyselliğe açık olmalarıyla sivil toplum düzeninin ilerisinde, ancak sivil toplumun gerisinde yer almaktadır. Zira yerel yönetimler, bir yanıyla sivil toplum örgütlerini andırsalar da, siyasal toplumun bir parçasını oluştururlar (Kaypak, 2012).

3. Yerel Yönetimlere Genel Bakış

Kavram olarak yerel yönetim, Kamu Yönetimi Sözlüğü’nde, “merkezi yönetimin dışında, yerel bir topluluğun ortak gereksinimlerini karşılamak amacıyla oluşturulan, karar organlarını doğrudan halkın seçtiği, demokratik ve özerk bir yönetim kademesi, kamusal bir örgütlenme” (Bozkurt ve Ergun, 1998: 258) olarak tanımlanmaktadır. Halkın yönetimde yer alabildiği kamusal bir yerel yönetim aslında siyasal yerinden yönetim ve yönetsel yerinden yönetim olmak üzere iki tür olarak bilinmektedir. Siyasal yerinden yönetim adından da anlaşılacağı üzere tüm yasama, yürütme ve yargı yetkilerinin devletin elinde olup yerel yönetimin söz hakkı olmaması iken yönetsel yerinden yönetim ise yasama ve yargı erklerinin merkezde, yürütmeye ilişkin yetkiler ise yerel yönetime aittir. Yönetsel yerinden yönetim yine kendi içinde ‘Hizmet Yönünden Yerel Yönetim’ ve ‘Yer Yönünden Yerel Yönetim’ olmak üzere ikiye ayrılmaktadır.

İnsanların temel haklarını kullanabilmesi için bir yardım mekanizması biçimindeki yerel yönetimlerin ortaya çıkış nedenleri, işlevleri, yararları bir bütün halinde ve ayrılamaz yapıdadır. “Yerel yönetimler siyasal gücün dağılımını, ekonomi temelli gerçekleşmesi ve sosyal yaşamın devamında önemli kuruluşlardır” (Karakış, 2009, s.31).

Refah devlet anlayışı ilk olarak İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yaygın biçimde uygulanan Keynesyen iktisat politikaları temelinde oluşmuştur. Refah devleti anlayışına göre; vatandaşların belli bir yaşam düzeyinin altına düşmeden yaşayabilmeleri toplumsal özgürlük ve adalet ilkelerinden mahrum kalmayarak kamusal ve özel alanlarda sosyal ve ekonomik haklarının eşit bir şekilde dağılması ve desteklenmesi temeli üzerine kurularak kalkınmanın sağlanması amaçları dahilinde olarak bilinmektedir. Kişilerin sosyal refah programlarından yararlanma hakkı bu bağlamda temel vatandaşlık hakları olarak görülmesi gerektiği anlaşılmalıdır.

Sanayi devrimi ile 20.yüzyılın ikinci yarısından sonra artan göç ile yoğunlaşan kent nüfusunda yerel yönetimlere de ayrıca ihtiyaç duyulmuştur. Çünkü kontrolsüz nüfus politikaları ile artan yoksulluk gibi temel insani ihtiyaçların karşılanamaması ve gecekonduların artmasıyla dezavantajlı gruplarında çoğalarak ihtiyaçların karşılanamama durumu yerel yönetimlerin çözüm olarak görülmesiyle halkın söz sahibi ve yardımların bütüncül olması yerel yönetimlerin önemini arttırmıştır.

Yerel yönetimler kamu yönetimlerinin bir parçası olarak, yerel yönetimin alanına dahil olan halkın ihtiyaçlarını etkin bir şekilde karşılamak için kamu hizmeti sağlayan ve yerel halkı yöneten, siyasal ve toplumsal kuruluşlar olarak bilinmektedir. Siyasal denetim altında olan yerel yönetimlerin yine ortak çıkar amacında olan sivil toplum kuruluşlarının daha özgürlükçü yapısından dolayı birbirlerini tamamlar nitelikte bir bütün halinde hareket ettiklerinde yerel halkın ihtiyacının daha gelecek temelli bir biçimde eşitlikçi perspektifte yararlanarak siyasi organizmalar tarafından denetlenmeden dezavantajlı grupları hayata dahil edebilirler. Sivil toplumun 1970 sonrası dönemde, gelişmemiş ülkeler tarafından ulaşılması gereken bir hedef olarak görüldüğünde sosyal devlet anlayışına uygun olduğu anlaşılmalıdır. Sosyal devletçilikte sivil toplumun örgütlenerek oluşturduğu sivil toplum kuruluşlarının da alt başlıkları gibi yardımcı ve daha çok kişiye yüksek fayda sağlamak için sendikalar, dernekler, hükümet dışı kurumlar ve düşüncelerin özgürce dile getirebileceği alanlara zemin hazırlanmıştır. Bu bağlamda toplumun her kesimini kapsamayı hedefleyen yerel yönetim ve sivil toplum kuruluşlarının birlikte hareket etmesi ve ötekileştirilmelerin yaşanmadığı bir alanda dezavantajlı grupları da hayata kazandırmaktadır.

4. Madalyonun Görül(e)Meyen Yüzündekiler: Kırılgan Gruplar

Türk Dil Kurumu’nun ifadesine göre dezavantajlı “avantajlı olmama” anlamına geldiği bilinmektedir. Yine Türk Dil Kurumuna göre avantajlı olmak ise “üstünlük, kazanım, yarar” anlamına gelmektedir (https://sozluk.gov.tr/). Sözlük anlamlarına bakıldığında dezavantajlı olmanın avantajlı ol(a)mama olarak ele alınarak avantaja bağımlı olarak tanımlanması bir nevi hiyerarşi altında olması ve olması gerektiğinden az, olması gerekenden de faydalanamayarak sınıfsal toplumda alt sınıf olarak anlaşılmasını belirtmektedir. Ötekileştirildikçe görünmez hale gelen dezavantajlı grupların ortaya çıkış sebepleri toplumun var olan insan haklarından yararlanmasının asgari düzeyde dahi olmamasından kaynaklanmaktadır.

Toplumun yararı için hak temelli çalışmaların yapılarak dezavantajlı grupların oluşmasını önleyen Sosyal devlet anlayışı bulunmaktadır. Sosyal refah devletin toplum için amaçlarına bakıldığında; öncelikle toplumda yer alan herkese asgari düzeyde gelir garantisinin olacağıdır. Ardından olası bir hastalık, işsizlik ve afet olaylarında risklerden olumsuz etkilenmemeleri için destek alarak güvence altına alınması ve statü fark etmeksizin toplumdaki bütün bireyleri en iyi yaşam standartları ile yaşaması için uygun alan ve yaşam koşullarının oluşturulacağı, sosyal adaletin sağlanabileceği eşit hakların dağıtımına yönelik amaçları bilinmektedir. Sosyal Devlet modelinin amaçlarından da anlaşılacağı üzere; toplumdaki bireylerin ötekileştirilmeden hayata kazandırılması yönünde çalışmalara öncülük sağlamaktadır. “İlk olarak 1941 yılında Archbishop Temple tarafından kullanılan sosyal devlet terimi, sosyal refahın optimizasyonu amacıyla devletin ekonomiye aktif ve kapsamlı müdahalelerde bulunmasını öngören bir devlet anlayışını açıklamaktadır” (Yay, 2014, s.148). 1961 Anayasası ile sosyal devlet modelinin benimsenmesi ancak 1980 dönemlerinde değişime uğradığı ve bunun sebebinin de ekonomik düzlemde krizlerin yaşanması olduğu bilinmektedir. Krizlerin toplumun yapısını etkilemesi ile eşitsizliklerin ve sınıflar arasındaki çizgilerin daha belirgin bir biçimde olması tarihsel perspektifte 1970 sonrası neo-liberal politikalar ile yaşanan petrol krizinin öncülük ettiği ekonomik kriz ile birlikte sınıflar arası eşitsizliğin sosyolojik bağlamda belirginleştiği bilinmektedir. Yaşanan krizin sonucu olarak insan haklarının değişiminden ve eşitsizliğinden bahsetmek mümkündür. 

Sosyal refah devletinin yaşanan ekonomik temelli krizler ile değişime uğradığına kısaca değindikten sonra değişim sonucunda oluşan kırılgan grupların kimler ve nasıl çeşitlenmesi ise toplumun yapısına göre ülkelerde farklılık göstermektedir. Dezavantajlı grupların toplumun yapısında ve işleyişinde sosyal hizmet politikalarından yararlanma aşamasının yine toplumların yapısındaki farklılıklar ile dezavantajlı gruplar üzerine yapılan veya yapılması hedeflenen yardımların ortaya çıkış fikirlerinde farklılıklar söz konusu olduğunda daha mikro yapılarda dahi dezavantajlı grupların hayat kazandırılmasına farklı perspektifteki sosyal yardım kuruluşlarından da bahsetmek mümkündür. Toplumun göz ardı edilen nüveleri olarak yer alan dezavantajlı bireylerin sosyal refah devletine uygun sosyal politikalarının gerek siyasi erkler, gerek özel kuruluşlar olarak özgürlükçü ve toplumun ortak çıkarını hedefleyen sivil toplum kuruluşlarının, dezavantajlı grupların insan haklarından yararlanması için ön ayak olması ve yararını sağlayabilmesi elzemliğini korumaktadır.

Kentin nüfus dinamiklerindeki artışı ile karmaşık hale gelen ve sosyo-ekonomik yapıların bünyesindeki farklılıkların sebebi olarak kentte yaşayanların sayısının artması ve ekonomik refah için kentte yaşamanın gerektiğini düşünerek iç göçlerin yaşanması ile dezavantajlı grupların çeşitlenmesine ve yaygınlaşmanın olmasına zemin hazırlar nitelikte bir sebep olarak görülmektedir.

4.1. Değişimin Temel Metaforundan Yoksun Kalan Grup: Yoksullar

Kırılgan gruplar arasında yer alan ve sayıca fazla olan yoksulların kapitalist dünya ve neo-liberal politikaların sağladığı özelleşen sanayi ile yoksullukları daha da belirginleşmiştir. Çünkü ticaretlerin ve pazarların çoğalarak gelişmesi ile doğru orantılı olarak kentler de büyümüştür. Daha önce de belirtildiği gibi iç göçlerin kırılgan grupları oluşturmaya sebep olduğunu yine niteler bir durumdur. Burjuva sınıfının doğması ve gelişmesi sınıfsal dengesizliklerin varlığını ve eşitsizliklerin çoğaltılması ile alt sınıf-üst sınıf ayrımının belirginleşmesinden dolayı kırılgan gruplar arasında yer alan yoksulların burjuva sınıfına dahil olmadan, ticari para akışında sermaye birikimi olmayarak sanayi ve pazardan uzak kalınmaktadır. Yoksul olarak görülen kırılgan grupların kırılganlıkları, asgari düzeyde yaşamını devam ettirmekte zorluk çekerek sınıfsal düzlemde ekonomik temelli oluşan bir grup olarak karşımıza çıkmaktadır.

Sosyal dengelerin sosyal adalet ilkesi kapsamında dağıtılmadığı ve ötekileştirilmelere maddi durumundan dolayı maruz kaldığı bilinen yoksullar, sadece ticaretten geri kalarak değil; eğitim, sağlık, konut, refah yaşam hakkı gibi sahip olması gereken insan haklarından da yararlanmakta zorluk yaşamaktadırlar. Erman’a göre kentlerdeki gecekondulaşma, “mali kaynakları kısıtlı olan Türkiye’nin refah devleti uygulaması olarak görülmüştür” (Erman, 2010, s.234). Kent hakkından yararlanması gerektiği kadar yararlanmayan kente göç etmiş bireyler kentin periferisinde bulunan gecekondularda yaşaması ve asgari düzeydeki ihtiyaçlarının karşılanmasında orada refah hayat bulma konusundan yoksun kalan yine orada yaşayan yoksullardır. Göçlerin çarpık kentleşme ile getirdiği düzensiz kent planlamaları yoksulluğu belirgin hale getirmektedir. Bahsedilen ‘kent hakkı’ Lefebvre’nin kavramı olarak bilinmektedir. Ona göre (Lefebvre, 2015) kent hakkı; kentin potansiyel faydalarına bütün yaşayanların eşit erişimi, yaşayanların temel hak ve özgürlüklerinin tamamını gerçekleştirebilmesi olarak tanımlanabilir. Bu bağlamda modernliğin getirilerinden birinin de sömürü olduğu bilinmektedir. Altındal’ın, “kentin gelişmişlik göstergesi de tek başına nüfusun yoğunluğu üzerinden çok ekonomisinin nasıl şekillendiği, sınıflar arasındaki gelirin ne şekilde pay edildiği, hangi sektörlerin ön planda tutulduğu” (Altındal, 2020, s.2202) ifadesi önem arz ederek yoksulluğun toplumun yapısına göre belirlendiğinin anlaşılmasını sağlamaktadır.

4.2.İstihdam Politikalarından Yararlanamadıkça Kırılganlaşan Grup: İşsizler/İşsizlik

Endüstrileşme, güce bağlı emeğin azalarak fikre bağlı emeğin devamlılığı için makinelerin kullanıma artması ile gelişme unsuru olarak görülmüştür. Ancak bilindiği üzere her güzel durumun birde olumsuz tarafı yaşandığı gibi görünen yenilikler ve avantajlar kadar görülmeyen dezavantajlı durumlarda söz konusudur. Toplumsal değişim gelişme yönünde seyrederken işsizliğin ortaya çıktığı göz ardı edilmemesi gereken bir durum olarak bilinmesi gerekmektedir. Örneğin fabrikaların zenginleşmesi ancak işçilerin zenginleşememesi ve patronaj ilişkilerin devamlılığının sonucunda hiyerarşik yapı ile işçi sınıfının veya meslek edinmeye çalışan bireylerin istihdamı sağlanamayarak işsizlerin çoğalması ve gelişmekte olan toplumda hak temelli uygulamalarda eksikler sonucunda işsizliğin artarak yoksul olarak nitelendirilen kırılgan grup arasında yer almasına sebep olmaktadır. Sosyal politikalar uygulamaları için artan işsizliğe karşılık olarak işçi sınıfların örgütlenerek yasama organını etkilemeye çalıştığı değişen fabrika işleyişine karşılık olarak işçi sendikaların oluşmasına zemin hazırlamıştır. İşçi sendikalarının sebebi olarak özelleşen ticaret ve sanayi sonucunda işçi sınıfının işçi sendikalarını oluşturmuşlardır. Meryem Koray, “Liberalizmin irade özgürlüğü ve sözleşme serbestliği ilkeleri çerçevesinde devletin çalışma yaşamına karışmadığı bu dönemde, çalışanların çalışma koşulları işverenlerin insafına terkedilmiş durumdadır” (Koray, 2000, s.69) ifadesi sendikaların ortaya çıkış sebebini sunar niteliktedir. Sendikalar çıkmıştır çünkü insan hakları bağlamında sivil toplumun oluşturduğu sendikaların eylemler ve hak temelli çalışmaları yine toplumun yüksek yararı için faaliyet göstermeyi amaçlayan sivil toplumun öneminin anlaşılmasını sağlamaktadır.

Sosyal gelişmeden yoksun kalan işsizler sadece fabrika emekçileri ile sınırlandırılmaması gerekmektedir. Eğitim düzeyi orta veya yüksek bireylerin de iş bulmakta zorlanması, nepotizm sorununun çözülememesiyle mesleğini yapamaması ve bir birey olarak kendisini özgür hissedemeyerek gelir elde edemediğinde ekonomik eşitsizliğin yine istihdam ile ilgili olduğu bilinmektedir.

4.3. Beden ve Zihinlerinden Dolayı Sosyalleşemeyerek Ötekileştirilen Grup: Engelliler

Engelli, özürlü, sakat, malûl ve benzeri kavramlar engelliliği belirtmek için kullanılan kavramlardır. Kırılgan gruplar arasında yer alan engelli bireylere karşı kullanılacak olan kavramın “kırıcı” olup olmaması önem arz etmektedir. Bedensel veya zihinsel açıdan eksikliği ya da yetersizliğinden dolayı dezavantajlı konumdaki bireylerin toplumun bireylere atfettiği etkinliklere katılamaması ile ötekileştirilmeye maruz kalmaktadırlar.

2006 yılında oluşturulmuş 2007’de Türkiye’nin imzaladığı ve 2009 yılında yürürlüğe giren Engellilerin Haklarına İlişkin BM Sözleşmesi’nin amacı: “engellilerin tüm insan hak ve temel özgürlüklerinden tam ve eşit şekilde yararlanmasını teşvik ve temin etmek ve insanlık onurlarına saygıyı güçlendirmek” (https://insanhaklarimerkezi.bilgi.edu.tr) olarak bilinmektedir.

Güçsüz bedenlerinin istismara, şiddete, sömürüye, kişinin özgürlüğünün ve güvenliğinin ihlal edilmesi ile kırılganlıklarının içerisinde daha da kırılgan hale gelmektedirler. Toplumun onlara Erving Goffman’ın kavramı bağlamında damgalama/etiketleme ile bedenlerindeki ya da zihinlerindeki engellerden dolayı dezavantajlı görülerek eğitim, sağlık, toplumsal yaşama katılım, çalışma/istihdam, spor ve seyahat özgürlüğü gibi durumların hepsinden olması gerektiği gibi faydalanamadığında ötekileştirilerek dezavantajlı gruplar arasındaki yerini belirginleştirmektedir.

Sosyal refah devlet politikaları ile sivil toplum ve yerel yönetimlerin ayrı ayrı yine engelliler üzerine hayata kazandırmaya yönelik gerçekleştirmiş ve gerçekleştiriyor oldukları projeleri sayesinde toplumsal yaşamda engellerin olmadığı varsa bunun en aza indirileceği çalışmalar ile kırılganlığın önlenmesini sağlamaktadırlar.

4.4. Risk Toplumundan Risk Toplumuna Göçen Grup: Mülteciler/Sığınmacılar

Mülteci veya sığınmacıların; dini, milliyeti nedeniyle zulüm gören veya göreceği ihtimali ile yaşam hakkının elinden alınacağı korkusuyla ülkesinden ayrılmak zorunda bırakılan ve geri dönemeyen veya dönmek istemeyen kişi ve gruplar olarak bilinmektedir. Mültecilerin sığındıkları yerlerin çoğunlukla kentler olması ve kentteki yaşama, ekonomik ve sosyal koşullara uyum sağlayamayarak dezavantajlı gruplar arasındaki yeri belirginleşmektedir. Keleş’in, “Hızlı kentleşmenin, sanayileşmenin, kapitalizmin gelişmesinin, tüketimi, rantı ve bencilliği kamçılaması, sonuçta, insan davranışlarına da yansıyarak, insanın çevresiyle, yaşadığı ortamla ilişkilerinin bozulmasına da yol açmaktadır” (Keleş, 1994, s.275) ifadesi ise mültecilerin toplumun bazı kesimleri tarafından tekrar ötekileştirilmeye maruz kaldığını çağrışmaktadır. Bu bağlamda toplumdaki ikili ilişkilerin yabancılaşması ve dayanışmadan uzaklaşıldığı post-modern dönemde, mültecilerin ülkelerindeki savaş, zulüm, ekonomik kriz ve benzeri toplumsal yaşamda risk olarak görülen olaylar onları dezavantajlı gruplar olarak etiketlenmesine neden olmaktadır. Bu olaylar karşısında yaşam hakları için göç ederek gelmiş oldukları ülkelerde veya transit olarak gördükleri ülkelerdeki geçirdikleri zaman diliminde kırılganlıkları ile baş başa bırakılarak sosyal bütünleşmenin yaşanmasında bazı problemlerin oluşması veya toplum tarafından kabul görülmeyerek ötekileştirilmesi yabancı oldukları toplumda ne yazık ki yaşam mücadelesi vermelerini gerektirmektedir. Ancak sivil toplum kuruluşlarının sürdürülebilir kalkınma hedefleri bağlamında Yoksulluğa son, Açlığa son ve Eşitsizliklerin Azaltılması hedeflerine bağlı kalarak sosyal yardımların yapılmasıyla hayata kazandırmaya yönelik sosyal politikalar uygulanması için de belediyeleri teşvik etmektedir.

4.5.Toplumun Bağ(ım)lı Olduğu Ancak Ötekileştirildikçe Kırılganlaşan Grup: Kadınlar

Ataerkil toplumda cinsiyetlerinden dolayı ötekileştirilen ve toplumsal cinsiyet normlarının atfettiklerini yapmak ile sorumlu tutulan ve ideal beden algısına uyum sağlaması gerektiği yönündeki dayatmalar gibi durumlar kadınları kırılgan grup olarak belirtmektedir. Ancak her kadının kırılgan grup arasında yer almadığı da bilindiği üzere hangi sorusu bağlamında kırılgan grupların saptanması gerekmektedir. Hangi sorusu sorulduğunda mülteci kadınlar, yoksul kadınlar, engelli kadınlar, kamusal alanda eril tahakküme maruz kalan kadınlar, özel alanda ataerkillik temelinde dilin hegemonik gücüne maruz kalanlar olarak kendi içinde de kırılgan grupları farklılaşmaktadır.

5. Toplumsal Cisniyet Eşitsizliği: Kadının Rolü

Cinsiyet kavramı, kadın veya erkek olmanın genetik, fizyolojik ve biyolojik yönünü ifade eder. Toplumsal Cinsiyet, toplum tarafından biçilmiş roller, görev ve sorumluluklar toplumun bireyi ne olarak gördüğü ve bireyden beklentileri ile ilgili bir kavramdır. Toplumsal cinsiyet, ilk olarak 1930’lu yıllarda fizyolojik yapının psikolojiden farklı olduğunu belirtmek için kullanılmış bir kavramdır. ‘Gender’ toplumsal cinsiyet, biyolojik kökenine bakılmaksızın kadına ve erkeğe dayatılmış tüm beklentileri, toplumsal rol, davranış ve kuralları, ruhsal tanımlamasında kullanılmaktadır. Cinsiyeti varoluş belirlerken, toplumsal cinsiyet kavramını ise kültürel ve toplumsal normlar belirlemektedir. Dolayısıyla bu kavram ayrımcı, baskıcı ve eşitsiz bir toplum yapısını oluşturmaktadır. Toplumsal cinsiyet, kadının değil ayrıca erkeğin de eşitsizliğini belirten bir kavramdır. Örneğin; kız çocuklarına oyuncak olarak bebek alınırken, erkek çocuklarına araba alınması, kız çocukları pembe kıyafet giydirilirken erkek çocuklara mavi kıyafet giydirilmesi tüm bunlara kısa bir örnektir (Saygılıgil, 2016). Toplumsal cinsiyet faaliyetleri kökeni çok eskiye dayanmakla beraber kadın hakları içinde yer almaktadır. 20.yüzyılın başlangıcıyla başka toplumsal ve siyasi faaliyetlerden farklı olarak güçlenip ve gelişerek cinsiyet politikalara yeni bir yön verilen döneme girilmiştir. Bu faaliyet eskiden belirli kesimden oluşan bilimsel ve siyasal çalışmalardan çok reaksiyon almış fakat sosyal bilimler dalının konuyu ele alması toplumda değiştirici gücünü göstermesini sağlamıştır. Kadınlar geçmişten bu dönem zarfında ataerkil bir düzende ve kurumlar içinde toplumsal normlar bağlamında eğitimden yoksun bırakılmış ve ekonomik olarak da erkek hegemonyasına bağımlı hale gelmeleri bilincin ve farkındalığın oluşması ancak bu zorlu engelleri aşabilme ile mümkün kılınmıştır (Koçum, 2013, s. 8-9). En başta bu toplumsallaşma dönemleri aşamasında bireylerin içselleştirdikleri bilinç ve duygusal bağımlılık hissinin aşılması gerekmekteydi. Zira uzun yıllardır süre gelen ve kadını ikincilleştiren ataerkil düzen, bütün toplum yapısının derinlerine dahi geçmiş durumdadır. Kadın mücadele ve hareketi öncelikle Fransız Devriminde sınıf bağlamında tepkili olduğu kadar cinsel alanda da meşruiyet hakim idi. Liberalizmin gelişmesiyle beraber eşit haklar öğretisi ve yurttaşlık hakkı istediğine dönüşmüştür. 1848’de ABD’de ‘Seneca Falls’ dünyada önemli ölçüde kadınların ilk politik kongreyle beraber seferberliğe başlanmış, toplumsal cinsiyet kavramı odak olmuştur. Kadınların yurttaşlığına ilişkin liberal ve faydacı çerçeveden herhangi bir karşı söylem bulmak giderek zorlaşmaktaydı. Sanayi Devrimi ile beraber meydana gelen farklı ideolojiler kadın izlenim ve kadın haklarıyla ilgili farklı fikirler ileri sürmüşlerdir. Sosyalist ve komünist hareket kapsamında kadın hareketi, eşit işçilerin ve yurttaş haklarının korunmasında sınıf hareketleri bağlamında ele alınmıştır. Bu süreçten sonra toplumsal cinsiyet çalışmaları artık yeni bir ideoloji ve analiz etme, yorumlama çalışmalarının önüne geçerek toplumsallaşmış bir düzen sorununu meydana getiren olguları tespit ederek “cinsiyet hiyerarşisinin var oluşunu konusunda bilinçlendirmeyi ve onu yıkmayı hedefleyen ortak bir eyleme” dönüşmüştür. II. Dünya Savaşından sonra kadın hakları hususunda devrim olarak nitelendireceğimiz girişimlerde bulunulmuştur. Savaşla beraber üretimde söz sahibi olan kadınlar haklarının aranmasında ve korunmasında önemli faaliyetler sürdürmekte politik perspektifte de önemli gelişmeler olmaktaydı (Koçum, 2013). 1960 ve 1970’lı yılların köklü değişiklik hareketleri, biyolojik ve toplumsal cinsiyetle ilişkin olan cinselliğin dışa yansıma biçimlerinden ekonomik eşitsizliğe, toplumun eşcinsellere karşı gösterdiği tepkiden tecavüze kadar çeşitli birçok tartışmalar meydana getirmiştir. Feminist politika bu konularla ilgili ‘Cinsel Politika’, ‘baskı’, ‘ataerkillik’ gibi bazı kuramlar öne sürdü. Sosyal politikaların toplumsal cinsiyet çözümlemesi özellikle 1970’lerde savaş sonrası dönemde ortaya çıkmıştır. Günümüz dünyasına kadar süre gelen sosyal cinsiyet tutumu, toplumsal cinsiyet kavramı, kadınlığın sosyal politika analizlerinde değişken olduğu ve sosyal politika çözümlemesinde toplumsal cinsiyetin önemini vurgulamaktadır. Toplumsal cinsiyet ayrımlaştırıcı tutumunun sürekliliği anlaşıldığı müddetçe, toplumsal cinsiyet eşitsizliklerinin sürekliliğini fark etmek daha kolay olmaktadır. Toplumsal cinsiyet faaliyetleri diğer bilimsel ideolojilerden ayıran itici gücü, araştırma sürecinde farklı bir bilgi ortaya çıkaran ve araştırma safhasının hipotezlerini kabul eden feminist bir yaklaşımdır (Koçum, 2013). Küreselleşmenin giderek hız kazandığı dönem olan 20.yüzyıl, ulusal olmaktan ziyade küresel kuruluşların ve standartların hakim olduğu yeni dünya düzeninin oluşumudur. Yeni dünya düzeni olarak adlandırılan dönemde kadınlara yönelik uluslararası yapılan çalışmalar oldukça önem kazanmış, toplumsal cinsiyet eşitliğine yönelik çalışmalar hem global hem ulusal boyutta stratejik hedeflerle yürütülmeye başlanmıştır. Kadın haklarına atılan ilk önemli belge olarak nitelendireceğimiz İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi genel bir ifadeyle bütün insanlar için özgür, eşit ve haklara ilişkin ötekileştirmenin, eşitsizliğin önlenebilmesi yönelik uluslararası belgedir. 30 maddeden oluşan bildirge bütün insanları kapsamaktadır. Beyannamede temel insan haklarına, erkeklerin ve kadınların eşit haklara sahip oldukları, bütün insanların onur ve haklar açısından eşit olduğu devredilemez hakların olduğu ve dünyada özgürlük, adalet ve barış içinde yaşamı vurgulamaktadır. Uluslararası kadın hakları hareketleri, uluslararası feminist yaklaşımcıların da katkı ise Birleşmiş Milletler’in düzenlediği konferanslar ile işlevsellik kazandı. Toplumsal cinsiyet eşitliğine ve kadının kalkınmadaki rolü üzerine yapılan tartışmalar ilk olarak 1975’te Mexico City’de düzenlenen konferans, daha sonra 1980’de Kopenhag, 1985’te Nairobi, Pekin Deklarasyonu ve 1995’te Beijing konferansları gerçekleşmiştir. Kadın haklarının farklı konularını ele alan konferanslarda, kadınların eğitim, sağlık, okuma-yazma, işgücü gibi konularda kadınlar geri planda kaldığı vurgulanarak, temel olarak toplumsal cinsiyet eşitliğine yönelik politikalar yürütme stratejisi uygulanmakta ve kalkınma hedef süreçlerinde kadınların görüşlerini öncelik tanımaktadırlar. Dolayısıyla konferansların temelinde toplumsal cinsiyet kavramının ana politikaya yerleştirilmesi, politika süreçlerinin işlevsel ve yapısal bağlamında yeniden inşa edilmesi, geliştirilmesi ve değerlendirilmesi planlanmaktadır. Erkek hegemonyasına ve cinsler arası eşitsizlik durumunu sorgulamaktadır. Kadınların ilerlemesi ve ötekileştirilmesinin ortadan kaldırılması için ülkelerin sağlamaya çalıştıkları ilerleme ve olası engelleri belirleyerek kadın hakları konusunda elde ettiği verilerin analizini yapmaktadırlar. Böylelikle, toplumsal cinsiyet kavramı ile ilgili konulara sivil toplum kuruluşları ve siyasal alanda da ciddi bir yer edinme imkânı oluşmuş oldu. Dahası, dünyada toplumsal cinsiyet eşitliğinin hareketlendiği gibi Türkiye’de de hem sivil toplum hem de uluslararası örgütlerin çalışma kapsamına girerek bu konuda güç kazanmış oldu (Aksu, 2012). Toplumsal cinsiyetin hareketlenmesi ile Birleşmiş Milletler, Dünya Bankası ve Avrupa Birliği de politika oluşturma sürecine dahil olmuşlardır.

Toplumsal cinsiyet ayrımcılığı denildiğinde ilk akla gelen, kadınların kadın oldukları için maruz kaldıkları tutumlardır. Kadınlara karşı ayrımcılığın en belirgin tanımı, bu ayrımcılıkla mücadeleyi hedefleyen ilk uluslararası belge olan Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Uluslararası Sözleşmesi’nin (CEDAW) özellikle kadınlara karşı ayrımcılığın kaldırılması, kadın haklarının korunması hedeflenmiştir. BM üyesi olan 127 devlet onaylayarak CEDAW 1979’da kabul edilmiş, 1981 yılında yürürlüğe girmiştir. CEDAW kadınların medeni durumuna bakılmaksızın kadın-erkek eşitliğine dayalı olarak eğitim, sağlık, hukuk, sosyal, ekonomik açıdan desteklenme ve kültürel tutumlara karşı çıkma, insan hakları ve özgürlükler tüm bunların yararlanılmasında engelleme ve ortadan kaldırma amacı taşımaktadır (Gedik, 2015). Kadın sorununun ortaya çıkışının en önemli sebebi eğitimdir. Dünyada kız çocuklarının eğitim olanaklarına ulaşması daha zordur. Anneleri eğitim almayan çocukların okula gitme oranı, anneleri eğitim alan çocukların okula gitme oranından daha azdır. Türkiye’de 2015 yılında, 25 yaş ve üstü okuma yazma bilmeyen toplam nüfus oranı %5,4 iken bu oran erkeklerde %1,8, kadınlarda %9’dur.
Lise ve dengi okul mezunu olan 25 yaş ve üstü toplam nüfusun oranı %19,5 iken bu oran erkeklerde %23,5, kadınlarda %15,6’dır. Yüksekokul veya fakülte mezunu olan toplam nüfus oranı %15,5 olup bu oran erkeklerde %17,9 kadınlarda ise %13,1’dir. Dünyada okur-yazar olmayan 900 milyon nüfusun 2/3’ünü kadınlar oluşturmaktadır (Türkiye İstatistik Kurumu, 2017). Kadınların eğitim düzeyi, üretim sürecine faydası ile ekonomik özgürlüğü ile bağlantılıdır. Kadınların beceri kazanması, ekonomik güce sahip olmaları; aile içindeki görüş birliğinin gelişmesine katkı sağlamaktadır. Eğitim refahının yükselmesi, kadının çalışma yaşamına girmesine avantaj sağlayan bir etmen olduğu kadar, iş hayatındaki başarısını da oldukça etkilemektedir. Eğitimde toplumsal cinsiyet eşitsizliği, kadın istihdamının önündeki fırsatları doğrudan etkilemektedir. Kadınlar istihdam alanında da birçok ayrıma uğramaktadır. İşsizlik olgusu erkeklerden ziyade kadınları daha hızlı ve daha büyük ölçüde etkilemektedir. Örneğin; bir erkeğin işten çıkarılmasıyla, bir kadının işini bırakmaya mecbur kalması aynı şey değildir. Kadının istihdam oranının az olması, ücretsiz aile işçisi olarak çalışmanın kadınlar arasında yüksek olması, kadınların birçoğu gelir bakımından ailelerine, eşlerine bağımlı olması, ücretsiz ve iş güvencesinin olmaması kadınların istihdam oranını oldukça etkilemektedir (Bal, 2014). 2015 yılında, Türkiye’de 15 yaş ve üstü nüfusun istihdam oranı %46 olurken, bu oran erkeklerde %65, kadınlarda ise %27.5 olmuştur. Avrupa Birliği üye ülkelerinin istihdam oranına bakıldığında; 2015 yılında kadın istihdam oranının en yüksek seviyede olan ülke %74 ile İsveç iken, en düşük olan ülke ise %42,5 ile Yunanistan’dır. Avrupa Birliği üye ülkelerinin yaklaşık kadın istihdam oranı ise %60,4’tür. Avrupa Birliği üye ülkelerinin 2015 yılında erkek istihdam oranının en yüksek seviyede olan ülke %79 ile Hollanda iken, %59,3 ile en düşük ülke Yunanistan olmuştur. Avrupa Birliği üye ülkelerinin yaklaşık erkek istihdam oranı %70,8 oldu (Türkiye İstatistik Kurumu, 2017). Siyasal katılım, bireylerin siyasal düzen karşısında davranışlarını belirlediği kavramdır. Bu kavramın sadece seçimlerde oy hakkını kullanmakla ibaret olduğunu söylemek yanlış bir ifade olur. Siyasal katılım, kapsamlı bir tutum ve faaliyet alanını oluşturur. Siyaset, kadın-erkek eşitsizliği üzerine kurulu, ataerkil temeline dayalı bir alandır. İlk devletlerin oluşumundan modern demokratik düzenine kadar geçen süreçte, siyaset geneliyle erkeklere ait, devlet ve bürokrasi de erkeklere ait faaliyet alanı olarak görülmüştür. Demokrasinin, demokratik siyasetin temelinin oluştuğu Antik Yunan şehir devletleri dahi kadınların ve kölelerin dışlanması üzerine siyaset oluşturmuştur. Kadınların siyasetten uzak tutulması, kadın-erkek arasında “doğal” bir farklılık olduğuna inanmaktadırlar. Kadınların doğaları gereği siyaset alanına uygun olmadıkları bu tabire göre “erkek kuvvetli, kadın zayıf” görüşündedirler. Kadının yerel demokrasi ve katılımı incelendiğinde dünyada yok denilecek kadar az olduğuna varılmaktadır. Yerel yönetimin karar organları olan, belediye meclisi ve il genel meclisinde kadınların temsil oranı %2 olup, 3234 belediye başkanından sadece 18’i (%0,6) oranını kadın oluşturmaktadır. AB ülkelerinde seçilen her 5 yerel yöneticiden biri kadındır. Kadınların belediye meclislerinde temsil oranı İsveç’te %41, Finlandiya’da %30, Almanya ve Hollanda’da %23, İtalya’da ise %22 oranındadır (Kaypak, 2012). 

6. Sonuç

Sivil toplumların özgürlükçü ve sürdürülebilir kalkınma hedeflerini esas alarak faaliyetlerde bulunması toplumu daha dayanışmacı olmaya ve iş birliğine teşvik etmektedir. Konumuz bağlamında yerel yönetimlerde halkın içindekilerin yönetimde yer aldığı ve hemşehrilik ilişkilerinin temelinde sosyal refah politikaları gereğince yardımları yerel yönetimin alanındaki herkese ulaştırmak için çabalayan ve siyasi mekanizmaların denetiminde olduğu bilinmektedir. Toplumun göz ardı edilen nüveleri olarak yer alan dezavantajlı bireyler için sosyal politikaların uygulanması gerekmektedir. Sivil toplum kuruluşlarının sürdürülebilir kalkınma hedefleri bağlamında yoksulluğa son, açlığa son ve eşitsizliklerin azaltılması hedeflerine bağlı kalarak hayata kazandırmaya yönelik sosyal politikalar uygulanması için de belediyeleri teşvik etmesi ve birlikte çalışarak topluma dayanışma için örnek olmalıdır. Siyasi erklerden destek alan yapı olarak bilinen yerel yönetim ve daha özgürlükçü ancak hesap verilebilir şeffaflık niteliğinde faaliyetlerde bulunması gerekmektedir. Sivil toplumların hangi şartlarda olursa olsunlar toplumda yardım eli ulaşmayan kimse kalmaması için uğraşırken herhangi bir kuruluşun kendi özerkliklerini ve ‘ün’lerini önemsemeden ortak çıkarları hedefleyen ve sadece toplum için toplumsal faaliyetlerde bulunabilecekleri çalışmalar yapmaları ise elzem bir konudur. Bu bağlamda yerel yönetim ve sivil toplumların kırılgan gruplar arasında yer alan kadınlar için yapması gereken faaliyetlere kısaca değinirsek eğer bunlar: kamuoyu araştırmalarının yapılarak dezavantajlı grupların saptanması ve erişilebilir olması, kadın sığınma evlerinin sayısının arttırılarak kadınlara duyurulması için hem yerel yönetimlerin hem de sivil toplum kuruluşların birlikte hareket ederek sessizliğin sesi olabilmek adına yapılan çalışmalar geliştirilmelidir. Ek olarak, mekânsal ve kentsel alanlardaki katılım için kadınlara daha özgür ve baskı altında hissetmeyecekleri alanların oluşturulması ve bunun siyasi düzenlemeler ile kalıcı hale getirilirken sivil toplum kuruluşlarının kadınlar için kendilerini geliştirebileceği, boş zaman veya sosyal sorumluluk aktivitelerin düzenleyerek kadınlar toplumsal alanda var edilmelidir. Kadın meclislerinin kurulması ve buna teşvik için sivil toplumların kadınlara destek olması yerel yönetimlerin ise engel oluşturmaması, stratejik 5 yıllık kalkınma planlarına toplumsal cinsiyetin dahil edilmesi için sivil toplumların birlik içinde yerel yönetimler ile hareket ederek bu konunun öneminin anlaşılmasını sağlayarak Kadın Dostu Kentler Birleşmiş Milletler Ortak Programı’nın uygulanması gerekmektedir. Son olarak, 5216 sayılı Büyükşehir Belediye kanuna göre sosyal ihtiyaçların karşılanması belediyelerin sorumluluğundadır. Bu sorumluluğun daha bütüncül ve hak temelli olarak sosyal adalet ilkesine göre dağıtılması için tek bir alanda değil sivil toplumların da buna dahil edilerek toplumun görülmeyen, etiketlenen ve var olmak için çabalayan gruplara destek olarak hayata kazandırmak için önemli bir adım olacağı düşünülmektedir. Yerel yönetimlerin ve sivil toplum kuruluşlarının kırılgan gruplar üzerinden kadınları hayata dahil edebilmeleri için kurumları nitelikleri bakımından inceleyerek tavsiyede bulunulmuş ve tartışılan bu konuların literatüre katkı sağlayacağı düşünülmektedir.

Hayra ÜSKÜP

Şeyma GÜÇ

Sivil Toplum Çalışmaları Staj Programı

KAYNAKÇA

Altındal, Y. (2020). Kentsel Adaletin Temsil Edil(e)memesi Ekseninde Ekümenopolis (Ucu Olmayan Şehir) Filminin Sosyolojik Okuması. OPUS–Uluslararası Toplum Araştırmaları Dergisi, 15(23), 2200-2230.

Aksu, B. (2012). Toplumsal Cinsiyete Dayalı Ayrımcılık. Bilgi Üniversitesi Sosyoloji ve Eğitim Çalışmaları, 175-187.

Aslan, Y. (2010). Sivil Toplum: Kavramsal Değişim Ve Dönüşüm. Elektronik Sosyal Bilimler Dergisi, 188-212.

Bal, M. D. (2014). Toplumsal Cinsiyet Eşitsizliğine Genel Bakış. Kadın Sağlığı Hemşireliği Dergisi, 15-28.

Bozkurt, Ö., Ergun T. (1998), Kamu Yönetimi Sözlüğü. (Ed: Sezen S.) Ankara: TODAİE.

Engellilerin Haklarına İlişkin BM Sözleşmesi, (2016). https://insanhaklarimerkezi.bilgi.edu.tr/media/uploads/2015/08/03/EngellilerinHaklarinaIliskinSozlesme.pdf

Erman, T. (2010). “Kent ve Gecekondu”, Türkiye Perspektifinden Kent Sosyolojisi Çalışmaları içinde, (Der: Uğurlu Ö., Pınarcıoğlu N. Ş., Kanbak A., Şiriner M.), (227-266). İstanbul: Örgün Yayınevi.

Gedik, E. (2015). Toplumsal Cinsiyeti Ana Akımlaştırmanın Türkiye’de Kadın Hareketi Üzerindeki Etkisi Ve Toplumsal Cinsiyet Adaleti Kavramı. Akademik Hassasiyetler, 2(4), 209-228.

Gülener, S., & Haşlak, İ. (2006). Sosyal ve Siyasal Teoride Sivil Toplum Tartışmaları ve Toplulukçu Düşüncede Topluluk Birey ve Devlet Anlayışı. III. Uluslararası Sivil Toplum Kuruluşları Kongresi (pp.3-8). Çanakkale.

Karakış, E. (2009) Küreselleşen Dünya Yönetiminde Yerel Yönetimler Bağlamında Sosyal Politika. Cumhuriyet Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.

Kaypak, Ş. (2012). Devletten Yerel Yönetime Değişim Sürecinde Sivil Toplumun Yeni Yüzü. Bitlis Eren Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 34-57.

Keleş, R . (1994). Kent ve Çevre Haklarının Korunması Üzerine Gözlemler. Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, 49(03), 275-281. 

Koçum, G. (2013). Yerel Yönetimlerin Kadın Sorunlarına Yaklaşımı. İstanbul Aydın Üniversitesi Yüksek Lisans Tezi, 8-9.

Koray, M. (2000) Sosyal Politika. Bursa: Ezgi Kitabevi.

Lefebvre, H. (2015). Şehir Hakkı. (Çev. I. Ergüden). İstanbul: Sel Yayınları.

Özer, M. H. (2008). Günümüz İtibariyle Sivil Toplum Kuruluşlarının İktisadi ve Sosyal Fonksiyonları. Elektronik Sosyal Bilimler Dergisi, 7 (26), 86-97.

Saygılıgil, Y. F. (2016). Toplumsal Cinsiyet Tartışmaları. Dipnot.

Talas, D. (2011). Sivil Toplum Kuruluşları ve Türkiye Perspektifi. Türklük Bilimi Araştırmaları, 389.

Türkiye İstatistik Kurumu. (2017, 03, 7). https://tuikweb.tuik.gov.tr/HbPrint.do?id=24643 (Erişim Tarihi: 20 Mart 2021).

Yay, S. (2015). Tarihsel Süreçte Türkiye’de Sosyal Devlet. 21. Yüzyılda Eğitim Ve Toplum Eğitim Bilimleri Ve Sosyal Araştırmalar Dergisi, 3(9), 147-162.

https://sozluk.gov.tr/ (Erişim Tarihi:17 Mart 2021).

Doçent Doktor Sinem Kocamaz ile Avrupa Birliği Üzerine Röportaj

Doçent Doktor Sinem Kocamaz Hakkında

Ege Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Uluslararası İlişkiler bölümü öğretim üyesi Sayın Doçent Doktor Sinem Kocamaz; lisansını 2002, yüksek lisansını ise 2005 yılında Ege Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler bölümünde tamamlamıştır. Doktorasını, Dokuz Eylül Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Avrupa Birliği Çalışmaları alanında “Tony Blair Döneminde İngiltere’nin Transatlantik İlişkilerinin Avrupa Birliği Bütünleşme Sürecine Etkisi” tezi ile 2011 yılında tamamlayan Sayın Kocamaz’ın uzmanlık alanları Avrupa Birliği, Transatlantik İlişkiler, Uluslararası Politik Ekonomi ve Uluslararası Örgütlerdir. Avrupa Birliği ile ilgili yaptığımız röportajımızda bize katkı sağladığı için kendisine hem kendi adıma hem de TUİÇ Akademi ailesi adına çok teşekkür ediyorum. Keyifli okumalar dileriz.




1- Avrupa Birliği (AB) içerisinde bir “ötekileştirme” durumunun olması gözle görülebilir bir gerçek hatta bu durum İslamofobiye kadar sürüklenmiş diyebiliriz. Siz, bu ötekileştirme ve İslamofobi durumunu AB’nin Kopenhag Kriterleri çerçevesinde nasıl değerlendirirsiniz?

    Avrupa Birliği, kurucu değerlerini demokrasinin üstünlüğü, insan haklarının korunması, hukuk devleti gibi prensipler üzerinde inşa etmiştir. Kopenhag kriterleri de AB’nin üyelik için beklediği temel koşulları belirlemiştir. AB’ye üye olacak ülkelerin işleyen bir pazar ekonomisi tesis etmeleri ve demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hakları ve azınlıklara saygı gösteren ve korunmasını garanti eden kurumların varlığını inşa etmeleri gerekmektedir. Ancak tüm dünyada artan radikal sağın yükselişi ve popülist söylemlerin artması AB içerisinde var olan İslamofobinin de artmasına neden olmuştur. Bu bağlamda AB üyelik müzakerelerinde somut kriterler yerine İslomofobi ekseninde de değerlendirme yapmaktadır. Müzakere sürecindeki Türkiye de bu bakış açısından etkilenmektedir. 

 

2- Fransa’da Ulusal Cephe lideri Le Pen, Brexit’i “özgürlüğün zaferi” olarak değerlendirmişti ve başkan olursa referanduma gideceğini belirtti. Ayrıca yakın zamanda Fransa’nın en çok okunan gazetelerinden biri olan Le Figaro’da Laurent Herble “Avrupa Birliği’nde Sonun Başlangıcı Mı?” başlıklı bir makale yayınladı. Sizce, Fransa’nın, AB’nin hem en güçlü ülkelerinden hem de kurucu üyelerinden biri olduğu göz önüne alındığında Birlik’ten ayrılma kararı gerçekleşirse Birleşik Krallık’ın yarattığı etkiden daha büyük bir etki yaratabilir mi ve AB’deki prestij kaybı ne ölçüde olabilir?

Öncelikle Birlik’ten ayrılma fikri, AB projesinin geleceğini tehdit eden en tehlikeli fikirdir. İngiltere’nin ayrılışı hem AB’ye hem de İngiltere’ye ekonomik ve siyasi anlamda pek çok şey kaybettirdi. Dolayısıyla popülist akımın etkisiyle hareket etmek hem üyeler için hem de Birliğin geleceği adına tehdit oluşturmaktadır. Fransa’nın Birlik’ten ayrılması ancak Le Pen’in seçimleri kazanması ile gündeme gelebilir. Ancak COVID’in yarattığı yıkıcı sonuçlar, salgın döneminde hiçbir varlık gösteremeyen radikal sağ partilerin yükselişini de engelleyecek bir faktördür. Dolayısıyla Fransa’da Le Pen’in iktidara geleceğini ve AB’den ayrılacağını düşünmüyorum ama elbette böyle bir durum gerçekleşirse AB projesi ciddi bir yara alacaktır ve büyük bir prestij kaybı söz konusu olacaktır.

 

 3- Dışarıdan bakıldığında bir bütün olarak görülmelerine rağmen içeride ülkeleri rahatsız eden ne var ki Birleşik Krallık’ın ardından “exit” tartışmaları doğmuştur?

Ülkelerdeki rahatsızlıktan ziyade güncel gelişmeler, AB şüphecilerini memnun eder şekilde popülist söylemleri beslemiştir. 2008 ekonomik krizi ile başlayan ekonomideki durgunluk, AB’nin gitgide ekonomik gücünü ve rekabetçiliğini kaybetmesi, Suriye savaşından sonra yaşanan mülteci sorunu, yükselen sağ AB içerisindeki popülist söylemi tetiklemiş, AB üye ülkelere fayda sağlayan bir refah projesi yerine üye ülkelere külfet getiren ve egemenliklerini kısıtlayan bir yapı olarak değerlendirilmeye başlanmıştır. Dünyada olduğu gibi AB ülkelerinde de iktidara gelen sağ partiler,  yabancı düşmanlığını, geleneksel değerleri, korumacılığı ve milliyetçiliği alevlendirdikleri için  “exit” tartışmaları gündeme gelmiştir.

 

4- 2027’ye kadar AB’deki bütçe planlaması gerçekleştiği için herhangi bir genişleme olmayacağının farkındayız. Peki bundan sonraki süreçte Türkiye’nin AB’ye üye olma gibi bir şansının olduğunu düşünüyor musunuz? Türkiye-AB ilişkileri sizce nereye evriliyor?

 Türkiye-AB müzakere süreci bir süredir donmuş durumda ve iki tarafın da üyelikle ilgili beklentileri çok azalmış halde. Türkiye ve AB arasındaki sorunlar kısa vadede çözülemeyecek kadar çok ve çeşitli. Bu nedenle taraflar üyelik yerine pozitif gündem olarak isimlendirilen gümrük birliği revizyonu, göçmen mutabakatının yenilenmesi, vize serbestisi gibi başlıklar üzerinden ilerlemeye çalışıyorlar. Kısa ve orta vadede hedef, ilişkilerin yeniden normalleşmesi yönünde. Uzun vadede de üyeliğin gerçekleşmesi yaşanılan sorunlar nedeniyle zor görünmekte.

 

5- Avrupa’da yükselen popülist söylemler sonucu AB olduğundan farklı bir çizgiye geçebilir mi? Şimdiki birlik algısından farklı bir durum ileride sergileyebilir mi?

Bu tür akımlar genellikle kısa süren akımlardır. Çünkü ekonomik ve siyasi sorunlara gerçek çözümler sunmazlar. Radikal sağın işsizlik, ekonomideki rekabetçiliğin artması ya da AB’nin geleceği açısından ciddi projeler sunduğu söylenemez. Bu çerçevede bu akım da geçici olacak ve AB vatandaşları, bir süre sonra radikal söylemlerden uzaklaşacaklardır. Ancak günümüzde popülizm AB’nin ve tüm dünyanın sorunu olmaya devam etmektedir. AB’nin geleceğini tehdit etmemesi için Birlik içeride refahı yeniden sağlayacak, dayanışma ruhunu destekleyecek politikalar üretmeye devam etmelidir. Eğer AB mevcut sorunlarına kalıcı ve akılcı çözümler getirebilirse popülist söylemlerin hızı kesilecektir.

 

6- AB; 2004, 2007 ve 2013 yılında, kısa sürede, 3 genişleme hamlesinde bulundu ve 13 ülkeyi Birlik’e kabul etti. Daha tam anlamıyla bütünleşme yaşamadan genişleme yaşamasını AB açısından nasıl değerlendiriyorsunuz?

Sözü edilen genişlemeler bir amaç doğrultusunda gerçekleşmiş, NATO ile birlikte çifte genişleme hedefinin tamamlanması için yapılmıştır. Dolayısıyla stratejik bir amaca hizmet etmiştir. Doğu Avrupa ülkelerini Rusya’nın etkisinden çıkarmak ve Avrupa’yı yeniden bütünleştirebilmek için yapılan bu genişlemeler Rusya’nın 2014’ten beri ne kadar güç kazandığı incelendiğinde doğru bir hamle olarak değerlendirilebilir. Kaldı ki bütünleşme konusunda yaşanan sorunlar sadece genişleme sürecine önem verilmesinden değil, konjonktürel gelişmelerden farklı iç yapısal problemlerden kaynaklanmaktadır.

 

7- Suriye’de çıkan ve uzun yıllardır devam eden savaş sonucunda mülteci krizi Avrupa’ya ulaşmış ve Türkiye ile AB karşı karşıya kalmıştı. Sizce bu konuda yanlış atılan adımlar nelerdi? Bu süreçte haklı olan bir taraf var mıydı? Yoksa atılan adımlar taraflarca doğru muydu?

Türkiye’nin mültecilere uyguladığı açık kapı politikasının doğru olduğunu düşünüyorum ancak bu politikanın ülke içi dinamiklere yansıması ve mültecilerin entegrasyonunda yaşanan sorunlar, Türkiye’de kamuoyunun bu konuyu fazlaca sorgulamasına neden olmuştur. Ayrıca daha sonra AB ile yaşanan krizlerde Türkiye’nin AB’yi sıklıkla sınırları açmak ve mültecileri AB’ye göndermek konusundaki söylemleri insani dış politikasına zarar vermiştir. Ancak mültecileri kabul etmek her şeyden önce etik bir sorumluluktur. Bu açıdan Türkiye’nin doğru politika izlediği kanaatindeyim. Bununla birlikte AB, sınırlarını mültecilere kapatıp kale Avrupası “fortress Europe” yaklaşımı ile ciddi eleştiri konusu olmuştur. Özellikle mültecilere uygulanan insanlık dışı politikalar AB gibi değerler üzerine kurulu bir örgütün prestiji açısından oldukça sorunlu bir durumdur. AB-Türkiye ilişkileri açısındansa ilişkilerin sadece mülteci mutabakatına indirgenmesi ve AB’nin Türkiye’ye mültecileri muhafaza eden tampon bir komşu ülke muamelesi yapması kabul edilebilir bir politika değildir. AB’nin Türkiye’deki mülteciler için sağlanan finansman da gereğinden uzun sürmüş ve bu konuda da zorluklar yaşanmıştır. Dolayısıyla iki tarafın da hataları olmakla birlikte göç konusunda AB politikalarının daha sorunlu olduğunu söylemek mümkündür. Bundan sonraki süreçte de Türkiye-AB ilişkilerinin temel konu başlıklarından biri göçmen mutabakatının revize edilmesi olduğundan bu konu taraflar arasında tartışılmaya devam edecektir.

 

 

8- Yunanistan ile var olan sorunlarımız üzerine bir de Doğu Akdeniz’deki sorunun eklenmesi sonucunda AB’nin Türkiye’ye yaklaşımı nasıl şekillenebilir? Bu durum AB-Türkiye ilişkilerinin ilerlemesini daha da zorlaştırabilir mi?

Doğu Akdeniz’de yaşadığımız sorunlar,  Türkiye-AB ilişkilerini doğrudan etkilemiştir. 10-11 Aralık Zirvesi’nde Türkiye’nin Doğu Akdeniz politikaları nedeniyle yaptırımlar uygulanması gündeme gelmiş, Fransa ve Yunanistan’ın talepleri taraflar arasındaki ilişkilerin gerilmesine neden olmuş, AB sert olmayan yaptırımlarla zirveyi kapatırken Türkiye’den ılımlı politikalar beklentisinin altını çizmiştir. 25-26 Mart Zirvesi’nde konunun yeniden değerlendirilmesine karar verilmiştir. Aralık-Mart döneminde Türkiye ilişkileri pozitif gündem çerçevesinde olumlu hale getirebilmek için AB ile temasa başlamış, Yunanistan ile istikşafi görüşmelere gerçekleşmiştir. Mart Zirvesi’nde AB, Türkiye ile olumlu diyaloğu yine koşullara bağlamış özellikle Doğu Akdeniz’de ılımlı politikalar uygulaması ve uluslararası hukuka uyması gerekliliği üzerinde durmuştur. Bu çerçevede Doğu Akdeniz Türkiye-AB ilişkilerinin sorun olmaya devam eden unsurlarından olacaktır.

 

 

DERYA KÖROĞLU

Avrupa Çalışmaları Staj Programı